Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : Bİrde Benden Okuyun... (hikayeler)


walsman07
07-24-2006, 03:17 PM
:frown: SİMİT TAHTASI:frown:

Ünlü basketbolcu eşiyle birlikte, Eminönü nde geziyordu. Önce Akvaryumculari dolaştilar, Kapaliçarsi, Nuruosmaniye, Yerebatan Sarnici Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayi, Gülhane Parkı derken,Yeni Caminin önüne kadar geldiler. Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk vardı.
Basketbolcu birden durakladı. Sonra simitçiye yaklaştı:

- Simit in kaça koç?

- 300 bin abi. Çitir çitir...

- Tezgahta kaç simit var?

- 70-80 tane var herhalde...

- Hepsini alsam, ne tutar?

- Seksen desek 24 milyon

- Al sana 30 milyon... Farz et ki hepsini aldım...

- Sağol abi... Sağol...

Basketbolcu üç onluk çıkarıp simitçinin önüne bıraktı. Eşi şaşkındı. Üç beş adım yürümüşlerdi ki kocasına yaklaşıp fısıldadı.

- Suat, sen deli misin?

- Yooo.

- Peki, yemediğimiz simitlerin parasını niye verdin?

- Boşver sormaa

- Diyelim ki soruyorum. Hem ısrarla soruyorum.

- Öyleyse söyliyeyim

- Lütfedersiniz beyefendi.

- Tablanin kenarı dikkatini çekti mi?

- Hayir.

- Baksan görecektin. Tahtaya bir isim kazinmisti.

- Nasıl bir isim?

- Suat!

- Yoksa?

- Evet, o tezgâh, eskiden benimdi.
Ahmet Sirri Arvas; Herkesin Bir Hikâyesi var:confused:

walsman07
07-24-2006, 03:19 PM
;) ** Bir Varmış, Bir Yokmuş ** ;)

Kim saldı şişesinden
Uyuyup duran cini..
Dünya gam - neşesinden
Seç artık birisini..

Gizemli buhurdanlık
Tütsüde binbir efsun..
Şimdi yaşamlar.. anlık
Gerçek; bir var- bir yoksun! .. :confused:

x_irma_x
07-24-2006, 03:19 PM
hımm gercekten güsel bir hikayeydi... paylaşımın için tşkler...

bluekeys™
07-24-2006, 03:22 PM
nerden nereye saol hikaye için... insanların geldikleri yeri bilmeleri çok güzel bişey

walsman07
07-24-2006, 03:23 PM
:smile: AŞK SEVGİ VE SADAKAT...

Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve hafif
yaralanmış.
Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sa lık birimine ulaştırmışlar.

Hemşireler, adamca ızın yarasına pansuman yapmışlar, ama 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadı ını inceleyeceklerini' söylemişler.

Yaşlı bey huzursuzlanmış, 'acelesi oldu unu, istemedi ini' söylemiş.
Hemşireler merakla acelesinin sebebini sormuş.
Adamca ız da 'karım huzur evinde kalıyor her sabah onunla kahvaltı etmeye giderim, geç kalmak istemiyorum' demiş.
'Karınızın, siz gecikince merak edece ini düşünüyorsunuz herhalde' Demiş hemşire.

Adam üzgün bir ifade ile 'ne yazık ki karım Alzheimer hastası ve benim kim oldu umu bilmiyor' demiş.
Hemşireler hayretle 'madem sizin kim oldu unuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz' demişler.
Adam buruk bir sesle 'ama ben onun kim olduğunu biliyorum' demiş. :confused:

walsman07
07-24-2006, 03:26 PM
:smile: KÜÇÜK BİR TEBESSÜM...:smile:

Küçük kız,hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.
Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu.Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı.Hemen bir not yazdı,yolladı.
Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.
Garson kız,ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu.Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.
Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki...İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını iki günden beri ilk defa doyurduktan sonra,bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu.Öyle neşeliydi ki,bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce,kucağına alıverdi.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu.Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu.Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı.Bir yangın başlıyordu.Dumanı koklayan köpek öyle havlamaya başladı ki,önce fakir adam uyandı,sonra bütün apartman halkı.
Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp,ölümden kurtardılar.
Bütün bunların hepsi,bir TEBESSÜM’ÜN sonucuydu...... :confused:

walsman07
07-24-2006, 03:28 PM
:frown: TURNA KUŞU:confused:

Japonya'ya atom bombası atıldığında 2 yaşında olan bir kız, 12 yaşına geldiğinde maruz kaldığı radyasyon nedeniyle kansere yakalanmış. Savaşta öksüz ve yetim kalan zavallıcık hastaneye yatırılmış. Ama durumu ümitsizmiş.

