Tam Sürümü Görüntüle : Güzel Nasihatlar...
styla45
06-12-2010, 09:43 PM
KÖTÜ HUYUN ZARARI
"Muhammed Sıbgatullah", Allah adamlarından.
Bir gün Ona sordular, "Kötü huylu" olmaktan.
Buyurdu: ("Kötü insan", kötü bilir herkesi.
Bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.
Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefâkâr.
Bir iyilik yapsa da, sonradan başa kakar.
Tanımaz helâl harâm, sakınmaz günâhlardan.
Kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.
Hattâ o, çok yapsa da nâfile ibâdeti,
Alamaz sevâp ecir, boşa gider zahmeti.
Hadîste buyuruldu: (Kötü huylu kimseler,
Huyları sebebiyle, Cehenneme girerler.)
Kötü huylu bir kişi, benzer "kırık testi"ye.
Ne yama kabûl eder, ne de döner eskiye.
Öyle fenâlıktır ki "kötü huy" bir insanda,
Görmez iyiliğinin faydasını Mîzânda.
İster ki, başkasına zarar versin durmadan.
Zîrâ böyle kişiler, zevk alır hep bunlardan.
Hâlbuki kuyu kazsa, birine, biri eğer,
Kazdığı o kuyuya, evvelâ kendi düşer.
Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken,
Bir fırına uğrayıp, "ekmek" ister içerden.
Velâkin parasını vermek istediğinde,
Bakar ki, hiç parası kalmamış üzerinde.
Bir "Dilenci" zanneder, fırıncı onu o an.
Kalbinden geçirir ki: "Bıktım artık bunlardan".
Bir ekmeğin içine, bolca Zehir koyarak,
Verir o zavallıya, Allah'tan korkmıyarak.
Hiç bir şeyden haberi olmayan o müslümân,
O "Zehirli ekmeği", alıp gider oradan.
Bir köye girdiğinde, rast gelir Genç birine.
Askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.
Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi,
Ona merhametinden, acır ve yanar içi.
Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona.
Gönül râhatlığıyla, devâm eder yoluna.
Genç, orada oturup, o ekmeği yiyerek,
Yürür gider evine, hiç bir şey bilmiyerek.
Lâkin başlar içinde o Zehirin tesiri.
Ve başlar titremeye vücûdunun her yeri.
Artık son nefesini alırken o genç adam,
Der ki: (Ben, köyümüze yeni girmiştim ki tam,
Yolcunun birisinden, bir ekmek alıp yedim.
Ondan sonra başladı titremeye her yerim.)
Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye.
Der: (Eyvâh, o zehiri ben koydum o ekmeğe.
Keşke yapmaz olaydım, yaptığım iş doğru mu?
Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)
Ne kadar pişmân olup, üzüldüyse de içten,
Lâkin oğlu ölmüştü, geçmiş idi iş işten.)
styla45
06-12-2010, 09:43 PM
MÜFLİS KİMDİR?
"Abdurrahmân Kerkûkî", âlim ve velî bir zât.
Bir gün sevdiklerine, şöyle etti nasîhat:
(Kardeşlerim, kaçının her günâh ve harâmdan.
Bilhassa titizlikle, sakının Kul hakkından.
Nitekim Resûlullah, hitâb edip eshâba,
(Müflis kimdir?) diyerek, suâl etti bir defâ.
Dediler ki: (Müflisin, şu ki bizce mânâsı,
Kalmamıştır elinde, hiç malı ve parası.)
Buyurdu: (Asıl müflis, şu kuldur ki ey eshâb!
O, dünyâ hayâtında kazanmıştır çok sevâb.
Namâz oruç, hac zekât, yapmıştır çok hasenât.
O, bu sevaplarıyla mahşere gelir, fakat,
Onun bunun hakkına, tecâvüz eylemiştir.
Kiminin arkasından, gıybetini etmiştir.
Kimisini dövmüş ve sövmüştür diğerini.
Veyâhut incitmiştir, bâzısının kalbini.
Türlü Kul haklarıyla, gelir mahşer yerine.
Verilir sevapları, bu hak sâhiplerine.
Lâkin öyle çoktur ki alacaklı olanlar,
Hepsini ödemeden, tükenir o sevaplar.
Verecek sermâyesi kalmayınca onlara,
O hak sâhiplerinin günâhları, bu defâ,
Onlardan alınarak, bu kula yükletilir.
Hor ve zelîl olarak, Cehenneme itilir.)
Eshâb, bunu duyunca Allah'ın Resûlü'nden,
Ağladılar herbiri, bunun üzüntüsünden.
Bir gün de, eshâbına, Allah'ın sevgilisi,
Buyurdu: (Çok seviniz siz birbirlerinizi.
Vazîfeli bir melek, nidâ eder mahşerde:
(Allah rızâsı için sevişenler nerede?)
Arş-ı âlâ altında, toplanarak o zevât,
Nûrdan kürsîlerinde, beklerler gâyet râhat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Birinizin, faraza,
Kapısının önünde, akan bir Nehir" olsa,
O kişi, o nehirde, beş defâ günde eğer,
Yıkansa, üzerinde kalır mı kirden eser?)
Arz ettiler ki: (Hayır, o böyle yapsa şâyet,
Kir kalmaz üzerinde, temiz olur o gâyet.)
Buyurdu ki: (Beş vakit namâz dahî böyledir.
Onu güzel kılanlar, günâhtan temizlenir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey eshâbım, şimdi siz,
Bir koyun sürüsü'nün "Çoban"ı gibisiniz.
Nasıl ki mes'ûl ise her çoban, sürüsünden,
Siz dahî mesulsünüz, kendi iyâlinizden.
Evlâtları yüzünden, çok anne ve babalar,
O gün, "Veyl" ismindeki Cehennemde yanarlar.
Zîrâ öğretmediler dînini çocuklara.
Sırf "Para kazanma"yı, öğrettiler onlara.
Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak.
Merhamet etmiyecek onlara cenâb-ı Hak.)
styla45
06-12-2010, 09:44 PM
MÜNÂKAŞA ZARARLIDIR
"Abdül'azîz Dehlevî", büyük âlimlerdendi.
Bir gün sevdiklerine, sohbette şöyle dedi:
(Kötü huylardan biri, "Münâkaşa etmek"tir.
Yâni her meselede (Ben haklıyım) demektir.
Hâlbuki münâkaşa, netîceye götürmez.
Hattâ fayda yerine, zarar verir çoğu kez.
Dost ile münâkaşa, azaltır muhabbeti.
Düşmân ile olursa, çoğaltır adâveti.
Münâkaşa sonunda, dostun kalbi incinir.
Hâlbuki gönül yıkmak, "Kâbe yıkmak" gibidir.
Hâlis mü'min, kaçınır münâkaşa etmekten.
Titrer, bir müslümânın kalbini incitmekten.
Vaktiyle bir müslümân, gider bir medreseye.
Bir âlimin yanında, ilim tahsîl etmeye.
Çalışır gece gündüz, aylar geçer aradan.
Lâkin hiç istifâde edemez üstâdından.
Çalışır, gayret eder her gün daha ziyâde.
Yine hiç hocasından edemez istifâde.
En nihâyet üstâdı, çağırır o kimseyi.
Der ki: (Çalışıyorsun dersine gâyet iyi.
Lâkin hiç istifâde etmedin, biliyorsun.
Ve bunun sebebini, çok merak ediyorsun.
Buna sebep şudur ki, gelirken sen bu il'e,
Münâkaşa etmiştin yolda bir mü'min ile.
O mü'minin kalbini kırmış idin bu yüzden.
Hâlbuki kalp kıranlar, mahrum kalır feyizden.
Helâllık almadıkça, gidip ondan ihlâsla,
Bizden, bir istifâden olamaz senin aslâ.)
O da gidip, onunla konuştu, helâllaştı.
Yüksek mertebelere, bir kaç günde ulaştı.
Bir gün de Resûl ile, hazreti Ebû Bekir,
Dururken, yanlarına hayâsız biri gelir.
Hakârette bulunur Allah'ın Resûlü'ne.
Sabreder Resûlullah onun bu sözlerine.
Sıddîk dahî sabreder buna mütemâdiyen.
Sonra dayanamayıp, cevap verir âniden.
Ve der ki: (Ey hayâsız, hiç utanmıyor musun?
Allah'ın Resûlü'ne hakâret ediyorsun.)
Hazreti Ebû Bekir böyle cevap verince,
Resûlullah, oradan ayrılırlar hemence.
Sıddîk bunu görünce, koşup hemen peşinden,
Niçin ayrıldığını sorunca kendisinden,
Buyurur: (Ey kardeşim, o hakâret ettikçe,
Melekler bizimleydi, biz cevap vermedikçe.
Hattâ o, bize öyle hakâretler ederken,
Melekler, (Sen öylesin!) derlerdi ona hemen.
Ne zaman ki sen ona cevap verdin kızarak,
Şeytânlar geldi hemen, melekler ayrılarak.)
Hazreti Ebû Bekir üzülür yaptığına.
O günden îtibâren, Taş koyardı ağzına.)
styla45
06-12-2010, 09:44 PM
ÖFKE, AKLI ÖRTER
"Muhammed Ezherî" ki, Allah dostu bir velî.
Sohbeti, dinliyene olurdu fâideli.
Bir gün, sevdikleriyle sohbet ederken bu zât,
Kibirden bahsederek, şöyle etti nasîhat:
(Bilin ki, öfke gadap, "Kibir"den hâsıl olur.
Öfkelenen insanda, örtülür akıl, şuur.
İnsan kızdığı zaman, şeytân da fırsat bilip,
Gidip onun boynuna, geçirir derhâl bir ip.
İstediği tarafa sürükler o kimseyi.
Çünkü o, ayıramaz iyi kötü bir şeyi.
O, şeytânın elinde, olmuştur bir oyuncak.
İnsan, "Kızmamak" ile kurtulur bundan ancak.
"Pehlivân" denirse de, yenenlere hasmını,
Lâkin asıl pehlivân, yenendir gazabını.
Biri, Resûlullah'tan nasîhat isteyince,
(Kızma ve sinirlenme!) buyurdular hemence.
O zât, bunu Resûl'den, üç defâ etti talep.
Yine aynı cevâbı buyurdular ona hep.
Îsâ Peygamber dahî, havârîleri ile,
Giderken, karşılaştı yolda Kötü biriyle.
Resûl'e hakâretler eyledi o bî-edeb.
O ise, iyilikle cevap verdi ona hep.
Dediler: (O hakâret etti mütemâdiyen.
Siz, yumuşak cevaplar verdiniz, acep neden?)
Îsâ Nebî, o zaman buyurdu: (Ey insanlar!
Bir kapta ne var ise, dışarıya o sızar.)
Bir gün de buyurdu ki Îsâ aleyhisselâm:
(Gadap ve öfkelenmek, Ateşe misâldir tam.
Nasıl söndürürlerse ateşi, �Su� atarak,
Söndürün hırsınızı, siz de abdest alarak.)
Sahâbeden biri de, Allah'ın Resûlünden,
Nasîhat isteyince, buyurdu: (Kızma hemen!)
Şu "Üç haslet" var ise, bir müslümânda şâyet,
Hak teâlâ o kula, acır, eder merhamet.
Biri "Nîmete şükür", diğeri "Affetmek" tir.
Üçüncüsü, kızınca, "Öfkesini yenmek"tir.
