Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : İsmail Aksoy


Sayfa : [1] 2

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:31 PM
11. Çizim: Sarkaç
Birdenbire yükseliyor
Bilinmez bir kuyudan
Bir araştırma
Anılarında senin
Bedeninin üzerinde bir sarkaç
Ya da bir mermi
Anlattılar sana ki o
Merkezi basıncı ölçecek
Ve bir Poe kişisi olarak
Duyumsadın kendini
Ne ki paniğe kapılmadın
Yalnızca bir sarkaç
Bedenin çekirdeğini ölçecek

Sebastiao Uchoa Leite (d. 1935, Brezilya)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:31 PM
7 Kasım – Zafer Günü İçin Kaside

Bu çifte yıldönümünde, bu günde, bu gecede,
bulacaklar mı ıssız bir dünyayı, karşılaşacaklar mı
umutsuz yüreklerdeki derin boşlukla?
Hayır, saatleriyle bir günden daha fazlası,
aynaların ve kılıçların bir geçit töreni bu,
gecesel köklerinden şafağı burkana dek
geceye çarpan çifte bir çiçektir bu.

İspanya’nın Güney’den gelen
günü, cesur gün
demirden tüyüyle, oradan geliyorsun sen,
çatlamış alnıyla düşen son kişiden
ve ağzında senin yanan sayılarınla!

Ve oraya gidiyorsun bizim
hâlâ yaşayan anımızla:
gündün sen, kavgaydın
sen, destekliyorsun
görünmeyen sütunu ve kaçışı barındıran
rakamındaki kanın doğacağı yeri!

Yedi, Kasım, nerede yaşarsın?
Nerede alazlanır yapraklar, biradere nerede söyler
doğrul diye vızıltın ve düşene: ayağa kalk!
Nerede büyür kanının defnesi
ve sızar insanın zayıf etine ve yükselir havaya
biçimlemek için kahramanı?

Sende, yeniden, Birlik,
sende, yeniden, ey dünya halklarının bacısı,
ey temiz memleketi Sovyetler’in. Bütün dünyaya
yayılmış yapraklar gibi büyük tohumun döner sana.

Kavganda, hiçbir ağlayış kalmadı artık ey halk!
Her şey demirden olacak, her şey dolanıp yaralayacak,
her şey kavranılmaz sessizlik bile, kuşku bile,
evet, kış elleriyle kuşku bile
arayacak yüreklerimizi dondurmak ve batırmak için,
her şey, sevinç bile, her şey demirden olacak,
zaferde yardımcı olmak için sana, ey bacı ve anne.

Seni inkar edene tükürülsün!
Saatlerin saatinde alsın cezasını o sefil,
kan revan içinde,
dönsün korkak
karanlık evine, bulsun defne yürekli olanı,
o cesur yolu, dünyayı savunan
o kardan ve kandan cesur gemiyi!

Selâmlıyorum seni, Sovyetler Birliği, bu günde,
tevazu ile: yazar ve şairim ben.
Babam demiryolu işçisiydi: yoksulduk her zaman.
Seninleydim dün, uzaklarda, o büyük yağmurlu
küçük ülkemde. Orada büyüdü alazlı
adın, ve halkın bağrında yandı,
cumhuriyetimin yüce göğüne dokunana dek!

Bugün seni düşünüyorum, herkes seninle!
İşlikten işliğe, evden eve,
kırmızı bir kuş gibi uçuyor adın.
Kahramanlarınındır onur
ve kanının her damlasınındır,
saf ve mağrur meskenini savunan
yüreklerden o muazzam birikimindir onur!
Seni doğuran o acı ve kahraman ekmeğindir
onur, açılırken zamanın kapıları
halktan ve demirden ordun şarkı söyleyip yürürken
kül ve ıssız toprak arasında, katillerin üzerine doğru,
zaferin temiz ve kutsal toprağında
bir ay gibi büyük bir gül ekmek için.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:31 PM
8 Eylül

Bugün olan gün ağzına dek dolu bir kadehti,
bugün olan gün muazzam bir dalgaydı,
bugün bütün bir dünyaydı.

Bugün yükseltti dalgalı deniz
bizi bir öpüşün doruğuna,
ki titremiştik
bir yıldırımın çakışında,
ürkmüştük ve dibe batmıştık
birbirimizin kucaklayışında.

Bugün yaymıştık bedenlerimizi sonsuzca,
büyümüştük dünyanın sonuna doğru
ve kaynaşmıştık birbirimize sarmalanmış olarak
tek bir damlasında
balmumunun ya da meteorun.

Yeni bir kapı açıldı aramızda
ve henüz yüzü olmayan biri,
oturdu ve bekledi bizi orada.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:31 PM
Abraham Jesus Brito (Halkçı Şair)

Adı Jesus Brito'dur, Jesus yabanıl asma ya da halk,
ve gözleri aracılığıyla dönüştürdü kendini suya,
elleri aracılığıyla köklere,
tekrar tekrar ekinceye kadar O'nu orada
daha önce yaşadığı yerde, rezil taşlar arasında
tekrar filizlenmeden önce.

Ve dağlılar ve denizciler arasında güçlü
bir kuştur O, yurtsever bir semercidir O
yabanıl memleketinin narin ağaç kabuğundan yapılı:
ne denli soğuksa, o denli serin buldu O:
ne denli katıysa toprak, o denli çok yıldızın çeldi aklını:
ne denli açlık varsa, o denli çok türkü söyledi O.

Ve demir yollarının bütün dünyası açıldı
anahtarlarıyla ve asmadan liriyle O'nun,
ve dolandı durdu memleketin köpüğü boyunca,
asılı yıldızlarla süslenmiş küçük paketlerle,
O, bakırın ağacı, suladı O
her bir küçük yoncayı,
dehşete düşüren isteksizliği, yangını
ve koruyucu ırmakların kollarını.

Irza geçmelerin gecesinde tükenen O'nun sesi
ışık çığlıklardaydı,
*******i şapkasında yığdığı
vahşice çağıldayan çanlar getirdi beraberinde,
ve yüklü bavulunda topladı
halkın kahredici gözyaşlarını.
Kumlu ara yollara saptı
güherçilenin güçten düşüren genişlikleri arasından,
sahilin sarp dağı üzerinden,
çaktı şarkının her bir çivisini
ve taş taş üstüne yükseltti dizeyi:
sonra bıraktı ellerinin izini,
damlayan yazımbilimini.

Brito, başkentin duvarları arasında,
kahvehanelerin gürültüleri ortasında,
dolandın durdun derin köklerinle
bir hacı ağacı gibi ardında toprağın,
ta ki oluncaya dek kökler,
taş, toprak parçası ve kara madencilik.

Brito, senin haşmetine vuruldu
vurulur gibi heybetli deriden yapılma bir davula,
ve altında mavi gökyüzünün muhteşem bir ülkeydi
senin ormandan ve halktan oluşmuş hakimiyetin.

Göçebe ağaç, şakıyor şimdi senin
köklerinin altında toprağın, ve sessizlikte.
Biraz daha derinde de sen dinleniyorsun.
İşte şimdi toprağın ve yeterli zamanın var artık.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Acaba Ne Öğütledi Yüreğine

Acaba ne öğütledi yüreğine
Bu başı bağlı ay, mahcup şirin yavrum,
Kadim dolunaydaki Eros hakkında
Şöhreti ve ayakları altındaki yıldızlar hakkında,
Ah hısım akraba dolu
Franziskan rahibi - komedyenle birlikte.

En iyisi inan bilge sözüme
Kulak asma rahibin dediğine,
Şu gözlerde tutuşan bir övgü
Ürpertir yıldız ışığını. Benimsin, ah benimsin sen!
Ağlama artık ne ay varken ne de sis
Sevgili duygusal yavrum.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Acı Çekmedim

Fakat acı çektim mi? Acı çekmedim. Sadece halkımın
acı çekmesinden ötürü acı çekiyorum. Yaşıyorum
içinde, yaşıyorum anayurdumda, bir hücre gibi
o sonsuz ve alazlı kanda.
Zamanım yok kendi acılarıma.
Kimse acı çekmemi sağlayamaz
bana temiz güvenlerini veren bu hayatlar olmadan,
ve bir hain gibi bıraktı ölü mağaranın
dibine vursun diye, ne ki geri döneceğiz
oradan ve yükselteceğiz gülü.

Cellat benim yüreğimi yargılasın diye
baskı yaptığında yargıçlara,
açtı o kararlı kitle,
halkım, o muazzam labirentini,
aşklarının uyuduğu o bodrumu,
ve orada tuttular beni, gözetleyerek
ışık ve hava gelinceye dek.
Söylemişlerdi: “Borçlusun bize,
sensin koyacak o soğuk işareti
o kötücül kirli isme”.
Acı çektim, sadece acı çekememekten ötürü.
Biraderlerimin karanlık hapishanelerinden
geçememekten ötürü,
bütün acılarımla bir yara gibi,
ve her bir topallayan adım yetişti bana,
senin sırtına inen her bir darbe paraladı beni,
senin şehadetinden her bir damla kan
kanayan şarkıma sızdı gitti.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Açıklama

Dürüst olmadığımı söylüyorsun.
Senden daha dürüstüm ben.
Senin yavaş yavaş aşındırdığın
Bağlılığa bağlıyım ben.

Çok uçucu olduğumu söylüyorsun.
Bak bu doğru, ve öyle olmalıydım da.
Taşıyacak bir şey vermediğinden,
Zayıf düştü ellerim.

Başka biriyle boğuştun
Ve biraz yalnız ve yorgundun.
Bense durdum ağırlığın yanında
Çok da kolay buldum bunu.

Ve bu utku senin işte,
Ve bu olağanüstü güç:
Ki her şey bitti. Ve hiç bir şey
Sonuna kadar sürüklendi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Açlık Ve Öfke

Elveda, elveda çiftliğine, fethettiğin
gölgeye, o berrak dala,
kutsanmış toprağa,
öküze, elveda esirgenen suya,
elveda bayırlara, yağmurla gelmeyen
müziğe, o kupkuru
ve taşlı sabah kızıllığının solgun kemerine.

Juan Ovalle, sana elimi verdim, susuz eli,
taştan eli, duvardan ve kuraklıktan bir eli.
Ve dedim ki sana: beddua et o koyu kahverengi kuzuya,
o en merhametsiz yıldızlara, kurşun renkli bir diken gibi aya,
gelinsi dudakların kırılmış dallarına,
fakat dokunma insana, dökme henüz kanını insanın
dokunarak damarlarına, boyama henüz kumu kanla,
vadiyi yangınlar içinde bırakma düşmüş
atardamar dallarının ağaçlarıyla.

Juan Ovalle, öldürme. Fakat elin
yanıtladı beni: “Bu toprak
öldürecek, intikam almak
isteyecek *******i, acılığında zehirden
bir rüzgârdır o yaşlı kehribar hava,
ve gitar benziyor bir suçlunun
sopasına, ve bir bıçaktır rüzgâr”.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Adada Gece

Bütün gece seninle yattım
denizin yakınında, adada.
Yabanıl ve uysaldın sevinçle uyku arasında,
ateşle su arasında.

Belki çok geç
birleşti düşlerimiz
dorukta ya da dipte,
aynı rüzgârla kımıldayan dallar gibi yukarıda,
birbirine dokunan kızıl kökler gibi aşağıda.

Belki ayrıldı düşün
benimkinden
ve aradı beni
önce olduğu gibi
karanlık denizde,
sen henüz kendin değilken,
ben farkında değilken senin
yelken açmış geçiyordum yanından,
ve gözlerin aradı
şimdi sana cömertçe verdiğimi
- ekmeği, şarabı, aşkı ve yabansılığı -
çünkü hayatımın armağanlarını
beklemiş kadehsin sen.

Seninle yattım
bütün gece,
karanlık toprak dönerken
yaşayanlarla ve ölülerle,
ve ansızın uyandığımda,
henüz tam karanlık değilken,
kaydı elim belinde.
Ne gece ne de uyku
ayırabilirdi bizi.

Seninle yattım,
ve uyandığımda, ve ağzın
kurtulduğunda düşünden,
verdi bana toprağın lezzetini,
deniz suyundan, yosundan,
hayatının derinliğinden,
ve aldım öpüşünü,
sabah kızıllığıyla ıslanmış,
bizi çevreleyen denizden
bana gelmiş.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Adada Rüzgâr

Bir attır rüzgâr:
denizde, gökte
devineni dinle.

Götürmek ister beni: dinle
nasıl devinir dünyada
taşımak için beni uzaklara.

Sakla beni kollarında
sadece bu gece,
çarparken yağmur
denize ve toprağa
sayısız ağzıyla.

Dinle, nasıl da çağırır
beni dörtnalında
taşımak için uzaklara.

Alınlar bitişik,
ağızlar bitişik,
bizi yakan sevdaya
bağlı bedenlerimizle,
bırak essin rüzgâr,
ki götürmesin beni ötelere.

Köpükle taçlanmış
rüzgâr essin bırak,
bırak çağırsın ve arasın beni
karanlığının dörtnalında,
büyük gözlerinin altında
batmışken ben,
değil mi ki sadece bu gece
huzur bulacak, sevgilim.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Adalara gelirler (1493)

Kasaplar adaları ıssız koydu.
şehitliği anlatan bu öyküde
Guanahani birinciydi.
Gülüşlerinin yokedildiğini gördü
balçığın oğulları, fırlatıldığını
gördü narin bedenlerinin toprağa,
ve öldükten sonra bile bir şey anlamadı onlar.
Bağlayıp yaraladılar onları,
yaktılar ve küllere dönüştürdüler,
derilerini yüzüp gömdüler toprağa.
Ve o zaman palmiyelerde
süpürücü bir valsi dans ettiğinde
boştu bu yeşil şölen yeri.

Yalnızca kemikler kaldı,
amansızca yığmışlar
bir haç gibi, Tanrı'nın ve insanların
büyük onuru için.

Narvez'in bıçağı yardı
ta mercan kayalıklarına dek
çobanların balçıklı toprağını
ve Sotavento'nun ormanını.
Haç burada, tespih,
burada Garotten'in kutsal Bakire'si.
Kolombus'un definesi, fosfor aydınlığıyla Küba,
aldı sancağı ve dizleri
ıslak kumunda.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Adonis Gibi Angela

Bugün yattım masum genç bir kızın yanında
beyaz bir okyanusun kıyısında gibi,
korlu bir yıldızın
yavaş yörüngesinin ortasında gibi.

Sonsuz yeşil bakışından
aktı ışık kuru su gibi
berrak derin çemberlerinde
taze gücün.

İki alazlı ateş gibi göğüsleri
parladı dikelmiş olarak iki bölgede,
ve çifte bir akıntıda ulaştı ateş
büyük ışıklı ayaklarına.

Altın bir iklim olgunlaştı erkenden
bedeninin gündelik uzantılarına
ve doldurdu onu akın akın meyvelerle
ve gizli korla.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Agnes Charlotta

Kimseler korumuyor mezarımı
ve kimse anımsamak istemiyor beni
ölüm ülkesi gecesinde hiç
ulaşmaz bana canlı bir ses
Bir zaman ufacık bir kızdım
örgülü dalgalı saçlarım
uzardı omuzlarıma ve dururdum
sessizce yatak odasının kapısında
Güneş parlardı çiçekli duvar kağıdına
ve çocuksu tutkunlukla
bakardım aynadan anneme
tararken saçlarını sevinçle

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Ağaca Giriş

Biraz akıl yürütmeyle, parmaklarımla,
yavaşça taşkın altında kalan yavaş sularla,
düşüyorum unutmabenilerin krallığı içine,
üzüncün inatçı yarıküresi içine,
unutulmuş harap bir oda içine,
acı yoncaların bir demeti içine.

Düşüyorum gölge içine, ortasında
tam da mahvolmuş şeylerin,
bakıyorum örümceklere, ve otlatıyorum
ormanları gizli bitmemişliklerle, ve dolanıyorum
arasında bileği bükülmüş ıslak liflerin,
özden ve sessizlikten yaşayan hayatın.

Uysal madde, ey kuru kanatların gülü,
çöküşümde tırmanıyorum yapraklarına
kırmızı bitkinlikten ağır ayaklarla,
ve katı katedralinde eğiliyorum yere
ve dövüyorum dudaklarımı bir melekle.

Benim duran orada, dünya renginin önünde,
önünde solgun ölü kılıcının,
önünde birleşmiş yüreklerinin,
önünde sessiz yığınının.

Benim duran orada, ölen kokulardan dalganın önünde,
sarmalanmış sonbaharla ve dirençle:
benim bir gömü yolculuğuna çıkan
senin sarı yara izlerinin arasında.

Başlangıcı olmayan ağlayışımla gelen benim,
besinsiz, uykusuz, yalnız,
karartılmış dehlizlere giren
ve senin gizemli özüne ulaşan.

Görürüm senin kuru akıntının devindiğini,
görürüm engellenmiş ellerinin büyüdüğünü,
işitirim deniz bitkilerinin
gıcırdadığını, denizle ve öfkeyle sarsıldığını,
ve duyumsarım içe doğru ölen yaprakları
ve senin korunmasız kımıltısızlığınla
yeşil maddelerini birleştiren.

Gözenekler, damarlar, şirinliğin dolaşımı,
ağırlık ve sessiz sıcaklık,
düşmüş ruhunu delmiş oklar,
uyuyan varlıklar kalın ağzında,
tatlı tüketilmiş ilikten toz,
sönmüş ruhlarla dolu kül,
gel bana, benzersiz düşüme benim,
gecenin düştüğü ve ezilmiş su gibi
sonsuzca düştüğü yatak odama düş benim,
ve bağla beni onların hayatına, onların ölümüne,
ve onların uysal maddelerine,
onların ölü nötr güvercinlerine,
ve tutuşturalım ateşi, ve sessizliği, ve sesi,
ve yakalım, ve susalım, ve çanlar.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Ağacın Çizgisi

Elleri olmayan kör bir marangozum ben.
Suyun altında yaşadım, yiyerek soğuğu
kokan bir kılıf dahi oluşturmadan, o meskenler
o sedir ağacından diğerine, bize gurur verdi hep,
ve gene de ormanın dokusunda aradım ben şarkımı,
o gizli liflerde, dermansız peteklerde,
ve budanmış dallarda, doldurdu rayihayla
yalnızlığı, ağacın dudaklarıyla.

Her bir maddeyi sevdim, her bir damlasını
eflatunun ya da metalin, suyun ve başağın,
ve daldım içine o sıkı katmanın, sonsuz ateşle
ve titreyen kumla çevrilmiş,
dünyanın üzümleri arasında bir ölü adam gibi
donuklaşmış ağızla şarkımı söyleyene dek.

Balçık, çamur ve şarap sarmalamış beni,
gırtlağımın altında bir yangın gibi
çiçekleri açan o toprakla kaplı
kalçalara dokundum çılgınca,
ve taşların arasında kayıp gitti duyularım
kapanmış yaranın içine.

Nasıl dönüşebilirdim olmadan, bilmeden
zanaatım oluşmadan,
demirhane
benim gücümle kararlı,
ya da hızarlar, kışları yük hayvanlarının
havası.

Her şey şefkat ve kaynak oldu
ve ben sadece gecesel amaca hizmet ediyordum

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Ağaçların Dallarında Niçin Kalır Güz

Ağaçların dallarında niçin kalır güz
yapraklar düşene dek?

Ve nerede asar o
kendi sarı pantolonlarını?

Doğru mudur güzün beklemekte olduğu
olacak olan bir şeyi?

Belki bir yaprakta titreyecek
ya da evren uğrayacak geçerken?

Toprağın altında bir mıknatıs mı var,
güzün kardeşi olan bir mıknatıs?

Ne zaman emredilir toprağın altında
gülün önceden belirlenmişliği.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:32 PM
Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Ağıt

Kardeşim Cemal
ki Sisi derdim O'na çocuksu bir seslenişle
Ölmeseydi eğer yaşamının yirminci gününde
Ve toprağa gömmeselerdi O'nu
(Yaksalardı sözgelimi)
Ve annem karalar giyip ağlamasaydı
Babam cenaze arabasına alsaydı beni
Koşmak zorunda kalmasaydım mezarlığa kadar
Cam kırıkları ayaklarımı kesmeseydi eğer
Ve toprak kanımın rengine boyanmasaydı
Mezar taşlarına yaslanıp ağlamazdım
Ve mezar taşlarının bunca soğuk olduğunu bilmezdim

Ölümün soğukluğunu duydum
Son kez öperken Sisi'nin dudaklarından
Bir ses görmek istiyordum
Ses ki yankılanır, görünmez
Ölüler ki her gün daha yalnız kalırlar
Bembeyaz patiskalar içinde
Yıldızlar ağlar ninem ağzıma biber sürdüğünde
Yemyeşil kertenkeleler kalır
Antep mezarlıklarında refakatçi olarak

Antep gazi olmazdan evvel de bu böyleydi

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Zamanda Bir Nokta

Şimdi anlıyorsun işte, nasıl da yıldızlar ve yürekler bir olmuş
ve nasıl da hiç bir yerde bir son, bir engel var; nasıl da
sınırsız olan mükemmelce oturur ve ayrılmaz düşünceden,
nasıl da her bir parça sonsuz büyük ve sonsuz küçük olabilir,
nasıl da en dıştaki yayılım yalnızca bir noktadır, ve nasıl da
ışık, uyum, devinim, güç, kendine has herşey, ayrılmış herşey
ve birleşmiş herşey hayattır.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Zaman Ve Leylek

Çok şey duymuştum zaman hakkında
duydum ki uzun olabilirmiş o
duydum ki salıverilebilirmiş
insan hem kazanıp hem de kaybedebilirmiş onu
duydum ki yerli yerinde ya da değerli olabilirmiş
iyi ya da kötü
dışarda ya da içerde
çok şey duydum zaman hakkında
ama bir türlü görmedim onu

Çocukken zamanı güzel bir büyük kuş olarak
canlandırırdım usumda
bir leylek olarak belki
çünkü duymuştum ki
zaman uçabilirmiş
ama bazen de
kımıltısız dururmuş tam anlamıyla.
O zaman sevmiştim zamanı
kırmızı uzun gagasıyla zaman
dururdu bir bacanın üstünde
eğilerek karanlık bir gölcüğün üstüne
yavaşca açıp yaymadan
beyaz kanatlarını
ve kanat çırpmadan saatlerce
gökyüzüyle uçsuz bucaksız otlaklar arasında


Ne ki aklım karıştı daha sonra
duyduğumda
zamanın çarkı terimini
vakit kaybını
vakit nakittir
ya da zamanında yapılacak şeyleri
ve benzeri deyimleri
yavaş yavaş kaybettim
leyleğe olan çocukluk inancımı
ve şimdi gerçekte
benim leyleklere inandığım zamandakinden
daha az leylek var Danimarka’da

Zaman hakkında çok şey duymuştum
zaman hakkında çok şiir yazdım
yazdım ve duydum bir çok şey zaman hakkında
kendime de yeterli zaman tanıdım
hatta bazen ulaştım da
bizzat kendim zamana
ama hiç görmedim zamanı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yüz Yıl Yaşamak

Bu yüzyıl sığınmacı olarak
yaşadım savaştan savaşa,
kitaplarda içtim kanı,
gazetelerde, televizyonda
ve evde,
trende, ilkbaharda,
acılarımın İspanya’sında.

Avrupa unuttu her şeyi,
resim sanatını ve peynirlerini,
Rimbaud’yu ve Rotterdam’ı,
dağıtmak için salkımlarını
üzerimize, masum Amerikalılar,
ve kirletmek için bizi
dünyanın kanıyla.

Ey siyah Avrupa, aç gözlüsün
aç yılanlar gibi,
kaburgalarını görene dek
senin çağdaş coğrafyanda
ve sunarsın diğer askerlere
ruhsuz ışığını,
bir kelime dahi anlamadan
diğerlerine öğretmeye çalışan
her zaman asker olanlara:
yalnızca kirletebilirler
Kuzey Amerika tarihini kanla.

Fakat yalnızca bu kadar değil,
hayır, daha çok, daha,
yalnızca şimdi hakkında değil
ya da yarın yaşayacağımız hakkında,
hayır, işte böyle işliyor akıl
ki patlatıyoruz sahip olduklarımızı,
eziyoruz havada tuttuğumuz
kristal cam gibi,
gömüyoruz burnumuzu kana
ve hakaretler yağdırıyoruz birbirimize.

Onca soruyla geldim ben
yaşarken kahraman olan ben,
eşzamanlı denizin kıyısında,
ve fırlattım yanıtlarımı suya
kimseyle dövüşmemek için,
artık bir şey sormayana dek
ve tam bir yüzyıllık ölüm
getirdi beni buraya, bir şey söylemeyen
denizin ne dediğini duyayım diye.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yüreğin Nasıl?

en berbat anlarımda
parktaki banklarda
mahpushanelerde
ya da yaşarken
fahişelerle
hep bu memnuniyeti
taşırdım içimde
mutluluk diyemem
ismine-
ne olursa olsun
rıza gösterirdi
içimdeki dengeydi
ve yardım ederdi
fabrikalarda
ve yanlış
gittiğinde
ilişkiler kızlarla.
yardım etmişti
savaşların
ve akşamdan kalmaların
arka sokak kavgalarının
ve hastanelerin
arasından.
uyanmak ucuz bir odada
garip bir şehirde
ve açmak perdeyi-
en çılgın memnuniyet
şekliydi bu.

ve yürümek boylu boyunca
kırık aynalı
eski bir süs masasına-
görmek kendimi, çirkin,
sırıtarak olana bitene.
en önemli olan
nasıl iyi
yürüdüğündür
ateşin arasından.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yüreğimin Yakınında Çırpınan Bu Yürek

Yüreğimin yakınında çırpınan bu yürek
Umudum ve varsıllığımdır benim,
Mutsuzum ayrılırsak
Ve mutluyum öpüşler arasında;
Umudum ve varsıllığımdır - elbet! –
Ve bütün mutluluğum.

Çünkü orada, bazı yosunlu yuvaların içi gibi
Çalıkuşu saklar çeşitli mücevherleri,
Gözlerim ağlamayı öğrenmeden evvel
Biriktirmiştim, benimdi bu define
Onlar gibi bilgece davranmayalım mı
Aşk bir gün sürse bile?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yüreğim İçin Yeterli Olan

Yüreğim için yeterli olan göğsünde senin,
özgürlüğün için yeterli olan kanatlarımda benim.
Ağzımdan yükselecek göğe
senin ruhunda uyuklayan.

Sende bulunmaktır her günün yanılsaması.
Çiçeklerin taçlarına çiyin gelmesi gibi geliyorsun.
Yokluğunla kazıyorsun altını ufuğun.
Dalga gibi kaçışta sürekli.

Derdim ki, şakırdın rüzgârda,
çamlar ve direkler gibi.
Benziyorsun onlara, yüksek ve sessiz.
Ve birden, bir hançer saplayışıyla, üzüyorsun birini.

Dostça koruyarak yaşlı bir yol gibi.
İçinde oturur özlemin sesleri ve yankıları.
Uyanışımda habersizce kaçar zamanlara
ruhunda duran ve uyuyan kuşlar.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yükselmek İçin Göğe

Yükselmek için göğe
gereksindiğin
iki kanat,
bir keman,
ve bir çok şeydir,
sayılamaz onca şeydir, adsız şeyler,
uzun ve hantal gözün sertifikaları,
badem ağacının tırnaklarındaki yazıt,
sabahleyin çimdeki unvanlardır.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yük Gemisinin Hayaleti

O ev köpükten borunun içinde uzaklık,
törensi dalgalardaki tuz ve bazı belirli kurallara göre,
ve bir koku, eski gemiden bir gürültü,
çürümüş tahtalardan ve paslanmış demirden
ve uluyan ve ağlayan yorgun makinelerden,
çarpıyor pruvaya, çiğniyor geminin böğrünü,
ağır ağır yiyor şikayeti, yutuyor uzaklıkları biteviye,
acı sudan bir gürültü yapıyor acı suda,
ve sürüklüyor ötelere o eski gemiyi eski sularda.

Geminin iç ambarı, loş tüneller,
günlerin limanda ara sıra ziyaret ettiği:
çuvallar, kasvetli bir tanrı gibi istiflenmiş çuvallar
gözsüz boz yuvarlak hayvanlar gibi,
şirin boz kulaklarla
ve dikkat çeken karınları şişmiş buğdayla ve kobrayla,
gebe kadınlardaki gibi hassas karınlar
hırpani boz giysi içinde bekler sabırla
avuntusuz bir sinemadan oluşan gölgede.

Ansızın işitilir en uçtaki suların
loş bir at gibi hızla geçişi,
suda at toynaklarının bir gürültüsüyle,
hızlı ve suların tekrar yuttuğu.
Ve zamandan başka bir şey kalmaz kamaralarda:
zaman o ıssız feci yemek salonunda,
kımıltısız ve görülür büyük bir kaza gibi.
Meşinin ve yıpranmış maddelerin kokusu,
ve soğan, ve yağ, ve daha fazlası,
ve geminin köşelerinde salınan birinin kokusu,
ismi olmayan başka birinin kokusu
gelir merdivenlerden aşağı bir imbat gibi,
ve seğirtir dehlizler arasından namevcut bedeniyle
ve ölümün koruduğu gözleriyle araştırıyor.

Renksiz gözlerle, bakışsız gözlerle, bakıp duruyor yavaşça
etrafına ve gidiyor titreyerek, varolmaksızın ve gölgesiz:
sesler kırışıklık ekliyor ona, şeyler delik deşik ediyor onu,
şeffaflığı parlatıyor kirli iskemleleri.
Kimdir hayalet bedeni olmayan bu hayalet,
gecesel un gibi hafif adımlarıyla
ve sadece şeylerin desteklediği bir sesle?
Dilsiz varlığıyla dopdolu ayağa kalkıyor mobilyalar
küçük gemiler gibi o eski gemide,
yüklenmiş onun mat, kararsız varoluşunda:
giysi dolapları, o yeşil çiyler,
perdelerin ve yerin rengi,
her şey tahammül ediyor ellerinin boşluğuna onun,
ve nefes alışı yıprattı şeyleri.

Kayarak gidiyor ve sürçüyor, iniyor şeffafça,
geminin üzerindeki soğuk havadaki sıvazlayan bir hava gibi,
görünmeyen elleriyle yaslanıyor filika küpeştesine
ve bakıp duruyor geminin arkasında kaçan acı denize.
Sadece sular reddediyor onun kudretini,
rengini onun ve unutulmuş hayaletten kokusunu onun,
ve soğuk ve derin giriyorlar dansa
ateşten varlıklar gibi, kan ya da güzel koku gibi,
yeni ve güçlü fışkırıp atılıyor sürekli bir birliktelikte.

Tükenmez, alışkanlıksız ya da zamansız,
yeşil yığınlarda, etkin ve soğuk,
vuruyor sular geminin kara karnına ve yıkıyor maddesini,
yarılmış kabuğunu, demirdeki kırışıklıklarını:
yaşayan sular kemiriyor geminin kavkını
ve değiş tokuş ediyor onların köpükten uzun bayraklarını,
ve tuzdan dişleri damlarlarda uçuyor havanın içinden.

Hayalet bakıyor denize gözsüz yüzüyle:
günün dolaşımı, geminin öksürüğü, bir kuş
uzayın yuvarlak ve yalnız denkleminde,
ve tekrar iniyor geminin hayatına,
düşüyor ölü zamanın ve ağacın üzerine,
kayıyor o kara mutfaklarda ve kamaralarda,
havayla ve atmosferle ve avuntusuz uzayla durgun.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yuvarlanan Dalgaların Gürültüsüyle

Yuvarlanan dalgaların gürültüsüyle muhteşem çam ormanları,
ışığın ikircikli oyunu o yalnız çanın çınlaması için,
alacakaranlığın gözlerindeki eğlencesi, ey güzel,
dünya şarkılarını söyler deniz kabuğuyla.

Sende şakır ırmaklar, ve ırmaklara kaçar benim ruhum,
istediğin gibi, ve nereye istiyorsan oraya.
Göster bana ne olur yolu umudunun yayında,
ve gönderirim sana ben şehvetimin ok akınını.

Etrafımda görüyorum sisten belini,
ve sessizliğin acı veriyor bana ezinçli saatlerimde,
ve senin yanında berrak taşlardan kollarınla
çapa atıyor öpüşlerim, ve yapışkan arzum oturur orada.

Ah, gizemli sesin, aşkın boyadığı ve eğdiği,
akşam ölüp giderken çınlayarak!
İşte böyle gördüm seni derin saatlerde
eğiliyor tarladaki başaklar rüzgârın kudretiyle.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yukarıdan (1949)

Aşılmış uzay, kararsız
hava, çalıların ay dünyası,
o kuru ay dökülmüş
üzerine damarların,
o yırtık tunikanın kireç beyazı deliği,
donmuş yılların yeşilliği, kuvarsın,
buğdayın, sabah kızıllığının paniği,
saklamış kayalardaki serpilmiş anahtarlar,
paramparça Güney'in
korku dolu çizgisi,
sere serpe coğrafyadan oluşmuş
bedende kükürdün uyuması,
ve turkuvazın düzenlemelerinin
o kısık ışıkta dönüp durması,
her zaman çiçeklenen, kekre dal,
korunun geniş gecesi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:33 PM
Yolunu Yitirmiş Bu Trenler

Yolunu yitirmiş bu trenler,
utançtan mı öldüler yoksa?

Sarısabır ağacını hiç görmemiş olan kim?

Nereye dikildi
yoldaş Paul Eluard’ın gözleri?

Yer var mı bazı dikenlere?
Soruldu mu gül çalısına?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yolcu (1927)

Ve dolaştım durdum denizlerden limanlara.
Maçunaların ve meyhanelerin arasından
açığa çıkardı dünya
tortuları ve dilenci yığınlarını,
bordaların yanında
aç hayalet sürüleri.
Uykudaki ülkeler, kumda kurumuş,
çölden gelen ışıklı giysiler
ve bol entariler, kireç tutmuş güçlerin
tozlu ağındaki petrolün yağlı deliğini gözetleyen
akrepler gibi silahlanmış.

Burma’da yaşamıştım, kubbelerin
Zengin metali ve yeşil çalılıkları arasında,
kaplanın kendi kanlı altın çemberini
yaktığı yerde. Dalhousie Caddesi’ndeki
pencerelerimden geliyor o betimlenemez koku,
pagodaların yosunu, tütsülerin kokusu ve dışkı,
insan kokusunun ağır bastığı bir dünyadan
çiçek tozu ve barut.
Çekip aldı beni sokaklar
safran sarısı maddelerin ve kırmızı tükürüklerin
baş döndüren çırpınışlarıyla
İrrawadhy’nin kirli dalgalarının yakınlarında,
suyun yağı, kanı ve petrolü
en azından tanrılarının balçıklarında derin uyuduğu
kuzeye doğru yücelerden dalga dalga gelmişti.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yol Arkadaşları

Sonra geldim başkente, sisle ve yağmurla sersemce doymuş.
Hangi tür sokaklardı bunlar?
Yıl 1921, elbiseler dolup taşıyordu sokaklarda
bunaltıcı dumanında kahvenin, gazın ve tuğlanın.

Öğrencilerin arasında dolaşıyordum, anlamadan,
bendeki duvarları güçlendiriyordum ve arıyordum
her akşam zavallı şiirimde
kaybolmuş dalları, damlaları ve o ayı.
Şiirin dibinde arıyordum, her akşam dalıyordum
şiirin suyuna, sarılıyordum
belirsiz içgüdülere, terk edilmiş bir denizin fırtına martılarına,
sarılıyordum gözlerimi kapatmama
ve kendi özümde batmama.
Karanlıklar mıydı, yoksa sadece
yeraltının gizli ve nemli yaprakları mıydı?
Hangi yaralı maddeden kayıp gitmişti ölüm,
kollarıma ve bacaklarıma dokunmuştu,
gülüşümü yönlendirmişti
ve kazmıştı caddelerde mutsuz bir kuyuyu.

Yaşamak için dışarı çıktım: büyüdüm ve pekiştim
sefil sokaklarda dolandım durdum,
merhamet beslemeden, çılgınlığın sınırlarında
şarkı söyleyerek. Duvarlarda attı boyası yüzlerin:
ışığı görmeyen gözler, bir suç gibi aydınlattı
eğilen sular, yalnız bir küstahlığın
mirası gibi, mağaralar
yok edilmiş yüreklerle dolu.
Onlarla dolaştım durdum: sadece onların korosunda
tanıyabildi sesim doğduğu yalnızlıkları.

İnsan olmak için daldım içeri,
alevlerin içerisinde şarkı söyleyerek – gece arkadaşlarının
hoş geldin karşılamalarıyla,
benimle birlikte meyhanelerde şarkı söylemişlerdi
ve bana sempatiden daha fazla duygu göstermişlerdi
onların düşmansı ellerinin koruduğu birden fazla ilkbahar vardı
tek bir ateş, düşmüş varoşların
gerçek filizi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yoksulluk

Çok da hevesli değilsin,
yoksulluk
korkutur seni,
çok da istekli değilsin
pazara yıpranmış ayakkabılarla gitmeye
ve eski giysilerle eve dönmeye.

Zenginlerin arzuladığının tersine
sefaleti sevmeyiz biz,
sevgilim. Bugüne dek
insan yüreğini kemiren şeyi
çekip çıkaracağız ikimiz çürük bir diş gibi.

Fakat istemem ki
korkasın ondan.
Eğer sorumlusu bensem evine gelmesinden,
eğer yoksulluk kovalamışsa
altın renkli ayakkabılarını,
bırakma kovalamasına gülüşünü, hayat ekmeğini.
Ödeyemezsen kiranı,
gururlu adımlarla git işe,
ve bakışlarımın seni izlediğini düşün sevgilim,
ve yeryüzünde daha önce hiç görülmemiş
en büyük servetiz biz birlikteyken.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yokluk

Daha senden ayrılmamıştım bile,
girdin içime, kristal gibi,
ya da titreyerek,
ya da huzursuz, tarafımdan yaralanmış,
ya da aşkla dolu, gözlerini
kapatır gibi sana sürekli verdiğim
hayatın armağanına.

Sevgilim,
birbirimizle karşılaştık,
susuzduk, ve içtik
bütün suyu ve kanı,
birbirimizle karşılaştık,
açtık,
ve ısırdık birbirimizi
ateşin ısırdığı gibi,
yaralar içinde kaldık.

Fakat bekle beni,
sakla şirinliğini bana.
Bunun karşılığında
bir gül vereceğim sana.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yıldızlardan Kartal, Sabah Sisinden Şarapdağı

Yıldızlardan kartal, sabah sisinden şarapdağı.

Kaybedilmiş kale, kör pala.

Yıldızla süslenmiş kemer, kutsal ekmek.

Dalgalanan basamak, sınırsız gözkapağı.

Üç köşeli tünik, taşın çiçektozu.

Granitten lamba, taşın ekmeği.

Mineralsi yılan, taşın gülü.

Batık yelkenli, taşın kaynağı.

Ay'ın atı, taşın ışığı.

Gündönümünün çeyrek-dairesi, taşın dumanı.

Sonlu geometri, taşın kitabı.

Boralarla çevrili buzdağı.

Batık zamanların yıldız-mercanı.

Şefkatli ellerle taranmış sur.

Tüyle savunulmuş gökyüzü çatısı.

Aynasal dal, fırtınanın yüreği.

Sırnaşık şarapla mahvolmuş taçlar.

Kana susamış toynağın saltanatı.

Taşduvara fırlatılmış fırtınalı deniz-yeli.

Kımıltısız turkuvaz katarakt.

Orda uyuyanların yurtsever çanı.

Boyun eğmiş kar-yığınlarının metal halkası.

Dayanaklarında dinlenen demir.

Erişilmez ve içe-kapanık fırtına.

Puma pençesi, kana susamış kaya.

Kulesel gölge, kar-tartışması.

Parmaklarda ve köklerde yükselen gece.

Sislerin penceresi, merhametsiz güvercin.

Gecesel gelişme, yıldırımın ikonu.

Dağ-zinciri, denizin çatısı.

Kaybolmuş kartalların mimarisi.

Gökyüzü halatı, doruğun arıbalı.

Kan düzeyi, el yapımı yıldız.

Mineral havakabarcığı, kuvartz'dan ay.

And-dağı yılanı, horozibiğinin alnı.

Sessizliğin kubbesi, öldürülemez memleket.

Denizin gelini, katedrallerin ağacı.

Tuzun dalı, siyah kanatlı kiraz ağacı.

Karbeyaz kaya-dişleri, buz-soğuğu şimşek.

Ürkütülmüş ay, tehditkâr taş.

Soğuğun saçı, havanın devinimi.

Ellerin volkanı, kara katarakt.

Gümüşsü dalga, zamanın yönü.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yetiştim Greve

Yetiştim altından daha da ötesine:
Orada bulunuyordu henüz insanları
birleştiren o ince ip, orada yaşıyordu
insanların saf kuşağı.
Geçirdi ölüm dişlerini onlara,
altın, o ekşi dişler ve zehir
yayıldı onlara karşı, fakat halk
yığdı kapının ardına bir çakmaktaşını,
şefkati ve kavgayı iki paralel su gibi
köklerin ipi, ağaç gövdesinin dalgaları gibi
aksın diye bırakan
dayanışan bir arsaya dönüştü.

Gördüm uykusuzluğu yaran
birleşmiş kollardaki grevi,
ve kavganın titreyen bir molasında
gördüm ilk kez tek yaşayan şeyi!
İnsan hayatlarının birliğini.

Harap ocaklarıyla
direncin mutfaklarında, gözlerinde
kadınların, o güzelim ellerde
ki yavaşça yayılmıştı
bir günün işlevsizliğine,
tanınmayan mavi bir denizde gibi,
o çok olmayan ekmeğin kardeşliğinde
yenilmez birliktelikte, filizlenen
bütün taştan tohumlarda,
kendini acizliğin tuzuna yükselten
bu değerli narda,
buldum en sonunda yitik temeli,
şefkatin uzak kentini.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yerliler

Kendi derisinden kaçtı yerli
eski azametin derinine, oradan da bir gün
yükseldi adalara: yenilmiş olarak
dönüştü görünmeyen atmosfere,
yaydı kendisini toprakta ve serpti
gizli işaretlerini kumun üzerine.

Ayı israf eden, dünyanın
gizemli yalnızlığını tarayan,
o muazzam taşta yükseltmeden kendisini
dolaşmayan, havayla taçlanmış,
kendi ormanlarının görkemi altında
o göksel ışık gibi kalıcı olan,
tüketti kendisini birden tek bir ip kalana dek,
kırışıklıklara dönüştürdü kendisini,
akan kendi kulelerini ezdi
ve aldı paçavralardan paketini.

Gördüm onu Amatitlán’ın manyetik
tepelerinde, kemiren genişlikleri
gizemli suyun: bir gün gitti o
kalan kuş ve köklerden artığıyla
ezen haşmetine
Bolivya dağlarının.
Ağladığını gördüm onun,
çılgın şiirden oluşan kardeşim benim,
Alberti, bu Araukanya bölgeleri,
onlar Ercilla’yı kuşattıkları zamanki gibi
ve adı anılan ilk kırmızı tanrılar yerine,
sadece ölülerden mavi siyah bir zincir vardı.

Daha uzaklarda, Ateş Ülkesi’nin
vahşi su şebekesinde,
yükseldiklerini gördüm, ah dik tüylü kurtlar,
o sefil sallarda
dilenmek için ekmeğini Okyanus’ta.

Her bir lifini öldürdüler
onların ıssız bölgelerinde,
ve yerli avcısı aldı
kelleler karşılığında o kirli banknotları
havanın efendilerinden, Antarktik’in,
karla kaplı yalnızlıklarının krallarından.

Bu cürümü ödeyenler oturuyorlar
bugün Parlamento’da, kayda geçiriyorlar
Başkanlık Sarayı’nın ofisleriyle evliliklerini,
yaşıyorlar Kardinallerin ve Genel Müdürlerin arasında,
fakat Güney’in efendilerinin
kesilmiş gırtlakları büyüyor çiçekler gibi.

Araukanya’da şimdiden yok edildi şarapla
mağrur kuş tüyü,
butikler tarafından mahvedildi,
avukatlar tarafından karartıldı
onların zengin soyguncularına hizmet ederken,
ve bu toprakta, ve yollarda öldürenler
silah atımlarıyla, savunusu
bizim kendi kıyılarımızın
göz kamaştıran gladyatörünün,
geldi ateş ederek ve pazarlık yaparak,
onlara Barışı Oluşturanlar denildi,
ve apoletleri çoğaldıkça çoğaldı onların.

İşte böyle kaybetti her şeyini o, göremeden bir zerresini,
işte böyle tamamlandı,
yerlinin göremediği, mirasından
dökülen: görmedi hiç bir savaş sancağını
bırakmadı ki ok vınlasın, yıkansın kanda,
fakat herkes emdikçe emdi onu azar azar,
resmi makamlar, yankesiciler, toprak sahipleri,
çaldılar onun imparatorsu uysallığını,
herkes hapsetti ağında ceketini onun,
ta ki sürene dek onu Amerika’nın en son
bataklığına kanayana dek son damlasına kadar.

Ve yeşil ovalardan, salınan yaprakların
sonsuz, saf göğünden,
ağır granit yapraklardan inşa edilen
o ölümsüz meskeninden
sürdüler onu harap olan kulübeye,
sefaletin çorak lağımına.
Göz kamaştıran çıplaklıktan,
o altın göğüsten, o soluk belden,
ya da onun derisinde bütün çiyi toparlayan
mineralsi süslerden,
sürdüler onu paçavra iplere,
hoyratça fırlattılar yıpranmış pantolonları ona,
ve havanın arasından böylelikle dolaştı
yamalanmış haşmeti bir zamanlar onun olan bu dünyada.

İşte böyle oluşturuldu bu ıstırap.

Bir hainin gelişi gibi görünmezce
oldu bunlar, kanser gibi fark edilmezce,
ta ki düşene dek, babamız,
ta ki ona bir hayalet olmayı öğretene dek onlar
ve açtıkları tek kapıdan gidene dek,
başka yoksulların kapısından, dövülmüş
bütün yoksulların bu dünyadaki kapısından.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yeraltından Çıkarılmış

Kont Villamediana’ya adanmıştır



Toprak ıslak gözkapaklarıyla doluyken
küle dönüşür ve katılaşır, kalburlanmış hava,
ve o kuru kemikler ve sular,
kuyular, metaller,
nihayet verirken enkaza dönmüş ölülerini,
kendime bir kulak isterim, bir göz,
yaralı ve emekleyen bir yürek,
çok zaman önce yok olup yatan
yalnız bir bedende saplanmış bir bıçakla delinmiş,
bir çift el isterim kendime, tırnağın bilgisini,
dehşetten ve ölen gelinciklerden bir ağız,
görmek isterim, nasıldır sallanmış damarlarıyla
boğuk sesli bir ağacın ayağa kalkışı
yararsız tozdan, en acı topraktan isterim,
kükürdün ve firuzenin ve kızıl dalgaların
ve suskun kömürün çevrintisi arasından,
görmek isterim bir etin kemiklerinden uyandığını
alazlarla uluyarak,
ve bir şeyi ararken garip bir kokunun geçip gittiğini,
ve toprakla körleşmiş bir görüntünün
koştuğunu iki koyu gözün ardından,
ve bir kulak, ansızın, hiddetli bir istiridye gibi,
çılgın ve sınırsız,
doğrulur gök gürültüsüne doğru,
ve temiz bir dokunuş, batmış tuzların arasında,
ansızın gelir ve okşar memeleri ve zambakları.

Ey ölülerin günü! Ey ölü başağın uzanıp
şimşekten kokusunu döndüğü mesafe,
ey bir yuva ve bir kuş ve bir yanak
ve bir kılıç sunan derin dehlizler,
her şey o karmakarışık düzensizlikte öğütüldü,
o umutsuz çürümüşlük,
her şey beslendi o kuru uçurumda
arasında o sert toprağın dişleri arasında.
Ve geri döner geriye onlar:
kendi yumuşak kuşunun tüyü,
kuşağına ay, biçimine rayiha,
ve güllerin arasında yeraltından çıkarılmış,
taşlaşmış yosunlarla dolu adam,
ve deliklerine gözleri onun.

Çıplaktır o,
elbiseleri görünmüyor tozda
ve ezilmiş zırhı düşmüş cehennemin dibine,
ve sakalı sonbaharda hava gibi büyümüş,
ve yanarak özler elmaları ısırmayı.

Dizlerinden ve omuzlarından dalgalanır
unutuşun yamaları, çözülür toprak,
kırık camdan ve alüminyumdan bölgeler,
kekre cesetten kavkılar,
demire dönüşmüş su torbaları:
ve korkunç ağızlardan gruplar
yayılmışlar ve mavi,
ve hüzünlü mercandan dallar
örer yeşil başı için bir çelengi,
ve üzünçlü ölü bitkiler
ve gecesel sınırlar kuşatır onu,
ve onda uyur daha yarı açık güvercinler
yeraltı çimentosu gözleriyle.

Tatlı kont, siste,
ey madenlerde yenilerde uyanmış,
ey yenilerde ırmaksız sulardan kurumuş,
ey yenilerde örümcekler olmaksızın!