Hastanedeki tüm doktorlar, küçük kızın ölümü için gün sayarken, küçük Japon kızı hayat doluymuş. Koridorlarda koşuyor, oynuyor ve diğer hastalara yardım ediyormuş. Hastaların arasında en sevdiği kişi ise 80 yaşlarında, kendisi gibi kanser olan yaşlı bir kadınmış. Küçük Japon kızı, ölüm döşeğindeki bu yaşlı kadını hiç yalnız bırakmamış. Kadın ölmeden hemen önce 'Benim için çok geç ama, bizim inanışımıza göre; eğer bir kişi kağıttan 1000 tane turna kuşu yaparsa, her istediği kabul oluyor. Ben yapamadım, sen yap ve kurtul' demiş ve son nefesini vermiş.

Küçük Japon kızı çok üzülmüş ama hayatta kalma arzusuyla geleneksel Japon sanatı olan origamiyle kağıtan turna kuşları yapmaya başlamış. Neşe içinde çalıştığından ilk başlarda çok hızlı yapıyormuş. 1000 tane turna kuşu yapması işten bile değilmiş. Ama sağlığı da hızla bozuluyormuş. Bu hazin öykü önce yerel, sonra da uluslararası basında yer almış. Dünyanın dört bir yanından insanlar kıza, binlerce turna kuşu göndermeye başlamış.

Ama küçük Japon kızı, haberler basında çıktığında elini kıpırdatamaz hale gelmiş. Hayatta son saatlerini 637. kuşu yaparak geçirmiş. Kuşu bitirmiş, gözleri kapanırken hemşireler ve hastabakıcılar, postadan çıkan yüzlerce origami kuşuyla odasına girmişler. Ama küçük Japon kızı yüzünde bir tebessüm yatağında cansız yatıyormuş. Postacılar aylarca kağıttan turna kuşu taşımışlar hastaneye. Sayısı milyonlara ulaşan turna kuşları Japonya'da bir müzede sergileniyor kaynak::frown:

walsman07
07-24-2006, 03:31 PM
:mad: HANIMLAR BEYLER DİKKAT! ! ! :mad: :mad:
Olay Yeri: Gebze'de büyük bir mağaza Bir yalnız bayan mağaza ziyareti
yapıyor, mağazaya ardından bir erkek' de (düzgün giyimli) giriyor.
Bayanı belirli mesafeden devamlı takip edip, bayanın asansöre binmesini
beklemiş. Ve bayan asansöre binince arkasından şahısda biniyor ve asansörde
bayana kuvvetli bayıltıcı sprey sıkıp asansör 2.kata gelmeden bayanı etkisiz
hale getirip kata geldiğinde karım fenalaştı imdat yardım edin şeklinde
panik olmuş şekilde çevreden yardım istiyor. Herkes yardıma koşup hastaneye
acilen ulaşması için çevredeki taksi durağından araba çağrılıp bey ve bayana
taksiye bindirip gönderiyorlar. Taksi sürücüsü hastane istikametine doğru
hareket etti! kten sonra erkek şahıs 'karısının bu tür hastalığı olduğunu'
söyleyip ilacının evde olduğundan eve gitmelerinin gerek olduğunu sürücüye
aktarıyor. Sürücü tarif üstüne adrese geldikten sonra kişiye yardım ediyor
ve bayanı tek katlı evin kapısına kadar taşıyıp yardımcı oluyor şahıs
teşekkür ederek birazda fazla ücret verip taksiciyi gönderiyor Taksici semt
taksicisi olduğundan o evin devamlı boş olarak durduğunu bildiğinden
şüphelenip mağaza yönetimine gelerek olayı anlatır. Mağaza yetkileri polise
haber vererek olay araştırılması ister. Mağaza içinde bulunan gizli
kameralar sayesinde şahısların tüm hareketleri izlenir ve erkek şahsın organ
mafyası elemanı olduğu tespit edilir. Taksiciden alınan bilgi doğrultusunda
adrese baskın yapılır. Kimse bulunamaz. Kişi bir kaç gün sonra İstanbul'da
yakalanır. Ama bayandan halen bilgi alınamamaktadır. Şahıs bayanın
yaşamadığını beyan etmiştir.:mad: :mad: :mad: :confused:

walsman07
07-24-2006, 03:33 PM
Şİmdİlİk Bu Kadar Ama PaylaŞmaya Devam EdeceĞİm....bu Mesaj BaŞliĞi Altinda Derlemelerİ Bulabİlİrsİnİz.teŞekkÜrler...

ege10
07-24-2006, 05:41 PM
Tesekkürler paylasimlarin icin.

CoolTurk
07-24-2006, 05:46 PM
Paylaşım İçin Teşekkürler..

walsman07
07-25-2006, 02:21 PM
Umutsuz Aşk.



Seni alıp,
Gitmek varmış.!
Burdan uzaklara..
Dağlara
Kırlara
Nazarın değmediği,girmediği
O...
Görkemli diyarlara.
El ele
Göz göze

Belki de..
Bir ütopyadır.!
Bu şafak vakti
Benim gördüğüm
Bu rüya..

Mayıs-2003/Ankara
(Ağla Yüreğim Dağlar da Ağlar Şiir ktp.Karahan yy.2005/Adana)

walsman07
07-25-2006, 02:26 PM
KAL DESEYDİN...
Kal" deseydin, kalırdım.
Demedin oysa...
Kuru bir "bitmesin"den başka hiçbir şey demedin. Öyle kuru, öyle
so uk, öyle uzaktı ki ondaki anlam! Bu kadar kolay mıydı her şey, bu
kadar
yakın mıydık uçuruma? Savunmayacak mıydın sevgimizi? "Kal" diye
haykırmayacakmıydın ardımdan?



Düşündü üm bu de ildi...

Hayal ettiklerim, beklediklerim başkaydı senden..Mücadele
beklemiştim oysa, yelkensiz olan gemimizi kıyıya ulaştırırız
sanmıştım..kıyıya
ulaştırırsın sanmıştım... Oysa O'nu denizin ortasında savunmasız
bırakmama göz
yumdun...Bu kadar yıpratıcı olamazsın...



Oysa bir anlam olmalıydı yaşadıklarımızda!

Paylaşılan duyguların bir anlamı olmalıydı.

Yüre imdeki martıların bir anlamı olmalıydı.

Beynimizdeki melodilerin, aramızdaki çekimin,
geçen akşamki sohbetin bir anlamı olmalıydı.

Duygularımızın bir anlamı olmalıydı.

Yüre imdeki tüm MARTILAR'ı uçurdun şimdi...

hangi yöne gittiler bilmiyorum, geri dönerler mi bilmiyorum.

Dünya boşaldı mı ne! Neden bu kadar sessizleşti birden yaşam,
neden artık parlamıyor yakamozlar gözlerimde, neden artık rüzgar
esmiyor...her şey seninle mi kaldı yoksa... Mantı ım, mantı ımı bana
bırak lütfen,
ona ihtiyacım var. Bazı şeyleri anlamak için ona ihtiyacım var!



Evet!

Ben istedim ayrılı ı,

Çıkmaz yollara yönelen bendim,

Kuca ında bir yı ın noktayla karşına çıkan bendim...

Kahretsin! Bunu neden yaptı ımı bilmiyorum

Ve

Senin buna nasıl göz yumdu unu...


Tıpkı

Balkondaki akasyaları sularken, fazla sudan dolayı
sararacaklarını bilmedi im gibi...su onun için hayat olmalıydı
oysa..ve...sen de
benim tutunacak dalım!

