PDA

Tam Sürümü Görüntüle : İstanbul'da İhtikar Sorunu


KoJiRo
10-28-2007, 10:09 AM
Halbuki Toprak Mahsulleri Ofisi, hububat piyasasını devlet alımları ile düzenleyerek çiftçiyi korumak amacı ile kurulmuştur. Oysa, savaşın ilk yıllarında uygulama ters yönde olmuş ve buğday devletçe değerinden de düşük fiyatla satın alınmıştır. Ancak bu durum çiftçileri buğdaylarını devlete vermemeye sevketmiş ve karaborsa gelişmiştir. Aynı gelişme diğer maddelerde de yaşanmıştır. Bununla beraber 1942 Temmuzu'na kadar fiyat kontrolü devam ettirilmiştir. Tam olarak uygulanamamakla beraber hububat fiyatı politikası, yine de başarılı olmuş; hiç olmazsa devlet eliyle fert zengin etme sonucunu doğurmamıştır.

Bu dönemde alınan sert tedbirler arasında 11 Aralık 1942'de konan Varlık Vergisi de vardır. Savaş yıllarının ağır ekonomik koşullarından yararlanan bir kesimin de müthiş kazanç sağladığı su ¤¤¤ürmez bir gerçektir. Özellikle karaborsa ve bazı olağanüstü yolların kullanılması sonucu belirli bir kesimin elindeki sermaye ile önemli bir düzeye ulaşmıştır. Savaş sırasında bu kesimler tarafından elde edilen kârlar öyle bir düzeye varmıştır ki, hükümet çok kısa bir sürede milyoner olanlardan "Varlık vergisi" adı altında bir vergi almaya çalışmıştır. Böyle bir vergi, iktisadi ve mali bir bunalım geçiren ülkede gelir toplama ve millî ekonomi üzerinde kontrol aracı olarak normal ve haklı görülebilirdi. Savaş yılları içinde, Millî savunma giderlerinde fert başına düşen payın giderek ağırlaşması, toplumun özelikle memur, işçi gibi sabit gelir gruplarını ezerken, büyük toprak sahipler, stokçu ve aracı guruplarda büyük servet artışlarına neden oldu. İstanbul'da tüccarlar, komisyoncular ve acentalar büyük servetler yapıyorlardı. Kısmen vergi kaçakçılığı, fakat daha çok vergi, narh ve tahsilat sisteminin yetersizliği nedeniyle bu servetler, büyük ölçüde vergilendirmenin ya da hükümet kontrolünün dışında kalıyordu. 11 Kasım 1942’de Meclis tarafından onaylanan Varlık Vergisi Kanunu, ertesi günü yürürlüğe girdi.

Diğer taraftan, savunma giderlerine çok defa devlet bütçeleri içinde % 50'nin üzerinde bir pay ayılmasına yeterince tatmin edici görülmüyordu. Savaşın ortaya çıkardığı bu zorunlu giderleri karşılamak için, olağan dışı vergi önlemlerine başvurmak gerekiyordu. Kaynak, harp zenginleri ve tarımsal üretime dayalı vergiler oldu. Bu vergilerden ilki "Varlık Vergisi" diğeri ise "Toprak Mahsulleri Vergisi" dir. Bir kerelik ve olağanüstü bir servet vergisi niteliğinde olan olan bu vergiden 465 milyon lira hasılat beklenirken uygulanmasının durdurulduğu 1944 yılına kadar ancak 311 milyon lira sağlanabilmiş ve bunun 221 milyonu İstanbul'dan toplanmıştır. Varlık vergisi uygulamalarda haksızlıklara yol açtığı gibi enflasyonu da yavaşlatamamıştır.

Kısa sürede zengin olanlar kendilerinden alınacak olan bu vergiden kaçmanın çeşitli yollarını bulduklarından dolayı, 15 Mart 1944'te kaldırılan "Varlık Vergisi Kanunu" ile alınabilen vergi tutarı hükümetin beklediğinin çok altında gerçekleşmiş, sonuçta savaşın acı faturasını yine Türk halkı ödemiştir.