Dakikalar gıcırdar senin filizlenen ayaklarında,
öldürülmüş cinsiyetin doğrulur,
ve kaldırırsın elini
köpüğün hâlâ yaşayan gizine doğru.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yeniden Selâmlayacağım Güneşi

Yeniden selâmlayacağım güneşi
bende akan su çağıltısını
düşüncelerim olan bulutları
benimle birlikte kurak mevsimlerin
acı dolu gelişimini yaşayan kavakları
ve bana tarlaların gece kokusunu
armağan eden
karga sürülerini.
Bir aynada yaşayan
annemi selâmlayacağım
ki yaşlılığımın resmiydi

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yeniden Doğmuş

Yağmur yağıyor. Yağmur, yağmur! diye haykırıyor bir köy
sevinç içinde ve doğuyor, atılıyor ileri ekin ekmek için,
hâlâ salıntısı içinde açlığın, ak gün-ışığı sağ gözünde,
solunda kara gölge,
ayrılmış ve toplanmış
bir köy, çuvallardan ve hurma-ağacı yapraklarından bir alay,
toprak renkli, emekleyen, nihayet tutunmuş su-birinkitilerine
tanrı yumurtalarının.

Teşekkürler Sizlere, tanrılar: Yağmur yağıyor.

Sabrı öğretin bizlere, tanrılar, kolay kırılır ekin sapı
hastalıklı başaklar üretir, bir günde dönüşmez tahıl yiyeceğe.
Kardeşim tahta bir maşrapa çalmıştı,
ıslatarak fırlatıyor dayı tartıya pamuğu:
bir kilo daha!

Ve kim tükürmez ki ağanın arabasına?
Annem lânet yağdırıyor babama ve tüccara
romatizmaya ve borçlarına, babam anneme
çaydaki sinekler yüzünden. Diyorlar ki, sarhoş olduğunda
temizlikçi adam yiyiyormuş kendiliğinden ölmüş davarların etini
kunduracı loncasında. Sütçünün kızı
yabancılarla yatmış, ama parıldıyor uykumun derininde boynu,
beli, ayakları, büyüleyen şıngırtılı halhalları.

Teşekkürler Sizlere, tanrılar: Yağmur yağıyor.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:34 PM
Yeni Zalimler

Yeniden yaygınlaşıyor insan avı
bugün Brezilya'da,
köle tacirlerinin soğuk açgözlülüğü
evinde hissediyor kendini orada:
Wall Street'de emrettiler
domuzsu uydularına
dişlerinizi geçirin
halkın yaralarına diye,
ve sonra başladı av

Şili'de, Brezilya'da,
tüccarların ve cellatların yerle bir ettiği
Amerika'mızda.

Geçeceğim yolu sakladı halkım,
elleriyle örttü şiirlerimi,
kurtardı beni ölümden,
ve Prestes'in bir kez daha
gaddarlara vurduğu Brezilya'da
yolu kapatıyor
halkın sayısız kapısı.

Brezilya, keşke saklasaydın
senin üzüntüye değer liderini,
Brezilya, keşke sen yarın
O'nun anısı adına toplamak zorunda kalmasaydın
her bir lifi yapmak için O'nun resmini
yükseltmek için o sert kayada
dışında yüreğinin ortasının
bıraksaydın da sürseydi
hâlâ ulaşabileceğin özgürlüğün keyfini
ey Brezilya.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:35 PM
Yeni Efendiler

İşte böyle durdu zaman sarnıçlarda.

İnsan, zorlanmış ıssız
tuzaklarda, kalenin taşı ardında,
kürsü-mürekkebiyle, dolduruldu
ıssız bırakılmış, Amerika'ya özgü kent ağızlarla.

Her şey barış ve uyumken,
hastahane ve krallık sömürgesi iken, Arellano,
Rojes, Tapia, Castillo, Nunez, Perez,
Rosales, Lopez, Yorquera, Bermadez,
Kastilyalı son askerler,
yaşlandı mahkeme-kürsüsü ardında,
varakların altında battı ölüler,
bitleriyle gömülüp gittiler
kralsı hazine-odalarının düşlerinde
gerildikleri yere, tek tehlikeyken
sıçan kana susamış
ülkeler için,
çuvallar ortaya çıktığında Bask'lı,
bağcıklı ayakkaplarıyla Errazuriz,
Fernandez Larrain balmumu ışığını satmak için,
yünlü fanilasıyla Aldunate,
çorap kralı Eyzaguirre.

Bunların hepsi aç insanlar olarak geldi,
kaçak olarak jandarmadan ve hayatın sillesinden.
Ama çok geçmeden, gömlek değiştirircesine
kovaladılar kâşifi
ve attılar temelini
sömürge-ticaretinin zaptedilişinin.
O zamandan beri uğraştılar gururla,
satın aldılardı karaborsada.
Çaldılar kendileri için
mülkleri, kırbaçları, köleleri,
sorulu-yanıtlı din kitaplarını, dış ülke komiserliklerini,
sadaka kutularını, gecekonduları, kerhaneleri,
ve bütün bunlara kutsal dediler
batı kültürü dediler.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:35 PM
Yeni Bayraklar Altında Birleşme


Kim yalan söyledi? Zambağın sapı
kırık, karanlık, esrarlı,
yaralarla dolu ve mat ışıltılı!
Her şey, düzgü dalgadan dalgaya dalgaya,
kehribarın özensiz mezarı
ve başağın sert damlaları!
Bunda destekledim yüreğimi, dinledim
üzünçlü tuzun hepsini: *******i
gittim ve kökler saldım:
inceledim toprağın acılığını:
benim için her şey gece ve yıldırımdı:
saklı balmumu doldurdu kafamı
ve savurdu küllerimi yoluma.

Ve kimin için aramadım ki bu soğuk nabzı,
bir ölüm için olmasa da?
Ve hangi aleti yitirmedim ki
kimsenin beni duymadığı o korunmasız karanlıkta?
Hayır,
zamanı gelmişti, kaçış,
kan gölgeleri,
yıldız buzu, çekil geri insan adımları yaklaşırken
ve al o siyah gölgeyi ayaklarımdan!

İnsanlarınki gibi aynı yaralı eli taşırım,
kaldırırım o kırmızı kadehleri
ve aynı yabanıl şaşırmayı barındırırım:
ve bir gün
insan düşlerinden titreyen
uçan yulaflar geldi
benim yırtıcı geceme,
birleştirebileyim diye kurt adımlarımı
insan adımlarıyla.
Ve böylece birleşti,
belimde güçlüce, kaçış aramam
gözyaşının boşluğunda: işaretlerim
arının kökünü: harika ekmek
insan oğluna: gizemde hazırlar mavi kendini
nihayet kandan uzakta olan tahıla bakmaya.
Nerede senin güldeki yerin?
Nerede senin yıldızlardan göz kapağın?
Unuttun mu bu terli parmakların
kum için çılgın özlemini?
Huzurla dol, kasvetli güneş,
huzurla dol, kör alın,
yollarda yanan yer var senin için,
sana bakan gizemsiz taşlar var,
deli yıldızlı bir hapishane sessizliği var,
çıplak, kaba saba, düşüncede cehennemsi.

Gözyaşına karşı ortak cephe!
Zamanı geldi
toprağın ve rayihanın, bak o korkunç tuzdan
yeni ortaya çıkmış bu yüze,
bak gülümseyen o acı ağza,
kararlı, altın renkli ve çağıldayan çiçeğiyle
seni selâmlayan o yeni yüreğe bak.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:35 PM
Yayılmış Savaş

Topraktan ve okyanuslardan, kentlerden,
gemilerden ve kitaplardan tanıyorsunuz öyküyü
orda geri çeviren ülkeden
evini arayan bir taş gibi
doldurdu zamanın derinliği
mavi bir taç-yaprağıyla.
Üçyüz yıl boyunca savaştı
kendi savaşçı soyu,
üçyüz yıldır doldurdu Araukanya'nın
kıvılcımı kralsı boşlukları
külle.
Üçyüz yıldır yere çakıldı kumandanın
yaralanmış gömlekleri toprağa,
üçyüz yıldır ıssızlaştı
sabanlar ve balpetekleri,
üçyüz yıldır gözden düştü
her bir kâşifin adı,
derisini yırttılar üçyüz yıldır
saldırmak isteyen kartalların,
üçyüz yıl gömdü toprağa
okyanusun ağzı gibi
damları ve kemikleri, zırhları,
kuleleri ve altın ünvanları.
Süslenmiş gitarların
kızgın izlerine
geldi atların bir dörtnalası
ve küllerden bir fırtına.
Katı toprağa geri döndü
gemiler, doğurdu buğdayı
İspanyol gözler büyüdü
yağmurun ülkesinde,
ne ki Arauco çökertti kiremit çatıları,
ezdi taşları, yıktı duvarları
ve şarap-çubuklarını,
arzuları ve giysileri.
Bak, nasıl da çakılıyor toprağa,
nefretin hırçın oğulları,
Villagras, Mendozas, Reinosos,
Reyes, Morales, Alderetes
toplaştılar buz-soğuğu Amerika'nın
beyaz tabanına.
Ve kralsı zamanın gecesinde
düştü İmperial, düştü Santiago,
düştü Villarica karda,
katlandı Valdivia ırmağı,
ta Bio Bio'ya kadar,
durakladı ırmak-ülke
kanın yüzyılı karşısında
ve kurdu özgürlüğü
kanayan toprakta.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:35 PM
Yaya

Yürüyordu kalabalığın arasında
Sebastó bulvarında
düşünerek bir şeyler.
Kırmızı ışık durdurdu O’nu.
Baktı yukarı:
üzerinde
boz damların, gümüş
bir balık uçuyordu
kahverengi kuşların arasında.
Yeşil ışık yandı.
Caddeyi geçerken merak etti
ne düşünmekte olduğunu.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:35 PM
Yavaş Yavaş Çözüleceğim

(...)
milyarlarca yaşayanlar,
güzelim bir sabah uyanacaklar
hayatlarındaki her günkü gibi
giysi altındaki sıcaklık...nemli
ilk terden...Mutlu - onlar -
mutlu! Onlar, mutlu sadece!

Yalnızca doğmamış olan yaşar!
Yaşar, yaşadığı sürece, ve her şey onun olmalıdır,-
Onundur, onun!

Orada duracağım
(...)
deniz boyunca
- hayatın yeniden başladığı yerde.
Yapyalnız, ya da handiyse öylece, o eski sahilde,
eski kültürlerin kalıntıları
arasında
Ravenna
Ostia ya da Bombay’da hepsi bir nasılsa.

(...)
Yavaş yavaş çözüleceğim
denizden gelen kesici ışıkta,
unutulmuş bir şair ve yurttaş olarak.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:35 PM
Yavaş Ağıt

Yüreğin gecesinde
kımıldayan ve düşen
ve çatlayan ve sessizlikte suyunu akıtan
adının yavaş damlası.

Hafif yarasını özler bir şey
ve kısa, sınırsız kadirşinaslığını,
birden işitilen
yitik bir varlığın adımları gibi.

Ansızın, ansızın hissedilir
ve yayılır yürekte
hüzünlü bir çabayla ve büyüyüşle
soğuk bir sonbahar düşü gibi.

Toprağın kalın tekeri takar jantı,
ıslanmış unutuşla, devinimde
ve kesiyor zamanı
ulaşılmaz yarı parçasında.

Soğuk toprağın üzerine dökülen
ruhlarını örtüyor sert kupaları
zavallı mavi kıvılcımlarıyla
uçarak yağmurun sesinde.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yaşayacağım (1949)

Ölmeyi düşünmüyorum. Çıkıyorum şimdi dışarı
volkanlarla dolu bu günde,
kitlelere gidiyorum, hayata.
Düzene koydum bütün işlerimi,
bugün dolanırken haydutlar kucaklarında
'batı kültürü' ile,
İspanya'da ölüm kusan elleriyle
ve salınırken Atina'daki darağaçları ile
Şili'yi yöneten alçak.
Ve işte bütün takım taklavat!
Burada kalıyorum
sözcüklerle ve halkla ve beni yeniden
bekleyen yollarla ki yıldız ışığı ellerle
çekiçliyorlar kapımı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yaşanmamış Günlerin Günlükleri'nden

Cuma günü:

Yaşadığım yön bulamama duygusu, bendeki kadınsı yönlerin arttığını düşündürttü bana. (Kadınlar, beyinlerinin daha çok sol yarı kürelerini kullanırlar. Oysa, yön bulma duyuları daha çok beynin sağ yarı küresine bağlı olan bir duyudur; ki erkekler beynin sağ yarı küresini daha fazla kullanırlar. Bu yüzden, haritada bir yeri bulma konusunda, ya da kuzey/güney – doğu/batı gibi yön duyguları konusunda erkekler kadınlardan çok daha fazla yetkindirler) .

Bugün de arabam bozuk olduğu için, gitmem gereken yere otobüs ve trenle gittim. Tabii, çantama da Kopenhag Büyük Bölgesi’ni sokak sokak gösteren harita-kitapçığı alarak. Sonra, arabayla normal koşullarda 20 dakika sürecek yere, nasıl olup da 2 saat gibi bir zamanda yetişemedim, hayretler içinde kaldım. Üstüne üstlük tamı tamına 41 dakika geç kaldım yetişmem gereken yere.

İnmem gereken istasyonda indim. Sonra, gitmem gereken yere, yürüyerek hayli hayli yetişebileceğimi düşündüm. Çünkü yetişmem için tam 35 dakikam vardı. Hatta, bir ara “bir yerlerde bir şeyler atıştırsam mı” diye de düşünmüştüm yol boyunca. Sonra, gitmem gereken istikamette ilerledikçe, aslında yürümem gereken yerin, 6 ya da 7 kilometre kadar bir mesafe olduğu sonucuna vardım. Tabii daha önce o yollardan arabayla geçtiğim için, yol o kadar uzun gelmemişti bana. Şimdi, öyle bir durumdaydım ki, ne bir otobüs bulabiliyordum ne de bir taksi gitmem gereken yere beni bir an götürebilecek. Sonra, Kopenhag Büyük Bölgesi’ni sokak sokak gösteren harita-kitapçığa baktım, ve gideceğim yere beni götürebilecek “kestirme” bir yol olduğu vargısına ulaştım. Bir ormanın kenarından geçerek, arkadan dolaşacak ve bir güreşçi gibi “2 puan alacak” ve de varmam gereken yere sadece 8 dakika gecikmeyle varmış olacaktım. Oysa, “kazın öteği ayağı” öyle değildi. Ormanın bittiği noktadan sonra, labirentlerden oluşan bir mahalle başlıyordu. Ulaşmam gereken yerin mavi bir kulesi vardı. O kuleyi, çıkmaz sokaklarda görebiliyordum. Nedir ki, oraya varabilmem mümkün değildi. Bahçeli evlerin bahçelerinden aşarak oraya varmayı düşündüm. Sonra, beni belki de evlerini soymaya gelmiş bir hırsız zannedebileceklerinden ürküntü duyarak, böylesi bir şeyi yapmaktan vazgeçtim. (Hem, bahçeli evlerin bahçeleri bitişikti. Belki 10 tane belki de daha fazla bahçeyi aşmam gerekiyordu) . Hangi sokağa baksam, çıkmaz bir sokaktı. İşte o zaman, çocukluğumdan hatırladığım bir Zülfü Livaneli şarkısı geçti içimden: “Düştüm bir ormana / Yol belli değil”. Orman neyse neydi de, bu çıkmaz sokaklar daha berbattı. Sonra, geri dönüş yoluna gelebildim. Artık kestirme yollar olabileceğini düşünemiyordum bile. Ne ki gene de, Kopenhag Büyük Bölgesi’ni sokak sokak gösteren harita-kitapçığa bakarak, bir kestirme yol olduğunu bu kez büyük bir kesinlikle söyleyebildim kendi kendime. Sonra, haksız çıkmadım tabii. Nedir ki labirentlerden oluşan bu bölgesinde kentin, kestirme yol aslında kestirme olmaktan uzaktı. Kestirme sanılan yol, aslında, normal yolla aynı uzunluğa eş değerdi. Ortada sadece bir yanılsama söz konusuydu. Tıpkı, labirentte burnu peynir kokusu alarak ilerleyen bir fare gibi duyumsadım kendimi. Sonra, 41 dakika gecikmeyle, yetiştim canhıraş bir halde 1 buçuk saat sürecek olan toplantıda tercümanlık yapmaya.

Sanıyorum, tercümanlık yaptığım müddetçe, kadınlarda gelişkin olan beynin sol yarı küresi, (ki bu aynı zamanda bir insanın kaç dili hangi ölçüde konuşabildiğini de belirleyebilen beynin yarı küresidir) , benim özelimde, beynimin sağ yarı küresini güdük bırakmaya başladı gibi. Yani beynimin kadınsı bölümü, erkeksi bölümümden baskın çıkmaya başladı gibi. (Bu durumun tabii ki, homoseksüelleşmekle ilgisi bulunmuyor) .



Cumartesi günü:

'Bugün yazmayacağım' diye yazarken de, aslında yazmış oluyor insan.


Pazar günü:

Arabam onarıldı. Ateşlemeyi sağlayan borular (ki benzinli arabalarda bunlara buji deniliyor) yandığı için, arabayı çalıştırabilmek mümkün olamamış. (Türkçe araba yedek parçalarının adlarını çoğunlukla bilmiyorum. Sanıyorum ki, Türkçe araba tamirciliği jargonunda bu ateşleme borularına “havuç” deniliyor. Ben de buradan yola çıkarak 75 beygir gücündeki arabamı harekete geçirecek “havuç” olmadığı için, arabam hareket etmiyordu, diye bir sonuca varıyorum. Arabamın içindeki hayvan demek ki aç kalmıştı ve bu yüzden de arabalıktan çıkmıştı) . Tahmin ettiğim gibi aküden kaynaklanan sorunlar değildi. (Eee, doğal olarak, akü de, ateşleme sağlanmadığı için, biraz sonra boşalıyordu. Hangi akü çeker bu kadar nazı?) . Bu arada arabanın mazot filtresi, hava filtresi ve ventilatör kayışı da değiştirildi. Şimdilik sorun yok gibi. 4 saat kadar sonra, deneme amacıyla arabayı tekrar çalıştıracağım. Sonra, uyumadan önce de deneyeceğim. Eğer sorun çıkarmadan çalışırsa, böylelikle rahatlıkla başımı yastığa koyup, uyuyabileceğim. (Bu durumda, arabanın yarın sabah işe giderken çalışabileceğinden biraz da olsa emin olabileceğim) .

Ahlâk duvarları çekmeni anlıyor içimdeki hayvan ve beynimdeki insan. Ama, ben içimdeki hayvanı açlıktan ölecek bir durumda mahrum bırakamayacak kadar insanım; içimdeki hayvanın tümüyle beynimdeki insan üzerindeki denetimi almasına izin vermeyecek/veremeyecek kadar insanım. Garip bir denge sorunu, insanın ne kadar insanlaşabildiğini belirleyebilmesi. Sanıldığı gibi, insanın içindeki hayvanı ezmesi, daha fazla insanlaşabilmesine yol açmıyor. Aksine, insanlıktan çıkmasına neden olabiliyor. (Kimsenin canı istedi diye “Tecavüzcü Coşkun” olduğunu sanmıyorum) . Osmanlı Medeni Hukuku “Mecelle”de şöyle bir şey yer alıyor: “Sıkışırsa, genleşir”. Evet, çok fazla da sıkmamak gerekiyor içimizdeki hayvanı. Yoksa, saldırganlaşabilir.



Pazartesi günü:

Babaannem bana genellikle 'İsmail ko' diye seslenirdi. (Kürtçe İsmail'ciğim böyle deniyor işte. Kimbilir belki de bana böyle seslenirsin zamanla sen de) .

İsmail adının Kürtçe karşılığı Sımme'dir. Tıpkı, Muhammed adının Türkçe karşılığının Mehemmed ve giderek Mehmet olduğu gibi. Antakya'da 2 amcam ve bizim toplu olarak oturduğumuz 3 bölmeli evin bize ait olan bölmesindeki avluda, kalbi delik olarak doğmuş kardeşim Cemal'in tedavisi için Ankara'ya gitmiş annem ve babamın yokluğunda, gökyüzündeki yıldızların üzerimize üzerimize hücum ettiğini sandığım bir akşam, babaannemin saçlarımı okşarken söylediği 'Sım ko' da, 'İsmail ko' anlamına geliyor bu yüzden. (Sonra, öldü Cemal. Ben O'na 'Sisi' derdim. Bir anlamı yoktu 'Sisi' sözcüğünün. Kim bilir, belki de bir anlamı vardı. Belki de 'Sisi' henüz keşfedilmemiş bir dilde 'Canım Kardeşim. N'olursun ölme. Ben seni çok seviyorum. Bak ölmezsen, sana şekerlerimin yarısını vereceğim. Çarşıda sana künefe de ısmarlayacağım' anlamına geliyordur) .

Kızının hasta olmasına üzüldüm. Dilerim tezcek iyileşir o mavi gözlü melek. (Çocukken ben çok sık hastalanırdım. Aslında hastalanmazdım. Hasta gibi görünürdüm. Çünkü, hasta gibi görünmek, şefkat görmek için başvurulması gereken bir yöntem idi. Şefkat göremeyeceğimi anladığımdan beri, hiç hastalanmadım ben. Ah, 'kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda') .



Salı günü:

Dün, benim kızım bir şiir söyledi. Bunun şiir olduğunun farkında mıydı değil miydi, bilemeyeceğim. Söylediği şiir şöyleydi: 'Baba, karnım ağrıyor. Çünkü seni yeterince öpmedim bugün'. (Kızımın ilk şiiri galiba. Daha önce, şiir söyledi de ben mi farkına varmadım acaba?)


Çarşamba günü:

Şimdi gecedir. Ve şimdi gene sana yazma zamanıdır. Giderek kendimi “Dr. Jeckyl ve Mr. Hyde” gibi duyumsuyorum. *******i şair yönü canavarca ortaya çıkan bir yaratık olarak algılamaya başladım artık kendimi. Yazdıklarım canavarca şeyler mi diye bir soru sormak da yerli yerinde olabilir belki. Ya da yaşadıklarım belki de? Yaşamak ve yazmak. (Aralarında zaman zaman fark bulamıyorum) .

Rilke “Genç Bir Şaire Mektuplar” adlı kitabında “Eğer bir gün dahi yazmadan durabilirim diyorsan, bu durumda şair değilsindir” yönlü bir şeyler söylüyordu. (Evet, gene belleğimde kaldığı kadarıyla yazdım. Kitaplarım, tavan arasında istiflenmiş duruyor. Elimi uzatıp alacağım mesafede değiller. İstersem tavan arasındaki o 2 odacığa gidip, gereken kitapları alabilirim. Ama...) O kadar çok günüm oldu ki benim hayatımda yazmadan geçirdiğim. O kadar çok günüm oldu ki benim şiirin çok uzağına düştüğüm. O kadar çok günüm oldu ki benim, o kadar çok gecem. Rilke’nin yazdığı ölçüt eğer geçerliyse, bu durumda bir şair değilim ben.



Perşembe günü:

Kasım ayı bitmek üzere. Biraz daha (çok değil, sadece 6 gün) sıkmam gerek dişlerimi. En nefret ettiğim ay Kasım ayı, neredeyse bitmek üzere. Henrik Nordbrandt adlı Danimarka’lı bir şair “15 ay var bir yılda” dedikten sonra, ayları Aralık ayından itibaren sıralamıştı bir dörtlüğünde. Son olarak Kasım ayına gelindiğinde ise, Kasım ayı, tam 4 defa yazılmıştı şiirin sonunda. Belki de sadece, bu Kuzey kentinde (ki “akşam erken iniyor” buraya ve diğer mahpushanelere) , hayatın ne kadar kasvetli olduğunu duyumsatan bu netameli atmosfer altında, Kasım ayı, sanki 4 ay uzunluğunda gibi yaşanabiliyor. Belki de Kasım ayında yanlış olan, eksik olan ya da fazla olan bir şey yoktur. Belki temel sorun Kasım ayının yaşandığı yer ve mekân sorununda düğümleniyordur. (Prag’ı gördükten sonra, daha iyi anladım Kafka’nın neden o kadar kasvetli romanlar yazdığını. Prag’da insan o kentin güzelliği ve büyülü doğası içerisinde küçücük hissediyor kendisini. Şehir büyüdükçe, insan küçülüyor. İnsan küçüldükçe, yalnızlık büyüyor. Yalnızlık büyüdükçe, gökyüzü daralıyor) .

Bazen kendimi “Körleşme” romanındaki Kien gibi duyumsuyorum. Kitapları arasında mesut yaşarken, kitaplarıyla yaşadığı hayat elinden alınmış Kien gibi. Sonum, bir yangın mı olur, bir tufan mı? Bilinmez.


Cuma günü:

Seni hiç görmedim uyurken, düşümde. Ama uyumaz iken kurduğum düşlerimde var senin yerin. Ellerin, o ağlamaklı duruşun. Sonra, seni öperken bana karşı koyan, ama aslında “daha çok öp beni, daha çok öp beni” demek isteyen, nedense cesaret bulamadığı için bunları söyleyemeyen dudakların. (Hayır, “beni önce öp, sonra doğur beni” bâbına değil bu öpücükler. Adındaki bir “y” harfini attığını gene bir şiirle duyuran, Türkçe yazan o Kürt şairin dizeleri hatırına da değil. 1989 yılı Mayıs ayı başlarında, Kadıköy’den Eminönü’ne giden bir vapurda görmüştüm o şairi. Nedense, yanına gidip söyleyememiştim: Biz de “Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına / Bir cıgara atmışsak denize / Sabaha kadar yandı durdu”) . Hayır, ne denize atılan cıgaralar adına, ne de doğurtan öpücükler adına. Henüz yazılmamış dizeler adına dudaklarına kondurduğum öpüş kuşlarım. İşte bütün bunlar süslüyor gündüz kurduğum düşleri. Sonra, sesin gelip konuyor o düş ağacımın tacına. Sonra, senin sesinle benim sesimin birbirine sarmalanması dolduruyor düşlerimi. Bir dna-sarmalı gibi mükemmelcesine dolanıyor sözcüklerimizin sarmaşıkları. Yazdıklarımla yazdıklarının tango yapan bir çift gibi kıvrılması, alıyor sonra düşlerimdeki resmi olmayan geçitteki yerlerini.


Cumartesi günü:

Bugün, ben de sesini duymak istedim senin. Bir ara telefonla aramayı da düşündüm seni. Sonra, vazgeçtim. Sesini özleme isteği, sesini duyma isteğine oranla baskın çıktı. Özleme isteğinin, gerçekleştirme isteğine baskın çıkması, karasevda denilen olguya işarettir. (Tıpkı, Derviş’in birinin bir kapının önünde durup, adamın birinden sevdiğini istemesi gibi. Adamın, “tamam verdim gitti kızımı sana” demesi üzerine, Derviş “yok” der, “ben sevdiğimi isterim; sevdiğimi bulmam gerek” der, ve Derviş yola revan yeniden) .


Pazar günü:

Bilge biri “yolculuk varmaktan yeğdir” demiş. (D.H.Lawrence aktarıyordu denemelerinin birinde. “Anka Kuşu”nda okumuştum) . Seninle çıktığımız yolculuk, sürsün hep. Sen, hep yanımda ol. Seninle belki de hiç varamayacağımız İthaki’yi arayalım birlikte. Sen, beni “çocukken yaban domuzunun bacağımda açtığı yarayla” tanıdın zaten. Çocukluktaki yaralarımız, kimlik belgelerimiz gibi.

Gel, sevgili. Gel, seninle “yanık yüzlülerin ülkesi”ne gidelim beraber. Gel, sevgili. Kulaklarımıza “balmumundan tıkaçlar” takınmadan gidelim seninle. İthaki’ye.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yaşama Uğraşı

Böyle nereye gider eli silahlı adamlar
Sınır boylarında
Ve kadınların gözleri hep yaşlı
Boydan boya bir mayın tarlasıdır dünya
Ve yürekler korku dolu hep

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yarım Kalmış Bir Aşkın Mektupları

(Sondan 6.mektup)

Sana yazarken, belleğimde kalmış küçük detaylar canlanıyor nedense. Neredeyse, Marcel Proust'un 'Geçmiş Zaman İzinde' ırmak-romanındaki o küçücük detayları andıran detaylar üşüşüyor beynimin kıvrımlarına ve parmaklarımın uçlarına. Çocukluğumda kalmış salçalık acı biberlerin kokuları, Antakya Çarşıları'nın o serin gölgelikleri, çocukluğumda öğrendiğim Arapça küfürler (komşularımızın hemen hepsi Arap'tı) , sonra Antakya'nın ortasından geçen Asi Nehri üzerindeki köprüden geçerken köprünün kenarındaki demir korkulukların arasından aşağıya düşme korkusu. Ürkerdim hep o köprüden geçerken. Ürkümü belli etmemeye de özen gösterirdim. Sonra, ne derlerdi? 'Çocuk korkuyor. Daha büyüyememiş bu çocuk! ' derlerdi. Bu yılın Haziran ayında Antakya'ya gitmiştim. Ne kadar da yersiz imiş meğer o korkum. Çocukluk işte! ... İşte bütün bunları düşündürtüyorsun bana, sana yazarken. Bir yerde günlük tutmak gibi bir şey oluyor sana yazmak. Bana göre en yetkin romanlardan biri olan 'Körleşme'nin yazarı Elias Canetti, 'eğer günlük tutmasaydım, asla yazar olamazdım' diyordu bir yerde. Bana her gün yazdırdığın için, teşekkürler.

Düşündüm de... Acaba dedim kendi kendime, yoksa boynunu uzun uzun öperken, boynunu ısırdım da, bu diş izleri neyin nesidir diye bir soruya mı maruz kaldın diye. Umarım öyle bir şey yapmamışımdır. (Belki de yapmışımdır, kim bilir? Belki de vampirlik henüz keşfetmediğim, güdük kalmış yanlarımdan biridir) .

'İki bayram arası düğün olmaz' derler, belki doğrudur; ama iki tercümanlık arasında iletişim olur. 1 buçuk saat sonraki tercümanlığım öncesi, sana zaman ayırıp yazmak istedim tekrar.Yarım saat ulaşım için ayırsam, hemen hemen 50 dakikam var sayılır. Kızımın odasını topladığım için ve ayrıca biraz sonra da salonu toplayacağım için, umduğum kadar uzun olmasa bile bu yazıt, gene de hiç yazmamaktan daha iyidir. (Kaç kez 'bu son! Bir daha bu kıza oyuncak almayacağım! ' demiş olsam da, gene de dayanamayıp oyuncak alıyorum kızıma. Odanın hali, her zaman dağınık. Odasında yürürken, 1 santimetrekarelik boş bir yer bulana aşkolsun) .

Biyolojik babam, ben küçükken beni ara sıra, kendisiyle birlikte iş seyahatlerine götürürdü. O zamanlar, büyük amcam ile ortak oldukları bir dükkan vardı. Antep'ten halı almaya gittiği bir sefer, beni de götürmüştü. Sanıyorum 5 yaş civarındaydım. Antep-Antakya arası çalışan bir minibüste, şapırdata şapırdata elma yediğimi hatırlıyorum. Yaşlı bir adamın, bana hayranlıkla bakarak, 'Çocuğa bak! Ne de iştahla yiyor elmayı! Ben küçükken, babamın bana elma alacak parası yoktu. Şimdi benim kamyon dolusu elma alacak param var, ama elma yiyecek dişlerim yok! ' demesini hatırlıyorum. Evet, işte böyle, dişlerimiz varken elma yemeye çalışalım bence. Yoksa yarın öbür gün dişsiz kaldığımız zaman, elmalara özlemle bakmak fazla da faydalı bir şey olmasa gerek.

O seyahatin hemen akabindeydi herhalde, nedenini hatırlayamıyorum, biyolojik babam beni bir odun parçasıyla evire çevire dövmüştü. O zamana kadar sevdiğim biyolojik babamdan, artık korkuyor olmuştum. Sevginin yerine korku ikâme edilmişti. Ve artık biyolojik babamdan korkmayacak yaşa geldiğim zaman, amansız bir nefret gelip yerleşti her şeyin üzerine. Yaşımın ve yüreğimin giderek olgunlaştığını düşündüğüm 1995 yılından bu yana ise, O'na yalnızca acıyorum aslında. 'Zavallı adam! ' diyorum. 'Zavallı adam! Çocuklarına kedi köpeğin yaptığı babalık kadar bir babalığı dahi yapmaktan aciz adam' diyorum biyolojik babam hakkında.

Seni değil belki, ama sana yazmayı özlüyorum. Bulabildiğim en küçük zaman kırıntısında, gene yazacağım sana.

Seni öpüyorum. Sonra saçının kokusunu doyasıya dolduruyorum ciğerlerime.



(Sondan 5. mektup)

“telefon numaramı en kısa sürede vereceğim...ama bir şartla bir daha omzumu filan öpmeyeceksin..” diye yazıyorsun. Omzunu öptüğümün farkında değildim. Hay Allah! Ben yalnızca senin boynunu uzun uzun öpüyordum halbuki. Yoksa, farkında olmadan omuzlarını da mı öpmeye başladım? ... Yoksa omuzlarından aşağılara uzanarak, oradan da... (Hani uyurgezerler olur ya, uykudayken gezerler. Yoksa ben de uyku benzeri bir halde yazarken,... Yoksa...) Tövbe tövbe. Fesupanallah!

Sözcüklerim sözcüklerinin boynunu uzun uzun öperken, sözcüklerimi yazan kişi olarak sözcüklerini yazan senin boynunu uzun uzun öpmemin bir sakıncasını göremiyorum. İçimin içindeki ses, senin içinin içindeki sesin boynunu uzun uzun öperken, senin boynunu öpmemin “ayıp” bir tarafını da görmekte güçlük çekiyorum.

Öpüşmenin “ayıp”lanacak / “ayıp”sanacak bir yönü bulunmuyor bana göre. (Kızım haklı galiba. Ben de yeterince öpmediğim günler, karnımın ağrıdığını hissediyorum) .

Yazdıklarım “ayıp” ötesi şeyler. “Ayıp” kavramını aşmaya yönelik şeyler. [Bu bağlamda seksi nasıl algıladığımı da biraz izah etmeye çalışayım. Bana göre seks dünyadaki en doğal şeyler listesinde belki de ilk sırada yer alan bir olgudur. Ahmed Arif’in dizeleriyle: “Dostuna yarasını gösterir gibi” / “bir salkım söğüde su verir gibi”dir bir kadının bir erkeğe kendini vermesi ya da bir erkeğin kendini bir kadına vermesi. (Tabii, hetero bir erkek olduğum için bu açıdan yazdım. Mutlaka, homoseksüeller için de bu yazılanlar geçerlidir) . Seninle olan iletişimim çerçevesinde bütünüyle doğal davrandığım için, sana içimin içini açtığım için, bu tür şeyler yazmamın da oldukça doğal olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, birbirimize yazdığımız şeylerin mahrem kategorisine girdiği de göz önünde bulundurulursa, zaten çoktandır birbirimize karşı “ayıp” ötesi bir konumlanış içerisinde bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. İşte bu noktada, telefon numaranı vermen için “şart” koşmanı anlamakta güçlük çekiyorum) .

Woody Allen’in bir filminde geçiyordu. Birbirleriyle ilk kez karşılaşılan bir randevu sırasında, “merhaba”dan ve karşılıklı takdimden sonra, erkek kadına “haydi öpüşelim” demişti. Şaşkın bir yüz ifadesini gören erkek, “daha sonrasını kolaylaştırmak için” yönlü bir şeyler söylemişti kadına. Ve sonra öpüşmüşlerdi. İşte o öpücük, aradaki bütün resmiyeti bir anda yıkmış ve birlikteliğin seyri de oldukça doğallaşmış idi. Belki seninle ilk karşılaştığımızda, “haydi öpüşelim” yerine “haydi sevişelim” demek gerekiyor. (Şu anda, kafama çantanı indirdiğini hisseder gibiyim. Ya, dur! Ne yapıyorsun? Bu kadar şiddetli vurman gerekmiyor en azından!)

Ne diyeyim? Yani, belediye otobüslerinde önündeki kadının arka tarafına bir hayli sürtündükten sonra, kadının kendisine attığı ters bakış karşısında “kusura bakma, bacım” diyen fordçu gibi mi davranmalıyım sence? (Bunları yazarken, arabamın markasının Ford olduğunu anımsadım. Başka bir bağlam kapsamında, Ford’çu sayılabilirim) .

Seninle ilgili bir cinsel fantezim bulunmadığını, açık yüreklilikle itiraf etmeliyim. Karşılıklı “chat”laşılan bir ortamda, sanal seks denilen bir seks türünün olduğunun farkındayım. (Sadece farkında olmakla kalmayıp, bu seks türünü denediğimi de itiraf etmeliyim ayrıca) . Fakat, “e-mail aracılığıyla seks” fazlasıyla uzak bana. Ayrıca, “tüpçüye, manava, pastacıya rezil olarak” ve “onların meraklı bakışları arasında” girip çıktığın “evin tam karşısında”ki “minik net cafede”n ne zaman göndereceğini bilmediğim e-maillerin gelene kadar da, ereksiyonun saklı kalabilmesi de teknik açıdan mümkün değil. (Seninle ilgili cinsel bir fantezi geliştirebilmem için, karşılaşmamız ve karşılıklı bir elektriğin olduğunu hissetmem gerekiyor. Yoksa, hangi sözcükleri kullanırsam kullanayım, bu sözcükleri yazarken, klavyenin çıkardığı tıkırtılar, cinsel fantezilerin çok çok uzağında) .

Bunları yazıyorum. Bunları yazmaya cesaret edebiliyorum. En zayıf yönlerimi gösterme cesareti gösteriyorum. En zayıf yanlarımı göstererek güçlenmeye çalışıyorum. En zayıf yönlerimi göstererek insanlaşmaya çalışıyorum. Ve Nâzım Hikmet’in bir şiirinde yazdığı gibi: “Bir yerlere yaklaşıyorum / Bir yerlere yaklaşıyorum”.

Şairi kimdi, şimdi hatırlayamayacağım. Sorulu cevaplı bir şiirde “insan ne zaman insandır” diye bir soruya, “en zayıf yanlarını gizleyemediğinde” diye yanıt veriliyordu. İçimizdeki hayvanı ezmeden, kırmadan, incitmeden, Ruhi Su’nun söylemiyle: “insana biz yeni geldik”.

Hoş geldik. İyi ki geldik. İyi ki geldik birbirimize.

Ben gene de senin boynunu uzun uzun öpmeye devam edeceğim. (Değil mi ki, bir kadının boynuyla başlarım bir kadını sevmeye ben) .

Şimdi uyumam ve sabah erken kalkmam gerekiyor. Malum, ekmek parası.

Tekrar yazacağımı söylememe gerek yok.

Seni sevmek istiyorum. Sarılıyorum şimdi sana. Öpüyorum seni. (Kafama çantanla vurmuş olsan bile, küsmüyorum sana. Bana ne? Bana ne? Küsmeyeceğim işte sana!)



(Sondan 4. mektup)

Uzun yazamadım dün. Şimdi de çok uzun yazacak durumda değilim. Malum, gündelik hayat içerisindeki koşturmaca. Kısa da olsa... gene de yazmak istedim sana.

Biraz önce kızımı çocuk yuvasına bırakmadan önce, 'çabuk ol, ayakkaplarını giy' cümlesini 2 defa söyledikten ve üçüncü defa söylemek zorunda kaldıktan sonra, 'Kime söylüyorum? Duvara mı? ' diye sordum. 'Yok' dedi kızım, 'Duvar konuşur mu? ' diye de sordu çok bilmiş şey. Buradan yola çıkarak, ben de evden çocuk yuvasına kadar olan mesafe boyunca, 'Duvarın ahlâkı olur mu? ' diye düşünmekten kendimi alamadım. Ahlâk taşlarından oluşan duvarları anlıyorum, ama duvarın ahlâkından bahsedilemez herhalde. O tür duvarlar için, Nazım Hikmet 'vız gelir' demişti bir zamanlar. Evet, Nazım Hikmet'e bir ekleme yapmak istiyorum: tırıs da gider.

Bir de Ataol Behramoğlu'nun 'Kızıma Mektuplar' diye bir şiir kitabından bir şiir hatırlıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: 'İnsanlar da ülkelere benziyor / Yasaları var, sınırları / Kimi dağlık bir arazidir / Kimi dümdüz / Kimi kıraç, kimi bereketli / Kiminin sınırından sıkı pasaport denetimiyle girilebilir / Elini kolunu sallayarak girersin kiminden içeri /... // Sonuçta ne küçümse insanları kızım, / Ne de önemse gereğinden çok / Ama anlamaya çalış / Nedir sınırlarının varabileceği son nokta / Nedir ve ne kadar genişleyebilir yüzölçümleri'. (Belleğimde kaldığı kadarıyla böyleydi) . Seninle olan iletişimimiz boyunca, sınırları karşılıklı olarak kaldırdığımızı düşünüyorum. Bazı insanlarla iletişimler boyunca, etraflarını sadece dikenli tellerle çevirmekle kalmadıklarını, fakat bir de mayın döşediklerini de gözlemleyebildim. Üstelik, mümkün mü onlara 'sen' diye hitap ederek konuşmak? (Kendilerini nerelerin Kralı ya da Kraliçesi olarak algılıyorlarsa?)

Sevişmek, iki insanın yüzölçümlerini birleştirmesi, bütünleşmesi olarak tanımlansa, doğru olur gibi geliyor bana. (Mekanik olarak yapılan 'Çin işi, Japon işi, bunu yapan iki kişi, tak fişi, bitir işi' ya da 'Git gel Konya 6 saat' tekerlemesiyle ilkgençlik yıllarımızda özetlediğimiz bir eylem de değil bana göre sevişmek, her zaman. -Bazen öyle olduğunu itiraf etmeliyim-. 'Açlık, büyük bir açlık' olduğunu unutmamak bağlamında. Duygularla dürtülerin birleştiği bir sevişmek, eğer çok güzel donatılmış bir masada sindire sindire yemek yemek ise, salt karın doyurmak amacıyla 'fast food' yenilebilinecek zamanlar olabileceğini de hesaba katmak gerek ama. 'Açlık, büyük bir açlık'ı bastırmak adına...

Kadınlarla erkekler arasındaki önemli farklardan biri de bu olsa gerek. Dürtülerden oluşan pastanın üzerinde mutlaka duygulardan mumlar yanmalı. Tabii, erkekler açısından mum yenilemeyeceği için, asl'olan pastadır. (Bu arada ben hiç mi hiç romantik olmayan bir adamımdır. Yani, öyle çiçek almak, doğumgünlerini hatırlamak gibi inceliklerden nasibini alamamış bir adamımdır. Gene de bir çok kişi beni çok romantik bulur, ki ben de bunu anlamakta güçlük çekerim) .

Hımmm, ilerliyor yelkovan. Bu yazıtı burada kesmezsem, kimbilir nereye kadar uzayıp gidecek şimdi...

Muhtemelen, gece yazacağım sana tekrar. El ayak çekildikten sonra. Bir başıma kaldıktan sonra. (O annende bulunan telefon hattı, belirteceğin bir zaman diliminde sende kalamaz mı? Böylelikle senin sesinin rengini de kulağımın ağacına ulayabilmem/ekleyebilmem mümkün olabilir) .
Sana şimdi dokunmakla kalmıyorum yalnızca, omuzlarını da okşuyorum. Sonra boynunu uzun uzun öpüyorum senin.



(Sondan 3.mektup)

Dün akşam sesini duymak iyi geldi. Ama, sanıyorum ki sana yazarken kendimi daha rahat hissediyorum. (Daha doğrusu, yazarken gündelik konuların çok ötesinde olan şeyler yazıyorum) . Konuşurken daha çok gündelik konular konuşuluyor. Oysa yazarken, insanın “aman canım, bu da söylenir mi? ” demeyeceği bir çok şey üşüşüyor parmak uçlarına. Sanki, yazarken, yazan ben değilmişim gibi geliyor bana ara sıra. Fransız antropolog Levi-Strauss “Yaban Düşünce” olarak Türkçe’ye de çevrilmiş olan kitabı için: “Ben o kitabı yazmadım. O kitap, benim aracılığıyla kendisini yazdırttı” demişti. (Söz arası, ne zaman antropoloji sözcüğü zikredilse, ben de antropoloji eğitimi aldığımı anımsıyorum. “Hı, evet, bende de var ondan” gibi bir şeyler söylediğim sanısına kapılıyorum sonrasında) .

Dün, seninle konuştuktan sonra, kızımla “satranç” oynadık. Daha doğrusu, satranç taşlarıyla oynadık. Kızıma yaklaşık 1 buçuk yıldır, azimle satranç öğretmeye çalışıyorum. Taşların yerini uzun zamandır öğrenmiş durumda zaten. Ama, satranç taşlarıyla oynamak daha çok hoşuna gidiyor O’nun. Çocuk işte! (Genellikle satranç taşlarından etrafı çikolatalı pasta yapıyor. Ve sonra da bu pastayı yermişiz gibi yapıyoruz) . Yavaş yavaş taşların hareketini de öğretmeye çalışıyorum. Dün, atların hareketini öğretirken, O’nun atının benim atımı oyun dışı bırakmasından ötürü çok üzüldü. Benim atımın oyun dışı kalmasını, “benim atım öldü” diye anlatmaya çalıştım. Atımı yere yüzü koyun bir şekilde bırakmakla bunu da simgeleştirmiş oldum kendimce. Kızım, “senin atın neden öldü? ” diye sordukça, mantıklı cevaplar bulmaya zorladım kendimi. “Benim atım öldü. Çünkü senin atın benim atıma tekme attı”. “Ama ölmesin senin atın. O da yaşasın” dedi. Ve sonra, 1 dakikalık saygı duruşunu andırırcasına bir sessizlikten sonra, kızım satranç taşlarından pasta yapmaya başladı.

Kızımın konuştuğu Türkçe ve Danca oldukça düzgün. Ara sıra bazı sözcükler karışsa da, genelde Danca’yı konuşurken Türkçe sözcükler karışmıyor işin içine. Dün, satranç taşlarıyla oynarken, Danca konuşuyorduk. Satrançtaki fil, Danca’da koşucu anlamına gelen “löber” sözcüğüyle karşılanıyor. Fakat, Danca konuşurken satrançtaki fil söz konusu olduğunda “elefant” (fil) sözcüğünü kullandı. Aynı olguyu, daha önce satranç taşlarıyla oynarken ve Türkçe konuşuyorken, Vezir’e Kraliçe, Şah’a da Kral demesiyle de yaşamıştık. Sanıyorum ki, diller arasındaki çizgiyi ne kadar kalın çizmeye çalışsak bile, beynin bir noktasında, dillerin sarmaş dolaş olma durumlarını da yaşayabiliyoruz. (Bu sarmaş dolaş olma halini, seninle yazışırken de hissedebiliyorum. Sözcüklerimizin kenetlendiğini kurgulayabiliyorum. Sarmaş dolaş olduklarını. Bir DNA-sarmalı gibi, artık ayrılmaz bütün oluşturabildiklerini düşünebiliyorum) .




(Sondan 2. mektup)

Bir şeyi söylemeyi ihmal etmişim sana. Bana gönderdiğin resimlerden birine dönüp dönüp bakıyorum. Kuzenin ve kardeşinin arasında, ağlamaklı bir duruşun var. İşte o resmine hemen her gün bakıyorum. Sonra, seni özlediğimin farkına varıyorum. (O resminde tarif edemeyeceğim kadar güzelsin) .

O resimde ellerinin ne kadar güzel olduğu da dikkatimi çeken şeyler arasında. Parmakların bir müzisyenin ellerini çağrıştırdı bana. Belki de ancak bir keman virtüözünde bulunan parmaklardır senin parmakların. (İlkokul ikinci sınıftayken mandolin kursu vardı okulda. O kadar çok gitmek istemiştim ki. Tabii gönderilmemiştim. Sonra, aynı apartmanda oturan komşu çocuğunun aradan bir kaç ay geçtikten sonra çaldığı mandolinin seslerini büyük bir hüzünle dinlediğimi hatırlıyorum şimdi. Ah, ben çocukken ne istemiştim de olmuştu ki zaten!) .

Yazmak en iyisi galiba. Telefonda konuşurken insan ister istemez gündelik konuları konuşuyor. Oysa yazarken, gündelik kaygılar fazla da yer kaplamıyor. Bu yüzden de belki yazarken insan daha bir damardan olabiliyor.

Birazdan sabah telaşımız başlayacak. 1 saat 15 dakika sonra tercümanlıkta hazır ve nazır bulunmak zorundayım. Daha öncesinde tabii ki kızımı yuvaya bırakmalıyım.

Seni bir gün çok sevebileceğimi, sana bir gün deliler gibi aşık olabileceğimi hissediyorum ara sıra.

Bu kez seni ensenden öpmek geldi içimden. Uzun uzun öpüyorum seni.




(Son mektup)

Yaşadığın gelgitleri anlıyorum. Hangimiz yaşamıyoruz ki bu tür gelgitleri? Hangimiz tam anlamıyla istediği şeyi elde edebiliyor ki? Hep eksik olmuyor mu bir şeyler? Hep bir şeylerden kaçmıyor muyuz gündelik hayat içerisinde? Hep o bizi her türlü tokada karşı koruyan çelikten maskelerimizin arkasına saklanmıyor muyuz?