Bazı şeyler vardı aramızda biliyorsun, olmaması gereken ama daima
varolan.
Farklı uçlardaydık seninle, farklı mevsimleri seviyorduk farklı
zamanlarda....sen büyük fırtınalara vardın, bense lodostan bile
ürküyordum.. Oysa başardı ımız şeyler vardı her şeye ra men,
daha do rusu öyle sanıyordum...


Binlerce yıldız arasında, ayın güzelli ini gösterebilmekti tek
amacım...yıldızları söndürmekti...sorunları yok etmekti...

"bitti" deyişim öylesine bir şeydi, öylesine
sıradan, şakacıktan...

"hayır" demeliydin!

Hatta kıyametler koparmalıydın yüre imde,

Hendekler açmalıydın yoluma gidemeyeyim diye.

Sahip çıkmalıydın gözlerimdeki ay'a sevgimiz diye...

Beni yolumdan alıkoymalıydın...



"kal" demeliydin...

defalarca "kal" demeliydin...


oysa demedin...



belki de senin çiçeklerin çoktan solmuştu ve ben akasyaları kışın
yaşatmaya çalışmakla hata etmiştim...belki böylesi daha iyi oldu...



"kal" deseydin kalırdım...

hem de seve seve kalırdım.

Martılarla kalırdım

Yakamozlarla kalırdım

Demedin oysa!



Bilir misin

Kaç çı lık olup yıkıldı yüre im giderken...

Bilir misin

Nasıl bir cana hasretti yüre im, yolumdan döndürecek...

Bilir misin

Nasıl zor oldu ardıma bakmadan çekip gitmek...



"KAL" desen kalacaktım...


DEMEDİN OYSA!..


FATOŞ YILDIZ " Yol Verdim Martılara" adlı kitabından

walsman07
08-03-2006, 05:56 PM
Daha henüz 18 yaşındaydı,ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan kanser hastalığına yakalanmıştı. Kahır içinde kendini eve kapatmıştı. Sokağa bile çıkmıyordu. Annesi,birde kendisi. Bunlardan ibaretti hayat onun için. Bir gün çok sıkıldı. Sokaklara attı kendini.. Bir yığın vitrinin önünden geçti. CD satan bir dükkanı geçerken aniden durdu, geriye dönüp kapıdan içeri bakarak hayal meyal gördüğü tezgahtar kıza bir kez daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı. Gözleri ve yüreği takılı kalmıştı. Bir süre düşündükten sonra CD dükkanına girdi. Kız gülümseyerek koştu ona doğru 'Size nasıl yardımcı olabilirim' diye... Öyle bir gülümseyişti ki genç şaşırdı, geveledi, bocaladı sonra 'Evet' diyebildi.. Rasgele bir plağı işaret ederek 'Evet,bu CD yi almak istiyorum' dedi. Genç kız plağı aldı, içeri gitti. Az sonra paketlemiş bir şekilde geri geldi. Genç paketi aldı evine geldi ve hiç açmadan paketi dolabına attı... Ertesi sabah yine aynı dükkana gitti. Yine bir CD sardırdı kıza, yine eve gelip açmadan paketi dolaba attı. Günler hep sardırılıp açılmayan CD alımları ile geçti gitti. Bir türlü genç kıza açılmaya cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda... Annesi 'Git konuş oğlum, ne var bunda' dedi.Ertesi sabah cesaretini toplayıp aynı dükkana gitti, ve yine bir plak seçti. Kız plağı sarmak üzere arka kısma gidince genç 'sizinle bir gece çıkabilir miyiz? ' diye yazarak altında telefonunu ekleyip gizlice kasanın üstüne koydu.Sonra genç kızdan plağı alarak kaçarcasına uzaklaştı dükkandan. İki gün sonra evin telefonu çaldı. Anne açtı telefonu. CD dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan. Delikanlıyı istedi. Gizlenen notu daha yeni bulmuş, ve görür görmez aramıştı. Ama delikanlının annesi ağlıyordu... 'Duymadınız mı? ' dedi, 'Dün kaybettik oğlumu' Cenazeden birkaç gün sonra anne oğlunun odasındaki eşyaları düzenlerken gözüne dolabındaki paketler ilişti. Paketleri aldı oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir CD ve birde not vardı. 'Merhaba,sizi öyle talı buldum ki, bir akşam birlikte çıkalım mı? Jacelyn! ... Bir başka paketi açtı. Yine başka bir not vardı. 'Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece için davet edin artık... Sevgiler...
Jacelyn! ...

