www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Her Telden > Mustafa Kemal Atatürk > Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri

Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri Şanlı Türk Tarihi ve Tarihe Damgasını Vurmuş Türk Büyükleri...

CevaplaCevapla
 
Konu Seçenekleri Görünüm Şekli
Eski 11-28-2006, 02:03 PM   #31
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HALİDE EDİP ADIVAR
( 1884-1964 )
Tanzimat ve Cumhuriyet döneminin bayrak kadını... Yazar, mütefekkir, romancı, profesör, politikacı ve boynunda idam hükmünü dolaştırmış bir Kurtuluş Savaşı ser-dengeçtisi!.. Osmanlı tarihi içinde de Cumhuriyet tarihimizde de Halide Edip Adıvar'ın bir benzerini bulmak kolay değildir.
1884'de İstanbul'da doğdu. İyi bir eğitim gördü. Daha Amerikan Kız Koleji'nde okurken, hikâyeler yazıyor, kalem denemeleri yapıyordu. Güzeldi, zekiydi, hizmet hevesi ile dolu idi. Koleji bitirdıkten sonra, felsefeye merak saldı. O günlerde, Filozof Rıza Tevfik adiyle anılan Şair Rıza Tevfik'ten felsefe dersleri almaya başladı, iyi felsefe yapabilmek için, iyi bir matematik kültürünün zorunluluğuna inandığı için, zamanın ünlü matematikçisi Salih Zeki'den dersler almaya başladı. Bu dersler sırasında, Salih Zeki ile seviştiler ve evlendiler.

1901'de koleji bitirdiği halde, edebiyat dünyasında yazılarıyla görünüşü, 1908 meşrutiyet devrimi sıralarıdır. "Vakit", "Akşam", "Tanin" gibi günlük gazetelerde "Şehbal" gibi haftalık dergilerde edebiyat üzerine yazılar yayınlıyordu. Bu ilk dönemde çıkan yazıların da "Halide Salih' imzasını kullanıyordu. Sonradan, Salih Zeki'den ayrıldığı için "Halide Edip" olarak tanındı.

1919'da "Büyük Mecmua"da "Kadınlığa Dair" başlığı altında kadın haklarını savunan bir dizi yazı, onu günlük olayların içine sürükledi. Bu güzel konuşan, güzel yazan, güzel düşünen kadın, bütün kadınların sembolü haline gelmişti. Heyecanlı bir vatanseverdi. Birinci Dünya Savaşı'nda yenik düşmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmaması için çalışıyor, miting meydanlarında halkı coşturan nutuklar söylüyordu.

ATEŞLİ TÜRKÇÜ ÖĞRETMEN HALİDE EDİB

Bu yazı çalışmalarının yanıbaşında İstanbul Kız Öğretmen Okulu ve Kız Lisesi'nde edebiyat dersleri veriyor, müfettişlik yapıyordu. 1917'de Beyrut, Lübnan ve Şam'daki Türk kız okullarının genel müfettişliğini üstlendi. Bu topraklar, savaşta imparatorluğun elinden çıkınca yine İstanbul'a döndü. Bir yandan öğretmenliğini sürdürdü, bir yandan Türkçülük cereyanlarının güçlenmesine yardım etti, bir yandan kadın haklarını savunarak yeni bir toplumun oluşmasına katkılarda bulundu.

Bir ara İstanbul Dârülfünun'unda İngiliz Edebiyatı dersleri okuturken, Abdülhak Adnan Adıvar'la tanıştı ve evlendiler. Bu ikinci evliliği, ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Mondros Mütarekesinin tek taraflı yorumlanması ve ülkenin yabancı güçler tarafından işgalini protesto etmek için Sultanahmet Meydanı'nda yapılan protesto mitinginde öyle bir ateşli konuşma yaptı, kitleleri öylesine harekete geçirip coşturdu ki işgal kuvvetleri kendisini tehlikeli görmeye başladı. Tam tutuklanacağı sırada, kocasıyla birlikte Anadolu'ya geçerek Atatürk'le birlikte çalışmaya başladı. Anadolu'da ülkenin kurtuluşu için çalıştığı gerekçesi ile hakkında idam kararı verilen 6 vatanseverin birisi de Halide Edib'tir.

MİLLETVEKİLLİĞİ VE POLİTİKACILIK YAPTI

Gerek kocası Adnan Adıvar'ın ve gerekse kendisinin anayasa üzerindeki düşünceleri, genel düşünceye uymuyordu. Kocası ile birlikte önce Fransa'ya, sonra İngiltere ve Amerika'ya gitti. Daha sonra Hindistan'da bulundu. Bu gittiği yerlerdeki üniversitelerde konferanslar vererek, seminerler düzenleyerek ve kürsü sahibi olarak çalıştı. 1939'da yurda döndü ve İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü olarak çalıştı. 1950'de milletvekili oldu. 1954'de politikayı bıraktı ve yeni baştan üniversitedeki görevine döndü (1954).Ölüm tarihi olan 1964 yılma kadar öğretti, eğitti, yazdı.

İlk romanı "Seviyye Talip"tir(1910). Aynı yıl içinde "Raik'in Annesi"ni yayınladı. "Handan", "Yeni Turan", "Son Eseri", 1912 tarihlidir. Hikâyelerini toplayan "Harap Mabetler" 1911'de yayınlandı. Ardından 1922'de "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikâye kitabı çıktı. 1918'de "Mev'ut Hüküm", 1922'de "Ateşten Gömlek", 1924'de "Kalp Ağrısı", 1926'da "Vurun Kahpeye", 1928'de "Zeyno'nun Oğlu", 1936'da "Sinekli Bakkal" 1937'de "Yol Palas Cinayeti", 1939'da "Tatarcık", 1946'da "Sonsuz Panayır", 1954'de "Döner Ayna" yayınlandı. Ayrıca "Maske ve Ruh" ile "Kenan Çobanları" adlı oyunları vardır.

"Türk'ün Ateşle İmtihanı" 1962, "Mor Salkımlı Ev" 1963, anı kitaplarıdır. Birincisinde, Kurtuluş Savaşı anılarını anlatmış, ikincisinde, özel hayatını yazmıştır.

EDEBİYATIMIZA BÜYÜK ESERLER KAZANDIRDI

Halide Edip, edebiyatımızın mücevher yazarlarından biridir. Daha çok Fransız Edebiyatı etkisinde gelişen romancılığımıza, İngiliz Edebiyatının görüşlerini getirmekle, millî roman çığırını açmış, her romanında, bir parça daha gelişerek roman edebiyatımıza büyük eserler kazandırmıştır. Edebiyatta, romantizm ve idealizmle yola çıkan Halide Edip, son romanlarında realizmde karar kılmış ve bu fikrini çeşitli yazılarında savunmuştur. Yetiştirdiğimiz büyük Türk romancılarının içinde haklı ve büyük bir yeri vardır. İdealizmi uğruna bütün hayatını kullanması, derin samimiyetini gösterdiği gibi, bütün kahramanlarını hayattan alıp işlemesi de, sanattaki samimiyetine bir şahittir.

Halide Edip Adıvar, bütün hayatı boyunca bayrak kadındı. Öyle yaşadı ve öyle öldü (1964). Mezarı, Merkezafendi Kabristanı'ndadır.
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:03 PM   #32
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
(1866 – 1945)
Türk edebiyatında romanın başladığı yer... Türk romancılığının babası... Batı romanlarının temel öğesi olan dram fikrini yakalamış, kullanmış ve bir eldiven gibi Türk toplumuna giydirmiş bir büyük yazar... İstanbul'da, Eyüp'te doğdu (1866). İzmirli bir ailenin İstanbul'da doğmuş çocuğudur. Babası, ticaretle uğraşan Hacı Halil Efendi'dir. Halil Efendi Farsça biliyor, eski edebiyatı seviyordu. Mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Halit Ziya, daha sonra, Fatih Askerî Rüştiyesi'ne devam etmeye başladı. 1877 Türk-Rus savaşı sırasında babasının işleri bozulunca, o da ailesi ile birlikte İzmir'e gitti, İzmir'de, dedesi Hacı Ali Efendi'nin konağında, bol kitap arasında yaşadı. Fransızca öğrendi ve çeviriler yapmaya başladı.

PARİS İZLENİMLERİNİ İSTANBUL'DA VAKİT GAZETESİNDE YAZDI
İzmir Rüştiyesi'nin son sınıfında iken bir avukatın yanında çalışmaya başladı. Fransızca’sını ilerletmek istiyordu, bunun için de Katolik rahiplerinin yönettiği bir okula girdi. Edebiyat kültürünü bu okulda yapmıştır. Burada bütün Fransız klasiklerini okudu, çağdaş Fransız edebiyatını öğrendi ve ufak tefek yazılar yazmaya başladı.18 yaşına gjrdiği yıl iki arkadaşı ile birlikte "Nevruz" adlı bir dergi yayınlamaya başladı. Bu dergide çıkan "Genç Kız" adlı bir hikâyesi, büyük romancı Halit Ziya'yı gelecek kuşaklara haber veriyordu. Bu arada banka memurluğu ve öğretmenlik yapıyordu. Başka iki arkadaşı ile birlikte "Hizmet" adlı bir gazete kurdu ve burada yazılarını sürekli olarak yayınlamaya başladı... "Sefile", "Nemide", "Ferdi ve Şürekâsı", "Hizmet" gazetesinde yayınlanmıştır.