Senin sesini duymak da güzeldi. Nedir ki, telefonda konuşurken tutuk konuşuyorum. (Uzun yıllar cezaevinde yatmış insanlara özgüdür konuşurkenki bu tutukluk. Dostoyevski’den öğrendim bunu) . Yazarken tutuk yazmıyorum ama. Dobra dobra yazabiliyorum. Coşkuyla, ama acıyla da...

Elveda diyorsun. Ancak bu elveda’nın erken bir elveda olduğunu düşünüyorum ben. Gene de, “beni rahat bırak” anlamında bir elveda ise bu, tabii ki sana ve kendime duyduğum saygı gereği, seni rahatsız etmeyi asla düşünemem. (“Beni rahatsız etme” anlamında söylediğin bir elveda ise bu, seni rahatsız etmeyeceğim konusunda güvence verebilirim. Ama bunun dışında, sana hiç bir şey konusunda hiç bir söz veremem) . Birlikteliğimiz sürerse, şöyle yaparım, böyle yaparım diyemem. Verdiği sözleri tutan biri olarak tanınan ben, söz verirken mutlaka bu sözü yapabilirliğim hangi ölçüde diye mutlaka bir muhakemede bulunurum.

1984 yılında okuduğum bir öykü vardı. (O öyküyü bir yana bırakırsak, kendisini pek edebiyatçı olarak göremediğim Ahmet Altan’dı yazarı, eğer yanlış hatırlamıyorsam) . Bir aşk öyküsüydü. Bir fil ile bir timsah arasındaki bir aşk öyküsü. Bir fil ile bir timsahın aşkı, yaşadıkları orman için kabul edilebilecek bir şey olmadığından, fil ve timsah kendi başlarına yaşayabilecekleri bir yere gitmeye karar vermişlerdi. Yola koyuldular bir sabah. Az gittiler, uz gittiler. Sonra bir göl kenarında, dinlenmek için durdular. Sonra öpüşmeye başladılar. Fil, hortumuyla timsahın nefes borusunu gıdıklıyordu. Bu her ikisinin de çok hoşuna gidiyordu. Zevkten ötürü kendilerinden geçmişlerdi. Bu kendinden geçmişlik içerisinde fil, hortumunu giderek daha derine doğru ilerletiyordu. Timsah, “nefes alamıyorum” demek için ağzını açıp kapattığında, filin hortumu kesilmişti. Hortumu kesik fil, acı içerisinde oradan uzaklaşırken, timsah boğularak ölmüştü. Yıllar sonra, o gölün kenarında oturan hortumu kesik fil, durgun suya ve suya düşen bir yaprağın suda oluşturduğu halkalara bakarak, “gene de güzeldi” diyordu.

Hortumum kesilmeden, ben gideyim en iyisi diyorsan, kal diyemeyeceğim sana. Ama git de diyemeyeceğim.

“yapmamalıyız...sonu başından belli bir kırılganlığa acıya ve hasrete kucak açmak bu...ben seni seversem..senin benim olmanı isterim..” Belki de haklısın. Yapmamalıyız. Ama, bu şuna da benziyor: Yolda bize bir arabanın çarpma ihtimali de olduğundan ötürü, evden dışarı çıkmamalıyız.

Ben bir gemiyim. Bir limanda daha güvenlikte hissederim kendimi. Nedir ki, bir gemi limanın birinde güvenlikte otursun diye de inşa edilmemiştir. Bir geminin rüyası, denizleri ve okyanusları özlemekten oluşur hep.

Sana benimsin diyorum. Ama bu sesleniş sen benim tapulu malımsın anlamında bir sahipleniş değil. Sen benim içimin biriciğisin anlamında bir sesleniş. (Biz hiç bir zaman birbirimizin tapulu malı olmayalım seninle, olur mu?)

Aşk var mı aramızda? Şimdiden söyleyemem. Ten tene değmedikten sonra, dil dile değmedikten sonra, bakış bakışa değmedikten sonra, bunu söyleyebilmem güç. “İlk bakışta aşk”a değil, fakat “son bakışta aşk”a inanırım ben. Son bakış aşkla doluysa, aşk vardır.

Heyecanlanan yalnızca sen değilsin, değildin. Ben de heyecanlıy(d) ım. Ben de merak ediyor(d) um seni. Sevişirken yüzündeki ifadeyi merak ediyorum senin. İniltilerini, gülümserken gözbebeklerindeki ışığın alacağı şekli, hırçınlığını... Bedeninin en kuytu köşelerini merak ediyorum senin.

Onat Kutlar'ın bir şiiri vardı. (Çevirisini bir Norveç edebiyat dergisinde de yayınlatmıştım) . Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi o şiir: 'Vermeme imkan yok bana verdiklerini geri vermeye / Ama ayrılırken bir hesaplaşma da gerekli / Bütün bu güzelliklerden bir hatıra olarak / Sen beni al istersen, ben de seni'.

Ama, Özdemir Asaf’ın bir şiirinde yazdığı gibi: “Gene de sen bilirsin Lavinia”. Verdiğin karar ne olursa olsun, saygı duyduğumu belirterek, bu yazıtı da burada bitiriyorum. (Sabah en geç 8 buçukda kızımı yuvaya bırakmış olmalıyım) .

Uzun uzun öpüyorum seni. Sadece boynundan, ensenden ve dudaklarından değil... Bütün bedenini öpüyorum senin.
Son olarak, bu aşkın bittiğinin ayırdında olduğumu da söylemek istiyorum. Değil mi ki, zaten can çekişiyordu zaten olgunlaşmamış olan bu aşk. Gene belleğimde kalan bir şiirle, (Akif Kurtuluş’un şiiriyle) bitireyim: “Can çekişen aşkları da vurmalı / Vurmalı / Ve sıradan bir intihar süsü vermeli”.

Hoşça kal.

İsmail Aksoy

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yargıçlar

Peru'nun yücelerinde, Nikaragua'da,
Patagonya'da, kentlerde
hiç bir hakkın yoktu senin, hiç bir şeyin yoktu senin:
sen, sefilliğin çanağı, terkedilmiş
oğlu Amerika'nın, hiçbir yasa yok
hiçbir yargıç yok koruyan toprağını senin
mısırlı küçük evini senin.

Memleketlilerinin kastları geldiğinde,
efendilerinin kastları, unutulmuştu çoktan
pençeleri ve bıçaklarıyla o çok eski düş,
gelmişti yasa göğünü ıssız koymaya,
sevdiğin toprağını senden çekip koparmaya,
ırmakların suyunu senden çalmaya,
ağaçların ülkesinden seni yoksun bırakmaya.
Sana karşı tanıklık yaptılar, gömleğine
numaralar koydular, yaprak ve kağıtlarla
astarladılar yüreğini,
gömdüler seni soğuk fermanlara,
ve uyandığında en titrek mutsuzluğun sınırında
yağmalanmış, yapyalnız, huzursuz
attılardı seni zindana, bağladılardı seni
prangaladılar ellerini ki yoksulların suyunu
yüzerek geçemeyesin,
ama debelenerek boğulasın diye.

Aziz yargıç okuyor senin için
paragraf dörtbinden üçüncü satırı,
senin gibi düşmüş diğerlerinden kurtarılmış
bu mavi coğrafyada kullanılan aynı yasayı,
ve vasiyetine yaptığı ekle
bitli bir köpek gibi yapıyor seni ansızın.

Soruyor sana: kan nasıl karıştırılır
zenginle yasa diye? Hangi kükürtlü demirden
dokunmuş kumaşla nasıl sürüklenir
yoksullar mahkemeye?

Nasıl acılaşır dünya
taş ve acılarla disiplinli bir şekilde yetiştirilmiş
oğulları için zavallının?

İşte böyle oldu, işte böyle yazılı dursun diyorum.
Hayatlar böyle yazılmıştı alnıma.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yansılar: O Kanal

Çok uzun zaman önce
Gördü
Li Po
Ayı
Bir kuyunun dibinden
Bugün
Işık-yansıları
Görülür
Kanalda
Ve ay görülmez asla
Bu yalnızca bir metafordu
Ya da bir yansı:
Uzaktaki lambalardan
Gizemsiz

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yanlış Adım

Yeniden yanlış adım atarsan
kesilecek ayağın.

Başka bir yöne
sürüklerse seni
çürüyüp gidecek elin.

Hayatını ayırırsan benden
öleceksin,
hayatta kalsan bile.

İzleyeceksin ölümü ve karanlığı,
dolaşırsan dünyada bensiz.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yankının Kemikleri

sığınık altında adımlarımın bütün bu gün
sesi yalıtılmış cümbüşler gibi etin çözülüşü
kazanç korkusuzca ya da ayrımsız bırakılır
anlamla anlamsızlık arasındaki sivrikök
kendileri için kurtçukların aldığı sona doğru koşmaya

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yanıt ve Ankara

Hangi umut dindirecek şimdi
Bende kalan
Yarım saate sığdırılan ayrılığın hüznünü?
Kuşlar mı?
Adlarını bilmem ki onların.
Anlat onların tarihini, hüznünü
Ki hüzün bir kırlangıç gölgesidir
Öperek geçer bir kızın alnını
Ve ötede
'Taşlar yuvarlandılar, taşlara çarptılar'.

Unutma
Bumerangtır acılar
Döner bulur seni
Sor ve yanıtla
Bıldır yağan kar'ı anımsa
Anımsa ne çok üşüdüğümüzü
İntiharın bir kuş ölüsü gibi kokuşunu anımsa
Yanıtla
Sorulardan ve yanıtlarından korkma
Çünkü geçerken korku karanlık bir su gibi damarlardan
Karanlık bir suya keser alnının rengi
Ki anımsa
Sen denizi sevmekle güzelleşirdin
Umut çok uzaktayken.

Ki ruhlar ilerler ruhları görürler

Ve ötede Ankara
Çakal ayaklarının altında uyuyor

İsmail Aksoy

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yalnız Değilim Ben

Çıplak yatıyor gece
dağla deniz arasında.
Ama beşik sallayan ben
yalnız değilim!

Çıplak uzanıyor gök
ve düşüyor ay denize.
Ama seni bağrına basan ben
yalnız değilim!

Çıplak yatıyor dünya
ve ten hüzünlü.
Ama seni sarmalayan ben
yalnız değilim!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:36 PM
Yalnız Bey

O eşcinsel delikanlılar ve aşka teşne kızlar,
ve haylidir dul olanlar çılgın uykusuzlukla mustarip,
ve otuz saat önce hamile kalmış genç zevceler,
ve bahçemin karanlığında dolanan o boğuk sesli kediler,
kuşatırlar ıssız meskenimi
titreyen cinsel istiridyelerden bir kolye gibi,
düşmanlar gibi cephe açmışlar ruhuma,
pijamalarıyla komplo kurma peşindeler
değiş tokuş ediyorlar uzun ıslak öpüşleri emirle.

Işıldayan yaz götürüyor o aşıkları,
şişman ve sıska ve sevinçli ve üzünçlü çiftlerden oluşan
o tek düze melankolik alaylara:
o zarif hindistancevizlerinin altında ve yakınında denizin ve ayın,
pantolonlardan ve eteklerden bir şamata vardır sürekli,
okşanan ipek çorapların bir gıcırtısı
ve gözler gibi ışıldayan kadın memeleri.
O küçük memur o denli meşguliyetten sonra,
o haftalık can sıkıntısından ve *******i yatakta okunan
romanlardan sonra,
en sonunda ayarttı komşu kadını,
ve kahramanlarının acemiler ya da coşkun prensler olduğu
pejmürde sinemalara sürüklüyor onu kendiyle,
ve okşuyor kadının hafif tüylü bacaklarını
sigara kokan sıcak, nemli elleriyle.

Baştan çıkarıcıların akşamları ve evlilerin *******i
birleşiyor beni gömen iki çarşaf gibi,
ve öğle yemeğinden sonraki saatler kız ve erkek
genç öğrenciler ve rahipler mastürbasyon yaparken,
çiftleşiyor hayvanlar saklanmaksızın,
ve kan kokuyor arılar, ve vızıldıyor hiddetli sinekler,
ve kuzenler kuzineleriyle oynuyor garip oyunları,
ve doktorlar dik dik bakıyor genç bir hastanın kocasına,
ve sabah saatleri öğretmen dalıp gitmişken
yerine getiriyor evlilik görevlerini ve kahvaltı yapıyor,
ve üstelik birbirlerini gerçekten seven zinacılar
okyanus vapurları gibi yüksek ve uzun yataklarda:
apaçık ve sürekli kapatıyor beni,
o muazzam soluk soluğa girift orman
muhteşem çiçekleriyle ağızlar ve dişler gibi
ve siyah kökler tırnak ve ayakkabı biçiminde.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Yalnız

Bir peçeye döndürmekte geceyi
Boz altın ağları ay’ın,
Sürüklemekte bir gölde uyuyan
Kıyı ışıkları sarı salkım filizlerini.

Bir ad - O’nun adı -
Fısıldanır geceye kurnaz kamışlardan
Ve bir utanç baygınlığı
Bir hazdır bütün bir can.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Yalan Benzeri

Bugün adları Gajardo’dur, Manuel Trucco’dur,
Hernán Santa Cruz’dur, Enrique Berstein’dir,
Germán Vergara’dır, para karşılığı
konuşanlardır bunlar, ey anayurt, senin kutsal
adınla ve ileri sürüyorlar seni savunduklarını
atarlarken senin yapraklarının mirasını pisliğe.
Hainin eczanesindeki haplar gibi
yuvarlanan cüceler, tahmini hesaplamanın
fareleri, küçük ve sefil
yalancılar, bizim gücümüzle palazlanmışlar, harap
çıraklar açılmış kollarıyla
ve iftira atan tavşan dilleriyle.
Onlar benim anayurdum değil, gittiğim ülkelerde
beni dinlemek isteyen herkese anlatıyorum bunu:
güherçilenin soylu adamları değil onlar,
berrak halk tuzu değil onlar,
tarımın heykelini yapan
sakin eller değil onlar,
değiller, yoklar onlar, yalan söyleyip lakırdı yapıyorlar
var olmamak için, satın alınmak için.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Yağmurdan Sonra

Nasıl barındırabilirim
mavi suyu, kahverengi toprağı
yelken açıp gitmeyi
aşıp gitmeyi boydan boya?
Rüzgârdaki kuşlar
durdurur beni,
geçit vermez dağ,
fakat doldurur göğün yarısını
- ve küçücük insan
sırtında dağın,
öyle önemsiz
keskin sabanı
ki hiç bir yıldız göremez onu
teleskopla bile,
ve gene de sürer izlerini
yeşil ve altınsı olan
ve hayvanlar.
Fakat beni asıl durduran
gezegendeki yapyalnız
bir flüt:
bozkır, çöl, buzul,
Kongo’daki bir orman, denize dönüşmüş
Çin’deki dağlar
- saydam, suskun.
Fakat kayıp gider
deniz üstünde
sessiz ve sıcak:
bu flüt bir kayık gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Yağmurda Atlı

Temel sular, sudan duvarlar, yonca
ve derisi soyulmuş yulaf,
nemli, damlayan, vahşice örülmüş bir gecenin
ağında zaten yakalanmış baş kısmı,
bir şikayetle geri dönüyor parçalayan damla,
gökyüzünü yaran diyagonal hiddetler.
Dörtnal gidiyor rayihada yıkanmış atlar
altında sağanak yağmurun, kırbaçlıyor su ve evcilleştiriyor
deriden, taştan ve sudan kızıl şaşkınlığıyla onların:
ve buhar eşlik ediyor çılgın bir süt gibi
kaçak üzümlerle birlikte köpüklenen su.
Gündüz değildi, sadece o katı yörelerin
sarnıç karanlığıydı, o yeşil çalkantı
ve o hayvansı at kokusundaki gibi toynaklar
birleştiriyor dönen toprakla avlayan yağmurlu zamanı.
Battaniyeler, biniş takımları, eyer örtüsü yığılmışlar üst üste
kasvetli narlar gibi
yabanıl ormanı yenen ve mahmuzlayan
o yanan kükürt sırtların üstünde.
İleri, ileri, ileri, ileri,
ileri, ileri, ileri, ileriiiiii,
biçiyor atlılar yağmuru, kekre
fındıkların altında kovalıyor atlılar, yağmur
büküyor sonsuz tahılını titreyen ışınlarla.
Orada, sudan bir ışık, şaşırmış bir şimşek
fırlatılmış üzerine yaprağın, ve dörtnalın sesinden bile
yükseliyor kanatsız su, yaralanmış toprakla.
Kanayıp duran kereste, yaprakla örtülmüş kubbe,
adım adım, buz gibi dağılmış ya da ay gibi
yıldızlardan gece şarkısı bitkinin,
siklonsu at oklarla kaplı donmuş bir hayalet gibi
gazaptan doğmuş yeni ayaklarla tamamlanmış
ve korkutan sancaklarıyla muhteşem imparatorluğu onun.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Yağmur (Rapa Nui)

Hayır, bırakma ki tanısın Kraliçe
senin yüzünü yeniden, böyle daha tatlı
işte, ey sevgilim, uzağında putların, ellerimdeki saçının
süsünün ağırlığıyla; anımsar mısın
Mangareva ağacının senin saçlarına düşen
çiçeklerini? Bu parmaklar benzemiyor
o beyaz taçyapraklarına: gözlemle bunları, kökler gibiler
kertenkelenin kaçtığı taştan bir sap gibiler.
Korkma, biz bekliyoruz, çıplak, ki düşsün
diye yağmur,
Manu Tara’nın üzerine düşen aynı tarz bir yağmur.

Fakat suyun izlerini taşta pekiştirmesi gibi
akıyor üzerimizden ve götürüyor bizi uysalca
karanlığın içine, Ranu Raraku’nun krater ağzından
daha da derine. Bu yüzden
görmüyor seni ne balıkçı ne de çömlek.

Göm göğüslerinin ikiz korlarını ağzıma
ve saçının süsü sunsun kısa bir geceyi üzerime
nemli kokusu beni örterek gizleyen bir karanlığı.

*******i düşlüyorum ki kökleri birlikte örülmüş
ve aynı anda fışkıran iki bitkiyiz sen ve ben,
ve ağzım gibi tanıyorsun toprağı ve yağmuru,
değil mi ki topraktan ve yağmurdan yaratıldık. Ara sıra
düşünüyorum ölümün içinde uyuyacağımızı aşağıda,
uçurumun ayakları yanındaki o derin toprakta, ve gözlemleyeceğiz
inşa etmek ve sevmek için bizi buraya getiren Okyanus’u.

Ellerim demirden değil seni tanıdı tanıyalı,
başka bir denizin suyu bir ağın arasından akar gibi akıyor,
fakat şimdi barındırıyor su ve taş tohumla gizleri.

Sev beni, ey uyuyan, ey çıplak, kıyılarda
bu adaya benzeyen: senin sersemleşmiş sevdan, senin
ölçümsüz sevdan, saklanmış düşlerin mağarasında,
bizi kuşatan denizin devinimi gibi.

Ve ben bir zaman uyuduğumda
senin sevdanda, çıplak,
bırak elim bulsun huzuru göğüslerinin arasında
titresin diye
yağmurla ıslanmış meme uçlarınla uyumlu olarak.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Yabancılaştırılmışlar

Yürüyorlar caddede geliyorlar ve gidiyorlar
Bilmiyorlar birbirlerine baktıklarını
Birlikte yatıyorlar zaman öldürmek için
Bilmiyorlar mağazalarda bir şeyler satın aldıklarını
Eve gidip kahve içiyorlar hepsi bu işte
Çok alçakgönüllüler bilmiyorlar
Çok alçakgönüllü bir sayıda çarpı işareti oluşturuyorlar
Çok alçakgönüllü bir sayıdaki seçim pusulalarında ekmek-karnelerinde
Kendilerine yetiyor bu geliyorlar ve gidiyorlar
Torna tezgahlarındalar bir çamaşır ipinin yanındalar
Görmüyorlar her gün yapı iskelesininn yanında durduklarını
Dilsiz onlar ayrık bakıyorlar gökyüzüne
Giysileri içinde oldukça şıklar yürüyorlar caddede
Nerdeyse her şeyleri var açıklar her bir şeye
Geliyorlar ve gidiyorlar bir öyküleri yok onların
İz bırakmıyorlar yok gölgeleri
Renkleri orman toprağına düşen kurumuş yaprakların renkleri
Kumun ya da küçük kumul hayvanların renkleri gibi
Düşünürler düşünmesine ne ki çoğunlukla yanlış
Duyumsadıkları çoğunlukla başkalarının istedikleridir
Kendilerine ve başkalarına yabancılaşmışlar
Nerdeyse yaşamıyorlar geliyorlar ve gidiyorlar
Birbirlerine satıp alıyorlar alıp satıyorlar birbirlerini
Birbirlerini öldürebilirler zaman öldürmek için
Her şey için kullanılabilirler bu onların suçu
Ne ki birileri suçsuz bulunacaksa gene de onlardır
Dilsizler onlar bilmiyorlar ki sürekli konuştuklarını
Yürüyorlar caddede yakışıyor giyitleri onlara
Geliyorlar ve gidiyorlar çok az çıkıyorlar gazetelere
”Bir çeyrek milyon düştü bugün” dendiğinde onlardır bu
Bilmiyorlar birbirlerine çok yakın yürüdüklerini
Seçim ya da Pazar isimleri altında yürüyorlar
Ne ki bilmiyorum haddinden çok fazla mı yoksa yeterinceler mi
Oltaya takılmış yemle besleniyorlar
Bak şuradaki bakkalda duran şeye görmüyorlar kancayı
Bak şuradaki mağazalarda duran şeylere yetiyor bu onlara
Bilmiyorlar eve gidip kahve içtiklerini
Kimse düşlemiyor onlara karışmaya
Çok uzaktalar başka bir dünya emmiş onları
Ayrılmışlar ne ki kim tarafından bilmek isterdim
Geliyorlar ve gidiyorlar düşündüklerinden daha güçlüler
Her halikârda onlardır koruyan ölüm sıcaklığını ve leş kokusunu
Belki hiç duymamışlardır bunu ne ki işte böyle bu
İz bırakmıyorlar gölgeleri yok
Her bir şey için doğabilirler
Her bir şey için kullanılabilirler bir şeyler yanlış bunda
Dünyaya getirilirler yürürler bir zaman caddede
Pencere pervazında otururlar bir zaman sonra çokca uyurlar
Yakılırlar ya da gömülürler
Ya da boğulurlar suda bir kazada
İşte bütün bunlar kast edilmiştir
Yaşayıp ölürler bir hayat yaşamadan
Geberirler gezip görmeden
Harzen Malmö Mallorca belki yeterlidir onlara
Düşüneceklerine ve duyumsayacaklarına kendileri karar veremiyor

Sevinç tükenmek bilmez doğru değil mi
Hiç bir şansları yok başka birini tanımalarının
Belki ağlarlar ne ki asla sevinçten değil
En acılı sevinçlerinden koparılmışlar
Ne de şıklar giysileri içinde yürüyorlar caddede
Nerdeyse yaşamıyorlar geliyorlar ve gidiyorlar
Ve kimsenin yok onlara güveni.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Ya da Uyusun Diye

Ya da uyusun diye
yatırırlar mı Hitler’i dikenli tellere?

Ya da dövme mi yapıyorlar derisine
cehennemdeki abajurlar için?

Ya da ateşin siyah mastı köpekleri
ısırır mı O’nu acımasızca?

Ya da ölmek zorunda mı O ölmeksizin
sonsuzca gaz altında kalarak?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Walking Around

Ara sıra beziyorum insan olmaktan.
Ara sıra giriyorum terzilere ve sinemalara,
durgun ve esrarlı, başlangıçlardan ve küllerden
bir suda yüzen keçe bir kuğu gibi.

Berber salonlarının kokusu ağlatıyor beni hüngür hüngür.
Sadece taşların ve yünün huzurunu istiyorum ben,
sadece müesseseleri ya da bahçeleri görmek istemiyorum,
ya da malları, ya da gözlükleri, ya da asansörleri.

Ara sıra beziyorum ayaklarımdan ve tırnaklarımdan
ve saçımdan ve gölgemden.
Ara sıra beziyorum insan olmaktan.

Fakat nefis olurdu
kesik bir zambakla bir noteri korkutmak
ya da canını almak bir rahibenin bir kulak fiskesiyle.
Güzel olurdu
caddeler boyunca yürümek yeşil bir bıçakla
ve ben soğuktan ölene dek bağırmak.

Karanlıkta bir kök olarak kalmak istiyorum,
sendeleyerek, yayılarak, uykudan titreyerek,
aşağıya doğru, toprağın ıslak bağırsaklarında,
soğurarak beni içinde ve düşünerek, yiyerek her gün.

Çok fazla da felaket istemem ben.
Kök ve mezar olmakta ayak diremek istemem,
yer altına ait yalnızca, ölülerle dolu bir bodrum
kaskatı soğuktan, ölmekte üzüntüden.

Bu yüzden yanıyor Pazartesi petrol gibi
gördüğünde geldiğimi hapishane suratımla,
ve yaralı bir teker gibi inilderken yolda
ve alırken sıcak kanlı adımları geceye doğru.

Ve itiyor beni bu köşelere, bu küf kokulu evlere,
kemiklerin pencerelerden taştığı hastanelere,
sirke kokan kunduracı atölyelerine,
uçurum gibi korkutucu olan sokaklara.

Kükürt renkli kuşlar ve ürkünç bağırsaklar var
asılı duran nefret ettiğim evlerde,
sahte dişler unutulmuş bir kahve sürahisinde,
aynalar var
utançtan ve korkudan ağlaması gereken,
şemsiyeler var her tarafta, ve zehir, ve göbek bağları.

Aklım başımda gidiyorum, gözlerimle, ayakkabılarımla,
hiddetliyim, unutkanlıkla,
gidiyorum ofislerin ve ortopedik kunduracıların arasından
ve iplerdeki çamaşırlarla avlular:
külotlar, havlular ve yavaş, kirli gözyaşlarla
ağlayan gömlekler.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Viltava Şarkısı

Fakat yuvarlanır taşlar ırmağın dibinde.
Üç imparator gömülü Prag'da
Her şey zamanında, değişmedik şey yok dünyada
Gece on iki saat çeker ve sonra da sabah olur.

Ve devran döner.
...

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:37 PM
Venezüella’da mı Olmuştu

Venezüella’da mı olmuştu
ışığın yaratılması?

Nerededir denizin merkezi?
Niçin koşuşturmuyor dalgalar oraya?

Bu meteor taşının bir zamanlar
ametistten bir güvercin olduğu doğru mudur?

Sorabilir miyim kitabıma, bu kitabı
benim yazdığım doğru mudur?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Veda Et, Elveda, Elveda

Veda et, elveda, elveda,
Veda et kızlık günlerine.
Mutlu Eros kur yapmaya gelmiş
Sana ve bakireliğine –
Bu kemer güzelleştirsin seni
Ve sarı saçlarını kuşatan bu saç filesi.

Duyduğunda adını O’nun
Üzerinde melek borularının
Başla çözmeye kemerini ki çekesin O’nu
Üzerine taze göğsünün
Ve usulca çöz bakireliğin sembolü
Bu saç örgüsünü.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Ve Nedir Gecede Dövülen Şey?

Ve nedir gecede dövülen şey?
Gezegenler mi yoksa nallar mı?

Seçmek zorunda mıyım bu sabah
ya çıplak denizi ya da gökyüzünü?

Ve niçin sisiyle giyinmiş
erkenden gökyüzü?

Bekleyen nedir beni İsla Negra’da?
Yeşil gerçek mi yoksa vakar mı?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Ve Ne Kadar Yaşar?

Ve ne kadar yaşar insan topu topu?

Bin gün mü yaşar, yoksa bir gün mü?

Bir hafta mı ya da birkaç yüzyıl mı?

Ne kadar zamanda ölür insan?

“Sonsuzca” derken ne demek istenir?

Bu uğraşlarla yitip gitmişken
bazı şeyleri aydınlatmaya koyuldum.

Aradım bilgili rahipleri,
bekledim onları ayinlerinden sonra,
Tanrı’yı ya da İblis’i görmeye giderlerken
izledim onları yollarında.

Yüzlerini çevirdiler sorularıma.
Kendi paylarına çok az şey biliyorlardı;
memurlardan daha fazla şey bildikleri de yoktu.

Tıp adamları kabul ettiler beni
iki muayene arasında,
her bir elinde bir neşterle,
doymuşlar aureomycin kokusuyla,
her gün daha meşguller.
Konuşmalarından anladığım kadarıyla,
sorun şu:
bir mikrobun ölümü çok bir şey değil-
tonla ölür zaten onlar-
fakat hayatta kalan çok azı
sapkınlık belirtisi gösterir.

İrkilme içinde bıraktılar beni,
aradım mezar kazıcılarını.
Gittim muazzam boyalı cesetleri
yaktıkları ırmaklara,
ince kemikli bedenler,
korkunç ilenmelerden
ışıltılarıyla imparatorlar,
kolera dalgasının
bir vuruşla öldürdüğü kadınlar.
Ölümün tekmil kolları vardı
ve külsü uzmanları.

Fırsatını bulunca
bir hayli soru sordum onlara,
önerdiler beni yakmayı:
bildikleri tek şey buydu zaten onların.

Memleketimde yanıtladı beni
girişimciler, içkilerin arasında:
“Kendine iyisinden bir kadın bul,
ve bu tür saçmalıkları bırak”.

Bunca mutlu olduklarını hiç görmedim insanların.

Kaldırarak kadehlerini şarkı söylüyorlardı,
şerefine içiyorlardı sağlığın ve ölümün.
Muazzam fuhuşçulardı onlar.

Eve döndüm, yaşlanmış olarak
dünyayı dolandıktan sonra.

Şimdi kimseye soru sormuyorum.

Fakat her gün daha az şey biliyorum.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Ve Ne Dedi Acaba Yakut

Ve ne dedi acaba yakut
narların şerbeti önünde?

Fakat Cuma’dan sonra gelsin diye
neden ikna edilemez Perşembe?

Kimdi sevinçle bağıran,
doğduğunda mavi renk?

Niçin hüzünlenir toprak
çıktığında her sefer menekşeler?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Ve Benim Ne Önemim Vardır

Ve benim ne önemim vardır
unutuluşun mahkemesinde?

Hangisidir betimleyen
geleceğin sonuçlarını?

Sarı yığınlarıyla duran
tohum taneleri mi?

Ya da şeftalinin elçisi
sıska yürek mi?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Ve Aralık’la Ocak Arasında

Ve Aralık’la Ocak arasında
bulunan o ayın adı nedir?

Hangi yetkiye dayanarak numaralandı
bir salkımdaki on iki üzüm?

Niçin geçen yıla oranla
daha uzun aylar verilmedi?

Seni hiç aldatmadı mı ilkbahar
çiçeklenmeyen öpüşleriyle?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Ve “Ut Pictura Poesis” Adıdır Onun

Artık bu şekilde söyleyemezsin.
Güzellikle başın belâda ise çıkmalısın
Açık havaya, bir derleniş toplanışa,
Ve dinlenmelisin. Kuşkusuz hangi gülünç şey gelse de başına
Hepsi TAMAM. Daha çoğunu istemek tuhaf davranman olur
Senin, çok çok sevgilisi olan senin,
Sana bakar insanlar ve senin için
Bir şeyler yapmak isterler, ama sence
Doğru değil, ki seni gerçekten tanısalardı...
Çok fazla öz-analiz oldu bu. Şimdi,
Ne ad koyacağına gelelim senin resim-şiirine:
Çiçekler her zaman hoştur, özellikle hezarenler.
Bir zamanlar tanıdığın delikanlıların adlarını ve kızaklarını,
İşaret raketleri iyidir - hâlâ bulunur mu onlardan?
Çok daha fazla şey var aynı kalitede
Benim bahsettiklerim gibi. Şimdi birimiz
çok önemli bir kaç söz bulmalı, ve bir çok da sıradan söz,
Can sıkıcı olmalı bazıları. Bana başvurdu kadın
Masa almak için kendine. Birdenbire karıştı
Cadde ve Japon çalgılarının çınlayışları.
Yavan vasiyetnameler saçıldı ortalığa. Adamın kafası
Kilitlendi benimkine. Bir tahterevalliydik biz. Bir şeyler
Yazılmalı nasıl etkilediğine dair
Seni sen şiir yazarken:
Neredeyse boş bir kafanın müthiş haşinliği
çarpıyor bereketle, Rousseau-benzeri ağaç yapraklarının arzusu
İletişim kurmak
Bir şeyler soluk alışlar arasında, yalnızca hatırı için
Başkalarının ve onların arzusu seni anlamanın ve terk etmenin
Başka iletişim merkezleri için, işte böylece anlayış
Başlamalı, ve başlarken böyle durdurulmalı

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Vasiyet (I)

İsla Negra’daki deniz kıyısındaki evimi
sendikalara bırakıyorum,
bakırın, kömürün ve güherçilenin işçilerine.
Eziyet görmüş oğulları ülkemin
dinlensin orada.
Baltalar ve hainler tarafından tahrip edilmiş,
kendi kutsal kanında yağmalanmış,
volkanik paçavralara dönünceye kadar
işkence edilmiş ülkem.

Yıpranmış insanların dinlendiğini görmek istiyorum
ülkem boyunca çağıldayan temiz sevdada
masamın etrafında görmek istiyorum karanlıktan gelenleri
ve uyumasını istiyorum yaralının yatağımda.

Birader, bu benim evim,
yoksulluğumda mücadele ederek oluşturmuştum
deniz çiçeklerinden
ve yıldız ışıltılı taştan bu dünyaya gir.

Burada doğdu penceremdeki ses
büyüyen bir deniz salyangozu gibi
ve belirledi hemencecik sınırlarını
düzensiz jeolojimde benim.

Geliyorsun yanan maden dehlizlerinden,
nefretin asidiyle yaktığı tünellerden
rüzgârın kükürt ekşisi fırlatışıyla:
burada senin için tasarladığım barış işte,
deniz krallığımın suyu ve mekanı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:38 PM
Vasiyet (II)

Bırakıyorum eski kitaplarımı, toplanmış
dünyanın her bir köşesine, tapınılmışlar
o görkemli dizgesinde,
Amerika’nın yeni şairlerine,
onlara, kabaca durdurulmuş dokuma tezgahında
yarının manifestosunu dokuyacaklara.

Ölmüş oduncunun ve maden işçisinin kaba yumrukları
dolaşık katedrali, bölünmüş mısır filizini
ve çayırlıklarımızı çeviren telleri temizleyecek
sayısız hayat oluştururken
doğmuş olacaklar.
Önceki cehennemlerde titresinler,
elmasları parçalayanlar, ve mısır tohumundan oluşan
şarkı dünyasını savunsunlar,
şahadet ağacından doğanları.

Zorbaların kemikleri üzerinden, ihanete uğramış
mirasımızdan çok ötelerde, yalnız yürüyen halkın
üstündeki özgür mekanında,
yazacaklar anlatıyı
uzun ve utku dolu acıların.
Sevsinler onlar da benim sevdiğim gibi. Manrique’imi,
Góngora’mı, Garcilaso’mu, Quevedo’mu:
dev nöbet yerleriydi onlar, platinden
zırhlar ve bana direnci öğreten
kar beyazı şeffaflık.
Tıpkı benim Lautrémont’um gibi
arasınlar kaygının veba evlerinde ağıtları.
Mayakovski’nin yanında görsünler
nasıl yükseldiğini yıldızın
ve onların ışıltısından nasıl doğduğunu başakların.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Vals

Gündelik bir meme gibi dokunuyorum nefrete,
durmaksızın geliyorum elbiseden elbiseye,
çok uzakta uykularda.

Ben değilim, hiçbir işe yaramam, kimseyi tanımıyorum,
denizden ya da ağaçtan bir silahım yok,
bu evde yaşamıyorum.

Ağzım geceyle ve suyla dolu.
Kalıcı ay karar veriyor
neye sahip olmadığıma.

Sahip olduklarım ortasında dalganın.
Bir ışın su, benim için bir gün:
demir serti bir dip.

Karşı akıntı yok, kalkan yok, elbise yok,
özellikle esrarlı bir çözüm yok,
yok yoldan çıkmış göz kapağı.

Yaşıyorum tam olarak ve göçüyorum yeniden.
Dokunuyorum birden bir yüze ve öldürüyor bu beni.
Zamanım yok.

Aramayın bu yüzden beni sizler
çekerken o her zamanki yabanıl ipi ya da
o kanlı boru çiçeğini.

Çağırmayın beni: bu benim hayatım.
Sormayın bana adımı ve medeni halimi.
Bırakın olayım kendime değgin ayın ortasında,
yaralı bir avuç toprağımda.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Valdivia (1544)

Ama geri geldi onlar.
(Adı Pedro'ydu.)
Valdivia, çağrılmamış kumandan,
hırsızlar arasında kılıçla paylaşmışlar
toprağımı: 'Buradaki senin,
bu senin, Valdes, Montero,
bu da senin, İnes, ve buraya
belediye binası yapılacak.'
Ölmüş bir eşekmişcesine
böldüler anayurdumu.
'Yeter ki al
bu dilsiz toprağı ayışığı ve ağaçlarıyla,
yut bu ırmağı şafağıyla birlikte, '
büyük sıradağlar kaldırırken
bronz ve karbeyazı ışığı göğe doğru.

Öteden fırladı Arauco. Tuğla duvarlar, kuleler
ve caddeler kurdu gülümseyerek
evin sessiz efendisi.
Islak ellerle
yoğurdu çamuru, taşıdı balçığı oraya
ve And-dağı'nın suyuyla kardı:
ne ki köle olamazdı O.
Cellat Valdivia saldırdı o zaman
ateş ve ölümle.
Böylece başladı kanın dökülmesi,
üçyüzyılın kanı, okyanus kadar kan,
kan-atmosferi kapladı ülkemi
ve sonsuz zamanı hiç bir savaşta görülmemişcesine.
Kudurgan saldırı başladığında
üzünç karası zırhında
yüzdüler derisini reisin, paramparça ettiler
Huelen'in yücesinde, sessizlikte ve
Andların havasında yazılmış antlaşmayı.

Arauco taş ve kandan öğününü
başladı kaynatmaya.
Yedi prens
geldi görüşmeye.
Hapse atıldılar onlar.
Araukanya'nın bütün gözleri önünde
kopardılar reislerin kellelerini.
Birbirlerini kışkırtıyordu cellatlar.
Kan revan içindeki barsaklarını zaptetti
İnez de Suarez, asker kadın,
harpy'nin diziyle
ve yüksek çığlıklı kralsı gırtlaklarla.
Fırlattı onları direklerin üzerine
yıkanırken kendisi soylu kanda
ve örterken bedenini kızıl bir çamurla.
Böylelikle bükeceklerini sandılardı Arauco'yu.
Ne ki ağaçla taş arasındaki buranın gizli birliği,
mızrakla yüz arasındaki,
bildirdi rüzgârla bu cürmü.
Sınırdaki ağaç biliyordu bunu,
balıkçı, kral, yıldız-okuyucusu,
Antartik köylüsü biliyordu bunu,
Bio Bio'nun anacan suları
biliyordu bunu.
Böyle doğdu işte anayurdun kavgası.
Valdivia sapladı damlayan mızrağını
Arauco'nun taşlı
barsaklarına, batırdı elini
nabız damarına, parmakları arasında
sıktı Araukanya'lı yüreği,
çiftçilerin topraksı damarlarını
kanattı,
söndürdü
çobanların sabahışığını,
ormanın ülkesinde
ferman çıkardı şehitliğe,
kundakladı orman efendilerinin evlerini.
Kesti reis ellerini,
kesik burunlu ve kulaklı mahkumları
gönderdi geriye,
kazığa oturttu Toqui'yi, pusu kurarak
öldürdü gerilla kızı,
ve damgaladı kanla ıpıslak olmuş
eldiveniyle anayurdun taşını,
bıraktı ardında yalnızlık ve yarayla dolu,
ölülerle tıklım tıklım.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Üzüncün Miskin Olduğu Yerde

Üzüncün miskin olduğu yerde
konuşur çıkarlar,
başka bir çeşit ölüm başlar orada.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Üzümlerin Sonbaharı Bu

Üzümlerin sonbaharı bu.
Sayısız salkım titreşti.
Beyaz, peçeli salkımlar
yapışıyordu şirin parmaklarına
ve mavi üzümler doldurdu
hafif dolgun memelerini
gizlenmiş yusyuvarlak bir nehirden.
Ev sahibi, cılız yüzlü
bir zanaatkâr, okudu benim için
sararmış toprak kitabından
şafağın günlerini.
Arkadaşlığı tanıyordu meyveyi,
kökün dalını ve ağaca çıplak biçimini
sunan aşılama işini.
Atlarıyla konuşuyordu
büyük çocuklarıymışcasına:
arkasındaydı her zaman
köpekleri ve evdeki beş kedisi,
uysal ve uyuşuk bazıları,
yabanıl ve oynak diğerleri
soğuk şeftali ağaçlarının altında.
Her bir dalı tanıyordu,
her bir yarayı ağaçlardaki,
ve yaslı sesi ders veriyordu bana
atlarını okşarken.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Üzülme Çünkü Yalancı Bir Yaygaraya

Üzülme çünkü yalancı bir yaygaraya
İnanır herkes sana inanmaktansa:
Hoş tut gönlünü, sevdalım -
Onurunu hiç lekeleyebilirler mi ki?

Bütün ağlayışlardan daha da kederliler;
Hayatları sürekli bir iççekiş gibi.
Onur duyarak yanıtla onların gözyaşlarını:
Onlar gibi yadsı sen de, reddet.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Ürünler

İşte böyle, genç Amerika,
genç hayatın senin yutuldu, terk edildin,
baş eğdirildin, şeklini bozdular
ve soydular seni.

Kumandanın külde tepindiği
öfkenin yalçın bayırlarından
ve bıyıklarla süslenmiş beylerde
ataerkil maskeler için
yenilerde solgunlaşan gülücük
masada başkanlık yapar ve verir
orada bulunan herkese hayırduasını
gizlerken gerçek yüzlerinin
karanlık tokluğunu,
kasvetli arzu
ve açgözlü çentikler:
şehrin soğuk iftiracılardan
bir fauna, insan eti yiyen
korkunç jaguarlar,
halk avında uzmanlaşmış olanlar,
karanlığa batmış olan o halk,
çaresiz bütün köşelerde,
yeryüzünün bütün bodrumlarında.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Uzanırdı Yazları Göller

uzanırdı yazları göller gümüşkağıtlar gibi,
şimdi otobüsleri gidiyor, yanık farlarıyla
ağır ağır parkların yanından.

[1981]

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:39 PM
Uyu Şimdi, Ah Uyu Artık

Uyu şimdi, ah uyu artık,
Ey uslanmaz yürek!
”Uyu şimdi” diye bağırdığını bir sesin
İşitir yürek.

Kapıda tak tak
Sesleri kışın.
Uyu şimdi, değil mi ki bağırır
Kış: ”Uyuma artık! ”

Öpüşüm sana huzur verecek şimdi
Ve yüreğine rahat verecek
Haydi iyi uykular şimdi,
Ey uslanmaz yürek!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Utkulu Halk

Yüreğim bu kavgada,
Kazanacak halkım. Bütün halklar
kazanacak bir bir.
Bu acılar
sıkılacak mendiller gibi
Ta ki bütün gözyaşları akana dek
çöllerin yeraltı dehlizlerinde, mezarlarda,
insan şehadetinin merdiven basamaklarında.
Fakat utkunun saati yakın.
Bırak nefret ayarlasın
cezanın ellerinin titremesini,
bırak saati çalsın temiz lahzanın
ve bırak halk doldursun boş sokakları
yeni ve keskin boyutlarıyla.

O gün için alın benim hoşgörümü.
Biliyorsunuz. Başka bayrağım yok benim.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Utku

Bayramsıdır halkın utkusu,
büyük zafer ilerlediğinde
ışıldar kör patates ve göksel
üzüm toprakta.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Utanç

Bana baktığında çiy altındaki çimen kadar
güzelleşiyorum
Uzun otlar anımsamıyor benim gururlu
çehremi, yürüdüğümde ırmak boyunca.

Utanıyorum kederli ağzımdan ötürü,
paslı sesimden, kaba dizlerimden ötürü.
Gelip bana baktığında
öyle yoksul ve çıplak hissettim ki kendimi.

Yolda hiç bir taş bulmadın
şafağın ışığındayken daha da çıplak olan
bu kadına baktın
ve duydun şarkısını.

Ova yolunda susuyorum ki
kimse anlamasın mutlu olduğumu
Geniş alnımın ışığından
ya da titreyen elimin deviniminden.

Gece ve düşüyor çiy ota.
Bak bana uzun uzun ve konuş tatlı sözlerle.
Öptüğün kadın güzellikle ışıyacak yarın
yürürken ırmak boyunca!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Usulca Gel ya da Git Usulca

Usulca gel ya da git usulca:
Yüreğin kederi sezse de
Koyakları ve hayli yitik güneşi,
Oread takınsın gülüşünü,
Dağın saygısız havasına
Tarat uçuşan saçlarını.

Usulca, usulca gel daima:
Koyağın üstünü sarmalayan bulutlar
Bu akşam yıldızı vaktinde
Alçakgönüllü refakatçilerdir;
Sevda ve gülüş şarkıda çözülmüş
Gönül ağırlaşmışsa eğer.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Unutuş Yok (Sonat)

Nerdeydin diye sorarsanız
“olabilir” demeliyim.
Toprağı karartan taşları söylemeliyim,
inatla kendini tüketen ırmağı:
kuşların yitirdiği şeyi biliyorum sadece,
bırakılmış denizi, ya da ağlayan bacımı.
Niçin bunca yöre? Niçin birleşiyor
bir gün başka bir günle? Niçin birikiyor
siyah bir gece ağızda? Niçin ölüler?
Sorarsanız nerdensin diye
söylemeliyim mahvolmuş şeyleri,
aşırı acılanmış aletleri,
genellikle çürümüş davarları,
ve üzünçlü yüreğimi.

Anımsayış değil birbirleriyle kesişen,
unutuşta uyuyan o sarışın güvercin değil,
fakat gözyaşlı yüzler,
gırtlaktaki parmaklar,
ve yapraklardan düşen şey:
geçen bir günün karanlığı,
hüzünlü kanımızla beslenmiş bir gün.

Burada işte menekşeler ve serçeler,
bize sevimli gelen her şey,
zamanın ve şirinliğin gezdiği
şirin kartpostallarda, uzun kuyruklarıyla.

Fakat geçmeyelim bu dişlerin ötesine,
ısırmayalım sessizliğin yığdığı o kabukları,
bilmiyorum çünkü nasıl yanıtlayacağımı:
ne çok ölü var,
ve ölü güneşin çatlattığı ne çok mendirek,
ve gemilere çarpan ne çok kafa,
ve öpüşlere kapanmış ne çok el,
ve unutmak istediğim ne çok şey.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Unutuş

Yayılmış toprak gibi
bir kadehte bütün bu aşk, yıldızlı
ve dikenli sana verdiğim
aşk, fakat gittin
küçük ayaklarla, kirli topuklarla
ateşte ve söndürdün onu.

Ah, büyük aşk, küçük sevgili!

İkircikli değildim kavgada.
Hayata doğru yürümeyi bırakmadım,
barışa doğru, herkese ekmek için,
fakat kaldırdım seni kollarımda
ve mıhladım seni öpüşlerime,
ve baktım sana hiçbir insan gözünün
sana bir daha bakmayacağı gibi.

Ah, büyük aşk, küçük sevgili!

Ölçümü almamıştın o zaman,
ve senin için kanı, buğdayı,
suyu seçen adamı, karıştırdın
eteğine düşen o küçük böcekle.

Ah, büyük aşk, küçük sevgili!

Uzaklardan geriye dönüp
sana bakacağımı bekleme, iyice belle
seni terk ettiğimi, gezintiye çık
ihanet edilmiş fotoğrafımla,
yürümeyi sürdüreceğim ben,
geniş yollar açacağım karanlığa doğru,
yumuşatacağım toprağı,
gelenlere dağıtacağım yıldızları.

Yolda kal.
Gece geldi sana.
Şafakta yeniden
görüşürüz belki.

Ah, büyük aşk, küçük sevgili!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Unutursan Beni

Bilmeni istediğim
bir şey var:

Biliyorsun nasıl olduğunu:
baktığımda
kristal aya, ikircikli güzün
penceremdeki kızıl dalına,
ateşin yakınında
dokunduğumda
ince küle
ya da odunun buruşmuş bedenine,
her şey getirir beni sana,
sanki yaşayan her şey,
koku, ışık, metaller,
beni bekleyen
küçük teknelerdir,
senin adalarına doğru giden.

Pekâlâ,
eğer azar azar sevmeyi bırakırsan beni,
bırakırım seni sevmeyi azar azar.

Eğer birden
unutursan beni,
arama o an beni,
çünkü unutmuş olurum çoktan seni.

Hayatımın içinden geçen
bayrakların bu dalgalanışını
yayılmış ve çılgınca bularak,
köklerimin olduğu
yüreğinin kenarında bırakmak
istiyorsan beni,
iyi düşün,
o gün
o saat
kaldıracağım kollarımı
ve köklerim gidecek uzaklara
başka bir toprağı aramaya.

