Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : sadece...


biqboy
10-08-2009, 08:00 PM
Sadece bu sabah için içimden ağlamak geldiği halde yüzünü gördüğümde gülümseyeceğim Sadece bu sabah için ne giymek istediğinin seçimini sana bırakacağım ve gülümseyerek ne kadar yakıştığını söyleyeceğim Sadece bu sabah çamaşırları yıkamaktan vazgeçip seninle parkta oynamaya gideceğim Bu sabah bulaşıkları lavaboda bırakıp bulmacanın nasıl çözüldüğünü bana öğretmeni izleyeceğim. Öğleden sonra telefonun fişini çekip bilgisayarı kapatacağım ve arka bahçede oturup seninle köpükten balonlar uçuracağım Bu öğleden sonra dondurma arabası için çığlıklar attığında sana hiç kızmayacağım ve gelirse bir tane alacağım Bu öğleden sonra büyüdüğünde ne olacağın hakkında hiç canımı sıkmayacağım. Yada seni ilgilendiren konularda ikinci bir düşünce üretmeyeceğim Bu öğleden sonra kurabiye pişirirken bana yardım etmene izin vereceğim ve tepende dikilip düzeltmeye çalışmayacağım Bu öğleden sonra Mc Donald's a gideceğiz ve iki tane çocuk menusu isteyeceğiz ki iki oyuncak alabilesin Bu gece seni kollarımda tutacağım ve nasıl doğduğunu seni ne kadar çok sevdiğimi anlatacağım Bu gece küvette suları sıçratmana izin vereceğim ve sana hiç kızmayacağım Bu gece geç saate kadar oturmana ve balkonda oturup yıldızları saymana izin vereceğim Bu gece yanına uzanıp en sevdiğim TV programlarını bir kenara bırakacağım Bu gece sen dua ederken parmaklarımı saclarında dolaştırıp bana en büyük armağanı verdiği için Tanrıya şükredeceğim Kayıp çocuklarını arayan anne ve babaları düşüneceğim Yatak odaları yerine çocuklarının mezarlarını ziyaret edenleri ve hastane odalarında donuk bakışlarladaha fazla içlerinde tutamadıkları çığlıklarıyla hasta çocuklarını seyreden anne babaları düşüneceğim Ve bu gece yanağına iyi ******* öpücüğü kondurduğumda seni biraz daha sıkı ve biraz daha uzun tutacağım kollarımda Tanrıya senin için teşekkür edip bize yalnızca bir gün daha vermesi için yakaracağım.....

biqboy
10-08-2009, 08:02 PM
anne kalbi

Delikanlı katı yürekli bir kızı sevmiş ve onunla evlenmek istemişti. Ancak kız korkunç bir şart ileri sürerek:

- Senin sevgini ölçmek istiyorum dedi. Bunun için de köpeğime yedirmek üzere bana annenin kalbini getireceksin.

Delikanlı tüyler ürperten bu teklif karşısında ne yapacağını şaşırmış ve uzun bir tereddütten sonra hislerine mağlup olup annesini öldürmeye karar vermişti. Annesi belki de durumu farkettiği icin oğluna fazla direnmedi. Ve cocuk annesini öldürerek kalbini bir mendile koydu.

Delikanlı kızın isteğini yerine getirmiş olmanın heyecanıyla yolda koşarken ayağı bir taşa takıldı. Kendisi bir tarafa mendil icindeki kalp bir tarafa fırladı. Canının acısından ağzından ister istemez "Ah anacığım!" sözleri döküldüğünde annesinin tozlara bulanan ve hala soğumamış olan kalbinden bir ses yükseldi:


- Canım yavrum bir yerin acıdı mı?

biqboy
10-08-2009, 08:02 PM
ben anneyim...

" Senibir hücreden yaşamaya layık bir canlı haline getiren benim.Seni ıstırapların en büyüğü ile doğurdum;sevinçlerin en büyüğü ile kollarıma aldım.Sana ilk davranışıilk gülüşü ilk bakışı ilk heceyi ben öğrettim.Seni karşılıksız menfaatsiz ilk ben sevdim.

Sana hayatta lazım olacak ilk dersleri ben verdim.Senin yüzünden ilk acıyı ben duydum.İlk ağlayışlarını benim göğsümde dindirdin.İlk sırrını bana açtın.İlk dost beni edindin.

Ben anneyim!
Bana herzaman güvendin.İlk aşkını ben hissettim.Üzüntülerin benim üzüntülerim oldu.Seni pencerelerde bekledim gelişinle kapılara koştum.Seni herzaman aynı duygularla bağrıma bastım seninle iftihar ettim seninle taçlandım şereflendim.

Ben anneyim!
BenAllah'ın en büyük lutfuna layık görülmüşüm.Ben bereketim yeryüzünde iyi ve güzel kötü ve çirkin herşeyin mesuliyetini taşıyorum.Medeniyet benim mazi benim gelecek günlerin ümidi benim.

Ben anneyim!
Ben insanlığın başı ve sonuyum.Ben hayata şekil veren sanatkarım.İstediğim renkleri kullanır istediğim gibi yontarım.Beynine ilk nakşolacak sözler kalbine ilk yerleşecek duygular benim duygularımdır.Ben cennet ve cehennemim.Ben istersem sevgi kardeşlik ve dostlukla büyütürüm;istemezsem kinle düşmanlıkla içini doldururum.Ben dünyaya nizam veren iradeyim.

Ben anneyim!
Ben sabır ve tahammülüm.Ben en yumuşak ve en sertim.Cesur olmayı nasıl benden öğrendiysen korkuyu da ben sana öğrettim.Seni ilk öpen ve ilk döven benim.Sevmek aşık olmak şefkat kin dostluk ve düşmanlık duygularının hepsi bende..

Ben anneyim!
Bir acı duyarken beni çağırırsın.Ben teselliyim.Ölsem bile gözüm arkamdadır.Ben endişelerin derin kuyusuyum kendi içime düşerim.Ben bütün alakaların mihrakıyım.Cömert olduğum kadar hasis kıskanmaz göründüğüm derecede kıskancım.

Evet seni kıskanırım!Sen benim eserimsin sen benim emeğimsin.Sen benim güzel günlerim geçen ömrüm bütün hatıralarımsın.Seni kıskanırım.Seni bu duyguyla bunaltır isyan ettirir üzerim.Seni kendime hasretmek isterim.Bunun için kıskanırım seni.


Ben anneyim!
Ben saygının mihrabıyım.Önümde diz çökmeni gönlünde yer etmeyi isterim.Hakkım ödensin isterim.Unutulmaktan korkarım.Baş üstünde ve baş köşende yerim.
Bu benim hakkım!

Ben anneyim!
Ve son nefesimde...Her zaman..
Sütüm ve hakkım helal olsun yavrum derim. "

biqboy
10-08-2009, 08:03 PM
küçük itfaiyeci...

Anne altı yaşındaki lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi acı içinde olmasına rağmen kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu. - "Bob! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?" diye sordu. - "Anneciğim ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim". Anne gülümsedi ve.. ''Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım'' dedi. Daha sonra Arizona'daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına bınip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu. - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz onu o gün şeref konuğu yapar itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir bizimle yemek yer yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona'da üretiliyor.'' Üç gün sonra itfaiyeci Bob'u aldı ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bob itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Arizona'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına hatta itfaiye Müdürlüğünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması gösterilen sevgi ve ilgi Bob'u o kadar etkilemişti ki doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı. Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob'un itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob'un bu dünyaya veda ederken yanında özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Itfaiye Müdürü; - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız'' diye yanıtladı. Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob'un 3.kattaki odasına doğru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob'un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve; - ''Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim?'' diye sordu. - ''Bundan şüphen mi var Bob?'' diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı. Belki unuttunuz belki hatırlamıyorsunuz belki de çok duygusuz çok katı oldunuz; ama bilin ki "HAYAT SEVGI VE UMUT SAÇMAKTIR." Eğer bunu okuyunca gözleriniz dolmuyorsa sizin için yapılacak bir şey kalmamış demektir.. Yok eğer doluyorsa o zaman sevdiklerinizin kıymetini bilin ve gerçek sevginizi ortaya koyun..

biqboy
10-08-2009, 08:03 PM
sevgi sofrası...

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: -Sevginin sadece sözünü edenlerle onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? -Bakın göstereyim demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da 'derviş kaşıkları' denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş sofradakilere "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz." diye bir de şart koymuş. Peki!" deyip içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar öylece aç kalkmışlar sofradan. > Bunun üzerine "Şimdi.." demiş ermiş: -Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun." denilince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. "İşte!" demiş ermiş ve eklemiş: -Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz ve şunu da unutmayın hayat pazarında alan değil veren kazançtadır daima.

biqboy
10-08-2009, 08:04 PM
35 yaş...

Otuz beşime bastım geçen hafta... İlk yarı bitti : Hayat:1 Ben:0...!!!... Ama belliydi böyle olacağı Nicedir başlamıştı belirtiler: Yolda çocuklar "Amca su topu atıversene" diye seslendiklerinde kuşkulanmıştım ilkin... Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü Baktım; lise fotoğraflarım sararmış sınıf arkadaşlarım yaşlanmış. Eski dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş seyahat ve aşk yerine... Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine... Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenlerinde Hayret daha dün değil miydi benimkisi? Yıllar yılı dudak büktüğüm "ölümden sonra hayat" masallarına kulak kabartmaya başlamışım gizliden gizliye... İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim. Yaşamın orta sahasına girmişim irkilmişim... Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan; Biri "daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla asıl şimdi başlıyor hayat!... Bundan sonrası rahat!" Lakin "Buydu görüp göreceğin" diye efkarlanıyor öteki... ikinci yari geçer hızla yaslanırsın zamanla... Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak "Sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler. 35'le çoktan tanış olanlarsa "Hayata hoş geldin" pankartlarıyla karşılamadalar... İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı hayatın... kavganın... aşkın... Bense şaşkın... devre arası bilançolarındayım. Son dönemde kim bilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdimbelleğimin derinliklerinde?... Kim bilir kaç kez kendime yakalandım kendimden kaçarken?... Ve sustum vicdan sorgularında... Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen yediveren gülleri gibi bereketli... Sanki hayat değil Körfez Krizi mübarek: Bir koyup beş alıyorsun... Yaşıyor seviyor ve seviliyorsun... Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık şaşıp kalıyorsun... Oysa herkes bilmezden gelse de- skoru belli oyunun: 30'larda dedeni ve nineni kaybediyorsun 40'larda anneni ve babanı... Ve 70'lerde kendini... Şimdi devre arası yolun yarısı... Bugüne dek ancak tanıştık hayatla... Ben ona kendimi tanıttım O bana kendini... Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı... Zaferlerim onlar benim olgunluğumun yapıtaşları... Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı... Asansör çıkarken yukarı dönüp bakmadım bile aşağı...Dönmesin diye başım... Ben istikballe arkadaşım... Ne var ki her şey yarım... Hayat da yarım sevdalar da... Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin... İhanetlerin hesabı sorulmadı... Nazım'ın dedidiği gibi "Kopardım portakalı dalından ama kabuğu soyulmadı sevdalara doyulmadı..." "Doydum diyen görmedim ki ben zaten..." Lakin gel de zamana anlat bunu...Sahi nedir bu telaş bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin... Baktım ikinci yari kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın... Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde... Bir yerde hüzünler ve korkular bir üstte sevinçler ve zaferler... Kat kat dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi Sabırla kapattım kutuyu sevgiyle mühürledim ağzını... İlk yarı bilançom o benim: Yangında ilk kurtarılacak... Kazada ilk açılacak... Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar halime... "Çok mutlu ölmüş fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler Ya da "Sebepsiz alçalmış... Bile bile vurmuş kendini dağlara!..." Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikayenin... Kalanı benimle gelecek...Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı... Reyhanlar saklayacak sırlarımı... Skoru bir tek Ege'nin suları bilecek... Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir... HAYAT : 0 BEN : 1

biqboy
10-08-2009, 08:04 PM
dizimdeki yara izleri...

Yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar.. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde çok güzel bir ülkede mahalleler varmış. Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş. Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga etseler de kin tutmaz her gün yeniden dünyalar kurarlarmış. Herkeste paylaşma duygusu sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş. O zamanlar çocuklar okula servis ile değil köşe başında buluşarak giderlermiş. Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar şehrin en iyi dershanesi hazırlık kursları. Bilmezlermiş hamburgeri MTV'yi interneti cep telefonunu tetrisinintendoyu... Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi hatıra defterleri doldurup sevgileri keşfetmeyi. Bilirlermiş horoz sekercisini elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunları. Eve gitmeyi unutmayı hava kararınca dayak yemeyi sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı. Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı küsmeyi ayni kıza asılmayı torbalarla misket toplamayı gıcır köstek ayırmayı değiş tokuş kaybedince kapişi Teksas'ı Tommiks'i Konyakçi'nin dişlerini... İç içe konan naylon topları tastan kale direklerini. Üç korner bir penaltıyı. Üzerine apartman yapılan top sahalarını sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını... Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarili kalemini yoğurtçuyukalaycıyı hallacı.. Evlerin arkasındaki odun kömür depolarını. Yakar topun yakısını. Mantarlı gazoz kapaklarını yaldız kazımayı. Yandaki mahalle ile alınan kavgayı her kavganın çıkardığı kahramanı-ödleği. Kan kardeşliğini ip atlama lastiğe basma topaç virtiözlügünü çelik çomağı kırılan camları toplanan paraları.. Açık hava sinemalarını frigo-buzu... Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış. Yaslar ilerledikçe bu birliktelik koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok isler açmış. Daha sonra işsizlik hayat pahalılığı enflasyon köseyi dönme adamını bulma mali götürme falan derken herkes yüzünde soluk bir bakış içinde hayatin yenilgisi çaresizlikleritatminsizlikleri ile başbaşa kalmış. Çocukları mi? Çocukları simdi koca koca apartmanların arasında nefes alınmaz bir havada evlerinde sanal bir dünyada emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar. Anneleri babaları onları çok seviyor. Beta kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria'dalar. Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor Çocuklar trafik kaygısıyla kösedeki markete dahi gönderilmiyor. Babalar şirketlerin bilançolarını çocuklar da dershane reytinglerini izliyorlar. Hepsi birer test uzmanı sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar. :-):-):-):-)ek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar. Hayata açılan pencereleri; Windows 95 98... Onlar ekrana ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor... Ve şehrin dışında ağaçlar; tırmanacak salıncak kuracak kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor. Paylaşmayan yalnız bencil kafesler içinde gürbüz güvendeki çocukları... Hiç sopa yememişağaçtan düşmemiş topu yandaki bahçeye kaçmamışdizlerinde yara kabukları olmamış çocukları..

(can yücel)

biqboy
10-08-2009, 08:05 PM
sahip olduklarımızın değerini bilmek...

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar. “Eski gazeteniz var mı bayan?” Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. “İçeri girin de size kakao yapayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve “Bayan siz zengin misiniz?” diye sordu. “Zengin mi?Yo hayır!” diye yanıtlarken çocuğu gözlerim bir an yağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve “Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım” dedi. Sesindeki açlık karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler başımızı sokacak bir evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi. Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya unutuveririm ne denli zengin olduğumu

biqboy
10-08-2009, 08:05 PM
çok geç diye bir zaman yoktur...

Okulun ilk günü ilk derste profesörümüz önce kendini tanıttı sonra "Bu yıl yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz? dedi... Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki yumuşak bir el omzuma dokundu.. Döndüm.. Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi bana gülümseyerek bakıyordu... "Ben Rose" dedi... "Benim adım Rose yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?." Güldüm.. "Tabii" dedim.. "Hadi sarıl bana.." Öyle sımsıkı sarıldı ki... "Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin?" diye şaka yaptım... Minik bir kahkaha ile yanıtladı: "Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım.." Dersten sonra kantine gidip birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık.. Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki onu dinlemekle derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum. Sömestr boyunca Rose kampusun ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu.. Hepimizden daha canlı daha dolu yaşıyordu.. Sömestre sonunda Futbol Balosu'na davet ettik Rose'u konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok... Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi... "Ne kadar beceriksizim değil mi? Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz.. Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim olur mu?" Biz kahkahalarla gülerken o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı: "Yaşlandığımız için eğlenmekten oynamaktan yaşamaktan vazgeçmeyiz.. Eğlenmek oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır: Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlaka... Rüyalarınızı kaybettiniz mi ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok... Yaşlanmakla büyümek arasında çok büyük bir fark vardır.. Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiç bir şey yapmadan hiç bir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız sadece bir yaş yaşlanır 20 olursunuz.. Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiç bir şey yapmadan hiç bir şey üretmeden sırtüstü yatarsam 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için mutlak bir şeyler yapmak üretmek kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar genelde yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü.. Ölümden korkan insanlar pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..." Ders yılı sonunda Rose yıllarca önce başlayıp yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi... Mezuniyet töreninden bir hafta sonra uykusunda huzur içinde öldü. Cenaze törenine iki binden fazla üniversite öğrencisi katıldı. "Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu... Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı: "Çok geç diye bir zaman yoktur!.."

biqboy
10-08-2009, 08:06 PM
bir aşk hikayesi...

Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için hızla yürürken ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm.. Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu... Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi alıcı adresi yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım. Mektup sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael" diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak devam ediyor.. "Ama sakın unutma seni daima seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!.. Elimde yalnızca mektubu yazan kişiyle mektubun yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez hemen telefon idaresini aradım.Görevli kişi kendisine bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat ısrarım karşısında: "Belki size yardımcı olabilirim" dedi. "Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar Kabul ederlerse sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.." dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi.. "Bağlıyorum efendim." Telefonda karşıdaki hanıma "Hannah diye birini tanıyıp tanımadığını" sordum. "Bu evi 30 yıl evvel Hannah diye kızları olan bir aileden aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.." "Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip ederseniz belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş.. Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki orada bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı.. Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde" dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses; "Evet Hannah burada yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu ama hemen yola çıktım Hannah'yı görmek için.. Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş saçlı sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip.. Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi "Bu mektup Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha.. "Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.." İki damla yaş damladı elindeki mektuba ıslanan gözlerden.. "Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.." Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım. Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız "Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim.. Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten.. Üç kere ben buldum koridorlarda.. "Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi. Michael elini arka cebine attı hızla.. Sonra sevinçle "Evet bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum." "Hiçbir şey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim. İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum." "Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım. Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi? Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle lütfen söyle.." "Çok iyi.. Hem de harika" dedim yavaşça.. "Bana onun telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım." Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu öyle sevdim ki asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiğinde hayatım anlamsal olarak bitmişti." "Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.." Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı. Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu.. Hemşire ona yaklaştı omzuna dokundu.. "Hannah" dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini ayarladı bir an baktı tek kelime etmeden.. "Michael" dedi Michael kapıda kısık sesle.. "Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.." "Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum.. Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar. Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı.. "Gördün mü bak?" dedim "Yaşamda yaşanması gereken her şey er ya da geç bir gün kesinlikle yaşanacaktır." *** Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar. Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim? Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı.. Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi… Aşklarını on sekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan 76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği sanılan bir aşk öyküsünün altmış yıl sonra kaldığı yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız

biqboy
10-08-2009, 08:07 PM
genç bir sanatçı...

Genç Macar Sanatçı Arpad Sebesy multimilyoner Elmer Kelen'in portresini yapmak için görevlendirilmişti.Görev özellikle zordu çünkü Kelen sadece uç kısa poz vermeye razı olmuştu.Sonuçta Sebesy portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı. Kısıtlamalara rağmen Sebesy portrenin Kelen'e yeterince benzediği görüsündeydi.Ancak Kelen ayni fikirde değildi.Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti.Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı ve birdenbire bunu gösterecek hiç bir şeyi olmadığını fark etti. Milyoner stüdyodan ayrılırken sanatçı bir ricada bulundu" Portreyi size benzemediği için reddettiğiniz belirten bir mektup yazabilir misiniz?" Kelen bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu.Aylar sonra Macar Sanatçıları Derneği Budapeşte Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtı.Kelen'in telefonu çalmaya başladı.Biraz sonra galeriye geldiğinde Sebesy'nin yaptığı portresinin üzerinde "Bir Hırsızın Portresi " etiketiyle teshir edildiğini gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi.Mudur reddedince Kelen resim kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehdit etti.Bunun üzerine mudur Kelen'in resmin kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkardı. Milyoner artık resmin parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı.Genç sanatçı sadece son gülen olmakla kalmamış ayni zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe dondurmuştu.çünkü milyoner resmi almağa kalktığında fiyatın eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü. Gördüğünüz gibi güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti.Bunun yerine öfke ve acıya teslim olmaktansa yaratıcı ve yararlı bir kapı açacak bir yol duşundu.Kısaca ressam değerli bir prensip keşfetmişti

biqboy
10-08-2009, 08:07 PM
kurabiye hırsızı...