Bu arada bir fırsat çıktı ve Paris sergisine gitti. Paris'teki izlenimlerini İstanbul'da Vakit gazetesine yazıyordu. Talihinin dönmesi, Tütün Rejisi tercüme ve istihbarat memuru olarak İstanbul'a atandıktan sonradır. Servet-i Fünun dergisi yazarları arasına katıldı (1892). Halit Ziya'nm en büyük romanlarından biri olan "Mai ve Siyah" Servet-i Fünun'da yayınlanınca, herkes büyük bir romancı ile karşı karşıya olduğunu fark etmekte gecikmedi. Resimli olarak kitap haline gelince, bütün Osmanlı ülkelerinde adı bilinen bir edebiyatçı oldu. Artık Servet-i Fünun denince, şiirde Tevfik Fikret, düzyazıda Halit Ziya hatırlanıyordu.

ROMANLARINDA KAHRAMANLARINI YAŞADIĞI TOPLUMDAN SEÇTİ
‘Mai ve Siyah’tan sonra ‘Kırık Hayatlar' ve ‘Aşk-ı Memnu’ adlı romanları birbiri ardından çıktı. Bu iki dev eser, Halit Ziya'yı, edebiyatta geçilmez bir kale haline koymuştu. Ayrıca sürekli olarak hikâyeler yazıyor ve hikâyelerinde özellikle küçük insanların hayatını işliyordu.

1908 devriminden sonra 1909'da Sultan Reşad'ın Mabeyn Başkâtipliği'ni yaptı. Üç yıl kadar kaldığı bu görevden, Ayan azası olarak ayrılmış, parlamentoya katılmıştı. Fakat bir sürere sonra bu görevden istifa ederek ayrıldı. Üniversitede hocalık yaptı ve sonra köşesine çekilerek 1945 yılına kadar, hatıralarını yazarak, eski romanlarının dilini düzelterek oyalandı ve 1945 yılı martında Yeşilköy'deki köşkünde dünyaya ve insanlara veda etti.

Halit Ziya, günümüze kadar gelmiş romancıların en büyüğüdür. Romanı, biçim ve ruh açısından Türkiye'de o başlatmış ve günümüze kadar biçimde getirdiği çizgi aşılamamıştır. Paul Bourget'nin tavrını benimseyen Halit Ziya, içinde yaşadığı büyük şehirlerin olaylarını bu açıdan değerlendirmiş ve kusursuz bir romancı gibi davranarak konuyu kurmuş ve işlemiştir, insan karakterleri üzerindeki yorumlarında Paul Bourget kadar başarılıdır. "Kırık Hayatlarda, anlatım ve yorum, edebiyatın zirvesine ulaşır. Halit Ziya'nm romanda hiçbir yanılgısı yoktur. Fakat çağını değerlendirirken yaptığı bir yanılgı, bütün romanlarının ve hikâyelerinin temel taşlarını oymuştur. Halit Ziya, Osmanlı İmparatorluğu'nun öyle bir çağında yaşıyordu ki, aklı başında olan insanlar, ümitsizler, karamsardılar.

Halit Ziya da bunlardan biri idi. Abdülhamid'in devlete egemenliğini öyle sağlam görüyordu ki başka bir dünya tasavvur etmesine imkân yoktu. Sanat tezgâhını kurarken, ya Jön-Türkler in yaptıkları gibi savaşçı olmayı göze alacak, ya da bu çerçeve içindeki toplumun sanatçısı olmayı kararlaştıracaktı. Halit Ziya, yaşadığı toplumun sanatçısı olmaya karar verdi.
Onun için bütün romanlarının kahramanları, konaklardan, saraya yakın çevreden seçilmiştir. Onun için dili, koyu Osmanlıcadır. Onun için küçük adamların, sokaktaki adamın dramına eğilmemiş, onları işlememiştir. Oysa okuduğu Fransız romanlarında bunlar vardı. O da bunları işlese, saraya ters düşecek, sonsuz güçlüklerle uğraşmak zorunda kalacaktı. Bunu göze alamadı. Çevresindeki elemanlarla bir dünya kurdu ve bu dünyayı büyük bir sanat ve ustalıkla işledi. Başarılı idi. Alkışlanıyor, beğeniliyordu. Bir sanatçı için de bunlar lâzımdı.

MEŞRUTİYETTEN SONRA ESKİ YAZDIKLARINI SADELEŞTİRMEYE ÇALIŞTI
Fakat 1908 Meşrutiyet hareketi başarıya ulaşınca, yeni bir toplum, yeni bir edebiyat doğdu. Halit Ziya'nm anlattığı şeyler birdenbire eskidi. Eskiyen sadece anlattığı insanlardı ama, o insanlarla birlikte dili de, toplum açısı da eskimişti. Onun için hayatının sonuna kadar eski yazdıklarını sadeleştirmeye çalıştı. Yeniden yazamıyordu. Çünkü yazarsa, ya yeni toplumu yazacak, eski yazdıklarına ters düşecekti, ya da eski görüşüne bağlı kalacak ve söyleyecek bir şey bulamayacaktı, işte Halit Ziya Uşaklıgil gibi büyük, çok büyük bir romancı, kendi dramı içinde hayata veda etti 11945 .

Halit Ziya dünya edebiyatını bir Balzack'ı, bir Paul Bourget'si olabilirdi. Sağlam bir romancı kumaşı vardı. Fakat yaşadığı çağın bahtsızlığı, onu bizim Blazack'ımız bizim Paul Bourget'imiz yapmıştır.
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:04 PM   #33
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
( 1884-1966)
Yazar, şair ve hatip... Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin önemli celselerinde yaptığı konuşmalarla ruhları tutuşturan, fikirleri kıvılcımlandıran bir konuşmacı... "Türkocağı"nın genel başkanı, Türk kültürüne büyük çalışmalarıyla katkılarda bulunmuş bir edebiyatçımız
.
1884 yılında İstanbul'da doğdu. Köklü ve soylu bir aileden gelir. Büyükbabası, Abdür-rahman Sami Paşa, babası Abdüllatif Suphi Paşa'dır. Her ikisi de Tanzimat döneminin ilim ve devlet adamlarındandı. Amcası Sami Paşazade Sezai Bey de, o çağın ünlü şairleri arasındaydı.

İlköğrenimini bitirdikten sonra Galatasaray Sultanîsi'ne verildi. Edebiyatı seviyor, güzel konuşuyor ve toplantılarda daima aranıyordu. İlk şiirlerini, Galatasaray öğrenimi sırasında yazmaya başladı. Zamanın edebiyatçıları ile tanışıyor, onlardan fikir alıyor ve Türklük duygusunun gelişmesine çalışıyordu.

TÜRKÇÜ BİR JÖNTÜRK OLARAK YETİŞTİ...

Galatasaray'ı bitirdikten sonra öğretmen oldu. İlkokul öğretmenliğinden ;başlayarak, gösterdiği gelişmelerle İstanbul Üniversitesi’nin öğretim üyeliğine kadar yükseldi. İstanbul Üniversitesi’nde, Türk edebiyatı ve Türk islâm güzel sanatlar tarihi derslerini okuttu.

İlk şiir çalışmalarını, amcası şair Sami Paşazade Sezai Bey'e okumuştu. Şiirleri, hürriyet fikri ile dolup taşıyordu. Sezai Bey, yeğeninin bir şiirini, kendisinin de içinde bulunduğu Jön Türkler'in Paris'te çıkarmakta oldukları "Şura-yı Ümmet" gazetesinde yayınlattı.

Suphi Paşa Konağı, devrin şair ve mütefekkirleri ile dolup taşmakta idi. Hamdullah Suphi bunların arasında Türkçü bir Jön Türk olarak yetişti. Önce, Fecr-i Âti topluluğu kurucuları arasında yer aldı (1909). Fakat Hamdullah Suphi, daha çok Türk kültürü araştırmaları üzerinde duruyor ve Osmanlı Devleti’nin, ancak Türklüğe dayanarak kurtulacağına inanıyordu. Bu yüzden, sadece bir edebiyat akımını simgeleyen "Fecr-i Âti" topluluğundan ayrıldı ve "Genç Kalemler" topluluğuna katıldı. Genç Kalemler topluluğunun başında Ziya Gökalp vardı (1911). Bir yıl sonra, milliyetçilik hareketinin İstanbul'da merkezi halinde çalışan "Türkocağı"na girdi. Kısa bir süre sonra, kurumun başkanı olmuştu (1913).