10 Haziran 1939 tarihinde biraraya gelen İstanbul fırıncıları, imalat ücretlerini yeterli bulmadıkları gerekçesiyle bakkallara ekmek vermeyeceklerini söylediler. Bu açıklama gerek, Belediye gerek halk üzerinde ilgi uyandırmış, hatta telaşa neden olmuştu. Fırıncılara bakılırsa, maliyetin artmasının bir başka nedeni bakkallara verdikleri yüzde idi. Bir başka konu da ekmeğin kalitesi idi. Fırıncılar, ekmekteki kalitesizliğin değirmencilerin kendilerine verdikleri kötü undan kaynaklandığını ifade ediyorlardı. Değirmenciler de, Toprak mahsulleri Ofisinin kendilerine yalnız yumuşak ve düşük kalitede buğday verdiklerini söylüyorlardı. Bu konuda yapılan toplantı ve tartışmalara rağmen un fiyatlarında yükselme devam ediyordu. Ancak hükümet de, büyük fedakârlıklarla Toprak Mahsulleri Ofisi adına, İstanbul'da buğdayı piyasa fiyatından aşağı satıyordu. Devlet adına satılan buğdayın fiyatı, İstanbul'da ekmeğin 9.5 kuruşa satılmasına göre hesaplanmıştı. Bu fiyat değişmedikçe narhın da değişmemesi gerekiyordu. Halbuki değirmenciler un fiyatlarını yükseltmeye devam ediyorlardı. l9 Haziran 1939 itibariyle İstanbul'da ekmek halitasında kullanılan iki cins undan, birincisi 615, ikincisi 670 kuruştan satılıyordu. Böylece un fiyatlarının normal seviyesinin üstüne çıkmasına engel olunacak ve fırıncılara güçlükleri de çözümlenecekti. Bu arada ekmeğin ucuzlatılması konusunda yeni teklifler de geliyordu. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı undan yapılması teklif edildi. Fakat bu içi kepekle dolu, hazmı zor ekmeği şehirlinin yemeyeceği doğaldı. Fırıncıların hemen hepsi ise 70-74 randımanlı undan ekmek çıkarmağa devam ediyorlardı. Belediye almış olduğu bir kararla tüm fırınların aynı çeşni ile ekmek yapmalarını zorunlu kıldı. Bundan sonra her sene Eylül ayında yeni çeşni tayini gerekecekti. Un çeşnileri de bundan sonra sadece dört büyük değirmende yapılarak fırınlara verilecekti. Bu suretle ekmek ve un cinsinde birlik sağlanmış olacaktı. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı olması halinde hem fiyatının ucuzlayacağı, hem de glütenin artacağı şeklinde bir teklif de ileri sürülmüştü. Fakat içi kepekle dolu, hazmı zor, şehirlinin yemeyeceği bir ekmek çıkarmak anlamsız görüldüğünden bundan vazgeçilmişti. Halbuki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bile % 60 arpa ve % 40 buğdaydan yapılan ekmek çeşnisi 95 randımana çıkmamıştı. Ekmekçilerin un halitasının değirmenciler tarafından yapılmasını istemeleri, o vakte kadar fırıncılara atfedilen "bozuk ekmek" imal ediyorlar suçlamasından kurtulmak içindi. Çünkü bunların iddialarına göre, küçük fırınların yapmış oldukları ekmek, Belediyenin çeşnisine uygundu. Aslında çok fazla satış yapan büyük fırınlar, yüksek vasıflı un kullanmakta, bunu gören halk da küçük fırıncıları bozuk ekmek imal etmekle suçlamaktaydılar. Belediye ile fırıncılar arasında görüşmeler devam ederken, zabıta da denetimlerini sıklaştırıyordu. Örneğin etiketsiz ekmek çıkartan fırınlar şiddetle cezalandırılıyordu.

Belediyenin ekmek fabrikası kurmaya karar vermesi üzerine bazı yabancı firmalar hükümete teklifte bulundular. Hükümetle bazı temaslarda bulunan Belediye yetkilileri, bu tekliflere pek sıcak bakmamaktaydı. Ancak böyle bir ekmek fabrikası kurulduğu takdirde, şehrin her tarafında aynı çeşit ve çeşnide, aynı derecede pişkin ve lezzetli ekmek yemek kabil olacaktı. Şehirde günde sarf olunan ekmek miktarı takribi olarak 282.000 adet civarındaydı. Ancak bu miktara francala, çavdar ekmeği, galeta, simit gibi ekmek yerini tutan gıda maddeleri dahil değildi. Ayvansaray, Hasköy, Kasımpaşa ve Balat'ta bulunan dört değirmen şehrin ihtiyacı olan unun öğütülmesine fevkalade kâfi geliyordu.