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında daha epeyce zaman vardı uçağın kalkmasına. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp buldu kendisine oturacak bir yer. Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki yine de yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde aralarında duran paketten birer birer kurabiye aldığını gördü ne kadar görmezden gelse de. Bir taraftan kitabını okuyup bir taraftan kurabiyesini yerken gözü saatteydi " kurabiye hırsızı "yavaş yavaş tüketirken kurabiyelerini. Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini. Düşünüyordu kendi kendine "Kibar bir insan olmasaydım morartırdım şu adamın gözlerini!" Her kurabiyeye uzandığında adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca "Bakalım simdi ne yapacak?" dedi kendi kendine. Adam yüzünde asabi bir gülümsemeyle Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye. Yarısını kurabiyenin atarken ağzına verdi diğer yarıyı kadına. Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve "Aman Tanrım ne cüretkar ve ne kaba bir adam üstelik bir teşekkür bile etmiyor!" Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla. Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na. Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna sonra uzandı bitmek üzere olan kitabına. Çantasına elini uzatınca gözleri açıldı şaşkınlıkla. Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye! Çaresizlik içinde inledi "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer; ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!" Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle Kaba ve cüretkar olan"kurabiye hırsızı" kendisiydi işte.

biqboy
10-08-2009, 08:08 PM
hayallerden sıfır almak...

Büyüdüğüm zaman kocaman bir at çiftliğim olacak" Okulda öğretmen lise birinci sınıf öğrencilerine bir kompozisyon ödevi vermişti. Konu şu idi: "Büyüdüğünüz zaman ne olmak istiyorsunuz?" Onbeş yaşındaki Monty büyüdüğünde bir at çiftliği sahibi olmayı düşlüyordu. Ödevine bu düşünü sadece yazmakla yetinmedi çiftlikte yapılması gereken binaların çizimlerini de ekledi. At çiftliği kesinlikle 300 dönüm olacaktı. Monty ahırların yanısıra bir de çiftliğinin orta yerinde yapmayı düşlediği bin metrekarelik kocaman bir evin plânını da çizdi. Öğretmen kompozisyon ödevlerini bir hafta sonra dağıtınca Monty'nin yüzü asıldı. Çünkü kâğıdın tepesinde kocaman bir sıfır vardı. Bu yetmiyormuş gibi öğretmen sıfırın yanına bir de şu notu eklemişti: " Dersten sonra öğretmenler odasına gel. Seninle görüşmek istiyorum." Monty öğretmenin söyleyeceklerini beklemeden kendi merakını gidermek istedi. Ve öğretmenine niçin sıfır verdiğini sordu. Öğretmen de onunla bu konuda görüşmek istiyordu: " Çünkü sen büyüdüğün zaman ne olmak istediğini yazmak yerine saçma sapan düşler yazmışsın" dedi. " Çocuksu düşlerini nasıl gerçekleştirebileceğini hiç düşünmedin mi? Bir at çiftliği kurmanın kaça mal olacağını hiç aklına getirmedin mi? Çok fakir bir ailenin çocuğu olduğunu bilmiyor musun?" Öğretmen bunları söyledikten sonra Monty'ye bir hak daha tanıdı: " Haydi şimdi eve git ve ayni konuda yeni bir kompozisyon yaz." dedi. " Yine öyle saçma sapan düşlere dalma da sana sıfır yerine doğru dürüst bir not vereyim." Monty evde babasından yardım istedi. " Kusura bakma sana yardım edemem yavrum." dedi babası. " Bu öyle bir konu ki tümüyle seni ve senin geleceğini ilgilendiriyor. Kararını sen kendin vermelisin..." Monty kararını o gece verdi. Yeni bir ödev yazmadı ertesi gün öğretmene ayni ödev kâğıdını getirdi. " Bana verdiğiniz sıfırı not defterinize rahatlıkla geçirebilirsiniz öğretmenim" dedi. " Ben notumun değişmesi uğruna düşümü idealimi değiştirmeyeceğim..." Monty karşısındaki topluluğa yaptığı konuşmasını şöyle sürdürdü: " Size bu anımı neden anlattığımı da söyleyeyim" dedi. " Çünkü şu anda tümünüz benim 300 dönümlük at çiftliğimin orta yerindeki bin metrekarelik evimde bulunuyorsunuz. Şimdi başınızı lütfen şöminenin üstünde duran şu çerçeveye çevirin ve çerçevenin içine bakın. Sıfır not aldığım kompozisyon ödevimi göreceksiniz orada." Monty bunları söyledikten sonra o akşamki konuklarına bir de öğüt verdi: " Hiç kimseye düşlerinizi küçümseme fırsatı tanımayın" dedi. "

biqboy
10-08-2009, 08:08 PM
anne diyeceksin...

Dünyaya gelme hazırlıklarının tamamlandığını öğrenen bir bebek Tanrı'ya sormuş: "Tanrım beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki orada nasıl yaşayacağım?" Tanrı doğmak üzere olan bebeğe gülümsemiş. "Tüm meleklerin arasından bir melek de senin için seçtim" demiş. "O seni dünyada bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek gülümseyecek acıktığında karnını doyuracak uykun geldiğinde uyutacak. Sen her anında onun sevgisini duyumsayarak büyüyecek ve mutlu olacaksın." Bebek yine sormuş: " Peki insanlar bana birşey söylediklerinde ben onları nasıl anlayabileceğim" demiş. "Dillerini bilmiyorum ki... Söylediklerini anlayamam ki..." Tanrı çaresiz bebeği yine cesaretlendirmiş: " Tüm varlığınla güvenebilirsin meleğine" demiş. "Anlamadığın herşeyi o sana anlatacaktır. O seni yaşamı pahasına bile hep koruyacaktır." O sırada bir sessizlik olmuş... Dışardan "Dünyanın sesleri" gelmeye başlamış. Çocuk dünyaya ayak basmak üzere olduğunu anlamış ve çabucacık bir soru daha sormuş Tanrı'ya: "Tanrım galiba dünyaya ayak basmak üzereyim" demiş. " Sormayı unuttum meleğimin adını... Lütfen hemen söyler misin adını?" Bebek "yola" çıkmadan Tanrı onu son kez cesaretlendirmiş: "Meleğinin adının önemi yok yavrum" demiş. "Sen ona nasıl olsa " anne " diyeceksin."

biqboy
10-08-2009, 08:09 PM
gerçek sevgi...

John Blanchard oturduğu banktan kalktı üzerindeki denizci üniformasını düzeltti ve şehrin büyük tren istasyonundaki insanları incelemeye koyuldu. Gözleri o kızı arıyordu kalbini çok iyi bildiği ama yüzünü hiç görmediği yakasında gül olan o kızı. Ona olan ilgisi bundan on üç ay önce Florida'da bir kütüphanede başlamıştı. Raflardan aldığı bir kitabın içindeki yazıdan çok etkilenmişti... Kitaptan değil sayfalardan birinin kenarında kurşun kalemle yazılmış minik notlardan... Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve insanın içine işleyen bir karakteri yansıtıyordu. Kitabın baş sayfasında o kitabı en son okuyan kişinin ismini gördü: Bayan Hollis Maynell. Biraz zaman ve çaba sonunda adresini buldu. Bayan Maynell New York'ta yaşıyordu. Blanchard ona kendisini tanıtan ve mektup arkadaşı olmayı teklif eden bir mektup yazdı. Ertesi gün de İkinci Dünya Savaşı'na katılmak için Avrupa'ya doğru yola çıktı. Daha sonraki bir yıl bir ay boyunca birbirlerini mektuplarla tanıdılar. Her mektup kalplerine düşen bir sevgi tohumuydu sanki. Bir romantizm başlıyordu. Blanchard kızdan bir resmini istemişti ama kız reddetti. Kendisini gerçekten önemsiyorsa nasıl göründüğünün ne önemi vardı. Sonunda Blanchard'ın Avrupa'dan dönüş günü geldi çattı. İlk buluşmalarını ayarladılar... New York Tren İstasyonu'nda akşam saat tam 7'de. " Beni tanıman için" diye yazmıştı kız mektubunda " ceketimin yakasında kırmızı bir gül takılı olacak." İşte saat tam 7'ydi ve Blanchard yüzünü daha önce hiç görmediği ama kalbini sevdiği o kırmızı güllü kızı arıyordu. Hikâyenin gerisini Bay Blanchard'dan dinleyelim: " Birden genç bir kızın bana doğru yürüdüğünü farkettim. İnce ve uzun boylu dalgalı sarı saçları o güzel kulaklarının önünden omuzlarına düşmüş... Çiçek rengi mavi gözlü. Dudaklarının ve çenesinin muntazam kıvrımları ve açık yeşil giysisiyle insana sanki baharın geldiğini müjdeleyen bir kızdı. Ben de ona doğru yürümeye başladım. O kadar etkilenmiştim ki yakasında gül olup olmadığına bakmak aklıma bile gelmedi. Ona yaklaşınca dudaklarında hafif ve tahrik edici bir gülümsemeyle bana ' Benimle ayni yöne mi gidiyorsun denizci?' diye fısıldadı. Neredeyse kontrolsüz bir şekilde ona doğru bir adım daha attım ve o anda Hollis Maynell'i gördüm. Kızın tam arkasında duruyordu. 40'ını çoktan geçmiş grileşmeye başlamış saçlarını şapkasının altında toplamış... Şişmana yakın kısa boylu kalın bilekli ayakları topuksuz ayakkabılara gömülmüş. Kafamı çevirdim yeşil giysili kız hızla uzaklaşıyordu. Kendimi ikiye bölünmüş hissettim; arzularım kızı takip etmemi ta içimden gelen bir istek ise ruhu bir yıldır bana eşlik eden kadınla kalmamı söylüyordu. İşte orada öylece duruyordu. Solgun kırışık suratı kibar ve duygulu gri gözleri sıcaktı. Çekinmedim. Beni tanımasını sağlayacak mavi deri ciltli kitabı ona doğru tuttum. Bu aşk olamazdı ama mutlaka değerli belki aşktan da güzel çoktan beri minnettar olduğum ve olacağım bir arkadaşlık gibi bir şey olabilirdi. Kadını selâmladım her ne kadar gizlemeye çalıştıysam da pek başaramadığım hayal kırıklığımı belli eden sesimle ' Ben Teğmen John Blanchard siz de Bayan Maynell olmalısınız. Sizinle buluşabildiğim için çok mutluyum. Sizi yemeğe götürebilir miyim?' diye sordum. Kadının yüzüne bir gülümseme yayıldı: 'Neden bahsettiğini bilmiyorum delikanlı' dedi ' ama şu az önce buradan geçen yeşil elbiseli kız bu gülü yakama takmamı rica etti benden ve eğer siz beni yemeğe davet edecek olursanız kendisinin sizi caddenin karşısındaki büyük restoranda beklediğini söylememi istedi. Dediğine göre bu bir çeşit sınavmış

biqboy
10-08-2009, 08:09 PM
özürlü olimpiyatları...

Bir kaç yıl önce Seattle Özel Olimpiyatlarında tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı 100 metre koşusu için başlama çizgisinde toplandılar. Başlama işareti verilince hepsi birlikte başladılar bir hamlede başlamadılar belki ama yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi oğlanın ağlamasını duydular. Yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler ve oğlanın yanına geldiler. içlerinden Down Sendrom'lu bir kız eğilip oğlanı öptü ve "Bu onun daha iyi olmasını sağlar" dedi. Sonra dokuzu birden kol kola girdiler ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp dakikalarca onları alkışladı. Orada bulunan insanlar hala bu öyküyü anlatıyorlar. Neden mi? Çünkü şu tek şeyi derinden bilmekteyiz : Bu hayatta önemli olan şey kendimiz için kazanmaktan çok daha ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan yavaşlamak ve yönünüzü değiştirmek anlamına gelse bile diğerlerinin de kazanması için yardım etmektir. Kendisinden güçsüzü ezmeyi ilke edinen daha güçlünün kendisini ezmesine davetiye çıkarmış olur.

biqboy
10-08-2009, 08:09 PM
en değerlisi sevgi...

Güzel sanatlara hayran bir adam varmis.O kadar çok seviyormus ki hayatini ona adamis.Güzel sanat eserleri alabilmek için çok çalisiyor ve güzel bir sanat eseri için tüm parasini veriyormus.Öyle ki RembrandtPicasso ve diger pek çok ünlü sanatçinin eserini satin alabilmek için var gücüyle çalisiyormus. Esini yillar önce kaybetmisama bir oglu varmis.Çocugunu yetistirirken bu sanat sevgisini ona da asilamis.Büyüyünce oglu da bir sanat koleksiyoncusu olmus.Ve bu sanat sevgisi her ikisinin de çok sevdigi ve onlari birbirine baglayan güçlü bir bag olmus. Bir süre sonra ülkeleri bir savasa girmek zorunda kalmis. Ülkenin diger gençleri gibi oglu da göreve yazilip ülkesi için savasa katilmis. Aradan biraz zaman geçmis ve baba bir mektup almis.Oglunun bir harekatta kayboldugunu bildiriyormus mektup. Baba çok üzülmüs. Oglunu çok seviyormus ve yoklugunda oglununonun için ne kadar önemli oldugunu anlamis. Ona ne oldugunu bilmemek acisini çok daha fazla arttiriyormus. Birkaç hafta sonra kalbini parçalayan ikinci mektubu almis baba. Bu mektupta oglunun bir harekat sirasinda öldügü yaziyormus.Ogul muharebe sirasinda yaralanan askerleri kurtariyormus.Ve en son yaraliyi güvenli bölgeye tasirken arkadan gelen bir kursun onun hayatini kaybetmesine sebep olmus. Mektubu alali birkaç ay olmus ve Noel sabahiymis.Ama baba yataktan kalkmayi istemiyormus.Oglu olmaksizin bir Noel geçirmeyi gönlü arzu etmiyormus. Birden kapi çalinmis ve kim olduguna bakmak için asagiya inmis.Kapiyi açinca elinde bir paket olan genç bir adam görmüs. Genç adam: "Bayimsiz beni tanimiyorsunuz;ama ben oglunuzun kurtarirken öldügü yarali askerim."demis. "Ben çok zengin biri degilim.Ama oglunuz sizin sanat sevginizden bana söz etmisti.Ve ben de çok iyi bir ressam olmadigim halde onun bir portresini yapip size hediye etmek istedim."demis. Baba paketi almis ve eve girip açmis.Sonra koleksiyon odasina gidip söminenin üzerinde asili olan Rembrandt eserini çikarip onun yerine kendi oglunu portresini asmis. Sonra gözlerinden akan yaslarla genç adama dönmüs ve "Bu benim en degerli esyam.Ve evimdeki tüm degerli eserlerin hepsinden daha degerli."demis. Baba ve genç adam birlikte Noel yemegi yemisler ve genç adam daha sonra gitmis. Birkaç yil sonra baba hastalanmis ve bir süre sonra da ölmüs. Onun ölümü her yerde duyulmus.Herkes onun sahip oldugu sanat eserleri için yapilacak müzayedeyi merak ediyormus. Nihayet müzayedenin Noel Günü yapilacagi duyurulmus. Müze yetkilileri ve dünyanin en ünlü koleksiyonculari evde toplanmislar. Hepsi heyecanla satilacak sanat eserlerini alabilmeyi bekliyorlarmis. Ev dolmus.Müzayede yöneticisi ayaga kalkmis ve : "Hepinize geldiginiz için tesekkür ederim.Müzayedenin ilk parçasi arkamda gördügünüz portredir." demis Arka siralardan bir "Ama oyasli adamin oglunun portresi." diye bagirmis. "neden onu geçip asil sanat eserlerine gelmiyoruz." Mezatçi : "Önce bunu satmamiz gerek.Sonra digerlerine geçebilecegiz." demis. "Evetartirmayi 100 dolar ile baslatiyorum.Yok mu artiran?" Hiç kimseden ses çikmayinca "O zaman 50 dolar" demis. Hala kimseden ses çikmamisti. "O zaman 40 dolar."ses çikmayinca "Hiç kimse bu portreye talip degil mi?"diye sormus. Yaslica bir adam ayaga kalkmis ve "10 dolara olur mu?"demis . "Tüm param bu.Ben onlarin karsi komsusuyum ve bu çocugu taniyorum.Onun büyümesine tanik oldum ve o çocugu çok sevdim.Onun portresini almak isterim." "Yani 10 dolara almak istiyor musunuz?"diye sormus müzayedeci. "10 dolar!Satiyorum !Satiyorum !Satttt-tttttiiimmmm!" Salonda bir sevinç miriltisi yükselmis ve herkes birbirine : "Nihayet gerçek sanat eserlerine kavusacagiz" demeye baslamis. Müzayedeci o zaman : "Hepinize geldiginiz için tesekkürler ederim.Sizleri bugün burada görmek çok güzeldi.Ama müzayede burada bitti."demis Kalabaliktan kizgin sesler yükselmeye baslamis. "Ne demek müzayede bitti?Diger parçalar için artirma baslamadi bile..." Müzayedeci o zaman: "Üzgünüm ama müzayede sona erdi.Çünkü yasli adam vasiyetinde söyle demisti. "Oglumun portresini alan tüm eserlerin sahibi olur

biqboy
10-08-2009, 08:10 PM
kuyumcu ustası...

Genç bir adam değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. Bu mesleği yapacaksam iyi bir mücevher ustası olmalıyım diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş yanına varmış bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. Anlat dinliyorum demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş sözleri bitince de ona bir taş uzatmış Bu bir yeşim taşıdır dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış odadan çıkmış. Genç adam evine dönmüş kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa bari başından yapmasaydı diye devamlı söyleniyor her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş her günü zorluklarla dolu her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış. Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış avucunu açmış. İşte taşın demiş Bir yıl boyunca avucumda taşıdım şimdi ne yapacağım? Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: Şimdi sana bir başka taş vereceğim onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın. Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla delilikle suçlamış mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: BU TAŞ YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA! Öğrenmek için zaman gerekir sabır gerekir ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.

biqboy
10-08-2009, 08:10 PM
kelebek ve yaşam...

Bir gün bir kozada küçük bir delik açıldı ve bir adam bedenini bu küçücük delikten çıkarmaya çalışan kelebeği saatlerce seyretti. Sonra kelebek sanki daha fazla ilerlemek istemiyormuş gibi durdu.Sankiilerleyebileceği kadar ilerlemişti ve artık daha fazla ilerleyemiyordu. Ve adam kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline bir makas aldı ve kozayı keserek deliği büyüttü. Kelebek kolayca dışarı çıktı. Fakat bedeni kocaman ve kanatları kuru ve buruşuktu.Adam kelebeği izlemeye devam etti çünkü zamanla kanatlarının büyüyüp bedenini taşıyabilecek kadar genişleyebileceğini umut ediyordu. Fakat bu olmadı!Gerçekte kelebek ömrünün geri kalanını o kocaman bedeni ve kuru buruşuk kanatları ile etrafta sürünerek geçirdi. Uçmayı hiç başaramadı. Adamın bu aceleci iyiliği içinde anlayamadığıbu kısıtlayıcı kozanın ve kelebeğin o küçücük delikten dışarı çıkmak için verdiği mücadeleninkelebek için gerekli olduğuydu çünkü buTanrı 'nınyaşam sıvısının kelebeğin bedeninden kanatlarına doğru akmasını sağlamak için bulduğu yolduböylece kelebek kozadan kurtulduğu anda uçmaya hazır olabilecekti.Bazen mücadeleler hayatımızda tam olarak gerek duyduğumuz şeylerdir.Eğer Tanrı hayatımıza hiçbir engelle karsılaşmadan devam etmemize izin verseydi sakat kalırdık. Şimdi ve daha sonra olabileceğimiz kadar güçlü olmazdık.Asla uçamazdık.Güç istedim...Ve Tanrı beni güçlü yapmak için karşıma zorluklar çıkardı.Bilgelik istedim...Ve Tanrı bana çözmek için Sorunlar verdi. Zenginlik istedim...Ve Tanrı çalışmak için bana Beyin ve güçlü kaslar verdi. Cesaret istedim...Ve Tanrı üstesinden gelmem için bana Tehlike verdi. Sevgi istedim...Ve Tanrı yardım etmem için sorunlu insanlar verdi. iyilik istedim...Ve Tanrı bana fırsatlar verdi.İstediğim hiçbir şeyi elde etmedim İhtiyacım olan her şeyi elde ettim

biqboy
10-08-2009, 08:11 PM
silkelen ve sıçra...