Fakat
eğer her gün,
her saat
hissedersen, benim yazgım olduğunu
bükülmez bir aşkla,
her gün beni aramak için
yükselirse bir çiçek dudaklarına,
ah, sevgilim, ah nazlım,
o eski ateşteki alazlarım coşar yeniden,
ve bendeki hiçbir şey ne söner ne de unutulur,
aşkım beslenir senle, ey sevgilim,
ve yaşadığın müddetçe, kollarında olacak
terk etmeden benimkileri.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Unutulmuş Lir

Ey güzel Portekiz,
meyve ve çiçek sepeti,
okyanusun gümüş gri kıyılarında
belirdiğinde,
Avrupa’nın deniz köpüğünün ortasında,
o altın renkli lirle
terk eder seni Camõens,
şirinlikle çağıldayarak –
Atlantik Okyanusu’nun ağızlarında dağıtırsın
meyhanelerinin dalgalı kokusunu
ve denizin portakal çiçeklerini,
bulutlarla ve felaketlerle
bölünmüş ışıltılı ayın.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Unuttuğum Erdemlerden Yeni Bir Giysi

Unuttuğum erdemlerden yeni bir giysi
dikebilir miyim kendime?

Niçin en güzeli ırmakların
tam da Fransa’da akıyor?

Che Guevara’nın gecesinden sonra
niçin şafak doğmuyor Bolivya’da?

Titreşip duruyor mu öldürülmüş yüreği
ve arıyor mu katillerini orada?

Önce gözyaşlarının tadına mı bürünür
sürgünlüğün siyah üzümleri?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
United Fruit Company

Trompetler çaldığında
her şey düzenlenmişti dünyada,
ve Yehova bölüştürmüştü dünyayı
Coca Cola, Anaconda,
Ford ve diğer şirketler arasında:
Meyve Şirketi
en şerbetlisini aldı,
ülkemin merkezi kıyısını,
Amerika’nın en hoş bölgesini.
“Muz Cumhuriyetleri” olarak
değiştirdiler adlarını ülkelerinin,
ve uyuyan ölülerinin üzerinde,
büyüklüğü, özgürlüğü
bayrakları fetheden
kaygılı kahramanlarının üzerinde
yükseldi bu bizon operası:
teşhir etmişlerdi kendilerini özgür iradeyle,
harcanmış kral taçları,
çıplak bıraktı haseti, çekti
sineklerin diktatörlüklerini:
Trujillo sinekleri, Tachos sinekleri
Carías sinekleri, Martínez sinekleri,
Ubico sinekleri, kanda ve reçelde
yıkanan sinekler,
halkın mezarı üzerinde
yaz gibi boğulan sinekler,
sirk sinekleri, zorbalığın yönlendirdiği
hilekâr sinekler.

Kana susamış sinekler arasında
karaya çıkıyor Meyve Şirketi,
kahveyi ve meyveyi yığıyor
gemilerinde, dolu tabaklar gibi
ayrılıyor hazinelerle
boğulmuş ülkelerimizden.
Limanların şeker ağırı
uçurumlarında düşüyordu ara sıra
sabahın pis kokusuna
gömülmüş yerli:
sallanan bir gövde, adsız
önemsiz bir şey, bitkin bir numara,
gübreye fırlatılmış
bir salkım çürümüş meyve.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:40 PM
Umutsuzluk

Sis koyu ve sonsuz, çünkü unutmalıyım
denizin tuzlu dalgalarının beni fırlattığı yeri.
Vardığım ülkenin ilkbaharı yok:
yalnızca beni bir anne olarak saklayan uzun gecesi.

Uluyor yel evimin çevresinde ve hıçkırıyor.
Bir cam gibi kırıyor çığlığımı.
Ve beyaz ovaların sonsuz ufukları boyunca
görüyorum görkemli ve acılı günbatımının ölümünü.

Kimi çağırabilir ki buraya düşmüş kadın,
yalnızca ölüler O'ndan daha çok yol gidebilirse?
Kendileriyle sevdiklerinin kolları arasından
sessiz ve katı bir denizin yükselişini yalnızca ölüler görür.

Limanda beyaz yelkenleri parıldayan gemiler
geliyorlar kimselerin bilmediği ülkelerden;
açık-gözlü tayfaları bilmiyorlar ırmaklarımı
ve geliyorlar denizlerimin ışığını görmemiş solgun meyvalarla.

Ve boğazıma bir düğüm gibi takılan sorunun
yanından geçişini gördüm onların, yitip gittiğini, yenildiğini:
yabancı lisânlar konuşuyorlardı, yaşlı annemin
altın ülkelerde türkü söylediği canlı dili değil.

Toz gibiydi mezara düşen kar,
bir ölümlü gibi görüyorum sisin büyüyüşünü,
ve delirmemek için saymıyorum her bir saniyeyi,
çünkü uzun gece yeni başladı daha.

Görüyorum yenik ovaları ve topluyorum kederlerini,
çünkü yitik manzaraları görmeye geldim.
Kardır gördüğüm yüz pencerelerimden;
her zaman düşsün o beyaz ışık göklerden!

Her zaman üstüme kar, Tanrı'nın büyük bakışı gibi
Her daim beyaz portakal-çiçek evimin üstüne;
Her zaman, kaderin hiç yorulmaması ya da yok olmaması gibi
düşer gökten beni örtmek için, korkunç ve mükemmel.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Umutsuz Bir Şarkı

Beni çevreleyen geceden fırlıyor hatıran.
Irmağın inatçı şikayetiyle birlik deniz.

Terk edilmiş rıhtımlar gibi şafakta.
Bırakışın zamanıdır, ey terk ettiğim!

Yağıyor soğuk çiçekler yüreğime.
Ey harabelerdeki mezar, gemi batışlarının zalim oyuğu!

Yığılır sende savaşlar ve kaçış.
Yükseldi senden bütün kanatları şarkı kuşlarının.

Yuttun her şeyi, mesafeyi bile.
Deniz gibi, zaman gibi. Battı her şey sende!

Saldırının ve öpüşün şen zamanıydı.
bir deniz feneri gibi parlayan, sihrin zamanı.

Kılavuz kaptanın korkusu, o kör dalgıcın hiddeti,
şiddetli aşk esrimesi, battı her şey sende!

Siste çocukluk benim yaralanmış kanatlı ruhum.
Yitik kaşif, battı her şey sende!

Savurdun üzüncünü, sarıldın arzuya.
Felç etti hüzün seni, battı her şey sende!

Gölgelerin duvarı arasından geçtim,
girdim ötesine isteklerin ve eylemlerin.

Ey et, kendi etim, sevdiğim ve kaybettiğim kadın,
bu ıslak zamanda çağırıyorum seni şarkımla.

Bir vazo gibi verdin o sınırsız şefkatin korunağını,
ve o sonsuz unutuşta ezdim seni bir vazo gibi.

Adaların kara, kapkara yalnızlığı vardı,
ve orada, aşk kadını, aldın beni göğsüne.

Susayış ve açlık vardı, ve meyveydin sen.
Üzünç ve harabeler vardı, ve mucizeydin sen.

Ah kadın, bilmiyorum nasıl kapsayabilirsin beni
yüreğinin dünyasında, kollarının haçında!

Seni özleyişim korkunçtu ve kısaydı,
zahmetli ve sarhoş, sabırsız ve arzulu.

Öpüşlerin mezarlığı, yanıyor ateş hâlâ mezarlarında,
alazlanıyor hâlâ üzümler gagaların izleriyle.

Ey ısırılmış ağız, ey öpülen kollar ve bacaklar,
ey aç dişler, ey birlikte örülmüş bedenler!

Ey eridiğimiz ve umutsuzluğa kapıldığımız
çılgın birliği umutla zahmetin!

Ve şefkat, su ve un gibi hafif.
Ve söz, silinmemiş daha dudaklardan.

Yazgım oldu bu benim, yolculuk etti bununla özlemim,
düştü özlemim bununla, battı her şey sende!

Ey harabelerdeki mezar, her şey düştü sana,
hangi acıyı ifade etmedin ki, hangi dalgalarda boğulmadın ki!

Dalgadan dalgaya çığlık attın sürekli ve şakıdın,
ayakta durarak bir gemici gibi pruvada.

Hep çiçeklendin şarkında, çatladın akıntılarda hep.
Ey harabelerdeki mezar, açık ve acı kuyu.

Soluk kör dalgıçlar, mutsuz sapan atıcıları,
yitik kaşif, battı her şey sende!

Bırakışın zamanıdır, o sert soğuk zamanı
gecenin bütün yelkovanlara yerleştirmesi gibi.

Denizin çağıldayan kuşağı sarmalıyor kıyıyı.
Soğuk yıldızlar yükseliyor, siyah kuşlar kaçıp gidiyor.

Terk edilmiş rıhtımlar gibi şafakta.
Sadece titreyen gölge burkuluyor ellerimde.

Ey her şeyin ötesindeki! Ey her şeyin ötesindeki!

Bırakışın zamanıdır. Ey terk ettiğim!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Uluslararası Tugay’ın Madrid’e Girişi

Soğuk bir ayın bir sabahında,
ölen bir ayda, kirle ve dumanla lekelenmiş,
dizsiz bir ayda, kuşatmalı ve felâketli
üzüncün bir ayında,
tek umudumuz barut hakkındaki bir düş iken
dünyanın açgözlü canavarlar
ve gazaplardan oluştuğunu biliyorken zaten
evimdeki ıslak camların arasından
işitirken tüfekli ve dişi kanlı
Afrikalı çakalların ulumasını,
o vakit, Madrid’in don soğuğu ayı arasından,
sabah sisinde, nöbetteyken bu yürek,
gördüm bu gözlerle burada,
gördüm onların geldiklerini, o ışıklı, utkulu savaşçıları
o ince, katı, olgun, taşın alazlanan tugayını.
Kadınlar taşırken bir yokluğu ürkünç bir kor gibi
kaygının zamanıydı, ve doldurdu tarlaları
şimdiye dek saygın olan buğdaylar gibi,
başka ölümlerden daha acı ve kesin olan İspanyol ölüm.

Evlerin mahvolmuş yüreklerinden fışkıran suyla
birleşti caddelerde insanın yarılmış kanı: uzuvları kopmuş
çocukların kemikleri, annelerin yürek buran
yas giyimli sessizliği, savunmasızların
sonsuzca kapanmış gözleri, üzünç ve kayıp gibiydi,
tükürükte boğulmuş bir bahçeydi,
sonsuzca öldürülmüş inanç ve çiçekti.

Yoldaşlar,
o vakit
gördüm sizleri,
ve gözlerim daha da doldu gururla,
çünkü gördüm sabah sisi arasındaki yükselişinizi,
şafaktan önce çanlar gibi sessiz ve kararlı
Kastilya’nın temiz alnını,
ciddiyet dolu ve mavi gözlerle geldiniz uzaktan,
çok uzaklardan, saklandığınız yerlerden,
yitirdiğiniz memleketlerden, düşlerinizden
alazlanan şirinlikle dolu ve tüfeklerle geldiniz
savunmak için canavarın ısırarak kemirdiği
özgürlüğün kuşatıldığı ve ölebileceği o İspanyol kentini.

Kardeşler, bundan sonra
paklığınızı ve gücünüzü, büyük tarihinizi
bilsin çocuklar ve erkekler, kadınlar ve yaşlılar,
ulaşsın umudu olmayan herkese, aşağıda
madenlerde kükürt ekşisi havayla tükenenlere,
kölenin insaniyetsiz merdivenlerine,
ki böylelikle bütün yıldızlar, böylelikle
Kastilya’nın ve dünyanın bütün başağı yazsın
bir kızıl meşe gibi güçlü ve dünyevi adlarınızı
ve acı kavganızı ve zaferinizi.

Çünkü özveriniz sayesinde yeniden doğdu
yitirilmiş inanç, namevcut ruh, yeryüzüne güven,
ve bereketiniz, soyluluğunuz ve ölüleriniz arasından
sert kanlı kayalıklardan bir günün arasından gibi
akıyor çelik güvercinli ve umutlu o muhteşem ırmak.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Ubico

Ya da Ubico’dur giden bu patikalarda,
cezaevinden cezaevine dolaşan
motosiklet üstünde, bir taş gibi
soğuk, korkunun hiyerarşisi üzerinde
oyulmuş bir gemi süsü gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Türkü

Başka biriyle giderken
gördüm O'nu.
Yolun bu derin huzurunda
duyuldu rüzgârın ezgisi.
Ve bu alçak gözler
gördü O'nu giderken.

Başka birini seviyor şimdi O
yeryüzünün çiçek bahçesinde.
Alıç-dikeni batıyor elime
ve bir nakarat işitiyorum.
Başka birini seviyor şimdi O
yeryüzünün çiçek bahçesinde.

Başka birini öpüyor şimdi O
denizin uzun sahili boyunca.
Limon-sarısı parıldıyor ay
dalganın karanlık suyunda.
Kanım asla coşmayacak artık
denizin gelgiti gibi.

Sonsuza dek bir başkası taşıyacak parmağında
sevdiğimin nişan-yüzüğünü.
Gökyüzü ışıl ışıl üstlerinde.
(Sus pus olmuş Tanrı)
Sonsuza dek bir başkası taşıyacak parmağında
sevdiğimin nişan-yüzüğünü.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Tutto è Sciolto

Issız bir gök, loş deniz, batıda
Parıldayan bir yıldız gibisin
Ey çılgın kalbim, ve hatırlanmakta
En çok soluk saati aşkın.

Pırıl pırıl gözlerin tatlı bakışı, dürüst alın
Mis kokulu zülüf
Gibi düşüyor sessizliğin arasından
Alacakaranlık.

Öyleyse neden, anımsamak o ürkek
Ve hoş cazibeleri ve üzülmek?
Bir iç çekişle seslenirken sana
Her şeye karşın senin sevgilindi O.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Tupac Amaru (1781)

Concorcanqui Tupac Amaru,
Bilge efendi, adil baba,
Gördün avutulmaz ilkbaharın
Tungasuca'ya yükseldiğini
Anddağlarının basamakları boyunca,
ve ilkbaharla birlikte tuzu ve felaketi,
adaletsizliği ve zulmü.
İnkaların Reisi, Reis Baba,
gözlerine gizlendi her şey.
Bir sandıkta aşktan
ve kederden sertleşmiş gibi.
Yerli halk gösterdi ısırık yaralarının
damarlarda parıldadığı
sırtlarını
eski cezalardan arta kalan,
ve öyle çoktu ki sırtlar,
bütün bir yayla tiril tirildi
ağlayışın çağlayanlarıyla.

Bir hıçkırık duyuldu, ve bir başkası daha,
ta ki silahlandırılana dek
toprak-grisi halk yığının çalışma-günü
topladı gözyaşları çanağında
ve pekiştirdi patikaları.
Dağların koruyucu efesi yaklaştı,
barut döşedi yollara,
ve şaşkın şaşkın halkın yanına
geldi kavganın ağası.
Fırlattılar kepeneklerini toprağa,
eski bıçaklar birleşti,
ve çağırdı trompetlerin sesi
dağılmış hısım akrabayı.

Kana susamış taşa karşı,
Uğursuz miskinliğe karşı,
Zincirlerin metaline karşı.
Ne ki böldüler senin halkını
ve kırdırdılar
kardeşi kardeşe,
senin kalenin duvarları ufalandı toz gibi.
Bağladılar yorgun düşmüş ellerini ve ayaklarını
dört azgın ata
ve dörde böldüler şafağın
amansız ışığını.

Tupac Amaru, yenik güneş,
senin parçalanmış şanından
bir deniz-güneşi gibi
yükseliyor yitik bir ışık.
Balçıklı toprağın alçak köyleri,
adanılmış hasır iskemleler,
tuzun rutubetli evleri
'Tupac' diye fısıldar usulca,
ve Tupac bir mısır-tohumudur
derler usulca: 'Tupac',
ve bekler Tupac saban-izinde,
usulca fısıldarlar: 'Tupac',
ve filizlenir Tupac topraktan.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Topraklarını Alıyorlar Ellerinden

Değil mi ki vadinin ve kuraklığın ardında,
ırmağın ve sararmış yaprakların ardında,
tarla ve hasat için pusuda
bekliyor toprak hırsızı.

Bak bu çınlayan menekşe renkli ağaca,
bak kızaran bayrağına ağacın,
ve ardında sabah ırkının
bekliyor toprak hırsızı.

Dinle kör kayalıkların tuzu gibi
kristal rüzgar ceviz ağaçlarında,
ne ki her günkü mavi ışıkta
cirit atmakta toprak hırsızı.

Gör buğdayın tohum katmanları arasında
altın oklarıyla vurduğunu,
ve ekmekle insan arasında bir maskenin varlığını:
toprak hırsızını.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:41 PM
Topraklar ve İnsanlar

Korkunç hayvanların
kemikleri gibi, toprağın
kabuğunda yaşlı toprak fareleri,
batıl inançlı mirasçıları
encomienda’nın, karanlık
bir toprağın imparatorları, çevrilmişler
nefret ve dikenli tellerle.

Çitlerin arkasında boğuldu
gelişmesi insanın,
diri diri gömüldü çocuk,
ekmek ve kitaptan mahrum bıraktılar,
damgaladılar köle işçileri olarak
ve ahırlara mahkum ettiler onları.
Zavallı, bahtsız toprak işçisi
dikenler arasında, zincire vurulmuş
varolmayışa, yabanıl
çayırlıkların üzerindeki karanlığa.

Kitapsız korunmasız et gibi oldun
ve sonra da bir ahmağın iskeleti,
bir hayattan bir hayata satılmış,
beyaz kapının önünden kovulmuş
yürek paralayan, hüzünlü bir gitar
ve danstan başka sevda bilmeden,
bir nemli rüzgâr çarpıntısı gibi
aşırı çaba göstererek tutuşmuş.

Fakat sadece taşrada değil
insan yaraları. Daha uzaklarda,
yakınlarda, derinlerde dövülmüş onlar:
şehirde, yakınında sarayın,
ateş etti havaya cüzzamlı kiralık kışla
öldürücü pisliğiyle,
suçlayan kangreniyle.

Talcahuano’nun ekşi,
dolambaçlı sokaklarında, tepelerin
bataklık kül yığınlarında gördüm
yoksulluğun kirlenmiş yaprağının
kaynaştığını, hamuru
aşağılanmış yüreklerin,
bir yeraltı şafağının karanlığındaki
açık çıban,
paçavraların yara izi
ve buruşturulmuş, dövülmüş insanın
yaşlı özü.

En aşağıdaki eve girdim,
fare delikleri gibiydiler, güherçile
ve çürümüş tuzla nemlenmiş,
aç yaratıkların kendilerini sürüdüklerini gördüm,
bu lanetli hava içinden
bana gülümsemeye çalışan
dişsiz gölgeler.

Delik deşik etti beni acıları
halkımın, dikenli teller gibi
sardı ruhumu,
parçaladı yüreğimi:
o zaman çıktım yollara ve haykırdım,
çıktım dışarı ve ağladım, dumanla çevrili,
çaldım kapıları ve yaraladı beni
keskin bıçaklar gibi,
daha önce yıldızlar gibi taptığım
duyarsız yüzlere karşı haykırdım
ve gösterdiler bana ne kadar boş olduklarını.

O zaman dönüştüm bir askere:
sayısı bilinmeyen, tüm bir kıta,
savaşan yumrukların birliği,
hemfikir olmanın sistemi,
sonsuz zamandan bir lif,
silahlanmış bir ağaç, dünyadaki
unutulmaz yolu insanın.

Ve gördüm ne çok olduğumuzu, ne çok
kimse olduğunu benim tarafımda, o ya da bu
kişi değildi, fakat bütün insanlardı,
yüzleri yoktu, halktı bu,
metal ve yollar.
Ve dolaştım dünyayı
ilkbahar adımlarıyla.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Toprak

O yeşil toprak teslim oldu
sarı olan her şeye, altın ekinlere,
tarıma, yapraklara, taneye,
fakat muazzam sancaklarıyla
ayaklandığında güz,
sensin gördüğüm,
benim için uzun saçlarındır
başakları ayıran.

Bakarım ufalanmış
eski taşlardan anıtlara,
fakat dokunduğumda
taşın yarasına,
yanıtlar beni bedenin,
parmaklarım yeniden tanır
ansızın, titreyerek,
sıcak sızılarını senin.

Toprağın ve tozun madalyasıyla
yenilerde onurlandırılmış
kahramanların arasından yürürüm,
ve onların arkasında durur dilsizin biri
senin küçük adımlarınla,
sen misin o, yoksa sen değil misin?

Dün, görmek için kökleriyle
yukarı kaldırdıklarında
bodur ağacı,
gördüm geldiğini ve bana baktığını
işkence görmüş
ve susamış köklerden.

Yaymak ve ulaştırmak için
beni kendi sessizliğime
ve bastırdığında uyku,
uykumu mahveden
büyük beyaz bir rüzgâr vardır,
ve düşer yapraklar ondan,
düşer bıçaklar gibi
üzerime ve boşaltırlar kanımı.

Ve her bir yaramda
ağzının biçimi vardır.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tiranlık

Ey kalpsiz kadın, gökyüzünün kızı,
yardım et bana bu ıssız saatte,
doğrudan, bir silah gibi aldırışsız
unutuşun soğuk hissiyle.

Okyanus gibi büsbütün bir zamanda,
yeni doğmuş gibi şaşkın bir yara
çevreliyor ruhumun inatçı köklerini,
kemiriyor güvenliğimin nüvesini.

Hangi ağır nabız çarpıyor yüreğimde
bütün dalgalardan doğmuş bir dalga gibi,
ve benim umutsuz başım kaldırıyor kendini
düşüşten ve ölümden bir güç çabalamasında.

Uzakta bir şeyler titriyor kesinliğimde,
büyüyerek gözyaşlarının gerçek kaynağında
toparlanmış, kekre yapraklardan
katı ve zalim bir bitki gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tırman, Birader, Ayağa Kalk Benimle, Hayata

Tırman, birader, ayağa kalk benimle, hayata.

Uzat elini bana
heryerini kaplayan acıların derininden.
Geri dönecek değilsin uçuruma.
Geri dönecek değilsin yeraltı-çağından.
Törpülenmiş sesin dönmeyecek geri.
Delik deşik olmuş gözlerin dönmeyecek geri.

Yeryüzünün derininden bak bana,
köylü, dokumacı, suskun çoban:
kutsal lamaların seyisi:
serkeş yapıiskelesinin duvarcısı:
And-dağı gözyaşlarının su-taşıyıcısı:
ezik parmaklı saraç:
kendi buğdayında titreyen çiftçi:
kaval-çamuruna karışan çömlek yapımcısı:
bu hayatın yeni kabına doldurun
batmış eski acılarınızı.
Kanınızı ve alınlarınızdaki kırışıklıkları gösterin bana,
ve söyleyin bana: işte burada cezaldırıldım,
çünkü parlamadı elmas ya da zamanında vermedi
toprak taşı ve buğdayı:
ve işaretleyin benim için başınızı çarpttığınız
taşı,
gösterin sizleri çarmıha gerdikleri ağacı,
çakın eski çakmaktaşlarını
yakın eski lambaları, yakın yüzyıllardır
yaralara yapışan kırbaçları
ve parıltılarını kanlı baltaların.

Sizin ağzınızdan konuşmaya geliyorum.

Ey topraktaki bütün suskun ve
patlamış dudaklar, birleşin ve anlatın bana
ta derinden, bütün bu uzun gece boyunca,
sanki sizlerden biriymişimcesine.

Ama anlatın herşeyi, bütün zincirleri,
bütün bağıntıları ve bütün adımları,
bileyin sakladığınız bıçakları
ve yerleştirin göğsüme,
sarı bir şimşek ırmağına benzeyen elime,
gömülmüş kaplanların dalgasına benzeyen elime.
ve bırakın ağlayayım sonra, saatlerce, yıllarca,
kör-çağlarca, yıldız yüzyıllarınca.

Sessizliği, suyu, umudu ver bana.

Kayayı, demiri ve volkanları ver bana.

Yapıştırın bedenleri bana, bir mıknatısmışım gibi.

Damarlarımdan ve ağzımdan gir

Ve konuş sözlerimle kanımın arasından.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tıngır Mıngır

Sonsuzca sallıyor deniz
binlerce dalgayı.
Dinliyorum denizlerin sevdasını
ve sallıyorum bebeğimin beşiğini.

Geceleyin avarelik eden mısır
sallanıyor rüzgârda tıngır mıngır.
Rüzgârların sevdasını dinliyorum
ve sallıyorum bebeğimin beşiğini.

Tanrı Baba sallıyor usulca beşiğini
binlerce gezegenin.
Karanlıkta hissediyorum O'nun elini
ve sallıyorum beşiğini bebeğimin

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tersine Çevrilebilir

Uzayda
ben
kendi içimdeyim
uzay
dışımda benim
uzay
hiç bir yerde
ben
kendi dışımdayım
uzayda
içinde
uzaydır
onun dışı
hiç bir yer
ben
uzaydayım
vesaire

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Terk Edilmiş

Aramadı mı şu ya da öbür gün seni, şafağın dişleriyle
filizlenmiş bir gün, ölümün tıkırtısından doğmuş,
seçilmiş üzümlerden bir gün aramadı mı
zırhını, tenini, anakaranı,
yıkamak için ayaklarını, sağlığını, tamamlanmışlığını?

Sadece senin için doğmamış mıydı,
erkek ya da kadın, kendine yakışan
ilkbahar mavisi dolaşımıyla saat,
dünya çığlığının o muazzam sesi, geminin
sessizliği gecede, yaşayan her şey göz kapaklarıyla örtülmüş
ölmek için ve akıp gitmek için?

Soruyorum sana:
hiç kimse, sen, o sensin, senin duvarın, ve rüzgâr,
ırmağın sularında gördüğün gibi şarkıdan
cömert bir gülü ve berraklık getiriyor sana,
ya da sen insan tellerinin ilk titreyişiyle
saldırılmış o israf edilmiş ilkbaharda mısın,
askerler şakırken yaban kiraz ağaçlarının
gölgesinde sel olup şavkıyan ay ışığı altında,
o zaman görmedin mi senin için ayırtılmış gitarı,
ve seni öpmek isteyen o kör kalçayı?

Bilmiyorum, acı çekiyorum kim olduğunu bilmemekten,
geri almaktan ağzının hecesini,
en yüksek günleri tutup ve gömmek onları
ormanda, o kaba, ıslak yaprakların altında,
ve ara sıra, siklonun altında güvenlikte, sallanmış
o en korkmuş ağaçlarla, o derin
toprağın delik deşik eden memesi, felç olmuş
kuzey rüzgârının en son çivisiyle, devinimdeyim ben,
insan gözlerinin ötesinde, kaplanın pençesinin ötesinde,
benim kollarıma yetişeni kazmak,
dağıtmak için buz gibi günlerin ötesinde.

Seni arıyorum, o gri göğün oluşturduğu ve sonra
terk ettiği madalyalar arasında senin resmini,
kim olduğunu bilmiyorum, fakat çok şey borçluyum sana
ki toprak dolu benim acı hazinemle.
Hangi tuz, hangi coğrafya, hangi taş dikmiyor ki
kendi gizli bayrağını o korunmuş olanda?
Hangi düşen yaprak benim için uzun bir kitap değildi ki
gönderilmiş ve biri tarafından sevilmiş sözcüklerden?
Hangi kasvetli mobilyanın altında saklamadım ki ben
o en tatlı gömülmüş nefesi, kimseye ait olmayan
işareti ve heceleri arayan?

Sensin, sensin belki, erkek ya da kadın
ya da kimsenin göremediği şefkat.
Ya da belki ezmedin sen o karanlık
insansı gök kubbeyi, o titreyen yıldızı, belki
bilmiyordun yolunda giderken, ki seni arayan
adımlardan o alazlı gün, çağıldıyor o kör topraktan.
Fakat bulacağız kendi kendimizi silahsız ve yığılmış olarak,
toprağın en son dilsiz armağanları arasında.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tembel

Yıldızların arasındaki metalden bu şey
sürdürecek dolanıp durmayı,
ve vahşilik yapmaya gidecek
bitkin adamlar uysal aya
ve bulacaklar kendi eczanelerini orada.

Üzümlerin kabardığı bu zamanda
hazırlanır şarap doğmaya
denizle sıradağların arasında.

Şimdi Şili’de dans eder kirazlar,
şakır esmer kızlar
ve su gitarlarda parıldar.

Dokunur güneş her bir kapıya
ve buğdaydan mucizeler yaratır.

Pembedir ilk şarabın rengi,
tatlıdır çocukluğun şirinliği gibi,
sağlıklıdır ikinci şarap,
bir gemicinin sesi gibi diridir,
üçüncü şarap bir topazdır,
hem bir gelinciktir hem de bir ateş.

Evimin hem denizi var hem de toprağı,
fındık rengi büyük gözleri
var kadınımın,
gece gelir, beyaz ve yeşil bir giysiyi
bürünür deniz,
ve sonra dalganın köpüğünde düşler ay
deniz yeşili bir kız gibi.

Hiç niyetim yok gezegenimi değiştirmeye.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tekmil Beyaz Dişleriyle

Tekmil beyaz dişleriyle
kime gülümser pirinç?

Niçin görünmez mürekkeple
yazılır karanlık zamanlarda?

Caracas’taki o güzel bilir mi
kaç tane eteği vardır gülün?

Niçin ısırıyor beni pireler
ve edebiyat çavuşları?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tatlıysa Eğer Bütün Irmakların Suyu

Tatlıysa eğer bütün ırmakların suyu
nereden gelir denizin bu tuzu?

Nasıl bilir mevsimler
gömlek değiştireceklerini?

Niçin onca yavaştır kışları
ve ondan sonra onca canlı?

Ve nasıl bilir kökler
ışığa doğru ilerleyeceklerini?

Ve onca çiçekle ve renkle
selamlamak esintiyi sonra?

Her zaman aynı ilkbahar mıdır
tekrar tekrar aynı rolü oynayan?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:42 PM
Tat

Sahte astrolojiden, biraz hüzünlü alışkanlıklardan,
sonsuzluğa dökülen ve sürekli kaldırılmış yoldan,
her zaman korudum bir eğilimi, yalnız bir tadı.

Sandalyelerde bulunmanın tevazusu içindeki hayli eski
tahtalar gibi yıpranmış konuşmalardan, ikinci sınıf
istekleriyle köleler gibi hizmet etmek için yutulmuş sözlerle,
bulunuyor bende sütten bu kıvam, ölü haftalar,
kentlerin üstündeki havadan zincirlerden.

Kim övünebilir daha güçlü bir sabırdan ötürü?
Bilgelik sarmalıyor beni gergin bir deride gibi
bir yılan gibi tek düze rengiyle:
yarattıklarım doğuyor uzun bir geri çevirişle:
ah, tek bir kadeh içkiyle ayrılabilirim seçtiğim
bu günden, yeryüzündeki diğer günlerle eş.

Yaşıyorum sıradan renkli bir özle, suskun
yaşlı bir anne gibi, kilise karanlıklarından
ya da bacakların son dinlenişinden oluşan bir sabır.
Bunlarla doluyum ben, aslında hazır,
hüzünlü beklentilerde uyuyan donanmış sularla.

Gitarımda eski bir şarkı var,
kuru, yankılanan, sürekli, kıpırtısız,
sadık bir besin gibi, duman gibi:
dinlenen bir element, yaşayan bir yağ:
aşırı gayretli bir kuş kolluyor başımı:
kımıldatılmaz bir melek kılıcımda kiracı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Taşlar Vadisi (1946)

Bugün, 25 Nisan, düştü
Ovalle’nin tarlalarına
yağmur, uzun süredir beklenen, su 1946.

Bu ilk ıslak Perşembe günü kuruyor sisli bir gün
boz demirhanesini dağlarda.
Aç çiftçilerin torbalarında sakladığı
küçük mısır tohumları için Perşembe’dir bu:
bugün aceleyle çizecekler toprağın kabuğunu
ve batıracaklar o yeşil hayatın mısırını çamura.

En son dün gittim tekrar Hurtado ırmağına:
o çetin ve dalayan kayalıkların arasında çıktım yukarı,
dikenlerden kaskatı, değil mi ki o büyük And dağı kaktüsü
çok kollu zalim bir şamdan gibi kalkıyor ayağa orada.

Ve bütün bu çorak dikenlerin üzerinde quintral bitkisi
yakmış bütün kanlı lambalarını al bir entari gibi
ya da korku salan akşam kızıllığından bir leke gibi,
bir bedenden kan gibi sürüklenmiş binlerce diken arasından.

Kayalar muhteşem damarlardır, pıhtılaşmış
ateşin çağlarında, vadiyi bekleyen
bu merhametsiz heykellerle birlikte eriyene kadar
yuvarlanıp duran kör çuvalları taşın.

En kenardaki sulardan uysal ve ölmekte olan
bir çağıltıyı getiriyor ırmak içine
sarkan yaprakların ok karası kalınlığına, ve kavaklar
kaybediyor ince sarı renklerini damlalarda.

Norte Chico’da sonbahardır, gecikmiş sonbahar.
Burada parıldıyor ışık üzümlerde daha uzun süre.
Bir kelebek gibi daha uzun süre ikircikli davranıyor
berrak güneş olgunlaşana dek üzüm
ve misket üzümü halıları ışık saçıyor vadide.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Taşlar İçindeki Taşta, İnsan, Neredeydi?

Taşlar içindeki taşta, insan, neredeydi?
Havaların havası içinde, insan, neredeydi?
Zamanların içindeki zamanda, insan, neredeydi?
Sen miydin tamamlanmamış insanın o küçük dilsizi
ki caddelerde ve eski izler üstünde yürüyen
o ruhsuz kartalın geçerek ölü sonbaharın
yaprakları içinden,
ölümsüz acılar verdiği ruhuna?
Zavallı el, ayak ve avutulmaz hayat...
Yağmur gibi
parlak ışığı günleri sendeki,
şölenin matador-mızrakları üzerinde,
yaprak yaprak mı bırakıldı
onların karanlık besini
boş ağıza?
Açlık, mercanı insanlığın,
açlık, gizli gelişme, ağaçyarıcısının kökü,
açlık, yükseldi mi parçalanmış sepetin
ta o yüksek, devrilen kuleye?

Sana sorarım, yolların tuzu,
göster bana kaşığı, lütfen, mimarlık,
bırak da bir çöple kazıyayım
taştan yapılmış etaminini çiçeğin,
bütün basamaklarına çıkarak boşluğun
altüst edeyim içini dışını, insanı bulana dek.
Macchu Picchu, taş taş üstüne koydun da
paçavrayla mı attın temeli? Kömürü kömür üstüne
yığdın da,
en alta mı gizledin gözyaşlarını? Altın'a ateşi üfledin
de, kanın titreyen büyük kızıl damlasına da mı üfledin?

Geri ver bana gömülmüş köleni!
Sefilliğin toprak katılığındaki ekmeğini bur,
kölenin giyitini ve penceresini
göster bana.
Anlat, nerde uyurdu O daha hayattayken?
Anlat bana, uyur muydu deliksiz
yoksa esneyip durur muydu yorgunluğuyla
duvara kazınmış bir delikten?
Duvar, ey duvar! Anlat bana, her bir taş-dokusu
ağırlaştırdı mı uykusunu, zahmetle mi battı
uykusu taş-altında batarcasına ayın altında?

Antik Amerika, denize kurban edilmiş gelin,
yabanıl ormandan tanrıların
yüce boşluğuna yürüdüğünde
altında şimşeğin gelin-sancakları ve süslerinin,
davullardan ve mızraklardan bir gürültüye karıştı
senin parmaklarında, soğuk gülü ve soğuk çizgiyi
getiren parmaklarında senin,
genç mısır-tohumunun kankızılı göğsünü getiren
maddenin dokusuna hoşgörüsüz mağaralarda,
Sen de mi sakladın, benim batık Amerika'm,
sen de mi açlığı dibinde,
buruk barsaklarında bir kartalınki gibi?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Taş Dizeler

1


hayır
ayak tabanından
elin
yönüne

hayır
her bir
ayak tırnağında
her bir
kemikte
serçeparmağından
başparmağın
askısına

hayır
kaburga
fincanından
diz
kabuğuna
belden
but damarlarına
dirsek kıvrımından
ciğerin dokusuna dek

2


taştan
bir hayır
papuçtan
bir hayır
hiç bir şeyden
bir hayır
bağlıdır elbet
saçın her bir
teline
her bir
dişe
ve her bir
dişine tarağın
memenin tepesinden
venüs-tepeciğinin
yamaçlarına
koltukaltlarından
baldırların
sırtın
karnın yarıklarına
bacaklardan ve yukarı
ağzın
zarına
ve dile o içsel
gül
tomurcuğuna

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Tarla: Bilinmeyen Çiçek

ah ışık-taşıyıcılar (ah böyle bir ışık hâlesi
bağışlasın beni)
ah ışık-taşıyanlar ışığı-alanlar!
tarlada
akıllı bir başvuru gibi
ışık saçan
yanında ışık-debdebeli
sabah-ibadeti güneşinin

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Şöhretli Denizlerde Yolculuk Ettim

Şöhretli denizlerde yolculuk ettim,
bütün adaların düğün çelenkleri üstünde,
ben kağıdın en büyük denizcisiyim
ve gittim, gittim, gittim
ta en kıyıdaki köpüğe dek,
ne ki senin yoğun, denizcil sevdan
bağlandı yüreğimin limanına.
Sen engin okyanusun
dağlarla zengin
en güzel başışın,
ve senin gökmavisi Kentaros-böğründe
aydınlanıyor oyuncakçıların kırmızı
ve mavi ışıklarıyla senin kenar mahallelerin.
Bir şişe-gemisine yaraşırsın
küçük evlerinle ve 'Latorre'
çarşaf üstündeki bir gri ütü gibi,
bu yüzden değildi sana verilmiş
fırtınayla kırbaçlanmış bir kilisenin dalga-fışkırması
kudretli denizin yabanıl fırtınasından, yeşil vuruşundan
buzul fırlatıcı rüzgârların,
titreyen toprağının şehitliğinden,
yeraltına özgü dehşetten,
bütün denizin yanışı meşalenden
verdi sana gölgeli kayanın büyüklüğünü.
İlân-ı aşk ediyorum sana, Valparaiso
ve geliyorum tekrar oturmak için yol-kavşağında,
sen ve ben yeniden özgür olunca,
sen denizden ve rüzgârdan tacında,
bense nemli, türkü toprağımda.
O zaman göreceğiz nasıl da yükselir
özgürlük, denizle kar'ın arasından.
Valparaiso, yalnız Ece,
Issız Güney-Okyanusu üzerindeki
yalnızlıktaki yalnız,
her bir sarı kaya topluluğunu
tanıdım senin yücelerinde,
senin dalgalanan nabzını duyumsadım,
ruhum sanki dilermişcesine gecenin saatinde
sarmaladı limandan ellerin beni,
ve anımsarım hüküm sürdüğünü
ülkenin üstünde su sıçratan mavi alevli parıltısında.
Senin gibisi bulunmaz kumun üstünde,
Güney'in orkinosu, suyun Ecesi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Şirinlik

Uyuyan çocuk hatırına benim içimde taşıdığım gizem-dolu dehlizim. Ve bütün yüreğim dua dolu, taşıyorum gizemi içimde çünkü.

Sevgiyle hafiflemiş sesim yumuşacık, çünkü uyandırmaktan korkuyorum O'nu.

Gözlerimle arıyorum şimdi yabancı yüzlerin içlerindeki acıyı, çünkü başkaları görecek solgun yanaklarımı ve anlayacak nedenini.

Ellerim yokluyor bıldırcınların yuva yaptığı çimdeki şefkatin sıkıntısıyla. Ve ben dolanıyorum sessizce ve dikkatle otlakların arasından: Uyanık kalıp da kendi üzerlerine eğilen ağaçların ve eşyaların uyuyan çocukları var galiba.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:43 PM
Şimdi, Tam Şimdi

Şimdi, tam şimdi, Eros’un tatlı ezgiler çıkardığı
Bu kahverengi toprağın üstünde
Dolanacağız ikimiz, el ele,
Eski dostluğumuz hürmetine sabırlıyız,
Güzelim sevdamızın böyle bitmesine
Yas tutmayacağız.

Kırmızı ve sarılar kuşanmış bir budala
Vuruyor yumruğuyla ağaca;
Ve yalnızlığımızı çevreleyen her şeyin etrafında
Vınlıyor rüzgâr neşeyle.
Yapraklarda yok ses seda
Sürüklerken zaman onları sonbahara.

Şimdi, tam şimdi, duymuyoruz artık
Ne bir gazel ne bir tekerleme!
Öpüşeceğiz gene de, ey sevgili, gün bitiminde
Bekliyor bizi kederli ayrılık.
Yas tutma, güzelim, hiç bir şey için –
Zaman, biçerken ekinini zaman.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şimdi de Küba

Ve o zamandan beri kan ve kül aktı.

O zamandan beri yalnız kaldı palmiyeler.

Küba, aşkımsın sen benim, işkence tezgâhına
bağladılar seni,
bozdular yüzünün güzelliğini,
solgun altın bacaklarını ayırdılar birbirinden,
narla ezdiler cinselliğini,
delik deşik ettiler seni bıçaklarla,
paramparça ettiler, yakıp kavurdular seni.

Şirinliğin vadisi arasından
geldi cellâtlar,
ve sis içindeki yüksek platolarda
kayboldu oğullarının zırh bitkisi.
Gene de teker teker götürüldü onlar,
öldürülmek için orada,
işkence içinde paramparça edilmek için,
ayaktopuklarının altından kayan
yumuşak çiçektopraklarından yoksun.

Küba, aşkımsın sen benim, hangi ateşli ürperiş
sarstı seni bir dalga köpüğünden ötekine,
sen temizliğin kendisi olana dek,
yalnızlık ve ıssızlık, sıklık oluncaya dek,
ve yengeçler kapışıyorlar
oğullarının kemiklerini.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şikayetli Bir Kaside

Ey güller arasındaki kız, ey güvercinlerin sıkışıklığı,
ey balıktan ve gül çalısından hapishane,
ruhun susamış tuzla dolu bir şişedir
ve üzümlü bir çan tenin.

Ne yazık sadece tırnaklar var sana verecek,
sadece kirpikler ya da erimiş piyanolar,
ya da yüreğimden fışkıran düşler,
tozlu düşler tırıs giden siyah atlılar gibi,
hızla ve kazayla dolu düşler.

Sadece seni sevebilirim öpüşler ve gelinciklerle,
yağmurla ıslanmış çelenklerle,
dik bakarak kül grisi atlara ve sarı köpeklere.
Sadece seni sevebilirim sırtımda dalgalarla,
arasında kükürdün tok vuruşlarının ve düşünceli dalgaların
yüzüyorum mezarlıklara göçüp giden
belli ırmaklarda
ıslak ve coşkun çayır o hüzünlü alçı mezarların üzerinde
yüzüyorum boğulmuş yüreklerin ve gömülmemiş
çocukların solgun listeleri arasından.

Çok ölüm var, çok gömülüş
aciz tutkularımda ve umutsuz öpüşlerimde,
su var kafama düşen
uzarken saçım,
zamandan bir su, kendini koparmış siyah bir su
bir gece sesiyle, yağmurdaki
kuş çığlığıyla, kemiklerimi koruyan
ıslak kanatlardan sonsuz bir gölgeyle:
giyinirken ben, aynalarda
ve camlarda bakarken kendime sürekli,
işitiyorum nasıl beni izlediğini birinin ve hıçkırarak
beni çağırdığını hüzünlü bir sesle, zamanla çürümüş.

Duruyorsun toprakta, dolusun
dişlerle ve yıldırımlarla,
yayıyorsun öpüşlerini ve öldürüyorsun karıncaları.
Ağlıyorsun sağlıktan, soğandan, arıdan,
yanan alfabeden ötürü.
Mavi ve yeşil bir kılıç gibisin,
ve sana dokunduğum zaman durguncasın bir ırmak gibi.
Gel benim beyaz giyimli ruhuma bir buket
kanlı gülle ve külle dolu kupalarla,
gel bir elmayla ve bir atla,
çünkü karanlık bir oda var burada ve kırık bir şamdan,
kışı bekleyen bir çift titreyen sandalye,
ve ölü bir güvercin, bir sayıyla.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şiirsiz Bir Gün mü?

Şiirsiz bir gün.
Fakat bak şuraya:
Şeytan-çiçekleri,
taşlar arasındaki çimen,
yont-kuşu,
saçlarındaki rüzgâr
ve 1 Mayıs’ta
dünyanın harap edilmesine
ve savaşlara karşı
taşıdığın
kızıl bayrak.
Hayalci miyim?
Şiir hayallerin
devinimidir maddede,
seni ilgilendiren
görülmeyen bir şeyin
görünüşüdür,
iyi, doğru
olan an
doğallaştırılmış
fotoğrafsız
bir gülüş gibi.

Şiirsizlik / olduğu gibi bırakmaktır.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şiirce

Bu kırmızı bacadan geliyor
Bu beyaz duman.

Bu yeşil hıyar duruyor
Bir sarı tabakta.

Bu siyah bisiklette oturuyor
Bir mor adam.

Yol yükseliyor.
Bisiklet yükseliyor.
Yani yükseliyor adam.
Duman yükseliyor.
Duman da yükseliyor.

Hıyar kıpırdamıyor.

Netameli bir sessizlik.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şiir

Ve zamanıydı... Gelmişti şiir
beni yoklamaya. Bilmiyorum, bilmiyorum nereden
geldi, zemheriden mi yoksa bir nehirden mi.
Bilmiyorum nasıl ya da ne zaman,
sesler değildi, sözcükler değildi,
sessizlik de değildi,
fakat beni çağırıyordu bir cadde,
gecenin dalları,
ansızın başkaları,
şiddetli yangınların arasından
ya da belirsiz yüzümle oradan
dönerken yalnız,
dokunmuştu bana.

Ne söyleyeceğimi bilemedim, ağzım
bilmez
isimleri,
gözlerim kör,
ve kımıldadı bir şeyler ruhumda,
ateş ya da unutulmuş kanatlar,
ve kendimce yorumlayarak
anlamını
o ateşin,
yazdım ilk güçsüz dizeyi,
güçsüz, içeriksiz, saf,
saçma sapan,
hiçbir şey bilmeyen birinin
hikmeti gibi,
ve birden gördüm göklerin
kımıldayıp açıldığını,
gezegenlerin,
titreyen bitkilerin,
delip geçti gölgeler,
okların, ateşin ve çiçeklerin
gizemleriyle,
kıvrımlı gece, evren.

Ve ben sonsuzca küçük varlık,
koca yıldızlı boşlukla
sarhoşum,
benzeriyim,
görüntüsüyüm gizemin,
uçurumun bir parçasıyım,
yıldızlarla tekerlendim,
rüzgârda uçtu yüreğim.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şiddete Dair

Derler ki asi ırmak şiddetle akar
Kimsenin aklına gelmez mi
Onu sıkıştıran ırmak yatağına şiddetli demek

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şehvetli Timsahların Sadece

Şehvetli timsahların sadece
Avustralya’da bulunduğu doğru mudur?

Nasıl paylaşırlar acaba güneşi
portakal ağacındaki portakallar?

Yoksa acı bir ağızdan mı
doğmuştur tuzun dişleri?

Doğru mudur ülkemin üstünde
*******i kara bir kondorun uçtuğu?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şarkımda Bir Hece Gibi

Şarkımda bir hece gibi
parıldar mı metalin damlası?

Ve bir yılan gibi sürükler mi
bir sözcük kendisini ara sıra toprakta?

Çatırdamadı mı bir isim yüreğinde
kendini açan bir portakal gibi?

Hangi ırmaktan gelir balıklar?
Gümüş işlemeciliği sözcüğünden mi?

Ve batmaz mı yelkenli gemiler
bir çok sesli harften ötürü?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:44 PM
Şarkıların Varsa, Dostum

Şarkıların varsa, dostum
Onları şimdi söyle!
Çünkü zamanıdır şimdi şarkılar söylemenin.
Ve onları söyleyecek olan da sensin!
Yarın belki geç olabilir, dostum.
Tez tut dilini söylenmemiş şarkılar için!
Bırak konuşmayı şarkılar hakkında da
Bırak konuşsun şarkılar senin için.

Seveceksen, dostum
Şimdi sev!
Çünkü zamanıdır şimdi sevdalanmanın
Ve sevecek olan da sensin!
Yarın belki geç olabilir, dostum
Tez tut yüreğini duyulmamış özlemler için!
Bırak konuşmayı sevda hakkında da
Bırak konuşsun sevda senin için.

Hayatını yaşamak istiyorsan,
Şimdi yaşa!
Çünkü zamanıdır şimdi hayatını yaşamanın
Ve senin hayatını yaşayacak olan da sensin!
Yarın belki geç olabilir, dostum.
Kimdir hoşlanan senden kimi düşledin ve istedin?
Bırak artık bir şeyler beklemeyi de
Hayatını şimdi yaşamalısın sen, dostum!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:45 PM
Şarkılar

Tırmanan gül yükseliyor
ve yutuyor azizin şakağını:
kalın pençelerle pekiştiriyor
zamanı o yorgun varlığa:
şişiyor ve esiyor o katı damarlarda,
bağlıyor akciğerin sicimlerini,
ve soluyor uzun uzun ve işitiyor.

Ölmek istiyorum, yaşayacağım,
bir alet edevat, sonsuz bir köpek,
bir devinim o koyu okyanusta
o yaşlı ve kara deriyle.

Kimin için ve kime yükseliyor gölgede
gitarımın sesi,
denizin tuzundaki balık gibi
hayatımın tuzundan doğan.