Birinci Dünya Savaşı içinde bu kurumun bir fikir mihrakı olmasında büyük rol oynadı. Osmanlı İmparatorluğu, savaşta yenilip yer yer işgal edilmeye başlanınca, bu ateşli Türkçü İstanbul'dan Anadolu'ya geçerek TBMM çalışmalarına katıldı (1920). Son Osmanlı Meclisi Mebusanı'na, Saruhan mebusu olarak girdiği için, Ankara'da kurulan meclise de bu sıfatla katıldı. İlk kabinede, Millî Eğitim Bakanlığı'na getirildi.

MECLİS'E İSTANBUL MİLLETVEKİLİ OLARAK KATILDI

Hamdullah Suphi'nin T.B.M. Meclisi'ndeki çalışmaları, Kurtuluş Savaşımızın başarısına hizmet etmiştir. Yaptığı güzel konuşmalarla ruhları uyanık ve ateşli tutmuş, Meclis'e ve topluma moral vermiştir. Millî Eğitim Bakanlığı sırasında "İstiklâl Marşı" için bir yarışma açmıştı. Bu yarışmaya Türkiye'nin birçok yerlerinden şiirler gönderildi. Fakat, T.B.M. Meclisi'nde herkesin gözü, bu yarışmaya katılmayan Mehmet Akif'de idi. Sürekli ısrarlardan sonra Mehmet Akif, İstiklâl Marşı şiirini yazdı. Meclis'in bir oturumunda bu şiiri Hamdullah Suphi, dolgun sesi ve güzel diksiyonu ile meclis kürsüsünde okuduğu zaman bir alkış tufanı arasında Meclis, tarihî günlerinden birini daha yaşamıştır.

2. ve 3. T.B.M. Meclisi'ne de İstanbul milletvekili olarak katılmıştır. 1925'de ikinci defa Millî Eğitim Bakanı oldu. Politikaya katılmış, politikacı olmuştu ama "Türkocağı" genel başkanlığını sürdürüyordu. Türkocağı'nın merkezini İstanbul'dan Ankara'ya taşıdı. Halkevleri açılana kadar (1932) sürekli olarak 19 yıl Türkocağı'nın genel başkanlığını sürdürmüştür.

1935'de Bükreş Büyükelçiliği'ne getirildi. 11 yıl bu görevde kaldı (1946). İstanbul'a döndükten sonra tekrar T.B.M. Meclisi'ne İstanbul milletvekili olarak katıldı.

1951'de Halkevleri kapanıp Türkocağı yeniden açılınca Hamdullah Suphi tekrar genel başkanlığa seçildi. Bu ikinci genel başkanlık dönemi, ilki gibi parlak geçmemiştir. Bunun çeşitli nedenleri vardı. Yaşının o tarihlerde ilerlemiş olması, bu nedenlerden sadece bir tanesidir. 10 Haziran 1966'da İstanbul'da öldü. Merkezefendi Kabristanı'na gömülüdür.

ŞAİRLİĞİNİN YANISIRA İYİ BİR ELEŞTİRMENDİ...

Edebiyatımıza şair olarak girmişti. İlk bağlandığı "Fecr-i Âti" topluluğundan aruz vezni ile şiirler yazıyor ve koyu bir Osmanlıca kullanıyordu. Daha sonra "Genç Kalemler"de hece vezni ile yazmıştır. Bu dönem şiirlerinde daha sade bir dil kullanmıştı. Gerek Fecr-i Âti topluluğuna bağlı olduğu dönemde gerekse Genç Kalemler'le birlikte hareket ettiği günlerde eleştiriler yazıyordu. Bu açıdan, eleştirmen olarak da tanınır. Ancak bu süre uzun sürmemiştir.

Asıl tanındığı alan hatipliğidir. Daha İstanbul'un işgali günlerinde yapılan mitinglerde ateşli bir Türkçü olarak görünmüş, gerek temiz diksiyonu ve etkili sesi ve gerekse kendisine has hitabet ustalığı ile İstanbul'un dikkatini çekmişti. Daha sonra, millî kurtuluş günlerinde Meclis'te ve Meclis dışında yaptığı konuşmalar, ona Cumhuriyet Hatibi adını kazandırmıştır. Halk arasında ve Meclis'de —çoğu irticalen— yaptığı bu konuşmalarını daha sonra iki kitapta toplamıştır: "Dağ Yolu" ve "Güne Bakan".
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:04 PM   #34
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HEZARFEN AHMET ÇELEBİ
( 17.yy)
İnsanoğlu, yüzmeyi öğrenip yarı balık olmayı ele geçirdikten sonra, gözünü gökyüzüne dikti. Acaba, kuşların rahatça yaptığı şeyi, insanlar da yapabilirler mi? Kuşlar, bu işi ne ile yapıyor?.. Kanatları ile... Peki insan, kanat taksa niçin uçmasın?..

Bu sebeple havacılık tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Çin'de 2 bin yıl önce uçma denemeleri yapıldığını ve bu yolda birçok kişinin hayatını kaybettiğini açıklayan belgeler bulunmuştur. II. yüzyıl Türk tarihi, Nişapur'da bir Türk bilginin uçma denemelerinden sözedilir. Cevheri adlı bu Türk bilgini, İslâm dünyasının II. yüzyılda yetiştirdiği en büyük bilginlerden biridir.

BÜYÜK ARAP LÜGATİ OLARAK BİLİNEN ESERİ YAZDI

Arap dilinin lügatini hazırlayan bu Türk, bu büyük eseri ortaya koyabilmek için, ömrünün yarısını Arap bedevileri arasında geçirmiş, kelimeleri toplamış, sonra da Nişapur'a gelerek bunlardan, günümüzün büyük Arap Lügati olarak bilinen eserini yazmıştır.

Cevheri, bu ilk tutkusunu böylece tamamladıktan sonra, Nişapur'da, birdenbire kendisini bilime vermiş ve pozitif ilimler üzerinde çalışmaya başlamıştı. Yoğunluk yasaları üzerinde durmuş, birçok fizik denemeler yaptıktan sonra, insanın uçabileceğine inanmıştır. Bugün paraşüt dediğimiz biçimde bazı havayı tutan âletler yapmış ve bunlarla cansız cisimleri boşluğa bıraktıktan sonra, nasıl düştüklerini gözlemiştir.

1010 yılında Cevheri, kendi açısından denemelerini tamamlamıştı. Uçma hazırlıklarına başladı. Nişapur'da eski camiin minaresinden kendisini kanatları ile boşluğa bırakacak, sonra kanatlarını kullanarak gidebildiği kadar gidecekti.

GALATA KULESİ'NDEN BOĞAZI UÇARAK GEÇMEYE KARAR VERDİ

Böyle büyük bir bilginin uçma denemesi yapacağı haberi, halkı olduğu kadar, saray çevresini de meraka saldı. Başta hükümdar ve vezirleri olduğu halde, şehrin ve ülkenin en ileri gelenleri bir cuma namazından sonra eski camiin geniş avlusuna toplandılar ve uçuşu seyretmeye hazırlandılar.

Bu sırada Cevheri de, büyük bir dikkatle hazırladığı kanatlarını ve bu kanatları kollarına bağlayacak olan malzemeyi yanına alarak minareye çıktı. Kanatları kollarına taktı ve şerefeden "Ya Allah" diyerek kendisini bırakıverdi. Cevheri kanatların havayı yelpazeleyerek yoğunlaştıracağını hesaplamıştı ama, kollarının bu kanatları harekete getirecek kadar güçlü olup olmadığını düşünmemişti. Nitekim, kollarını çırpmak için yaptığı ilk hareket boşa gitti ve tarihin bu ünlü bilim adamı, daha çok eser verecek bir yaşta, kendi denemesinin kurbanı olarak, kubbenin kurşunları üzerine düşerek öldü. (1010)

Hezarfen Ahmet Çelebi, Cevheri'den tam 526 yıl sonra, aynı denemeyi yapmaya karar verdi. Bu işe aklı erenler, daha önce yapılan denemeleri ve başarısızlıkları kendisine uzun uzun anlattılar ama, fikrinden caydıramadılar. Ahmet Çelebi Galata Kulesi'nden kendisini bırakacak ve hesabına göre, kanatlarını çırpa çırpa Boğaz'ı geçecekti.
Haber, bütün İstanbullularla birlikte sarayı da meraka düşürmüştü. Lodosun kuvvetle estiği bir gün Galata Kulesi'nden kendisini kaldırıp atmış ve herkesin gözü önünde uçmaya başlamıştır. Bu denemenin tek kaynağı olan Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde bu olayı şöyle anlatıyor:

"İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bakası caiz değil," diye Gâzir'e nefyeylemiştir. Orada merhum oldu. (Evliya Çelebi Seyahatnamesi. C. 1, S. 670)

AHMET ÇELEBİ, CEZAYİR'E SÜRGÜN EDİLDİ

Hazarfen Ahmet Çelebi'nin bu denemeleri yaptığı 17'nci yüzyıl başlarında Avrupa, doğayı yenmek için çeşitli deneyler yapıyordu. Ahmet Çelebi, hem de başarı ile sonuçlanan bir deneyden sonra, bir kese altınla Cezayir'e sürgün edilmesi, yalnız kendisi için acı bir sonuç değil, Türk dünyası için de acı bir olaydır. Dünyada en büyük zafer, insanın doğaya karşı kazandığı zaferdir.