Bir kimse kızdığında, davranırsa yumuşak,
Kalbini, "Îmân" ile doldurur cenâb-ı Hak.
Biri kızdığı zaman, gizlerse gadabını,
Allah da, gizler onun kusûr, kabâhatını.)
Bir gün hazreti Ömer, Resûl'ün huzûruna,
Varıp, arz eyledi ki: (Bir amel söyle bana.
Hem bana kolay olsun o ameli işlemek,
Hem de iki cihânda, fâideli olsun pek.)
Buyurdu ki: (Yâ Ömer, suçluları bağışla.
Kimsenin ayıbını, kimseye deme aslâ.
Koru müslümânların şeref, îtibârını.
Örtücü ol herkesin kusûrunu, aybını.
Eğer böyle yaparsan, kıyâmette muhakkak,
Senin kusûrunu da, affeder cenâb-ı Hak.)
styla45
06-12-2010, 09:44 PM
MUVAFFAK OLMANIN SIRRI
"Abdülhakîm Arvâsî", şânı büyük bir velî.
Îmânı anlatırdı, cemâate ekserî.
Buyurdu: (Bir kula ki, Rabbimiz verdi "îmân",
Öyle ise, nedir ki etmedi ona ihsân?
Ve Allah, bir kula ki, "îmân"ı vermemiştir,
Böyle olduktan sonra, ne ki ona vermiştir?
Ayrıca, Âmentüyü bilip ezberlemekle,
Îmânın hakîkati, kolayca geçmez ele.
Asıl îmân şudur ki, kul, korkarak Allah'tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günâhtan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Olmak için muvaffak,
Tam riâyet ediniz iki şeye muhakkak.
Birincisi şudur ki, işlemeyin hiç "günâh".
Zîrâ günâhkârları, muvaffak etmez Allah.
İkincisi "Duâ"dır, bakın duâ almaya.
Gariplerin duâsı, mühimdir elbet daha.
Kim, bir kulun gönlünü ferahlatırsa eğer,
Yüz senelik teheccüd sevâbı elde eder.
Allah dostu olmayı istiyorsa bir insan,
Cömert olup, kullara eylesin dâim ihsân.)
Bir kişi anlatır ki: (Ben bir ateşperesttim.
Kızımı, oğlum ile evlendirecek idim.
Kesildi düğün günü, çok koyun ve inekler.
Yapıldı çeşit türlü, gâyet nefis yemekler.
Bitişik bir komşumuz, müslümân kadın vardı.
Yetîm çocuklarına, sıkıntıyla bakardı.
Bu kadın, düğün günü gelerek evimize,
Dedi ki: (Biraz ateş verir misiniz bize?)
Lâkin o, esâsında ateş için gelmemiş.
"Belki yemek veririz, diyerek ümitlenmiş.
Benimse, mü'minlere düşmânlığım vardı pek.
Gönderdim onu geri, hiçbir şey vermiyerek.
Bir kaç kere gelince kadın "ateş almaya",
Çalıştım o kadının hâlini anlamaya.
Dehlizdeki deliğe yaklaşıp kulak verdim.
Yetîmciğin sesini, kulağımla dinledim:
(Anneciğim ne olur, son bir defâ gidiver.
Belki bu gidişinde, biraz yemek verirler.)
Annesi diyordu ki: (Ey benim güzel yavrum!
Üç sefer gidip geldim, artık utanıyorum.)
Gördüğüm bu acıklı manzara üzerine,
Bir Sofra hazırlayıp, gönderdim evlerine.
Girdim yine dehlize, gözledim hâllerini.
Yetîmlerin küçüğü, kaldırdı ellerini:
(Yâ Rab, nasıl o bize ettiyse ikrâm, izzet,
Sen de o komşumuzu, islâm ile azîz et.)
Yemin ediyorum ki, bu duâsı bitmeden,
Hidâyet geldi bana, değişti kalbim hemen.
"Şehâdet"i getirip, girdim islâm dînine.
Kurtuldum yetîmlerin duâsı hürmetine.
styla45
06-12-2010, 09:44 PM
EY GÂFİL İNSAN!
"Ni'metullah Geylânî", âlim ve velî bir zât.
Vaaz ve derslerinde, ederdi çok nasîhat.
Bir gün de buyurdu ki: (Bu hak dostu velîler,
İnsanları, küfürden çekip alıverirler.
Onların huzûrunda, edebsizlik eylemek,
Felâkete götürür, dikkatli olmak gerek.
Allah'ın kullarıyle, iyi geçinmek için,
İşlerinde, kolaylık gösterin her kişinin.
Zîrâ buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Sakın zorlaştırmayıp, kolaylık gösteriniz.)
Her kim ki, günâhına hâlisen olsa pişmân,
Affeder o günâhı Allahü azîmüşşân.
Kim, yalnız Dünyâ için hep gayret gösterirse,
Sonunda, muhakkak ki pişmân olur o kimse.
Ey bu harâb olacak evi tâmir eyliyen!
Fazla emek verme ki, bir gün çıkar elinden.
Bu dünyâ bir Köprüdür, sen geçip gitmeye bak.
Kimseye kalmamış ki, sana kalsın bu konak.
Harâb olacak şeye, bu îtinâ, bu meyil,
Akıllı olanların yapacağı iş değil.
Ey aklını, fikrini, dünyâya veren kişi!
Vaz geç ki, Hak teâlâ beğenmiyor bu işi.
Zîrâ yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya, ibâdet eylesinler.
Ey gönlünü dünyâya kaptıran gâfil insan!
Yaldızlı süslerine aldanma sakın amân!
Dışı Güzel görünür, lâkin aldatıcıdır.
Üzeri şeker kaplı, içi gâyet acıdır.
O öyle bataktır ki, yutar çok insanları.
Ona aldananların, hüsrân olur sonları.
İnsanların kalbini, bakın ki kazanmaya,
Zîrâ bu sebep olur, "Hak rızâsı" almaya.
Her insana edin ki çok iyilik ve ihsân,
Zîrâ lutf-ü ihsânın, kulcağızıdır insan.
Sana zarar, sıkıntı gelirse birisinden,
Ona gücün yetse de, affedici ol hemen.
Ey insanoğlu, sakın, unutma hiç Rabbini.
Çıkarma hâtırından, O'nun emirlerini.
Rabbin bahşetmiş sana, ne mükemmel âzâlar.
O'nun emrine göre kullan ki, yanmıyalar.
Allah'tan başkasından, etme ki bir şey talep,
Onlar da, senin gibi, âciz birer Kuldur hep.
Allah'ın kullarına, ver ki neş'e ve sevinç,
Âhirette sıkıntı görmiyesin sen de hiç.
Gizle, ifşâ etme ki herkesin günâhını,
Gizlesin Allah dahî, yârın senin aybını.
Sen, darda kalanlara yardım et ki bu günde,
Allah da, yardım etsin sana mahşer gününde.
Ey genç, gençliğin ile gururlanma ki zinhâr,
Genç iken ölüp gitti, nice tâze fidanlar.)
styla45
06-12-2010, 09:45 PM
KİBİRLİ HÜKÜMDÂR
"Veliyyullah Dehlevî", âlim ve velî bir zât.
Bir gün sevdiklerine, anlattı şunu bizzât:
Vaktiyle çok gururlu ve kibirli bir Sultân,
Ülkesini gezmeyi, arzu eder bir zaman.
Ata binip, yanına, alır avanesini.
Çıkar bir gezintiye, dolaşır ülkesini.
Giderken bir haşmetle, hem de gururlanarak,
Karşısına, bir kimse çıkar âni olarak.
Yamalı elbiseli, ihtiyar bir kimsedir.
Yanına yaklaşarak, evvelâ selâm verir.
Sultân, almaz selâmı kibir ve gurûrundan.
O der ki: (Senin ile bir işim var ey sultân!)
Sultân ona kızarak, der ki: (Ne istiyorsun?
Sen, hangi cesâretle bana söz söylüyorsun?)
Atının dizginini tutarak o ihtiyar,
Der ki: (Ey mağrur sultân, seninle bir işim var!)
Çâresiz kalan sultân, ondan kurtulmak için,
Der ki: (Söyle bakalım, benimle neymiş işin?)
Der ki: (Bu, âşikâre söylenecek şey değil.
Gizlidir, onun için bana doğru az eğil.)
Sultân, ister istemez eğilince o yana,
(Ben Azrâil'im!) diye, bildirir o sultâna.
O bunu öğrenince, soğur eli ayağı.
Üzülür, rengi kaçar, çözülür dizi bağı.
Kekeliyerek der ki hazreti Azrâil'e:
(İzin ver, görüşeyim gidip âilem ile.)
Lâkin O, bir an bile sultâna vermez izin.
Alır hemen rûhunu, bir an beklemeksizin.
Sonra o kıyâfetle, oradan ayrılarak,
Bu sefer bir Mü'mine, gelir âni olarak.
Ona yaptığı gibi, selâm verir ilk önce.
O, tebessüm ederek, cevap verir hemence.
Azrâil, ona dahî hitâb edip o zaman,
Der ki: (Biraz işim var seninle ey müslümân!)
O der: (Hay hay efendim, emrin baş üzerine.
Ne gibi hizmet varsa, getireyim yerine.)
O zaman Melek der ki: (Ey müslümân kardeşim!
Ben ölüm meleğiyim, seninle budur işim.)
O der ki: (Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.
Ben de sizi beklerdim, beni sevindirdiniz.
Lâkin ricâm şudur ki, çabuk olun az daha.
Rûhumu, bir an önce kavuşturun Allah'a.)
Melek der ki: (Ey mü'min, benden bir arzun var mı?
Rûhunu, ne şekilde istiyorsun almamı?)
O der ki: (Mâdem öyle, izin ver bana biraz.
Abdest alıp kılayım, iki rekât bir namâz.
Ben, ikinci rekâtin secdesini yaparken,
Sen de tam o sırada, rûhumu kabzet hemen.)
Kabûl eder Azrâil onun bu ricâsını.
Secdede, incitmeden alıverir canını.
styla45
06-12-2010, 09:45 PM
DİNDE KOCANIN HAKKI
"Muhyiddîn İskilibî", âlim ve velî bir zât.
"Koca hakkı" bâbında, şöyle verdi îzâhât:
(Bir hanım var idi ki, zamân-ı seâdette,
Bey'ine, gâyet iyi bulunurdu hizmette.
Akşam eve gelince, alırdı paltosunu.
"Neşe" ve "Güleryüz"le karşılardı hep onu.
Beyi de neşeliyse, Rabbine şükrederdi.
Şâyet üzüntülüyse, o zaman şöyle derdi:
(Üzüntünün sebebi "Âhiret"se, ne âlâ.
Senin bu üzüntünü çoğaltsın Hak teâlâ.
Yok, "Dünyâ için ise, gidersin cenâb-ı Hak.
Ve lâkin dünyâ için, üzülüp etme merak.
Dert, "Âhiret derdi"dir, üzülme başka şeye.
Hele bu "Dünyâ" için, hiç değmez üzülmeye.)
Bir hanımın, bey'ine davranışı bâbında,
Âlimler buyurdu ki, bir çok kitaplarında:
(Hanımın üzerinde, beyin çok hakkı vardır.
Bu bâbta, Resûlullah şöyle buyurmaktadır:
(Beyinin hukûkunu gözetmezse bir kadın,
Gözetmemiş sayılır hakkını da Allah'ın.)