Ancak 23 Aralık 1939 tarihinde toplanan Belediye Narh Komisyonu bu kere fırıncıların talep etmiş olduğu 10 paralık zammı kabul etti. Böylece bunan sonra ekmek 10, francala yine eskisi gibi 14.5 kuruşa satılacaktı. Ancak ekmek fiyatlarının devamlı olarak yükselmesinin önüne geçilmesi, Toprak mahsulleri Ofisinin, buğdayı daha ucuza vermesiyle mümkün olacaktı. Yapılan bu zamma rağmen, ekmeği fahiş fiyatla satan bu dükkanlar geçici olarak kapatıldı. Bu arada Kaymakamlar, bölgelerinde ekmek satan bakkal dükkanlarıyla, tablakârları kontrolden geçirecek, ekmeği belirlenen narhın üzerinde bir fiyatla satılmasına engel olacaktı. Daimî Encümen tarafından kabul olunan ekmek çeşnisinin uygulanmasına da 29 Nisan 1940 tarihinden itibaren başlandı.

Manifatura malzemesinde görülen fiyat artışını spekülasyon olarak niteleyen Ticaret Bakanlığı, bunun önüne geçmek için bazı önlemler almaya başlamıştı. Bu tedbirlerin başında ithalatçılarının piyasadan mal topla¤¤¤¤¤ depo etmesi ve bankalardan "avans sür marşandiz" (ticaret emtiası üzerine avans) yapmalarının engellenmesi geliyordu. Dışarıdan ithal edilen manifatura eşyasının piyasada muvazenesini sağlayabilmek için Sümer Bank fabrikaları ürünlerinin de fiyatlarının yükselmemeleri esas olduğuna göre, Bakanlık, bunu sağlayıcı tedbirleri de alarak ilgililere tebligat yapmıştı. Bu durum karşısında Sümerbank fabrikaları, tesbit edilen fiyat esası üzerinden azami randımanlarla çalışacaklar ; savaştan önceki fiyata göre % 5-10 arasındaki fiyat zammı suretiyle elde edilen yeni fiyatlar, önümüzdeki pamuk rekoltesi şartlarının tayinine kadar aynı kalacaktı. Bundan fazla ihtiyacımız, ihrac edeceğimiz pamuklarımız karşılığı olarak muhtelif memleketlerden temin olunacak ve piyasa mevcudu daima talebin üstünde tutulacaktı.

Bir maddenin kıymet fiyatının daima o maddenin arz ve talebine bağlı olduğu bir gerçektir. Revaçta olan herhangi bir maddenin mevcudu azalır veya çoğalırsa o maddenin fiyatı yükselir veya düşer. Bu değişmez kural iktisadi hayatın ezeli sonucudur. Bu bakımdan iktisadi sebep ve amillere dayanmayan fiyat artışlarını önlemek kamunun menfaatleri adına elzemdir. Halbuki Belediye kanunun, Belediye vazifelerini izah eden 15, maddesinin 23. Fıkrası Belediyelere, temel ihtiyaç maddelerine azami fiyat koymak ve ihtikâra engel olmak için bunları alıp, satmak ve stok yapmak yetkisini veriyordu. Kanunun bu maddesinden anlaşılıyor ki Belediye, hayatı ucuzlatmak için fiilen piyasaya müdahale edecek ve bu ihtiyaç maddelerini alıp satabilecekti. Fakat diğer taraftan Belediye, muhasebe ve arttırma, eksiltme kanunlarındaki hükümlerden hariç olarak muamele yapamamak mecburiyetindeydi. Bu nedenle, temel ihtiyaç maddelerinde ihtikâra tesadüf edildiği zaman stok yaparak makul bir fiyat ile satmak konusunda birçok yasal güçlüklerle karşılaşıyordu. Örneğin beğenilmeyen(idhar) mal, halka bir esnaf gibi değil, müzayede, münakaşa esaslarına göre satmak zorundadır ki bu, verilen yetkinin fiilen tatbikine imkân vermiyordu. İşte gıda maddelerinin yükselmesi karşısında Belediyenin piyasaya nazım olacak şekilde müdahale etmemesi sırf bu sebepten ileri geliyordu.

Bunun dışında Devlet, yine Millî Korunma Kanunu gereğince, benzin, lastik, kâğıt, çimento ve demir gibi maddelerin dağıtımını da ele almış ve milyoner yaratma politikasına bu yoldan da hizmet etmiştir. Ne var ki, bu fiyat kontrolü birçok malı piyasadan çekip, karaborsayı geliştirince, 1942'de Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu Kabinesi bu kontrolü gevşetmiştir. Siyaset dilinde "% 25 kararı" adı olarak geçen karar alınarak, hububat fiyatları geniş ölçüde serbest bırakılmıştır. Bunun üzerine buğday fiyatları çok büyük bir hızla yükselmiş ve daha önce yapılan stoklar erimiştir. Diğer maddelerde de büyük fiyat artışları olmuştur. Örneğin zeytinyağı fiyatları 85 kuruştan 350 kuruşa çıkmış ve 85 kuruştan stok edilen 16 bin ton zeytinyağı bir sürü tüccarı milyoner etmiştir.