Hezarfen Ahmet Çelebi'den tam 154 yıl sonra Polonyalı bir esirin, kendi yaptığı balonu ile havalanıp İstanbul'dan kaçtığını görenler, veya bu kaçış hikâyesini mahalle kahvelerinde hayranlıkla birbirlerine anlatanlar "Gavur işi" diye başını sallarken, acaba kendilerinden birinin 154 yıl önce İstanbul'un üstünde uçtuğunu hatırladılar mı?.. Kimbilir!..
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:05 PM   #35
pegasus
Müstakbel Üye
 
pegasus 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Oct 2006
Yaş: 43
Mesajlari: 231
Teşekkür Etme: 11
Teşekkür Edilme: 192
Teşekkür Aldığı Konusu: 57
Üye No: 20024
Rep Power: 1429
Rep Puanı : 9562
Rep Derecesi : pegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HÜLAGU HAN
( 1217- 1265 )
Dedesi, Cengiz Han; babası Cengiz Han'ın en küçük oğlu Tuluy'dur.
1217'de doğdu.

Tarihe bu kadar çapraşık sıfatlarla girmiş hükümdar az bulunur. Onun için tarihler, "Kan dökücü, kıyıcı, amansızdır", derler. "Mülkün ihyası için büyük bayındırlık hareketlerine girmiş, şehirler kurmuş, kurulu olanları onarıp geliştirmiştir" derler. "İlme tutkundu, bilim adamlarını sever, onları arkalar, sarayında bilim sohbetleri düzenlerdi" derler. "Taa Bizans'tan astronomi bilginleri getirmiştir. Kendisi de astronomi üstünde geniş bilgisi olan bir hükümdardı" derler... Bu kadar birbirine zıt düşen işleri nefsinde toplamış bir başka hükümdar göstermek kolay değildir.

Ağabeysi Büyük Kağan Mönke, küçük kardeşi Hülâgû'yu 1254'de Bağdad'daki İslâm Halifesi ve Alamut'da yerleşen İsmailiye mezhebine karşı savaş vermek üzere İran'a gönderdi. Hülâgû, İran-Moğol devletinin, öteki adı ile, İlhanlılar'ın kurucusu oldu.

CENKLERDE BÜYÜK USTALIĞI VARDI

Hülagu, ağabeysi Mönke'nin yanında iyi yetişmiş, cenk oyunlarında ve yönetimde ustalığı ve becerikliliği ile tanınmıştı, işlerinde kusuru olanlara karşı insafsızdı. Yasayı bozanlar, kim olursa olsun kılıçtan geçirilirdi. Alamut Kalesi'ne yerleşen İsmailiye mezhebine bağlı insanlar, ne İslâm Halifesi'ni, ne Moğolları dinliyorlar, bir başlarına yaşıyorlardı. Saklandıkları kale çok sağlamdı ve kıyasıya dövüşmekte idiler.

Hülâgû, ilk iş olarak İsmailiyelilere saldırdı. Kaleyi kuşattı. Kale çevresindeki köyleri yakıp yıktı, yaşayanları kılıçtan geçirdi. Geçtiği yollardan, kan dereleri akıyordu. Alamut, uzun bir direnmeden sonra düştü. Ağabeysinin verdiği görevlerden biri yerine gelmiş ve İsmailiyeliler meselesi ortadan kalkmıştı.

Bu defa, Bağdad üzerine yöneldi. Abbasi Halifesi Mutasım Billah'ın ordularını param parça etti. Bağdad'ı kuşattı. Halife, hiçbir çare kalmadığını görünce, Hülâgû'ya bir "Sultan" unvanı vererek işin içinden çıkmayı tasarladı. Halifeliğine güveniyordu. Hülâgû'ya, karargâhına gelip kendisini ziyaret edeceğini haber verdi. Hilafetin kudsiyetini göstermek için de Hz. Peygamber'in hırkasını sırtına giydi. Başına, ipekli bir sarık sardı. Oğullarını, Abbasi sülâlesine mensup ailesini yanına aldı. Bağdad'ın ileri gelenleri ve bilginlerini de haşmetli bir kafile halinde arkasına takıp büyük ve gösterişli bir törenle Hülâgû'nun ordugâhına gitti.

Hülâgû, bütün bu tantanalı alayı gülümseyerek seyrediyordu. Mutasım Billah çadırının önüne gelince, askerler bir anda üzerlerine çullandılar ve hepsini kılıçtan geçirdiler (1258). İslâm dünyasının en önemli kişileri böylece, görülmemiş bir biçimde yok oldular. Bundan sonra Abbasiler devri kapanmış ve Arap imparatorluğu bu suretle ortadan silinmiştir.

Mutasım Billah'ın yeğeni, bu törene dahil olmadığı için, kaçmaya muvaffak oldu. Bundan sonra Hilâfet, Mısır'da, devlet gücünden yoksun, sade bir "Din reisliği" olarak yaşamış ve Osmanlı Hükümdarı Yavuz Selim'in Mısır'ı ele geçirmesiyle Hilâfet, Osmanlılara intikal etmiştir.

Hülagu, daha sonra Suriye'ye geçerek Akdeniz'e kadar uzanan bütün toprakları ülkesine kattı. Böylece, Amu - Derya ve Kafkaslardan Akdeniz'e kadar geniş bir imparatorluk kurdu.

Gerek 50 gün süren Bağdad kuşatması sırasında gösterdiği kıyıcılık ve gerekse Halife Mutasım ve kendisiyle birlikte götürdüğü ailesine karşı giriştiği insanlık dışı katliam, Hülâgû'nun, İslâm dünyasında kan dökücü olarak anılmasına sebep olmuştur. Osmanlı şairi Nedim bile bir şiirinde;

"Tahammül mülkünü yıktın,
Helagü, Han mısın kâfir!
Bütün Dünyayı Yaktın,
Ateşi suzan mısın kâfir!"

diyerek İslâm dünyasının bu duygusuna tercümanlık eder.

HER ÇEŞİT BİLGİYE MERAKLI İDİ

Hülagu, Bağdad'ı aldıktan sonra, sarayına birçok bilginleri, şairleri, fikir adamlarını toplamış ve yeni bir uygarlık ateşi tutuşturmuştu. Kendisi de astronomi ve kimya ile uğraşıyordu. Her çeşit bilgiye meraklı idi. Merage'de bir rasathane yaptırdı. Bilginleri toplayarak ilim akademileri kurdu. Hastaneler açtı. Aladağ'da saraylar, Huy'da camiler inşa ettirdi.

Tebriz şehri, onun zamanında bir bilim merkezi haline dönüştü. Şöhreti o kadar yayıldı ki, Tebriz şehrine dünyanın uzak ülkelerinden, hatta Bizans'tan, astronomi, kozmografya ve kimya öğrenmek için öğrenciler geliyorlardı.

1265'de öldüğü zaman, sadece 48 yaşında idi. Kafası ile bir Rönesans adamı, kılıcı ile bir cellâttı. Ardında koskoca bir imparatorluk bırakarak tarih sayfalarına gömüldü.
__________________
GEÇİCİ SÜRE YORUM YAPMAM YASAKLANDI...
pegasus Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:06 PM   #36
pegasus
Müstakbel Üye
 
pegasus 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Oct 2006
Yaş: 43
Mesajlari: 231
Teşekkür Etme: 11
Teşekkür Edilme: 192
Teşekkür Aldığı Konusu: 57
Üye No: 20024
Rep Power: 1429
Rep Puanı : 9562
Rep Derecesi : pegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond reputepegasus has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HÜSEYİN BAYKARA
( 1438- 1505 )
Kılıcı kaleminden, kalemi kılıcından keskin bir Türk sultanı...

Şair, sanatkâr, fikir adamı...

Şairleri, sanatkârları himaye eden, uygarlığı yüreğinde taşıyan bir hükümdar... Tanrı vergisi güzel konuşan, güzel yazan, güzel kılıç kullanan, güzel bir adam! Hüseyin Baykara'yı tarihçiler böyle anlatıyor...