Çaliskan bir çiftçinin bir katiri varmis. Gün görmüs çok yol tepmis inatçi sabirli bir katir... Özellikle bahar günleri bos cayirlarda dolasip otlamaya bayilirmis. Çiftçi de katirini çok severmis. Günlerden bir gün katir yanlis bir adim atmis ve kendisini çiftçinin kuyusunun dibinde bulmus. Allah'tan ki kuyunun içindeki su fazla degilmis. bu sayede hayatini kurtarmis bogulmamis. Bu güzel bahar gününde kendisini kuyunun dibinde bulan zavalli katir bir iki debelenmis. Ama bakmis kiburadan çikabilmesi mümkün degil. Ne duvari tirmanacak gücü var ne de uçup gidebilecek kanatlari... Gene de bir iki hamle yapmis ama nafile. Bu kuyudan kendi gücüyle çikis olmadigini anlamis. Baslamis yüksek sesle bagirmaya dua etmeye daha dogrusu kuyuya düsüp dibe vurmus bir katir ne yaparsa öyle seyler yapmaya.. Bu canhiras sesleri duyan çiftçi kuyunun basina gelip durumu görmüs. Koskoca katiri kuyunun dibinden nasil çikaracak? Çaresiz civardaki köylüleri yardima çagirmis. Düsünmüsler tasinmislar dibe vurmus katiri çikarmanin bir yolunu bulamamislar. Bu arada katirin bagiris çagirislari yürekleri dagliyormus!" Bari daha fazla aci çekmesine engel olalim"demis katirin sahibi. Bu kuyu nasil olsa artik ise yaramaz. Iyisi mi içini toprakla dolduralim hem katirin acisina son vermis hem de kuyuyu kapatmis oluruz.. Bunu duyan katirin dehseti daha da artmis. Diri gömülmekten daha korkunç bir son olabilir mi!! Derken yukardan kürek kürek tas toprak atmaya baslamislar. Önce umudu kesip ölmeyi kabullenmis katir. Sonra kafasina bir tas düsünce beyninde bir simsek çakmis!! Bir çare gelmis aklina ve baslamis uygulamaya! Yukaridan sirtina tas toprak yagdikça söyle bir silkiniyormus. Sirtindakiler yere düsünce siçrayip üzerine çikiyormus. Bir daha bir daha yapiyormus bunu.. SILKIN VE SIÇRA SILKIN VE SIÇRA SILKIN VE SIÇRA!! diye mirildaniyormus bir yandan da. SILKIN VE SIÇRA! Yukaridakiler onu gömmek için kürek kürek toprak atmaya devam etmisler ama bir sure sonra bizim katir kuyunun tepesinde belirmez mi!! Hala SILKIN VE SIÇRA diye mirildanmaktaymis. Evet dibe vurmus katir kuyunun dibinden silkinip siçrayarak kurtulmus.. Pes etmeyip çaba gösterdigi için........ Hadi Türkiye SILKIN VE SIÇRA

biqboy
10-08-2009, 08:12 PM
vekili ve aslı...

ÜZERINDEKI kiyafet ve davranislarindan köyden geldigi belli olan bir adam son dakikada yetistigi trene binmis. Bindigi vagon dolu oldugu için oturacak yer bulamamis. Diger vagonlari da tek tek dolasmis hepsi dolu... Tam umudunu kestigi anda vagonlardan birinin bos oldugunu görmüs ve ''milletvekillerine aittir'' yazisini da farketmeden girip oturmus. Biraz sonra biri gelmis ve adama çikismis; - Ne isin var burada çabuk kalk!.. Burasi benim yerim!.. - Nereden senin oluyormus para verip biletimi aldim. Burasi da bostu niye kalkayim? - Bak arkadas su levhaya dikkat etsene burada ''milletvekillerine aittir'' diye yaziyor. Ben milletvekiliyim sen kimsin? - Hadi oradan be... Sen milletin vekili isen ben de asliyim. Milletin asli varken vekilin ne isi var!.. "Asıl olan değerini anladığında vekil vekilliğini bilmek zorunda kalır."

biqboy
10-08-2009, 08:13 PM
yüreğinde büyümek...

Okulda birinci sinif ögrencileri bir aile fotografi üzerinde tartisiyorlardi. Fotograftaki küçük çocugun saç rengi ailenin öteki bireylerinin saç renginden degisikti.... Ögrencilerden biri o küçük erkek çocugunun belki de evlat edinilmis olabilecegini söyledi. Onun bu sözünü duyan Jocelynn Jay adinda küçük bir kiz ögrenci birden sesini yükseltti: - Ben evlat edinme konusunda her seyi bilirim çünkü ben de evlatligim!... Siniftaki bir baska ögrenci sordu: - Madem biliyorsun bize de anlatsana ...Evlat edinilmek ne demektir..? Jocelyn kendinden emin bir biçimde bilgisini özetledi: - Annenin karninda degil yüreginde büyümüssün demektir.

biqboy
10-08-2009, 08:13 PM
anlatmasını bilelim...

NewYork'ta Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci birgün bir şairin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar. Dilencide sekiz - on dolar kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek birşeyler yazar; 'Şimdi buraya senin kazancini arttıracak birşeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin' der ve oradan ayrılır. Şair bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci; 'Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?' Bunu üzerine şair gülümser ve: 'Tabelada - Doğustan körüm yardım edin - yazıyordu. Bense - Bahar gelecek ama ben yine göremeyeceğim - diye yazdım' der.

biqboy
10-08-2009, 08:13 PM
yoksul taşçı....

O yoksul bir taşçıydı. Her gün kayaları parçalıyordu. İşi çok ağırdı; ama çok az aylık alıyordu. Bu yüzden hayatından hiç memnun değildi. “Ben başkalarından daha çok çalışıyorum!” diye düşünüyordu. “Benim işim onlarınkinden ağır ve ben onlardan daha az kazanıyorum. Zengin olmak istiyorum. Biraz dinlenirim ve güzel elbiselerim olur.” O anda gökten bir melek indi. Ona “Zengin olacaksın güzel elbiselerin olacak” dedi. Taşçı hemen zengin oluverdi. Artık onun da güzel elbiseleri vardı ve bir iş yapmak zorunda da değildi. Günün birinde kral onu sarayına davet etti. O sarayın güzelliğine hayran oldu. Kral ondan daha zengindi. Bu yüzden üzüldü. “Ben de kral olmak istiyorum” dedi. Ardından isteği yerine getirildi ve kral oldu. Şimdi bütün gün hiç çalışmıyordu. Çok sıcak bir gündü. Güneş ışınlarını saçıyor yeryüzü yanıyor mu yanıyordu. Kral kızdı; güneş ondan nasıl güçlü olurdu ki? Yaşamı yine sevmez olmuştu. “Güneş olmak istiyorum!” dedi. Bu kez de güneş haline çevrildi. Şimdi güneş ışınlarını saçıyor ve dünyada her şey yanıyordu. Ama bir bulut geldi dünyayla onun arasına girdi. Işınları artık dünyaya ulaşmıyordu. Güneş kızdı; “Bu nedir böyle? Ben buluta hiçbir şey yapamıyorum. Derhal ondan daha kuvvetli olmak istiyorum” deyince bu kez de bulut haline döndürüldü. Az sonra bulut yağmura dönüştü. Yağmurlar toprağa oradan nehirlere ulaştı. Nehirlerin suları çoğaldıkça çoğaldı. Evleri tarlaları seller bastı. İnsanlar hayvanlar tarlalar perişan oldu. Ama sular kayalara hiçbir şey yapamıyordu. Bulut öfkelendi. “Bu kadar çok su nasıl olur da kayaları aşamaz..” Ama kayalar sulardan daha güçlüydü. Bulut bağırdı: “Kaya olmak istiyorum.” Bu istediği de yerine getirildi ve kaya haline geldi. Artık güneşten ve buluttan daha güçlüydü. Aradan çok zaman geçmedi. Elinde balyozla bir adam çıkageldi ve ondan parçalar koparmaya başladı. “Aman! Bu da nesi?” dedi kaya. “Ben bu adamdan zayıfım” Sonra birden anladı kuvvetin kaynağının mutluluk olduğunu ve pişmanlıkla haykırdı: “İnsan olmak istiyorum!” Bu dileğini de yerine getirdi. Kaya insana dönüştü. Şimdi o adam yine kayalardan taşlar koparıyor. İşi ağır ve aylığı az; ama yaşamı seviyor ve mutlu.

biqboy
10-08-2009, 08:14 PM
aslını unutma...

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki bütün sultanlığın haznedârı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş: “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamamış. “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. “Bir Hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lutfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz hatırla!” Sandığı kapatmış kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki konuşmakta güçlük çekmiş. “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedârıydın ama şimdi... kalbimin hazinedârısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin.”

biqboy
10-08-2009, 08:14 PM
siz olsanız ne cevap verirdiniz..??

Saygin bir firmada yönetim işe girmek isteyenlere bir soru sormuş ve soruya en uygun cevabı veren kişiyi işe almışlar. Bu soruda dogru veya yanlış cevap diye bir şey yok sadece düşünce sistemi önemli. Soru şu: Karanlık yağmurlu bir gece yağmur yağıyor fırtına var gök gürlüyor ve siz sabaha karşı 02.00'de tek başınıza ıssız bir yolda araba ile gitmektesiniz. Arabanız iki kişilik. Biraz ilerde otobüs durağında 3 kişi bekliyor. Birincisi bir doktor sizi daha önce geçirdiginiz kalp krizinden kurtarmış. Ikinci kişi çok yaşlı ve hasta neredeyse ölmek üzere olan birisi. Üçüncüsü hayatınizın rüyası her zaman tanışmak için can attığınız birisi. Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kisiye yer var. Böyle bir durumda ne yapardınız? Burada doğru veya yanlış cevap diye bir şey yok sadece her bir kişinin durumu algılayışı ve ele alışı var. Bu görüşmede cevapların % 90'ı "yaşlı adamı alırdım" olmuş olmuş ama sadece bir kişiyi ise almışlar. O kisinin cevabı acaba nasılmış? (Biraz düsünün ve sonra asagisini okuyun.) Arabadan inip anahtarı doktora veririm doktor benim hayatımı kurtardığı gibi yaşlı kişiyi de hastaneye yetiştirip iyileştirebilir. Böylece bende hayatımın insanıyla otobüs durağında baş başa kalıp onu tanıma fırsatını elde edebilirim.

biqboy
10-08-2009, 08:14 PM
ruhumuzu bekleyelim...

İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog birkaç yeli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri yaşlı rehbere soruyor "hiç anlayamadım niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik? " Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..." Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı niye mutlu olmayı beceremediğimizi niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor. Inkalar'ın yaşlı torunu. Çünkü kimilerimiz bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki ruhumuz çok arkada kalıyor hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. ... Herkes bir arayış içinde ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki çok paramız sürekli yükselen bir kariyerimiz bahçeli bir evimiz spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Evet kimi zaman bunlara sahip oluyoruz ama ruhumuz yanımızda olmadan…

biqboy
10-08-2009, 08:15 PM
gizli yüz...

Yıllar önce çalışkan bir adamailesini avantajlı bir iş imkanı sağlamak için Newyork'tan Avusturalya'ya götürdü.Adamın ailesinden biri sirke trapez artisti olarak katılmak veya aktör olma tutkusu olan genç ve yakışıklı oğluydu.Bu genç adam zamanını bir sirk işi yada herhangi bir sahne işi gelene kadar kasabanın sınırındaki batı bölümünde yerel bir tersanede çalışarak geçirdi. Bir akşam işten eve gelirken onu soymak isteyen beş haydut tarafından saldırıya uğradı.Genç adam parasından vazgeçmek yerine onlara karşı koydu.Bununla birlikte onu kolayca alt ettiler ve onu feci şekilde dövmeyi sürdürdüler.Botlarıyla yüzünü parçaladılar ve tekmeledilervücuduna sopalarla acımasızca vurdular ve onu ölüme terk ettiler.Aslında polisleronu yolda uzanmış bir şekilde bulduklarında onun öldüğünü sanmışlardı. Morg yolunda polislerden biri adamın zorlukla nefes aldığını duydu ve onu hemen hastanedeki acil bölümüne götürdüler.Acil bölümünde yatarkenbir hemşire korku içinde bu genç adamın uzun süre bir yüze sahip olamayacağını fark etti.Göz yuvaları parçalanmışkafatasıbacakları ve kolları kırılmış burnu askıda kalmış bütün dişleri kırılmış ve çenesi hemen hemen kafatasından ayrılmıştı. Yaşama imkanı az olmasına rağmenbire yıla yakın zamanını hastahanede geçirmişti.Sonunda hastahaneden ayrıldığında vücudu iyileşmişti fakat yüzü bakılamayacak kadar biçimsiz ve iğrençti.Artık herkesin imrenerek baktığı yakışıklı genç değildi. Genç adamyeniden iş aramaya başladığındaherkes tarafından geri çevrildi.Bir iş verenonasirkte "Yüzü Olmayan Adam"adında tuhaf bir şov önerdi ve bir süre bu işi yaptı.Bu olanlar boyunca o hala herkes tarafından reddediliyorişyerinde hiç kimse onunla görünmek istemiyordu.Genç adam intiharı düşünmüştü.Bütün bunlar beş yılda gelişmişti. Bir gün kiliseye uğradı ve bir teselli aradı.Kiliseye girerken onu kilisenin sırasına diz çökmüşhıçkıra hıçkıra ağlarken gören bir rahiple karşılaştı.Rahip ona acıdı ve onu uzun uzadıya konuştukları odasına götürdü.Rahip büyük ölçüde etkilenmiştionun yaşamını ve gururunu tekrar kazanabilmesi için elinden gelen herşeyi yapabileceğinin mümkün olduğunu söyledi.Ama genç adamiyi bir katolik olabileceğine söz verecek ve olacaktı. Genç adam hergün ibadet için kiliseye gidiyor ve ibadet ediyordu ve Allah'a onun hayatını bağışladığı için dua ettikten sonrabeyin huzurunu sağlamasını istiyor ve onun gözündeiyi bir insan olması için şükran duasını ediyordu. Rahip kişisel ilişkileri sayesinde Avusturalya'daki en iyi plastik cerrahla görüştü.Genç adam hiçbir ücret ödemeyecekti.Çünkü; doktor rahibin en yakın arkadaşıydı.Doktor genç adamdan çok etkilenmişti.Onun hayata bakış açısıtüm kötü tecrübelerine karşı mizah ve sevgi doluydu. Cerrah harika bir şey başardı.En iyi diş ameliyatlarını onun için yaptı.Genç adamTanrı'ya söz verdiği her şeyi yerine getirdi..Tanrı da onu harika ve çok güzel bir eşyedi çocuk ve ileride kariyer için düşündüğü iş hayatındaki başarı ile ödüllendirdi.Eğer Allah'a şükretmezsen ve sana değer veren insanları sevmezsentoplumda kabullenilemezsin. Bu genç adam................... Mel Gibson 'dı .... Onun hayatı "Yüzsüz Adam" filminin prodüksiyonuna ilham oldu. O hepimizi kendine imrendirdi.Cesareti olan her insana örnek oldu.. .

biqboy
10-08-2009, 08:15 PM
bir motivasyon öyküsü...

Charles Schwab'in istediği kadar verim alamadığı bir fabrıkası vardı. Bir gün ustabaşı ile konuşuyordu: -Senin gibi becerikli birisi nasıl oluyor da fabrikadan istediği kadar verim alamaz? -Bilmiyorum. Bütün isçileri çok çalıştırdım. Bir çoğunu işten atmakla tehdit ettim. Ama başarılı olamadım. Schwab yakınında duran bir isçiye sordu: -Bugün kaç kazan çelik erittiniz? -Altı. Schwab bir tebeşir parçası alarak yere büyük bir 6 yazdı. Çıkıp gitti. Gece isçileri geldiği zaman bu altı rakamının ne olduğunu sordular. Gündüz isçileri de: -Patron bugün burada Bize kaç kazan çelik erittiğimizi sordu altı cevabını verdik buraya altı yazdı ve gitti. Ertesi gün Schwap fabrikayi yine dolaştı. Altı rakamı silinmiş ve yerine yedi yazılmıştı. Gündüz isçileri gelince yediyi gördüler. Demek gece çalışanlar kendilerinden daha iyi iş yaptıklarını zannediyorlardı? Kendilerini gece isçilerinden üstün göstermek için büyük bir gayretle çalıştılar ve yere 10 yazdılar. Çok geçmeden fabrikanın verimi o civardaki bütün fabrikaları geçti. Nasıl mı? Schawb bunu söyle açıklıyor: "İş yaptırmak için rekabet hissini uyandırmak gerekir. Amaç herkesi mücadele etmeye sevketmek değildir. Onları birbirine üstün gelmeye teşvik etmektir.Üstün gelme hissi insanların ruhunu coşturur. Hayatta başarılı olan her insanin en sevdiği şey; başaracağı iştir. Çünkü bu başarıda kendisini ifade eder ve bu sayede değerini üstünlüğünü gösterir. Işte bu yüzden bir oturusta bir kilo dondurma yemek elli bardak su içme gibi manasız yarışmalar buradan gelir. Üstün gelmek değerini göstermek insanların en önemli isteğidir. O halde insanları kendi özelliklerini ortaya çıkarmaları için cesaretlendiriniz. KAYNAK: NETWORK 21 LIDERLIK KITAPLARI

biqboy
10-08-2009, 08:17 PM
doktor ve görev...

(Gerçek bir hikâye) Hızlı bir çalışma temposunun ardından saatin beş olduğunu kat nöbetini devretmeye gelen hemşire arkadaşlar sayesinde fark etmiştik. Yoğun bir servisti çalıştığım servis çocuk servisleri hastanelerin en yoğun ve gürültülü olan servisleridir. Artık günün yoğunluğu geçmiş servis sessiz bir hal almıştı aksam tedavilerini henüz bitirmiş ofiste cay içmeye gitme telasındaydım Çünkü o günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye kendi kendime düşünüyordum. Kep dağılmış saç bas karışmış yorgun bitkin bir haldeydim tedavi odasından çıktığımda. Aynada kendimi tanıyamadım ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu. Oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim karsıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu içlerinde çocuklarında bulunduğunu damar bulamadıklarından dolayı acile yardıma gelmemi söylüyordu. Tüm yorgunluğumu unutmuş hızla acil servisine yönelmiştim ki diğer telefonda nöbetçi hekimin icapçı beyin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum. Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu: - Ne yapalım? Bırakalım olsun mu bu insanlar? Gelmek zorundasınız! - Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! Nöbet değiştirseydiniz çok önemli bir davetti madem. - Siz Hipokrat yemini etmediniz mi Konuşma böyle sürüp giderken gelen asansöre binerek koşarak acil servisine gittim Her yer kan revan içinde ağlayan koşuşturan yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı bu kalabalıkta sağlıklı bir is nasıl yapılırdı bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma gayretini gösteriyordu. Acil serviste yatak kalmamış sedyelere insanlar yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel yerine hastaları yukarı sevk edilen servise aileleri çıkartıyordu. Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan ama durumu da oldukça ağır 15-17 yas arası bir genç vardı gerekli müdahalesi yapılmış fakat sevk edildiği beyin cerrahi hekimi henüz görev yerine gelmediği için orada bekletiliyordu. Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra o çocuğun basına giderek ilgilenmeye çalıştım şuuru yerindeydi konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu. Hayatinin son anlarını yasadığını görüyor ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum onu orada yalnız bırakamıyordum. Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı. Genç iyice kotu olmuştu ellerimi sımsıkı tutuyordu bırakma dercesine gözlerinden yaslar süzüldükçe kendimi bende tutamaz hale gelmiştim eğildim yanaklarından öptüm. Bırakmayacağım seni sakin ol üzülme sakin diyordum hiç tanımadığım daha önce hiç görmediğim bu insana anlatılmaz bir yakınlık hissediyor sanki onun acısının aynisini çekiyordum. Çok acı çekiyordu hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından .Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum o artık aramızda değildi bu dünyayı terk etmişti ve ben gelmeyen doktoru suçluyor içimden lanetler yağdırıyordum. Derken beyin cerrahi hekimi gelmişti. Hastanın daha doğrusu henüz ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi. çarşafı kaldırdığımda doktorun hiç bir şey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum yemekli bir davetten gelmişti acaba çok mu sarhoştu ya da kalp krizimi geçiriyordu diye düşünürken diğer hekim arkadaşları olaya müdahale etmişlerdi bile. Ölen o gencecik insanin babasıydı bu doktor ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki. Kötü günde oğlunun acısıyla felç geçirmiş ve görevine yeniden dönememişti Seni yeniden andım KEREM ruhun şad olsun hayattaki bir saatlik dost bana yıllardır yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost . 1986 MUTLAKA 23 Ayda bir bu yazıyı okurum ben. Size de tavsiye ediyorum...

biqboy
10-08-2009, 08:17 PM
konfiçyüsden bir ders...