Beyine "Asık yüzlü, somurtkan" dursa şâyet,
Allah'ın gazabına dûçâr olur nihâyet.
Bir kadın, çok hizmetler etse dahî beyine,
Yaptığı bu hizmeti, "Az görmeli" o yine.
Beyinin rızâsını alırsa hanım şâyet,
Cennete girmesi de, kolaydır onun gâyet.
Zîrâ bir hadîsinde buyurdu ki o Server:
(İnsana secde etmek câiz olsaydı eğer,
Emrederdim, "Beyine secde etsin hanımlar!"
Zîrâ kadın üstünde, beylerin çok hakkı var.)
Kadın, almak isterse Allah'ın rızâsını,
Almalıdır beyinin rızâ ve duâsını.
Fâtıma vâlidemiz, bir gün Resûlullah'a,
Ziyârete geldi ve başladı ağlamaya.
Peygamber Efendimiz, üzüntü duydu bundan.
Buyurdu ki: (Ey kızım, nedir seni ağlatan?)
Dedi ki: (Babacığım, efendim Alî'yle biz,
Bir husus üzerinde konuşurken ikimiz,
Kırıldı bu gün bana, bir kelimem yüzünden.
Lâkin özür diledim hemence kendisinden.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, bir hanımın kocası,
Eğer ondan râzıysa, Allah da olur râzı.
Bilir misin, kadına, en üstün amel nedir?
Kocasının emrine itâat eylemektir.
Müjde o hanıma ki, râzıdır beyi ondan.
Ve üstündür bu hâli, "bin yıllık tâatı"ndan.
Bir kadın, gözetirse kocasının hakkını,
Ölmez o, görmedikçe Cennette makâmını.
Kadının, beyi ile oturması bir zaman,
İyidir o kadının, Kâbeyi tavâfından.)
styla45
06-12-2010, 09:45 PM
HANIMA NASIL DAVRANMALI?
İslâm âlimlerinden, Hasen Fehmî Efendi,
Âile seâdeti bâbında şöyle derdi:
"Güzel huylu" olmalı bir erkek hanımına.
Şefkat ve muhabbetle davranmalı hep ona.
Ev içinde, dâimâ "Güler yüzlü" olmalı.
Ona karşı yumuşak ve nâzik davranmalı.
Önce selâm vermeli, girince eve erkek.
Hatırını sormalı, hem (Nasılsın?) diyerek.
Neş'esiz, üzüntülü görürse onu eğer,
Tesellî eylemeli söyleyip güzel şeyler.
Onu "Çok sevdiğini" bildirmeli kendine.
İştirak etmelidir sevincine, derdine.
Ağır ve zor işleri, meselâ çarşı pazar,
İşlerini, hanıma yaptırmamalı zinhâr.
Kolaylık göstermeli ona ev işlerinde.
Ve yardım etmelidir, çocuk terbiyesinde.
Yemede, giyinmede, imkânı varsa şâyet,
İyisini almaya etmeli sa'y-ü gayret.
Onu, hiç bir sûrette aslâ dövmemelidir.
Dövmek değil, "Sert" bile, hiç söylememelidir.
Resûlullah buyurdu: (Eşini dövse bir zât,
Bilsin ki, dâvâcısı mahşerde benim bizzât.)
Onun huysuzluğuna sabırlı olmalıdır.
Bir günden daha fazla dargın durmamalıdır.
Ahlâkında, huyunda değişiklik görünce,
Kabâhati, kendinde aramalı ilk önce.
Görmezlikten gelmeli, bâzı kusûrlarını.
Gizlemeli herkesten, ayıp ve sırlarını.
Ona, yanında iken ve yanında olmadan,
"Hayır duâ" etmeli, kaçmalı "Bedduâ"dan.
Çünkü o, gece gündüz beyi için çalışır.
Ve onun en vefâlı "Hayat arkadaşı"dır.
Onun, kat'î sûrette kırmamalı kalbini.
Zîrâ o, beyi için adamıştır kendini.
Bâzı erkek vardır ki, nâziktir ona buna.
Lâkin "Arslan kesilir evinde hanımına.
Önemsiz bir şeyleri bahâne eyliyerek,
İncitir hanımını, hakâretler ederek.
Şunu bilmelidir ki, "Kalp kırma"nın günâhı,
Sanki yıkmak gibidir, kazmayla Beytullah'ı.
Hattâ en büyük günah, "Küfür"den sonra gelen,
Mü'mini incitmektir, şu veyâ bu sebepten.
"Îmân"dan sonra ise, en kıymetli ibâdet,
Bir mü'minin kalbini sevindirmektir elbet.
Yine bilmelidir ki, hanım "Esir" değildir.
Rabbin bir emâneti, bir "Cennet nîmeti"dir.
Bu yüzden, hanımını üzmemeli bir erkek.
Ve ona güvenmeli, çok muhabbet ederek.
Öyle olmalıdır ki hanımıyla gerçekten,
Bilsin ki: "Beyim beni, çok seviyor herkesten".
styla45
06-12-2010, 09:45 PM
ANA BABAYA HİZMET
"Eşrefzâde Bursavî", hâl ehli bir büyük zât.
Ana-baba hakkında, şöyle etti nasîhat:
"Ana-baba" hakkında, lüzumlu bilgileri,
Şöyle beyân etmiştir, Allah'ın Peygamberi:
(Bir kul ki, anasının ayağını öperse,
"Cennetin eşiğini öpmüş olur o kimse.
Râzıysa anne baba, kızı yâhut oğlundan,
Allahü teâlâ da, râzı olur o kuldan.
Ve eğer anne baba, kızarsa evlâdına,
Allah da, gadab eder elbette o kuluna.
Onlara her yapılan iyilik, yardım, ihsân,
Üstündür çok nâfile namâz, oruç ve hac'dan.
Eğer anne babaya, hizmet etse bir evlât,
Yârın mahşer gününde, "Ateşe girmez o zât.
Ve eğer şefkat ile bakarsa yüzlerine,
"Hâc" ve "Ömre sevâbı yazılır o mü'mine.)
Biri sordu Resûle: (İhtiyar oldu annem.
Yaşlılıktan ötürü, aklı da azaldı hem.
Bütün hizmetlerini, bizzât ben yapıyorum.
Elimle yediriyor, sırtımda taşıyorum.
Ona yapmış olduğum bu hizmet sebebiyle,
Ödemiş olur muyum hakkını tamâmiyle?)
Buyurdu ki: (Olmazsın, şu ki bunun hikmeti,
O, senin yaşamanı isteyip hizmet etti.
Sen ise, vâlidene hizmet edersin, fakat,
Beklersin ki, acabâ ne zaman eder vefât?)
Bir kimsenin babası, "Felç olmuştu âniden.
Oğlu hizmet ederdi, o günden îtibâren.
Ve lâkin usanınca babasına bakmaktan,
Bir gece vakti onu, sırtına alaraktan,
Evden çıkıp, dedi ki hem de kendi kendine:
"Götürüp bırakayım, ıssız bir dağ dibine"
Geldi bu niyet ile, kervan geçmez bir dağa.
Başladı oralarda, "Uygun yer" aramaya.
Lâkin bildi babası, onun bu niyetini.
Dedi ki: (Ey evlâdım, fazla üzme kendini.
Beni şuraya bırak, hiç yorulma boş yere.
Zîrâ ben de babamı, bırakmıştım bu yere.)
Bu sözler karşısında, üzüldü buna gâyet.
Sordu ki: (Nasıl oldu, bana dahî îzâh et.)
Dedi: (Benim babam da, felç olmuştu bir gece.
Ben de böyle bakmıştım babama senelerce.
Ve lâkin senin gibi, ben de çok usanmıştım.
Bir gece, tam bu yere getirip bırakmıştım.
Zîrâ büyüklerimiz, demiş ki zamânında:
(Her kişi ne ekerse, onu biçer sonunda.)
Bu sözler, bir "Ok" gibi saplandı sînesine.
Onu tekrar sırtlayıp, götürdü hânesine.
Giderken hem ağlıyor, hem duâ ediyordu.
(Yâ Rabbî, yanlış yaptım, beni affet) diyordu.
styla45
06-12-2010, 09:45 PM
ANNE DUÂSI
"Pîr Alî aksarâyî", bir sohbeti ânında,
Şöyle dedi "Anneye hizmet" etme bâbında:
(Mûsâ aleyhisselâm, bir gün kendi kendine,
Düşünüp, şu şekilde duâ etti Rabbine:
(Cennette, benim komşum her kimse yâ ilâhî!
Bildir de, onu bulup tanıyayım ben dahî.)
Buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, falanca beldeye var.
Çarşının girişinde, bir "kasap dükkânı" var.
O dükkânın sâhibi, gâyet iyi bir zâttır.
Cennette senin komşun, o "kasap" olacaktır.)
Mûsâ aleyhisselâm, "Onu görmek" üzere,
Çıktı memleketinden, vâsıl oldu o yere.
Hânesine giderek, buyurdu: (Ey kişi, ben,
Misâfir geldim sana, eğer kabûl edersen.)
Kasap, Mûsâ Nebî'yi tanımıyordu, fakat,
(Hoş geldiniz!) diyerek, eyledi çok iltifât.
Baş köşeye oturtup, eyledi izzet, ikrâm.
Sonra izin isteyip, işine etti devâm.
Önce mutfağa girip, "Et pişirdi" ocakta.
Ve onu, lokma lokma ayırdı oracıkta.
Ve asılı bir Zembil" var idi ayriyeten.
Yavaş ve dikkatlice, indirdi onu hemen.
Mûsâ Nebî baktı ki, içinde bir Kadın" var.
Çok yaşlı, pîr-i fâni, tâkatsiz bir ihtiyar.
Kirlettiği bezleri, çıkartarak ilk önce,
Yeni, temiz bezlerle değiştirdi güzelce.
Yedirdi o etleri sonra o ihtiyâra.
O, sevinip birşeyler mırıldandı o ara.
Hizmetini bitirip, astı tekrar yerine.
Ve Mûsâ Peygamberin yanına geldi yine.
Mûsâ aleyhisselâm, sordu ki: (Bu zembilin,
Merak ettim sırrını, bana da söyler misin.)
Dedi: (Benim annemdir zembilde gördüğünüz.
Yaşlıdır, ona böyle bakarım gece gündüz.
Zîrâ başka evlâdı yoktur hizmet edecek.
Her türlü hizmetini, ben yaparım severek.)
Buyurdu ki: (Sen onun temizlik hizmetini,
Yapıp da, lokma lokma yedirince etini,
Annenin dudakları oynadı, bir şey dedi.
Sen ise "Âmîn" dedin, söylediği ne idi?)
Dedi ki: (Ben annemin hizmetini görünce,
Pek fazla memnun olup, duâ eder gönlünce.
"Onu, Mûsâ Nebî'ye komşu et yâ ilâhî!"
Diyerek duâ eder, "Âmîn" derim ben dahî.)
Mûsâ Nebî o zaman buyurdu: (Mûsâ benim.
Bu hâlinden ötürü, seni tebrîk ederim.
Annene böyle hizmet ettiğinden ihlâsla,
Beni, seni görmeye gönderdi Hak teâlâ.
Annenin duâsını kabûl etti Rabbimiz.
Cennette, senin ile Komşu olduk ikimiz.)
styla45
06-12-2010, 09:46 PM
NAMÂZ NÛR'DUR
Sıbgatullah Arvâsi, büyük âlim ve velî.