Ah, hangi sürekli ve kapalı ülke,
tarafsız, ateşin bölgesinde,
kımıltısız, o korkunç dolaşımda,
kuru, rutubetinde şeylerin.

Ancak dizlerimin arasında
gözlerimin kökü altında,
dikiş dikmeye devam eder ruhum:
çalışır o ürkünç iğnesi.

Denizin ortasında hayatta kalırım
ıssız ve çılgınca yaralı,
öyle dayanıklı ve yalnız,
acılar içinde terk edilmiş.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:45 PM
Şarkı Hakkında Şarkı

Daha emeklemeden şarkı söylerdim
o zamanlar çok şey gerekmezdi
dokundu muydu birileri göbeğime
patlatırdım bir şarkıyı.
La la la lay la lay...

O zamandan beri hep böyle karşılık verdim
ne zaman dokunup kurcalasa hayat zihnimi
Mutlu ya da bunalmış olayım
düştü her zaman bir şarkı cana
La la la lay la lay...

Hiç bir zindan tutuklu kılamaz beni
Ben birdenbire söyleyenim - çünkü
benim çağırışım patlar şarkıda
ve özgürdür şarkıda ruh yeniden
La la la lay la lay...

Bir kaç kez başıma geldi
ki uyandım - ve baktım gitmiş ses
ne ki öyle bir korktum ki
başladım şarkı söylemeye korkudan!
La la la lay la lay...

Yaşlılar ve gençlere şarkı söyledim
Büyüklere ve küçüklere
ayarladım partal dilimi
anlasın diye herkes şarkımı
La la la lay la lay...

Balıkçılara ve yurttaşlara şarkı söyledim
Yoksullara ve varsıllara
hem aşk sevincine hem de acısına
ama sanırım barış hakkında daha çok söyledim savaştan ziyade.
La la la lay la lay...

Yaşama sevincinci hakkında şarkı söyledim
ve hayat boktan gidince acı hakkında
değil mi ki uçan mektuplardır şarkılarım
seven ve acı çeken herkese
La la la lay la lay...

Yürekler ve ciğerler katılaşmadan
hepimizin başına gelecek nasılsa bir kez
hadi şarkı söyleyelim hayattayken
hadi patlatalım bir şarkı
La la la lay la lay...

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:45 PM
Şarap

İlkbaharın şarabı. Hasadın şarabı. Yoldaşlar,
tropik yaprakların düşeceği bir masa verin bana,
ve bırakın dünyanın büyük ırmaklarının benzi atsın
ve çağıldasın uzağında şarkılarımızın.
İyi bir yoldaşım ben.

Bu eve senin varlığından bir parça koparmak için
girmedim. Tam tersine alıyorsun
benden bir parçayı giderken sen, alıyorsun
kestaneleri, gülleri ya da seninle paylaşmak istediğim
güvenliğini köklerle taşıtların, yoldaş.

Benimle birlikte şarkı söyle kupalar taşıncaya
ve masada müsrif bir eflatun bırakana dek.
Bu bal topraktan, karanlık üzümlerinden
ulaşacak ağzına.

Nasıl da özlüyorum onları, şarkının gölgelerini,
sevdiğim ve alnımı önlerinde eğdiğim yoldaşları,
o benzersiz hayatımı, uyguladığım erkeksi bilimi,
kaba şefkatin koca ormanı arkadaşlığı bıraktığım zaman.

Elini ver bana, görelim birbirimizi,
çok basit, çıplak bir bitkinin kokusundan gayrı
başka şey arama sözcüklerimde.
Niçin bir işçiden daha fazlasını bekliyorsun benden?
Biliyorsun halbuki vura vura oluşturdum
gömülmüş aletimi
ve yalnızca kendi dilimin lisânını konuşacağım.
Bilge kişilere başvur, eğer memnun etmiyorsa rüzgâr seni!

Toprağın gürültücü şarabıyla şarkı söyleyeceğiz gene de,
Hasadın tasıyla kadeh tokuşturacağız,
ve varolmayan ırmakların aşk dilinde
tapınılan anlamsız dizeleri
tutkuyla iletecek gitar ya da sessizlik.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:45 PM
Şarabın Fermanı

Menekşe lekeler düşerken yağmur gibi
bölgelerin üzerine, kurbanların üzerine,
hayretle açar şarap kapılarını,
ve ayların barınağı içine uçar
ıslak kırmızı kanatlı bedeniyle.

Ayakları dokunur duvarlara ve kiremitlere
boğulmuş dillerin nemiyle,
ve çıplak günün yumurtasında
düşer arıları damlalarca.

Bilirim kış geldiğinde
kaçmaz şarap çığlık çığlığa,
ya da saklanmaz kasvetli kiliselerde
fırlatılmış paçavralarda aramak için ateşi,
sonra uçar mevsimin üzerinden,
artık gelmiş olan kışın üzerinden
o katı kirpikler arasındaki bir bıçakla.

Görürüm dolanıp duran düşleri,
ayrımsarım uzaklardan,
ve görürüm önümde, camların ardında,
sefil giysilerin toplanışını.

Ulaşamazlar onlar şarabın güllesine,
etkin gelinciğine, onun kızıl ışıltısı
ölür, boğulur avuntusuz halılarda,
ve yalnız kanallar boyunca,
ıslak caddeler boyunca, isimsiz nehirler boyunca,
akar boğulmuş o kekre şarap,
o kör, yeraltından gelen ve yalnız şarap.

Dururum onun köpüğünde ve köklerinde,
ağlarım yapraklarında ve ölümünde,
düşmüş terzileri izleyerek
rezil kışın ortasında,
tırmanırım nemden ve kandan merdivenleri
ve yoklarım duvarlar boyunca,
ve gelmiş zaman hakkındaki kaygıyla
çömelirim bir taşa ve ağlarım.

Ve o acı tünellerde gezinirim
giyinmişim uçucu metallerle,
yalnız mahzenlere doğru, düşlere doğru,
yeşile ve titreyen zifte doğru,
aldırışsız demircilere doğru,
çamurun tadına ve gırtlağa doğru,
ölümsüz kelebeklere doğru.

Kaldırdığında şarabın adamları
o dut renkli kuşakları,
ve tırmalanmış arıların başlıklarını,
ve ölmüş gözlü dolu bardaklarla gelirler,
ve tuzlu sudan dehşetli kılıçlarla,
ve selâmlarlar birbirlerini boğuk büğlülerle
ve şarkı söylerler düğün niyetiyle.

Onların boğuk sesli şarkılarından
ve masadaki ıslak madeni paraların gürültüsünden,
ve ayakkabıların ve üzümlerin
ve yeşil kusmuğun kokusundan,
ve ölen şafağın duvarlarına çarpan
tuzun ezgisinden hoşlanırım.

Varolan şeyler arasından konuşurum. Tanrı göstermesin
şarkı söylerken yeni şeyler keşfetmemi!
Duvarlardan akan tükürükten bahsederim,
fahişelerin yavaş çoraplarından bahsederim,
bir kuş ayağıyla tabuta vuran
şarap adamlarının korosundan bahsederim.
Bu şarkının tam ortasındayım, caddelerden
yuvarlanan kışın ortasındayım,
ayyaşların arasındayım,
unutulmuş yerlere çevrilmişler açık gözlerle,
ya düşünüp taşınırlar çılgın üzünçte,
ya da uyurlar, külde yıkılırlar baş aşağı.

Anımsarım *******i, gemileri, tohum ekimlerini,
ölmüş arkadaşları, koşulları,
acı hastaneleri ve yarı açık kızları:
anımsarım undan ve köpükten mücevheriyle
belli bir kayaya vuran o dalgayı,
ve bazı ülkelerde sürdürülen o hayatı,
bazı ıssız kıyılarda,
palmiyelerdeki yıldızların sesini,
camlarda bir yürek atışını,
lânetli tekerleri üzerinde hızla ve kasvetle
geçen treni, ve buna benzer üzgün şeyleri.

Şarabın nemine, sabahları,
kış günlerinin sıkça kemirdiği duvarlarda
düşerken onlar kuşkusuz ıssız mahzenlere,
bu dünyanın gücüne gelir savaşımlar,
ve yorgun metaller ve sağır sardunyalar,
ve mahvolmuş itirazlardan bir kargaşa vardır,
şişelerden şiddetli bir ağlayış,
ve gevşek bir kırbaç gibi bir cürüm.

Şarap delerek iliştirir kendi siyah dikenini
ve oynatır kendi kasvetli kirpisini,
hançerlerin ve gece yarılarının arasında,
kirletilmiş boğuk sesli gırtlaklar arasında,
puroların ve örgülü saçların arasında,
ve bir deniz dalgası gibi şişer sesi
gözyaşlarıyla ve ceset elleriyle uluyarak.

Ve kaçarak gider kovalanan şarap,
ve sağlam meşin torbası ezilir
at nalları altında, ve yavaşça sıvışır şarap,
ve fıçıları, havanın yüzleri kemirdiği
yaralı gemilerde, sessizliğin mürettebatıdır,
ve kaçar şarap anayollarda,
kiliseleri geçerek, kömürün arasından,
ve düşer onun horozibiği tüyleri,
ve kükürtle maskelenir ağzı,
ve alazlanır şarap yıpranmış caddeler arasında
avlayarak kuyuları, tünelleri, karıncaları,
üzünçlü ölülerin ağızlarını,
çünkü onlar arasından ulaşır yağmurun ve ölülerin
birlikte eridikleri toprağın mavi rengine.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:45 PM
Şapkam Hakkında Ne Düşünürler

Şapkam hakkında ne düşünürler
Polonya’da bundan yüz yıl sonra?

Kanıma hiç dokunmamışlar
ne söylerler şiirim hakkında?

Nasıl ölçülür bira bardağından
aşağı doğru süzülen köpük?

Ne yapar bir sinek tutukluysa
Petrarca’nın bir sonesinde?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 12:45 PM
Şair

Daha önce dolanmıştım hayatın arasından, ortasında
acı dolu bir sevdanın: daha önce
gözlerim hayata çivilenmiş olarak
bir küçük sayfa kuvarsı saklamıştım.
İyiliği satın aldım, buldum kendimi
açgözlülüğün pazarında, soludum hasedin
en sağır sularını, maskelerin ve yaratıkların
insansı olmayan uzaklıklarını.
Yaşadım deniz bataklıklarından bir dünyada
çiçeğin, o beyaz zambağın, titreyen köpüğünde
beni aniden yuttuğu yerde,
ve ayağımı nereye koyduysam
ruhumun uçurumun çenesine kaydığı yerde.
İşte böyle doğdu benim şiirim, zorlukla kurtuldu
dikenlerden, yayıldı
bir ceza olarak üzerine yalnızlığın,
ya da utançsızlığın bahçelerinde yalıttı
tamamen gömülene dek en gizli çiçeği.
Kendi dehlizlerinde yalnız yaşayan
o kasvetli su gibi yalıtılmış,
koştum bir elden öbürüne her bir yaratığın
yalnızlığına, o gündelik nefrete.
Biliyordum böyle yaşayacağımı, fakat en tuhaf
denizdeki balık gibi saklanmış
o yarım canlı, ve o çamurlu
sonsuzlukta rastladım ölüme.
Kapılarını ve yollarını açan ölüm.
Duvarlar boyunca kayan ölüm.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Şahin Tüneyişi

En yücesinde otururum ormanın, gözlerim kapalı.
Kımıltısız, yok artık çarpıtmak düşü
Eğri gagamla çarpık ayaklarım arasında:
Ya da kurgulamak uykuda
mükemmel bir öldürümü ve tüketimi.

Ne de elverişli bu yüksek ağaçlar!
Havanın canlılığı ve güneş ışınları
Benim lehime;
Ve yukarı çevrik toprağın yüzü benim denetleyişim için.

Ayaklarım kilitlenmiş pürüzlü ağaçkabuğunun üzerinde.
Bütün bir Yaratılış aldı
ayağımı üretebilmem, her bir tüyünü:
Şimdi tutuyorum Yaratılışı ayağımda

Ya da uçuyorum yükseğe ve usulca dönüyorum tamamen -
Herşey benim olduğundan nerde istersem orda öldürüyorum.
Hiç bir yanıltmaca yok bedenimde:
Yırtıp ayırmak kafaları benim hayat tarzım -

Ölümün bölüştürülmesi.
Geçer çünkü benim kaçışımın tek yolu
yaşayanların tam da kemikleri arasından.
Tartışmaya gerek yok almak için payımı:

Güneş arkamda.
Başladığımdan bu yana değişen bir şey yok.
Gözlerim izin vermez hiç bir değişime.
Her şeyi olduğu gibi koruyacağım.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Şafak

Acı çektim bütün bir gece, bütün gece korkudan titredi durdu etim taşıdığı armağanı getirmek için. Şakaklarım yıkandı ölüm-terinde; ama ölüm değildi o, hayattı!

Ve şimdi çağırıyorum seni Sonsuz Şirinlik adıyla, ah Tanrım, sen doğurtacaksın O'nu usulca.

Doğmasına izin ver artık, ve bırak yükselsin acı dolu çığlığım şafakta ve kuş-cıvıltılarına karışsın.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Sürgünün Sürekliliği Üstüne Düşünceler

I.
Çivi falan çakma duvara
Fırlat sandalyeye paltoyu!
Yarın, öbür gün döneceksen geriye
Dört gün için bu düzen niye?

Şu küçük ağacı sulamayı bırak!
Neşeyle gideceksen buradan
Boyu bir basamak bile olmadan
Niçin ekmeli tohumu bir ağaç için?

Çek aşağı kasketi, insanlar geçerken!
Niçin karıştırmalı yabancı bir dilbilgisini?
Bildiğin dilde yazılmış haber
Çağırıyorsa seni eve.

II.
Duvara çaktığın çiviye bak:
Ne zaman dönmeyi hesaplıyorsun?
Ne kadar inançlı olduğunun farkında mısın?
Her gün çalışıyorsun kurtuluş için
Oturup yazıyorsun odanda
Çalışmalarının nasıl olduğunu biliyor musun?
Bak öyleyse bahçenin sağındaki şu kestane ağacına
Bir güğüm su vermiştin ona.

III.
Kirişten dökülen kireç gibi
Çürür tahta perdesi zulmün
(Sıkma canını!)
Yolculuk et sınıra
Adalete doğru.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Sürgün

Özgür'e,



Bir ozanın ülkesi sevdiği kadın ise
Gerçek bir sürgündeyim ben,
Ah, gerçek bir sürgünde!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Suskunluğun Sevindiriyor Beni

Suskunluğun sevindiriyor beni, çünkü uzakta gibi görünüyorsun,
ve işitiyorsun beni uzaklardan, ulaşmasa da sesim sana.
Görünüş o ki, gözlerin uçmuş gitmiş uzaklara,
ve kapalı ağzın bir öpüş gördü sanki.

Tam da her şey ruhum tarafından izlenmişken,
çıkıyorsun ortaya o bütünden, ruhumdan benim.
Kış uykusundaki bir kelebek gibi benziyorsun ruhuma,
ve hatırlatıyorsun bana melankoli sözcüğünü.

Suskunluğun sevindiriyor beni, uzakta gibi göründüğünde.
Ve şikayet ettiğin şey, üveyen bir kelebek.
Ve işitiyorsun beni uzaklardan, ulaşmasa da sesim sana.
Öyleyse bırak susayım suskunluğunla senin.

Öyleyse bırak seninle konuşayım suskunluğunla senin,
bir lamba gibi aydınlık, bir yüzük gibi gösterişsiz.
Suskunluğu ve yıldızlarıyla gece gibisin.
Yıldızdan doğmuş suskunluğun, öyle uzak ve sade.

Suskunluğun sevindiriyor beni, uzakta gibi göründüğünde,
uzak ve taciz edilmiş, ölmüşsün gibi.
Bir sözcük, bir gülümseme yeter.
O zaman mutluyum, mutlu, çünkü gerçek değil bu.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Sunu

Sararan yapraklarca hüzün
Ve hastahane duvarlarını kaplayan
Kızıl yapraklarca umut
Sarar benliğini suskun aşıkların.
Onlar ki,
Asit dökülmüş ten kadar örselenmiş çocuktular
Ve güzel senfoniler yaratabilecek denli nota yüklü.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Sudaki Bir Çınar Gibi

Karanlık karanlığı çağırdı, ve paramızın konuştuğu
Bu planlanmış Boston Babil’inde
Pencerelerimizi dirsekler rezalet.
Bakire’nin yürüyüşüyle
Çoğaltır hazırlanan ülkenin karanlığını
Ve güller döndürür emaye çehresini
Veya düşer kıymıklara sulanmamış caddelerde.
Babilli Meryem Ana çeker gider, gider.
Bir zaman gözünün bebeğiydim.
Sinekler, sineklerdir çınardaki, caddelerdeki.

Sinekler, sinekler, Babil’in sinekleri
Vızıldar kulak zarımda iblisin insanlara uzun mersiyesi
Patlatırken saatleri
Suda yüzen şehirler için
Altın diliyle büyülerken Babil Kulesi’nin duvarcılarını
Yükseltsinler diye asla kurulmayan yarının kentini güneşe
bu cehennem ateşidir Boston caddelerine,
Efendimizin kalkanına vuran
Bir kılıçtır güneş:
Sinekler, çınardaki sinekler, caddelerdeki.

Sinekler vurur Atlas’ın buzlu tansıksı sularına
Ve Meryem Ana’mızın Massabielle’deki
Mağarasında durduğunu gören Bernadette’nin gözlerine,
Doğrudan gördü onu ki
Görüntüsü mantığın gözlerinden çıkmıştı.
Mezar açıktı ve İsa çıktı içinden.
Ah Jeriko’nun duvarları! Ve Atlas duvarlarımızın
Bütün caddelerinde şarkı söylenir:
“Şarkı söyle, şarkı söyle
Kral’ın dirilişine”
Sinekler, çınardaki sineklerdir, caddelerdeki.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Suçluyorum

O zaman suçlamıştım onu
umudu boğanı,
bütün Amerika boyunca haykırdım
ve attım onun adını utancın
mağarasına.
O zaman beni sorumlu tutmuşlardı
suçlardan ötürü, satılmışların
ve işe alınmışların sürüsü:
“hükümetin sekreterleri”,
polisler, yazmışlardı
katranla benim hakkımdaki
hakaretlerini, fakat hainler
yazdıklarında büyük harflerle
adımı, gördü duvarlar
ve sildi gece
sayısız elleriyle,
halkın ve gecenin elleriyle
sildiler boşuna şarkımın üzerine
bulaştırmaya çalıştıkları bu rezaleti.

Sonra gece geldiler yakmaya
evimi (ateş biliyor şimdi
onları gönderenin adını)
ve bütün yargıçlar birleştiler
yargılamak için beni, aradılar beni
çarmıha germek için sözcüklerimi
ve bu gerçekleri cezalandırmak için.

Şili’nin sıradağlarını
kapattılar yurtdışına çıkmayayım,
ve orada ne olup bitiyor anlatmayayım diye,
ve kabul etmek ve korumak için beni
açtığında Meksika kapılarını,
o zavallı şair Torres Bodet,
hiddetli gardiyanlara
teslim edilmemi emretti.

Fakat yaşıyor sözcüklerim
ve suçluyor özgür yüreğim.

Neler oluyor, neler oluyor? Pisagua’nın
gecesinde, hapiste, zincirler arasında,
sessizlikte, onuru kırılmış anayurdumda,
bu kötücül yılda, kör sıçanların yılında,
bu gazabın ve hıncın kötücül yılında,
neler oluyor, diye soruyorsun, soruyor musun bana?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Su Baskınları

Yaşıyor yoksullar aşağıda ve bekliyorlar ki ırmak
yükselsin *******i ve denize sürüklesin onları.
Akıp giden küçük beşikler gördüm, evlerden
küçük parçalar, sandalyeler, ve gökyüzü ve dehşetin
birbirine karıştığı yerde
ceset soluğu suların müthiş bir hiddetini.
Sadece sana ulaşır, sen ey yoksul,
senin karına ve mısır tohumuna,
köpeğine ve aletlerine,
öğrenmen için dilenmeyi.
Yükselmiyor su malikanelere,
kar beyazı giysileri yükseliyor çamaşırhanelerden,
Yut bu boğan çamuru ve ölülerinle birlikte
denize doğru yüzen bu enkazları,
o fakir masaların ve çıplak kökleriyle
dalgadan dalgaya dolaşıp duran
yitmiş ağaçların arasında.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Söylenmeli Adları

Yazı yazarken kınıyor beni sol elim.
Diyor ki: neden anıyorsun onların adını? nedir onlar?
anlamı nedir onların?
Neden bırakmıyorsun kalsınlar anonim olarak
kış çamurlarında, atların işediği o çamurlarda?
Ve cevap veriyor sağ elim: “Doğmuşum ben
çalmak için kapıları, kavramak için kavgaları,
o zehirli örümceğin asalaklaştığı
en son tenha gölgeleri yakmak için”.
Söylenmeli adları. Anayurt, sen vermedin bana
senin şebboylarında ve köpüğünde
senin adını söylemenin o nefis ayrıcalığını sadece,
bana sözcükleri vermedin sen, anayurt, sadece altından,
çiçektozlarından, rayihadan adlarla çağırmak için seni,
emreden siyah yelenden düşen
çiyden damlalar seçmek için:
senin karnında kımıl kımıl bu soluk solucanların adlarını
söylemek için gereken heceleri
bana sütle ve etle verdin,
senin kanına eziyet edenleri ve hayatını yağmalayanları.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Söyle Lanetlenmiş, Nedir Elinden Gelen Rüzgâra Karşı?

Söyle lanetlenmiş, nedir elinden gelen rüzgâra karşı?
Nedir elinden gelen, ey lanetlenmiş,
çiçeklenip filizlenene karşı,
sessizce ve tetikte beni bekleyen ve seni kınayana karşı?
Ey lanetlenmiş, satın aldığın her şey
ihanetinin salkımında sallanır,
ve sürekli yıkamak zorundasın onu parayla.
Ey lanetlenmiş, gönderebilirsin sürgüne,
tutuklayabilirsin ya da işkence edebilirsin
ve tezelden ödeyip
satın alabilirsin pişmanlıkları,
ne ki rahat bir uyku yok sana
kısa namlulu tüfeklerinle çevrilmiş olsan da
ben anayurdumun bağrında
bir sığınmacı olarak yaşadıkça!

Ne de acıklı senin küçük ve uçucu
utkun! Aragon, Ehrenburg,
Eluard, Paris-şairleri,
yürekli yazarları Venezuella'nın
ve diğerleri,
başkaları
ve daha da başkaları benimleyken,
sen lanetlenmiş olansın
Escanilla'yla Cuevas arasında,
Peluchoneaux ile Poblete arasında!
Halkımla yükselmiş merdivenlerde
halkım tarafından saklanmış derin mahzenlerde,
memleketimin toprağında ve onun güvercin-kanatlarında
uyurum ben, düşlerim ben, altını üstüne getiririm tezgahların.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Söyle Bana, Çıplak mıdır Gül

Söyle bana, çıplak mıdır gül,
ya da başka giysisi mi yoktur?

Niçin saklar ağaçlar acaba
köklerinin görkemini?

İşiten var mıdır ki
suçlu bir arabanın vicdan azabını?

Yağmur altındaki bir trenden daha hüzünlü
başka bir şey bulunur mu ki dünyada?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:03 PM
Soylu bayan, Söylemeyin Lütfen

Soylu bayan, söylemeyin lütfen
Biten bir aşkın kederli şarkılarını;
Bırakın kederi bir yana ve şakıyın
Nasıldı aşkın alazı.

Şakıyın uzun derin düşünü
Ölü sevdalıların ve nasıldır
Anlatın o aşkın gömütü:
Yorgundur şimdi aşk.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Soru

Sevgilim, bir soru var
seni tümüyle mutsuz eden.

Geri geldim sana
o dikenli kuşkudan.

Dosdoğru olmak isterim sana
kılıç ya da yol gibi.

Fakat sevmediğim
gölgeden bir köşe
saklamak istersin ille de.

Sevgilim,
doğru anla beni,
her şeyinle seviyorum seni,
gözlerinden ayaklarına, tırnaklarına,
içinden,
sakladığın bütün paklığına kadar.

Kapını çalan benim
sevgilim.
Daha önce ikirciklenen
hayalet değil,
pencerenin önündeki.

Deviriyorum kapıyı:
giriyorum tüm hayatından içeri:
geliyorum ruhunda yaşamaya:
engelleyemezsin beni.

Kapı üstüne kapı açmalısın,
sözümü dinlemelisin,
incelemem için
açmalısın gözlerini,
görüyorsun nasıl gidiyorum
ağır adımlarla
kör gibi, uzanmış beni bekleyen
bütün yollarda.

Korkma,
seninim ben,
fakat
ne yolcuyum ne de dilenci,
kendini uzaklaştırdığın ve beklediğin,
efendinim senin,
ve şimdi giriyorum
hayatından içeri
asla çıkmamak üzere,
sevgilim, sevgilim, sevgilim,
kalmaya geliyorum.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonsuzluk

Yeni kurumuş bir toprak için yazıyorum, henüz
taze daha çiçeklerden, çiçek tozundan ve harçtan,
beyaz kubbelerinin yuvarlak boşluklarını temiz kara karşı
tekrarlayan bir kaç krater için yazıyorum,
ifade ediyorum kendimi uçurumdan yeni yükselmiş
demir grisi dumanın beraberinde getirdiği şey gibi,
herhangi bir adı olmayan fakat yalnızca yosunun küçük çanını,
terli erciklerini ya da kısrakların alazlandığı
o sert çalılıkları tanıyan bölgeler için konuşuyorum.

Nereliyim ben, bu özgün, mavi özlerden değil mi
birbirinin içinden süzülen, kabaran
ya da bastıran birbirlerini,
yayılan gürültüyle ya da uykuda akan,
ya da tırmanan havaya ve ağacın iskelesini oluşturan,
ya da batan toprağa ve bağlayan bakırın hücresini,
ya da kızgınlaşan ırmakların dallarında ya da yiten
kömürün gömülü soyunda ya da parıldayan
üzümün yeşil karanlığında?

Irmaklar gibi uyuyorum ben *******i, dur duraksız
çağıldayarak, bir şeyleri kırarak, ve ben
hızlandırıyorum yüzen gecede, kaldırıyorum saatleri
ışığa doğru, yokluyorum gizemli
resimleri, kirecin uzaklaştırdığı gibi, bronzun arasından kalkıyorum
disiplinli şelalelere doğru, ve
suyun yollarından birinde değiyorum sadece
doğmamış gülün sunduğu şeye, batık yarıküreye.
Dünya solgun göz kapaklarından bir katedraldir,
sonsuzca birleşmiş ve toplanmış
bölümlerden oluşan bir lodos gibi, bir kubbenin tuzunda,
bağışlanmış sonbaharın sonsuz renklerinde.
Sizde yok, asla dokunmadınız yollarda
çıplak sarkıtın sunduğu şeye,
buz soğuğu fenerler arasındaki eğlenceye,
siyah yaprakların dehşetengiz soğuğuna,
benimle birlikte dalmadınız
toprağın saklı tuttuğu liflerin içine,
tekrar doğmadınız ölülerden,
mısırdan mısıra, tuzun basamaklarından,
çiyin taçları
yeniden örtünmüş açılmış bir gülle,
sizler yaşayamazsınız ölü olarak dolaşmadan
mutluluğun yıpranmış giysisinde.

Fakat ben metalik ışınımın çemberiyim, gökyüzüne
zincirlenmiş yüzüğüm ben, bulutlara ve ülkelere,
dokunan dökülen ve cılızlaşan sulara
ve yeniden karşı koyan zamanın sonsuz kaosuna.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonsuzluğun Eşiğinde

Çamurdan arabalar yaptığımız o mahallede
Babaları olan çocuklar seslenirdi arkamızdan: '***! '
Hamasi yanları olduğunu bilmezdik ***liğin
Değil mi ki bizler,
İğdiş edilmiş tanrıların çocuklarıyız!

O zamanlar saç kurutma makinalarımız yoktu daha,
Beceriksiz havlulardan arta kalan saçlarımızı
Rüzgâra bırakırdık
Ve rüzgâr,
İşini bilen bir ****** hüneriyle
Okşardı saçlarımızı..

Göğüs kıllarımın dökülmeye başladığı zamanlar
Anladım yavaş yavaş kör olmakta olduğumu,
Ve hiç bir şey göremeyince
Hiç bir işe yaramayan gözlüklerimi kırmıştım
Kırılmış bir krikoyla

Ey yağmurlar
Ki babamdan miras kalan yegâne şey
Islatın saçlarımı
Yoksa kör olduğum anlaşılacak.

İsmail Aksoy

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonsuz Üç

İki erkek var dünyada
sürekli yoluma çıkan,
ilki benim sevdiğim
öbürü beni seven.

İlki karanlık havsalamda oturan
gecesel bir düşte,
öbürü yüreğimin kapısı yanında durur, asla almam onu içeri.
İlki bana gelip geçiçi
baharsı bir mutluluk soluğu verdi,
öbürü bütün ömrünü
ve tek bir saatini bile geri alamadı.

İlki sevdanın temiz ve özgür olduğu
kanın şarkısında çağıldar,
öbürü düşlerin boğulduğu
üzüntülü günle eşit.

Her kadın bu ikisi arasında durur,
sevmiş ve sevilmiş ve temiz -
her yüzyılda bir kez
erir bunların hepsi tek bir parçada.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonsuz Bir Mutfak Olmak

Sonsuz bir mutfak olmak
istemez mi en sonunda ölüm?

Dağılmış kemiklerin ne ister acaba,
tekrar aramak mı senin biçimini?

Başka bir sesle ve başka bir ışıkla
birlikte erimek mi ister yıkıntın?

Köpeklerin mi yoksa kelebeklerin mi
parçası olmak ister senin solucanların?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonsuz Acı

Soluyor yüzüm, eğer acı çekiyorsa O içimde, O'nun gizli baskısı acı veriyor bana, ve göremediğim bir devinimiyle ölebilirim O'nun.

Ama inanma saklarken O'nu içimde, düğümlenmiş olduğuna sadece benim içimle. Bir gün yollarda sere-serpe koşarken O, benden çok uzaklardayken de, O'nu kırbaçlayan rüzgâr eskiyecek etimde, ve çığlığı O'nun açacak yolları gırtlağımda. Ağlayışım ve gülüşüm senin yüzünle başlıyor, oğlum!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonlanış

Matilde, yıllar ya da günler
uykuda, ateşte,
burada ya da orada,
enjektörlerle
kırılmış bir omurgada,
kanamak gerçek kanı,
uyanmak belki
ya da göçüp gitmek,
sona ermek yavaşça:
hastane yatakları, yabancı pencereler,
suskun beyaz önlükler,
ayaklardaki hantallık.

Ondan sonra bu yolculuklar
ve benim denizimde yeniden:
başın yastıkta,
uçan ellerin
ışıkta, benim ışığımda,
toprağımın üstünde.

Öyle güzeldi ki yaşamak,
yaşarken sen!

Dünya daha mavi ve topraksı
*******i, uyuduğumda,
o kadar büyük, senin ince, küçük ellerinde.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonbaharda Unutulmuş

Saat yedi buçuktu
sonbahardı
ve bekliyordum birini
önemli değil kim olduğu.
Benimle olmaktan bıkmış
zaman
ağır ağır terk etti
ve yalnız bıraktı beni.

Günün kumuyla, suyla,
ölüp giden hüzünlü bir haftanın
yıkıntısıyla
baş başa kalmıştım.

“Neler oluyor? ” diye sordu bana
Paris’in yaprakları? “Kimi beklersin? ”

Ve birkaç kez küçük düşürülmüştüm,
ilkinde bıraktığında beni ışık,
ondan sonra köpekler, kediler ve polisler.

Çimde geceyi gündüzü bilmeyen,
yalnızca kışın tuzunu bilen
yalnız bir at gibi
yalnız bırakıldım.

Kaldım
yapyalnız ve bomboş,
en sondaki yapraklar ağladılar bana,
ve sonrasında
duydular göz yaşları gibi.

Ne daha önce
ne de daha sonra
ansızın yalnız hissetmedim kendimi hiç.
Ve birini beklemekti buna yol açan –
anımsamıyorum,
çılgıncaydı,
uçucu,
ve birden yalnızlık yalnızca,
ki o an,
yol boyunca yitmişti
duygusu bir şeyin,
varlığının uzun bayraklarını yayan
bir şeyin gölgesi gibi ansızın.

Sonra kaçtım
o yalnız köşeden,
olabildiğince hızlı yürüdüm,
kaçarmışçasına geceden,
siyah ve yuvarlanan bir kayadan.
Söylediklerim önemli değil,
fakat bunlar başıma gelmişti
beklerken bir gün birini.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Sonat ve Yıkımlar

Onca kararsız yollardan sonra, yetkiler hakkında
şaşırmış olarak, emin olmayarak özel bölgelerden,
zavallı bir umudun, vefasız arkadaşların
ve huzursuz düşlerin ardından,
seviyorum gözlerimde hâlâ yaşayan katılığı,
yüreğimde işitiyorum süvari adımlarımı,
ısırıyorum uyuyan ateşi ve mahvolmuş tuzu,
ve *******i, atmosfersi karanlıkta ve uçucu üzünçte,
arazi kampının nöbetçisiyim ben,
gezginim, işe yaramaz dirençle silâhlanmışım,
büyüyen gölgelerin ve titreyen kanatların arasında mahkum gibi
hissediyorum var olduğumu, ve taştan kolum koruyor beni.

Ağlayışın bilimleri arasında ve kokusuz
şafaklarla tartışmalarımda şaşkın bir sunak vardır,
ayın uyuduğu ıssız yatak odalarımda,
miras kalan örümcekler ve bana şirin gelen çürüme arasında
tapınıyorum kendi yitik varlığıma, noksan maddeme,
gümüşten nabzıma ve sonsuz kaybıma.
Islak üzüm alazlandı, ve onun mezar suyu
titriyor hâlâ, ve o verimsiz miras,
ve o hain mesken, duruyor orada hâlâ.

Kim düzenledi külün törenini?
Kim sevdi o yitik olanı, kim korudu en sonuncuyu?
Babanın kemiklerini, o ölü geminin tahtasını,
ve kendi sonunu, kaçışı bile,
hüzünlü gücünü, acınası tanrısını?

İşte böyle bakıyorum o hayatsız ve acı dolu olan şeye,
ve verdiğim o garip tanık ifadesine,
acımasız etkisiyle ve tercih ettiğim
unutuşun bu biçimi küle yazılmış,
toprağa sunduğum isim, düşlerimin değeri,
her gün bu dünyada, kış gözlerimle
paylaştığım o sonsuz miktar.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Soluğun Uykusuzluğu

Daha önce hiç
İşitmemiştim soluğun
Görülmeyen şiirini: hiçlik
İşittim ben
Yalnızca organların sessizliğini
Ama hayatın gizemiydi
Bu
Kimseler
Anımsamazken bedeni
Ki gerçekte
Uykuyla
Aynı kumaştan dokunmuştur o

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:04 PM
Soğuk Uğraş

Söyle bana, işitmiyor musun acaba
zamanın kasvetli iniltisinin yankılandığını
kendi uysal yarıküresinde?

Hissetmiyor musun azar azar,
titreyen ve açgözlü zahmetinde,
o çabalayan gecenin geri döndüğünü?

Ürperen tanık kuru tuzlara
ve havai kana, baş aşağı
çağıldayan ırmaklara.

Karanlık bir çoğalması duvarların,
şiddetli bir büyümesi kapıların,
çılgın kemiyeti tahriklerin,
amansız dolanım.

Etrafımda, dur duraksız,
cızırdar uzay ve şeneltir kendi kendisini,
artsız arkasız çoğalmasında
kararlı ve silahlı çenesiyle.

İşitmiyor musun zamanın sürekli utkusunu
yaşayan varlıkların yarışında,
zaman, ateş gibi yavaş,
emin ve diri ve Herkül gibi,
yığıyor uzayı
ve ekliyor kendi üzgün liflerini?

Sonsuz bir bitki gibi büyüyor
onun ince, solgun ipi,
sessizce, yalnızlıkta
düşen damlalarla ıslak.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Soğuk Gökler

Terk edilmiş dünya kuytulukları! Yangın parıltısı
ve hiddetli dikenlerin elektrik mavi
tabaka oluşturduğu kızgın çizgi.
Taş, bakır iğnelerle
dövülmüş durmuş, somut sessizlikten
anayollar, taşın tuzuna
batmış dallar.

Buradayım ben, buradayım,
bir insan ağzı, fincan ya da kalça gibi
bırakılmış durdurulmuş bir zamanın soluk dehlizine,
kıstırılmış suyun ana hapishanesi,
biçilmiş ağaç, bedensel çiçek,
sağır ve kaba kumdan başka bir şey olmayan.
Benim anayurdum, dünyevi ve kör
kumda filizlenen bir diken gibi, sana benim bütün
ruhumun temeli, sana benim kanımın
sonsuz göz kapağı, eve döndüğümde
yabanıl gelinciklerden oluşan öğünüm senin için.
Sun bana *******i, dünya bitkilerinin arasında,
bayrağında çiyle birlikte uyuyan o ürkek gül,
sun bana aydan ve topraktan ekmeğini, senin
korkunç, karanlık kanınla lekelenmiş:
kumdan ışığın altında
bulunmaz hiç bir ölü, sadece büyük dolaşımı tuzun,
gizemli, ölü metalden mavi dallar.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Sivrisinek Şarkısı

bu düş haziran gecesinde

ev kiraz ağaçlarının köpüğüyle göçmüş

körfezin aynasından daha narin bir çanın altında
kuşların çağıldayan dalgalarına

bir çalıkuşu yumurtası benim uykum: kireçten
bir duvar ve dağınık ılgım

titrer karanlıkta dikilmiş o beyaz orak
ve sessizce doğrar görünmez bir gaga

rüzgârlı ve tuzlu aynanın zarında

birazdan çatlar her şey

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Siste Ölür Miranda (1816)

Günün geç saatinde Avrupa'nın içine daldığınızda
yüksek şapkanızla birden çok baharla
süslenmiş bahçede fıskıyenin mermeri
yanında düşerken eski altından yapraklar
İmparatorluğun üstüne
kapıda çiziktirilir bir biçimin hatları
Sankt Petersborg'un gecesine doğru.
Büyük kızağın çanı titreşir
ve birileri o beyaz yalnızlıkta ya da
aynı türden
bir adım aynı soru
eğer çıkarsan Avrupa'nın
süslü kapısı arasından siyah giysili efendi bir bay
zeki tanıma işareti altından bir emir şeriti
Özgürlük Eşitlik bak alnına O'nun
yankılanan ağır toplar arasından
adalarda tanıdı halılar O'nu
Sanıyorum girdi içeriye okyanusları alan
Bütün gemiler ve sis
adım adım izliyor O'nun gündüz işini
mason localarının kitaplıklarındaki bir oyukta bulunan
şöyle ya da böyle bir eldiven kılıç bir kartla
yazı dosyası ağzına dek dolmuş olarak
havagemileriyle dolmuş kentlerle
Trinidad'ta sahile karşı duman
bir savaştan ve bir başkası daha ve deniz taptaze
ve bir kez daha Bay caddesinin merdivenleri atmosfer
ki solunmazmışcasına karşılıyor O'nu
bir elmanın yoğun özü gibi
ve bir kez daha bu asilzade eli bu maviye çalan
savaşçı eldiveni saray odasında
sonsuz yollar savaşlar ve bahçeler
yenilgi dudaklarında başka bir tuz
başka bir tuz değişik bir yakıcı sirke
Cadiz zincirlenmiş duvara
ağır halkalarla düşünceleri soğuk
korku kılıçtan zaman tutsaklık
farelerin arasına inecekseniz bu yeraltı tüneline
ve cüzzamın granit kayasına bir başka kilit var
asılı tabutta o eski yüz
ki ölüp gitti orda ölü bir söz
bir söz adımız bizim dünya
adımlarının gittiği yere doğru
özgürlük titreşen alevi için O'nun
batırıyorlar O'nu suya halatlarla
düşman toprak selâm sabah yok ve soğuk
mezar soğukluğu Avrupa'da.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Siste

sisle dolu
bütün gece o bitkibahçesi - bir park gibi
ve arkasında onun
çitin arkasındaki sis-ormanında
gugukkuşunun sesi
hâlâ-dinelen bir dinmemişlik gibi
uzaktaki baba-halkta
uzun bir zaman
çok önceden
babam
(geçit resmi-ve-şarkı gibi
kıvrılan kalabalıkta)

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Sis

Küçük kedi ayaklarla
gelir sis.


Sessiz kalçalarla
oturur bakar
limanla kente
ve sonra çeker gider.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Sınırsız

Görüyor musun bu elleri? Bunlar ölçtü
yeryüzünü, ayırdı
mineralleri ve mısır türlerini,
barıştı ve savaştı,
yendi uzaklıkları
bütün denizlerde ve ırmaklarda,
ama gene de,
yolculuk edip dururken sende,
ey küçüğüm,
ey buğday tanem, ey toygarım,
tam olarak algılayamazlar seni,
göğsünde ya dinlenen ya da uçan
ikiz güvercinleri
avlamaktan yorulurlar,
dolanırlar bacaklarının mesafesinde,
dolanırlar belinin ışığında.
Benim için bir hazine odasısın, sonsuzca
varsılsın denizden ve onun yığıntılarından,
ve beyazsın ve mavisin ve enginsin
bağ bozumunda toprak gibi.
Bu bölgede,
ayaklarından alnına,
dolanarak, dolanarak, dolanarak,
geçireceğim hayatımı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:05 PM
Sevmeyi Öğrenmek

Seni sevmek yeni bir dil öğrenmek gibi
Tutuyorum ellerini, böylece yaratıyoruz birleşmek eylemini
Öpüyorum usulca seni, yumuyorsun kirpiklerini
Böylece yeniden var oluyor 'seni seviyorum' bütün dillerde
Farkında mısın çoğaldığımızın?
Böylece yok oluyor acı bütün sözlüklerde.
Sessizce bir geleneği sürdürüyoruz seninle
Şimdi tam 'bir geyik yolunu şaşırdı dağda' diyerek
Öpmenin sırası memelerini

Gidişin sürgünümdür, gitme
Gidersen unuturum bütün o sözcükleri
Dilsiz kalırım, gitme

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Seviyorum Barındırdığın Her şeyi, Valparaiso

Seviyorum barındırdığın her şeyi, Valparaiso,
Parlattığın her şeyi, ey okyanussu gelin,
daha da uzun senin kasvetli halenin vardığı yerde.
Seviyorum denizin gecesinde denizci için
fırlattığın şiddetli ışığını,
değil mi ki aydınlatıcı ve çıplaksın sen
- portakal çiçeği gülüm benim -,
ateş ve sissin.
İzin verme kimseye benden başka,
seni savunmayı ya da kızgın çekiciyle
sevdiğim şeyleri kırmaya gelenin yaklaşmasına,
ne de senin yayılmış çiy'den elyapılarının
arasındaki sesimden başka kimseye,
denizin tuzlu analığının
seni öptüğü basamakların üstünde,
benim dudaklarımdan başkasına izin verme
dorukların havasındaki yüksekliklerde
senin soğuk Siren-tacına doğru,
benim okyanussu sevgilim, Valparaiso,
Bütün dünya kıyılarının kraliçesi,
dalgaların ve teknelerin gerçek amacı,
sen ey içimde ay ya da korunun içindeki
rüzgârın yönü gibi.
Seviyorum senin suçlu sokaklarını
dağların üzerindeki ay'dan hançerini
ve bulvarlarındaki izinli denizcilerin
ilkbaharın mavisini giymelerini.

Anla bunu, rica ederim, limanım,
iyi de olsa kötü de olsa
sana yazmaya hakkım var,
çünkü acımasız lambalar gibiyim
kırık şişeleri aydınlattıklarında.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Sevgili Yürek, Niçin Hor Kullanıyorsun Beni?

Sevgili yürek, niçin hor kullanıyorsun beni?
Beni azarlayan sevgili gözlerin
Hâlâ güzel, güzel ama - ah
Güzelliğin ne de gizli!

Gözlerinin berrak aynası
Ve öpüşlerin iç çekişleri arasından
Eser inleyen yeller bıçak gibi
Aşkın gölgeli bahçesinde.

Ve yakındır aşkımızın dağılıp gitmesi
Eserken yaban yeller üstümüzden -
Ama nedendir, sevgilim, ey sevgili dostum
Ah! nedendir bana eziyet vermen?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Sevgi

Şanını ve gücünü yitirip de
Bir dost dahi bulamamışa,
Küçümseyen ve öfkeli düşmanları arasında bile
Soyluluğunu elden bırakmayana,
Avutan türküdür, yoldaştır
Sevgi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Sevebilir misin Beni, Ey Hece Kitabı

Sevebilir misin beni, ey hece kitabı,
ve öpebilir misin beni, ey zamir?

Bir gömüt müdür bir sözlük
ya da kapalı bir bal kovanı mı?

Hangi pencerede kalakaldım
izlerken gömülen zamanı?

Yoksa uzakta gördüklerim
henüz yaşamadıklarım mıdır?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Seslenerek Geliyor Bir Gün

Sayılar geliyor yankıdan,
ölen sayılar ve pislikle kaplanmış rakamlar,
nemli ışınlar ve kirli şimşek parıltısı.
Yeni bir dul gibi, büyür
yankıdan, yalnız geldiğinde gece,
bir güvercin ya da bir gelincik ya da bir öpüş gibi,
ve yayıldığında onun harika yıldızları.

Işık bulunur yankıda:
boğulur sesli harfler, düşer ağlayış yapraklara,
seslerden bir rüzgâr çarpar bir dalga gibi,
ışıldar ve o soğuk esnek balık şeneltir onu.

Sesteki balık, yavaşça keskin, ıslak,
kuyruğundaki damlalarla dışbükey altın yığını,
pullanmış köpek balıkları ve titreyen köpük,
donmuş gözlü maviş som balığı.

Düşen alet edevat, sebze bıçakları,
üzümlere basıldığı zaman çıkan gürültü,
suyla dolu kemanlar, taze patlamalar,
boğulmuş motorlar ve tozlu gölgeler,
fabrikalar, öpüşler,
lıkır lıkır şişeler,
gırtlaklar,
sesleniyor etrafımdaki gece,
gün, ay, zaman,
ıslak çanlarla dolu bir çuval gibi tumturaklı,
ya da kırılgan tuzdan yapılma ürküten ağızlar gibi.

Deniz dalgaları, heyelan,
eldeki tırnaklar, denizin adımları,
yaralanmış hayvanlardan anafor,
boğuk sesli sisteki düdük sesi
belirliyor o uysal şafağın seslerini
uyandığında terk edilmiş denizde.

Ruh sarmalanıyor yankıyla
düşerken düşlerinden,
kara güvercinleriyle çevriliyken daha,
yokluktan paçavralarıyla henüz astarlanmışken.

Ruh koşuşturuyor yankıya doğru
ve kutluyor ve hızlandırıyor hızlı düğünlerini.

Kabuğu dökülüyor sessizliğin, bulanık maviden,
karanlıktaki şişeler gibi, kapalı eczaneler,
sarmalanmış bir sessizlik saçta,
bacaksız atlarda dörtnal giden bir sessizlik,
ve uyuyan makineler, ve rüzgârsız yelken,
ve cesaretsiz yaseminlerden ve balmumumdan trenler,
ve ağzına kadar gölgelerle ve şapkalarla yüklü gemiler.

Anlık güllerle
yükseliyor ruh sessizlikten,
ve şafakta çöküyor
ve yüzükoyun boğuyor kendini çınlayan ışıkta.

Hiddetli ayakkabı ve hayvan ve kap kacak,
kendi çöplüklerini aşan saldırgan horozlar gibi dalgalar,
kuru karınlar gibi giden saatler,
sıkıştırılmış raylarda dönen tekerler,
ve tek gözlü güvercinler gibi
tahta gözlerle uyanan beyaz tuvaletler,
ve onların boğulmuş gırtlakları
şelale gibi ses verir bir kerecik.

Bak, nasıl da kaldırıyor küf gözkapağını
ve serbest kalıyor o kırmızı kilit
ve yayıyor çelenk söylemek istediklerini,
büyüyen şeyler,
büyük tramvaylarla ezilmiş köprüler
gıcırdıyor sevişme yatakları gibi,
kendi piyano kapılarını açar gece:
gün koşuyor bir at gibi mahkemesinde.

Yankıdan geliyor
büyümenin ve derecenin günü,
ve koparılmış menekşelerden ve perdelerden de,
genişliklerden, biraz önce kaçan gölgeden,
ve göksel kan gibi
göğün yüreğinden düşen damlalardan.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Serenat

Senin alnında dinleniyor gelinciklerin rengi,
yankı buluyor dulların yası, ey halden anlayan:
koşarken sen trenlerin arkasından tarlalarda
dönüyor o zayıf çiftçi sırtını sana,
senin adımlarından filizleniyor titreyerek o uysal kurbağalar.

Anıları olmayan o delikanlı selâmlıyor seni,
soruyor sana unuttuğu isteğini,
elleri kuşlar gibi deviniyor senin yarı kürende,
ve onu çevreleyen nem büyük:
tamamlanmamış düşünceleri dolanıp duruyor,
bir şeylere ulaşmak istiyorlar, ah, seni arıyorlar,
ve solgun gözleri onun senin ağında kırpışıp duruyorlar
apansız parıldayan yitik çalgılar gibi.