Konfüçyus bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun bunu örneklerle göstermek olduğunu biliyordu. Bu yüzden sınıfın tam karşısına geçti. Eline bir vazo aldı tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu. Diğer elinde bir elma vardı. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında elmayı vazonun içinde bıraktıktan sonra vazoyu yere koydu ve şöyle dedi: "Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci elmayı yiyebilir." Çocuklardan biri açıkmıştı ilk o davrandı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı çıkarmaya çalışıyor ama başaramıyordu. "Elimi çıkaramıyorum!" Konfüçyus "Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece elini çıkarman mümkün olmayacaktır" dedi. Çocuk elmayı elinden bırakmak istemiyordu; ama sonunda zorunlu olarak bıraktı. Elini vazodan çıkardığında yüzünde şaşkınlık okunuyordu. Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı? Konfüçyus vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü. Çocukların hepsi gülmeye başladı. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu! Konfüçyus "Fakat bu göründüğü kadar basit değil" dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken. "Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız bu hilekarlığı hemen durdurmalısınız. İşte ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz

biqboy
10-08-2009, 08:18 PM
papatyanın hikayesi...

Koskoca bir bahçede harikulade çiçekler içinde bir papatya... Aşık olmuş yanmış tutuşmuş ak sakallı bahçıvana... Bir ümit bekliyormuş... Yüzlerce çiçeğin arasından onunla sadece onunla saatlerce ilgilensin buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş. Sadece ona değsin makası sadece ona gülsün dudakları.... Kıskanıyormuş bahçıvanı. Kırmızı güllerden sarı lalelerden mor menekşelerden zambaklardan... Papatya sadece bahçıvan için açıyormuş bembeyaz yapraklarını... Bir gün aşkı öyle büyümüş ki yapraklarını taşıyamaz olmuş... Eğilivermiş boynu... Toprağa bakıyormuş artık.... “Buna da şükür” diyormuş... Yetiyormuş ona bahçıvanın varlığını hissetmek... Zaman akıp gidiyormuş... Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş. “Ne var sanki boynumu kaldırsa bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş... Ve işte bir gün bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış incecik bedenini ellerinin arasına almış elindeki sopayı köklerinin yanına toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.... Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.... Hala göremiyormuş onu ama bedeni kurtulmuş... Uzun bir müddet sonra bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye... Gelen giden yokmuş. Kahrından ölecekmiş papatya... Ama işte bir sabah hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış... Derin bir oh çekmiş... Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş. Birden kendisine doğru gelen iki ayak görmüş. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş... Başka birisiymiş... Adamın elinde bir de makas varmış... Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru...”Ne güzel açmışsın sen böyle” demiş... Bu gencecik yakışıklı bir delikanlıymış... Gözleri gök mavisi saçları güneş sarısıymış... “Ama gövden seni taşımıyor” demiş... Elindeki makası papatyanın boynuna uzatmış ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış... Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini... O ak saçlı ak sakallı yaşlı mı yaşlı bahçıvanı... Birde o gencecik yakışıklı delikanlıyı düşünmüş... Ve o an anlamış neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini. O herşeye rağmen papatyaya emek vermiş. Ona hiçbir zaman güzel olduğunu onu sevdiğini söylememiş ama aslında onu hep sevmiş... Papatya anlamış artık. SEVGİ EMEK İSTERMİŞ... Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini.... Teşekkür etmiş ona içinden... Son yaprağı da kuruduğunda Biliyormuş artık... GERÇEK SEVGİNİN SÖYLEMEDEN YAŞAMADAN VE ASLA KAVUŞMADAN VAROLABİLECEĞİNİ

biqboy
10-08-2009, 08:18 PM
çocuk gibi düşünmek...

O gun hava çok kötüydü.. durmadan gök gürlüyor bardaktan boşanır gibi yağmur yağıyordu.... küçük kız yine de her sabahki gibi annesinin sesiyle uyanmış kahvaltısını etmiş ve her gün yürüyerek gittiği Okuluna doğru yola koyulmuştu... ancak gökyüzünde şimşekler birbiri ardına ve o kadar gürültüyle çakıyordu ki küçük kızın annesi "yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın?" diye telaşlandı.. Arabasına atladığı gibi yolda kızını aramaya başladı.... derken bir baktıküçük kızı az ilerdeydi.. Minik minik adımlarla yürüyor ama ne zaman şimşek çaksa durup gökyüzüne bakıyor ve gülümsüyordu.. Annesi önce bir anlam veremedi ama kızın niye böyle yaptığını çok merak etmişti nihayet arabayla ona yaklaşıp sordu: "Yavrum hiç korkmadın mı bu havada yalnız yürümekten...? Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle ne yapıyorsun...?" Küçük kız cevap verdi: "Gülümsüyorum... çünkü Tanrı fotografımı çekiyor..."

biqboy
10-08-2009, 08:18 PM
takım elbise...

Yaşlı adam bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek: Küçüüük!... diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun? Çocuk hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7_8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler "tek kelimeyle" dökülüyordu. Yaşlı adam çocuğun saçlarını okşadıktan sonra :Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim dedi. Bakalım üzerine uyacak mı? Çocuk bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken ilk önce rüyâda olup olmadığını daha sonra da şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı. Ama "her zaman hasta" dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden bu işe bir kere bile itiraz etmemişti. şimdi ise ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala... Çocuk yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde büyümüş olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında iyice aaaiflendi. İrili ufaklı misketler gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep en az elli misket alabilirdi. Yaşlı adam çocuğu sağa sola döndürdükten sonra elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında aaagâhtara dönerek : Elbiseleri torunuma alıyorum dedi. Kendisine sürpriz yapacağım içinonları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı da Çocuk bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Ama artık büyüdüğüne göre bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi. Adam elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde onu yanında göremedi. Haylaz velet belli ki bu işten sıkılmıştı.Çocuk arkadaşlarının yanına döndüğünde bir kenara çekilerek onları seyretmeye koıuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.Arkadaşları : Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmıştın. Çocuk inci gibi yaşlar süzülen gözlerini arkadaşlarından kaçırmaya çalışırken : Misketlerim bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi dedi. Bu yüzden onları bayramlık kabanımın cebine sakladım. Aslında her yaşta ama farklı şekillerde hep birileri tarafından kandırılıp sonra da bir kenara fırlatılmadık mı?? İşimizde aşkta dostlukta arkadaşlıkta belki de ailemizde.. Kimin umurunda bir başkasının duyguları hissettikleri veya kandırılması? Gözyaşları ya da kalp kırıklıkları? Bütün bir ömür boyu kalan izler ?? Ne yazıkki hiç kimsenin... keşke.... keşke... farklı olabilseydi herşey. Biraz daha insanca biraz daha hassasca dürüstçe ve biraz daha yüreklice

biqboy
10-08-2009, 08:19 PM
gül yaprağı...

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı içerdeki budist kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

biqboy
10-08-2009, 08:19 PM
durun ve düşünün...

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor çocuğun kınlan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden birşey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklannı kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında bandajlı ellerini farketmiş ve gayet masum bir ifadeyle "Babacığım kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm" demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: "Parmaklanm ne zaman yeniden çıkacak?" Babası eve dönmüş ve intihar etmiş. Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü anımsayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; Genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı öremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata aparız. Fakat öfaaale ve düşünmeden yapılan şeyler insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Durun ve düşünün. Harekete geçmeden önce düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.

biqboy
10-08-2009, 08:19 PM
zenginlik nedir...

Kadının biri cömert olduğu söylenen yaşlı bir bilgeye gidip: - Bu şehirde benden fakir insan yok!. demiş. Bana biraz yardım eder misiniz? Bilge adam kadının kucağındaki bebeğin bir ipeği andıran yanaklarını okşayıp öptükten sonra: - Demek fakirsin!. demiş. Hem de çok fakir. Ama karşılıksız yardım yapmakâdetim değil!. Eğer yardım istiyorsan çocuğunun parmağını satman gerekir..Kadın önce deli olduğunu sanmış bilgenin. Daha sonra da kötü bir şaka yaptığını... Ama adam ciddî görünüyormuş. Kadına bir kese altın uzatıp: - Ayak parmağına da razıyım!. demiş. Zaten cerrah olduğumdan ona acı çektirmem Kadın bütün kanını donduran bu teklif üzerine kaçmayı düşünürken adam: - Sadece tırnağını söksem de olur! diye devam etmiş. Biliyorsun zamanla yenisi çıkar. Kadın bu ruh hastasına daha fazla dayanamamış. Ve kapıyı çarpıp uzaklaşırken adam onun arkasından: - Nasıl bir fakir olduğunu anlayamadım!. diye bağırmış. Kucağındaki hazinenin tırnak kadar bir parçasını bir kese altına değişmiyorsun.

biqboy
10-08-2009, 08:20 PM
hintli yaşlı ustanın nasihatı....

Hintli bir yaşlı usta çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştır. Bir gün çıragını tuz almaya gönderir. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde yaşlı usta ona bir avuç tuzubir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak yaşlı adamın söyledigini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar. Tadi nasıl? diye soran yaşlı adama öfaaale acı diye cevap verir. Usta kikirdeyerek çırağını kolundan tutar ve dışarı çıkarır. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürür ve çıragına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp gölden su içmesini söyler. Söyleneni yapan çırak ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken usta aynı soruyu sorar:Tadı nasıl? Ferahlatıcı diye cevap verir genç çırak.Tuzun tadını aldın mı? diye sorar yaşlı adam Hayır diye cevaplar çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturur ve şöyle der: Yaşamdaki acılar tuz gibidir ne azdır ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının şiddeti neyin içine konulduğuna bağlıdır.. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak göl olmaya çalış." Bu güzel nasihatten bir ay sonra çırak ölür meğer yakındaki fabrikanın zehirli atıkları göle boşalıyordur. Bunun üzerine Hintli yaşlı usta şöyle der: "Hassktr... !"

biqboy
10-08-2009, 08:20 PM
kadınlar neden ağlar...

Küçük bir erkek çocuk annesine sordu: "Niçin ağlıyorsun?" "Çünkü ben kadınım." Diye cevapladı annesi. "Anlamadım!" dedi çocuk. Annesi çocuğu kucaklayıp "Hiç bir zaman anlayamayacaksın!" dedi. Babasına "Baba annem niçin ağlıyor?" diye sordu. Babanın cevabı: "Bütün kadınlar sebepsiz ağlayabilen yapıdadır" oldu. Küçük çocuk büyüdü yetişkin adam oldu halâ kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi. Nihayet öldükten sonra cennete gittiğinde Allah'a sordu. "Allahım!" dedi: "Kadınlar niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar ?" Allah:"Ben kadınları özel yarattım! Tüm yaşamın ağırlığını taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen başkalarına teselli verecek kadar yumuşak omuzlar doğumun acısına olduğu kadar doğurdukları evlatlarının nankörlüğüne dayanabilecek iç kuvvetini verdim. Başkalarının kuvvetinin kalmadığında; devam edecek azmi ailesinin hastalığında; yorgunluğa pabuç bıraktırmayacak kudreti verdim. Her türlü şart altında hatta kendilerini çok kötü incitseler de çocuklarını sevmek duygusallığını verdim. Bu duygusallık her yaştaki çocuklarının yaralarını sarmalarına sorunlarını dinleyip paylaşmalarına yardım ediyor. Kocalarını tüm kusurlarıyla sevmek kuvvetini verdim. Onlara iyi bir kocanın eşini asla incitmeyeceğini fakat bazen destek ve kuvvetini deneyecek davranışlarda bulunacağını anlayacak duyarlı bir zeka verdim. Tek zayıflık olarak kadınlara bir gözyaşı verdim... Kadını güzel yapan şey ne saçı ne vücudune de kendini ne şekilde taşıdığıdır. Kadını esas güzel yapan sevgisini paylaşabilmesifedakarlığı sorumluluğu anlayışı sadece bilgiye değil aynı zamanda kalbe de yönelik aklıdır.

biqboy
10-08-2009, 08:21 PM
iyilik ve vefa...

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar: "Ey insan ne olur yardım et bana peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler." Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar köylü "görmedim" der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir ağzını açar kurdu dışarı salar. "Çok teşekkür ederim" der kurt "Bana büyük bir iyilik yaptın" "Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye baslar. "Bir dakika" diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum çok bitkin düştüm açım kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok." Köylü şaşırır: "Olur mu ben senin hayatını kurtardım." "Yapılan iyiliklerden verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt. "Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım." Bir süre tartıştıktan sonra ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. " Ne vefası " der kısrak " Ben sahibime yıllarca hizmet ettim arabasını çektim taylar doğurdum gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya kovdu... " Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek " Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum yabancılara saldırırım ama o beni her gün tekmeler sopayla vurur..." Kurt köylüye döner "İşte gördün" der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk birine daha soralım sonra beni ye" diye cevap verir. Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri artışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için aaaiflenir. " Her şeyi anladım da" der tilki "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?" Kurt bir şeyler söyler tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..." İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve "Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner "Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın" der. Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter: "Haklıymışsın kurt yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..."

biqboy
10-08-2009, 08:21 PM
eleştiri...

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış.. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş: "İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.

biqboy
10-08-2009, 08:22 PM
yanlış kararlar...

Usta'ya başarısının sırrını sormuşlar. - İki kelime demiş:
- Doğru kararlar.
Hepimizden farklı olarak sürekli doğru kararları nasıl alabildiğini sormuşlar.
- Tek kelime demiş:
- Tecrübe.
İyi de kardeşim bu tecrübe denen şeyin sırrı neymiş? Usta deriiin bir iç geçirmiş ve şöyle demiş:
- Yanlış kararlar!

biqboy
10-08-2009, 08:22 PM
çanta...

Genç yönetmen yeni filmi için yüzü düzgün kamera karşısında rahatdüş gücü gelişkin bir kadın oyuncu arıyordu. Gazeteye ilan vererek adayları davet etmişti. Gün boyu peş peşe girdiği mülakatlardan yorgundu. O kendine yeni bir kahve koyarken sıradaki oyuncu adayını içeri aldılar.Alımlı genç kız yüzünde meraklı bir tebessümle deneme kamerasının karşısına oturdu ve yönetmenle sohbete başladı. Adı Emile Muller'di. Kısa hasbıhalden sonra yönetmen değişik bir şey denemiş olmak için "Çantanızı açıp bana içindekileri birer birer anlatır mısınız?" dedi. Genç kız arkadaki çantaya uzandı. Fermuarını açtı. Önce eline gelen iri kırmızı elmayı çıkarıp anlattı: "Bu elmayı sabah aaagah başında meyvelerini parlatırken gördüğüm manav hediye etti. Çok iştahlı bakmış olmalıyım." Sonra bir kitap çıkardı. Henüz kitabın ilk sayfalarında olduğunu ve okuduğu satırlardan çok etkilendiğini anlattı. Romanın baş kahramanının dalaverelerinden söz etti. Ardından bir gazete çıkardı:İş aranıyor ilanını orada okumuştu. Listede başvuracağı başka işler de vardı. Sonra makyaj çantası ajandası ve not defteri... Yönetmen bu sonuncudan rasgele bir sayfa çevirip okumasını isteyince defteri açıp mahcup bir edayla okudu genç kız... Özel duygulardı okudukları...Derken çantanın gizli bölmesine attı elini... Oradan iki fotoğraf çıkardı. Biri uyuyan genç bir adam fotoğrafıydı: "Sevgilim" diye açıkladı: "Fotoğraf çektirmeyi hiç sevmez de... Ancak uykudayken çekebiliyorum fotoğrafını..." İkinci fotoğrafın annesinin evlenmeden önceki hali olduğunu söyledi. O halini şimdikinden daha çok seviyordu. Genç kızın çantadan çıkarıp büyük doğallıkla anlattığı her bir nesne bir yap bozun parçaları gibi onun hayatından kesitler sunuyordu. Bu oyun 15 dakika kadar sürdü. Sonunda yönetmen Emile'e teşekkür etti. Çıkarken kapıdaki görevliye telefonunu bırakmasını söyledi. "Arkadaşlar gelecek hafta sizi arar" dedi. Emile çıkarken yönetmenin asistanı girdi içeri... Dışarıda bekleyen daha pek çok aday vardı. Yönetmen gerindi. Kısa bir mola vermek istediğini söyledi. Hala aradığını bulamamıştı. Yeni bir kahve doldururken karşısındaki sandalyeye asılı çantaya ilişti gözü... Biraz önce içindekilerin birer birer anlatıldığı çantaydı bu... Telaşla asistanını uyardı: "Giden kız çantasını unutmuş hemen koşup yetiştirsene..." Asistan kız sandalyeye baktı ve "Yoo... O benim çantam" dedi. Yönetmen koltuğundan ok gibi fırlayıp kapıya seğirtti. Aradığı oyuncuyu bulmuştu. 20 dakikalık bu siyah - beyaz Fransız filmini geçen hafta 10. Avrupa Filmleri Festivali'nde izledim. Kısa filmin adı filmdeki kızın adıydı: "Emile Muller" Yönetmeni:Yvon Marciano...Konusu:"Hiçbir güç düş gücü kadar güçlü değildir."

CAN DÜNDAR

biqboy
10-08-2009, 08:22 PM
hasta bir çocuk...

Çin düşünürü Lao Tzu'nun öyküsü........ Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at bir at değil benim için; bir dost insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak bu atı sana bırakmayacakları çalacakları belliydi. Krala satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor." Lao Tzu öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi akıl düşünmeyi dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz." Lao Tzu

biqboy
10-08-2009, 08:23 PM
kavak ağacı...

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve günesin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: "Sen kaç ayda bu hale geldin agaç?" "10 yılda" demiş kavak "10 yılda mı?" diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak "Ben neredeyse 2 ayda seninle aynı boya geldim bak!" "Dogru" demiş agaç "doğru" Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üsümeye sonra yapraklarını düşürmeye soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormus endişeyle kavağa: "Neler oluyor bana agaç?" "Ölüyorsun" demiş kavak "Niçin?" "Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için"

biqboy
10-08-2009, 08:23 PM
hac...