Bir gün, "Namâz" hakkında buyurdu şu sözleri:
Namâz, dînin direği, mü'minin mîrâcıdır.
Namâz, hasta rûhların, tesirli ilâcıdır.
Namâz kılan, kurtarır yıkılmaktan dînini.
Kılmayan, kurtaramaz Cehennemden kendini.
Namâz, korur insanı çirkin, kötü her işten.
Namâz kılan, kurtulur Cehennem ateşinden.
Namâz, nûrdur, ışıktır insanların kalbine.
Namâz, Münker-Nekîr'in, cevaptır suâline.
Namâz kılan kimsenin, kalbi temiz, pâk olur.
Namâz kılan, her zaman, huzûr ve râhat bulur.
Namâzla geçer insan, şimşek gibi Sırât'ı.
Namâzla insan bulur, huzûr ile râhatı.
Namâzdır insanları, doğru yola getiren.
Namâzdır insanlara, günâhı terk ettiren.
Namâz, rûhlara gıdâ, namâz rûhlara şifâ.
Namâzdır üzüntülü kalplere nûr ve safâ.
Namâz, kalbi parlatır, Sırât'ı aydınlatır.
Namâz'ını kılmayan, çok pişmân olacaktır.
Namâzdır mü'minleri birbirine bağlıyan.
Namâzdır küskünleri barıştırıp dost yapan.
Namâz kılmıyanların, kabûl olmaz duâsı.
Çünkü o, terk etmiştir mühim olan bu farzı.
Namâz kılan, öyle çok yaklaşır ki Allah'a,
Başka ibâdetlerle, fazlası olmaz daha.
�Namâz� kılan, yapar hep faydalı, iyi amel.
Namâz, kötülüklere olur mâni ve engel.
Câmide, cemâatle kılarsa bunu herkes,
Sevgi ile bağlanıp, tutmazlar kin ve garez.
Büyükler, küçüklere eder şefkat, merhamet.
Onlar da, büyüklere gösterir saygı, hürmet.
Zenginler, fakirlerin vâkıf olur hâline.
Yardımda bulunurlar, derhâl kendilerine.
Câmide, hastaları görmeyince sağlamlar,
Merak edip, onları, evlerinde ararlar.
Şartlarına uyarak, kılarsa onu bir kul,
Hak teâlâ indinde, olur iyi ve makbûl.
Hepsi namâz kılmıştır, bilcümle Peygamberler.
Namâz kılan kimseyi, sever gökte melekler.
Beş vakit namâzını, tam kılarsa bir insan,
Melek-ül-mevt, rûhunu, alır kolay ve âsân.
"Nûr" olur Ona "Namâz", girdiğinde kabrine.
Kolay olur cevâbı, suâl meleklerine.
Kıyâmette, ilk önce sorulacak "Namâz"dan.
Hesâbını verenler, kurtulacak azâbtan.
Kim beş vakit "Namâz"ı, getirirse yerine,
Kavuşur âhirette, Cennet nîmetlerine.
Kimler de kılmayıp da, etmezlerse hiç esef,
Azâb göreceklerdir Cehennemde mâlesef.
styla45
06-12-2010, 09:46 PM
KALP KIRMAK HARÂMDIR
Dâvûd-i Kayserî ki, çok mübârek bir kişi.
İnsanları gafletten uyarmaktı sırf işi.
O bir gün buyurdu ki: (Yaşamayın gafletle.
Zîrâ âni geliyor ecel umûmiyetle.
Bilhassa "Kul hakkı"na edin ki çok riâyet,
Mahşerde, hak altından kurtuluş zordur gâyet.
Meselâ harâm olsa, elbisenin düğmesi,
O namâzın, insana olmaz bir fâidesi.
Üstümüzde kul hakkı, olsa da "Yarım akçe",
Cennete giremeyiz, onu ödemedikçe.
Kul hakkını, dünyâda, kolaydır edâ etmek.
Ve lâkin âhirette, çok çetindir ödemek.
Zîrâ o gün, geçmiyor dünyâdaki paralar.
"Sevap" ve "Günâh" ile ödenecek bu haklar.
Yâni sevâbı varsa, gider alacaklıya.
Yoksa, onun günâhı yükletilir borçluya.
Bunun için dünyâda, her kişi helâllaşsın.
Aslâ mahşer gününe, borç alacak kalmasın.
"Haklı" olsanız bile, siz yine dileyin af.
Belli olmaz, belki de haklıdır karşı taraf.
Zîrâ mahşer yerinde, nice alacaklılar,
Hesâpları "ters" dönüp, sonunda borçlu çıkar.)
Dediler ki: (Efendim, îzâh buyurduğunuz,
Kul hakları, nelerden ibârettir bâhusus?)
Cevâben buyurdu ki: (Kul hakkı denilince,
Hâtıra, "Maddî haklar" gelirse de ilk önce,
Bunlardan daha mühim haklar da var muhakkak.
Meselâ kul hakkıdır, "Kalp kırmak, gönül yıkmak.
Hattâ insan, "Kâbeyi yıksa da yetmiş defâ,
Kalp kırmanın yanında "Hafif" kalır bu daha.
İnsanın, kimler ile varsa çok alâkası,
Onlarla îcâb eder, sık sık helâllaşması.
Meselâ sıra ile, zevcemiz, çocuğumuz,
Hısım akrabâ ile, arkadaş ve komşumuz.
Hepsinin, ayrı ayrı üstümüzde hakkı var.
Bunların içinde de, en mühimi, "Hanımlar".
Eğer ki hanımını incitirse bir kişi,
Helâllık almadıkça, mahşerde zordur işi.
Her gün evden çıkarken, helâllaşmak gerekir.
Zîrâ ölebiliriz, eceller âni gelir.)
Dediler ki: (Efendim, Allah katında bir kul,
Hangi vasıflarıyla olur iyi ve makbûl?)
Buyurdu: (Mâhir olsa bir kişi mesleğinde,
Sırf bununla, bir kıymet kazanmaz Hak indinde.
Zekî ve kurnaz olmak, makâm, mevkî, müdürlük,
İndallah, o insana sağlamaz bir üstünlük.
Kim fazla korkuyorsa Allahü teâlâdan,
Odur Allah indinde kıymeti fazla olan.
Kim kazanmak isterse, Hak indinde îtibâr,
"Takvâ"ya sarılsın ki, Rabbimiz buna bakar.)
styla45
06-12-2010, 09:46 PM
ANA-BABANIN VAZÎFESİ
"Selâhaddîn Uşâkî", âlim ve velî bir zât.
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasîhat.
Bir gün, anne-babanın vazîfesi bâbında,
Sorulan bir suâle, şöyle dedi vâzında:
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Hepiniz,
Bir koyun sürüsünün, "Çoban"ı gibisiniz.
Nasıl ki sürüsünden, mes'ûl olup bir çoban,
Korur ise onları, her zarar ve ziyândan,
Sizler dahî, emriniz altında kimler varsa,
Koruyun her birini Cehennemden bilhassa.
Çoluk çocuğunuza, her şeyden daha evvel,
"İslâmî bilgileri öğretin tam mükemmel.
Eğer öğretmezseniz dînini onlara siz,
Yârın mahşer gününde, pişmânlık çekersiniz.)
Yine bir hadîsinde buyurdu ki o Server:
(Çok müslümân evlâdı vardır ki, o kimseler,
Anne-babalarının sebebi ile hem de,
Acı azâb görürler, "Veyl" adlı Cehennemde.
Onlar, ateş içinde çekerken acı, keder,
Ana-babaları da yanacaktır berâber.
Çünkü o insanların anne ve babaları,
Terbiye etmediler, dînî yönden onları.
Sırf "Para kazanma"nın yolunu gösterdiler.
Dînin emirlerini, aslâ öğretmediler.
Onların, Cehennemde yanmalarına sebep,
Dînini öğretmiyen o "Anne-baba"dır hep.)
Yine buyurdular ki: (Bir baba, evlâdına,
Acıyıp gönderirse, bir Kur'ân üstâdına,
Öğretilen Kur'ânın harfleri adedince,
O kula, "Hac sevâbı" verilecek bir nice.
Ve kıyâmet gününde, o kulun başına bir,
"Devlet tâcı" konur ki, herkes görüp imrenir.)
Bu zât buyuruyor ki: (İşte bu hadîslerin,
Bildirdiği azâbtan kurtulabilmek için,
Evlâdına, ilk önce öğret ilmihâlini.
Âzâd et Cehennemden, evlâdınla kendini.
Evlât, ana-babanın elinde bir "Emânet".
Çocukların kalpleri, "Temiz" ve "Sâftır gâyet.
Yumuşak "Mum" misâli, her türlü şekle girer,
Ve temiz"Toprak" gibi, ne ekersen o biter.
Bir baba, çocuğunu seviyorsa eğer ki,
Ona öğretmelidir, dînini elbette ki.
Eğer öğretilirse, ererler seâdete.
Anne-babaları da, ortak olur nîmete.
Şâyet öğretilmezse, olurlar "Kötü insan".
Dünyâ ve âhirette, sonları olur hüsrân.)
styla45
06-12-2010, 09:46 PM
KARDEŞLİK VE ŞEFKAT
Ulu Ârif Çelebi, ilme âşık bir kişi.
Okuyup okutmaktı, en sevdiği tek işi.
Bir gün, sevdikleriyle başlıyarak sohbete,
Şöyle bir hâdiseyi nakletti cemâate:
"Halîl" ile "İbrâhim" adında, çok önceden,
İki kardeş yaşarmış, birbirini çok seven.
Büyük olanı "Halîl", küçüğü "İbrâhim"miş.
Halîl "Evli", çocuklu, İbrâhim "Bekâr" imiş.
Ortak bir Tarla"ları varmış ki hem onların,
Geçinip giderlermiş geliriyle tarlanın.
Ve her sene sonunda, ne kadar çıksa "Buğday",
Hemen eşit olarak, ederlermiş "iki pay"
Bir yıl, ekinlerini biçip harman yapmışlar.
Buğdayları savurup, ikiye ayırmışlar.
Büyük olan demiş ki: (Ey kardeşim İbrâhim!
Ben gidip çuvalları, ambardan getireyim.
Ben gelinceye kadar, sen bekle az bir zaman.
Gelmesin buğdaylara herhangi zarar, ziyân.)
Halîl eve gidince, düşünmüş ki İbrâhim:
(Ben "Bekâr" bir kişiyim, "Evli"dir fakat âbim.
Daha çok buğday lâzım elbet Onun evine.
Benimkinden bir miktar, atayım onunkine.)
O, âbisi hakkında bunları düşünerek,
Payından, onunkine aktarmış üç beş kürek.
Halîl, çuval elinde çıkagelmiş o ara.
Demiş: (Haydi doldur da, götürüver anbara.)
İbrâhim "Peki" deyip, kendine âit olan,
Buğdaydan yüklenerek, anbara olmuş revân.
İbrâhim ayrılıp da, gider gitmez anbara,
Şu şekilde düşünmüş, âbisi de o ara:
(Çok şükür ben "Evli"yim, kurulu düzenim var.
Lâkin küçük kardeşim İbrâhim henüz Bekâr.
O, daha çalışıp da, para biriktirecek.
Ve maddî sıkıntıyla, ev kurup evlenecek.
Benim böyle derdim yok, hazır evim ve eşim.
Buğdaya, benden fazla, muhtâçtır bu kardeşim.)