Ey anımsıyorum susuzluğun ilk gününü,
karanlık bastırıyor yaseminleri,
kendini çektiğin o derin beden
titremiş olan bir damla gibi.

Fakat suskunlaştırıyorsun o büyük ağaçları,
ve arkasında ayın, uzakta, çok uzaklarda,
gözetliyorsun denizi bir hırsız gibi.
Ey gece, benim korkmuş ruhum soruyor sana
gereksindiği metali umutsuzca.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Serenad

Tenimden daha çok benimsin. Aradığımda seni
içimde, damarlarım boyunca, kanımda, gizemli
dolaşımıyla ışığın dalları gibi bulurum seni,
sanki kan gibi bulurum seni,
sanki taş gibi ya da ağzımdaki lokma gibi.
Usun, çılgınlığın ve giysilerin dışında dururum geç vakit.
Karanlık ve ormanlardan eski bir ırka mensubum,
fakat bir kuyuya eğildiğimde ve girdiğimde
kendi bölgeme, yolda kör bir adam gibi
duyumsarım kendimi, çitler bulamam adımlarıma,
fakat gülünün büyüyüşünü bulurum meskenimde,
derinimde büyüyüp durursun, sınırsızca
kökeninde, parmak uçlarımı yakmadan
dokunamam gözlerinin taçyapraklarına,
endamının alevleri alazlanır susuzluğumda,
yokluğunu oluşturur yüzünün yaprakları.
Sorarım “Kim o? Kim o? ” diye, sanki geceleyin
geç saat birileri çalar gibi
kapımı, fakat yokluğun ortasında
yalnızca hava vardır,
su, ağaçlar, sönmüş gündelik ateş vardır,
sanki bir şey yoktur fakat gene de her şey vardır,
hiçbir şey yoktur fakat bütün dünya tıklatır kapımı.
İşte böyle, adsız, hayat gibi belli belirsiz,
filizlenen bulanık çamur ve bitkiler gibi
uyanırsın bağrımda kapattığımda gözlerimi.
Uzandığımda toprağa var olmaya gelirsin
akan toz gibi, içimdeki varlığından büyüyen
çıplak köklerin dolaşıklığını korur
yatağında derinleşen ırmak,
bana eşlik ettiğin gibi eşlik eder karanlıklarına,
işte, burada, kan ya da buğday, toprak ya da ateş,
yaşarız yapraklarını açıklayamayan basit bir bitki gibi

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Senin Toprağından da Göçüyorum Uzağa

Senin toprağından da göçüyorum uzağa,
Amerika, ve kuruyorum titrek meskenimi,
seyahat ediyorum, şarkı söylüyorum
ve konuşuyorum her gün.
Ve Asya’da, Sovyetler Birliği’nde, Ural’da dinleniyorum
ve yayıyorum yalnızlık ve reçineyle yoğrulmuş ruhumu.

Seviyorum insanların sevdada ve kavgada
yarattığı bu geniş mekanı.
Hâlâ kuşatıyor Ural’daki evimi
yüksek bir sütun gibi sessizlik
ve çam ağaçlarının hayli eski gecesi.
Burada doğdu çelik ve buğday
insan elinden, insan memesinden.
Ve çekiçlerin şarkısı çeler eski ormanın aklını
yeni mavi bir mucize gibi.
Buradan bakıyorum insanların muhteşem bölgelerine,
daha düne kadar yabanıl tilkilerin yaşadığı ormandaki
şebboylar gibi ışıldayan okullara,
fabrikalardan ve şarkılardan, aşktan,
çocuklar ve kadınlardan oluşan bir coğrafyaya.
Bu noktadan kapsar elim haritada
yeşil bölgeleri, dumanını
binlerce atölyenin, kumaşların
kokusunu, dizginlenmiş enerji
karşısında şaşırılmasını.
Ve öğleden sonraları dönerim yeniden evime
yeni yapılmış yollardan
ve girerim lahananın piştiği
ve yeni bir kökün
dünyaya yayıldığı mutfaklara.


Ve buraya gene geldi delikanlılar,
fakat milyonlarcası da alıkonuldu,
hapsedildi, sallandı darağaçlarında,
özel fırınlarda yakıldı,
yok edildi ta ki kalmayana dek anılarda
hatırlanan adlarından başka bir şey.
Köyleri de öldürüldü onların:
Sovyet toprağı da öldürüldü,
milyonlarca cam kırığı ve kemikler aktı birlikte,
inekler ve fabrikalar, hatta savaşın yuttuğu
İlkbahar bile kayboldu.
Gene de geri geldi delikanlılar,
ve onların kanlarında erimişti
kurulmuş bu ülkeye olan sevgileri,
ki damarlarıyla söylüyorlar Ülkem diye,
Sovyetler Birliği diye şarkı söylüyorlar kanlarıyla.
Prusya ve Berlin’in fatihleri
geri döndüklerinde net konuştular,
yeniden doğması için
şehirlerin, hayvanların ve ilkbaharın.
Walt Whitman, kaldır çimen sakallarını,
bak benimle bu ormandan,
bu rayiha dolu ihtişamdan.
Ne görüyorsun, Walt Whitman?
Görüyorum diye anlatıyor benim bilge biraderim
görüyorum ölülerin hatırladıkları
şehirdeki fabrikaların nasıl işlediğini,
muhteşem Stalingrad’da.
Görüyorum savaşan ovayı,
acıdan ve yangından,
yarının nemli sisinden bir traktörün
geldiğini, gıcırdayarak gidiyor tarlalara.
Ver bana sesini ve gömülmüş göğsündeki gücünü,
Walt Whitman, ve yüzünün
ağırbaşlı köklerini ver bana,
bu tekrar kuruluşun şarkısını söyleyebilmem için!
Stalingrad, senin çelik katısı sesin duyulur,
kat kat doğuyor yeniden umut
ortak oturulan bir ev gibi,
ve bir titreme yeniden yürüyüşte,
öğreterek,
şarkı söyleyerek
ve kurarak.
Sudan, taştan ve demirden bir orkestra gibi
kandan dirildi Stalingrad,
ve ekmek yeniden çıkıyor fırınlarda,
ilkbahar görülüyor okullarda, rüzgâr
tırmanıyor yeni yapı iskelelerine, yeni ağaçlara,
sallarken koca Volga demir grisi beşiğini.
Çam ve sedir ağaçlarından yapılmış
yeni kutulardaki
bu kitaplar toparlandı
ölmüş cellatların mezarları üzerinde:
harabeler arasına kurulan bu tiyatrolar
saklıyor işkenceyi ve direnci:
anıtlar gibi ışıklı kitaplar:
her bir kahraman için bir kitap
her bir milimetresi için ölümün,
bu değişmeyen şöhretin her bir çiçek yaprağı için.

Sovyetler Birliği, eğer toplasaydık
senin kavganda akan bütün kanları,
ölmekte olan özgürlük yaşasın diye
bir anne gibi dünyaya sunduğun şeyleri,
o zaman yeni bir okyanus olurdu,
her şeyden daha büyük,
her şeyden daha derin,
bütün ırmakların toplanması gibi canlı,
Araukanya volkanlarının ateşi kadar etkili.
Bu denize daldırın ellerinizi,
dünyanın her tarafından gelen ey insanlar,
sonra kaldırın ellerinizi
ki bu denizde boğasınız unutanı, taciz edeni,
yalan söyleyeni ve kirleteni,
senin kanına tecavüz etmek için
Batı’nın çöplüklerinden
yüzlerce küçük köpekle işbirliği yapanları.
Özgür insanların anası!

Ural çamlarının muhteşem kokusundan
görüyorum Rusya’nın kalbinde
oluşan kütüphaneyi,
sessizliğin çalıştığı laboratuarı,
yeni şehirlere kereste ve şarkı götüren
trenleri görüyorum,
ve bu pelesenkten barış bir nabız daha büyüyor
yeni doğmuş bir göğüs gibi:
kızlar ve güvercinler dönüyor geri bozkıra
ve dalgalanıyor beyazlıkla,
portakallıklar altınla dolup taşıyor:
bugün pazar yeri
her bir şafakla
yeni bir kokuya sahip,
acıların en büyük olduğu
yaylalardan yeni bir koku geliyor:
mühendisler sayılarıyla titretiyor
ovaların haritasını,
ve borular dolanıyor uzun yılanlar gibi
buharlı kışın yeni toprağına.

Eski Kremlin’in üç odasında
Josef Stalin isimli bir adam yaşıyor.
Gece geç saatte sönüyor lambası.
Dünya ve ülkesi rahat vermiyor ona.
Diğer kahramanlar hayat vermişti anayurda,
bunun dışında yaratmak için katkıda bulunuyor,
kurmak ve korumak için anayurdu.
Bu yüzden o muazzam ülkesi onun bir parçası
ve ülke dinlenemediği için dinlenemiyor O da.
Daha önce buldu kar ve barut
onu eski haydutların karşısındayken
orada (tıpkı şimdi olduğu gibi) diriltmek isteniyordu
açlık ve sefalet, kölelerin kaygısı,
milyonlarca yoksulun uyuyan acılarını.
Batı’dan gönderilen “kültür savunucuları”
Wrangel’e ve Denikin’e karşıydı o zaman.
O zaman derileri yüzüldü bunların,
cellatların savunucularının, ve Sovyetler Birliği’nin
engin topraklarınca çalıştı Stalin gece ve gündüz.
Fakat sonra, kurşundan bir dalgayla geldi
Chamberlain’in beslediği Almanlar.
Stalin karşıladı onları o muazzam sınırlar boyunca,
bütün geri çekilişlerinde, bütün saldırılarında,
ve ta Berlin’e kadar geldi oğulları
halktan oluşan bir fırtına gibi
ve getirdi Rusya’nın yayılan barışını.

Molotov ve Voroşilov
oradaydı, görüyorum onları
diğer yüksek generallerle,
kontrol edilemezlerle.
Karla kaplı meşe ormanı gibi sağlamlar.
Hiç birinin sarayı yok.
Hiç birinin yok kendi özel alayları.
Hiç biri zengin olmadı savaşta
satarak kanı.
Hiç biri seyahat etmiyor bir tavus kuşu gibi
Rio de Janerio’ya ya da Bogotá’ya
yönetmek için işkenceyle kirlenmiş satrapları:
hiç birinin yok iki yüz takım elbisesi,
hiç biri sahip değil silah fabrikalarının hisselerine,
fakat hepsi hisse sahibi sevincin
ve ölümün gecesinde ayağa kalkan
şafağı çınlayan bu muazzam ülkenin
dirilişinin hisse sahibi.
Onlar “yoldaş” dediler dünyaya.
Marangozu kral yaptılar.
Hiç bir deve geçmiyor bu iğne deliğinden.
Temizlediler köyleri.
Bölüştüler toprağı.
Yücelttiler köleyi.
Ortadan kaldırdılar dilenciyi.
Yok ettiler zalimi.
Bu muazzam geceye ışık saçtılar.


Bu yüzden sesleniyorum sana, Arkansaslı kız, ya da
neredeyse sana, West Pointli şanslı delikanlı, ya da daha iyisi
sana, Detroitli mekanikçi, ya da en iyisi
sana, New Orleanslı kapıcı, hepinize
konuşuyorum ve söylüyorum ki: sağlam adımlarla ilerleyin,
açın kulaklarınızı bu yüce insanlığa,
ne Dışişleri Bakanlığı’nın şık beylerindenim ben
ne de çeliğin kanlı krallarından,
fakat Amerika’nın en güney bölgesinden bir şairim,
Patagonyalı bir demiryolu işçisinin oğluyum,
And dağı havası gibi Amerikanım,
bakır ve petrol yavaşça dönüşürken
altına uzak krallar için
hapis, işkence ve kaygı bugün ağır basıyor
sürüldüğüm anayurdumdan.
Bir elinde altını
öbür elinde de bombayı ezen
bir put değilsin sen.
Sen, benim gibisin, benim daha önce olduğum şey gibi,
savunmamız gereken şeysin, en temiz Amerika’nın
kardeş yeraltı, sıradan insanlar
caddelerde ve sokaklarda.
Benim kardeşim Juan ayakkabı satıyor,
tıpkı senin biraderin John gibi,
bacım Juana patates soyuyor
tıpkı kuzenin Jane gibi,
ve benim kanım tıpkı senin kanın gibi Peter,
maden işçilerinin ve denizcilerin kanı.

Sen ve ben açacağız kapıları
böylece Ural havası girecek
mürekkepten perdeleri aşarak,
sen ve ben anlatacağız hiddetle:
“Sevgili beyefendi, buraya kadar, geçemezsiniz öteye”.
Çünkü biziz sahibi dünyanın,
ve burada işitmek istemiyoruz
makineli tüfeklerin vızıltısını, fakat bir şarkı olabilir
ve ondan sonra bir şarkı daha ve bir tane daha burada.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Senin Külünden Doğar mı

Senin külünden doğar mı
Çekoslovaklar ya da kaplumbağalar?

Öpmek ister mi ağzın karanfilleri
gelecekteki diğer ağızlarla?

Fakat biliyor musun, nereden gelir ölüm,
yukardan mı aşağıdan mı?

Mikroplardan ya da duvarlardan mı,
savaşlardan ya da kıştan mı?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Sendedir Toprak

Küçük
gül,
gülcük,
bazen
çok küçük ve çıplak
görünürsün,
sanki barındırabilirim
tek bir elimde seni,
böylece tutarım
ve götürürüm seni ağzıma,
fakat
birden
dokunur ayaklarım ayaklarına ve ağzım dudaklarına:
büyürsün birden,
kabarır omuzların ikiz doruklar gibi,
dolanır bağrımda memelerin,
yetişmez kollarım sarmaya
yeni ayın orağı gibi incecik belini:
sevişmede çözdün kendini denizin suları gibi:
neredeyse anlamıyorum gökyüzünün en büyük gözlerini,
ve eğiliyorum ağzına öpmek için toprağı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:06 PM
Sen Esmer Uçarı Kız

Sen esmer uçarı kız, meyveyi oluşturan
Mısıra çekirdeğini veren ve yosunu yuvarlayan güneş
Yarattı senin şen bedenini, ışıldayan gözlerini,
Ve o gülümseyen suya benzeyen ağzını senin.

O esmer, aç gözlü güneş dolanıyor zülüflerine
Uzun siyah saçlarının, kollarını açarken sen.
Oynuyorsun güneşle, sanki bir çaymış gibi,
Ve senin gözlerinde bırakıyor çay iki siyah su birikintisini.

Sen esmer uçarı kız, beni sana yaklaştıran bir şey yok.
Her şey uzaklaştırıyor beni senden öğle saatleri gibi.
Arının çılgın gençliğisin sen,
Dalganın esrimesisin, gücüsün başağın.

Her şeye rağmen, arar karanlık yüreğim seni,
Ve seviyorum şen bedenini, hafif ve ince sesini.
Sen esmer kelebek, öyle uysal öyle saldırılmazsın
Buğday ve güneş gibi, gelincik ve su gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Semercilik

Gümüşten ve meşinden ağır bir gül gibi
bu süslenmiş eyer benim için,
derinliği yumuşakça, düz ve dayanıklı.
Her bir yontulmuşluğu bir el, her
bir mıhı ormanın yaşayan
yaratıklarının yaşadığı bir hayat,
atlardan ve gözlerden bir zincir.
Yulaf tanesi oluşturmuştu onu,
yabanıllık ve su güçlendirmişti onu,
zengin hasat gurur katmıştı ona,
metal ve işlenmiş maroken meşin:
ve böylece yükseldi bu taç çayırlıklarda
kazalardan ve güçten.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Selâm (1949)

Karanlıktaki anayurdum, Şilililer, iyi yıllar,
iyi yıllar herkese, biri hariç herkese,
çok azız bizler, iyi yıllar, hemşeriler, biraderler,
erkekler, kadınlar, çocuklar, bugün uçuyor sesim
Şili’ye, sizlere, kör bir kuş gibi çarpıyor
camına ve çağırıyor seni uzaklardan.

Anayurt, yaz örtüyor senin uysal, sert bedenini.
Karların kızgın dudaklarla dörtnala okyanusa doğru
terk ettiği dağ dorukları
görülüyor yücelerde gökyüzünün kömürü mavi gibi.
Bugün belki, bu zamanda, giymişsin yeşil bir tuniği
seviyorum, ormanları, suları ve buğdayı hayat pahasına.
Ve denizler boyunca, sevdim denizin taşıdığı anayurdu,
yuvarladım gökkuşağı renkli evreni
kumlu kıyılardan, istiridyelerden.

Belki, belki... Kimim ben, ki değiyorum uzaklardan
senin gemine, senin rayihana? Senden bir parçayım ben:
gizli bir yıl yüzüğü ağacın, ansızın bulunmuş ağaçlarında,
uysal orman gibi sessiz bir büyüme,
senin yeraltı ruhunun mırıltılı külü.
Terk ettiğimde seni, takip ediliyordum ve sakallarım
uzamıştı ve fakirlik, giysisiz, kağıtsız
bütün hayatım gibi o harflere, bir küçük
çuvaldan başka bir şey değildi, iki kitap eklemiştim ben
ve körelmiş akdikeni, yeni koparılmış ağaçtan.
(Kitaplar: bir coğrafya
ve Şili’nin kuşları hakkında Kitap) .

Her gece okuyorum ırmaklarından betimlenişini senin:
arıyorlar uykumu, sürgünümü, sınırımı.
Dokunuyorum sana, trenlerine, atıyorum elimi saçlarına,
ikircikliyim senin coğrafyanın
demirli derisini düşünme konusunda, indiriyorum gözlerimi
çatlaklardan ve kraterlerden ay yüzeyine senin,
ve uyurken dolanıyorum sessizliğimde Güney’e doğru,
sarılmışım senin tuzla çökmüş son şimşeğine.

Uyandığımda (başkadır hava, ışık, cadde
başkadır, tarla, yıldızlar) beni izleyen
o körelmiş akdikeni eziyorum,
Melipilla’da kesilmiş bir ağaçtan hediye verilmişti bana.

Ve akdikenin zırhlarında görüyorum adını,
acımasız Şili, anayurt, ağaç kabuğundan yürek,
senin biçiminde, toprak gibi katı, görüyorum
sevdiklerimin yüzlerini, uzatmışlardı bana ellerini
akdikenler gibi,
çölün, güherçilenin ve bakırın halkı.

Dikenli ağacın yüreği
bir çemberdir parlatılmış metal gibi düz
koyu sarı renkli bir leke gibi katılaşmış kan,
sarmalanmış kükürt sarısı ağacın süsenine,
ve sıyırdığımda ben bu yaban ormanın temiz mucizesini,
anımsıyorum düşmansı, buruşmuş çiçeklerini
onların gücünün şiddetli kokusu savururken seni
o dikenli ve sık sarmaşıklar arasında.
Ve işte böyle izleyeceğim ülkemin hayatını ve koklayacağım,
yaşayacağım onunla, yakacağım onların inatçı alazlarını
içerimde, yok eden ve salıveren.
Başka ülkelerde bakıyorum giysilerim arasından,
Bir lamba gibi görüyorum kendimi caddeler boyunca dolanan,
Onların kapılarından denizden bir ışığı yayarak:
Bana verdiğin alazlı kılıçtı bu, sakladığım,
akdiken gibi temiz, muhteşem, boyun eğmez.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sarhoşum Çamların Reçinesiyle

Sarhoşum çamların reçinesiyle ve uzun öpüşlerle
yön veririm yaz güllerinin yelkenlerine,
eğilerek ölmekte olan zarif güne doğru,
arınmışım denizin güçlü gazabında.

Solgun ve vızıldayarak aç gözlü suyuma
aşıyorum çıplak iklimin ekşi kokusunu,
hâlâ külrengi giyimliyim ve kekre tınısında,
ve çaresiz köpüğün üzünçlü tuğu.

Şehvetimin gücünde biniyorum kendimin tek dalgasına,
ay gibi, güneş gibi, yakan ve soğuk, ve ivedi,
sakinleşmiş o mutlu adaların yutağında,
ak ve yumuşak adalar serin kalçalar gibi.

Nemli gecede titriyor öpücüklerden giysim,
elektrik akımıyla doldurulmuş çılgınlığa,
kahramanca bölünmüş düşlerde
ve benliğimi dolduran sarhoş eden güllerde.

Akıntıya karşı, dalgaların ortasında orada,
veriyorsun bana, beden bedene, kollarımda
sonsuza dek ruhuma bağlanmış bir balık gibi,
hızlı ve yavaş neredeyse göksel bir güçle.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sanjurjo Cehennemde

Zincirli, dumanlı, kendisinin
ihanet makinesine, ihanetlerine bağlanmış,
gidiyor ihanet edilmiş hain ateşlere.

Fosfor gibi ışıldıyor böbrekleri
ve bulanık, inançsız asker ağzı
eriyor sövgülerde ve küfürlerde,

getirilmiş sonsuz alevlerin arasından,
sürüklenmiş yerinden ve uçaklarla yanık,
yanık ihanetten ihanete.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sandino (1926)

Toprağımıza
diktiğimiz zamandı
mezarhaçlarını,
sakat, profesyonel mezarhaçlarını.
Dolar saldırgan dişleriyle geldi
yutmak için toprağı
Amerika'nın çobansı boğazından.
Acımasız çenesiyle yakaladı Panama'yı,
geçirdi dişlerini genç toprağına,
düşürdü kendini çamurun, viskinin ve kanın içine,
ve diplomat kılıklı bir Başkan dua etti:
'Gündelik rüşvetimiz
bizden eksik olmasın.'
Derken ulaştı çelik,
ve böldü kanal ikiye insanların meskenlerini,
beyler bu tarafa, hizmetkarlar öte tarafa.

Yöneldiler Nikaragua'ya doğru.

Beyazlar giyinmiş olarak geldiler ülkeye
ve dağıttılar dolarlarla kurşunları.
Ne ki ayağa kalktı bir lider
ve dedi: 'Hayır, gelemezsin buraya
tekelci emellerin ve şişenle.'
Onu başkan yapacaklarını söylediler
eldivenli, hamayıllı ve yenimoda
güzelim rugan ayakkabılı.
Çıkardı çizmelerini Sandino,
yitti gitti titreyen bataklıklarda,
bağladı kendine yabanıl ormanda
hayatın rutubetli hamaylını
ve yanıtladı 'uygarlık yayıcıları'nın
kurşunlarını kurşunlarla.

Kuzey Amerikan öfke
sınırsızdı: belgelerle
ikna etti elçiler
dünyayı ki bütün sevdikleri
Nikaragua'ydı, ve düzen
bir kerecik ulaşmalıydı
uykuya batmış ruhuna.

Toparladı Sandino bağımsızları.

Wall Street'in kahramanlarını
yuttu bataklıklar,
bir şimşekparıltısı öldürdü onları,
bir çok pala-kılıç peşindeydi onların,
gecede bir yılan gibi
peşindeydi bir urgan onların,
ve asılmışlarken bir ağaçta
yavaşça yok edildiler
mavi kanatlı böcekler
ve açgözlü sarmaşanlarca.

Sandino sessizlik içindeydi
Halk Meydanı'nda, her yer
Sandino'ydu,
O öldürdü Kuzey Amerikalıları,
O idam etti davetsiz konukları.
Ve uçaklar geldiğinde,
zırh kuşanmış ordunun
saldırganlığı, ezici
güçlerin masrafı,
Sandino partizanlarıyla birlikte
balta girmemiş bir ormanın hayaleti gibiydi,
kendi kendisine katlanan bir ağaçtı,
uyuyan bir kaplumbağa
ya da hızla akan bir ırmaktı.
Ne ki ağaç, kaplumbağa ve ırmak
kindar ölümdü,
balta girmemiş ormanın düzeni,
örümceğin ölümcül ârazıydı.

(1948 yılında
Yunanistan'da bir partizana,
Sparta'nın direğine,
ışık kutusuna saldırdı
doların kiralık çırağı.
Dağlardan ateş püskürttü O
Chicago'nun mürekkepbalıklarına,
ve Nikaragualı kahraman
Sandino gibi, çıktı O'nun da adı
'Dağların eşkiyasına')

Ateş, kan ve dolar
yıkamadığı için Sandino'nun
onurlu kulesini,
barış istedi Wall Street'in savaşçıları
ve davet ettiler partizanı
barışı kutlamaya,
ve yenilerden bir hain otuz dolar için
boşalttı tüfeğini üzerine O'nun.

Somoza'dır hainin adı. Bugün hâlâ
yönetiyor O Nikaragua'yı:
o otuz dolar büyüdü
ve üredi O'nun işkembesinde.

Nikaragua'nın kaptanı Sandino'nun öyküsü
işte böyle,
bölünen ve saldırıya uğrayan
şehit edilen ve işkence edilen
toprağımızın
yürek buran yeniden doğumu.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sanatçı İçin On Emir

1.) Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi olan güzelliği seveceksin.

2.) Tanrısız sanat olmaz. Yaratan'ı sevmesen bile, O'nun yarattığı gibi yaratmakla doğrulamış oluyorsun O'nu.

3.) Güzelliği duyular için bir tuzak yemi olarak üretmeyeceksin, ama ruhun doğal gıdası olarak üreteceksin.

4.) Güzelliği, şehvet ya da kendini beğenmişlik için bir bahane olarak kullanmayacaksın. güzellik tanrısal bir alıştırmadır.

5.) Ya pazarlarda satılığa çıkarmayacaksın yapıtını ya da aramayacaksın güzelliği. güzellik bakiredir ve pazardaki haspalara benzemez.

6.) Yüreğinden yükselecek güzellik şarkısıyla arınan ilk kişi sen olacaksın.

7.) Senin güzelliğinin adı aynı zamanda şefkat ve insan yüreklerine avuntu olacak.

8.) Çocuğunu doğurur gibi doğuracaksın yapıtını ve besleyeceksin yapıtını yüreğinin kanıyla.

9.) güzellik senin için mışıl mışıl uyutan afyon olmayacak, ama seni eyleme geçiren soylu bir şarap olacak. kadın ya da erkek olmayı bıraktın mıydı, sanatçı sayılmazsın artık.

10.) Her yapıttan sonra utanç duymalısın. Çünkü senin düşlerinin ilkelerine göre yaşamıyor yapıtın.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
San Martin (1810)

San Martin, öyle uzun süre dolandım ki bir yerden
öbür yere, sildim senin elbisenle izlerimi,
biliyordum bir gün seninle karşılaşacağımı
sıradağların bittiği yerde
eve dönüş yollarında dolanırken
sende miras kalan ve her şeyi süpüren fırtınada.
Öyle zordu ki pamuk çalılarının budakları arasında
ayırmak, kökler arasında,
patikalar arasında yüzünü göstermek,
kuşlar arasında bakışını yakalamak,
havanın içinde varlığınla karşılaşmak.

Bize verdiğin topraktın sen, kokusuyla
havayı kamçılayan nerde olduğunu ve
memleket havası ve çimen kokan esansının
nereli olduğunu bilmediğimiz
bir ceron dalıydın sen.
San Mart¡n, dört nal gidiyoruz senin adında,
şafakla koyuluyoruz yola bedenin üstünde
sürmek için atlarımızı, içine çekiyoruz
senin gölgeni hektarlarca
ve tutuşturuyoruz ateşi senin uzun boyunda.

Bütün kahramanlar içinde enginliksin sen.

Başkaları plato'dan platoya göçtü gitti
dörtyoldan kasırgaya doğru,
ama sen sınırlardan oluşuyorsun
ve başlıyoruz coğrafyana bakmaya,
senin sonlu tepelerine, senin bölgene.

Zaman kendi kaynağında
sonsuz bir su gibi
çekememezliğin kemiklerini fışkırttığında,
keskin ateşin görüntüsünü,
daha çok toprak içeriyorsun,
köklerinin filizi daha da kaplıyor yüceleri,
sunuyorsun ilkbahara büyük armağanını.

Hemencecik duman oluyor adam yaptığı binadan
yükseliyor göğe, kimse doğmuyor yeniden
yanıp yok olmuş çam fıçısından:
çözülüşü arasında yarattı hayatı
ve düştü yalnızca toz kalmışken geriye.

Öümde daha çok yeri kucakladın.

Öümün bir tahıl ambarının sessizliği oldu.
Hayatın geçti gitti başka hayatlarla birlikte
Kapılar açıldı, duvarlar yükseldi
ve başak filizlendi yayılmak için.

San Marti, başka kumandanlar
senden daha da berrak parıldıyor, fosfor ışıltılı
tuzla süslenmiş asma çubuğu taşıyorlar,
gene başkaları konuşuyor çağlayanlar gibi,
ama kimseler senin gibi değil, kuşanmışsın sen
toprak ve yalnızlıkla, kar ve yoncayla.
Irmaktan geri döndüğümüzde rastlıyoruz sana,
selâmlıyoruz seni çiçeklerle.
Tucumanya'nın taşralı biçiminde,
ve ötelerde yollarda görüyoruz
seni at sırtında, avlanarak gidiyorsun
uçuşan harmaninle, ey toz-grisi baba.

Olgunlaşıyor bütün güneş ve ay
ve bu koca rüzgâr
akraban, yalın akraban: gerçeğin
toprağın gerçeğiydi, tuzlu bir hamur,
ekmek kadar vazgeçilmez, soğuk bir dilim
balçıktan ve buğday başağından, gerçek bir bozkırda.

Ve tam da böylesin işte, ay ve dörtnala
asker kampı ve fırtına
tekrar kavgaya gittiğimiz
yoldaki kentler ve tepeler arasında,
kuruyorsun topraksı gerçeğini,
dağıtıyorsun yayılmış mısırtohumunu
ve havalandırıyorsun başağın sayfalarını.

Böyle olmalı, ve izin verme huzur bulalım
Savaşlardan sonra senin bedenine
tırmanmadan önce
ve senin büyüyen barışının yayılışında
bulduğumuz amacın uyumasına.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sahte Tavırlılar

Öğürtücü kokusunda davar sürülerinin,
kağıt yığınlarının ya da kokteyl bardaklarının,
yaşıyordu o mavi ürün, çürümüşlüğün
küstah taçyaprağı.

Şilili “sahte tavırlı” idi O, bu kişi
Raúl Aldunatillo idi (yabancı ellerle
fethediyordu dergileri,
yerlileri öldürmüş olan elleriyle) ,
o züppe Teğmen, o en büyük
Ticaret, satın alıyordu unvanları
ve kendisini eğitimli olduğuna inandırıyordu,
kılıç satın alıyordu
ve kendisini asker olduğuna inandırıyordu,
fakat saflığı satın alamayacağından ötürü
tükürüyordu bir engerek gibi.

Zavallı Amerika, yeniden satılmış
kanında pazarlarda,
Minas Geraes’de,
Santiago’daki salonda yeniden doğan
gömülmüş fışkınlardan,
ve “zarafet” yaratan,
“boudoir süvarileri”ne yaltaklanan,
anlamsız gömlekler, sopalar
mezarın golf oyunu için.
Zavallı Amerika, çürüyen züppelerle
maskelenmiş,
yüzlerin kalpazanları,
kara rüzgâr aşağıda
yaralarken düşmüş yüreği
ve kömürün kahramanı yuvarlanırken aşağı
yoksulların mezarına doğru,
hastalıklarla göçmüş,
karanlıkla örtülü,
yollarda kovalanan
yedi aç çocuk bırakan arkasında.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sahilin Taşları

Okyanussu taşlar, sahibi değilsiniz sizler
ilkbaharla başakların arasında
bereketli topraktan yükselen o maddenin.

Üzümlerin arasında salınan
mavi dokunuşu havanın tanımıyor
yalnızlıktan okyanusa gelen yüzü.

Ezdiler hiçbir arının tanımadığı
kayalıkların yüzünü, dalgaların ziraatından
başka hiçbir şeyin sahibi değil,
toparlamış taşların yüzü
çatlamış sonsuzluğunda
avuntusuz köpüğünü kavganın.

Tel granitten sarp gemiler
bırakmış öfkeyi, gizli gezegenlerin
o dokunulmaz boyutunda
deniz bayraklarının dalgalanışını.

Fırtınanın ve kasırganın öfkesinden taçlar.

Titreten yalnızlıklardan kuleler.

Denizin kayalıkları, sizindir
zamanın utkulu rengi, sonsuzluğun
nabız atışı kullandı bu konuyu.

Ateş doğurdu denizin grenalarıyla
oyduğu bu külçeleri.

Bakırla salamuranın birleştiği
bu çatlak: bu portakal sarısı demir,
gümüşün ve güvercinin lekeleri,
öldüren duvar
ve üzüm salkımlı derinlik için sınır.

Yalnızlığın taşı, sevgili taş,
sizlerin sert oyuğunuzda asılı duruyor
yosunların hiddetli soğuğu
ve sizlerin ağzına kadar, ayın ışığıyla süslenmiş,
yükseliyor sahillerin yalnızlığı.
Hangi rayiha kaybolmuştu
kumdaki o yitik ayak izlerinden, hangi çağıltı
gelinsi taçyapraklarından fışkırdı titreyerek göğe?

Sahilin bitkileri, et dolu üçgenler,
taşların üzerinde bir pırıltı
tutuşturmayı beceren sürünen yaratıklar,
denizin ilkbaharı, taşların üzerinde
kaldırılan kırılgan kadeh,
küçük amarant şimşeği, hiç
tutuşturulmamış ve şimdiden buza dönmüş öfkeden,
bana bu gücü sun karşı koymak için
yıldızlı ıssızlığın sahillerine.

Denizin taşı, gizli kıvılcımlar
ışığın kavgasında, pasla
kaplanmış çanlar, acıların
bilenmiş kılıcı, yara izlerinde
dünyanın dişsiz heykelinin
inşa edildiği çatlamış kubbeler.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sadık Bir Köpek Gibi

Bazen herkes Tanrı'ya inanır, diye geçirdi içinden.
Karanfil kokulu bir kadın geçti yanından.
Tapınağa gidecekti. Vazgeçti nedense.
Şarap içmeye gitti deniz kıyısına.

Ve sadık bir köpek gibi
Yaladı ayaklarını deniz.

İsmail Aksoy

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:07 PM
Sadece Ölüm

Issız mezarlıklar var,
sessiz kemiklerle dolu mezarlar,
yürek bir tünelden geçmek zorunda,
karanlık, karanlık, karanlık,
bir geminin batışı gibi ölüyoruz içimizden,
boğuluyoruz sanki yüreğimizde,
sanki sıyrılarak derimizden düşüyoruz ruhumuza.

Ceset var,
yağdan ayaklar, soğuk mezar taşı,
ölüm var kemiklerde,
saf bir ses gibi,
köpeksiz bir havlama gibi,
duyuluyor bazı çanlardan, bazı mezarlardan,
şişerek gözyaşı ya da yağmur gibi ıslaklıkta.
Yalnızken, görüyorum ara sıra
yelkenli tabutları
solgun ölülerle hafif çapaları,
ölü zülüflü kadınları,
melekler gibi beyaz somuncuları,
noterlerle evli düşünceli kızları,
ölülerin dikey ırmaklarına gidiyor tabutlar,
o mor ırmağa,
akıntıya karşı, ölümün sesiyle dolu yelkenlerle,
ölümün sessiz sesiyle dolu.

Yankıyla geliyor ölüm
ayaksız bir ayakkabı gibi, elbisesiz bir adam gibi,
geliyor ve vuruyor yersiz ve parmaksız bir yüzükle,
geliyor ve bağırıyor ağızsız, dilsiz, gırtlaksız.
Gene de işitiliyor adımları,
ve giysisi ses veriyor, bir ağaç gibi suskunca.

Bilmiyorum, biraz anlıyorum sadece, nerdeyse görmüyorum,
fakat sanıyorum ki şarkısı ıslak menekşe renginde,
toprağa alışkın menekşelerden,
çünkü yeşildir ölümün yüzü,
ve yeşildir ölümün bakışı,
içe işleyen rutubetiyle ve öfkeli kıştan
karanlık renkleriyle bir menekşe yaprağının.

Fakat ölüm bir süpürge biçiminde yürüyor dünyada da,
yalıyor yeryüzünü bulmak için ölüleri,
süpürgededir ölüm,
ölüleri arayan ölümün dilidir o,
ipi arayan ölümün iğnesidir o.
Ölüm yatıyor kışla yataklarında:
o yavaş döşeklerde, o siyah battaniyelerde
yaşıyor aylakça uzanarak, ve birden uluyor:
uluyor çarşafları dolduran kasvetli bir ses gibi,
ve yataklar yelken açıyor amiral kılığına girmiş
ölümün durup beklediği limana doğru.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Sadece Ateş Değil

Oy, evet, hatırlarım,
oy içi kararmış ışıkla dolu
kapalı gözlerini,
açık bir el gibi bütün bedenini,
parıldayan bir ay salkımı gibi,
ve esrimeyi,
bir şimşek ışını bizi öldürdüğünde,
yaraladığında bizi bir hançer kökümüze dek,
ve bir ışık yararken saçlarımızı,
ve biz
yeniden başladığımızda
hayata geri dönmeye,
sanki okyanustan çıkmışız,
sanki bir gemi batışından
yaralı dönmüşüz
taşlarla kızıl yosunlar arasında.

Fakat
başka anılar da var,
şehvetin çiçekleri değil yalnızca,
fakat filizlenir azar azar,
ki birdenbire görünür,
trenle giderken
ya da yürürken sokakta.

Mendillerimi yıkarken
görürüm seni,
delikli çoraplarımı asarken
pencerede,
endamın, ki ondadır bütün
bütün isteği muazzam bir alaz gibi
çalar sanki yere seni zarar vermeden sana,
yeniden,
sen her günün
küçük kadını,
yeniden insansı bir varlık,
alçakgönüllü insan,
yoksulluğa rağmen gururlu,
senin gibi olmalı, aşk külünün
ıssız bıraktığı
geçici gül olmayasın diye,
fakat hayatın hepsi olasın diye,
sabunla ve iğneyle bütün bir hayat,
o sevdiğim mis kokuyla,
belki hiçbir zaman sahip olamayacağımız mutfaktan
kolun kızartılan patatesler arasında
ve pişmiş eti getirirken içeri
ağzın şarkıyla dolu kış zamanı,
benim için dünyada
sonsuz mutluluk bu olacak.

Oy, hayatımsın benim,
aramızda yalnızca ateş değil alazlanan,
fakat bütün bir hayat,
o yalın hikâye,
herkesinkine benzeyen
bir kadınla bir erkek arasındaki
o yalın aşk.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Sadece Albatros Değil

Hayır, ilkbahardan beklenmiyorsunuz,
ne taçyaprağının susuzluğunda
ne de dut renkli balda
lif lif örülüyorsunuz asmalarda ve salkımlarda,
fakat fırtınada, paçavralaşmış kubbede
çatlağın üstünde köpüklenen suda,
şafağın delik deşik ettiği yarda,
ve her şeyden önce düellonun
yeşil mızraklarında, denizin ıssız
genişliklerindeki o çözülen yalnızlıkta.

Tuzun nişanlısı, fırtınanın güvercinleri,
bütün dünyanın kirli kokusuna
çevirdiniz denizle ıslanmış sırtınızı,
ve o yabanıl ışıkta sundunuz
kaçışların göksel geometrisini.

Dokunulmazsınız, sadece siklonsu bir damlayla
özdeş olan değil fırtına rüzgârının
dallarına uçan: sadece o değil
inşa eden yuvasını hiddetin yamaçlarında, fakat
aynı zamanda dolgun karın deniz martısı da,
guanay kargasının gölgesi köpüğün üstünde,
platinin gümüş parıltılı coşkun suyu.

Bir düğüm gibi toparlanmış pelikan
bıraktı kitlesini aksın diye denize,
ve kehanet yelken açtığında
albatrosun yayılmış genişliklerine,
ve fırtına kırlangıcının rüzgârı dağılırken
devinimdeki sonsuzluğun üzerine,
uzağında o yaşlı karabatakların,
o zaman ayağa kalktı yüreğim kabında
ve gönderdi şarkının açılışını
denizlerin ve tüylerin üzerine.

Ver bana göğsünüzde taşıdığınız donmuş kalayı
o fırtınayla çalkalanan kayalıklarda,
ver bana deniz kartallarının
pençelerinde toparlanan gücü,
ya da bütün gelişime ve bütün konaklamalara
karşı koyan o kımıltısız biçimi,
korunmasız portakal çiçeklerinin rüzgârını
ve o muazzam anayurdun tadını.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Saçlarını Usulca Tarar

Saçlarını usulca tarar,
Tarar uzun saçlarını,
Usulca ve zarafetle mırıldanır
Neşeli bir şarkıyı.

Güneş vuruyor söğüdün yapraklarına
Ve benekliyor çimeni,
Ve tarıyor hâlâ uzun saçlarını,
Bakarak aynaya.

Bırak saçlarını ayırmayı, lütfen
Tarama uzun saçlarını,
Çünkü hoş bir şarkıdaki
Gücünü duymuştum büyünün,

Ki hem yürütürmüş bir şeyi
Hem de bırakırmış aynı yerde,
Her şey güzel çok hoş bir şarkı ile
Ve büyük bir kayıtsızlıkla.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Sabah Fırtınalarla Dolu

Sabah fırtınalarla dolu
yüreğinde yazın.

Beyaz mendiller gibi veda ediyor koşturan bulutlar,
rüzgârla sarsılmış, bir göçebenin elleriyle.

Duy rüzgârın sonsuz yüreğini,
çarpıp duran aşık suskunluğumuzda.

Ağaçların arasından uğulduyor, tanrısal bir orkestra gibi,
savaşlar ve şarkılarla dolu bir dil gibi.

Rüzgâr soyuyor şimşek hızıyla kurumuş yaprakları
ve büküyor kuşların titreyen oklarını.

Rüzgâr deviriyor onu köpüksüz dalgalarında,
ağırlıksız özünde ve bükülmüş ateşinde.

Onun sayısız öpüşü parçalanıyor, dağılıp gidiyor,
yaz rüzgârının kapısında yenilmişti.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Sabah Ayazı

Sabah ayazı:
Serçeler topluca duruyor
Yok hiçbirinin boynu.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Rubén Azócar

Adalara! Böyle bağırdık. Güven günleriydi
Ve bizler korunmuştuk meşhur ağaçlarla:
hiçbir şey uzak görünmüyordu bize, her şey her an
saçtığımız ışıkla yakalanıyordu.
Geldik kaba deriden ayakkabılarımızla: yağıyordu yağmur,
yağıyordu adaların üzerine, böyle duruyordu ülke ayakta
yeşil bir el gibi, kırmızı yosunların arasında
akan parmaklarıyla bir eldiven gibi.
Tütünle doldurduk adalar denizini, Hotel Nilsson’da
tüttürdük geç saatlere kadar ve fırlattık
taze istiridyeleri dünyanın bütün köşelerine.
Bir kilise binası vardı şehirde,
o büyük kapısında, o cansız akşam,
papaz cüppelerinden siyah bir resmi geçit
avuntusuz yağmurda
dışarı çıkan uzun bir böcek gibiydi:
boşalttık Bourgogne şarabını ve doldurduk
kağıtları hiyeroglif acıların işaretleriyle.
Fakat kaybolmuştum birden: uzun yıllar uzaklarda,
arzumu arttıran başka gökler altında,
yağmurdaki tekneleri ve
yağmurdan ıslanmış kocaman kirpiklerin
adalarda kök salsınlar diye orada kalan seni anımsadım.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Rosas (1829-1849)

Toprağın arasından görmek çok zor
(berrak tacını kaldıran ve çiyin yüksek toplamını
aydınlatan zamanın arasından değil) ,
fakat toprak undan ve haklı kızgınlıktan şişman,
ölülerle ve metallerle perçinleşmiş ambar,
beni geri çeviren birbirine dolanmış yalnızlık
bırakmıyor ki bakayım dibe.

Fakat konuşacağım onlarla, benimkilerle, bir gün
kaçmışlardı bayrağıma, temizlik
kristal berrağı bir yıldız gibiyken giysilerinde.

Sarmiento, Alberdi, Oro, del Carril:
sonraları kirletilmiş temiz anayurdum benim,
saklamıştı sizlere
metalik narin bedeninin ışığını,
ve ziraatın yoksul tuğlaları arasında
sürgündeki düşünceler
dokundu birlikte sert madencilikle
ve asmaların tatlı dikenleriyle.

Şili bölüştürdü onları kalesinde,
verdi tuzu yuvarlanan denizinden
ve serpiştirdi kovulmuş tohumu.
Bu sırada ovada dörtnal at sürüş.
Göksel saçların iplikleri üzerinde
kırıldı yüzük,
ve terden sırılsıklam hiddetli hayvanların
nallarını ısırdı pampa.

Hançerler, oligarkların kahkaha merhemleri
işkence üzerine. Taçlanmış ay
unutulmaz gölgesiyle bir ibiğin
ırmaktan ırmağa beyazlığı üstünde.

Kızıl üzüm bağlarından bir tren oldun sen,
bir maske oldun, mühürlenmiş bir titreyiş,
ve rüzgârda değiştirdiler seni
trajik bir balmumu eliyle.
Senden çıktı gece, dehlizler,
kararmış kaldırım taşları, sesin ölüp gittiği
merdivenler, karnavalın dört yol ağzı
ölüm ve ahmaklarla kesişen,
ve göz kapaklarından bir sessizlik
gecenin bütün gözlerinin üstüne inen.

Köpüklenen buğdayın nerelere gitti?
Meyve taşıyan letafetin, geniş kucaklayan ağzın,
şarkı söylemek için ne varsa kıpırdayan
senin tellerinle, muhteşem davullarında
senin gürültülü derinle, sonsuz yıldızla,
suskunlaşan altında bu bastırılmış
kubbenin vicdansız yalnızlığında.

Gezegen, enlemler, güç dolu berraklık,
kıyıların boyunca, ortak kardan kuşakların boyunca
toplanır gecesel sessizlik sürerek
sersemleten bir denizde,
ve dalga dalga anlattı çıplak suyu,
o boz rüzgâr çözdü titreyen tuzunu
ve gece yaraladı bizleri step gözyaşlarıyla.
Fakat halk ve buğday karıştı birbirine: o zaman
düzleştirildi yeryüzünün başı, ışıkların
gömülmüş iplikleri tarandı, ölüm savaşı
araştırdı özgür kapıları, harap olmuş rüzgârdan
ve yolların toz bulutlarından,
batmış değerler, okullar,
kavrayış ve çehre yükseldi tozdan tek tek
yıldız berrağı birlikler, ışıklı sütunlar,
el değmemiş bölgeler olana dek.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Rosalina İle Akşam Gezintisi

Güneş uyku sersemi esniyor bir ağacın ardında.
Ve bulutlar uzanıp bürünüyor eflatun rengine.
Ay çıkıyor. Azalan bir Ay bu.
Diyorum ki: ”Saat epey geç oldu artık”
”Evet”, diyor Rosalina, ”bitti artık yaz”
Şimdiden sonra sonbahar her bir dakikada.
Ah, evet.

Gün kendi kendisinin gölgesi olmakta.
Ve güneş çizmekte zayıf bir Ay’ı
Ne ki burası hoş gene de,
gitmeden önce ayakta durmalı.
Yaşlandık, birden geliyor aklıma.
Biraz serince geliyor burası, Geyikgölü sokağı.
Ah, evet.

Mahzun ve gamlı oluyor her yıl
biterken yaz bu zamanlar.
Yılların onaylanışı geçiyor.
Hayatın takviminde bir yaprak dökülüşü.
On dakikada on yıl birden yaşlanıyorum.
Ve gökyüzü öyle karanlıklaşıyor, ve Ay sapsarı beyazlaşıyor.
Ah, evet.

Ve bir film gibi geçiyor hayatım.
Ne ki yalnızca aptalca şeyleri anımsıyorum.
Sonra bir bulut yutuyor Ay’ı.
Karşı koyabilme gücüm giderek azalıyor.
Diyorum ki: ”Rosalina, iyisi mi dönelim geriye.
Yaşlılığımı da göz önünde bulundurmalı bundan böyle.”
Ah, evet.

Diyor ki Rosalina: ”Biliyor musun -
seviniyorum geldiğinde sonbahar.
Beni her zaman güçlü ve sevinçli kılmıştır.
Sanki duruyorum bir saat gibi yaz geldiğinde.
Sonbahar renklerinin ısısı ve kıvamı var –
Her seferinde yeni doğmuş hissediyorum kendimi! ”
Ah, evet.

Düşüyor ağır taşlar yüreğimden.
Düşünsene Rosalina benim karım!
Hayli hafifliyor bacaklarım.
Uçmadan hemen öncesi gibi duruyorlar ayakkaplarımda.
Takımyıldızları görünüyor kentin ve ülkenin üstünde
Gece genç daha, dünya yeni henüz.
Ah, evet.

Neden bakmalı geçmişe geleceğe bakmak daha iyiyken?
Ben ve Rosalina Büyükayı takımyıldızıyla dönüyoruz eve.
Ah, evet.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Rosa Luxemburg’un Mezar-taşı İçin Yazı

Burada uyuyor
Rosa Luxemburg
Alman işçileri için savaşan
Polonya'lı bir Yahudi
Çelişkilerinin mazlumlarca gömüldüğü
Alman zorbalarının
Emriyle öldürülmüştü

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Reklam Gemisi

Gemi kırıyor dümeni
kararan limana doğru.
Megafonu bir selâm kükrüyor kente,
elektrikli projektörleri saçıyor havaya beş parçalı
ışığını
bir kuyruklu yıldızın kuyruğu gibi
ve alazla yazıyor bulutlara:
BıR FORD ARABASI SATIN AL
................................
................................