walsman07
08-12-2006, 04:49 PM
Diyorlardı ki o neden öyle oldu sanki bezmiş kendinden sanki hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış ki benliği bile,kendi, bile çünkü,kendinden de vazgeçmiş….



Dedim ki, sen hiç en sevdiğinin tabutunu taşıdın mı son yolculuğuna doğru..!

Üstelik sen hiç bu yolculuğa çıkmadan evvel bir sürü acı veren söz işittin mi, bittin mi günden güne ve sonunda tabutuna sırtlanmak zorunda kaldın mı?

Cevapın yok mu? O halde üzgünüm anlayamazsın küçüğüm… Bende anlayamıyorum sadece anlamaya çalışıyorum..Onu bu halde senelerdir görüyorum ve her gördüğümde biraz daha anlıyor gibiyim ama, yinede acısını bilmiyorum… Yaşamadan bilinmez küçüğüm…



Peki, ama, dedin ki bir sürü laf,bir sürü söz ve bir bitiş günden güne,günbe gün ve sonunda ölüm nasıl oluyor?



Bak küçüğüm, bir insan gerçeği yaşarsa eğer, elbet daha kolay gelir her şey çünkü, elle tutulan ve gözle görülen şeyler acı vermezler bize böyle derinden… Ama, oysaki, elle tutamadıklarımızdır hep içimizi kanatan… Sadece aklımızda ve kalbimizde gezinirler günden güne ağırlaşır üstelik tutamadığın ve hatta göremediğin için fırlatıp atamazsın… Unutmak diye bir şey var ise eğer, sadece unutabilirsin… Dediğim gibi unutmak var ise…?

Şimdi ona bak, neden bitmiş,neden yitirmiş ve neden vazgeçmiş? Bir insan tek sahip olduğu şeyden candan vazgeçer mi? Bu çok zor, ne inancına ters geldiği için kıyabilirsin kendine nede yaşayabilirsin, İşte onun gibi ruhun var ile yok arasında gidip gelir ve zamanla yok olur…



Bir zamanlar deli gibi sevdiği ve uğruna işte kendinden bile vazgeçeceği bir sevdiği vardı… Çok sevişirlerdi,çok eğlenirlerdi,zaman onlara tatlı gelirdi ama, çoğu kez hasret yapışırdı yakalarına, çok severlerdi ancak, bitti acı acı bitti,içleri yaka yaka ve mağrur bir sancı çektirerek, istemedi gönülleri asla ayrılığı neden bilinmez ama, sanırım o aşkın katili gurur yada adı ne olursa o işte o şeytan girdi aralarına ve bitti… İnanmadı,zamana bıraktı,hep bir umutla, ve her gece erken uyudu sabah o gelecek diye ve her sabah akşam gelmesin o gelmeden diye dualar etti, onu sevdiğine asla pişmen olmadı hep gurur duydu ve hep güzelliklerinden bahsetti…

Sonunda birer birer biterken günleri , umutlarıda peşinden söndü ve çareyi sevdiğini gömmekte buldu… Kalbinin mezarına hem de en güzel yerine çünkü, o ancak orda güzeldi…ve güzelliği ancak onun kalbinde belliydi…



Anlıyorum dedi ufaklık ve daha fazla sormadı, anladı ki, gerçek aşk kalplerde yaşanandır bazen sessizce ve gizlice…Ve hep onun aşkına saygı duydu ama, hep düşündü şimdi sevdiği nerde hiç mi bilmiyor bu halini? Habersiz mi yaşıyor bu sevgiden acaba..? Cevapları bilinmez tabii…