Vakit gece yarısı... Ortada ses sada yok... Uzaktan bir iki köpek havlaması duyuluyor o kadar. Rıfkı amcanın yüreği kıpır kıpır... Akşam üzeri hac işlemini birlikte yaptırdığı müstakbel hacı arkadaşlarıyla vedalaşmış evine gidiyor. Birkaç gün sonra Allah nasip ederse mukaddes topraklara doğru yola çıkacaklar... Bu duyguyu ailesi ve çocuklarıyla paylaşmak için aceleci... Tenha sokakta ilerlerken loş ışığı henüz sönmemiş bir evin önüne geldiğinde pis bir koku burnunun direğini kırıyor. Öyle pis koku kimidesi bulanıyor. "Üüffff!" diyor gayri ihtiyari "Bu ne pis bir koku Allahım. Leş kokusu bu be..." Koku sebebiyle sağına soluna bakınırken loş ışıklı penceireden bir ses duyuyor ağlamaklı: -Anne pişmedi mi daha? Durup içeriye kulak kabartıyor. Duyduğu ses yüreğini dağlıyor: -Az daha sabret yavrum. Az kaldı. Bir başka çocuk sesi. Diğer kardeşi olmalı. -Anne çok acıktım. -Tamam oğlum pişiyor işte. Pis koku insanın midesini bulandırıyor. Öğürmemek için çaba gerek. Peki yavrularını teselli etmek isteyen annenin sesindeki mahzunluğa ne demeli... Rıfkı amca duramıyor: "Ben altmış yaşıma gelmiş bir ihtiyarım. Merak ettim yahu. Bir gidip soracağım." diyor kendi kendine. O zamanlar terör nerde öyle anarşist nerde? Kimin aklına gelir art niyet... Üstelik biraz araştırsan herkes birbirini tanır. Hele Rıfkı amca ki Erzurum'da bilmeyen çıkmaz. Biraz da bu cesaretle burnunun direği kırılsa da çalıyor kapıyı. Bir iki tıklatıyor tabii. Sonunda kapı çekingen bir şekilde gıcırtıyla açılıyor. Tamam işte o leş kokusu içerden geliyor. Ama artık merak kokuyu bastırmıştır. Kapı aralındı işte. Gencecik bir gelin. Otuz otuzbeş yaşlarında. Yüzüne yaşmak denilen cilbabını çekmiş kapı aralığından soruyor: -Kim o? -Benim kızım ismim Rıfkı. -Ne istersiniz? -Yoldan geçiyordum. Sesler duydum. Halinizi merak ettim yavrum. Müsaade ederseniz bu meraktan kurtulmak istiyorum. O esnada zaten çocuklar da annelerinin eteğinden tutarak kapı aralığından bu meçhul adama bakıyorlar niçin geldiğini anlamak istercesine... Rıfkı amca üstleri başlan loş ışıkta bile perperişan olan bu çocukların halini görünce koyveriyor kendini. Dünyası allak bullak oluyor. Ne haccın sevinci kalıyor yüreğinde ne az önceki manevi heyecan. O yürek şimdi bir sorumlulukla sarsılıyor. Bir mü'min olarak bu gece vakti iki küçük çocukla bu tenha sokakta loş ışığın altında hayat mücadelesi veren bu sahipsiz genç kadının halinden sorumlu hissediyor kendini. -Kimin kimsen yok mu kızım? -Yok amca. Kocam öleli iyice naçar kaldım. -Evine misafir olabilir miyim? -Buyur gel ama... Cümlenin sonundaki "ama"nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor Rıfkı amca. "Ne oturtacak misafir odam var ne ikram edecek bir kahvem" denilmek isteniyor. Ne fark ederdi ki Rıfrı amca ne misafir köşesine kurulmak ne de kahve içmek istiyor. Onun tek derdi bu kimsesiz ailenin halini öğrenmek. Öğreniyor tabi. Yüreği kıyım kıyım kıyılarak öğreniyor. Kapıdan içeri girer girmez dayanamayıp soruyor: -Kızım bu pis koku ne Allasen. Susuyor genç kadın. Dudaklan titriyor. Gözlerinden aşağı inen yaşları fazla saklayamıyor. Başını kaldırıp şöyle bir bakıyor gece yarısı belki de Allah tarafından gönderilen nur yüzlü ihtiyara. -Söyle yavrum çekinme söyle. -Ölmüş köpek eti amca... Ardından hıçkırıklarını koyveriyor anne. Başını Rıfkı amcanın omuzuna koyup babasına sarılır gibi çaresizliğini anlatıyor: -Çocuklarım aç amca. Kimsem yok. Ne yapaydım? Kime gideydim... Rıfkı amca taş mı sanki? Kim dayanır o hale? Koskoca adam çocukluğundan beri ilk kez hıçkırarak ağlıyor hem de çocuklar gibi: > -Allahım affet... Allahım affet!.. Çocuklar melül melül annesiyle birlikte ağlayan ak saçlı adamın yüzünden aşağı süzülen yaşlara bakadursunlar Rıfkı amca ani bir kararla anneyi omuzundan tutuyor: -Tamam kızım artık ben yanındayım. Sen benim kızımsın bunlar da torunlarım. Hemen indir o leşi ocaktan. Bekleyin ben yarım saate kalmaz gelirim. Kimsede konuşacak hal yok. Rıfkı amca kapıdan çıkar çıkmaz ardından atlı kovalarcasına koşuyor. Hem koşuyor hem söyleniyor: -Hacca gitmiyorum bu sene... Hacca gitmiyorum... Allahım affet... Hacca gitmiyorum... Kendi evine vardığında evdekilerin yüreği ağzına geliyor. Eyvah babalarına ne oldu? Öyle ya Rıfkı amcanın göğsü körük gibi inip kalkıyor. -Baba bu ne hal. -Hemen dediğimi yapın! -Tamam da baba? Ardından talimatlar yağdırıyor herkese: -Hanım kullanmadığın ne kadar tabak çanak varsa hepsini çıkart. Yastık yorgan halı kilim ne varsa çıkartın. Bu telaş üzerine Rıfkı amcanın diğer çocukları da başına üşüşüyor. Ama baba bu. Kimse bir isteğim ikileyemez. Öyle bir saygı var o zaman. Rıfkı amca hem ağlıyor hem oğluna kızına torunlarına emirler yağdırıyor tatlı tatlı: -Sen badana boya için kireç vs tedarik et; sen keser çekiç çivi falan ayarla. Sizler yastık yorgan çarşaf çıkartın. Sen un yağ şeker gibi erzak hazırla... Haydi hemen yola çıkacağız! "Eyvaah" diyor aile "Rıfkı amca hac sevdasıyla aklını oynattı." Çünkü gece gündüz hac için hazırlık yapan bu adam birden ne oldu da bu hale geldi? "Tamam bu iş burda bitti" diyor aile. Ama bakalım ne olacak? Yarım saat sonra baba önde yastık yorgan mala çekiç tencere tabakailesi ardında. Rıfkı amca yine aynı heyecanla kapıyı tıklatıyor. "Geldik yavrum geldik!" diyor. Rıfkı amcanın ailesi gördüğü manzara karşısında şaşkın. Herkes nerdeyse küçük dilini yutacak. Ama az sonra işin sırrı anlaşılıyor. Bu kez görev taksimatı hemen aracıkta yapılıyor. Mağdur anne ve çocukları hemen Rıfkı amcanın evine misafir olarak götürülüyor. Çocukların yemekleri hazırlanacak. Güzelce yıkanıp temizlenecek ve karınları doyurulacak. Orda kalanlar da kadıncağızın evini oturacak hale getirecekler. Sabaha kadar evin altı üstüne getiriliyor. Biri kapıyı pencereyi tamir ediyor. Biri boyayı badanayı başlatıyor. Yastıklar yorganlar yerleştiriliyor. Kilimler seriliyor. Ev sabaha bayram evi gibi hazırlanıyor. Üstelik o gürültüyü ne bir komşu duyuyor ne kimse rahatsız oluyor hayret!.. Sabah ezanlanyla birlikte herşey tamam... Rıfkı amca ertesi gün huzura kavuşmuş belli... Sakinleşmiş halde çocukları tekrar evinde ziyaret ediyor. Erzak getirilmiş çuval çuval... Ayrıca hacca gitmek için ayırdığı parayı da genç anneye teslim ediyor. -Amca Allah senden razı olsun. Allah gönlüne göre versin. Birkaç gün sonra... Hacı adayları yola revan oluyorlar... Rıfkı amca arkadaşlarını yolcu ederken bir garip halde. O mübarek topraklara gidemediği için yüreği buruk. Gerçi çaresiz bir annenin imdadına yetiştiği için de huzurlu. Bu garip duygularla yol arkadaşlarını uğurlayıpmahzun bir şekilde arkalarından el sallarken Rıfkı amcanın çocukları babalarının bu haline doğrusu çok üzülüyorlar. İkibuçuk ay boyunca hacdan dönen arkadaşlarının yolunu gözlüyor Rıfkı amca. Hiç olmazsa onlardan dinleyecek o mübarek yerleri... Ama Rıfkı amcanın ailesi bir kere daha şaşıracak. Çünkü hacdan dönen arkadaşlarının soluk aldığı ilk yer Rıfkı amcanın evi. Herkes Rıfkı amcaya gelip hürmetle elini öpmek için eğiliyor. Rıfkı amca bile şaşkın: -Hayırdır hacdan dönen sizsiniz. Ben size gelecekken? -Sen oradaydın. Bizden sonra nasıl gittin? Bizden önce nasıl döndün Hacı Rıfkı? -Yanılmış olmayasınız. -Nasıl yanılırız Hacı Rıfkı Bize bu yeşil akikleri hediye vermedin mi? Rıfkı amcanın buğulu gözleri uzak ufuklara dalıp giderken hacı arkadaşları hala ellerindeki yeşil akikleri Rıfkı amcaya gösterip onu inandırmaya çalışıyorlardı.KAYNAK: Moral Dergisi Ocak-Mart 2003 s.20-21

biqboy
10-08-2009, 08:23 PM
kınalı ali...

Üstteğmen Kemal cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir taraftan da onlarla laflıyordu nerelisin gibi sorular soruyordu. Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü. Merakla adın ne senin evladım' der . Gocuk 'Ali' diye cevap verir. Nerelisin? der. Ali Tokat Zilede'nim der. Peki evladım bu kafanın hali ne?' Ali 'anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım der. Neden? der komutan. Ali 'bilmiyorum komutanım' der: Peki gidebilirsin Kınalı Ali' der. O günden sonra herkes ona Kınalı Ali der. Herkes kafasındaki kınayla dalga geçer. Kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır. Bir gün ailesine mektup yazmak ister. Ali'nin okuma yazması da yoktur arkadaşlarından yardım ister ve hep beraber başlarlar yazmaya. Ali soyler arkadaşları yazar 'sevgili anne babacım ellerinizden operim ben burda çok iyiyim beni merak etmeyin' diye başlar. Kız kardeşini kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır. Kendilerini merak etmemesini kendileri var oldukça düşmanın bir adım bile ilerleyemeyeceğini yazdırır. Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve yazının sonuna anasına NOT düşer: Ali nin kendisinden hemen sonra askere gelicek bir kardeşi daha vardır. 'Anacağım kafama kına yaktın burda komutanlarım ve arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler sakın kardeşim Ahmet'e de yakma onla da dalga geçmesinler der ellerinden öptüm' diye bitirir. Aradan zaman geçer. Ingilizler kati netice almak için tüm güçleriyle Gelibolu'ya yüklenirler. Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşmüşlerdi. Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli olmamış onların sayılarıda epey azalmıştı gelibolu düşmek üzereydi kınalı Ali'nin komutanı da olayı görüp yerinde duramıyordu. Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Onlar yeni gelmişti onları insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu yere dua ediyordu. Komutanların bu düşünceli hali gören ve durumun vehametini bilen Kınalı Ali ve arkadasları komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini söylerler. Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz gönderir. Kınalı Ali'nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit olmuştur. Aradan zaman geçer. Kınalı Ali'nin ailesine yazdığı mektubun cevabı gelir. Komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp okumaya karar verirler. (bu mektubun asli Çanakkale müzesinde sergilenmektedir) Babası anlatır. Ali' nin. 'Oğlum Ali nasılsın iyimisin gözlerinden öperim selam ederim dedikten sonra öküzü sattık paranın yarısını sana yarısınıda cepheye gidecek kardeşine veriyoruz şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için yorulmuyorum da siz sakın bizi merak etmeyin bizi düşünmeyin der köyü akrabalarını anlatır ve mektubu bitirir Ali ananın da sana diyeceği bir şey var' Anasını anlatır: ' oğlum Ali yazmıssın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler kardeşime de yakma demissin kardesine de yaktım komutanlarına ve arkadaslarına söyle senle dalga geçmesinler bizde 3 seye kina yakarlar 1- Gelinlik kıza gitsin ailesine çocuklarına kurban olsun diye 2-Kurbanlık koç a ALLAHA kurban olsun diye 3- Askere giden yiğitlerimize vatana kurban olsun diye..... gözlerinden öper selam ederim ALLAHA emanet olun' Mektubu okuyan Ali'nin komutanı ve diğerleri hıçkıra hıçkıra ağlamaktadırlar.

biqboy
10-08-2009, 08:24 PM
ümit taşı...

Küçük çocuk deniz kenarında gördüğü yassı bir taşın güzelliğine hayran olmuştu. Mutlaka bir mücevherdi bulduğu. Şekli de bir insan kalbi gibiydi. Üstelik parıl parıl parlamaktaydı. Çocuk taşı avuçlayıp eve koştu. Ve onu büyük bir heyecanla babasına uzattı. Adam yavrusunun soğuktan morarmış avucundaki taşın birbirine sürtüldüğünde kıvılcım çıkaran bir çakmak taşı olduğunu hemen anladı. Fakat bunu ona söylemedi. Küçük çocuk rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve o paranın bir bölümüyle bir de top alacağına inanıyordu. Fakat babası buna yanaşmıyordu. Çocuk işin kendisine düştüğünü anladığında tatilde simit sattığı çarşıya gitti. Kuyumcu vitrinleri göz kamaştıran ışıkların aydınlattığı altın kolyelerle doluydu. Bir de elindeki taşın çok daha küçük olanlarıyla süslenen pahalı yüzüklerle. Çocuk en gösterişli mağazayı gözüne kestirdikten sonra bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride dükkan sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Müşteri olarak da kürk mantolu bir hanım. Küçük çocuk biraz sonra içeri girdi. Ve cebinden çıkardığı taşı dükkan sahibine uzatarak: "Bu pırlantayı deniz kenarında buldum efendim. Eğer isterseniz size satarım." Dedi. Adam taşa uzaktan bir göz atıp: "O sadece basit bir çakmak taşı. Bütün sahil o taşlarla doludur." Dedi. "Hayır!" diye atıldı küçük çocuk. "İsterseniz ıslatın ne kadar parladığını göreceksiniz." Dükkan sahibi zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve çocuğu kolundan tutup atmayı planlıyordu. Kadın onun niyetini sezmişti. Çocuğun taşına yakından bakıp: "Tam istediğim şey!" Diye gülümsedi. "Onu bana satar mısın?" Küçük çocuk taşının gerçek değerini anlayan biriyle karşılaşmış olmaktan son derece mutluydu. Kadının cebine doldurduğu paralar ise aklını başından almıştı. Defalarca teşekkür ettikten sonra koşarak uzaklaştı. Kadın elindeki taşı kuyumcuya vererek ona bir zincir takmasını istedi. Belli ki mücevher gibi taşıyacaktı. Dükkan sahibi yapmış olduğu ikazı anlamadığı için kadının aldandığını düşünüyordu. Bu yüzden: "Söylemiştim ama tekrar edeyim! Satın aldığınız şey basit bir taştır." Kadın önce pırlanta kolyesine daha sonra da yüzüğüne bakarak: "Zannetmiyorum!... O taş bence bunlardan daha değerli çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor..." dedi...

biqboy
10-08-2009, 08:24 PM
karadutun hikayesi...

Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı ask beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı. İki evin arasında gizli bir çatlak vardı aileleri bunu bilmezler onlarda *******i burda bulusur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe ağaca Piremus dan önce varmıştı. Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bi mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarbını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı. Kocaman aslan ağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe nin esarpını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe yi öldürerek yediğiydi. Tispe siz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına kıymaktı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus un cansız vucudu yerdeydi ve elinde Tispe nin düsürdüğü eşarpını tutuyordu. İlk önce genç kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir şeyi anlayamamıştı. Ama esarpı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı. Bir an ve mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmisti. Ve onun öldüğünü düşünen Piremus askı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünnmeden hançeri aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremusun bendeninin üstüne yığıldı. O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzlestirmek istediler ve bu ciftin üstünde duran agacı bunların askına adadılar. Piremusun kanını bu ağacın meyvelerine Tispenin gözyaslarını ise ağacın yapraklarına verdiler. O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini (Piremusun kan lekesini) dut ağacının yaprakları (Tispenin gözyasları) temizler.. Bilirmisiniz dut agacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini göreceksiniz.

biqboy
10-08-2009, 08:24 PM
hazine kitabı...

Büyük Selçuk Sultanlığı döneminde İran'ın ufak bir şehrinde tek oğlu olan dul bir kadın yaşıyormuş. Dünyadaki hayatının sonuna gelmiş olduğunu hissedince oğlunu çağırmış ve ona şöyle demiş: "Çok güçlük içinde yaşadık çünkü fakiriz; ama sana büyük bir zenginlik emanet ediyorum. Onu bana güçlü bir büyücü hediye etmişti. İçinde muazzam bir defineye ulaşmak için bütün gereken işaretler mevcut. Benim bunu okuyacak ne takatim ne de zamanım var. Şimdi onu sana emanet ediyorum. Talimatları uygula çok zengin olacaksın!" Annesini kaybetmenin verdiği derin üzüntü geçtikten sonra oğul o eski ve değerli büyük kitabı okumak üzere almış. Kitabın baş kısmında şöyle yazıyormuş: "Hazineye ulaşmak için sayfa atlamadan okuyunuz. Eğer hemen netice kısmına aktarsanız kitap bir sihirle kendiliğinden yok olacak ve hazineye erişemeyeceksiniz." Bundan sonra ise uzak bir ülkede birikmiş olan zenginliğin miktarından bahsediliyormuş ve ayrıca bu hazinenin bir mağarada çok iyi korunmakta olduğu da yazılıyormuş. İlk sayfalardaki Farsça metin bir yerde kesilmiş ve bundan sonrası Arapça devam ediyormuş. Kendini şimdiden zengin olarak görmekte olan genç başkaları da bu sırrı öğrenip üstelik de kendisine yanlış bilgi vererek hazineye sahip olmasınlar diye metni tercüme ettirmeye teşebbüs etmemiş. Onun yerine büyük bir ihtirasla Arapça öğrenmeye başlamış. Sonunda metni mükemmel şekilde okuyacak hale gelmiş. Fakat bir noktadan sonra kitap Çince devam ediyormuş. Sonra da başka lisanlar geliyormuş. Genç adam azimle ve sabırla bunların hepsini çalışmış. Bu arada yaşamak için gereken parayı da bu öğrenmiş olduğu lisanlardan temin etmeyi başarmış ve bir süre sonra da başkentin en iyi tercümanlarından biri olarak tanınmış. Böylece bir zaman sonra hayatı toparlanmaya başlamış. Birçok lisanda yazılmış bir dolu sayfadan sonra kitapta bu hazinenin nasıl idare edilmesi gerektiğine dair talimatlar varmış. Buraya geldikten sonra genç adam istekli bir şekilde iktisat ve ticaret öğrenmiş; ayrıca hazineyi bir kere ele geçirdikten sonra aldatılmalara maruz kalmamak için kıymetli :-):-):-):-)llerin ve mücevherlerin menkul eşyaların ve gayrimenkullerin değerlerini belirlemeyi de öğrenmiş. Bu arada daha iyi bir hayat sürdürebilmek için de öğrendiklerini uyguluyormuş. Hatta onun çok lisan bilen ve maliyeden iyi anlayan biri olarak şöhreti saraya hatta krala kadar ulaşmış. Ona önceleri bazı ufak vazifeler tevdi eden kral sonunda onu krallığın genel valisi olarak tayin etmiş. Bir çok önsözden sonra kitap sonuna doğru gereken daha teknik konular giriyor ve büyük kapı nasıl inşa edilir vinç nasıl kurulur mağaraya erişmek için bocurgat nasıl kurulur büyük taş kapılar açılırken büyük taş kütleler nasıl çıkartılır yol yapımında yolları düzlemek için dolambaçlı yerler nasıl doldurulur ve buna benzer konuları anlatıyormuş. Bu sırrını asla hiç kimseyle paylaşmayı düşünmeyen ve dolayısıyla hiç kimseden yardım almayan o dul kadının oğlu böylece bilgili ve sayılan bir kişi olmuş. Daha ssonra mühendislik ve şehir planlamacılığı çalışmış. Nihayet kültürü çok takdir eden kral onu vekili ve sarayın mimarı atamış ve derken sonunda vezirliğe ükseltmiş. Gerçekten tüm krallıkta onun kadar ilme yatkın bizim Hazine Kitabı'nı okuyacak kadar kabiliyetli bir kişi yokmuş. Artık son sayfaya gelmiş ve hatta bu son sayfayı okuyacağı aynı gün şahın kızı ile evlenecekmiş. En son yaprağı çevirip şu son cümleyi okumuş: "Bilmek en büyük hazinedir!"

biqboy
10-08-2009, 08:25 PM
köylü kadın...