Hüseyin Baykara, Timur'un, torununun torunudur... Hükümdar soyundan gelir... Annesi Firuze Bibî, Sultan Hüseyin'in, Kutluğ Sultan Begim'den olan kızıdır. Yani Hüseyin Baykara, hem ana tarafından, hem baba tarafından hükümdarlara bağlıdır, iki kat soyludur.

Babası, kendi haline mütevazi yaşayan bir prensti. Amcası Belh hükümdarı idi. Babanın, amcanın, kavgası olmadığı halde, Hüseyin Baykara'nın kavgası vardı. Timur Oğullarının iki imparatorluğundan biri olan, Horasan'ı, Herat padişahlığı ele geçirmeyi tasarlıyordu..

VARNA'DA DÜŞMAN ORDUSUNU YENDİ

Çocukluğu ve gençliği, Büyük Türk Şairi Ali Şir Nevaî ile birlikte geçmiştir. Çok yakın arkadaştılar. Hüseyin Baykara da Ali Şir Nevaî gibi şiirler yazıyordu. Yazdıklarını birbirlerine okuyorlar, tartışıyorlar ve gelecekte yapmayı tasarladıklarını birbirlerine anlatıyorlardı. Divanı vardır.

Ali Şir Nevaî, Hüseyin Baykara'nın cihangirlik hırsını dizginlemeye çalışmıştır. Nevaî, "En büyük sultanlık, söz sultanlığıdır." diyordu. Hüseyin Baykara, 23 yaşında idi... Saraylarda, konaklarda, şehrin bahçelerinde şiirden ve sanattan konuşmak onu doyurmuyordu. Büyük işler yapmak, büyük dedesi Timur gibi, büyük bir cihangirlik kurmak için sabırsızlanıyordu. Gözünü diktiği Herat padişahlığını ele geçirmek için, bu tahtta oturan, Sultan Yadigârı Muhammed Mirza ile çekişmeye başladı.

ORDUSU KÜÇÜK FAKAT DİSİPLİNLİ İDİ...

1461'de Harezm hükümdarı oldu. Herat Hükümdarı Sultan Muhammed Mirza üzerine ordusu ile yürüdü. (1469) Ordusu küçük, fakat disiplinliydi. Adamları Baykara'nın, gözünün içine bakıyorlardı. Savaşı kazandı ve Muhammet Mirza'nın ordusu dağılarak kendisi kaçtı. Böylece, Herat tahtına oturmuştu ama, bu saltanatı uzun sürmedi. Muhammed Mirza, yeniden topladığı bir ordu ile Hüseyin Baykara'nın üstüne yürüdü. Bu sefer talih, Muhammed Mirza'ya gülmüştü. Hüseyin Baykara'nın ordusunu yenilgiye uğratıp tekrar Herat tahtına oturdu.
Gözünü cihangirliğe dikmiş Hüseyin Baykara'yı bu yenilgi yıldırmadı. 8 ay içinde, güçle yapamayacağını hile ile nasıl başaracağını düşündü ve sadece, kendisine bağlı olduğundan kuşkusu olmadığı 800 adamıyla, bu seferHerat şehrine bir baskın yaptı. Herkes uykudaydı. O kadar ki, Sultan Sultan Muhammet Mirza bile yatağında, başına geleceklerden habersiz uyuyordu. Baykara'nın askerleri saraya girdiler ve Muhammed Mirza'yı yatağında bulup onu öldürdüler. Artık Herat sultanlığı, rakipsiz olarak Hüseyin Baykara'nın eline geçmişti.

1469'da, Harezm'i de bir defa daha ele geçirdikten sonra, iki imparatorluğu birleştirerek tek başına hükümran oldu. Fakat kavga yine de bitmemişti. Zaman zaman, Muhammed Mirza taraftarlarıyla cenklere girmiş, dövüştüğü kuvvetleri ezmiş, fakat sürekli bir barışa bir türlü ulaşamamıştı. Oysa Hüseyin Baykara'nın iki ülküsü vardı: Büyük bir imparatorluk kurmak. Sonra bu imparatorluğu sulh ve sükûn içinde yönetirken, yeni bir uygarlığın fışkırması için gereken sanat ve fikir hareketlerini sürekli olarak beslemek!

Ali Şir Nevaî, onun önce çocukluk arkadaşı, sonra, gençlik dostu, daha sonra da akıl hocalığını yapmıştır. Birçok kaynaklar, Ali Şir Nevaî'yi, Hüseyin Baykara'nın Veziri olarak gösterirler. Oysa Nevaî, gururlu bir insandı. Ve o günlerin töresince, vezir de olsa, kendisinden daha itibarlı aşiretlerin gerisinde durması gerektiğinden, buna razı değildi. Bu nedenle başvezirlik teklifini kabul etmedi. Sadece Hüseyin Baykara'nın dostluğunu ve musahipliğini yaptı. Ancak, o kadar yetkili ve sözü geçer bir kimseydi ki, Baykara sefere çıktığı zaman, Herat onun buyruğunda olurdu.

Nitekim, Hüseyin Baykara'nın sefere çıktığı bir sırada Herat'ta, Hoca Nizamüddin Bahtiyar Semanî isyan etti. Şehir, isyancıların eline geçmek üzere idi. Ali Şir Nevaî, hemen işe koyulup isyancıları bastırdı ve şehirde sükûnu kurdu. Hüseyin Baykara isyanı haber almış, fakat bastırıldığını öğrenmemişti. Şehre girmeye tereddüt ediyordu. Bu sırada, Ali Şir Nevaî'nin gönderdiği haberciler, Hüseyin Baykara'ya isyanın Ali Şir Nevaî tarafından bastarıldığını haber verdiler ve Hüseyin Baykara, arkadaşına sevgi ve minnet dolu şehre girdi. Fakat Ali Şir Nevaî hükümdarı karşılamak için yola çıkmaya hazırlanırken, kalp sektesinden ölmüştü.

Bu sevdiği en yakın arkadaşının ölümü, onu çok sarstı. Bizzat Baykara, Nevaî'nin sarayında matem merasimini yönetmiş ve bütün ileri gelenler, bu büyük Türk şairinin ölüm törenlerinde muhabbet hizmeti yapmışlardır.

Hüseyin Baykara, Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir. Onun zamanında Herat 2 milyon nüfuslu, dünyanın en büyük şehri idi. Doğu Türk dünyasının en büyük uygarlık dönemi, onun zamanında yaşanmıştır. Ancak 1505'deki ölümü, Tarih felsefecilerinin "Timur Rönesansı" dedikleri uygarlığın sonu olmuştur.
__________________
GEÇİCİ SÜRE YORUM YAPMAM YASAKLANDI...
pegasus Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:23 PM   #37
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
(1864 – 1944)
Edebiyatımıza tebessümü taşıyan bir romancı... Kalemini neşter gibi kullanarak toplumun bozuk düzenini eleştiren ve gösteren yazar... Öğretmeyi, eğlendirmekten üstün tutan bir mizah ustası... Hiç evlenmemiş, fakat evliliğin kanunlarını yazmış yaman bir kalem...
Mizah türü romancılarımızın en büyüklerinden biri... Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864'de İstanbul'da doğdu. Mahmudiye Rüşdiyesi'ni ve Mülkiye Mektebi'ni okudu. Ayrıca, özel öğretmenlerden Fransızca dersler aldı. Çocukluğunda pek sağlıklı görünmüyordu. Hemen bütün gençlik hayatını aile içinde yaşadı ve kadınların hayatını izlemek fırsatını buldu. Gördüğünü değerlendirmesini biliyor ve mizah açısından eleştirmeğe bayılıyordu. Hemen bütün hayatı, Heybeliada'daki evinde geçmiştir.

TEK DRAMATİK ROMANI İFFETTİR
İlk tanıştığı edebiyatçı dostları arasında, ünlü gazeteci ve yazar Ahmet Mithat Efendi vardır. Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithad Eendinin romanlarını, hikâyelerini okuyarak geliştiği için, onun etkisinde kalmış, sonra roman yazmaya başlayınca, tıpkı onun gibi romanı en heyecanlı yerde kesip, meselâ natüralizm gibi bir felsefî konuyu veya kalayın nasıl yapıldığını anlatarak okuyucusunu bilgi sahibi yapmaya çalışmıştır.

Nitekim ilk hikâyesinin yayınlanması da Ahmet Mithat Efendi’nin teşviki ve aracılığı ile oldu. "Ayna Yahut Şık" adlı uzun hikâyesi 1888'de yayınlandı ve Hüseyin Rahmi imzası, İstanbul'un edebiyat çevrelerince tanındı. İkdam gazetesi yayınlanmaya başlayınca, Hüseyin Rahmi bu gazeteye geçti ve hikâyelerini yayınlamaya başladı. Gerçekçi hikâyeler yazmaya çalışıyor, kolay okunabilmek için güldürmeyi ihmal etmiyor, okuyucuya yararlı olabilmek için, her fırsattan yararlanarak bilgi vermeğe özeniyordu.