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:08 PM
Reis'in Terbiyesi

İnce bir oktu Lautaro.
Esnek ve maviydi babamız.
İlk gençliği sessizlikti yalnızca.
Çocukluk yılları eylemdi.
Gençliği hedefi belirli bir rüzgârdı.
Hazırladı kendini uzun menzilli bir mızrak gibi.
Alıştırdı ayaklarını çağlayanlara.
Dikenler arasında geliştirdi ruhunu.
Yarıştı Guana-ineğiyle.
Hayvanların kış-uykusunda yaşadı.
İzledi kartalların öğünlerini.
Büktü kayaları sırlarından.
Ateşin çimen-yaprağını yaşattı.
Soğuk ilkbaharla beslendi.
Yakıldı cehennemsi uçurumlarda.
Zalim kuşlar arasında avcıydı.
Utkularla renklendi elleri.
Okudu gecenin saldırısında.
Karşı durdu çökerten kükürde.

Beklenmedik ışık, hız oldu.

Sonbaharın duraklayışını öğrendi.
Çalıştı görünmez hayvan-inlerinde.
Sonsuz kar'ın çarşaflarında uyudu.
Okların yolunu düzeltti.
Av-eti kanını içti yollarda.
Ele geçirdi dalgalardan defineyi.
Tehdit yaptı kendini kasvetli bir tanrı gibi.
Yedi her bir halk-mutfağından.
Öğrendi şimşeğin alfabesini.
Tarttı saçılmış külü.
Kara deriler sardı yüreğini.
Farketti dumanın spiral ipliğini.
Kendisini inşa etti suskun liflerden.
Zeytinin yüreği gibi yağladı kendini.
Katı ve şeffâf kristal oldu.
Fırtına rüzgârı gibi sınadı kendini.
Savaştı kan susana dek.

Böylece halkına yaraşır olabildi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:09 PM
Recabarren İçin

(I)

Dünya, dünyanın metali, o yoğun
güzellik, mızrak, lamba ya da yüzük
olacak demir dolu barış,
saf irin, zamanın
satınalma gücü, çıplak toprak için
hekimlik sanatı.

Mineral batmış ve gömülmüş
bir yıldız gibiydi.
Gezegenin nabızatışları altına saklandı
ışık gram gram.
Kalın harmani, balçık ve kum
örttü senin yarıküreni.

Ne ki sevdim senin tuzunu, yüzeyini.
Senin ağır yağmurunu, gözkapağını senin, görünümünü.

Katı arılığın ayarında
türkü söyledi elim: zümrüdün
gelinsi çoban-şiirinde alıntı yapıldı benden,
ve demirin boşluğunda koydum bir gün yüzümü
uçuruma dek, direnç ve çoğalım aktı gitti benden.

Ama bir şey bilmiyordum ben.

Demir, bakır, tuz biliyordu bunu.

Altın her çiçek koparıldı kanla.
Her metalin bir askeri var.


(II)
BAKIR

Bakıra geldim, Chuquicamata'ya.

Akşamdı sıradağlarda.
Hava buzsoğuğu bir cam gibiydi
kuru berraklıktan yapılmış.
Daha önce bir çok gemide yaşamıştım,
ama çölün gecesinde
parıldadı bu muhteşem maden
göz-kamaştıran bir gemi gibi
bu gecesel tepelerin
parıldayan çiyi altında.

Kapattım gözlerimi: Uyku ve gölge
gerdi güçlü tüyünü
üzerime dev bir kuş gibi.
Sallanırken elemli araba
bir bu yana bir öbür yana, fırladı
yakındaki yıldız, bir mızrak gibi
delip geçen gezegen
buzsoğuğu bir ateşten donmuş bir şimşek
ve bana yöneltilmiş bir tehdit.

(III)
CHUQUİCAMATA'DA GECE

Gece zaten koyuydu, uçurum derinliğince bir gece
bir çanın içindeki boşluk gibi.
Ve gördüm gözlerimin önünde amansız duvarları,
kırıyordu bakırı bir piramitte.
Yeşildi buraların kanı.

Ta ışığa boğulmuş gezegenlere dek ulaştı
bu yeşil, bu gecesel ihtişam.
Damla damla yarattı insan
turkuvaz bir sütü,
sonsuzlukta parıldayan
taştan bir şafağı,
ötesinde kumgecesinin
yıldız kuşanmış, açık toprağını.

Adım adım sürükledi beni Sendika'ya
o zaman
kendi eliyle karanlık.
Şili'de olmuştu bu,
Temmuz ayında, o soğuk mevsimde.

Adımlarımın hemen yanından geçiyordu günler
(ya da yüzyıllar) (ya da sadece aylar
bakırdan yapılmış, taştan yapılmış ve taştan ve taştan,
yani: zamanla cehennemden yapılmış:
bitimsiz olandan yapılmış, kükürt-sarısı bir elin
desteğiyle yapılmış)
yalnızca bakırın tanıdığı
başka adımlar ve ayaklardan.

Kirli bir kalabalıktı,
açlık ve paçavralar, yeraltında
geçitler açan yalnızlıklar.
O geceyi görmedim
sayısız yaralarının resmi törenle geçişini
madenin merhametsiz sahilinde.

Ne ki durdum baktım bu acıların tarafında.

Bakırın omurgakemikleri ıslaktı,
Terli darbelerle çıkarılmış
And-dağı havasının bitimsiz ışığında.
Kazıp çıkarmak için bu mineralsi kemiklerini
yüzyıllarca gömülü kalmış heykelin
inşa etti insan
bu boş tiyatronun galerilerini.
Ne ki bu katı öz,
gelişmesindeki taş, bakırın
utkusu kayboldu ve bıraktı arkasında volkanın emrettiği
bir krateri, tepelerde soluk bir delik bırakan
bu yeşil yıldızı
demircil bir tanrının göğsünden sökülmüş.

(IV)
ŞİLİLİLER

Bunların hepsini yaratan senin elindir.

Senin elindi, bu mineralsi köylünün
tırnakları, savaşılmış
'tantanacı halk yığını', insandan malzeme
serildi ayaklar altına, paçavralar içindeki küçük insan.
Senin elin bu coğrafya gibiydi:
gömdü bu kraterlerin yeşil karanlığını,
okyanussu taştan bir gezegeninin temelini attı.

Cephanelikler arasında dolaştı,
bükülmüş kükürdü toparladı
ve barut koydu her yana
baygın bir tavuğun
yumurtlaması gibi.

İnanılmaz bir krater hakkında bu anlatılanlar:
ta dolunaydan
görünür dibi
ki gömülmüş el ele
Rodriguez diye biriyle, Carrasco diye biriyle,
Diaz İturrieta diye biriyle,
Abarca diye biriyle, Gumersindo diye biriyle,
Şili'li biriyle, binlercedir adı O'nun.

Bu sınırsızlık sürükledi
paçavralar içindeki Şili'liyi, adım adım, birlikte
kazılıp açılmış topluluktan, bir gün
ve bir gün daha, bir kış daha,
çıplak yumruklarla, hızlı, tepelerin
sürükleyen atmosferi,
ve kümeledi toprağın bölgeleri arasında.

(V)
KAHRAMAN

Yalnızca bir çok parmağın gürültücü
hızı değildi bu, yalnızca kürek değildi bu,
yalnızca kol değil, kalça, insanın bütün
ağırlığı ve enerjisi:
ağrıydı, belirsizlik ve hiddetti
kazan her bir santimetresini
kireçli tepeyi ararken
yıldızın yeşil damarlarını,
gömdülerdi kuyruklu-yıldızların
fosforışıklı kuyruklarını.

Kansı tuz doğdu insanın
eridiği kuyudan.

Çünkü hırçın Reinaldo'ydu O,
taş-arayıcısı, yorulmaz
Sepelveda, oğlun senin, teyzen
Eduviges Rojas'ın yeğeni,
mineralsi sıradağları havaya uçuran
ateşli kahraman.

İnsan hayatına ve toprağa,
en içteki dölyatağının taşkınlığına
sızmasını bilen biri gibi
bozguna uğrattım kendi kendimi:
batıncaya dek sarkıtlar gibi
gözyaşının sellerinde insana,
zavallı, düşmüş kandan,
toza bulanmış terden.


(VI)
GöREVLER

Başka bir keresinde Lafertte'yle gittik çok uzaklara
mavi, el etek çektiren İquique'den
Tarapaca'dan
kumun sınırları boyunca.

Elias gösterdi bana güherçile-işçisinin
küreğini. Her bir adamın parmakları
gömülmüş duruyordu
tahtadan sapına küreğin:
her bir parmak ucundan ötürü
aşınıp gitmişti kürek.
Kürekteki bu ellerin damgası
ezdi çakmaktaşını,
ve böylece açtılar topraktan ve taştan,
metalden ve asitten mahzenleri,
bu acılı tırnaklar, gezegenleri
havaya uçuran
ellerin bu simsiyah zinciri,
madenleri gökyüzüne doğru kaldırıyor
ve diyor ki kutsal kitaptaki
öyküye benzeyen bir masalda olduğu gibi:
'İlk günü bu yeryüzünün.'

İşte, kimsenin daha önce görmediği
(başlangıç gününe kadar) ,
ayağa kalktı küreğin ilk örneği
cehennemin kırıntıları üzerinden: baş etti onlara
kaba, ateşli elleriyle,
açtı toprağın yaprağını,
ve mavi gömlek içinde atıldı ileriye,
beyaz dişli rehber,
güherçilenin kâşifi.

(VII)
ÇÖL

Büyük kumçöllerinin katı yemek-yeme zamanı
geldi çattı:
dünya çıplaktı,
sereserpeydi, yalıtılmış ve ak-paktı en uçtaki
sınırına dek kumun:
yaşayan tuzun, yalnız tuz-kuyularının çıkardığı
hışırtıya kulak ver:
güneş dinamitliyor pencererini o boş sonsuzlukta,
ve toprak savaşıyor ölümle, tuzun inildeyen
kuru, yarı boğulmuş sesinin altında.


(VIII)
NOKTüRN

Çölün çevresine gel,
bozkırın koyu, havalı gecesine,
gecenin yıldızdan ve uzaydan oluşmuş çevresine gel,
Tamarugal bölgesinin zamanda yitmiş
bütün sessizliği topladığı yere.

Uzaklıktan ve aydan yapılma bir kubbede
kireçmavisi bin yılların sessizliği,
oluşturmakta gecenin çıplak coğrafyasını.
Seviyorum seni, eldeğmemiş toprak, sevdiğim gibi
o kadar zıt şeyi:
çiçeği, sokağı, ırmak yüzeyini, dinsel töreni.

Seviyorum seni, ey okyanusun temiz bacısı.
İnsansız, duvarsız ya da bitkisiz,
kimseler beni desteklemeden
başarmak zordu benim için bu boşluğun okulunu.

Yalnızdım bir başıma.
Hayat ovalar ve yalnızlıktı.

Bu dünyanın erkeksi bağrıydı.

Ve sevdim senin sarp biçiminin düzenini,
boşluğunun kesin sonsuzluğunu.


(IX)
ÇORAK TOPRAK

Yutulmuş çorak toprakta insan
yaşadı kemirerek çıplak toprağı.
Önüne geldim tam mağaranın,
daldırdım elimi bitlerin arasından,
dolaştırdım raylar boyunca
avutulmaz şafağa dek,
uyudum katı talaşlar üzerinde,
işten çıktım akşama doğru,
buhar ve iyod kasıp kavurmuştu beni,
tokalaştım o adamla,
konuştum genç karısıyla O'nun
eşikte arasında tavukların,
arasında paçavraların, sefil yoksulluğun
bütün kokuları arasında.

Ve birleştirdiğimden bir çok
acıyı, topladığımdan
ruhun çanağında onca kanı,
gördüm temiz odaların birinden,
akıl ermez bozkırdan,
bir insanın geldiğini, aynı çeşit kumdan yapılma,
bir kımıldamaz, her şeyi barındıran çehre,
muhteşem bir gövde için biraz giysi,
inatçı lambalar gibi
bir çift yarı kısılmış göz.

Recabarren'di adı O'nun.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:09 PM
Recabarren (1921)

Adı Recabarren'di O'nun.

Mazlum, şişman ve iri yarı,
düz alınlı ve berrak bakışlı,
muhteşem organyapısı sakladı
sayısız kum gibi
gücünün katmanlarını O'nun.

Sizler Amerikan bozkırında
(kollara ayrılmış ırmaklar, gözkamaştıran kar,
demir yüklü çatlaklar) bakın
Şili'nin parçalanmış
biyolojisine bir dal gibi
sürgün vermiş, bir kol gibi
parçalarının nereye dağılıp gittiğini
fırtına-deviniminin bildiği.

Metallerin ve güherçilenin
kassız alanlarında,
yeni kazanılmış bakırın
atletik debdebesinde
yaşar dünyanın sefil kiracıları,
bir kargaşada paketlenmiş iç içe,
hızla yırtılan bir anlaşmayla,
gözler önündeki paçavra giyimli çocuklarla,
dağılmış tuz-yüzeylerinin
çorak topraklarınca.

Şili'lidir O, yani dayanır sadece
işsizliğe ve ölüme.

Dayanıklıdır, dayanıklıdır Şili'li,
üstesinden gelir emeği
ya da gelir tuzun giyitiyle kuşanmış olarak.

Derken geldi kanatlı makaleleriyle
bu halkın lideri.
Seçti bırakılmış olanı, onuru kırılmış olanı,
kabul etti kanlı adaletsizlikleri
yamalı battaniyesini
aç çocukların üzerine örten,
ve dedi ki O'na:
'Birleştir sesini başka bir sesle.
Birleştir elini başka bir elle! '
Yola koyuldu güherçilenin
mutsuz yörelerine doğru, doldurdu bozkırı
babacan değeriyle,
ve görünmez gizlenme-yerlerinde O'nun
aradılar O'nu bütün madenişçileri.

Dayak yemiş her bir 'kabadayı' geldi,
her bir şikayet:
hayaletler gibi girdiler içeri
donuk, acılı seslerle
ve geri gittiler ellerinden O'nun
yeni bir değerle.
Bütün bozkır boyunca biliniyordu bu.
Ve dolaştı bütün memleketi,
halkın temelini attı, ayağa kaldırdı
parçalanmış yürekleri.
Yeniden yayınladı gazeteleri
ulaştı aşağılara kömürün
galerilerine, yükseldi bakıra,
ve halk ilk kez
baskı altındaki seslere
yer veren satırları öptü.

Çorak toprakları örgütledi O.
Kitap ve şarkı getirdi O
dehşetin duvarlarına,
şikayeti şikayete ekledi,
ve sesi olmayan, ağzı olmayan köle,
o sonsuz ızdırabın
bir adı oldu, Halk koydular adını,
Proletarya, Sendika,
itibarı ve saygınlığı oldu böylece.
Ve kavgada biçimlenen
bu dönüşen insanlar,
bu yürekli örgüt,
bu amansız deneme,
bu değişmez metal,
bu acıların birliği,
bu insanın kalesi,
bu yarına giden yol,
bu bitimsiz sıradağlar,
bu tohum yüklü ilkbahar,
bu böylesi ızdıraplardan doğmuş
silahı yoksulların,
memleketin en derininden doğmuş,
en katıdan, en çok baskıya uğramıştan doğmuş,
en yüksek ve sonsuzdan doğmuş
Parti adını aldı.Komünist Partisi.Buydu adı.
Büyüdü kavga. Akbabalar gibi
çöktü üzerimize altın sahibi efendiler.
İftira silahıydı onların.
'Bu Komünist Partisi
Peru'dan para alıyor,
Bolivya'dan, yabancılardan.'
Atıldılar matbaaların üzerine
savaştı onlara karşı damla damla
akan terle kavgada,
ve saldırdı onlara, ezdi geçti onları,
yaktı onları ve dağıttı
halkın matbaasını her bir yana rüzgârda.
Takibe aldılar Recabarren'i.
Yasakladılar yolculuk etmesini.
Ne ki topladı tohumlarını O
o ıssız yeraltı dehlizlerinde
ve rıhtım savunma oldu.

Kuzey Amerikalı
ve İngiliz işverenleri,
avukatlarına, senatörlerine,
vekillerine ve devlet başkanlarına
izin verdiğinde akmasına kanın kumda,
çevirdiler obamızı,
zincire vurdular ve öldürdüler
Şili'nin derin gücünü,
kudretli sarı bozkırın
patikaları boyunca bıraktılar
mezarhaçlarını kurşuna dizilmiş işçilerin ardından,
cesetlerden bir dağ
kumun oluklarında.

Bir gün İquique'de, sahilde,
çağırdılar okul ve ekmek
isteyen insanları.
Karar verdiler ölümlerine
bir alanda çevriliyken etrafları
o şaşırmış insanların.

Ateş ettiler
vızıldayan makinalı tüfeklerle,
planlanarak dizilmiş tüfeklerle
ateş ettiler
uyuyan işçilerin susmuş topluluğuna.
Aktı kan bir ırmak gibi
İquique'nin solgun kumunda,
ve hâlâ ordadır daha, dökülmüş kan,
ve yanar durur hâlâ onca yıla rağmen
değişmeyen bir taçyaprağı gibi.

Ne ki yaşadı direniş.
Işık düzenlendi Recabarren'in
elleriyle, kırmızı bayraklar
yürüdü madenlerden köylere,
kentlere geldi ve saban-oluklarına,
yuvarlandı gitti trenlerin tekerlekleriyle,
yetkinleştirdi kendini betonun temelinde,
zaptetti caddeleri, bulvarları, köy evlerini,
fabrikalar güçlükle soluk alıyor kendi tozlarının altında,
yaralar ilkbaharla geçti gitti:
her şey türkü söyledi ve savaştı utku için
şafağı atmakta olan zamanın birliğinde.

Bu denli çok şey oldu işte.
Bu denli kan kana karşı,
bu denli kavga dünyada.
Güzelim fethin saatları,
damla damla kazanılan utkular,
acı dolu caddeler, bozgun,
tüneller kadar kasvetli bölgeler,
fitnelikleriyle hayatı
handiyse öldürecek hainlikler,
nefretle silahlanmış, baskılar,
askerî olarak sona erdi.

Dünya batacak nerdeyse.

Ama devam ediyor kavga.



(I)
ELÇİ (1949)

Recabarren, bu takiple geçen
günlerde, ortasında korkunun,
bir haine karşı savaşan
sürgün edilmiş kardeşlerimin yanında,
ve memleket nefret giysileri içindeyken,
zorbalıkla yaralanmışken,
anımsıyorum o korkunç kavgayı
senin hapishanelerinde, ilk adımlarında
senin, başeğmez kuleye benzeyen
yalnızlığında senin,
ve anımsıyorum nasıl geldiğini bir adamın
ıssız bir tarladan ve aradığını seni, ve sonra bir başkasının,
toplamak için eşit dağıtılan ekmeğin hamurunu,
savunmak için
onurlu halkın birliğini.


(II)
ŞİLİ'NİN BABASI

Recaberren, oğlu Şili'nin,
Babası Şili'nin, babamız bizim,
toprak ve ıstıraplarla şekillenmiş
yapıtından ve çizginden
doğar gelecek
utku dolu günlerin gücü.

Anayurtsun sen, bozkır ve küçük bir kasaba,
kum, balçık, okul ve evsin sen,
yeniden ayağa kalkış, yumruk, hücum,
düzen, tören alayı, saldırı, buğday,
kavga ve büyüklük ve direnişsin sen.

Recabarren, çehrenin altında
anayurdu yaralardan ve felçten temizlemeye
and içiyoruz.

And içiyoruz ki, yükseltecek
çıplak çiçeğini özgürlük
bu gaspedilmiş topraklar üzerinde.

And içeriz ki senin yolunu izleyeceğiz
halkın zaferine kadar.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:09 PM
Rapa Nui

O muhteşem denizin göbeğisin, Tepito-te-henúa,
denizin atölyesi, söndürülmüş taç.
Senin lav püskürtülerinden yükseldi insanın
alnı okyanusun yücesinde,
taşın çatlamış gözleri
ölçtü o siklonsu evreni,
ve hayatın beli senin heykellerinin
tamamlanmış boyutunu diken eldi.

Tanrısal kayaların oyuldu
Okyanus’un bütün çizgilerine doğru,
ve insan yüzleri çıktı ortaya,
adaların derinliklerinden yaratılmış,
boş kraterlerden doğmuş,
ayakları sessizliğe dolanmış.

Nöbetçilerdi onlar ve kesmişlerdi
bütün nemli imparatorluklardan
gelen suyun dolaşımını,
ve yüz yüze maskelerle geri tuttu
deniz kendi mavi, fırtınalı ağaçlarını.
Bu yüzlerden başka kimse şeneltemezdi
deniz imparatorluğunun dolaşımını. Dilsizdi
bir gezegenin kapısı gibi,
adanın ağzını geren bu tel.

İşte böyle, denizin dışbükey ışığında
taçlanıyor taşın masalı
ölü madalyalarıyla ölçümsüzlük,
ve o küçük krallar, dalga köpüğünün
sonsuzluğu için,
bütün bu ıssız monarşiyi kuranlar,
geri dönüyorlar denize o görünmez geceden,
geri dönüyorlar tuzdan lahitlerine.

Sadece ay balığı öldü kumda.

Sadece zaman kemiriyor moais tanrılarını.

Sadece sözcükler biliyor
kumdaki sonsuzluğu:
mühürlenmiş ışık, ölü labirent,
boğulmuş kadehin anahtarları.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:09 PM
Rahoon İçin Ağlıyor

Rahoon’a yağmur usulca iner, incecik,
Düşer esmer yarimin kabrine incecik.
Sesinin kederi gel der, mahzunca
Gri ay ışığında.

Dinle sevgili,
Nasıl da tatlı, mahzun sesi çağırır sonsuzca,
Kimse yanıtlamasa bile, ve kara bir yağmur boşanır
O zaman, şimdi olduğu gibi.

Bizim kara yüreklerimiz de, ah sevgili, bırakalım uzansın
O’nun kırık kalbi gibi ve üşüsün
Altında ay grisi ısırganların, kara toprağın
Ve mırıldanan yağmurun.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Punitaqui’nin Çiçekleri

Orada anayurt daha da katıydı şimdi.
Saçılmış tuzdu altın,
kırmızı alevler saçan bir balık, ve o hiddetli
toprak parçası doğuyordu ezilmiş küçük
dakikasında onun, kanlı tırnakların getirdiği.

Şafakta soğuk bir badem ağacı gibiydi,
sıradağlarının dişleri altında,
deliyor yürek kendi çıkışını,
araştırıyor, yokluyor, acı çekiyor, tırmanıyor, ve
en merkeze, en gezegensi yüksekliğe ulaşıyor
yırtılmış gömleğiyle.

Yanık yürekli biraderler,
bırakın elime bugün yaptığınız işi,
ve bırakın bir kez daha gitsin o uyuyan katmanlara,
daha da derine, kaçmak isteyen
yaşayan altını elinin bir maşa
gibi tuttuğu daha da derine.

Ve oraya geldiler bir kaç çiçekle
yöre kadınları, Şili yaylalarının kızları,
madenin mineralsi kızları,
ve bıraktılar bir buketi ellerime, bir kaç çiçek
Punitaqui’den, bir kaç kırmızı çiçek,
sardunyalar, bu katı topraktan,
ellerimde en derin dehlizdeymiş gibi
bulunan alelade çiçekler,
döndürdü bu çiçekleri
kırmızı suyun kızları,
insanın derine gömülmüş derininden.

Ellerini ve çiçekleri tuttum, mahvolmuş,
mineralsi toprağını, taçyapraklarının
ve acıların esrarlı kokusunu.
İnceledim onları ve biliyordum geldiklerini
altının kötü yürekli yalnızlığına,
kan damlaları gibi gösterdiler bana
heba olmuş hayatlarını.

Onların yoksulluklarında
çiçek açan kaleydiler, şefkatin
buketi ve uzak metal.

Punitaqui’nin çiçekleri, atardamarlar, hayat,
yatağımın ucunda *******i yükseliyor kokularınız
ve alıp götürüyor beni hüznün
en derin maden dehlizlerine,
geçerek o ezilmiş yüksekliği, geçerek karı,
ve hatta sadece gözyaşlarının ulaşabileceği kökleri geçerek.

Çiçekler, yayla çiçekleri,
madenden ve taştan gelen çiçekler,
Punitaqui’nin çiçekleri, kızları
o acı yeraltının: bendesiniz, ve unutulmadınız hiç,
hep hayatta kalacaksınız bende ve kuracaksınız
ölümsüz berraklığı, taştan bir taçyaprak
ölmez hiç.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Prolog

Başkalarıyla birlikte olmak
hoştur ya da sıkıntılıdır
coşku ya da bunaltı verir
mutlu olabilir insan başkalarıyla birlikteyken
adamı çılgına da çevirebilir başkaları
hor kullanılabilir insan başkalarıyla birlikteyken
adamı ezebilirler caddede ya da ateş edebilir başkaları
ama ille de bilmek zorunda değil
insan başkalarıyla birlikteyken kim olduğunu
yeter ki her zaman olduğu gibi olsun insan
başkalarının olmasını beklediği insan gibi olsun insan
kendisinin olduğunu sandığı insan gibi olsun insan
yaşayabilir insan başkalarıyla çok çok uzun bir süre
unutursa bütün küstâh soruları.

Yalnız olmak
hoştur ya da sıkıntılıdır
coşturur ya da bunaltır
kendini güçlenmiş hisseder insan yalnızken
kendini yalnız hisseder insan yalnızken
daha iyi yoğunlaşabilir bir konuya insan yalnızken
çıldırabilir insan bir konuya yoğunlaşmaktan
ne tutarsa tutsun yalnızken insan
düşer kendiliğinden bir sorunun içine

Kimsin sen
hayatın bu safhasında kimsin sen
çöl ya da yağmur
kilit ya da anahtar
eski ya da yeni
sen misin yaşlı hırçın iktidarsız berduş
ya da hayatın sonsuzca genç sevicisi misin sen
neyin peşindesin gerçekte
olmanın mı olmamanın mı
var mısın yok musun?

Eğer bir şiir yanıtlayabilirse

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Pisagualı Adamlar

Fakat seni okşayan el tereddüt ediyor
çölün yakınında, kenarında hemen deniz kıyısının,
ölümün takip ettiği bir dünyada.
Sen misin, anayurdum, sen misin, bu senin yüzün mü?

Bu şehadet, tuzlu su içindeki
paslanmış dikenli tellerin bu kızıl tacı?
Pisugua şimdi senin yüzün mü?
Kim taciz etti seni, nasıl delik deşik edebildiler
senin çıplak balını bir bıçakla?

Herkesten önce gidiyor selâmlarım
adamlara, o acıların oyuklarına,
kadınlara, manio ağacının dallarına,
çocuklara, solgun okul çocuklarına,
Pisagua’nın sahilinde olduğu gibi
takip edildi anayurt, sevdiğim
bu ülkenin bütün onuru.
Yarın sürüklenecek
kutsal onuru kumsallarında,
Pisagua: terörün gecesinde
yakalandı ansızın
sefil bir hainin emriyle
ve fırlatıldı kireç beyazı cehennemine
savunmak için insanın değerini.

Asla unutmayacağım senin ölü kıyını
düşman denizlerden pis dişler
acıların duvarını ısırırlarken,
ve nasıl da o çıplak, iblissi yüceliklerin
iskeleleri ayağa kalkıyor dikine:
asla unutmayacağım nasıl baktığınızı suya
sizin yüzlerinizi unutan bir dünyaya karşı,
asla unutmam, döndürdüğünüz zaman
soru soran ışıkla dolu gözlerinizi
kurtlar ve hırsızların denetlediği
Şili’nin solgun toprağına.
Biliyorum nasıl fırlattıklarını size yiyeceği,
uyuz itlere atılır gibi, o çıplak toprakta,
ta ki sizler küçük, boş konserve kutularından
tabak yapana dek kendinize:
biliyorum nasıl sıra sıra dizildiğinizi,
direngen ve cesur,
aldınız çok sık olarak kuma fırlattığınız
o bozulmuş fasulyelerden.
Biliyorum, nasıl aldığınızı elbiseleri
ve yiyecekleri topluca
bütün anayurdun yayılmış hükümranlığından,
gururla hissettiniz
ki belki, belki sizler yalnız değildiniz.
Sizler cesur insanlar, toprağa yeni
bir anlam veren pekişmiş hemşeriler:
seçtiler sizleri avlayarak
sizin şahsınızda bütün halk
sürgün çöllerde acı çeksin diye.
Cehennemi bulmak için, baktılar
ülkenin haritalarına, en sonunda buldular
tuzla çerçevelenmiş bu hapishaneyi, yalnızlığın
bu duvarlarını, korkutan kaygıyı,
ezilsin diye başınız
o sefil tiranın ayakları altında.

Fakat kendilerine benzeyenleri bulamadılar:
o çürümüş gübreden yapılmadınız sizler,
kurtçukların yediği hain gibi: onların bilgilendirmeleri
yalan söylüyordu, buldular
halkın metalik inadını,
bakırın yüreğini ve sessizliğini.

Bu metal temeli oldu anayurdun
kumda yitik halktan esen rüzgâr
kovarken kirin kaptanını.

Kararlı biraderler, kararlı,
sizler asmaydınız *******i
saldırılmıştı size kulübelerinizde,
hoyratça çekilip alınanlar,
kolları çelik tellere dolanmışlar,
hâlâ uykuda, tümüyle şaşırtılmışlar
ve eziyet görmüşler, kamyonlarla sürüklenmişler
Pisagua’ya silahlı gardiyanlar eşliğinde.

O zaman dövülürken çocuklar
geri geldiler
ve korunmasız ailelerle tıkış tıkış kamyonlar.

Ve bir kez daha yükseliyor çölün gecesinde
bir uysal çocuk hıçkırığı, bir hıçkırık
binlerce çocuk ağzından,
bir koro gibi arıyor o sert rüzgârı
işitmemiz için, unutmamamız için.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Peumo Ağacı

Taş katısı bir çalılık yaprağını kırdım: bir tatlı
koku o taze kırılmadan
sarmaladı beni topraktan havalanacak
derin bir kanat gibi, o uzaklardan, o hiç bir zamandan.
Peumo, o zaman görmüştüm yapraklarını, o titiz
yeşil rengini, fışkıran, topraksı gövdeni
ve kokulu genişliklerini içgüdüleriyle örten.
Düşündüm, sen benim bütün toprağımsın: bayrağım
peumo ağacı gibi kokmalı dalgalandığı zaman,
dümen suyunda birdenbire seni anayurtla dolduran
sınırlardan yapılmış bir koku.
Saf peumo, yılın kokusu ve rüzgârda,
yağmurda, uçuşan saçın kokusu, altında dağın
eğri çizgisinin, köklerimizin üzerine düşen
suyun sesiyle, ah aşk, bir yapraktan akan
ve gömülmüş eski bir fincan gibi
toprağa dökene dek dolduran bizleri
ah aroması doğan vahşi zaman.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Perde Arası: Sömürge Yırtıyor ülkemizi -1-

Kılıç dinlence bulduğunda ve duygusuz
İspanya'nın oğulları, hayalet gibi,
yabanıl ormanlardan ve uzak eyaletlerden
gönderdiler kağıt dağlarını bir yakınma çığlığıyla
saraya, düşünceli monarka:
bütün öykü ağızdan ağıza yayıldıktan sonra
Toledo'daki sokakta
ya da Guadalquivir'in yokuşunda,
ve hortlaksı fâtihlerin partal
gemi donanımı
itildiler liman girişleri boyunca,
ve en son ölüler yatırıldılar tabuta
kiliselerde kanla oluşturulmuş
resmi geçitler için,
erişti yasa ırmakların dünyasına,
geldi dükkân sahibi para kesesiyle.

Sabahın enginliği karardı,
erkek-etekleri ve örümcek-ağları dağıttı
karanlığı, iğvayı, şeytanın
ateşini insan meskenleri arasına.
Bir kandil aydınlattı
sonsuz kar ve bal levhalarıyla dolu,
koskoca Amerika'yı
ve yüzyıllarca batık bir sesle konuştu insan,
öksürdü koştururken sokaklarda
ve haç işareti yaptı avlanırken para için.

İspanyol asıllı geldi dünyanın caddelerine.
Zayıflamış haçlar arasında çekti içini aşktan,
temizlerken deliği
ve ararken hayatın
saklı patikasını
kilise masasının altında.
Balmumu ışığın tohumunda mayalandı
kent siyah cübbeler altında
ve kazınmış balmumundan
biçimlendirildi cehennemsi mahalleler.

Amerika, bir zaman mahogni-ağacının tacıydı
yarayla dolu bir köpüklenişti,
gölgelerle dolup taşan bir ordu hastanesi,
ve serinliğin yaşlı, yayılmış bölgelerinde
büyüdü kurtçuğun alçakgönüllülüğü.
Altın yükseltti havaya çıbanlarını
katı çiçeklerini, suskun asma-kütüklerini,
batık karanlığın binalarını.

Bir kadın irin topladı
ve irinle dolu olan bardağı boşalttı her gün
gökyüzü onuruna,
açlık dansederken altın
Meksika madenlerinde
ve Peru'nun Anddağı'na özgü yüreği
ağladı usulca kömürle
paçavraların altında.

Bu kasvetli günün karanlığında
yarattı dükkân-sahibi imparatorluğunu,
idareli kullanarak kafirin ateşini aydınlattı
ve toplayarak kırıntıları,
şimdi bir köz yalnızca, kabul ettiği
küçük bir kaşık İsa.
Ertesi gün, hazırlarken onlar
entarilerini, hatırladı hatunlar
çılgına çevrilmiş bedenlerini,
ateşle dövülmüş ve yutulmuş,
mahkeme-bekçisi araştırırken
küçük lekeyi yakılanın ardından:
yağ-izi, kül ve kan
köpeklerin yaladığıydı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Pedro de Valdivia'nın Yüreği

Bir ağacın dibine sıkıştırdık Valdivia'yı.

Yalnızca sabah bir yağmur mavisiydi
soğuk ipleriyle örtünmemiş bir güneşin.
Bütün şöhret, bu gümbürdeyen gökgürültüsü,
dinlendi karma-karışık bir halde
bir yığın yaralı çelikte.
Tarçın ağacı fırlattı dilini havaya,
ve çiyden ıslanmış ateşböceklerinin parıltısı
her yerde debdebeli monarşisinde.
Taşıdık giyitleri ve çömlekleri, dokumalar
evlilik bağı gibi sık,
takılar aybademleri gibi
ve davul doldurdu sanki
Araukanya'yı meşin ışığıyla.
Ağzına dek doldurduk kadehleri şirinlikle
ve dansettik, ayaklarla yere vurarak çıplak kemikleri,
kendi karanlık soyumuzdan yaratılmış.

O zamandan beri vurduk düşmanın yüzüne.

O zamandan beri kestik yiğit gırtlağı.

Aramızda bir nehir gibi bölüştüğümüz
cellâdın kanı ne güzeldi öyle,
hâlâ yanarken, hâlâ hayattayken O.
Sonra bir mızrakla vurduk göğsüne,
ve bir kuş gibi kanatlı yüreği teslim ettik
Araukanyalı ağaca.
Bir kan çağıltısı yükseldi tepesine dek.

Savaşın, güneşin, hasadın türküsü
fışkırdı bedenlerimizden yaratılmış
topraktan
volkanların ululuğuna doğru.
Paylaştırdık kanayan yüreği o zaman.
Deldim dişlerle bu çiçek-tacında
ve uyguladım toprağın yasasını:
'Sun bana soğukluğunu, ey kalleş yabancı.
Sun bana senin kaplan cesaretini.
Sun bana kanınla sulanmış öfkeni.
Sun bana ölümünü ki izlesin beni
ve ayırsın dehşeti seninkilerden.
Sun bana birlikte getirdiğin savaşı.
Sun bana gözlerini ve atını.
Sun bana senin karmaşık karanlığını.
Sun bana mısırın anasını.
Sun bana atın dilini.
Sun bana dikensiz anayurdu.
Sun bana utkulu barışı.
Sun bana yüce efendi tarçın-ağacının
soluduğu havayı.'

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Patagonya

Ayı balıkları doğuruyor
buz soğuğu bölgelerin derinlerinde,
alacakaranlıkta yeraltı mağaraları oluşturuyor
okyanusun son uçurumunu;
Patagonya'nın inekleri
ayırıyorlar günden kendilerini
bir patırtı gibi, yalnızlıklara karşı
sıcak sütunlarını soğukta yükselten
ağır bir pis koku gibi

Bir çan kadar ıssızsın sen, ey Amerika:

için hiç bir zaman yükselmeyen şarkıyla dolu,
ne eli ne de kulağı var
çobanın, ova çiftçisinin, balıkçının
ne bir piyanosu ne de bir yanak etrafında: izliyor ay onları,
sonsuzluk yüceltiyor hayatlarını, gece gözetliyor onları,
ve diğerleri gibi yavaş yaşlı bir gün doğuyor.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Partime

Bana tanımadığım kişiyle kardeşliği verdin.
Bütün yaşayanların gücünü verdin bana.
Bir doğum gibi verdin bana yeniden yurdumu.
Yalnız olanın sahip olmadığı özgürlüğü verdin bana.
İyiliği bir ateş gibi yakmayı öğrettin bana.
Ağacın gereksindiği düzlüğü verdin bana.
Birliği ve insanlar arasındaki farkları görmeyi öğrettin bana.
Gösterdin bana nasıl da kaybolur birinin acısı herkesin utkusunda.
Öğrettin bana biraderlerimin sert yataklarında yatmayı.
Gerçekliği bir kayanın üstüne inşa etmeye yönelttin beni.
Kötü adamın düşmanı ettin beni ve çılgınlığa karşı zırh.
Dünyanın ışığını ve sevincin imkanlarını kabul etmemi sağladın.
Yok edilmez yaptın beni
çünkü seninle ben bende sonsuzlaştım.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:10 PM
Partenogenez

Bana öğüt vermiş olanlar
her gün daha da delileşti.
Çok şükür aldırmadım onlara
ve taşındı hepsi birlikte yaşadıkları
ve geniş gölgeli şapkalarını
sürekli değiştirdikleri başka bir kente.

Saygıdeğer varlıklardı,
politik olarak derinlikli,
ve yaptığım her hata
acı çekmelerine yol açtı
ki griye döndüler ve kırıştılar,
bıraktılar kestane yemeyi,
ve bir sonbahar melankolisi
nihayet çılgınlaştırdı onları.

Şimdi bilmiyorum nasıl olsam,
unutkan mı yoksa saygılı mı,
sürdürmeli mi öğütlerini,
ya da kınamalı mı deliliklerini:
bağımsız olamıyorum,
yitmişim onca bitki yaprağında,
ve çıksam mı yoksa girsem mi,
gitsem mi yoksa kalsam mı,
kediler mi satın alsam yoksa domatesler mi?

Anlamaya çalışacağım
ne yapmamam gerektiğini
daha sonra yapmak için,
ve kafamı karıştıran yolları haklı çıkaracağım,
çünkü hata yapmazsam eğer,
kim inanır benim yanlışlarıma?
Eğer akıllı kalmayı sürdürürsem
kimse varmaz benim farkıma.

Fakat değişmeyi deneyeceğim:
özenle selâm vereceğim,
bakacağım dış görünümüme
ciddiyetle ve şevkle
olmamı istedikleri şey olana dek,
biri olurken öbürü olmaz ya,
başkalarında var olana dek.

Ve sonra rahat bıraktıklarında beni,
büsbütün başka biri olacağım,
ve değiştireceğim derimi
ve başka bir ağzım olduğunda,
başka ayakkabılarım, başka gözlerim,
her şey değiştiğinde
ve kimse tanımadığında beni,
başka bir şey yapamayacağımdan
sürdüreceğim aynı şeyi yapmayı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Parlak Kep Ve Flamalar İçinde

Parlak kep ve flamalar içinde,
Şakıyor çukurun dibinden:
Gel peşimden, gel peşimden,
Dilediğin sevda ise.

Peşimizden gelmeyecek hayalpereste
Bırak düşü,
Bu şarkıyı ve gülüşü
O kadar da önemseme.

Flamaların dalgalanmasıyla
Daha yüreklice söylüyor türküyü
Kaplıyken omuzlarının üstü
Yaban arılarının vızıltısıyla.

Ve bırakalım şimdi düşleri bir yana da
Yaşayalım günümüzü
Gün sevdalıların günü
İşte geliyorum, sevdiceğim.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Özgürlük

ve şimdi şiirin gibi özgürsün, özgür ve hiçbir yerin ve
her yerdesin, zamandan ve mekândan bağımsız, utkulardan ve
yılgıdan zincirlerini koparmış,

ve anlamı yok seni sonunda nereye gömeceklerinin ya da
gömmeyeceklerinin, toprağa terk etmelerinin, denize ya da ateşe,
belki de gizlilikte gömmelerinin, sanki duruşundan korkuyorlarmış gibi,

çapı kavranamaz gibi özgürsün, sonsuz şiirin gibi, bir arı
gibisin yeryüzünün bütün çiçeklerini görmeye giden ya da bir
uçurtma, fırtına serçesi gibi, rüzgâr ya da bulut bütün dünya
ülkelerinin üzerinde...

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Özgürlüğe Türkü

Bildiğim en iyi şeysin sen.
Dünyadaki en değerli şeysin sen.
Yıldızlar gibisin sen, rüzgârlar gibi, dalgalar gibisin,
Kuşlar gibisin, tarladaki çiçekler gibisin.

Yol gösteren yıldızım ve dostumsun.
İnancım, umudum, sevdamsın sen.
Kanım, ciğerlerim ve gözlerimsin,
Omuzlarım, ellerim ve yüreğimsin.

Özgürlüktür senin güzel adın.
Dostluktur senin mağrur annen,
Adalettir erkek kardeşin, barıştır kız kardeşin,
Dirençtir senin baban, gelecektir sorumluluğun senin.

Bildiğim en iyi şeysin sen.
Dünyadaki en değerli şeysin sen.
Yıldızlar gibisin sen, rüzgârlar gibi, dalgalar gibisin,
Kuşlar gibisin, tarladaki çiçekler gibisin.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Özdeşlik

Avluda bağırıyor acı acı bir kuş,
madeni bir para kasada.

Tüyleri biraz hava,
ve yok oluyor ani bir parıltıda.

Belki hiç kuş yok
ne de benden başka kimse avluda.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Öyle Yakındı ki Bana Sesin

Öyle yakındı ki bana sesin
Canını yaktım O’nun,
Çünkü ellerimde buldum yeniden
Ellerini senin.

Söyleyecek söz yok artık
Taşı gediğine koyacak -
Şimdi yaban O bana
Bir zaman dostum olan.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Ötede

ötede
bir uzak ses
bir için
çok küçük
güzelim fulyalar
git öyleyse

işte orada
işte orada
işte oradan
fulyalar
yeniden
git öyleyse
bir uzak ses
yeniden
biri için
çok küçük

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Öptü Beni

Öptü beni O, ve daha şimdiden bir başkasıydım ben: damarlarımdaki nabız atışını iki katına çıkaran nabız atışı yüzünden ve soluyuşumda işittiğim soluyuş yüzünden. Şimdi yüreğim kadar soyludur ceninim...

Ve buluyorum da çiçeklerin kokusunu soluğumda: bütün bunların hepsi O'nun yüzünden, uyuyor karnımın içinde, çim üstündeki çiy kadar hoş.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Ölümün Dar Sokağında

Ölümün dar sokağında
ısrar etmek ne anlama gelir?

Tuz çölünde
olanaklı mıdır çiçeklenmek?

Hiçbir şey gerçekleşmeyen denizde
ölüm için giysi var mıdır?

Yok olup gittiğinde kemikler
kim yaşar o son kalan tozda?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Ölüm Izdırapları

Cajamarca'da başladı bu ölüm savaşı.

Genç Atahualpa, mavi etamin,
şanlı ağaç, duydu rüzgârın nasıl da
çelik bir gürültüyü beraberinde getirdiğini.
Örtülü bir parıltı
bir titreyiş geldi kıyıdan,
inanılmaz bir dörtnal demirden
- ayışığıyla yere vuran ve kudretli -
ve çimendeki demirden.
Devlet sahipleri yaklaştılar.
Kabilenin en yaşlılarıyla çevrilmiş
İnka ileri çıktı müzikten.

Ter içinde yüzen, sakallı konuklar
başka bir gezegenden geldiler
sunmak için övgülerini.

Papaz Valverde,
hain yürekli, çürümüş çakal
uzatıyor tuhaf bir şeyi öteye,
sağır bir sepet, belki atların geldiği bir
gezegenden gelen bir yemiş.
Atahualpa alır onu. Bilmiyor
ne olduğunu: parıldamıyor, çınlamıyor,
ve bir gülüşle bırakıyor düşsün diye.

'Ölüm
ve kin, acımadan öldürün, size veriyorum mutlakiyeti, '
diye bağırıyor katil haçın çakalı.
Haydutlar gökgürültüsüne izin verdiler.
Beşiğinde akıtıldı bizim kanımız.
Bir koro halinde duruyor prensler
ölüm saatinde İnka'nın başında.
Onbinlerce Peru'lu düşüyor
haç ve kılıç altında,
kan yıkıyor Atahualpa'nın giyitini.
Pizarro, Extramadura'lı zalim domuz
bırakıyor İnka'nın narin kollarının
bağlanmasını. Siyah bir köz gibi
Peru'nun üstünde batıyor gece.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Ölüm (Neruda'dan Çeviri)

Halkım, burada karar vermiştin
bozkırın ezilen işçisine elini uzatmaya, ve çağırmıştın
bir yıl önce adamı, kadını, çocuğu
bu Meydan’a.

Ve burada aktı kanın.
Anayurdun ortasında döküldü kanın
önünde sarayın, ortasında caddenin,
görsün diye bunu bütün dünya,
ve silmesin diye kimse kanı,
ve onun kızıl lekeleri kalsın diye
baş eğmez gezegenler gibi.

Bu olduğunda bütün Şilililerin elleri
açtı parmaklarını bozkıra doğru
ve onların sözcüklerinin birliği
dalgalandı dürüst bir yürekten:
sen o zaman, halkım, başladın
gözyaşlarıyla, umutla ve acılarla dolu
eski bir şarkıyı söylemeye:
işte o zaman gelmişti celladın eli
ve boğmuştu alanı kana.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:11 PM
Ölüm (Arthur Lundkvist’ten)

Öldün işte Pablo, Şili'de öldün, Eylül'ün yirmiüçüncü
günü, 1973'de, arkadaşın ve yoldaşın Salvador Allende'nin
hükümet konağında, uçaklardan atılan bombalar ve acımasız
silâh taramalarıyla öldürülmesinden oniki gün sonra,

Ruhunda hazır olarak barındırdığın ölümle
karşılaştı işte gövden, ülkendeki ölümle birlikte aldı
götürdü seni,

(ülken taçyaprağı gibi, yeşil dal, kurşunlanmış
çiçek, fakat artık kırıldı bir kez ve yitmek üzere) ,

sana yüreğindeki Şili'yle, acımasızca rastladı seni de
bulan ölüm yüreğinden.

ve bütün o geriye kalan yaşamın akıntıya sürükledi
seni, bütün umutlarını boğdu ve siyah bir boşluk bıraktı
yalnızca,

bütün arkadaşların, bir halktan oluşan dostların
göçtüler hep, sürgünde, hapiste ya da mezarda,

ve sen yapayalnızdın Matilde'n ile birlikte, senin
yürekli hayat yoldaşınla.

Kaldırıldığın sayrılar evinde telaş karşıladı
seni, hekimler ve diğer görevliler silâhla tehdit edilmişlerdi,
yaralılar ve ölüler kaplamıştı dört yanı,

bütün yaşamın boyunca savaştığın düşmanlarına
teslim edilmekten ötürü savunmasız hissettin kendini, onların
iğrenç utkularına karşı ve buz-soğuğu merhametlerine
karşı, tükürükte boğarken onlar memleketi değiştirdiler
yılanlarını,

bir uçak hazır bekliyordu seni Meksika'ya götürmek için,
fakat karşı koydun son kişi de taşınıncaya dek,

göçene kadar, açamadan gözlerini kendi ölümünü görmeye,
böyle istemiştin sen işte,

ve yanında yörende beklerken cellâtlar ölümün kapısı
arasında görmüştün onları yakınında sık sık,

ve göçtün sonsuzca, bütün varlığınla birlikte
uzaklaştın, insanlığın bir kenti yerin dibine
batmışcasına.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Ölüm (“Büyük Okyanus”tan)

Pense gibi köpek balıkları,
deniz dibinin kadifesi gibi,
dar aylar gibi ortaya çıkıyorsunuz
birdenbire o kızıl yumurtayla:
yağla parıldayan yüzgeçler karanlıkta,
üzünç ve hız, hangi suça doğru
baş döndüren ışığıyla bir taçyaprağı gibi
korkunun gemileri,
bir ses bile olmaksızın, yeşil bir ateşte,
bir kıvılcımın bıçak vuruşu.