Genç kız el aynasında makyajını kontrol etti; "Gayet iyi" dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran rahat yaşayan biriydi. Cep telefonu çaldığında akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı arayan annesiydi. - Alo.kızım nasılsın? - İyiyim anne. Ne oldu * - Sana bir surprizim var. - Surpriz mi? - Evet.Çok eski bir arkadaşım dostum şehrimize gelmiş.. - Eee kimmiş. - Kim olduğu surpriz. Fakat onu senin almanı istiyorum. - Ben mi? - Evet senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum. - Anne ben böyle şeyleri sevmem kendin halletsen. - Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir. - Amaaan. Peki peki. Nasıl tanıyacağım. -Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim. O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak. -Tamam anne..tamam. - Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum. Üniversiteyi bitireli hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim. - Hemen darılma tamam dedim ya. O nasıl tamam demekse. neyse hadi o zaman izin al da çık bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim. Genç kız izin alıp çıktı. Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralılüks eğlence yerlerine giderlerdi. Annesinin tarif ettiği girişteki ilk masayı buldu boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. "-Annemin arkadaşı çabucak gelse de şunlardan kurtulsam" diye düşündü. Köylü kadın çekinerek seslendi; - Afedersin kızım bir şey sorabilir miyim? "Kızım" diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu. - Ne var adres mi soracan! .. Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı; - Hayır kızım başka bir şey soracaktım. - Sizin gibi cahiller ya adres sorar ya para ister. Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. "-Nihayet." diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu. Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü; - Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla. Fakat ağlamayla benden bir şey koparacağını sanma tamam mı. Kadın dayanamadı; - Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına torununun yanında hakaret mi ettim! . - Oooo... laf yapmayı da biliyormuş -Anlaşıldı kızım sen üniversite bitirmiş çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim. Yaşlı kadın küçük kızı alıp masadan kalkarken boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi. Bir süre sonra genç kızın annesi parkta yanına geldi. - Merhaba kızım Zeynep teyzen nerde? - Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş. - Allah Allah! ... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı. Genç kız bir an durakladı. -Küçük bir kız mı? - Evet - Anne! . biz zengin kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin kültürlü biridir değil mi? - Kültürsüz değil ama zengin değil. - Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme. - Köyden gelen kadına ne denir ki! .. - Oh. iyi iyi köylü kadınları karşılmaya beni gönderiyorsun. - Kızım o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. ' - Gün gelir bir ihtiyacım olduğunda ben kapınızı çalarım'. Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı. -Ne istiyormuş? - Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak kayıt için okula götürecek. - Anne o köylü kadına ne borcun olabilir ki anlayamadım? Annesi kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı; - Kızım sen bebekken biz köydeydik. - Eee. - Sana yıllar önce bahsetmiştim köydeyken evimiz yandı biz de inekleriatlarıtarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük demiştim. -Evet hatırladım. - O yangınla ilgili bir ayrıntıyı seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık. - Herhalde şimdi anlatacaksın. - Baban evde yoktu ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz işte o rüzğar bazen ters esiyormuş yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu. - Niçin? - Seni kurtarırken sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım bak makyajın akıyor ağlama. Hah! .. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı.

biqboy
10-08-2009, 08:25 PM
çapkın kayıkçı...

Bir zamanlar Istanbul'un kayıkçıları arasında çapkınlıgıyla meşhur bir kayıkçı varmış. Adam o kadar çapkınmış ki kayığına binen her hatunla bir macerası olurmuş. Bunu duyan dişli kendine güvenen bir kadın; kim bu adam görelim bakalım bana ne yapabilecekmiş" diyerek inmiş iskeleye. Araştırıp sormuş ve kayıkçıyı bulmuş. Hemen kayığına binmiş ve denize doğru açılmışlar. Kayıkçı bir kürek çekmiş ve - "Derleeerrr" demiş. Bir kurek daha cekmiş yine - "Derleeerr" demiş bir kürek daha cekmis - "Derleeerrr" diyerek devam etmiş.. Kadın dayanamamış sormuş; - "Bey söylesene Allah aşkına ne derler" Kayıkçı şöyle bir bıyığını burmuş ve; - "Sen bu kayığa bindin ya" "Artık vermesen de verdi derleeerrrr..."

biqboy
10-08-2009, 08:26 PM
mümkün olsaydı...

Çocuğumu yeniden yetiştirmem mümkün olsaydı: Ona işaret parmağımı kaldırıp yasaklar koymak yerine parmaklarıyla resim yapmayı öğretirdim. Hatalarını daha az düzeltir onunla daha cok yakınlık kurmaya çalışırdım. Onu sadece gözlerimle izler saat kısıtlamaları koymazdım. Daha bilgili olmaya çalışır daha cok şefkat gösterirdim. Onunla daha çok yürüyüşlere çıkar uçurtmalar uçururdum. Ona karşı ciddi bir tavır içinde olmak yerine onunla oyun oynardım. Onunla kırlarda koşar yıldızları seyrederdim. Onunla daha az çekişir ona daha çok sarılırdım. Önce benlik saygısı kazanmasını sağlar sonra bir ev almaya çalışırdım. Ona her zaman katı davranmaz onu daha çok onaylar ve yüreklendirirdim. Güç konusunda daha az ders verir sevgi konusunda daha çok şey öğretirdim. - Diane Loomans.

biqboy
10-08-2009, 08:26 PM
dinle oğlum...

Dinle oğlum: Bunları sen küçük ellerinden biri çenenin altında yumruk olmuş sarı saçların terden ıslanmış alnına yapışmış bir halde uyurken söylüyorum. Odana gizlice tek başıma girdim. Sadece birkaç dakika önce kütüphanede oturmuş gazetemi okurken güçlü bir pişmanlık dalgası her tarafımı sardı. Suçluluk içinde kalkıp yatağının başucuna geldim. Düşündüklerim şunlardı oğlum: Sana kızmıştım. Okula gitmek için hazırlanırken yüzünü havluyla şöyle bir sildin diye sana bağırmış ayakkabılarını temizlemediğin için seni azarlamıştım. Eşyalarını yere attığın için öfke içinde haykırmıştım. Kahvaltıda da hata buldum. İçeceklerini etrafa sıçrattın yiyeceklerini alel acele yedin. Dirseklerini masaya koydun ekmeğine tereyağını çok kalın bir tabaka halinde sürdün. Sen oynamak ben de trene yetişmek için çıkarken bana döndün elini salladın ''Güle güle baba'' dedin. Ben ise irkildim ve ''omuzlarını dik tut'' cevabını verdim. Öğleden sonranın geç saatlerinde herşey yeniden başladı. Eve gelirken seni dizlerinin üstünde eğilmiş misket oynarken gördüm. Çoraplarında delikler vardı. Seni arkadaşlarının önünde benimle eve gelmeye zorlayarak aşağıladım. Çoraplar çok pahalıydı ve eğer parası senin cebinden çıkıyor olsaydı daha dikkatli olurdun. Bir düşün oğlum bunlar bir babanın lafları. Daha sonra ben kütüphanede okurken gözlerinde acı dolu bir bakışla nasıl çekingen çekingen içeri girdiğini hatırlıyor musun? Gazetenin üstünden rahatsız edilmiş olmanın verdiği sıkıntıyla sana baktığımda kapıda durakladın. Ben ise ''ne istiyorsun'' diye kükredim. Hiç birşey söylemedin ama aceleyle bana doğru koştun kollarını boynuma dolayıp beni öptün. Küçük kolların Tanrı'nın yüreğine yerleştirdiği sana yaptıklarımın bile solduramadığı o büyük sevgiyle boynumu sıkıyordu. Sonra koşa koşa merdivenlerden çıkıp gittin. Evet oğlum bundan hemen sonra gazetem ellerimden kaydı ve müthiş bir korku her yanımı sardı. Adetlerim bana neler yaptırıyor? Hata bulma adetim azarlama adetim. Sana bir çocuk olduğun için verdiğim ödül bu mu? Seni sevmediğimden değil ama bir çocuktan çok fazla şey beklemiştim. Seni kendi ölçütlerimle değerlendirmeye kalkıyordum. Oysa karakterinin o kadar iyi o kadar güzel yanları vardı ki. Küçük yüreğin dağların ardından söken şafak kadar büyüktü. Ve bunu gelip bana iyi ******* öpücüğü vererek gösterdin. Bu akşam başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta yatağının başucuna geldim ve utanç içinde diz çöktüm. Bu çok yetersiz bir af dileme çabası. Bunları sana sen uyanıkken söylersem anlamayacağını biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle dost olacak sen acı çektiğinde bende çekecek sen güldüğünde ben de güleceğim. İçimden kötü sözler etmek geldiğinde dilimi ısıracağım. Sonra kendime hep şu sözleri söyleyeceğim: O sadece bir çocuk küçük bir çocuk. Korkarım seni sanki bir yetişkinmişsin gibi gördüm. Ama şimdi seni yatağında dertop olmuş yorgun uyurken görüyorum da oğlum küçük bir bebek olduğunu anlıyorum. Daha dün başını omzunun üstüne koyduğun anneciğinin kucağındaydın. Senden çok fazla şey bekledim çok fazla... - W. Livingston Larned.

biqboy
10-08-2009, 08:27 PM
öpücük...

Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. Bir süre önce bir arkadaşım 3 yaşındaki kızını bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen küçük kız ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve " Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım gösterdiği tepki icin kendini suçlu hissetti ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: " Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun? " Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve söyle dedi: " Ama babacığım kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemistim. Hepsi senin icin babacığım.” Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. Gerçek anlamda bakmak gerekirse herbirimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz.

biqboy
10-08-2009, 08:27 PM
mucize...

Sally küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı George'nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak "Anlayamadım" dedi. "Şeyy babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi bir mucize kaç paradır bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız biz burada mucize satmıyoruz sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi iyi giyimli adam. Adam bir eline parayı aldı öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!...

biqboy
10-08-2009, 08:27 PM
ayakkabıcı...

Ayakkabıcı yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini öntarafa koyunca çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.. Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda adam dükkandan dışarı fırlayıp: - Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!. Çocuk ona dönerek: - Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik. - Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksikkiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü: - Keşke vicdanımız eksik olacağına ayaklarımız eksik olsa idi. Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp: - Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki? - Çok basit!. dedi adam. Eğer yoksa cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler... Küçük çocuk bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi. Adam vitrine işaret ederek: - Baktığın ayakkabı sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin? Çocuk başını yanlara sallayıp: - Üzerinde 30 lira yazıyor dedi. Almam mümkün değil ki!. -İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp: - Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki? - Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı bu sözlere yatmıştı. Adam devam ederek: - Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu. - İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır. - Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir sattım gitti!. Ayakkabıcı çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam vitrinde olanı çıkarttı.Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek - Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana bunu satsan memnun olurum. - Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı para eder mi? - Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın bence en az 30- 40 lira eder.Küçük çocuk art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra 10 liralık banknotu gerivererek: - Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!.. Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip: - Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.

biqboy
10-08-2009, 08:28 PM
fare kapanı...

Evin minik faresi duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine: - "İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı. - "Evde bir fare kapanı var! evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı. Minik fareyi telaş içinde gören tavuk umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: - "Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın" dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla koyunun yanına koştu ve - "Evde bir fare kapanı var! evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. koyun anlayışla karşıladı ama - "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol" dedi. Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve - "Evde bir fare kapanı var evde bir fare kapanı var!" dedi. İnek ; -"Bak fare kardeş senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi. Sonunda farecik başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı. Çiftçi karısını apar topar doktora götürdü. Doktor zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi koyununu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi. Birisi sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım. Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz.

biqboy
10-08-2009, 08:28 PM
bilge ile köpek...

Bir bilge bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür: -Benim bundan öğrendiğimm şu olduder. -Bir insanın istekleri ile aras?ndaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa istediklerini elde edebilir. Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için.

biqboy
10-08-2009, 08:29 PM
yeni ayakkabı...

Sanki gelecek ay gökten para yağacak. Hem ev sahibim de zengin biri sayılmaz ki. Kimseden borç istemeye de yüzüm kalmadı. 20 milyon da kiraya verince elde 10 kalacak bakkal artık beklemez 5 de ona. Kalan 5 de bir hafta yeter ya sonra?. Adam evine geldiğini farketti. İçeri girdi sıkıntılarını olabildiğince ailesine yansıtmayan biriydi. Yüzündeki sıkıntılı ifadeyi zorla da olsa değiştirdi güler yüzle içeri seslendi; --Alo !. . . kimse yok mu? Bu yorgun ve yaşlı adamı karşılayacak kimse yok mu? Hanımı koşarak geldi ceketini aldı; -Kusura bakma bey geldiğini duymadım. -Eh elimiz boş olunca yüzümüze bakılmıyor ne yapalım. -Öyle deme bey. -Şaka yaptım canım şaka yaptım hemen darılmaaa. . . elim dolu olsa da yüzüme bakılmıyor diyecektim !. . Onun şakalarına alışmış olan karısı bu kez ses çıkarmadı sadece gülümsedi. -Yorgun görünüyorsun. -Biraz yorgunun hanım. -Acıkmışsındır hemen yemeğini getireyim. -Hanım acıktım acıkmasına da zahmet olmazsa başka bir şey rica edecem. -Estağfurullah bey buyur !. . . -Ya sen de yorgunsundur ama ayaklarım çok ağrımış bir leğene az bir su koysan sana zahmet. -Tabi hemen getiriyorum. Adam eşofmanını giyip oturmuştu ki hanımı bir legen suyla girdi. Adam yorgun ayaklarını suya daldırmadan merakla sordu; - Benim tatlı kızım nerde bakayım saklandı mı yaramaz? Anne başını önüne eğdi -Ne oldu bir şey mi var? ?Söylesene canım. -İçerde?ağlıyor. -Ağlıyor mu !. . . Niye? -Ayakkabı istiyor. -Daha önce konuşmuştuk alamayacağımı söylemiştim. Hem ayakkabısı eski değil ki? -Eskidiği için değil arkadaşlarında gördüğü yeni çıkan bir ayakkabıdan istiyor. -Hanım biliyorsun para durumunu? -Ben biliyorum da? -Bir daha konuşayım bakalım benim kızım anlayışlıdır. Çağır gelsin. Kadın kızını çağırdı kalkmak istemeyen kızını zor da olsa ikna ikna etti babasının yanına getirdi. Babası yanına oturttu. Olabildiğince kırmamaya çalışarak konuştu; -Kızım seninle daha geçen akşam konuşmuştum. Ayakkabı alacak kadar paramız yok hem ayağındakiler de eski değil. -Başkası nasıl alıyor? -Yavrum onların durumu daha iyiyse alabilirler. Bizim şimdi iyi değil. Bekle belki bir kaç ay sonra alabiliriz. -Banane arkadaşlarım aldı ben de alacam. Yine ağlamaya başlamıştı. -Ne kadarmış o ayakkabı fiyatını biliyor musun? -4 milyon. -Kızım sana o ayakkabıyı alırsak elimizde para kalmıyor. Getir bakayım sen şimdi giydiğin ayakkabılarını. Kız hışımla getirdi yere attı. Adam çocuğun saygısızlığını görmemezlikten geldi. Küçük çocuklar için böyle heveslerin ne derece önemli olduğunu biliyordu. Hele arkadaşlarından biri onu kıskandırdıysa o küçük dünyasında tüm hayali o ayakkabı olmuştur başka birşey düşünemez bile diye aklından geçirdi. Fakat adamın da yapacak birşeyi yoktu. Çok uzun bir sessizlik oldu adam kızını kırmadan nasıl çözüm bulacağını düşünüyordu. Hanımı ise kocasının ayakkabıların yere atılışına sinirlendiğini düşünüp endişe ile bekliyordu. Adam umutsuzca kızına bir daha sordu; -Kızım bu ayakkabılar hiç de eski görünmüyor bir kaç ay daha giysen. -Eski işte eski giymem. Bunlar eski !. . Adam?ın içi içini yiyordu. Bir medet arar gibi hanımına baktı. Yıllardır sıkıntı içinde yaşayan ama eve her gelişinde güler yüzünü eksiltmeyen vefakar karısı yapacak birşeyi olmadığını göstermek için ellerini iki yana açtı. Adam birden ayağa kalktı giyinmeye başladı. -Kızım madem benim ?Ayakkabın eski değil? sözüme bakmıyorsun giy ayakkabılarını dışarda az öne gördüğüm bir çocuğa soracağız sen soracaksın. Eğer sorduğun çocuk bu ayakkabılar için eski derse veya beğenmezse söz istediğin o ayakkabıları alacağım. Ayakkabı alınmasından tamamen ümitsiz olan kız bunu duyunca heyacanlandı. Hemen hazırlandı. Baba kız el-ele sokağa çıktılar. Hiç konuşmadan bir kaç sokak geçmişlerdi ki babası az ilerdeki köşeyi gösterdi; -Bak şu köşede oturan bir çocuk var hemen hemen senin yaşlarında. Sor bakalım ayakkabıların güzel mi değil mi !. . . Kız hevesle çocuğun yanına koştu ama durdu kaldı. Çocuğun şaşkın bakışları arasında birkaç saniye orda kaldıktan sonra ağlayarak babasına doğru koştu. Soramamıştı. Babası ağlayan kızını bırakıp köşedeki çocuğun yanına gitti. Cebindeki bozuk paraları çocuğun önündeki mendile bırakıp döndü. Çocuk hâlâ ağlayarak uzaklaşan kıza bakıyordu duvara yasladığı koltuk değneklerinin arasından.

biqboy
10-08-2009, 08:29 PM
hamal...

Eski zamanlardı. Yolların olmadığı zamanlar... Demek ki fakirdi bizim gibi çoğunluk bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu... Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.." Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!... "Ne molası dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!.." Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu ondan kuvvetli olduğumu bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu oturdu dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... "Yükünü indirip sen de dinlen" demesine aldırmadım ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu aksi aksi başımı salladım... Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı içtim. Sonra koluma girerek;"Hadi kalk dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. "Ben yılların hamalıyım dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu anlattığım bu insanlara ait... Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara aman ha kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz bugünü yarına taşımak bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var taşıdıklarımızı bekleyenler.

biqboy
10-08-2009, 08:29 PM
tevazu...

Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır.Neden sonra yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak içinineği Hacı Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister.O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli :
-"Helal değildir" diye bu kurbanı geri çevirir.

Bunun üzerine adamMevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır.Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder.Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun kabul etmediğini söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana şöyle der :
-"Biz bir karga isekHacı Bektaş Veli bir şahin gibidir.Öyle her leşe konmaz.O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir."

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergahına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini birde Hacı Bektaş Veli'ye sorar.
Hacı Bektaş Veli'de şöyle der :
-"Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir.Bu yüzdenbir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."

Böylesi tevazu ve incelikle birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan ve toplum olmamız dileğiyle.

biqboy
10-08-2009, 08:31 PM
GECE İLE GÜNDÜZ

Bir bilge adam çölde öğrencileriyle otururken demişki;

"Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?

Tam olarak ne zaman karanlık başlarne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

"Uzaktaki sürüye bakarım "demiş "koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve

"Hocam"demiş"İncir ağacınızeytin ağacından ayırdığım zaman anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge adam uzun süre susmuş.
Öğrenciler meraklanmışlar ve

"Siz ne düşünüyorsunuz hocam?"diye sormuşlar.