Bu gerçekçilik kaygısında o kadar ileri gidecekti ki, açık-saçık yazdığı için daha sonraki yıllarda mahkemelere düşecekti. Fakat bu sıralarda, halk daha çok acıklı romanlara itibar ediyordu. Hüseyin Rahmi'ye, "Vecihi" gibi açıklı bir roman yazıp yazamayacağı sorulduğu zaman, yapabileceğini söyledi ve oturup yazdı: "iffet". Tek dramatik romanı budur ve bu romanla Hüseyin Rahmi bütün edebiyat dünyasında tanınmıştır.

Fakat Hüseyin Rahmi, acıklı roman yazmanın mizacına uygun olmadığını biliyordu. Yine eskisi gibi, güldürü dalına geçti ve "iffet"! yayınladıktan bir yıl sonra "Mürebbiye"yi yazdı. Bu roman daha tefrikası sırasında, geniş yankılar yaptı. Bu eserinde Hüseyin Rahmi, toplumun alafrangalık merakını eleştiriyor, çocuklarını Avrupa'dan gelme mürebbiyelerin eline bırakan ailelerin içine düştükleri yanlışlıkları sergiliyordu. Eser de yazarı da bir anda üne kavuştular. Daha o yıl (1918) roman filme alındı. Fakat Fransa büyükelçisi, filmin gösterilmesini uzun süre erteledi. Çünkü filmdeki mürebbiye bir Fransız kadını idi.

POLİTİKA ÎLE PEK ANLAŞAMADI
Bu ortalığı gürültüye boğan romandan sonra, Hüseyin Rahmi, daha dingin eserler verme yolunu tuttu; bu dönem içinde "Metres", "Nimetşinas", "Tesadüf" gibi, ötekilerine göre, derli toplu sayılacak romanlar yazdı. Meşrutiyet'in ilânı tarihi olan 1908'e kadar bir taraftan memuriyet yapıyor, bir taraftan romanlarını, hikâyelerini yazıyordu. Bu tarihte memuriyetten istifa etti ve kendisini büsbütün eserlerine, verdi.

II. Meşrutiyet döneminde "Boşboğaz" adıyla bir mizah dergişi çıkarmaya başladı. Dergisi iyi satılıyor, buraya bağladığı zamanlarının dışında yine romanlarını yazıyordu.

Bir ara Gürpınar'ı, Şehir Tiyatrosu'nun edebî heyetinde görüyoruz (1914). Aktör Kemal Küçük'ün ısrarına dayanamayarak bir oyun kaleme aldı: "Kadın Erkekleşince". Şehir Tiyatrosu'nda oynanan bu oyun, pek rağbet görmedi ve Hüseyin Rahmi bir daha oyun yazmayı denemedi.

Gürpınar, 5. devre B.M. Meclisi'ne İstanbul milletvekili olarak katıldı. Politika ile pek bağdaşamadı. Dört yıllık sürenin sonunda, bir daha namzetliği kabul etmeyerek, yeni baştan yazı hayatına döndü. Eserlerinin geliri ile geçinen seyrek insanlardan biridir. Basın hayatında 50 yılını doldurmuş yazarlar için yapılan jübileye de katıldı; sonra yaşlılık ve yalnızlık içinde Heybeliada'daki köşküne çekilip son günlerini yaşamaya başladı.

ONU ŞÖHRET YAPAN, ROMANLARINI MİZAHÎ KALEME ALMASIDIR
Hüseyin Rahmi Gürpınar, yalnız telif eser vermekle yetinmemiş, tercümeler de yapmıştır. Emil Garoriau'den "113 Numaralı Cüzdan". Yine aynı yazardan. "Bir Kadının intikamı", Poul de Kock'dan "Biçare Bakkal" bunlar arasındadır.

Tabiî, asıl şöhretini yapan romanlarıdır, İstanbul'un kenar mahalle halkını yerli dil ile romanlarında konuşturması, Batılaşma gayretleriyle düşülen gülünçlükleri neşterlemesi, bütün bunları, mizah dili ile anlatması, onun şöhretini kısa bir zamanda bütün Türkiye'ye yaydı. Romanları, birçok defalar basılmış, mahalle kahvelerinde bile okunan kitaplar arasına girmiştir.

54 telif eseri vardır. Bunlardan birkaçı bugün de yayınlanmamıştır ve müsvedde Halinde mirasçılarının elindedir. Bir devrin sosyal portresini çizmekteki ustalığı ile, yeri kolay doldurulamayacak bir romancımız, yazarımızdır. 1944 yılında sessiz sedasız yaşadığı Heybeliada'daki evinde öldü ve Heybeliada'ya gömüldü.
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:24 PM   #38
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

İBNİ SİNA
(980 – 1037)
Savaş kazanan, ülkeler fetheden önderlere "kahraman" diyoruz. Ya doğayı fetheden, onun sırlarını çözen, insanı doğa ile boğuşturan bilim adamlarına ne diyelim?... Asıl kahraman onlar değil mi?...

İşte İbni Sina, evren dediğimiz esrarlı âlemin büyülü sırlarını çözen, fikir ve metafizik yönleriyle doğayı keşfeden, insanın ve doğanın karanlığını, gerçeğin küçük güneşleri ile aydınlatan bir bilim adamını, dâhi, bir Türk kahramanıdır. Sanki beyninde bir radyum ışığı taşıyor, her eğildiği konuyu aydınlatıyor, her doğa bilmecesini anında çözüyordu. Onun kadar çok yönlü çalışan ve çalıştığı bütün alanlarda en üstün bilgi seviyesine ulaşan başka bir bilim adamı göstermek güçtür.

18 YASINA GELDİĞİNDE ÇAĞININ BÜTÜN BİLGİLERİNİ ÖĞRENMİŞTİ

Belhli olan ve sonradan Buhara'ya yerleşmiş bir ailenin çocuğudur. 980 yılında Afşan'da dünyaya geldi. 10 yaşında iken, Kur'an'ı bülbül gibi ezberlemiş, gerekli din bilgisini almıştı. 18 yaşına geldiği zaman çağının bütün bilgilerini öğrenmiş, onların üzerinde düşünmeye ve bilgi üretmeye başlamıştı, İbni Sina kendisi için şunları söylüyor:

"Öteki bilgiler arasında tıp da öğreniyor, nazarî bilgimi hastalar üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyordum. Böylece aralıksız çalışmaya devam ettim. Geceleri de okumakla, yazmakla uğraşıyordum. Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şey içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Uykuda bile zihnim, okuduğum şeylerle meşgul oluyordu. Çoğu zaman, uyandığım zaman halledemediğim bazı şeylerin uyku sırasında halledilmiş olduğunu gördüm.

Bir ara, Aristoteles'in "Metafizik"ini incelemeye başladım. Bu kitabı belki kırk kere okuduğum halde anlayamadım, ümitsizliğe düştüm. Bir gün mezatta bir kitap satılıyordu. Beni tanıyan tellal bu kitabı almamı tavsiye etti. Bu, Farabî'nin uğraştığım halde anlayamadığım konu üzerinde yazılmış bir eseri idi. Kitabı aldım, eve dönünce hemen okumaya koyuldum. O vakte kadar anlayamadığım Aristotales'in kitabındaki fikirleri derhal kavradım. Buna son derece sevindim. Allah'a şükrederek secdeye kapandım; fakirlere sadaka dağıttım."

"Nazarî bilgimi, hastaların üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyorum" diyen İbni Sina o mertebe iyi bir doktordu ki, kimsenin iyi edemediği Buhara Emiri Nuh İbni Mansur'u tedavi etti ve iyileştirdi. Bunun üzerine Emîr, İbni Sina'yı kütüphane müdürlüğüne tayin etti ve burada İbni Sina bulabildiği bütün kitapları okuyarak düşüncesini iyice genişletti ve geliştirdi.
Emir öldükten sonra Buhara'dan ayrıldı ve büyük bilgin Birûni'nin yaşadığı Harzem'e giderek orada bu büyük bilgin ile birlikte çalıştı, iki bilgi denizi Harzem'de birbirine karışarak büyüdüler. Fakat fikirlerinden ötürü takibata uğradı. Bilgisinin enginliği yüzünden kıskançlıklarla boğuştu, İran'da şehirden şehire göç etmek zorunda kaldı. Ama bütün bu dalgalanmalar içinde durmadan okudu, durmadan yazdı... Bütün kurduğu teorileri deneyden geçirmiştir. İbni Sina'nın 10. yüzyılın başında kullandığı deneylerden teoriye geçmek metodunu batı dünyası ancak 16. yüzyılda kullanmaya başlayacak ve çağımız uygarlığını bu metodun getirdiği bilgilerle kuracaktır.