Kardeşinin hakkında, o böyle düşünerek,
Payından, onunkine aktarmış bir kaç kürek.
Buğdayı yüklenip de, ayrıldığında biri,
Ona, kendi payından, aktarırmış diğeri.
Onların bu hâlleri, o gün akşama kadar,
Birbirinden habersiz, sürüp gitmiş bu karar.
Nihâyet bakmışlar ki karanlık bastığında,
Hiç "Azalma" olmamış buğday yığınlarında.
Onlar, birbirlerine, böyle güzel hareket,
Edince, vermiş Allah onlara bir "Bereket".
Günlerce taşımışlar, "bitmemiş" buğdayları.
Dolup taşmış buğdayla, evleri, ambarları.
İşte, "Halîl İbrâhim bereketi" denilen,
Hâdise, bu şekilde vâki olmuş eskiden.
styla45
06-12-2010, 09:46 PM
DUÂ, BELÂYI GİDERİR
Ziyâeddîn Nahşebî, büyük âlimlerdendi.
Bir gün, şu hadîseyi dersinde nakleyledi:
(Resûlullah, eshâbla otururken bir ara,
Şu ibretli vak'ayı naklettiler onlara:
Vaktiyle bir kavimde, yaşıyordu Üç adam.
Bir yere giderlerken, bir dağda oldu akşam.
Hemen yer aradılar, gecelemek üzere.
Bir "Mağara" görerek, sığındılar o yere.
Lâkin koca bir Kaya", dağdan yuvarlanarak,
Mağara kapısını kapadı tam olarak.
Dediler ki: (Bu yerden, bizleri kim kurtarır?
Bize yardım edecek, ancak Hak teâlâdır.
İyi işlerimizle, edelim Ona niyâz.
Ola ki, O da bizi bu yerden eder halâs.)
İçlerinden birisi, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Benim "Annem ve Babam" vardı ki pîr-i fâni,
Onların yemeğini bizzât yedirmeyince,
Ben, hanım ve çocuklar, yemezdik daha önce.
"Rızân için" yaptımsa onlara bu hizmeti,
Kaldır üzerimizden bu büyük musîbeti.)
O böyle dediğinde, aralandı az kaya.
Lâkin çıkamadılar yine de dışarıya.
Bu sefer ikincisi, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Komşumuzun, çok güzel bir Kızı var idi ki,
Onunla buluşmayı isterdim harâretle.
Lâkin o, teklîfimi reddederdi şiddetle.
Sonra bir "Kıtlık" oldu, günlerce kaldılar aç.
Nihâyet erzak için, oldular bize muhtâç.
Ben bunu fırsat bilip, o kıza erzak verdim.
Sonra da, (Teklîfime, "Evet" de haydi!) dedim.
Dedi ki: (Sen Allah'tan korkmaz mısın ey kişi!
Nasıl teklîf edersin, bana günâh bir işi?)
Ben bunu işitince, kendime geldim hemen.
Vazgeçtim o günâhı irtikâb eylemekten.
Bu işten, "Rızân için" ictinâb ettim ise,
Buradan çıkmak için, yardım et yâ Rab bize.)
O kaya, biraz daha aralandı o vakit.
Lâkin henüz çıkmaya, olmadı tam müsâit.
Bu sefer üçüncüsü, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Amele tutmuş idim ücret ile ben dahî.
Lâkin gitti birisi, ücretini almadan.
Ben, onun ücretini çalıştırdım çok zaman.
Birikti hesâbına, bir hayli mal ve davar.
Bir gün gelip istedi ücretini o tekrar.
Dedim ki: (Şu gördüğün öküz, koyun ve deve,
Senindir her birisi, sür götür senin eve.)
Yâ Rabbî, "Rızân için" yaptımsa bu işi ben,
Kaldır bu musîbeti, bizim üzerimizden.)
O da Hak teâlâya, edince böyle niyâz,
Taş kaydı biraz daha, oldular bundan halâs.
styla45
06-12-2010, 09:47 PM
MUHTÂÇLARA YARDIM
Abdurrahîm Bursâvî, âlim ve velî zâttı.
Bir gün, sevdiklerine, şu vak'ayı anlattı:
"Abdullah bin Mübârek" adında bir evliyâ,
Hac'da iken bir gece, gördü şöyle bir rüyâ:
Semâdan yeryüzüne, "İki melek" indiler.
Sonra, birbirleriyle hasbihâl eylediler.
Meleklerden birisi, sordu ki diğerine:
(Bu sene, kaç müslümân geldi bu Hac yerine?)
O dahî cevâbında, şöyle dedi o zaman:
(Bu yıl Hac'ca gelenler, altıyüzbin müslümân.)
Birincisi sordu ki yine ikincisine:
(Peki, kaçının haccı kabûl oldu bu sene?)
Dedi ki: (Bu kadar çok kimse Hacca gelmiştir.
Lâkin hiç birininki, kabûl edilmemiştir.
Fakat Şam'da, "Alî bin Muvaffak" diye bir zât,
Var ki, Hac sevâbını kazanmıştır o bizzât.)
Abdullah bin Mübârek, bu rüyâ üzerine,
O zâtı bulmak için, yöneldi Şam şehrine.
"Alî bin Muvaffak"ı sorarak ahâliden,
Hânesini öğrenip, yanına gitti hemen.
Önce selâm vererek, anlattı rüyâsını.
Dedi ki: (Söyle bana, sen şu işin aslını.
Sana, Hac sevâbını kazandıran iş nedir?
Ne amel işledin ki, kazandın böyle ecir?)
Alî bin Muvaffak da, buna çok etti hayret.
Dedi ki: (Bilmiyorum, yapmadım bir ibâdet.
Ayakkabı tâmiri yapmaktır asıl işim.
Otuz seneden beri, Hacca gitmek isterim.
"Üçyüz dirhem" parayı, biriktirip nihâyet,
Bu yıl, Hacca gitmeye etmiştim hâlis niyet.
Lâkin kısmet olmadı bu sene de bana Hac.
Zîrâ bir komşum vardı, gâyet fakir ve muhtâç.
Bir gün gidip gördüm ki bu komşumun evine,
Et kokusu yayılmış evinin her yerine.
Şaka ile dedim ki: (Et pişiyor ocakta.
İkrâm et de, berâber yiyelim şuracıkta.)
Ben böyle söyleyince, ağladı hüngür hüngür.
Dedi ki: (Çocuklarım, aç bekliyor üç gündür.
Bütün şehri dolaşıp, iş aradım bir hafta.
Lâkin hiç bulamadım uygun iş, bir tarafta.
Bir yolun kenarında,Ölü bir hayvan gördüm.
Zarûret miktârınca, kesip eve götürdüm.
Yemek pişiriyorum çocuklara o etten.
İkrâm edemiyorum size de bu sebepten.)
Ben bunu öğrenince, çok sızladı yüreğim.
Ve hemen düşündüm ki: Buna yardım edeyim.
Muhtâç olan kimseye, yardım eli uzatmak,
Nâfile ibâdetten, kıymetlidir kat be kat.
Abdullah bin Mübârek, öğrenince bu hâli,
Buyurdu: (Çok isâbet eylemişsin yâ Alî!)
styla45
06-12-2010, 09:47 PM
ÖFKENİN ZARARLARI
Abdül'azîz Dehlevî, bir gün "Öfke" bâbında,
Câmide, cemâate şöyle dedi vâzında:
Bir gün hükümdâr Me'mûn, odasına gelerek,
Sofraya oturdu ki, bir miktar yesin yemek.
Ve lâkin hizmetçisi, çorbayı getirirken,
Elinde olmaksızın, ayağı kaydı birden.
Döküldü sıcak çorba, Sultânın üzerine.
Hiddetlendi hükümdâr, derhâl hizmetçisine.
Hattâ dövecekti ki kalkıp onu bir yaman,
Akıllı hizmetçisi, vermedi buna meydan.
Dedi ki: (Ey efendim, acele etmeyiniz.
Dînin emri üzere, lütfen amel ediniz.
Bakın, buyuruyor ki Kur'ânda Hak teâlâ:
"Takvâ sâhibi kullar, öfkelenmezler aslâ")
Teskîn oldu hükümdâr, onun bu sözlerinden.
Dedi: (Ben de vazgeçtim, sana sinirlenmekten.)
Hizmetçisi dedi ki: (Âyetin devâmı var:
"Kusûru olanları, affeder hemen onlar.")
Onun bu sözü dahî, çok memnun etti onu.
Dedi: (Ben de affettim, senin bu kusûrunu.)
Hizmetçi, hükümdâra dedi ki en sonunda:
(Sultânım, iş bitmedi, devâmı var onun da.
Bakın buyuruyor ki bu âyette Rabbimiz:
"İhsân sâhibi olan kulları çok severiz.")
Bu söz de huzûr verdi hükümdârın içine.
Bir kese Altın alıp, verdi hizmetçisine.
Yine Behâeddîn-i Buhârî hazretleri,
Çok titiz davranarak, yer idi yemekleri.
Bir yemek pişmiş ise "Gadab" ve "Öfke" ile,
Anlayıp, yemez idi ondan bir lokma bile.
Bir gün, dâvet ettiler yemeğe kendisini.
Lâkin hiç o yemeğe uzatmadı elini.
Dediler ki: (Efendim, helâldi yemeğimiz.
Merak ettik, acabâ ne için yemediniz?)
Buyurdu ki: (Yemekler helâldi hepsi, fakat,
Kızgın ve öfkeliydi, yemeği pişiren zât.)
Talebeden biri de, suâl etti: (Efendim!
Hâllerim iyi değil, neye dikkat edeyim?)
Buyurdu ki: (Lokmana dikkat eyle her zaman.
Harâmdan, tek bir lokma geçmesin boğazından.
Hem ayrıca bir yemek, pişer ise "Gaflet"le,
Veyâ hazırlanırsa, "Gadab" ve "Kerâhet"le,
O yemekten, insana olmaz fayda, bereket.
Zîrâ şeytân ve nefis, karışır ona elbet.
Böyle pişen yemekten, yer ise biri eğer,
Ondan hep zuhûr eder çirkin, kötü fiiller.
Ve eğer "Huzûr" ile, "Besmele" söyliyerek,
"Neşe" ve "Sevgi" ile yapılırsa bir yemek,
Ondan her kim yer ise, kurtulur çok marazdan.
Lezzet alır yaptığı ibâdet ve namâzdan.)
styla45
06-12-2010, 09:47 PM
ŞEYTÂNIN HÎLELERİ - 1
Abdullah-el Acemî buyurdu: (Ey insanlar!
Biliniz ki, insanın, üç büyük düşmânı var.
Birisi "Şeytân"dır ki, damarlarda dolaşır.
Günâha sokmak için, gece gündüz uğraşır.
Lâkin bunun zararı, "Azdır diğerlerinden.
Bilgisiyle kurtulur, insan bunun şerrinden.
Zîrâ bir günâh için, "bir kez" gelir herkese.
Eğer aldatamazsa, verir başka vesvese.
Evvelâ her kişinin, "Za'fı"nı tesbît eder.
Meselâ çok ibâdet yapıyorsa, şöyle der:
(Ne için bu kadar çok ibâdet yapıyorsun?
Allah, ibâdetlere muhtâç mı sanıyorsun?
Ne kadar çok ibâdet yapsan da ihlâs ile,
"Bir gözünün şükrünü îfâya yetmez bile.