Bilge şöyle demiş;

"Yürürken karşıma bir kadın çıktığında güzel miçirkin mi siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona arkadaş diyebildiğimde

ve yine yürürken önüme çıkan erkeğizengin mi yoksulmu diye bakmadan aldırmadan kardeşim sayabildiğimde anlarımki sabah olmuştur

AYDINLIK başlamıştır..."

biqboy
10-08-2009, 08:31 PM
kral ve eşleri

Bir zamanlar büyük ve güçlü bir ülaaai yöneten kralın dört eşi varmış.

Kral en çok dördüncü eşini sever bir dediğini iki etmez her şeyin en güzelini en iyisini ona verirmiş.

Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için onu çok kıskanırüzerine titrermiş.

Kral ikinci eşini de severmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur sorunun çözümünde ona destek verirmiş.

Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven karşılık beklemeden sevensağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen kral bu eşini hiç sevmez ve onunla hiç ilgilenmezmiş.

Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış.

Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yalnız kalmaktan çok korktuğu için eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.

En çok sevdiği dördüncü eşine "Ölüm yolculuğunda bana eşlik etmek ister misin?" diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bir bıçak gibi saplanan kısa ve net "Mümkün değil!" olmuş.

"Hayatim boyunca seni sevdim sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin?" sorusunu üçüncü eşi "Hayır hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim." diye yanıtlamış ve kral bir kez daha yıkılmış.

"Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardim eden sendin. Bu sorunumda da bana yardımcı olur musun?" sorusuna karşı ikinci esinden "Bu sorunun için bir şey yapamam. Olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım." karşılığını almış.

Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesiyle irkilmiş:

"Nereye gidersen git seninle olurum seni takip ederim."

"Ah!" diye inlemiş kral; "Keşke bir şansım daha olsaydı..."

=============================================

Aslında gerçek Yaşamda hepimiz dört eşliyiz...

Dördüncü eşimiz "vücudumuz"! Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.

Üçüncü eşimiz "sahip olduğumuz servet ve statümüz"! Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.

İkinci eşimiz "ailemiz ve dostlarımız"! Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.

Ve birinci eş... "ruhumuz"!

biqboy
10-08-2009, 08:32 PM
korkunun ilacı

Bir Hint masalina gore kedi korkusundan devamli endise icinde
yasayan bir fare vardir. Buyucunun biri fareye acir ve onu bir kediye
donusturur. Fare kedi olmaktan son derece mutlu olacagi yerde bu kez
de kopekten korkmaya baslar. Buyucu bu kez onu bir kaplana donusturur.
Kaplan olan fare sevinecegi yerde avcidan korkmaya baslar. Buyucu
bakar ki ne yaparsa yapsin farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu
eski haline dondurur. Ve der ki "Sen cesaretsiz ve korkak birisin.
Sende sadece bir farenin yuregi var. O yuzden ben sana yardim
edemem."

Unlu yazar Shakespeare bu konuda soyle diyor:

"Insanlarin cogu kaybetmekten korktugu icin sevmekten korkuyor..
Dusunmekten korkuyor sorumluluk getirecegi icin.
Konusmaktan korkuyor elestirilmekten korkttugu icin.
Yaslanmaktan korkuyor gencligin kiymetini bilmedigi icin.
Unutulmaktan korkuyor dunyaya iyi bir sey vermedigi icin.
Ve olmekten korkuyor aslinda yasamayi bilmedigi icin."
Güçlü insan kendi kendini yenebilendir !

biqboy
10-08-2009, 08:32 PM
Gerçek Sevgi

Kadın her sabah olduğu gibi o günde beyaz degneği ve el yordami ile otobüse
binmişti.
Şöför : Soldan üçüncü sira bos hanimefendi dedi.
Kadin 32 yasinda güzel bir bayandi ve esi oldukça yakisikli bir hava subayi
idi. Bundan birkaç ay önce yanlis bir teshis sonucu gerçeklestirilen
ameliyatla gözlerini kaybetmisti genç kadin ve asla göremeyecekti.
Kocasi ameliyattan sonra aci gerçegi ögrenince yikilmis ve kendi kendine
bir söz vermisti. Asla karisini yalniz birakmayacak ona sonuna kadar
destek olacak kendi ayaklari üzerinde durana kadar cesaret verecekti.
Günler geçiyordu. Kadin her geçen gün kendini daha kötü hissediyor çok
sevdigi kocasina yük oldugunu düsünüyordu. Esinin bu içine kapanikkaramsar
hali kocayi çok üzüyordu. Bir an önce bir seyler yapmasi gerekiyordu
karisi günden güne kendi içine kapanik dünyasinda kayboluyordu.
Bütün gün düsündü koca nasil yardim edebilirim güzeller güzeli esime.
Birden aklina esinin eski isi geldi. Geri dönmesini isteyecekti. Ama bunu
ona nasil söyleyecekti çünkü artik çok kirilgan ve nesesizdi. Bütün
cesaretini toplayarak aksam karisina konuyu acti.
Karisi dehsetle gözlerini acti.Ben bunu nasil yaparim ben körüm diye
bagirdi.
Kocasi ona destek olacagini her sabah ise onu kendisinin birakacagini ve
aksam alacagini ve ona çok güvendigini söyledi. Çünkü esini taniyordu ve
bunu basarabilecegini biliyordu.
Kadin büyük bir umutsuzlukla kabul etti çünkü esini çok seviyordu ve onu
kirmak istemiyordu.
Her sabah esini isine birakiyor ve aksamlari aliyordu fedakar koca. Günler
böyle ilerledi karisi eskisinden biraz daha iyiydi. Fakat kocasi daha
fazlasini istiyordu kendisine söz vermisti sonuna kadar gidecekti.
Aksam karisina: Artik ise kendin gidip gelmelisin dedi. Kadin sasirmisti.
Bunu asla yapamayacagini söyledi. Kocasi israr edince onu yine kiramadi ve
bütün cesaretini topladi bunu kendisi de istiyordu ama o
kadar güveni yoktu.
Sabahlari kadin artik otobüs duragina kendisi gidiyor otobüsüne biniyor ve
otobüsten inerek isine gidebiliyordu ..
Günler günleri kovaladi hiçbir problem yoktu. Yine bir gün otobüse
binerken soför :
- Sizi kiskaniyorum hanimefendi dedi.
Kadin kendisine söylenip söylenmedigini anlayamadan neden diye sordu.
Soför
- Çünkü her sabah sizin arkanizdan bir hava subayi genç adam otobüse
biniyor ve bütün yol boyunca sevgi ile size bakiyor otobüsten indikten
sonra yesil isikta yolun karsisina geçmenizi bekliyor siz binaya girdikten
sonra arkanizdan öpücük yollayip size her gün sevgiyle el salliyor dedi."

biqboy
10-08-2009, 08:33 PM
Misketli Çocuk

Yasli adam bir konfeksiyon magazasina ait vitrine uzun uzun baktiktan sonra ilerideki yesillikte oynayan çocuklarin en zayifina dönerek "Küçüüük!" diye seslendi "Bana biraz yardimci olur musun?" Çocuk hafta sonlarinda yaptiklari misket oyununu ilk defa kazanmis olmasina ragmen arkadaslarini birakip geldi.

7-8 yaslarindaydi ve üzerindeki elbiseler "tek kelimeyle" dökülüyordu. Yasli adam çocugun saçlarini oksadiktan sonra: "Vitrindeki elbiseyi giymeni istemistim" dedi. "Bakalim üzerine uyacak mi?" Çocuk bu teklifi ilk önce saka sandi. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte magazaya girerken ilk önce rüyâda olup olmadigini daha sonra da simdiye kadar yeni bir elbise giyip giymedigini düsündü. Genellikle ailedeki büyük çocuga alinan veya komsular tarafindan verilen giyecekler elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardese kalir birkaç sene sonra da dizleri asinmis veya delinmis vaziyette kendisine yamanirdi. Ama "her zaman hasta" dedikleri babasinin ne kadar zor para kazandigini bildiginden bu ise bir kere bile itiraz etmemisti. Simdi ise ilk defa yeni bir elbisesi olacakti. Üstelik de bayrama üç gün kala... Çocuk yasli adamin gösterdigi elbiseleri giydiginde büyümüs oldugunu ilk defa fark etti. Çizgili kadifeden yapilmis pantolon bacaklarinin ne kadar uzun oldugunu ortaya koyarken yeni ceketi de omuzlarini iyice genis göstermisti. Fakat hepsinin üzerine giydigi kaban bir baskaydi ve artik üsümeyecekti. Çocuk biraz önce kazandigi misketleri onun cebine biraktiginda iyice aaaiflendi. Irili ufakli misketler gayet derin olan ceplerin bir kösesinde kalmisti. Demek ki her bir cep en az elli misket alabilirdi. Yasli adam çocugu saga sola döndürdükten sonra elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve is tamamlandiginda aaagâhtara dönerek "Elbiseleri torunuma aliyorum" dedi. "Kendisine sürpriz yapacagim için onlari bu çocugun üzerinde denedim. Ikisinin de boyu falan ayni da..." Çocuk bir anda beyninden vurulmusa döndü ve ne diyecegini bilemedi. Ama artik büyüdügüne göre bir sey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktiktan sonra üzerindekileri yavasça çikararak bir kenara firlattigi eskileri giydi. Adam elbiselerin torununa uyacagindan emindi. Yaptigi hizmet için çocuga bir ciklet parasi vermek istediginde onu yaninda göremedi. Haylaz velet belli ki bu isten sikilmisti. Çocuk arkadaslarinin yanina döndügünde bir kenara çekilerek onlari seyretmeye basladi. Ve bütün israrlara ragmen oyuna katilmadi. Arkadaslari "Niçin oynamiyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmistin. Çocuk inci gibi yaslar süzülen gözlerini arkadaslarindan kaçirmaya çalisirken "Misketlerim bu elbiselere yakismayacak kadar güzeldi" dedi. "Bu yüzden onlari bayramlik kabanimin cebine sakladim."

*** Aslinda her yasta ama farkli sekillerde hep birileri tarafindan kandirilip sonra da bir kenara firlatilmadik mi? Isimizde askta dostlukta arkadaslikta belki ailemizde belki çevremizde... Kimin umurunda "bir baskasinin" duygulari hissettikleri veya kandirilmasi? Gözyaslari ya da kalp kirikliklari? Bir ömür kalan izler? Ne yazik ki külliyen hiç kimsenin... Keske.... Keske.... Farkli olabilseydi her sey. Biraz daha hassas dürüstçe biraz daha yüreklice... Ve biraz daha insanca...

biqboy
10-08-2009, 08:33 PM
Sevgi Sofrası

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:
-Sevginin sadece sözünü edenlerle onu
yaşayanlar arasında ne fark vardır?
-Bakın göstereyim demiş ermiş. Önce
sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları
çağırarak onlara bir sofra hazırlamış.
Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar
içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da
'derviş kaşıkları' denilen bir metre boyunda
kaşıklar. Ermiş sofradakilere "Bu kaşıkların
ucundan tutup öyle yiyeceksiniz." diye
bir de şart koymuş. Peki!" deyip içmeye
teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar
uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan
götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar
beceremiyorlar öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine "Şimdi.." demiş ermiş:
-Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.
Yüzleri aydınlık gözleri sevgi ile gülümseyen
ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.
"Buyurun." denilince her biri uzun boylu
kaşığını çorbaya daldırıp sonra karşısındaki
kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri
diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan. "İşte!" demiş ermiş ve eklemiş:
-Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür
ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim
kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi
tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz ve şunu da
unutmayın hayat pazarında alan değil
veren kazançtadır daima.

biqboy
10-08-2009, 08:33 PM
Hayatın Anlamı

Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının
ne olduguna takmış kafayı..

Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve
başkalarına sormaya karar vermiş..

Ama aldığı cevaplarda ona yetmemiş.Fakat mutlaka bir
cevabı olmalı diyormuş..

Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş..

Köykasabaülke dolaşmış bu arada zamanda durmuyor tabiki ...

Tam umudunu yitirmişken bir köyde konustuğu insanlar ona

-Şu karşı ki dağları görüyor musunorada yaşlı bir bilge
yaşar istersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir."
demişler.

Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve
ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın
anlamının ne oldugunu sormuş ..

Bilge sana bunun cevabını söylerim ama önce bir
sınavdan geçmen gerekiyordemiş ...

Adam kabul etmiş..

Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içinede
silme bir şekilde zeytinyağ doldurmuş.

Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel ...

Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağ eksilmesin
eğer bir damla eksilirse kaybedersin..Adam gözü çay
kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş.Bilge bakmış
evet demiş kaşıkta yağ eksilmemişpeki bahçe nasıl dı(!)
Adam şaşkın..Ama demiş ben kaşıktan baska bir yere
bakmadım ki ....

Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde
olacak ama bahçeyi inceleyip gel demiş bilge...

Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzellikler
büyülemiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ...

Geri geldiğinde bilge adama bahçe nasıldı diye sormuş ...

Adam gördüğü güzellikler karşışında büyülendiğini anlatmış..

Bilge gülümsemiş ama kaşıkta hiç yağ kalmamış demiş
ve eklemiş "-Hayat senin bakışınla anlam kazanır
ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider sen
farkına varmazsın..Yada görebileceğin tüm güzelliklerin
tam ortasında hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam
kazanır."

"Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli"

biqboy
10-08-2009, 08:34 PM
Bilge ve Köpek

Bir bilge bir göletin başında oturmaktadır.
Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak
gölete kadar gelip tam su içecekken kaçması
dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek
susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki
yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de
suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek
susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve
kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür:

-Benim bundan öğrendiğimm şu olduder.
-Bir insanın istekleri ile aras೩ndaki engel
çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu
aşarsa istediklerini elde edebilir.

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek
öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.
Asıl öğrendiği şey insanın bir bilge bile
olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin
var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş
senden de öğrenilecek bir şeyler vardır
diğer insanlar için...
Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir
sözü mutlaka vardır.

biqboy
10-08-2009, 08:34 PM
Fidan

Yeni evli bir çift vardı.
Evliliklerinin daha ilk aylarında
bu işin hiç de hayal ettikleri gibi
olmadığını anlayıvermişlerdi.

Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi.
Son zamanlarda o kadar sık olmasa da
evlenmeden önce sık sık birbirlerini
çok sevdiklerine dair ne kadar da
dil dökmüşlerdi.

Ama şimdilerde küçük bir söz
ufak bir hadise aralarında orta çaplı
bir kavganın çıkasına yetiyordu.

Bir akşam oturup ilişkilerini
gözden geçirmeye karar verdiler.
Her ikisi de boşanmayı

istememekle beraber işlerin böyle
gitmeyeceğinin farkındaydılar.

Erkek "Aklıma bir fikir geldi" dedi.
"Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer
bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım.
Kurumaz da büyürse bunu bir daha
aklımızdan geçirmeyelim.
Bu süre içinde de
ayrı ayrı odalarda kalalım."

Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna
gitti.Ertesi gün gidip bir meyve fidanı
aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ay geçti.Bir gece bahçede
karşılaştılar.Her ikisinin de elinde
içi su dolu birer bidon vardı.

biqboy
10-08-2009, 08:35 PM
Dört Mum

Dört mum yavaşça yanıyordu.
Ortam çok yumuşaktı ve konuştukları
duyuluyordu.

İlki söyledi:
‘’Ben barışım!"
Artık kimse benim yanık kalmamı
sağlamıyor sanıyorum söneceğim. "
Alevi hızla azaldı ve bütünüyle söndü.

İkincisi söyledi:
‘’ Ben inancım!"
Neredeyse herkes benim artık gerekli
olmadığımı düşünüyor
o nedenle daha fazla yanık kalmama hiç
gerek yok’’
Konuşmayı bitirdiği zaman bir rüzgâr
hafifçe esti ve onu söndürdü.

Üzgünce üçüncü mum sırası gelince konuştu:
” Ben sevgiyim!"
Yanık kalmak için artık gücüm kalmadı. İnsanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimi
anlamadı. Kendilerine en yakın olanları bile
sevmeyi unuttular "
Ve hiç zaman yitirmeden söndü.

Ansızın...
Bir çocuk odaya girer ve üç mumun
yanmadığını görür
”Neden yanmıyorsunuz sizin sonuna kadar
yanmanız gerekir "
Bunu söyleyerek çocuk ağlamaya başlar.

Ardından dördüncü mum söyler:
”Korkma ben hala yanıkken diğer mumları
yeniden yakabiliriz


"Ben umudum!’’

biqboy
10-08-2009, 08:35 PM
...:::diyojen:::...

Altın ve gümüşün topraktan soyunup insanların kesesine girebilmesi için cevherin eritilip kalıplara dökülmesi alevden ruhunu teslim ederken işlemeli bir elbise giymesi gerekiyor. Para tedavüle girmeden önce darphanenin karanlık odalarını tuhaf bir ışıkla aydınlatırken zamanla insanların ellerinde kaybedeceği parıltıyı bir başka yere insanların gözlerine taşıyacağı ânı hayal ediyor.

Darphane sorumlusu oğluyla paraları sayarken sık sık zihinleri dağılıyordu. Rakamı hatırlayamayınca yeniden saymaya başlıyorlar; bir iki üç dört beş derken yine kendilerini tabiatın kucağında buluyorlardı. Güneşin parlaklığı altın suyun sesi gümüş parada yoktu. Baba oğluna daha çok para kazanmaktan söz etmiyor oğul saydıkları paranın neden kendilerinin olmadığını babaya sormuyordu. Yine de feleğin çarkı döndü ve dünyaya metelik vermeyen bu iki adamı bir gün kıskançlığın alçak fırınına sürdü. Sahte para bastıkları suçlamasıyla yaşadıkları şehirden uzak bir kente sürüldü baba oğul. Kalplerine asla sokmadıkları para yüzünden paranın hükümran olduğu bir başka kentte soluk alıp verdiler. Ya da solukları kesildi. Baba öldü. Oğul köle olarak satıldı. Diyojen kendisi için bir elden bir başka ele geçen altınlara bakarken gülümsüyordu. Bilgi de zihinden zihne aktarılabilirdi. Yeni evine varır varmaz mesleğinin insanları eğitmek olduğunu söyleyerek efendisinin çocuklarına ders vermek istedi. Aslında efendisine söylemediği bir şey vardı. O piyasayı sahte paralardan temizlemek istiyor görevini “paranın üzerini kazımak” olarak tanımlıyordu. Bu yüzden bir an önce zincirlerini kırıp toplumdaki yapaylıklara meydan okumalı sahte paraların üzerindeki yaldızı dökerek insanlara değer verdikleri şeylerin hakikatini göstermeliydi.

Bir dilenci yapabilirdi bunu. Zincirlerinden soyunup yeni bir libas giyen tuhaf bir dilenci… Yeni libas çuldu değnekti ve torba. Yeni azık incir zeytin kara ekmek ve lahanaydı. Yeni kapı filozof Anthistenes’in kapısıydı. Yeni idolü köpeklerdi. Yeni yaşam biçiminin temel ilkesi “yeterlilik”ti. Kişi mutluluk için gerekli her şeyi kendi içinde taşıyabilmeli kimseden bir şey istememeliydi. Zaman zaman heykellere dilenir gibi el açıyor nedeni sorulduğunda “Retlere alışmak için böyle yapıyorum!” diyordu. İkinci olarak “utanmazlık” zırhını giyerek zararsız gördüğü kimi eylemlerin üzerinden toplumsal baskıyı kaldırabilmeliydi. Doğrusu bu noktada ölçüyü kaçırmış Eflatun’un “Hezeyan halindeki Sokrates!” tanımlamasına muhatap olmuştu. Üçüncü ilkesi “sözünü sakınmazlık”tı bu Kynik filozofun. Yozluğu ve kibri bu silahla yenerek insanları yenilenmeye çağırabileceğini düşünüyordu. Ahlaksız bir adamın ev kapısının üzerindeki “Fenalık adına hiçbir şey bu kapıdan girmesin!” kitabesini okuyunca “O halde ev sahibi nereden girsin!” demiş bir gün girdiği hamamın suyunun pis olduğunu görüp “Burada yıkandıktan sonra nereye gidip temizlenmeli!” diye feryat etmiştir. Diyojen’in dördüncü ve son ilkesine göre ise ahlaki olgunlaşma ancak metotlu bir eğitimle gerçekleşebilirdi. Bu yüzden o hayatın bütün görüntülerini bir açık hava dershanesinin araç ve gereçleri haline getirmenin yolunu arıyor yeterince olgunlaşıp beceri kazanamayanları hicvetmek için oklarını hedefe isabet ettiremeyen bir adamı görüp hedef tahtasının önüne oturuyor ve şöyle diyordu: “Hiç olmazsa şimdi başıma bir kaza gelmez!”