ESERLERİNİN ÇOĞUNU ARAPÇA YAZMIŞTI

İbni Sina'nın 100'den fazla eseri olduğu söylenir. Bazıları, zaman içinde kaybolmuş olsa da en önemlileri ve belli - başlıları bugün elimizdedir. Eserlerini Arapça yazıyordu. Yalnız iki tanesi, Farsça’dır. Eserlerinin çoğu tıbba, fiziğe, astronomiye ve felsefeye dairdir. Büyük ansiklopedik eseri "Aş -Şifa" ve bunun özetlenmişi olan "An - Necat" en ünlülerindendir ve dünya tıp tarihinin en büyük eserleri arasındadır. Batının 19. yüzyılda bir tesadüfle fark ettiği insan vücudunda kanın "küçük deveranını", İbni Sina, 10. yüzyılda biliyordu.

İnsan hekimliğinin bütün yasalarını bir bir deney ve gözlemlerine dayanarak yazdığı "El-Kanun fi’t-tıp" adlı eseri, Latince’ye çevrilmiş, daha sonra Fransızca, Almanca ve İngilizce çevirileri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Batının hemen bütün üniversitelerince ders kitabı olarak okutulmuştur. Bugün de Paris Tıp Akademisi salonlarında İbni Sina'nın heykeli en saygın yerinde durmaya devam ediyor.

İbni Sina, felsefede tıpkı Farabî gibi başlamış, fakat daha sonra ondan ayrılarak Yunan felsefesi ile İslâm Kelâm'ını uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu ilginç deneme, daha sonraki yüzyıllarda sürdürülmüş olsaydı hem doğuda bir felsefe geleneği kurulmuş ve gelişmiş olacak, hem de Batı felsefesi "insan gerçeği" üzerine daha sağlam oturmuş olacaktı. Nitekim 18. yüzyıla kadar Batının hemen bütün filozoflarını etkilemiştir.

YAZDIĞI IKI ROMANLA DÜNYANIN İLK ROMANCISI ŞEREFİNİ KAZANMIŞTI

Dünyada ilk felsefî roman denemesi, İbni Sina tarafından yapılmış ve yazdığı iki romanla, dünyanın ilk romancısı şerefini kazanmıştır. Eserleri Lâtince, İbranice, Süryanice'den başlayarak giderek bütün dünya dillerine bir çok defalar çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Batı bu büyük Türk bilginini "Avicenne" (Avisen) adı ile tanır. Türkçemize de bir çok eseri çevrilmiştir. Bu büyük fikir ve bilim kahramanının 1000. ölüm yıldönümüne, Türk fikir ve bilim adamlarının şimdiden hazırlandıklarını düşünmek tatlı bir umuttur.
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:24 PM   #39
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

İBRAHİM MÜTEFERRİKA
( 1674- 1745 )
İbrahim Müteferrika Macar, yani Hun Türklerindendir. Avusturya savaşı sırasında Türklere tutsak olmuş, sonra Müslüman olarak İbrahim adını almıştır.

1674'de Doğu Macaristan'ın Klojvar kasabasında doğdu. Ailesi fakirdi. Protestan papazı olmak istiyordu. Bu sebeple rahipler okuluna verildi. 18 yaşında iken, Türk akıncılarının eline geçti ve tutsak edilerek İstanbul'a getirildi (1695).Türkler arasında geçirdiği üç yıl zarfında İslâmiyeti inceledi ve Müslüman olmaya karar verdi. Çünkü İslâmiyeti kabul eden Hıristiyanlar, tutsaklıktan kurtuluyorlardı.

İbrahim adını aldı. Osmanlı Devleti, geçimi zayıf veya korunacak kişilere, Müteferrika'dan aylık bağlardı. Yeni Müslüman olan İbrahim'e de Dergâh-i Ali müteferrikasından aylık bağlandı ve burada bir hizmet gördüğü için adı, İbrahim Müteferrika olarak tanınmıştır.

«RİSALE-İ İSLAMİYE» ADLI BİR ESER YAZDI

Türkçeyi, kısa bir zamanda öğrendi.Türkleri, Müslümanları seviyor, onlarla iyi geçiniyor ve anlaşıyordu. İslâmiyeti o derece benimsemişti ki, 1711 yılında, "Risale-i İslâmiye" adlı bir eser yazdı. Yeni Müslüman olmuş bir kimsenin, İslâmiyeti, risale yazacak ölçüde öğrenmesi ve bilmesi, dikkatlerin üzerinde toplanmasına yol açtı. Nitekim bu risalesini takdim ettiği, o zamanki Sadaret Kaymakamı İbrahim Paşa, kendisini himayesine kabul etti.

Şehit Ali Paşa'nın sadareti sırasında, kendisine önemli bir dış görev verilmiş ve Avusturya'ya bir mesajla gönderilerek, Venedik'le olan savaşta Avusturya'nın tarafsız kalması istenmiştir. Bu önemli görevi yerine getiren İbrahim Müteferrika, Sadrazamın mektubunu Prens Öjen'e vermiş ve aldığı cevabı da Sadrazam Ali Paşa'ya getirmiştir.

Avusturya savaşı sırasında Macaristan'dan kaçan Macar soyluları ile beraberinde getirdikleri arkadaşlarına İbrahim Müteferrika tercümanlık yapmış ve Fransa'dan getirtilerek Macaristan kralı ilân edilen Rakoçi'ye de bu arada hizmet etmiştir.

İSTANBUL'DA KİTAP BASACAK MATBAANIN OLMAMASINA ÜZÜLÜYORDU

İbrahim Müteferrika, devletin kendisine verdiği hizmetleri sadakatle ve ehliyetle yaparken, İstanbul'da kitap basacak bir Türk matbaasının bulunmamasından çok üzülüyordu. Azınlıklar kendileri için, kendi dillerinde baskı yapan matbaalar kurmuşlar ve harıl harıl kitap basıyorlardı. Fakat Türklerin matbaa kurmasına, bazı softalarla, el yazısı ile kitap üreten birtakım kimseler karşı çıkıyor, bu yüzden matbaa bir türlü kurulamıyordu.

Yirmisekiz Çelebi, Fransa'ya büyükelçi olarak atandığı zaman, oğlu Sait Efendi'yi yanına kethüda olarak almıştı. Sonradan sadrazamlığa kadar yükselecek olan bu genç Sait Efendi, Paris'te zamanlarını çok faydalı bir şekilde geçirmiş ve bu arada matbaaları, buralarda basılan kitapları ve bu kitapların ucuzluğunu görüp hayran kalmıştı. İstanbul'a döndüğü zaman, İbrahim Müteferrika ile görüştü ve ayni şeyleri düşündüklerini gördüler. Böylece ikisi, Damat İbrahim Paşa'ya müracaat ederek bir matbaa kurulmasına izin verilmesini istemeye karar verdiler.

Dilekçeyi, İbrahim Müteferrika hazırladı ve dilekçeye "Vesiletüt - tıbaa" adlı yine İbrahim Müteferrika tarafından kaleme alınmış bir gerekçe iliştirdiler. Sadrazam İbrahim Paşa, yeniliklere açıktı ve Türkiye'de matbaanın kurulmasını istiyordu. Sait Efendi ile, İbrahim Müteferrika'nın teklifini hoş karşılamakla kalmadı, kendilerine maddî yardımda da bulunacağını vaad etti.

Damat İbrahim Paşa'nın yardımları ile, gerekli harfler ısmarlandı, gerekli makineler getirildi ve bütün bunlar, İbrahim Müteferrika'nın oturduğu eve taşındı. 1727 Temmuzunda her şey hazırdı, matbaa çalışmaya başlayabilirdi. Fakat, bu işten zarar görecek olan müstensihler (kopyacı) ve bazı softalar, Sadrazamın bu işe önayak olduğunu bildikleri için, aleyhinde atıp tutmaya başladılar. Özellikle, dini bütün bir devlet adamı olmadığını, olsa matbaa gibi bir gavur icadı ile kitap basmaya izin vermeyeceğini söyler-gezer oldular...

MATBAA 16ARALIK1727'DE ÇALIŞMAYA BAŞLADI

İbrahim Paşa, olup bitenleri izliyordu. Şeyhülislâm'dan bu konuda bir fetva istedi. Şeyhülislâm, uyanık bir din adamı idi. Hem ulemayı tatmin etmek, hem Sadrazamı bu yenilik hareketinden alıkoymamak için, şartlı bir fetva verdi. Matbaa, dinî kitapları basamayacak, fakat lügat gibi, kimya, fizik, astronomi gibi ilimlere ait kitapları basabilecekti.

Matbaa, 16 Aralık 1727'de çalışmaya başladı. İlk eser, büyük ve kıymetli bir lügat idi: "Van Kulu" 1000 sayı basılmıştır. 1729'da baskısı tamamlanmış ve satışa sunulmuştur.