Denizin derisinde aşk gibi
kayan temiz gölge biçimleri,
gırtlağa dalan aşk gibi,
güvercinlerde pırıldayan gece gibi,
şarabın hançerlerdeki ışıltısı gibi:
muazzam meşinlerden geniş gölgeler
tehditkâr sancaklar gibi: kollardan
dallar, ağızlar, dalgalanan bir çiçekle
yutulmuş olanı çevreler gibi diller.

Hayatın en küçük damlasında
bekliyor kararsız bir ilkbahar
dokunulmaz sistemiyle kuşatacak
boşluğa titreyerek düşeni:
kötücül fosfordan bir kuşağı
yitik olanın kara ölüm savaşına
götüren o morötesi bağ,
ve boğulmuşun battaniyesi örtünmüş
mızraklardan ve yılan balığından bir ormanla,
her şeyi yutan dipte
titreyen ve dipdiri bir mekik gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Ölüm

Bir çok kez doğmuşum, ezilmiş yıldızların
derininden, yeniden yaratırken
ellerimle bütünleşmiş sonsuzluğun ipini,
ve şimdi öleceğim tekrar, toprak olacak bedenimi örten
biraz topraktan başka hiçbir şey almadan yanıma.

Ne rahiplerin sattığı bir parça gökyüzü
aldım, ne de metafizikçilerin
yararsız zenginler için yarattığı
karanlığı selamladım.

Beni bekleyen bir giysi gibi
ellerimde kendi ölümüm, sevdiğim renkte,
bir zamanlar boşu boşuna aradığım ölçüde,
gereksinimim olan derinlikte.

Sevda tüketildiğinde somut özünde
ve kavga dağıtırsa çekiçlerini
başka ellerin birleşmiş gücü arasında
gelir ölüm ve siler
senin sınırlarını belirlemiş damgaları.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Ölü kadın

Ansızın yoksan,
ansızın yaşamıyorsan,
yaşamayı sürdüreceğim.

Cesaretim yok,
cesaretim yok yazmaya,
ölürsen.

Yaşamayı sürdüreceğim.

Çünkü bir insanın sesini kullanamadığı yerde
sesim var benim.

Zencilerin dövüldüğü yerde
ölü olamam.
Kardeşlerim hapishanelerdeyken,
onlarla birlikteyim ben.

Zafer,
benim zaferim değil,
ama o büyük zafer
geldiğinde,
konuşmalıyım, dilsiz olsam da:
görmek isterim geldiğini, kör olsam da.

Hayır, bağışla beni.
Yaşamıyorsan,
eğer sen, canım,
aşkım,
ölmüşsen,
bütün yapraklar düşer göğsümde,
yağmur yağar ruhuma gece gündüz,
yüreğimi yakar kar,
dolanırım soğukla ve ateşle ve ölümle ve karla,
ayaklarım uyuduğun yere gitmek ister yalnızca,
fakat
yaşamayı sürdüreceğim,
çünkü her şeyden önce sen istemiştin benden
boyun eğmememi, ve sevgilim,
çünkü biliyorsun, ben yalnızca bir insan değilim,
fakat bütün insanlarım.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Ölü Dörtnal

Kül gibi, insanla donanan denizler gibi
sarhoş uyuşuklukta, biçimsizlikte,
ya da yukarısında yolların işitmek gibi
çan vuruşlarının birbirlerine rastlaşmasını
bu sesle ayrılıyor metalden,
bir ağır, şaşkın ses, öğütülüyor toz oluncaya dek
o çok aşırı uzaklarda, hatırlanan
ya da görülmemiş biçimlerin değirmenleri,
ve yuvarlanıyor toprağa erik kokuları
ve çürüyor zamanla, sonsuzca yeşil.

Ve bütün bunlar çok hızlı oluyor, çok canlı
ve gene de kımıltısız kendi kendisinde, o avara kasnak,
özetle iyi, motorların bu tekerleri.
Varlar ağacın çivisinde o sert ip gibi,
varlar suskunca her yerde,
ve bütün eller ve ayaklar karışır birbirine.
Fakat nereden, nereye, hangi enleme?
O inatçı belirsiz çember, manastırın etrafındaki
sümbüller gibi suskunlar
ya da ölümün gelişi gibi öküzün diline
keskinleşmeyi arzulayan boynuzuyla
çakılırken birden kafa üstü toprağa.

Bu yüzden hissetmek, sıkıştırılmış kıpırtısızlıkta,
oraya, muhteşem bir kanat çırpış gibi başın üzerinde,
ölü arılar gibi ya da sayılar,
ah, benim solgun yüreğimin kucaklayamadığı şey,
ölçülerce, belirsiz akan gözyaşlarıyla
ve insanın zahmeti ve ıstırapları,
kasvetli işler birden buz gibi
açığa vurulan, düzensizlik kadar haşmetli,
okyanussu, benim için şakıyarak içeri dalan
korunmasızlar arasında kılıçlı.

Şimdi tamam, fakat neden oluşuyor üzümlerin bu çağıltısı,
gece ve zaman arasında bulunan gibi, nemli bir yar gibi?
Uzun süredir var olan ses,
düşüyor ve düzeltiyor yolların köşelerini taşla,
ya da neredeyse, sadece bir saat
beklentisiz büyüyor, genişliyor durmaksızın.

Yazın çemberinin derininde
dinliyor büyük kabaklar hep birden
ve yayılıyorlar, karartıyor ki ağır damlaları,
kışkırtıcı asmaları dolmaya başlıyor
özlem duyarcasına böyle bir şeye.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Öldürülmüş Askerlerin Anaları İçin Şarkı

Ölü değil onlar! Duruyorlar
yanan fitiller gibi
barutun ortasında.
Temiz gölgeleri birleşti
bakır yeşili çayırlarda
zırhlı rüzgârdan bir perde gibi,
öfkenin renginden bir barikat gibi,
görünmez bir göğsün bizzat kendisi gibi.

Analar! Onlar buğdaydalar,
derin öğle saatleri gibi yüceler,
o büyük ovalara hükmediyorlar!
Öldürülmüş çelik gövdelerinde
utkuyu bildiren
siyah sesli çanların çalışıdır onlar.
Düşmüş toz gibi
bacılar, çatlamış
yürekler,
kendi ölülerinize güvenin yalnızca!
Kanla lekelenmiş taşın altında
kökler değildir onlar sadece,
toprakta her zaman işleyen
çözülmüş zavallı kemikleri değil yalnızca,
fakat ağızları da kemiriyor kuru barutu
ve saldırıyor demirden okyanuslar gibi,
ve kaldırılmış yumrukları reddediyor ölümü.

Çünkü onca bedenden yükseliyor
görünmez bir hayat. Analar, bayraklar, oğullar!
Yalnız bir beden, hayat gibi yaşayan:
çatlamış gözlerle bir yüz koruyor karanlığı
dünyasal umutla dolu bir kılıçla!

Fırlat
yas giysilerini uzağa, birleştirin
bütün göz yaşlarınızı metal olana dek:
çünkü orada vuracağız gündüz ve gece,
orada tekme atacağız gündüz ve gece,
orada tüküreceğiz gündüz ve gece,
nefretin kapıları düşene dek!

Unutmuyorum sizlerin bahtsızlığınızı,
tanıyorum oğullarınızı,
ve ölümlerinden kıvanç duyduğum gibi
kıvanç duyuyorum hayatlarıyla da.
Gülüşleri
suskun atölyelerde çaktı yıldırımı,
adımları metroda duyulur hemen yanımda her gün,
ve arasında Levanten’den gelen portakalların,
Güney’in balık ağları ve basımevlerinin
mürekkebi arasında, mimarlığın çimentosu üzerinde
gördüm yüreklerinin alazlandığını ateşle ve kudretle.

Ve tıpkı yüreklerinizde olduğu gibi, analar,
gülüşlerinizi öldüren kanla ıpıslak,
bir ormana benzeyen
yüreğimde de var onca üzünç ve onca ölüm
ve uykusuzluğun çılgın sisi dalıyor yüreğe
günün şaşkın yalnızlığıyla birlikte.

Fakat
ilençten daha fazla şey bu susamış sırtlanlar,
o hayvansı hırıltı, Afrika’dan
uluyuş gibi kendi pis hakları için,
öfkeden daha fazla şey ve hor görme ve ağlayış,
ey analar, kaygıyla ve ölümle delik deşik edilmiş
yüreğinizde göreceksiniz doğacak o soylu günü,
ve bileceksiniz ölülerinizin topraktan güldüğünü
ve kaldırdıklarını yumruklarını buğdayın üzerinde.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Öldüren Alevinde

Öldüren alevinde sarmalar ışık seni.
Enfes, solgun ve hüzünle yatarsın orada
alacakaranlığın eski pervanelerine doğru
yatağın etrafında dönen.

Dilsiz, ey sevgili,
yalnız kimsesizliğinde bu ölüler zamanının
doluyorsun yaşayan ateşle
ve miras kalıyor saflığında bu ezilmiş gün.

Bak, güneş yitiriyor bir salkımı siyah entarine.
Birden şimdi gecenin muazzam kökleri
büyüyecek ruhundan senin,
ve açılacak derin gizemin,
ki soluk ve mavi bir halk,
senin yeni doğmuş halkın, beslensin ve güçlensin.

Ah, şahane, varsıl ve alımlı kölesi
bu çemberin, kömür karası ve altından oluşan,
mağrurca kullanacak ve hoşlanacaksın hayat dolu bu yaratıdan,
böylece çiçekleri ölsün, ve hüzünle dolsun diye.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Öğretmen, Öğren!

Haklı olduğunu çok sık söyleme, öğretmen!
Bırak öğrencilerin kendileri görsün!
Gerçek
Haddinden fazla sıkılmaya gelmez
Konuşurken dinle, öğretmen!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Öfkeye Rağmen

Paslı miğferler, ölü nallar!

Ama ateş ve karanlık kanla
aydınlanmış bir ırmaktan bir atnalı boyunca,
metalle gömüldü acılara,
toprağın üstünde aktı bir ışık:
sayı, isim, çizgi ve yapı.

Sudan kitap sayfaları, mırıldayan dilin
berrak yetenekleri, üzüm salkımlarınca
işlenmiş damlalar,
platinden heceler inciyle kaplı
göğüslerin albenisi gibi
ve pırlantalardan klasik bir ağız
sundu toprağa kar beyazı ışığı.

Oraya bıraktı heykel ölü mermerini
uzağa, ve dünyanın ilkbaharında
ışıdı mekaniğin çağı.

Teknik yükseltti ülkesini
ve zaman hız ve bora
oldu tecimenlerin bayraklarında.

Gezegeni ve bitkiyi inceleyen
coğrafî bir ay
dağıttı coğrafî güzelliğini
topraktaki yolunda.
Asya bakire kokusunu verdi bize.
Kavrayış eğirdi buzsoğuğu ipi
berrak günde, kandan sonra.
Kağıt dağıttı önceleri karanlıkta gizlenen
çıplak balı.

Güvercinlerin kaçışı
ayrıldı tablodan
akşam kızılı ve lâcivertle.
Ve insan dilleri birleştiler
şarkıdan önceki öfkede.
İşte böyle, kanlı taşın
Titan'ıyla,
zalim şahinle
buğday da gelsin, sadece kan değil.

Işık hançerlere rağmen geldi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:12 PM
Öfkeler ve Üzüntüler

Yüreğimde öfkeler ve üzüntüler var... Quevedo



Yüreklerimizin derininde birlikteyiz,
kaplanlardan bir yazın arasında
dolanıp dururuz yüreğin sazlığında,
bir metre serin deriye bakınarak,
erişilmez dış deriden bir bukete bakınarak,
ter ve yeşil damarları dalgalandıran ağızlarla
karşılaşırız birbirimizle
öpüşleri düşüren o nemli gölgede.

Sen, ey onca ezilmiş düşten oluşan düşmanım
camdan bitkiler gibi iğneleyen, ağır tehditler altında
mahvolmuş çanlar gibi, siyah sarmaşığın
rayiha içindeki fışkını gibi,
geniş kalçalı düşmanım dokundu saçlarıma
kısık sesli bir çiyle, sudan bir dille
dişlerin dilsiz soğuğu ve gözlerin nefretine rağmen,
ve unutuşu tımarlayan ölen hayvanlardaki savaşım,
birlikteyiz şu ya da bu yerinde yazın,
susuzluğun işgal ettiği dudaklarla bakınarak.
Fosfor çemberle bir duvarı
delip geçen bir şey varsa
ve bazı uzuvların tatlı içini yaralayan
ve ısırırsa her bir yaprağı bir ormanda çığlıklarda,
o halde su geçirmez ve dizlerle sıradan ipekle kazanılmış
boğazların arasından geçebilen
kanlı ateş sineği gözlerim vardır benim de.

Toplantılarda rastlantıydı külün,
içeceklerin, o koyu havanın varoluşu,
fakat gözlerin av kokar orada
bağırları delik deşik eden yeşil ışıltınla,
kanın damladığı elmaları açan dişlerin,
iniltiyle güneşe yapışan bacakların,
ve sedeften memelerin ve gelincik ayakların,
gölgeyi arayan dişli huniler gibi,
kırbaçtan ve rayihadan güller gibi, ve dahası var,
dahası, dahası, göz kapaklarının arkasında bile,
göğün arkasında bile,
elbisenin ve yolculukların arkasında bile,
insanların işediği sokaklarda, duyumsarsın bedenleri,
çökmek üzere olan o ekşi kiliselerde,
denizin oyunundaki kamaralarda, bakınırsın
her şeye rağmen çiçeklenen dudaklarınla,
kesersin kendini ağacın ve gümüşün arasından,
ve büyük ürkünç damarların şişer:
kavkı yok hiç, mesafe ya da demir yok,
eller dokunur ellere,
ve düşersin ve gıcırdatırsın siyah çiçekleri.

Duyumsarsın bedenleri!
Fermanların altında kalmış bir böcek gibi
duyumsarsın kanın belini ve kollarsın
şafak kızıllığını geciktiren kasları,
ve titremelerin üzerine düşersin,
yıldırım ışıltısının ve kafaların, ve sana
yol gösteren dinlenen bacaklarını hissedersin.

Ey özel okların yol açtığı yaralar!

Nemin kokusunu alır mısın gecenin ortasında?

Ya da yanan güllerle apansız bir vazonun?

Çıplak geldiğin pis evlerde elbisenin, anahtarların,
bozuk paraların düştüğünü duyar mısın?

Sana o sessiz yolu gösteren yalnız bir eldir
benim nefretim, birinin kendini
uykuya fırlattığı çarşaflardır: gelirsin ve döşemeye
baş aşağı düşersin, pençe yemişsin ve ısırılmışsın,
ve tohumun eski kokusu doldurur ağzını unla
kül grisi bir boru çiçeği gibi.

Ah, hafif çılgın kupalar ve kirpikler,
acılı bir ırmak yatağındaki yalnız bir güvercin gibi
yarı açık bir ırmağı taşıran hava,
asi suyun bir vasfı gibi,
ah, maddeler, aromalar, hızlı kanatlı göz kapakları
ve bir titreyiş, uysal ve korkunç bir çiçekle,
ah, yüzler gibi ciddi ağır memeler,
ah, yeşil balla dolu dolgun baldırlar,
ve topuklar ve ayakların gölgesi ve yitik nefes
ve solgun taşın yüzeyleri,
ve ölüme karşı deride yükselen sert dalgalar,
göksel, kanla ıpıslak unla dolu.
Akar mı bu ırmak böyle
ikimizin arasında, ve ısırır mısın ağızları
bir kıyıda?

Böylelikle gerçekten ben, gerçekten çok uzakta mıyım,
ki yanan sulardan bir ırmak karanlıkta akıp gitmekte?
Ah, nefret ne kadar sık anmaz ki adını,
ne derindir karanlıkta, tanrı bilir hangi
tozlaşmış gübre yığının altında
heykelin yiyip bitirir yüreğimdeki yoncayı.
Elbiseni ve kızıl alnını
döven bir çekiçtir nefret,
ve dışlanmış kanın bulanık baykuşları gibi
düşer yüreğin günleri kulaklarına,
ve kolyeler oluşur göz yaşlarından damla damla
boğazında çelenk olur ve buzla yakar sesini.

Böyledir bu, ki asla, asla
konuşmayasın diye, bir kırlangıç asla, asla
dilinin yuvasını terk etmesin diye,
ve dikenler mahvetsin diye boynunu
ve sert bir gemi rüzgârı mesken kursun diye sende.

Nerede soyunursun?
Kızıl saçlı bir Perulu için bir vagonda mı
ya da bir hasat adamı için çıplak toprakta mı,
buğdayın şiddetli ışığında mı?
Yoksa koşar mısın korkunç bakışlı avukatların arasında,
çırılçıplak, gece suyunun genişliklerinde?

Bakıp durursun, ama görmezsin ayı ya da sümbülü,
ya da sıvıdan damlayan karanlığı,
ya da çamurdan treni, ya da yarılmış fildişini:
oksijen gibi ince belleri görürsün,
bekleyen ve dolgunlaşan memeleri,
ve ayla solgun açgözlülüğün safiri gibi
titrersin şirin göbekten güllere doğru.

Niçin? Ve niçin olmasın? O çıplak günler
getirir durmaksızın ezilen kızıl kumu,
günün açılışını yapan pak pervaneler gibi,
ve bir ay geçip gider kaplumbağa kabuğunda,
kısır bir gün geçip gider,
bir öküz, bir ölü,
Rosalía adında bir kadın geçip gider,
ve ağızda yalnızca saçın bir tadı kalır geriye,
ve altın dilin susuzlukla beslenen bir tadı.
Yalnızca yaşayan varlıkların bu kitlesi,
yalnızca köklerle bu kap.

Avlarım mahvolmuş bir tünelde gibi,
başka bir aşırılıkta gibi, haksız yere
unutacağım et ve öpüş, ve yitik sularda,
aynalar uçurumları yaşar kıldığında, yorgunluk,
o sıradan saatler vurduğunda banliyö otellerinin kapılarını,
ve o renkli kağıt çiçek düştüğünde,
ve sıçanlar kirlettiğinde kadifeyi
ve o sefil çiftin yüzlerce kez kullandığı yatağı,
anlattığında her şey beni, bir gün bitmektedir,
birlikte olmuşuzdur, sen ve ben,
fırlatmışızdır bedenlerimizi baş aşağı,
kurmuşuzdur ne yaşayan ne de ölen bir binayı,
biz, sen ve ben, birlikte aynı ırmakta sürüklenmişizdir
tuzla ve kanla dolu zincirli ağızlarla,
biz, sen ve ben, almışızdır yeşil ışığı tekrar titremek için,
ve yeniden arzulamışızdır o büyük külü.

Belki bizim için asla belirlenmemiş
yalnızca bir günü anımsarım,
durdurulmayan bir gündü,
başlangıcı olmayan. Perşembe.
Bir adamdım, rasgele bir kadınla
birlikteydim şans eseri karşılaştığım, soyunduk
ölmek ya da yüzmek ya da yaşlanmak için sanki
ve birbirimizin içine işledik,
etrafımda bir delik gibi kapandı,
bir çanı çalan kimse gibi
ezdim onu,
çünkü beni yaralayan sesti o
ve o sert kubbe titremeye yazgılı.
Kıllarla ve deliklerle utandırıcı bir ilişkiydi,
ve ilikle şirinliğin kenarlarını çiğneyerek
ve taşlarla itaatkar devinimlerin arasında
ulaştık üreme organlarının o büyük taçlarına.

Limanlar hakkında bir anlatıdır bu
kişinin rasgele ulaştığı, ve birçok şey oluverir
tırmandığında insan yücelere.

Ey düşman, düşmanım,
acaba sevda batmış mıdır tozda,
sadece et ve kemikler mi kalmıştır aceleyle tapınılan,
yiyip bitirirken ateş kendisini
ve kızıl giyimli atlar dörtnal giderken cehenneme?

Yulafı isterim ve yıldırımı
derimin altında,
ve öfkede yayılan o aç gözlü taçyaprağı,
ve kiraz ağacının dudak biçimli yüreği Haziran ayında,
ve amaçsızca alazlanan yavaş karınlardaki huzur,
fakat gözü yaşlı kireçli bir toprağa ihtiyacım var
ve köpüğü bekleyebileceğim bir pencereye.

Hayat böyle işte,
koş yaprağın arasından, bir siyah
sonbahar geldi, koş yapraklardan bir etekte
ve sarı metalden bir kuşakta,
mevsimin sık sisi kemirirken taşları.

Koş ayakkabılarınla, çoraplarınla,
grice paylaştırılmış, ayağının çukuruyla,
ve yaban tütün gibi tapınmak isteyen bu ellerle,
çarp ayaklarını merdiven yukarı, yırt
o siyah kağıt perdeleri kapılardan,
ve çık güneşin ortasından ve öfkeden bıçaklardan
bir günde, üzünçten ve kardan bir güvercin gibi
atılmak için üzerine bir bedenin.

Tek bir saati vardır, bir damar gibi uzun,
ve asitle hiddetli zamanın sabrı arasında
yok oluyoruz, ayırırken korkuyla
sonsuzca yok edilmiş
şefkatin hecelerini birbirinden.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Ormanlarda Doğmuş

Pirinç kendi un tanelerini
geri alırken topraktan, pekiştirirken buğday
kendi küçük kalçalarını ve kaldırırken
yüzünü binlerce elle,
aceleyle seğirtirim erkekle kadının
birbirlerini kucakladığı o yaprak barakaya,
dokunmak için sürmekte olandan
sayısız denize.

Sedefin saldırıldığı bir beşikte gibi
gelgitin kendiyle getirdiği
o alet edevatın biraderi değilim ben:
çöpün ölümle savaştığı yerde titremiyorum,
uyanmıyorum karanlığın kavgasında,
ani çanların boğuk sesli dilinden korkmuş,
ben olamam, yolcu değilim ben
rüzgârın en son siperi titrer ayakları altında
ve zamanın katı dalgaları ölmek için döner geri.

Elde tutuyorum tohuma yaslanarak uyuyan güvercini,
ve onun kireçten ve kandan yoğun mayasında
yaşıyor Ağustos,
yaşıyor doğrulmuş ay kendi derin kadehinden:
kapıyorum elimle büyüyen kanadın yeni gölgelerini:
kök ve tüy biçimlendirecek sabahın içeriğini.

Damlanın muazzam kabarışı ya da gözkapağının açık durma
isteği azalmıyor hiç, ne demir elli balkondan yukarıya
ne de terk edilmiş kışta deniz kenarında, ya da
benim yavaş adımlarımda:
varolmak için doğdum ben çünkü, yaklaşan ne varsa
onlarla çevirmek için adımlarımı, göğsüme çarpan
ne varsa onlarla yeni ve titreyen bir yürek gibi.

Elbisemin yanında paralel güvercinler gibi duran hayat
ya da benim kendi oluşumda ve şaşkın sesimde dolan,
tekrar varolmak için, kavramak için yaprağın çıplak
havasını ve toprağın ıslak doğumunu çelenkte:
ne kadar daha
geri döneceğiz ve varolacağız, ne kadar daha
en derinde gömülmüş çiçeğin kokusu, en ince
toza dönmüş dalgalar o yalçın kayalıklarda,
saklayacak anayurtlarını bende
tekrar öfkede ve rayihada yer almak için?

Ne kadar daha ormanın yağmurdaki eli
gelecek bana bütün iğneleriyle
dokumak için yaprakların yüksek öpüşlerini?
Bir kez daha işitiyorum
taçyapraklarla dolu ışığın gelişini
dumanda ateş gibi ve topraksı külden filizler,
ve değil mi ki ayırıyorum toprağı
başaktan bir ırmakta erişiyor güneş ağzıma
tekrar mısır tohumu olacak
gömülmüş eski bir gözyaşı gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Ormandaki Kurtçuklar

Bir şey düştü o eski ormanda, belki fırtınaydı
bitkilerin ve humusun arasından süpüren,
ve düşen ağaç gövdelerinde mayalandı mantarlar,
salyangozlar çekti kusturan iplerini,
ve yücelerden düşen ölü ağaç
doldu deliklerle ve korkutan larvalarla.
İşte böyle senin böğrün, anayurt, böceklerden oluşan
o felaket hükümet kaynaşıyor yaralarında,
dikenli telleri kemiren o şişko satıcılar,
Saray’dan gelen kuyumcular,
mikroplar ve zürriyetini birleştiren kurtçuklar,
dans ederken o coşkun sambasını, örtünmüş
hainin paltosuyla seni kemirenler,
arkadaşlarını hapse tıkan gazeteci,
hükümeti kuran o menfur muhbir,
yaganes yerlilerinden soyduğu altınlarla
bir bulvar gazetesinin patronu olan züppe,
bir talaş parçası gibi aptal amiral, kendi vasalları
üzerine dolarlarla dolu bir cüzdanı boşaltan gringo.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Orizaba Yakınında Melankoli (1942)

Bir ırmaktan, bir geceden, soğuk havada kendisini gösteren
ve dağıtan gökyüzünün bütün enlemlerinde
bazı yapraklardan başka ne var ki sana?
O yüzden açılıyor aşkın yelesi
kar gibi ya da bölünmüş adalar denizinin suyu gibi,
ateşin yeraltındaki gıcırtısı gibi,
ve tekrar bekliyor kulübelerde
yaprakların çok sık olarak titreyerek
düştüğü yerde, yutulduğu yerde bu esneyen gırtlakta,
ve yağmur parıltısı yayıyor kendi sarmaşık bitkilerini
gizli mısır tohumunun çanlarla ve damlalarla dolu
yapraklarla buluşmasından, değil mi?

Ne kadar da nemli bir sesi var
uğuldayan uyuyan atın kulağında
ve sonra batan malt yapılmış buğdayın altınına
ve üzümde berrak bir gün getiriyor gün için.
Seni çağıran dehlizsiz, duvarsız Güney’deki yerde
ne bekliyor seni?
Toprak çanak elinde dinliyorsun ova çiftçisi gibi
ve kulak kabartıyorsun köklere:
uzaklardan korkunç bir fırtınası yarıkürenin,
karabinalıların dörtnalları don soğuğunda:
sudan yapılmış incecik liflerle zamanı diken iğnenin
ve yıpranmış dikişinin çatladığı yerde:
maviyle dolu ağzıyla uğuldayan
gecenin yabanıl yarığında bulduğun ne?

Belki bulunur uzun süredir saklanmış bir gün, bir diken
uzatıyor o eski günde çözünen suçunu
ve yırtıyor o çok eski bayrakları.
Kim korudu o kasvetli ormandan bir günü, kim
bekledi taşın bazı saatlerini, kim dönüyor etrafında
zamanın mahvettiği mirasın, kim kaçıyor
uzaklaşmadan havanın merkezinden?

Bir gün, umutsuz yapraklarla dolu bir gün,
bir gün, bir ışık, gök yakut mavisi soğuğuyla parçalanmış,
önceki günün boşluğunda saklı bir sessizlik dünden,
uzak bölgelerin kibirli sessizliğiyle.

Seviyorum meşinden karmakarışık saçını senin,
senin yabanıllıktan ve külden Antarktik güzelliğini,
döğüşken göklerinin acı dolu ağırlığını:
seviyorum beni beklediğin o günün esen havasını,
biliyorum ki toprağın öpüşleri değişmez, ve değişmiyor,
biliyorum ağacın yaprağı düşmüyor, ve düşmüyor:
biliyorum aynı şimşek koruyor metallerini
ve bu korunmasız gece aynı gecedir,
fakat bu benim gecemdir, fakat bu benim bitkimdir,
saçlarımı tanıyan buz soğuğu gözyaşlarındaki su.

Keşke beni dün insanda bekleyen şey olabilseydim,
defne yaprağıyla, külle, yığınla, umut
yayıyor göz kapaklarını kanda,
mutfağı ve ormanı dolduran kanda,
siyah tüyle örtünen demir gibi fabrikalar,
kükürt ekşisi terle delik deşik madenler.

Sadece bitki ülkesinin ısıran havası değil bekleyen beni:
sadece karın ihtişamı üzerindeki şimşek değil:
soğuktan iki ürperti gibi yükseliyor gözyaşları ve açlık
anayurdun kulesine ve çalıyor çanları:
Ve bu yüzden, ortasında hoş kokulu göğün,
bu yüzden, Ekim parıldadığında ve Antarktik
ilkbahar kaydığında şarabın pırıltısında,
işitilir bir şikayet ve bir tane daha ve bir tane daha
ve bir tane daha bulana kadar karı ve bakırı, yolları ve gemileri,
ve sızana dek gecenin ve toprağın içinden
ta onları işiten kanayan gırtlağıma.

Halkım, ne diyorsun? Gemici,
piyade, belediye başkanı, güherçile işçisi, işitiyor musun beni?
İşitiyorum seni ölmüş birader, yaşayan birader, işitiyorum seni,
özlediğin her şeyi, toprağa gömdüğün şeyi, her şeyi,
kuma ve denize akıttığın kanı,
korkutan ve savaşmaya devam eden rast gelinen yürek.
Ne buluyorsun Güney’de? Nereye düşüyorsun, yağmur?
Ve arada, hangi ölüler kırbaçlanmış?
Benim, Güney’den gelenler, terk edilmiş kahramanlar,
acı öfkeden dağılmış ekmek,
kalıcı üzünç, açlık, katılık ve ölüm,
düştü yapraklar üzerlerine onların, bu yapraklar,
askerin göğsü üzerindeki ay, bu ay,
sefilliğin sokağı, ve insan
sessizliği her yanda, soğuk damarları
tepedeki kampanaya kaçamadan katılaştıran
ruhumun ışığını duyarsız bir metal gibi.
Filizlerden oluşan anayurt, çağırma beni,
uyuyamam kristalden ve karanlıktan oluşan bakışın olmadan.
Boğuk çığlığı suların ve yaratıkların titretiyor beni
ve dolaşıp duruyorum düşlerde kıyısında yüceltilmiş köpüğünün
ta senin mavi kuşağındaki en kıyıdaki adada.
Fakir bir gelin gibi uysalca çağırıyorsun beni.
Senin çelikten büyük ışığın kamaştırıyor beni ve arıyor beni
köklerle örtülmüş bir kılıç gibi.
Anayurt, paha biçilmez toprak, yiyip bitiren, alazlı ışık:
ateşin ortasındaki kömürün düşüşü gibi
korkunç tuzun, çıplak gölgelerin senin.
Beni dün bekleyen şey olsaydı yalnızca, ve
bir avuç gelincikte ve tozda direnç gösteren şey olsa yarın.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Onca Ad

Pazartesiler içine geçer salıların
ve hafta bütün bir yılın:
kesilmez zaman
yorgun makaslarınızla,
ve günün bütün adları
yıkanır gecenin sularıyla.

Kimse talep edemez Pedro olmayı,
Rosa ya da María olmayı,
hepimiz tozuz ya da kumuz,
hepimiz yağmur altındaki yağmuruz.
Konuştular benimle Venezüellalar,
Paraguaylar ve Şililer hakkında,
bilmiyorum neler söylediklerini:
yalnızca yeryüzünün derisini bilirim
ve bir adı olmadığını.

Çiçeklerden daha çok hoşnut etti beni
kökler, arasında yaşarken onların,
ve bir taşla konuştuğumda
çınladı bir çan gibi.

Çok uzundu ilkbahar
bütün bir kış sürdü.
Kaybetti zaman ayakkabılarını:
bir yıl dört asır gibi sürdü.

Uyuduğumda her gece,
nasıl çağrılırdım ve nasıl çağrılmazdım?
Ve uyandığımda kimdim ben
uyurkenki değildiysem eğer?

Bunun anlamı ancak
yeni doğmuş olmaktan ziyade
hayatın içine indik demektir,
öyleyse doldurmayalım ağızlarımızı
onca güvenilmez adla,
onca hüzünlü resmiyetle,
onca şatafatlı harfle,
onca seninle ve benimle,
kağıtlardaki onca imzayla.

Her şeyi karıştıran bir kafam var,
birleştiren ve yeni doğmuş yapan,
karan, soyan,
dünyadaki bütün ışık
sahip olana dek okyanusun tekliğine,
o cömert bütünlüğe,
o çatırdayan rayihaya.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Oligarşiler

Hayır, daha kurumamıştı bayraklar,
uyumamıştı askerler henüz,
özgürlük giyitlerini değiştirdiğinde
ve dönüştürdüğünde kendini mülke:
yeni ekilmiş topraklardan yükseldi,
yeni bir kast doğdu,
kalkanlı, polisli ve hapisli
yeni zengin bir güruh doğdu.

Çektiler kara bir çizgi:
>>Biz burada, Meksika'nın
porfiristleri (*) , Şili'nin
'şovalyeleri', işsiz güçsüzleri
Buenos Aires Jokey Kulübü'nün,
süslü püslü 'özgürlük savaşçıları' Uruguay'ın,
Ekvador'un uyuşukları,
kiliseye ait yamalar her taraftan.<<

>>Şeytan canımızı alsın, proleterler, kansız kızılderililer,
Meksika'lı yoksul canlar, melezler,
domuz ağıllarında üst üste yığılmışlar,
acizler, yamalılar,
bitliler, domuzlar, ayaktakımı,
iradesizler, sefiller,
kirliler, tembeller; yani halk.<<

Her şey bu kara çizgiye göre kuruldu.

Başpiskopos vaftiz etti bu duvarı
ve afaroz etti
bu kast duvarını tanımayan isyancıyı.
Cellat elleriyle yaktı Bilbao kitaplarını.
Polis gözetime aldı duvarı, ve o kutsal mermere
yaklaşan aç adamın
başında paraladı sopayı
ya da hapse koydu
ya da askere aldı tekme tokat.

Dinginlikte ve güvenlikte hissettiler kendilerini.
Kayboldu caddelerde ve tarlalarda halk
yaşamak için tıkış tıkış, penceresiz
tabansız, gömleksiz,
okulsuz, ekmeksiz.

Amerika kıtamız boyunca bir hayalet geziyor
çöple beslenen, cahil,
gezgin, her bir enlem ve boylamda aynı,
bataklığın mahpuslarından yeni salıverilmiş,
ayyaş ve serseri biri; giysiler, düzenler ve kravatlar
arasında boğulan o korkunç hemşehrisinin işaretlediği.

Meksika'da pulque (**) yapıyorlar
O'nun için, Şili'de
mor renkli litre-şarabıyla (***)
zehirlediler O'nu, kemirdiler ruhunu
bedeninden parça parça,
kitabı ve ışığı yasakladılar O'na,
toz toprağa düşene kadar,
iki büklüm eğildi veremin tavan arasında,
ve dinsel törenle gömülmedi:
O'nun için yapılan tören, çıplak cesedini
adsız diğer cesetlerin arasına atmaktı.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Okyanusun Yaşlı Kadınları

Ağırbaşlı denize gelir yaşlı kadınlar
etraflarında düğümlenmiş şallarıyla,
zayıf ve kırılgan ayaklarıyla.

Kendi başlarına otururlar kıyıda
değiştirmeden gözlerini ya da ellerini
değiştirmeden bulutları ya da sessizliği.

Kasvetli deniz köpürür ve çağıldar,
aşar boru sesli dağları,
silkeler boğasının sakallarını.

Soğukkanlı kadınlar otururlar
saydam bir kayıkta gibi
bakarlar yıldıran dalgalara.

Nereye giderler, nerede kaldılar?
Gelirler her bir köşeden
gelirler kendi hayatlarımızdan.

Şimdi sahibi onlardır okyanusun
soğuk ve yanan boşluğun,
alevlerle dolu yalnızlığın.

Geçmişten gelirler,
bir zamanlar güzel kokan evlerden,
yanık alacakaranlıklardan.

İzlerler ya da izlemezler denizi,
bir bastonla çiziktirirler işaretleri,
ve deniz siler onların hüsnühatlarını.

Ayağa kalkıp gider yaşlı kadınlar
kırılgan kuş ayaklarıyla,
en gürültücü dalgalar
yuvarlanırken rüzgârda.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:13 PM
Okyanuslular

Denizin onuru, fok balıklarının çürümüş derilerinden
başka tanrılar olmaksızın, Antarktik kırbaçla
pataklandı yámame’ler, yağa ve dışkıya
bulanmış alacalufe’ler:
kristalden ve uçurumdan duvarların arasında
denizdeki buz kütlesinin ve gökkuşağının
çağıldayan düşmanlığı arasında sürükledi kanoyu
kurtların huzursuz aşkı
ve ateşin alazları korudu
en uçtaki ölümlü suları.

Ey insan, eğer yok ediliş inmeseydi aşağıya
karın ırmaklarına doğru,
gelmezdi katı ay
buzulların soğuk nefesi üzerine,
fakat uzaklardan gelen insandan
karın özüne dek ve Okyanus’un
en kıyıdaki sularına dek
geldi ticaret topraktan çıkarılmış kemiklerle,
her şeyin ötesinde seninle karşılaşana dek,
ki senin kanon bugün, her şeyin ötesinde, ötesinde karın,
ve buzun denetimsiz fırtınası
dolaşıyor yabanıl tuzun arasında
ve hiddetli yalnızlık arıyor
ekmeğin sığınacağı yeri, - o zaman kendinsin ey okyanus,
denizin bir damlası ve onun öfkeli mavisisin,
ve yıpranmış incecik yüreğin çağırıyor beni
ölen müthiş bir ateş gibi.

Köpüklenen şarabının uğultusuyla savaşılmış
buz katılığı bitkini seviyorum,
ve dere çukurlarının yanında
kabuklu hayvanların lambaları üzerinde ışıldıyor
ateş böceklerinin küçük ahalisi
soğukla yıldırılmış suda,
ve solgun ve hayali parıltıdan kendi şatosundaki
o Antarktik şafak.

Berrak ellerin sabah kızıllığıyla yanmış
bitkilerdeki o muazzam kökleri de
seviyorum ben,
fakat sana, sen denizin gölgesi, oğlu
buz soğuğu tüylerin, paçavra içindeki
okyanuslu, karşıt akıntılardan doğmuş
bu dalga geliyor, rüzgâr altındaki
o yaralı aşk gibi yönlendirilen.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:15 PM
Okyanus

Görünümün çıplak ve yeşil midir
elma biçimin sonsuzca,
kökenin olan karanlıkta mı
yürüyor mazurkan?
Gece
daha tatlı geceden
anne tuz,
kana susamış tuz, suyun anne kubbesi,
köpük ve ilik arasından hızla geçen gezegen:
yıldız berrağı genişliklerin muazzam şefkati:
eldeki tek bir dalgayla gece:
denizin kartallarına karşı fırtına,
sülfatın izi bilinmez elleri altında kör:
o kadar çok geceye gömülmüş şarap mahzeni,
soğuk taç yaprağı kahramanı istilanın ve sesin,
şimşeğin altında yıldızda gömülmüş katedral.

Senin kıyılarının ömrü boyunca avlıyor
o yaralı at, buz soğuğu ateşle bastırılmış,
orada o kırmızı çam dönüşmüş tüyün azametine,
ve zalim kristali paramparça etmiş ellerinde,
ve adalarda o sürekli, saldırılmış gül,
ve sudan ve yarattığın aydan yapılmış taç.
Anayurdum, senin toprağına
bütün bu karanlık gökyüzü!
Bütün bu evrensel meyve, bütün bu
çılgın taç!
Yıldırımın kör bir albatros gibi koşturduğu,
Güney’in güneşinin yükseldiği
ve senin bozulmaz doğanı seyrettiği yerde
bu köpükten kap senin için.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
Oğul Şiiri

Bir oğul, bir oğul, bir oğul
Senin ve benim olacak bir oğul için yalvardım,
bu alazlı kucaklaşma günlerinde,
yayılırken bu muhteşem ışık alnıma
ve işlerken senin tatlı sözlerin yüreğime.

'Bir oğul', diye bağırdım
taze filizleri göğe doğru yayan
İsa gözlü bir oğul, kocaman ve berrak,
şaşırtıcı alnı ve arzulu dudaklarıyla.

Çelenk gibi kolları boynumda kenetlenmiş,
hayatımın bereketli kaynağı damarlarında,
ve içimden yükselen muhteşem, müsrif bir esans
kutsuyor yeryüzünün bütün tepelerini.

hamile kadınları gördüğümüzde bakıyorduk
titreyen dudaklarla ve yalvaran gözlerle,
ve aşkla meşkle geçtik kalabalık içinden
iki tatlı çocuk gözü kör koydu gitti bizi!

*******i, mutluluktan ve hayallerden ötürü uykusuz,
kimse gelmedi şehvetten yanarak yatağıma.
Şarkılarla kuşanmış olarak uzattım elimi
doğacak olana doğru, gerdim göğsümü...

Günışığı yeterince güçlü değildi O'nu yıkamam için,
İlentiyle baktım kaba dizlerime.
Yüreğimin kulağını titretti bu büyük armağan,
ve alçakgönüllüce aktı gözyaşlarım.

Ölümün kirli ayrılışında korkmadım;
çocuğun gözleri beni karanlıktan kurtarırdı çünkü.
Dolaşmak isterdim bakışım için resmiyle O'nun
duraksayan ışıktaki sabah güneşi gibi.

Şimdi otuz yaşındayım, ve şakaklarımda
izleri var ölüm küllerinin. Günlerime
damlıyor efkarın usul gözyaşları
tuzlu ve soğuk kutupların dinmez yağmuru gibi.

Çam-ağacı tutuşup yanarken kayıtsızca
düşünüp durdum oğlumun nasıl olabileceğini
- yorgun ağzımla, acılı yüreğimle ve yenik sesimle
bana benzeyen bir bebecik.

Ve senin yüreğinle, ey zehirli meyva,
beni yeniden geri çevirmek isteyen dudaklarınla senin.
Göğsümde kırk ay bile uyumayacaktır,
değil mi ki senin oğlundur
Ve terkedecektir beni O en kısa zamanda.

Çiçeklenen hangi bahçelerde,
dalgalanan hangi göller boyunca
yunmak mı isteyecek kanından benim üzüntümü
ilkbahar geldiğinde
bütün adımlarım efkarın karanlığında gömülüyken
ve her akşam konuşurken kanında ağır bir gizemle?

Ve bir gün gönül-kırıcı bir ağızla bana
tıpkı benim babama sorduğum gibi
bir soru sormasının korkusu:
- Neden senin acılı tenin benim kaynağım oldu,
neden aktı anamın göğsünden nektar?

Acıyla karışık sevinç duyuyorum şimdi toprağın altında
yatağında uyuduğun için, ellerimde bir oğulu
tutamayacağım için
Değil mi ki ben de elemsiz ve tövbesiz uyuyacağım
altında bir böğürtlen-çalısının.

Ve gözlerimi kapayacağım, serkeşce
dinleyeceğim ölümün arasından, erimiş dizlerim üstünde,
acıyla çekilmiş ağzımla göreceğim O'nu geçerken
bakışındaki heyacanımla.

Ve bulmayacak beni Tanrı'nın huzuru:
kötülük kırbaçlayacak suçsuz tenimi
ve akacak sonsuzca damarlarımdan kanım
geriye çekilen gözleri ve alınları için çocuklarımın.

Beni boğan memelerim ve zürriyetimin öldüğü
dölyatağım kutlu olsun!
Anamın yüzü dolaşmıyor artık dünyada
ve sesi bir şikayeti çığlıklıyor rüzgârda.

Yükselen ve yere düşen küle dönüştü orman,
tekrar yeşil ve yeşil baltanın vuruşu için.
Hasattan sonra gitmemek için düşünüyorum
soyumla birlikte gidiyorum değişmez gecede.

Sanki ödedim bütün ırkımın borcunu
sızladı durdu memelerim acıların vızıltısıyla.
Her bir saati tam ve hakkını vererek yaşıyorum.
Damarlarımda akıyor kan kekrece denize akan bir ırmak gibi.

Benimle kör olacak elbet zavallı ölülerim
ki bakarlar korkuyla gündoğumuna ve batımına.
Ve ateşli duaları susturur dudaklarımı
şarkı söyleyeceğim zaman, tamamen dilsizleşmeden önce.

Yiyecek yığmadım ambara, eğitmedim kendimi
güvencelemek için en son nefesimdeki merhameti,
yatağımda uzanırken dilsiz ve felçli
ve yoklarken elim ince çarşafı.

Başkalarının çocuklarına dadılık ettim, doldurdum ambarı
cennetsi buğdayla, ama beklediğim Sen'din sadece,
Cennetteki Baba: kabul et benim dilenci suratımı,
ölürsem eğer bu gece!

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
Oğul

Ah, oğul, bilir misin, bilir misin,
nereden gelirsin?

Beyaz ve aç martılı
bir gölden.

Kış suyunun yakınında
yola koyulduk, o ve ben,
alazlanan bir ateş gibi öyle kızıl,
yıprandı dudaklarımız
ruhların öpüşleriyle,
fırlattı her şeyi ateşe,
yandı hayatlarımız.

İşte böyle geldin dünyaya.

Fakat o – görmek için beni
ve görmek için seni
bir gün aştı denizleri
ve ben – dolamak için
onun küçük belini
dolandım durdum bütün dünyayı,
savaşlarla ve dağlarla,
kumlarla ve dikenlerle.

İşte böyle geldin dünyaya.

Bir çok yerden geliyorsun sen,
sudan ve topraktan,
ateşten ve kardan,
uzak diyarlardan geliyorsun
ikimize doğru,
bizi zincire vurdu
o korkunç sevda,
bilmek istiyoruz bu yüzden,
nasıl olduğunu, bize ne anlatacağını,
çünkü sana verdiğimiz dünya hakkında
daha çok şey biliyorsun sen.

Muazzam bir fırtına gibi
çalkaladık
hayatın ağacını
ta köklerinin
en gizli lifine dek,
ve görünüyorsun şimdi
şakıyarak yapraklarda,
seninle birlikte ulaştığımız
dalın en yükseğinde.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
O Şirin Bağrının İçinde Olaydım Keşke

O şirin bağrının içinde olaydım keşke
(Ah ne güzel ne de şirin!)
Hiç bir yabansı yelin bana ulaşamayacağı yerde.
Bedbaht hırçınlıklar yüzünden
Olmak isterdim bağrının içinde.

İsterdim her daim yüreğinde olmak
(Ah usulca çalıyorum kapını ve yalvarıyorum!)
Orada payıma düşen yalnızca huzur olacak.
Hiç bir sertlikten incinmeyeceğim Yüreğinde kiracı olarak.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
O'nun İçin

O'nun için, çayır altında küçük bir kaynak gibi uzanıp uyumam O'nun için - acı çektirme bana, zahmete sokma beni.

Bağışla bana her şeyi: benim örtülü masalarla çevrili hoşnutsuzluğumu ve bütün seslere karşı duyduğum isteksizliğimi.

Anlatın bana evinizin sıkıntılarını, yoksulluğu ve ızdıraplarınızı - ama önce altını değiştireyim çocuğumun.

Alnımda, göğsümde, dokunduğunuz her yanımdadır çocuğum ve sızlanır durur sizlerin O'na eklediği yara üstündeki bir yanıt gibi.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
Nokta

Elemden daha engin bir yer yok,
orada kanayandan başka evren yok.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
Nina’ya Küçük Bir Şarkı

Benim hayatım handiyse bir şişe değerinde
depoziti için bekliyorum burada,
sen yanımda olduğunda başka ama
sen hûri-melek.

Göbeğimin etisin, başıma bela olan
şişko işkembem,
hoşlandığını söylüyorsun kesin bir şekilde-
sen bana her zaman sevgili!

Ama nasıl yaraşayım ki
senin fidan boyuna?
İçiyorum ruhu bedeninde
geniş kalça-tasta.

Sen benim nefesim, oksijenim,
sen benim canımın canânı.
Bir alık yarışatı-çocuğuyum ben,
sana haddinden çok yakın duran.

Biliyorum, sürüp gitmez bu böyle.
Başka bir sevdiğin var senin.
Ama sen öğrettin bana sevdayı,
sen bana her zaman sevgili.

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:16 PM
Niçin Uçuyor Gecenin Şapkası

Niçin uçuyor gecenin şapkası
onca delikle?

Ateşle gezmeye giderken
ne diyor o eski kül?

Niçin ağlar bulutlar böyle
ve daha da sevinçli olurlar her gün?

Karanlıkların gölgesinde kimin için
alazlandırılır güneşin toz yolu?

Kaç tane arısı vardır acaba günün?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:17 PM
Niçin Solgun Giysilerim

Niçin solgun giysilerim
sallanır bir bayrak gibi?

Ara sıra kötücül müyüm
yoksa her zaman iyi miyim?

İyiliği mi öğreniriz
yoksa iyiliğin maskesini mi?

Kötücül beyaz değil midir gül çalısı
ve siyah değil midir iyiliğin çiçekleri?

Kim belirler adları ve numaraları
sayısız masumlar için?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:17 PM
Niçin Sevmiyorum

Niçin sevmiyorum
kadın ve sidik kokulu kentleri?

Döşeklerden hiddetle çarpan
büyük bir okyanus değil midir kent?

Yok mudur rüzgârlar okyanusunun
adaları ve palmiyeleri?

Niçin dönüyorum geriye
o muazzam okyanusun aldırışsızlığına?

GooD aNd EvıL
05-10-2009, 01:18 PM
Niçin Güneş Kötü Bir Arkadaştır

Niçin güneş kötü bir arkadaştır
çöldeki seyyah için?

Ve niçin o denli cana yakındır,
hastane bahçesindeki güneş?

Ayın ağına burada yakalanmış olan
kuş mudur yoksa balık mıdır?

En sonunda kendimi bulduğum yer
beni yitirdiğiniz yer miydi?