Bir fıçıya su da konabilir şarap da. Zeytinyağı da konabilir sirke de. Peki bir insan fıçıyı ev edinebilir mi? Evet Diyojen darphanede büyüyen çocuk bir fıçıyı ev edindi kendine. Yalnız ev mi bir kürsü aynı zamanda! Atina sokaklarında yuvarlıyor evini ve sonra üzerine çıkıp sesleniyor zenginlere keskin sirkeden daha keskin sözleriyle. Yargıçları kararları üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Erkekleri kadınsı hallerden kurtulup erkek rahipleri riyadan kurtulup samimi olmaya çağırıyor. Halkı batıl inançlardan askerleri zulümden soğutmaya çalışıyor. Sözünü kimseden sakınmıyor. Bir dilenciye kim ne yapabilir! Kim elinde fenerle güpegündüz Atina sokaklarında dolaşan bu meczuba hesap sorabilir! Kimse! Sadece sorabilirler: “Neden gündüzleyin fener!” Duymak için adam olmadıklarını. “BİR ADAM ARIYORUM!” sözüyle.

Diyojen yalın hayatıyla kısıtlı koşullarda bile mutlu ve bağımsız olunabileceğini göstermek istiyordu insanlara. Yoksa bir fıçıda yaşamayı teklif ediyor değildi başkalarına. “Hayatımda ne fazla ve ne eksik?” sorusunu sordurtmaktı maksadı. Sırf bu yüzden avucuyla su içen bir çocuk görüp maşrapasını kırdı! Ve yükseltti sesini binlerce yıl öteden duyulsun diye: “Bu çocuk bana hâlâ fazla eşya taşıdığımı öğretti!” Bu öyle bir tabloydu ki ünlü ressam Poussin “Diyojen Kâsesini Atarken!” adını verip bu yoksulluğu zengin bir peyzajla insanlığa duyurdu.

GÜNEŞİMİN ÖNÜNDEN ÇEKİL! Bu azarı bir imparator duydu. Büyük İskender deniyordu ona. Diyojen’in şöhretini duymuş şanını bu şöhretin yanına taşıyarak halka hoş görünmeyi ummuştu. Bir yanda Makedonya kralının parlak alayı öbür yanda paçavralar içinde güneşlenen Diyojen… Biri yücelterek diğeri aşağılayarak dünyayı kendine dar gören iki adam! İmparator ihsanda bulunmak istiyor: “Ne dilersen yapayım!” Diyojen üzerine düşen gölgenin İmparator’a değil dünyaya ait olduğunu hissediyor ve elinin tersiyle itiyor bu gölgeyi: “Gölge etme başka ihsan istemem!”

biqboy
10-08-2009, 08:36 PM
Gölgenin Kanatları

Belki de gece:
süzülüp gelen o gölgenin kanadı.
Mekan:
tek göz gecekondu odası
çığlığı sızı.
Belki de açık pencereden içeri sızan
hüzün değil de
haziranın esrik kırıntısı.

Yaşam:
uzak bir oyun
ki oynayanlar yaralı.
Aynı ezgiyi yakalamışlar eteğinden
ikisi de
(ana ve çocuk)
aynı sızının evlatları.

Eski bir çıkrıkta yün eğirir umut.

Pencerede sokak:
puslu gri.
Pencerede gerçek:
çatlak camın saydam kaderi.
Pencerede yansı:
umut.
Ki umut:
annenin yün eğiren elleri.

Odada hüzünlü naftalin kokusu.
Odada ışık:
altmışlık ampulün kılcal telleri.

—Sen hiç çocuk oldun mu anne?
—Tüm pisliklere karşı
yüreğinde olmalı çocukluk kişinin
oğul geçicidir gerisi.

Pencerede sineklik delik
kara yıldız dolu içerisi.

—İplikler bizim ekmeğimiz di mi anne?
—Ekmek usunda kişinin oğul
ve usuna kul bileğinde.
İkisinin çabası oluşturur ekmeği.

Duvarlarda çatallı yollar
işaret ederler eski bir çerçeveyi.
Çerçevede resim:
resimde adam:
sararmış bıyıklı başta kasket yaş elli.

—Babam cennette di mi anne?
—Taşı yüreğinde babanı oğul.
Evlat yüreğidir babaların cenneti.

Kadının gözlerinde çocuk.
Çocuğun gözlerinde ışık.
Çocuk kadının her şeyi.

—Biz niye yoksuluz anne?
—Koca bir gölgedir yoksulluk oğul.
Gerer kanadını üzerimize.
Ama sen ışık.
Büyüyünce dağıtacaksın tüm gölgeleri.

Belki de gece:
odaya serilen o gölgenin kanadı.

—Karnım çok acıktı anne.
—Hırsını katık et oğul
ye bitir ekmeğini.

biqboy
10-08-2009, 08:36 PM
---- GEÇ DÖNEN SEVGİLİ ----

Beş yıl olmuştu beraberlikleri başlayalı Deniz çok yakışıklı Büşra ise çok güzeldi çok uyumlulardı birbirlerine çok mutlu ve örnek bir aşkları vardı kimseyi umursamadan aşklarının tadını çıkartıyorlar ve sevgilerinin karşısında kimse duramıyordu kendi aralarında sözlenmişlerdi büyük bir aşktı bu. Bir gün yanlış bi anlaşılma yüzünden Deniz ile Büşra kavga ettiler ve Büşra Deniz’ i yüz üstü bırakıp ayrıldı ondan aynı mahallede oturuyorlar ve evleri karşılıklıydı Deniz ne yaptıysa olmadı bir türlü Büşra’nın geri dönmesini sağlayamadı ve uzun süre ayrı kalmışlardı Deniz artık eskisi gibi gülemiyor ve eğlenemiyordu Büşra ise Deniz’ i dışarıda gördüğünde suratına bile bakmıyordu.Bir gün Deniz arkadaşlarıyla bir çay bahçesinde buluşup erkek erkeğe muhabbete dalmıştı birden çay bahçesine giren bir çift Deniz’in dikkatini çekmişti birde dönüp bakınca o erkeğin sarıldığı kızın Büşra olduğunu görmüştü ve o an donmuş kalmıştı Büşra Deniz’i görmüş ama görmezlikten gelmiş Deniz o günden sonra kimselerle konuşmaz olup susmuştu. Artık ne camdan Büşraya bakıyor nede dışarı çıkıyordu artık hayata küsmüştü ve bir gün Deniz bir çocukla Büşraya bi şiir yollamış Büşra şiiri alıp okumaya başlamış...*-Bir sabah sen uyurken bir çığlık kopacakBu çığlık seni ve herkesi uyandıracakKalkıp nereden geliyor diye bakacaksın Baktığında bizim evden geldiğini anlayacaksınSen daha şaşkınlığını atamadığın bir andaBir sela sesi çınlayacak bu şehrin sokaklarındaTüm insanlar toplanacak birden oraya Benim öldüğümü söyleyecekler sana İnanmak istemeyeceksin onlara Sonra koşup geleceksin bizim eveSarmışlar beni beyaz bir çarşafaBir hoca dua edecek baş ucumdaDerken tabuta koymak isteyecekler beniVermemek için tutacaksın beyaz kefenimiYalvaran gözle bakacaksın onlara Dokunmayın diyeceksin ne olur dokunmayın onaBen koyarım onu tabutunaEllerin varmayacak beni tabuta koymayaMecbur olduğunu anlayacaksın bir andaKoyacaksın beni o uzun sandığaVe dönüp onlara beni sevdiğini söyleyeceksinSonra dönüp bana İnan bu sözüm yalan değil diyeceksinSarılıp tabutuma bir off... çekeceksinİşte o an benim aylarca çektiğimi Sen bir anda çekeceksinGeçte olsa hatanı anlayacaksınBir an yaşlı gözlerle bana bakacaksınBak sana döndüm diye yalvaracaksın...Mecburen seni seveni..Beyaz kefeninde bırakacaksınVe o günden sonra insanların dilindeGeç dönen sevgili olarak anılacaksın”*Büşra şiiri tam bitirmişti ki birden bire Deniz’in evinden bir çığlık koptu ve Büşra koşturdu o çığlığa ve Deniz’in tavanda bir urganla asılı olduğunu gördü ve Büşra şiirin aynısını yaşadı. Bu olaydan sonra Büşra`yı ve Deniz’i tanıyan kişilerin dilinde “GEÇ DÖNEN SEVGİLİ” diye anıldı...

biqboy
10-08-2009, 08:37 PM
NE AŞK AMA

Bu hikaye Avusturalya'dan...
Bir kız ve bir delikanlı bir motorsikletin üzerinde 180 km hızla gidiyorlarve aralarında şöyle bir konuşma geçiyor;
Kız:lütfen yavaşla ben korkuyorum
Delikanlı:Hayır bak ne kadar eğlenceli
Kız:Lütfen lütfen çok korkuyorum
Delikanlı:Peki beni sevdiğini söyle
Kızeni çok seviyorum lütfen yavaş
Delikanlı:Şimdide bana sıkıca sarıl
Kız delikanlıya sıkıca sarılır
Delikanlı:Başlığımı alıp kendine takar mısın?başımı çok sıktı...
Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber çıktı:Motorsikletkazası;
Motorsiklet fren arızası nedeniyle bir binaya çarptı.Üzerindeki 2 kişiden sadece biri kurtuldu.
Gerçek ise şöyleydi;Yolun yarısında delikanlı frenlerin bozulduğunuanlamış ama bunu kıza belli etmek istememişti.
Bunun yerine kızdan kendisini sevdiğini söylemesini istemiş ve
kendisine son defa sarılmasını istemişti.Sonrada kendini ölümü pahasına kızın başlığı takmasını ve hayatta kalmasını sağlamıştı.
İşte gerçek aşkın anlamıda bu....

biqboy
10-08-2009, 08:37 PM
MUTLULUK

Ünlü bir sofu öyküsüdür bu. Bir kral sabah gezintisi sirasinda bir dilenciye rastlar. "Dile benden ne dilersen" der.

Dilenci güler ve "Sanki dilegimi gerçeklestirebilecekmis gibi soruyorsunuz." diye yanitlar.

Kral alinir ve söylesi koyulasir.
- Pek tabii her dedigini yerine getirebilirim. Sen söyle hele ne istiyorsun?
- Söz vermeden önce iki kez düsünün kralim.

Dilenci siradan bir dilenci degildir. Kralin ilk yasantisinda ögretmeni olmustur. Ve ona su sözü vermistir: "Bundan sonraki yasantinda tekrar karsina çikip seni uyaracagim."

Kral olayi unutmustur. Zaten geçmisi hangimiz noktasina virgülüne kadar animsayabiliriz ki? Birlikte yaslanan kisilerin bile anilari farklidir. Bu nedenle kral bastirir:
-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir Kralim. Yerine getiremeyecegim hiçbir dilegin olamaz.

Bunun üzerine dilenci çanagini uzatir:
- Su çanagi herhangi bir seyle doldurabilir misiniz? diye sorar. Kral kahkaha atar ve vezirine çanagi altinla doldurmasini emreder.

Çanak dolup tasmakta ama aninda bosalmaktadir. Paralar buhar olup uçmaktadir sanki. Kralin onuru kirilir. Bir dilenci çanagini dolduramadigi kulaktan kulaga yayilir. Giderek pirlantalar elmaslar yakutlar akitilir çanaga. Ne var ki çanagin dibi yoktur sanki. Yer yutar ama bos kalir.

Kral yenik düsmüstür. Dilenciye yakarir:
- Tamam sen kazandin. Dilegini yerine getiremedim ama ne olur bana çanagin neden yapilmis oldugunu itiraf et.
- Çok basit diye yanitlar dilenci. Insan dimagindan yapilmistir. Yani insanin arzu ve isteklerinden. Doymak bilmez olusu bundandir. Bu gerçegi bir kez kavrarsan yasantin degisir.

Istek nedir ki! Istek ulasilana kadar belli bir süre heyecen veren bir duygudur. Örnegin; bir araba istersin... Bir yat... Ev... Es! Tek tek her birini elde ettiginde tümü anlamini yitirir.

Neden?

Çünkü beynin aklin onlari dislar. Araba garajdadir ve artik istek uyandirmamaktadir. Heyecan onu elde ettiginde sönüp gitmistir.

Para cebindeyse onlara erismek için katlandigin yogun istek yok oluverir. Gene bosluga düser yeni bir istek yaratmak zorunda kalirsin.

Istek doyumsuzluk uyandirir ve giderek dilenci olursun. Bir istekten bir digerine çirpinip durursun. Amacina ulasir ulasmaz bir yenisini yaratirsin. Istegin bu yönünü kavradiginda hayatinin dönüm noktasindasin demektir.

Sürekli yolculuk hali iyi sonuç vermez.
Geri dön...
Evine dön...
Seni mutlu edecek ögeleri disinda degil kendi içinde ara!

biqboy
10-08-2009, 08:38 PM
kıskançlık

Adam genç eşini çok seviyorbir o kadarda kıskanıyordu öyleki iş yerinde yemek verildiği haldeher öğlen o uzun yola rağmen evine gidiyoreşiyle birlikte yemek yiyordu.Kadın eşinin sadece yemek yemek için geldiğini düşünüyordu.Bilmediği bir şey vardı eşi kendisini kontrol ediyordu.Bu bilinmeyenle uzun süre birlikte yediler yemeklerini taa ki adam gelipte eşini evde bulamayana kadar.

Kapıyı açıp seslendi eşine ses yok...Odaları gezdi bir bir...yok...yok...yok...Telefona sarıldı hemen.Kapalıydı kadının telefonu.İrkildi birden."korktuğum başıma geldi kesin aldatıyor beni" diye düşündü.........Tanıdığı herkesi aradı ailesiarkadaşlarıaile dostlarıkomşuları hiç kimse görmemişti kadını saatler geçiyor kadından ses çıkmıyordu.Akşam oldu adam evin içinde ümitsiz ve karışmış düşüncelerle dönüp duruyordu.Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte adam kararını vermişti boşanacaktı avukat arkadaşına giderek dava açtırdı.Kesin aldatmıştı kocasını ve dönmeye yüzü yoktu artık herşey bitmişti.
Eve dönünce eşine ait ne varsa attı resimleri yırttıelbiselerini yaktıtakılarını karşılıksız verdi bir eskiciye geriye sadece bir sevgililer günü kartı kalmıştı." hep seninim...hep senin kalacağım..."yazıyordu üzerinde.adam nefretle bakarak duvara astı kartı uzun uzun baktı elinde tuttuğu içki kadehini sıktığının farkında bile değildi.Elleri kan içinde kalmıştı ama o görmüyordu bile.
Telefonun sesini duyduğunda ancak farketti elinin acıdığını ve kan içinde kaldığını açtı telefonu

ADAM __ buyrun dedi adam
TELEFONDAKİ __ iyi günler beyfendi ........ beylerin evimi?
ADAM __ buyrun benim
TELEFONDAKİ __ ben ........... hastanesinden arıyorum iki gün önce yaralı bir bayan getirdiler hastanemize henüz bugün kendine gelebildi sizin isminizi öğrenebildik hemen gelebilirmisiniz?

Adam yığıldı olduğu yere yanlış duymuş olabilirmiydi."kesin sevgilisi dövdü" dedi içinden gitmekle gitmemek arasında bocaladı birden sonra "gidip yüzüne tükürmeliyim"diye düşündü.Fırlayıp çıktı sokağa attığı adımların sesini duyuyordu sadece koştukoştu...Hastaneye ulaştığında nefesi tıkanmıştı danışmadan eşinin kaldığı odanın numarasını öğrendi artık biliyorduki anlatılan doğruydu eşi yaralıydı ama neden?merdivenleri nasıl çıktığını hatırlamıyordu.Kapıya geldiğinde doktorları gördü.Kendisini tanıttı ve eşini görmek istediğini söyledi.Doktorlardan birisi başını öne eğdi "başınız sağolsun eşinizi kurtaramadık dedi adam aldatılmışlığın acısıylamı yoksa sevdiği içinmi bilinmez bakamadı eşinin yüzüne son kez cenaze işlemlerini bile eşinin ailesine bıraktı.

Aradan 10 gün geçmişti adam iyiden iyiye yıpranmışçökmüşsanki hayattan elini eteğini çekmişti devamlı duvarda asılı duran karta bakıyordu o arada kapı çaldı.Genç bir kuryebüyük bir paket bıraktı kapının önüne.Gülümseyerek "doğum gününüz kutlu olsun efendim eşiniz 10 gün önce ayırdı hediyenizi ve bugün için size teslim etmemizi tembihledi.Çok şanslısınız beyfendi dedi ve çıkıp gitti ne yapmalıydı bilmiyordu adam.Açtı kutuyu elleri titreyerek bir kazak vardı en üstte "çok beğenmiştin bu tazağı ama bana elbise alabilmek için vazgeçmiştin bundan güle güle kullan aşkım" yazılı bir kağıt iliştirilmişti bir paket daha vardı kutuda açtı...saatti bu.Yine bir yazı. "eve geleceğin zamanlargeç kaldığın her dakika ölüm gibiydi.Umarım artık geç kalmazsın" en alttada bir kart vardı.Sanki sonunu biliyormuş gibiydi yazdıkları "son olacak belki belkide hep yanındahep birlikte kutlayacağız.Bizli nice yıllara aşkım"

Genç kadıneşi için seçtiği hediyeleridoğum gününde teslim edilmek üzere bırakmıştı mağazaya dönüşte şarjı bittiği için telefonu kapanmıştı.Yolun karşısındaki kulübeden eşini aramak istemişti merak etmesin diye ama hızla gelen arabayı farkedememişti...

biqboy
10-08-2009, 08:38 PM
Fare öyküsü...

Evin minik faresi duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü.

Kendi kendine;
“İçinde hangi yiyecek var acaba?” diye düşündü.
Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.

“Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.
Minik fareyi telaş içinde gören tavuk umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı;
“Zavallı farecik... Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın” dedi.

Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu;
“Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” diye adeta çırpındı.
Domuz anlayışla karşıladı ama; “ Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol” dedi.

Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü.
“Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” dedi.
İnek; “Bak fare kardeş senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor.” Dedi.

Sonunda farecik başı önde umutsuz bir şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anlamıştı.
O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü fare kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.

Çiftçi karısını apar topar doktora götürdü. Doktor zehri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu
kesti.

Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün
sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.




“Birisi sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım.Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz. Diğerimiz için bir gözümüzü açık tutmalı ve diğerlerini cesaretlendirmek için çaba harcamalıyız..”

biqboy
10-08-2009, 08:39 PM
Balon...

Küçük çocuk baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca dedi. Biliyormusun benim hiç balonum olmadı.

Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? Diye sordu. Sen onu söyle.

-Bayramda vardı diye atıldı çocuk önümüzdeki bayram yine olacak.

-Öyleyse bayramda gel dedi adam. Acelem yok ben beklerim.

Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adim attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında gördüklerine inanamadı. Balonlar her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif yavrucağın aklini basından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adim-adim yaklaşırken duyduğu heyecan bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek:

-Birini bana verecektiniz dedi. Hangisi o?

Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun" diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da bir balonum var ya artik...

biqboy
10-08-2009, 08:39 PM
hayat;
bazen bir damla sudur.akıp gider elinizden tutamazsınız.
hayat;
bazen bir film gibidir.sürprizlerle doludur.karşınıza ne çıkartacağını bilemezsiniz.ama her
zaman mutlu son değildir
hayat;
bazen bir güldür.dikenlidir her ne olursa olsun güzeldir.
hayat;
bazen rüzgar olup eser.delice... ne yaptığını bilmeden her şeyi beraberinde götürmek ister.
hayat;
bazen tek bir kişidir.onsuz olmaz onsuz yaşanmaz.
hayat;
bazen vedadır.son gülücükdür.sevdiğini son görüştür...
hayat;
bazen de özlemdir aşktır.sonuna kadar onla olmaktır...