O ihsân etmedikçe, Cennete giremezsin.
Öyle ise, bu kadar niçin zahmet çekersin?)
Şeytân böyle der ise, şöyle cevap veririz:
(Evet, muhtâç değildir ibâdete Rabbimiz.
Ve lâkin ibâdete, benim var ihtiyâcım.
Çünkü ben, kul olarak, her an Ona muhtâcım.
Ne kadar çok ibâdet etsem de kendisine,
Kulluğumu tam yapmış olamam Ona yine.)
Bu sefer şeytân der ki: (Ama sen, henüz gençsin.
İbâdette, ne kadar çok acele edersin.
Önce "Dünyâ işini düzene koy, râhat et.
Yaparsın daha sonra çok amel ve ibâdet.)
Buna karşı deriz ki: (Evet ben, henüz gencim.
Lâkin bilmiyorum ki, ne gün gelir ecelim?
Ben, bu günün işini bırakırsam yârına,
Ne bahâne bulurum mahşerde Yaradan'a.)
Şeytân der ki: (Haklısın, ecel belli değildir.
Her tâati, acele yapmak daha iyidir.
Bunun için namâzı, çabuk çabuk edâ et.
Böylece az zamanda, yaparsın çok ibâdet.)
Bu sefer de, şeytâna şöyle cevap verilir:
(Aceleden maksadım, elbette bu değildir.
Her tâatin şeklini, bildirmiştir dînimiz.
Doğru yapılanları, kabûl eder Rabbimiz.
Hiç hatâsız olarak yapılan az ibâdet,
Hatâlı çok tâatten üstündür daha elbet.)
Bu sefer şeytân der ki: (Sen, çok iyi bir kulsun.
Her bir ibâdetini, kusûrsuz yapıyorsun.
Bunun için, herkese "Göster" ki amelini,
Herkes, sana bakarak düzeltsin her hâlini)
Onun bu hîlesine, şöyle cevap verilir:
(İnsanların görmesi, hiç de mühim değildir.
Ben ibâdet yaparım, "Rabbimin emri" diye.
Ne için göstereyim, bunu Ondan gayriye?
Benim ibâdetimi görse de çok insanlar,
Hattâ beğenseler de, bana ne fayda sağlar?)
styla45
06-12-2010, 09:47 PM
ŞEYTÂNIN HÎLELERİ - 2
Onun bu hîlesi de tutmayınca, bu sefer,
Başka bir Taktik" ile yaklaşıp, şöyle söyler:
(Hakîkaten sen hâlis, iyi bir müslümânsın.
Ve her ibâdetini, "Allah için" yaparsın.
Bu mânevî nîmeti, sen nasıl elde ettin?
Demek, senin bu yolda çoktur kâbiliyetin.)
Şeytâna, bu sefer de şöyle diyebiliriz:
(Her nîmetin hakîkî sâhibi, Rabbimizdir.
O dediğin nîmetler, mevcutsa bende eğer,
Rabbimin ihsânıdır, herkese O lutfeder.
Ben, Allah'ın pek âciz, zavallı bir kuluyum.
Bendeki her nîmeti, yine Ona borçluyum.)
Şeytân bakar olmadı, tutmadı yalanları,
Bizi aldatmak için, dener başka yolları.
Der ki: (Sen, çok "bilgili" ve "akıllı" birisin.
Dînin îcâblarını gâyet iyi bilirsin.
Ve lâkin sen yine de "Gizli yap ibâdeti.
Riyâdan kaçanların, hep böyledir âdeti.
Her hâlin, muvâfıktır rızâ-i ilâhîye.
Her ameli gizli yap, gösterme bir gayriye.)
Bu sefer demeli ki: (Yine yalan diyorsun.
Şimdi de, beni "Kibre sevk etmek istiyorsun.
Bâzı iş "Gizli" olur, bâzıları "Âşikâr".
Hepsini gizli yapmak, bana ne fayda sağlar?)
En son olarak der ki: (Sen, iyi bir insansın.
Îmânı, îtikâdı düzgün bir müslümânsın.
Sen de biliyorsun ki, dünyâda "Hayır" ve "Şer",
Her biri Allahtandır, karışmaz aslâ beşer.
Şâyet Cehennemliksen, niye zahmet çekersin?
Çok ibâdet etsen de, Cehenneme gidersin.
Yok eğer Cennetliksen, yine yapma ibâdet.
Zîrâ sen Cennetliksin, boş yere çekme zahmet.
Ne için ibâdetle uğraşıp duruyorsun?
Gâlibâ sen kendini "Boş yere" yoruyorsun.)
Onun bir hîlesi de, işte bu vesvesedir.
Onu susturmak için, şöyle cevap verilir:
(Ben kulum, kula düşen, "İbâdettir Rabbine.
Cennetine koyarsa, lütfudur Onun yine.
O bilir, Cennetlik ve Cehennemlik kulları.
Ben ibâdet yaparım, hiç düşünmem bunları.
Kulun "Alın yazısı", işinden anlaşılır.
Herkes, irâdesiyle sevap, günâh kazanır.
Vâdetti Hak teâlâ, mü'minlere Cenneti.
"Sâlih amel" işleyen, kazanır bu nîmeti.
Yâni Cennetlik olan, hep sâlih amel işler.
Lâkin fenâlık yapar, Cehennemlik kişiler.
Rabbimin beğendiği "İyi işler var iken,
Beğenmediklerini ne için yapayım ben?)
Böyle cevap verirse şeytâna bir müslümân,
Onun vesvesesinden, halâs olur her zaman.
styla45
06-12-2010, 09:47 PM
ATEŞ DEYİP GEÇMEYİN
"Abdülhamîd Şirvânî", âlim ve velî zâttı.
İşi, dîne hizmet ve gençlere nasîhattı.
Bir gün, talebesiyle sohbet ederken bu zât,
Dünyâdan bahsederek, şöyle etti nasîhat:
(Kardeşlerim, dünyânın bilcümle servetiyle,
Hiç bir değeri yoktur indallah zerre bile.
"Sinek kanadı" kadar kıymeti olsa idi,
Onlardan, kâfirlere, bir yudum su vermezdi.
Gerçi bâzı kâfirler, zengindir, malları çok.
Ama hiç o malların, indallah kıymeti yok.
Allah, "dünyâ malı"na kıymet vermediğinden,
Hiç sevmediklerine veriyor bu nîmetten.
Ama onlar, Cennet'ten tam mahrum olacaklar.
Cennetin, kokusunu bile duyamıyacaklar.
Kâfirlere verilen o mallar, âhirette,
Onların azâbını arttıracak elbette.
Müslümân olanlar da, malının "Zekâtını,
Vermezse, âhirette yüklenir azâbını.
Zekâtı verilmiyen o mallar, o paralar,
Mahşerde "Ateş" olup, sâhiplerini yakar.
"Ateş" deyip geçmeyin, ona hiç dayanılmaz.
Bir kibrit alevine elinizi tutun az.
Su biraz çok ısınsa, abdest alamıyorum.
(Yâ Rabbî, bu insanlar nasıl yanar?) diyorum.
Şimdi bâzı insanlar, bir parçacık menfaat,
Uğruna, Cehenneme sürükleniyor, heyhât!
Kalpten Dünyâ sevgisi çıkmadıkça velhâsıl,
Hakîkî seâdete, olamaz kimse vâsıl.
Bu, hele bu zamanda çok çetin ve müşkildir.
Bu, çok ibâdet ile olacak şey değildir.
Çok oruç tutmak ile ve kılmakla çok namâz,
Kalpten, "dünyâ sevgisi", yine çıkarılamaz.
Bunu elde etmenin, bir yolu var ki şu an,
O da, bu seâdete, bu nîmete kavuşan,
Bir "Allah adamı"nı sevip, Ona uymaktır.
Kendi aklını atıp, Ona tâbi olmaktır.
Çünkü o büyüklerin, doğrudur her işleri.
Onlara tâbi olmak, kurtarır kişileri.
Zîrâ bir vâsıtaya bindiğinde bir kimse,
Ona tâbi olmalı, sürücüsü kim ise.
Meselâ bir gemiye binerse biri şâyet,
Geminin kaptanına tâbi olur o elbet.
Tâbi olmıyacaksa, binmesin gelip buna.
Bindiyse, uymalıdır geminin kaptanına.
Eğer müdâhaleye kalkarsa, o, ahmaktır.
Dînimizin esâsı, çünkü tâbi olmaktır.
Hazreti Ebû Bekir, kâfirlere dedi ki:
(Mâdem ki O söyledi, doğrudur elbette ki.)
"Edeb"in bir târifi, "Îtirâz etmemek"tir.
Büyüklerin emrine, hemen "Peki" demektir.
styla45
06-12-2010, 09:48 PM
ADÂLET VE İHSÂN
"Abdülvehhâb-ı Mısrî", hâl ehli bir velî'ydi.
Nasîhati, herkese pek çok fâideliydi.
Derdi: (Kulun, aynıysa dışı gibi içi de,
Rabbimiz buyurur ki: "Gerçek kul budur işte".)
İnsanlara hizmeti, vazîfe biliyordu.
(Dünyâda en kârlı iş, işte budur) diyordu.
Kimseyi gıybet etmez, dinlemezdi de hattâ.
Derdi ki: (Bu, korkunç bir hastalıktır âdetâ.)
Son derece sabırlı, tevekkül ehliydi pek.
Her dert ve musîbete, katlanırdı severek.
Derdi kihttp://************/images/smilies/58.gifİki türlü, kula gelir hidâyet.
Kimine "İhsân" olur, kimine de "Adâlet".
Bir kimse, duâ edip dese ki: (Yâ ilâhî!
Îmân ve hidâyete kavuştur beni dahî.)
Onun, hüsnü niyetle yaptığı bu duâyla,
O kulu, hidâyete erdirir Hak teâlâ.
İnsan, bütün ömrünce istese bunu bir an,
Ölmeden, o kimseye nasîb olur bu "îmân".
İşte, duâ edip de, hidâyete kavuşmak,
"Adâlet-i ilâhî" sâyesindedir ancak.
Bâzı kimseler dahî vardır ki bu dünyâda,
"Îmâna gelmek" için, bulunmaz bir duâda.
Haberi bile yoktur îmândan, hidâyetten.
Lâkin seçip kurtarır, Allah onu o dert'ten.
Yâni ona tanıtır Sevdiği bir kulunu.
Onun vâsıtasıyla, kendine çeker onu.
Bu da, hak teâlânın "İhsânı"dır ki elbet,
Dünyâda, olmaz artık bundan büyük bir nîmet.
Bir "Allah adamı"nı tanımadan bir kimse,
Yüz sene, hiç durmadan ibâdet, hizmet etse,
Yine de kayabilir ayağı o kişinin.
Çünkü tasarrufunda değildir bir mürşid'in.
Mürşidi olmıyanın îmânı, bu devirde,
Yüzen "Tahta parçası" gibidir bir nehirde.
Dalgalar tesiriyle bir batar, sonra çıkar.
Her an bir tehlikeye olabilir o dûçâr.
Rehberi olanların îmânına gelince,
"Kaya" gibi muhkem ve sağlam olur bir nice.
Yâni hakîkî rehber olmadan bir şey olmaz.
İnsanlar, âhirette azâbtan kurtulamaz.
Peygamber olmayınca, nasıl ki din olmazsa,
Onun vârisleri de öyledirler hülâsa.