İbrahim Müteferrika bir yandan matbaa işlerini yürütüyor ve bir yandan da müteferrika görevine devam ediyordu. Bu arada Yalova'da bir kâğıt fabrikasının kurulmasına da ön ayak oldu. Fakat bu fabrikanın işler hale geldiğini göremeden 1745'de öldü. Mezarı, Okmeydanı’dadır.
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 11-28-2006, 02:24 PM   #40
bluekeys™
Forum Demirbaşı
 
bluekeys™ 'in Avatari
 
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594
Teşekkür Edilme: 2,624
Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3860
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi : bluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond reputebluekeys™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen

İKİNCİ MURAT
(1404- 1451 )
Babası Çelebi Sultan Mehmet, 1421 yılında Edirne'de ölünce, 6. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. 1404 yılında doğan Murat Han'ın annesi, Dulkadiroğlu'nun kızı
Emine Hatun'dur.

Küçüklüğü Amasya'da geçmiştir. Babası onun iyi yetişmesi için gerekli özeni göstermişti. İyi ok atar, iyi ata biner, şiir söyler, savaş oyunlarını severdi. Amasya'dan Bursa'ya gelip tahta çıktığı zaman, sadece 18 yaşında idi. Hükümdarlığının ilk yılları, beylikler arasındaki mücadeleleri ve şehzadelerin çıkardığı huzursuzlukları bastırmakla geçmiştir. Bütün bu gailelerin altında, Bizans parmağı vardı. Onun için 1422'de 50 gün süreyle İstanbul'u kuşattı, fakat bir başarı elde edemeden kuşatmayı kaldırdı. Çünkü Bizans imparatoru, Murat'ın küçük kardeşi Mustafa'yı isyana teşvik etti, Karaman ve Germiyan beyleri de kendisini destekleyince, II. Murat, Mihaloğlu komutasındaki bir orduyu üzerlerine yolladı. Bursa civarında isyancılar darmadağın edildiler. Mihaloğlu, İznik'i de alarak, İsfendiyar beyliğini Osmanlı’ya bağladı. Bizans, Selanik'i vererek bir anlaşma yapmak istedi. Murat Bey kabul etmedi.


«YILDIRIM BEYAZIT'IN OĞLUDUR»

Batıda Eflak Beyi ile Macarlar anlaşıyordu. Bunun üzerine Murat, Bizansla, her
yıl 300.000 akçe vergi vermek, Marmara, Ege ve Karadeniz kıyılarında Timuroğulları'ndan ele geçirilen toprakları Osmanlı'ya bırakmak üzere anlaşma yaptı. Venediklilerin desteğinde Osmanlıları uğraştıran Cüneyt Bey'in üstüne Hamza Bey'i gönderdi ve bu yılan hikâyesine dönen işi bitirdi.

Fakat Cüneyt Bey'in ortadan kaldırılması, Venediklilerle, Osmanlılar arasında bir savaşın başlangıcı oldu. Venedikliler, "Yıldırım Beyazıt'ın oğludur" iddiası ile birini çıkarıp onu desteklediler. Ve Osmanlıları bölmeye çalıştılar.

Arnavutluk, araziye tımar sisteminin uygulanması yüzünden, Venediklilerin arkalaması ile isyan etti. Selanik işgal edildi. Herat Hükümdarı Şahruh, Anadolu'ya yönelmişken, vazgeçti ve Murat Bey bu gaileyi savaşsız ortadan kaldırdı. 1430'da.Selânik yeniden alındı. 1438'de Macaristan'a girildi. Ertesi yıl, Sırbistan Krallığı'nın başkenti Semendere, Türk kuvvetlerine boyun eğdi.

Doğu'daki ve Batı'daki devlet gailelerini birer, birer ortadan kaldıran Murat, Osmanlı Devleti'nin geleceğini garanti altına alacak bazı ıslahatlara el attı. Bu arada, başta Çandarlı ailesi olmak üzere, bazı ailelerin büyük servetler topladıklarını ve birkaç ailenin birleşmesi ile, hanedanın bile değiştirilebileceği tehlikesini fark etti ve ikta sistemini tesis ederek beylerin ellerinde toplanan servet gücünü zayıflatmayı düşündü. Fakat bu fikir, bütün beyleri, Murat Han'ın aleyhinde birleştirdi. Fikrini uygulamaktan vazgeçerek ortalığı yatıştırabildi.

5. SALIP ORDUSUNU DÜZENLEDİLER

Almanya İmparatoru ile Macar Kralı tekrar birleşmişler ve Osmanlı'nın üstüne yürümek kararını almışlardı. Murat bu kuvvetleri, Evrenosoğlu Ishak Bey'in yönetimindeki bir ordu ile karşıladı. Öyle bir bozguna uğradılar ki, Alman imparatoru kaçarken yolda kederinden öldü. Macaristan'la da Segedin Barış Anlaşması imzalandı. (2 Temmuz 1444).

II. Murat, bundan sonra tahtını 11 yaşındaki oğlu II. Mehmet'e bırakarak Manisa'ya çekildi. Fakat genç bir padişahın tecrübesizliğinden yararlanmak isteyen Almanlar, Macarlar ve diğer devletler, 5. Salip Ordusu'nu düzenlediler. Bu orduyu genç padişah yönetemezdi. Murat'ın tekrar yerine dönmesi istendi. Murat önceleri direndi, fakat oğlu, ordunun başına geçmesinde direnince kabul etti ve düşman ordusunu Varna'da yok etti. Tekrar, Bursa'da
istirahat etmeye çekilmişse de, saray ileri gelenlerinin ısrarı ve Yeniçerilerin . ayaklanması sebebi ile tekrar Edirne’ye döndü ve oğlu II. Mehmet'le birlikte Arnavutluk seferine çıktı.

Avrupalılar, Papa'nın da teşviki ile yeni bir Haçlı ordusu düzenlediler. Murat, yanına oğlunu alarak bu Haçlı ordusunu, Kosova sahrasında karşıladı. Tarihe İkinci Kosova Savaşı adıyla geçen bu meydan savaşında Salip Ordusu bir kere daha yenildi ve kılıçtan geçirildi (1448).

Kosoya Savaşı’ndan sonra Turhan Bey emrinde Eflak'a giren Türk akıncıları, birçok kasabaları yağmaladı ve birçok şehirleri Osmanlı sınırına kattı. II. Murat 1451 yılında pek genç yaşta iken öldü.

İYİ EĞİTİM GÖRMÜŞTÜ

İkinci Murat, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını 880.000 kilometrekareye çıkarmış, imar ve sanat hareketlerini beslemiştir. Kendisi de iyi bir şair idi. Türkçe ile yazıyor, Arap, Fars kelimelerini kullanmıyordu:

"Varalım bir iki gün zikredelim Mevlayı.
Bize ısmarladılar mı şu yalan dünyayı."

Mercimek Ahmet'e Farsça'dan yaptığı tercümeleri açık seçik Türkçe ile yapmasını buyurmuş ve çevirilerini izlemiştir. Edirne'de ve Bursa'da birçok imar hamleleri yapmıştır. Sadeliğin hâkim olmasına çalıştı. Vasiyetnamesinde oğluna şunları söylüyordu:

"Öldüğüm zaman beni Bursa'ya, oğlum Alaeddin'in yanına gömünüz. Mezarımın üstüne büyük hükümdarlar için yapılan bir türbe yaptırmayınız. Vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömünüz ki, Cenab-ı Hakk’ın rahmetine işaret eden yağmur, üstüme yağsın. Mezarımın etrafına dört duvar ve çevresine, hafızların oturmaları için yerler yaptırınız. Etrafıma çocuklarımdan, akrabalarımdan kimseyi gömmeyiniz. Bursa'da ölmezsem, cenazemi bu şehre getiriniz. Bu iş perşembe günü olsun ki, defin cuma günü yapılsın..."
Vasiyeti yerine getirilmiştir.
__________________



[sakın] bana bulaşma kalp kırarım bazen]
bluekeys™ Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
CevaplaCevapla


Bu Konudaki Online üyeler: 1 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 1)
 

Mesaj kurallari
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Acik
[IMG] kodlarAcik
HTML kodlari Kapali


Benzer Konular
Konu Konu Baslangic Forum Cevaplar Son Mesaj
Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi ÇaKıR- Eskiler (Arşiv) 0 04-22-2008 02:16 AM
12 Dev Adam üç büyükleri solluyor Shekil Eskiler (Arşiv) 1 08-21-2007 10:11 AM
Türk Büyükleri... M@D_VIPer Tarih 35 05-11-2007 12:48 AM
Tarihte Kurulan 16 Büyük Türk Devleti KaPGaN Tarih 16 04-21-2007 12:19 AM

Saat Dururmu GMT +3. Şimdiki Zaman 01:46 AM.

Powered by vBulletin Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.