S o n u ç :

Alınan tüm önlemlere karşı hükümet, silah altına alınan yaklaşık 1 milyon askeri beslemek ve kent merkezlerinin gıda ve giyim gibi temel mal ihtiyaçlarını karşılamakta ciddi güçlüklerle karşılaşmıştır. Ardarda yayınlanan kararnamelere adeta meydan okurcasına hızlanan karaborsa ve ihtikâr süreci, hükümetin sıkıntılarını arttırıyordu. Bir yandan temel tüketim mallarında ciddi yokluklar içinde kalan geniş halk yığınları sefalete itilirken, diğer yanda büyük vurgunların vurulması, yönetici kadronun bazı kesimlerinin tacirler ve büyük toprak ağalarına karşı tavır almalarına yol açmıştır.

Ne var ki, bu dönemi sadece burjuvazi ile yüksek bürokrasinin ve siyasa kadroların nemalarının paylaştıkları, başıboş vurgun yılları olarak değerlendirmek de yanlıştır. Tek parti rejiminin yönetici kadrolarının bir kanadı, savaş yıllarını, bir yandan haksız kazançlara set vuracak etkin devlet müdahalelerini yerleştirmek, öte yandan ekonomik ve kültürel alanda bazı kalıcı reformlara yönelmek için bir fırsat olarak kullanmaya da teşebbüs etmiştir.

Türkiye II. Dünya Savaşı'na fiilen katılmamasına rağmen, savaş ekonomisinin ağır koşullarını tümüyle yaşamıştır. Özellikle yetişkin nüfusun büyük çoğunluğunun askere alınması, doğal olarak tarımsal üretimde büyük düşüşlere yol açmıştır. 1930’lu yılların politikaları sonucu esasen bir hayli daralmış olan ithalat iki yıl içerisinde yarı yarıya düşmüştür. Savaş yıllarında buğday üretiminde % 50’ye yaklaşan bir gerileme meydana gelmiştir. Savaş öncesinde başlayan planlama çalışmaları ve sınaî yatırım programları, savunma harcamalarının bütçeye hakim olması yüzünden tümüyle ertelenmiştir. Bunlar, savaş yıllarının bir iktisadî gerileme dönemi olmasına yol açan nesnel etkenlerdir. Bu zor dönemde hemen pek çok madde karaborsaya düşmüştür. Özellikle zaruri ihtiyaç maddelerinden olan un, yağ ve şekerde bu durum had safhaya varmıştır. Bunun yanısıra ilaç, odun-kömür, kırtasiye, inşaat, marangoz ve terzi malzemeleri ile kahve, cam, kalay, kimyevî maddelerde de yaygın bir şekilde stokçuluk ve karaborsa oluşmuştur. İlaç konusunda vurgunculuk öyle boyutlara ulaşmıştır ki, eczanelerde aspirin bile kalmamış, akla gelebilecek hemen her tür mal vurguncuların ilgi alanına girmiştir.

Savaş yıllarının ağır ekonomik koşullarından yararlanmak isteyen bir kesimin de müthiş kazanç sağladığı tartışılmaz bir gerçektir. Kaynakları dışarıda olan maddelerin bir kısmının stokları çok az olmakla beraber her madde üzerinde vurgunculuk yapıldığı, Stokların ise gizlenmeye çalışıldığı açıktı. Özellikle karaborsa ve stokçuluk gibi yolların kullanılmasıyla, tacirler, simsarlar ve acentalar büyük servetler yapmışlardır.

Sonuçta tüm bu olumsuz koşullardan etkilenen kesim yine halk yığınları olmuştur. Üretim artışı ve enflasyonun önlenmesi sağlanamadığından, bu olumsuzluğun ortaya çıkardığı sonuçların hafifletilmesi yoluna gidilerek lokal önlemler alınmasına gidilmiştir. Yine de, "Büyük savaşlarda zafer, cephe gerisinde cepheyi tutabilen milletlere aittir."özdeyişi bir kere daha tecelli etmiş ve Türkiye bu savaştan insan ve mal kaybına uğramadan çıkmasını bilebilmiştir.

Örneğin savaş yıllarında Türkiye'yi yöneten Dr. Refik Saydam Hükümeti, sorunu katı fiyat denetimleri ve tarım ürünlerine düşük fiyatlarla el koyma yöntemleri ile çözmeyi denemiştir. Nitekim Ocak 1940'ta çıkarılan "Millî Korunma Kanunu" bu yaklaşımın ana aracı olacaktır. Buna rağmen piyasa denetimine gidilen her alanda karaborsanın ve rüşvetin önüne kolayca geçilememiştir.