Lâkin mürşid geçinen, sahte şeyhler dahî var.
Bu gibiler, din değil, "Dünyâ adamı"dırlar.
Onların olmaması, olmasından iyidir.
Çünkü onlar, Yol kesen eşkıyâlar gibidir.
Eşkıyâ, insanların, alır yalnız malını.
Bunlar ise çalarlar dînini, îmânını.)
styla45
06-12-2010, 09:48 PM
KENDİNİZİ SEVMEYİN
"Ziyâeddîn Nurşînî", âlim ve evliyâdır.
Gençlere, çok kıymetli nasîhatleri vardır.
O, bir gün buyurdu ki: (Yolumuzun esâsı,
Aslâ terk etmemektir büyüklerle temâsı.
Bir "Rehber"e kavuşmak, en büyük bir nîmettir.
Sonra yapılacak iş, Ona teslîmiyettir.
Yâni kendine değil, o zâta tam uyarak,
Huzûra kavuşmaktır, hem de sonsuz olarak.
Velhâsıl râhat huzûr, ortada durmaktadır.
Kavuşmanın yolu da, bir rehbere uymaktır.
Kim aklını terk edip, tam uyarsa "Rehber"e,
Kavuşur o sâyede, sonsuz seâdetlere.
Kim de hocası varken, "Nefsi"ne uysa eğer,
Eksik olmaz başından üzüntü, gam ve keder.
Bir hakîkî rehbere olan teslîmiyeti,
Nisbetinde, her insan, kazanır seâdeti.
Eshâb, teslim oldular Allah'ın Habîbine.
Yükseldiler Cennetin en yüksek mevkîine.
Kureyş kâfirleriyse, Ona inanmadılar.
Yalnız "baş gözü" ile bakarak aldandılar.
Meselâ dediler ki: (Bu, nasıl peygamberdir?
Görüştüğü kimseler, fakir ve kölelerdir.
Sırtında bir hırka var, dolaşır yalın ayak.
Hiç yoktur Onu bizden ayıran mühim bir fark.)
Eshâbı kirâm ise, Ona, Peygamber diye,
Bakarak, ulaştılar rızâ-i ilâhîye.
Öyle yükseldiler ki bu sevgiyle o zevât,
Onlar namâz kılsalar, meselâ iki rekât,
Gayrinin, ömür boyu yaptığı ibâdetten,
Daha kıymetli olur indallah bu sebepten.
"Dünyâ" ile "Âhiret", zıttır birbirlerine.
Birini kalbe koysan, yer kalmaz diğerine.
İki zıt şey, bir anda, bir yerde bulunamaz.
Birisi varsa eğer, öteki gider, durmaz.
Kim Doğuya yaklaşsa, Batıdan uzaklaşır.
Dünyâ'dan uzaklaşan, âhiret'e yaklaşır.
Dünyâya yaklaşırsan, kendini çok seversin.
Kendini sevince de, gayriyi sevemezsin.
Aksine, sen kendini sevmez isen hiç eğer,
Herkesi seversin ve herkes de seni sever.
İki zıt şey, bir yerde, bulunamazlar elbet.
Ya Allah'ın sevgisi, ya da nefse muhabbet.
"Allah sevgisi" varsa, bulunmaz ötekiler.
Ötekiler var ise, Allah sevgisi gider.
Kalplerin, saf ve temiz olması lâzım gelir.
Bu da, Hak dostlarına olan sevgi iledir.
Hak teâlâ Kur'ânda, buyurur ki meâlen:
(Dostlar ile berâber olun mütemâdiyen.)
O Allah adamları öyle kişilerdir ki,
Yanlarında olanlar, olmazlar fâsık, şakî.
styla45
06-12-2010, 09:48 PM
PEKİ DİYEN, KAZANIR
"Seyyid Fehîm Arvâsî", hâl ehli bir kişiydi.
"İslâma hizmet" etmek, en mühim tek işiydi.
O, bir gün buyurdu ki: (Olmayın îtirâzcı.
Dâimâ "Peki" deyin, olsa da biraz acı.
Zîrâ "Peki" demekle Eshâb Resûlullah'a,
Çok yakın ve sevgili olmuşlardı Allah'a.
Hazreti Ebû Bekir, mîrâcı işitince,
Hiç îtirâz etmeyip, tasdîk etti hemence.
"Tamam!" dediği için o gün Resûlullah'a,
"Sıddîk" lakabı ile, yükseldi bir kat daha.
İmâm-ı Rabbânî de, "Hac" için, Hindistân'dan,
Bâzı talebesiyle, yola çıktı bir zaman.
Henüz "Bâkî Billâh"ı tanımıyordu, fakat,
Yok idi o devirde, Onun gibi âlim zât.
Zâhirî ilimlerin, vâkıf olup hepsine,
Ders verirdi yüzlerce ilim talebesine.
İşte o yolculukta, birisi talebenin,
Huzûruna gelerek İmâm-ı Rabbânî'nin,
Arz etti ki: (Efendim, benim bir hocam vardır.
Filân yerde oturur, adı Bâkî Billâh'tır.
Berâber gidelim mi, Onun ziyâretine?)
İmâm, "Peki" buyurdu onun bu teklîfine.
Tevâzû buyurarak, kırmadı o gün onu.
Onun hatırı için, değiştirdi yolunu.
İmâm-ı Rabbânîyi görünce Bâkî Billâh,
Dedi ki: (Aradığım, budur elhamdülillah.)
Zîrâ hep bekliyordu Serhend'den bir "Yiğid"i.
Beklediği o yiğit, "İmâm-ı Rabbânî"ydi.
Bâkî Billâh, İmâm'a etti ki şöyle niyâz:
(Bizim misâfirimiz olmaz mısınız biraz?)
İmâm, bu teklîfe de îtirâz etmiyerek,
Hemen kabûl eyledi yine "Peki" diyerek.
İki gün sohbet edip, buyurdu ki bu defâ:
(İsterseniz gidiniz siz artık Beytullaha.)
Lâkin hazreti İmâm, olmuştu Ona âşık.
Çünkü aradığını, bulmuştu Onda artık.
Dedi ki: (Biz Kâbeye gidecektik velâkin,
Burada, sâhibini buluverdik Kâbenin.)
O huzûrda İki ay kalarak, en nihâyet,
O mürşid-i kâmilden, aldı mutlak icâzet.
Yine o buyurdu ki: (Bu günden tezi yoktur,
İslâma bel bağlayıp, bulmalı râhat, huzûr.
Bu günden yapmalı ki çok ibâdet ve tâat,
Zîrâ hiç beli olmaz, bitebilir bu hayât.
Pişmân olmamak için âhirete gidince,
Öğrenmek lâzım gelir dînini ince ince.
İlim de, öğrenilir sırf "Amel etmek" için.
Bir de "İhlâs" gerektir, esâsı budur işin.
Yâni islâmiyette üç temel esas vardır.
Bunlar, İlim ve Amel, üçüncüsü İhlâstır.)
styla45
06-12-2010, 09:48 PM
CÖMERT OLUN!
"Abdülhakîm Arvâsî", büyük bir evliyâdır.
Kalplere tesir eden nasîhatleri vardır.
Onu gören kimseyi, kaplardı neşe, sevinç.
Yüzünden tebessümü, noksan olmaz idi hiç.
O, bir gün buyurdu ki: ("Dünyâ", küçük ve dardır.
Bunun için burada, sıkıntı, darlık vardır.
Her kim sıkılıyorsa, Dünyâ işleri için,
Demek kalbi, dünyâya dönüktür o kişinin.
Âhirete dönerse, bulur râhat ve huzûr.
Zîrâ ona giden yol, geniş, hattâ sonsuzdur.
Kavgalar, dar yerlerde gelirler hep meydana.
Zîrâ herkes, kendini çıkarır ön plâna.
Herkes, menfaatini kayırır, haset eder.
Herkes, (Dünyâ malına, ben sâhip olayım) der.
Az malı, çok kimseler edince böyle talep,
Dünyâ sıkıntısının menşei de budur hep.
"Alma"yı düşünenin, sıkıntısı çok olur.
Veren ise, dâimâ bulur râhat ve huzûr.
Hem "Vermek" üzerine kurulmuştur dînimiz.
Veren el, alan elden, hep üstündür ve azîz.)
Bir gün Ona sordular: (Efendim, neden acep,
Hakîkî müslümânlar, güleryüzlü olur hep?)
Buyurdu: (Güler yüzlü olur mü'min esâsen.
Zîrâ mü'min olmanın, şiârı budur zâten.
Zîrâ hâlis müslümân, "Ölümü unutmaz hiç.
Ölüm'ü çok anmak da, verir neş'e ve sevinç.
Çünkü Ölüm, başıdır sonsuz bir yolculuğun.
Hazırlanmak lâzımdır, bu sefere çok yoğun.
İnsan, dünyâda bile, çıksa bir kısa yola,
Bir kaç gün evvelinden, koyulur hazırlığa.
Ölüm seferininse, değildir günü belli.
Zîrâ hep âni gelir insanların eceli.
İşte bu yolculuğu, çok düşünen bir insan,
Yapar hazırlığını, gelmeden henüz o an.
Bu dünyâ "Hayâl" olup, gâyet kısa zamandır.
Sonsuz'a nisbet ile, ömür, sanki bir an" dır.
Bunun da çoğu gitti, azı kaldı geriye.
Kavuşmaya bakmalı, rızâ-i ilâhîye.
Ölüm uyandırmadan, uyanalım ki şu an,
Yoksa, mahşer gününde, oluruz gâyet pişmân.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, faraza,
Cemiyet bir "Beden"dir, fertler de birer "Âzâ".
Birinin ayağına, batsa ufak bir diken,
Onun acısı ile, sızlanır bütün beden.
Vücûdun neresinde olsa bir dert ve maraz,
Onun sıkıntısıyla, insan râhat olamaz.
İşte bir memleketin fertleri de böyledir.
Birisi hasta olsa, hepsi üzüntüdedir.
Bunun için herkese, davranın güzel, iyi.
Herkesle hoş geçinip, üzmeyin hiç kimseyi.)
styla45
06-12-2010, 09:49 PM
DUÂ ALMAYA BAKIN!
"Şemseddîn-i İznîkî", hâl ehli bir velî'ydi.
"Büyük insan" olduğu, her hâlinden belliydi.
O, bir gün buyurdu ki: (Bakın duâ almaya.
İnsan, duâ alarak yakın olur Allah'a.
Evliyâ-yı kirâmdan, Ubeydullah-ı Ahrâr,
Çok duâ istemeyi, etmişti âdet, şiâr.
Buğday satın almıştı, bir gün de bir kimseden.
Ayrılıp gitti sonra, hiç duâ istemeden.
Üç günlük bir mesâfe gitmişti ki O fakat,
Duâ almadığını hâtırladı o sâat.
Dedi: (Eyvâh, ben ondan duâ talep etmedim.
Onun duâsındaydı belki de seâdetim.)
Üç günlük mesâfeden, geriye döndü yine.
Geldi buğday aldığı o köylünün evine.
Köylü onu görünce, suâl etti pür-telâş:
(Yoksa bozuk mu çıktı buğdaylar ey arkadaş?)
Dedi ki: (Hayır hayır, iyi çıktı buğdaylar.
Ve lâkin istemeyi unuttuğum bir şey var.)
(Nedir?) diye sorunca, dedi ki: (Birâderim!
Ben, gördüğüm herkesten, duâ talep ederim.
Lâkin senin duânı, unuttum istemeyi.
Yolda hâtırladım da, bu yüzden döndüm geri.)
Köylü, hayret içinde dedi: (Yâni şimdi sen,
Yalnız bunun için mi geldin hiç üşenmeden?)
(Evet, sırf bunun için geldim) dedi o Hazret.
Köylünün şaşkınlığı, fazlalaştı begâyet.
Ellerini kaldırıp, dedi ki: (Yâ ilâhî!
Aç bunun kalp gözünü, velî olsun bu dahî.)
Ânında kabûl oldu, onun bu hâlis sözü.
Hâce Ubeydullahın açıldı gönül gözü.
Yine bir defâsında buyurdu: (Hayâ, edeb,
Hayâtın her ânında, lâzımdır insana hep.
Herhangi bir mü'mini görürseniz siz eğer,
Mütevâzı davranıp, verin kıymet ve değer.
Zîrâ hiç belli olmaz, o gördüğün, kim bilir,
Allah'ın çok sevdiği bir Velî olabilir.
Vaktiyle bir talebe, yürürken yolda bir gün,
Öteden geldiğini farketti bir büyüğün.
Durdu ve edebinden, yol verdi ihtiyâra.
O öne geçsin diye, çekildi az kenara.
Lâkin o Yaşlı zât da durdu ve dedi: (Ey genç!
Ne için yürümezsin, yol senin, önce sen geç.)
Çocuk çok edebliydi, dedi ki: (Ey efendim!
Ben sizin önünüze nasıl geçebilirim?
Siz yaşlı amcasınız, ben ise bir talebe.
Önünüzden yürümek yakışır mı edebe?)
Evliyâdan bir zâtmış meğerse o ihtiyâr.
Dönüp, o talebeye eyledi tek bir nazar.
O nazarla, çocuğa bir hâl oldu o anda.
Kalp gözü açılarak, evliyâ oldu o da.)
styla45
06-12-2010, 09:49 PM
İŞ KALPTEDİR
"Hacı Fehmi Efendi", âlim ve velî bir zât.
Kullara hizmet için, ederdi çok nasîhat.
İlim, hikmet saçardı konuştukça lisânı.
Küfürden hidâyete çıkardı çok insanı.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu: (İş kalptedir.
Onu temizlemek de, ancak Sohbet iledir.
Sohbet, bir an da olsa, Hak dostu bir velî'yle,
Berâber bulunmaktır, konuşulmasa bile.
Evliyâ-yı kirâmdan, Behâeddîn Buhârî,
Vardı ki, ziyârete gelmişti Ona biri.
Baktı ki konuşmuyor, bekledi yarım saat.
Lâkin konuşmuyordu yine o mübârek zât.
En son dayanamayıp, dedi ki: (Ey efendim!
Bir şeyler söyleyin de, istifâde edelim.)
O zaman büyük velî, başını kaldırarak,
Ona şöyle buyurdu hemen cevap olarak:
(Bizim sükûtumuzdan bir şey anlamadıysan,
Kelâmımızdan dahî anlamazsın ey insan!)
Yüzüne bakmak bile, ibâdettir mü'minin.
Çünkü onun kalbinde, "Îmân" var, bunun için.
Peygamber-i zîşân'ın kalbinden çıkan Nûrlar,
Kalpten kalbe akarak, geldi bu güne kadar.
Su, nasıl ki boruyla gelir ise barajdan,
Bu Nûr da, kalpten kalbe, akıp gelir her zaman.
Eğer nasîb olmazsa bu nûrlar bir kişiye,
Kavuşmamış sayılır zâten o hiçbir şeye.
Velhâsıl şu iki şart, her kimde varsa eğer,
Resûlullah'tan gelen bu Nûra, o da erer.
Şartlardan birincisi şudur ki: "Bu nûrların,
Kalbinde olduğuna, inanmaktır bir zâtın."
İkincisi, "Sevmektir o velîyi ihlâsla.
Hiç şüphe etmemektir, bu ikisinde aslâ".
Her kimde bu iki şart mevcut ise eğer ki,
Onun dahî kalbine, nûr akar elbette ki.)
Bir gün de buyurdu ki: (Olun hep mütevazi.
Siz tevâzû ettikçe, yükseltir Allah sizi.
Kibirli olanları, ne kul sever, ne Allah.
Kendisini sâdece, kendi sever mâzallah.
Kendini bir Kâfirden, hattâ Uyuz köpekten,
Üstün gören, Allah'a kavuşamaz katiyyen.
Hadîste buyuruldu: (İnsanların fenâsı,
Zor olandır yanına biraz yaklaşılması.)
Eğer korkuluyorsa, varmak için yanına,
Bir felâket olarak, kâfi gelir bu ona.
Siz öyle davranın ki, kaçmasın kimse sizden.
Emîn olsun insanlar, hem el ve dilinizden.
Desinler: (Gidelim de, filânın yanına biz,
İçimiz açılsın ve ferahlasın kalbimiz.)
styla45
06-12-2010, 09:49 PM
BÜYÜKLERİ TANIMAK
"Ahmet Sait Fârûkî", evliyâ bir zât idi.
Her hâli, insanlara, birer nasîhat idi.
Var idi kendisinde iyi huy, güzel ahlâk.
Şefkatli davranırdı O herkese muhakkak.
Her ne zaman bir sohbet etse idi O halka,
Ölüm ve Âhiretten, bahsederdi mutlaka.
Bir gün de buyurdu ki: (Gidilirken bir yere,
İhtiyaç duyulursa nasıl ki bir rehbere,
Allah'a kavuşturan, bu din yolunda da hem,
Yolu bilen bir "Rehber" lâzımdır, hem de elzem.
Bu din, "Sorup öğrenmek ve iş yapmak" dînidir.
İnsan yalnız kalırsa, bu, çok tehlikelidir.
İnsana dost lâzımdır, olsa da bir tek kişi.
Yoksa, Kitap okumak olmalı onun işi.
Kendi aklına göre giderse eğer insan,
Arkadaşı Şeytândır ve sonu olur hüsrân.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hak teâlâ, insanda,
"İki korku"yu birden, cem etmez bir arada.
Yâni kim, bu dünyâda korkar ise Allah'tan,
Korkmaz o âhirette Cehennemden, azâbtan.
Dünyâda korkmayan da, çok korkar âhirette.
Zîrâ o kimse için, azâb vardır elbette.
"Korkma"nın menşeinde, vardır gizli "Muhabbet".
İnsan, çok sevdiğinden çekinir, korkar elbet.
Allah korkusunun da temelinde bu vardır.
Bu sevgi çoğaldıkça, korku dahî çoğalır.
Kulda, böyle korkunun hâsıl olması için,
Mütevâzı olması lâzım gelir kişinin.
Kibirli insanları, Rabbimiz sevmez elbet.
Sevmediğine ise, vermez muvaffakıyyet.
Gayriyi beğenmiyen, çok âdi birisidir.
Şeytân huylu ve hattâ şeytânın kendisidir.
Şeytân, Âdem Nebî'ye karşı kibrettiğinden,
Kovuldu, tard olundu huzûr-u ilâhî'den.)
Yine O buyurdu ki evinde bir sohbette:
(Eğer niyet hayırsa, hayırdır âkıbet de.
Hak teâlâ bir kula, eder ise muhabbet,
Sevdiği bir kulunu, tanıtır ona elbet.
Gösterir demiyorum, "Tanıtır", çok sevdirir.
"Görmek" ile "Tanımak", zîrâ ayrı şeylerdir.
Her kime tanıtırsa Allah böyle birini,
Ona vermiş demektir her türlü nîmetini.
Nasıl Resûlullah'ı çok sevdi sahâbîler,
Verdi Allah onlara, çok ulvî dereceler.
Çok yüksek olsa bile, başı bir evliyânın,
Ayağı altındadır sahâbe-i kirâmın.
Onları tanımakla, tanımayıp sevmemek,
Arasında, çok büyük fark vardır, bilmek gerek.
"Gözü açık" olanla, "Âmâ olan" gibidir.
Onları tanıyan ve seven çok tâlihlidir.)
styla45
06-12-2010, 09:49 PM
EN BÜYÜK RÜTBE
"Selâhaddîn Konevî", büyük âlim ve velî.
Sohbeti, herkes için olurdu fâideli.
O bir gün buyurdu ki: (Biz çok seviniyoruz.
İslâm âlimlerini zîrâ çok seviyoruz.
Eğer bu büyükleri tanımasa idik biz,
Dünyâ ve âhirette, harâb idi hâlimiz.
"Büyükleri tanımak", en büyük bir rütbedir.
Bu rütbe, her makâm ve mevkîin üstündedir.
Bu rütbenin önüne, eğer mesleğinizi,
Alacak olursanız, bu, zelîl eder sizi.
Eğer sen "Tabip" isen, tek tabip sen değilsin.
Onbinlerce tabipten, ancak bir tânesisin.
Ama sen, bundan evvel, ehli sünnet üzere,
Doğru îmân sâhibi "Müslümân"sın bir kere.
Sonra da bir Velîyi, bir "Allah dostu"nu, sen,
Tanıyıp seviyorsun, şeref budur esâsen.
Bu şerefin yanında, diğer makâm ve mevkî,
Gibi şeyler, kıymetten mahrumdur elbetteki.
Vardı sahâbeden de, meslek ehli kişiler.
Lâkin bahis konusu olmazdı öyle işler.
Onlarda, tek ve ortak bir husûsiyet vardı.
O da, "Resûlullah'ın sahâbesi" olmaktı.
Zîrâ hazreti Ömer, buyurur ki bu bâbta:
(Bizler bulduk şerefi, asıl eshâb olmakta.
Eğer eshâb olmanın üstünde, başka şeref,
Ararsanız, çok zelîl olursunuz mâlesef.)
Çünkü eshâbtan olmak, zirvede bir noktadır.
Daha çıkmak isteyen, aşağı yuvarlanır.
Bizler, Resûlullah'ı görmedikse de, fakat,
Onun vârislerini tanıdık, bu hakîkat.
O gün, Resûlullah'ın kalbinden çıkan nûrlar,
Her an, bu Büyüklerin kalbinden yayılırlar.
Hem de hiç azalmadan, bir değişme olmadan,
Dünyânın her yerine yayılıyor durmadan.
Böyle büyük Velîler, her devirde bulunmaz.
Uzun seneler sonra bulunurlar gâyet az.
Böyle büyük zâtları, sevmek ve tâbi olmak,
Kolay ele geçmiyen bir nîmettir muhakkak.
Yapılacak bir tek iş, Ona teslîm olmaktır.
Yâni kendine değil, o büyüğe uymaktır.
Bir "Allah adamı"nı seviyorsa bir insan,
Ona bahşedilmiştir, büyük nîmet ve ihsân.
Dünyâda, bundan büyük bir nîmet yoktur daha.
Bu nîmete kavuşan, şükreylesin Allah'a.
"Şükür", yalnız dil ile getirilmez yerine.
Uymakla îfâ olur Allah'ın her emrine.
Yâni islâmiyete sarılırsa bir insan,
Nîmetlerin şükrünü, yapmış olur o zaman.
Her iyilik ve hayır, islâmın içindedir.
Ona uyan, şükrünü edâ etmiş demektir.
vBulletin® v3.8.11, Copyright ©2000-2025, vBulletin Solutions Inc.