Bilinmez sevdiğini toprağa mı, Yoksa gönlüne mi gömdüğünü?

walsman07
08-12-2006, 04:52 PM
Onun geleceği zamanları sezinliyorum. “Vücudumun her yerinde minik pencereler varmış da hepsi de aynı anda aralanmış gibi hissediyorum” derdim; tarif etmem gerekseydi. Ve beklemeye koyuluyorum. Böyle birşey işte. Damarlarım olsaydı eğer, onun kanı akıyor diye anlatırdım: Aramızdaki bağı anlamanıza yardımcı olurdu bu. Ben ondan daha fazla o’yum aslında. Bilinçdışına ait herşey gibi. apollon


Ahlamu Aramaye… İki kişilik tek bir yolculuk, ruhum değildi göçe bulaşan… Sen maviler diyordun bense yerin dibine gölgemi sermiş ıslak saatlerin geçişlerinde şiirle besliyordum aç bir yokluğu… Yollar var gidecek, sense yorgunsun…


Serçe parmağınla gözlerimin altını okşardın… Devşirilen yalınlığıyla bakardım sana, yeni bir çağın başlangıcına yakın dururken, değişen isimlerimiz olurdu… Göçe çıplak ayakla basardık “kimliğe karalanmış bir büyü içinde” yeni bir isim katmadan koşamazdık, ben hep kalmak isterken senin gitmelerin çoğalırdı… Odin’in toprakları boşluğa asılırdı, güneşin diskini çalmıştı gözlerin kaçardık bu yüzden ama korkmazdım yanımdayken… Kızdırdık tanrıyı sevişmeyi yasakladı… Sen benden düştün gözlerin düştü benden… Odin’nin laneti bu, karanlık bak işte görmüyorum ve sevişmiyorum hiçbir yanımla, gözlerin bir din gibi uzaklaşıyor benden…


Charles ton’da bir bar. Sana bulaşma dediğim öyküye boğazına kadar batmıştım… Yarım yüz yıl oldu gözlerini seyretmeyeli ve göçlerden ve lanetlerden ve gözlerinden düşeli onsekizbinikiyüzelli gece… Serçe parmağından yükselen bir nefesle içime çağrılıyorum…
Bir yabancıyla da olsa artık sevişmek istiyorum…

Charles ton’da palmetto otelinde açılıyor gözlerim. Islak bir duvarı sırtıma vermişim, nemden kokuşmuş yarı gri ve her yeri delik deşik olmuş örtüye sarılarak ağlıyorum… Yatağın demirlerine son bir güçle sarıldığı belli yabancının kan izlerinden… Ayakları ucunda devrilmiş duran komidinin çekmecesinden yarı ucu kanlı bir kâğıt parçası gözlerime ilişiyor, hızla kalkıyorum içine gömülmek istediğim acıdan ve hıçkırıklarımı kesiyorum okurken…

“bir başkasının sırtında saplı gözlerim, artık dilediğinle sevişebilirsin Odin’ni yendim…”

Hançeri bir dine adayarak, düşten uyanıyorum…


Ahlamu Aramaye… Yeni bir göçe davet var… Gidiyorum… Artık yorgun değilim

Kimliksizim… Gözlerini okşamalı bu… Karşılaşırsak söylerim “şimdi git” me…

O yabancıyla sevişmedim…


"simdi hafifim, simdi ucuyorum, simdi kendimi kendi altimda goruyorum, simdi bir tanri dansedip geciyor icimden.." Nietzsche

walsman07
08-12-2006, 04:54 PM
'Ölüm yoluna çıkan yolcu için zaman yoktur. Onun zamanı artık kan saatinde akan kanla sayılır.'

'Tanrının verdiği canı sadece tanrı alabilir." Kim bilir kaç kişiden duymuştu daha önce. Ama şimdi ne kadar anlamsız bir sözdü.. En az tanrı ya da onun oyunları kadar.. 'Kader', 'Hayat', ... Anlamsız kelimeler, sözler, şarkılar; hepsi ne kadar mantıksız kalıyor insanın hayatındaki tek gerçek acı olunca. Düşünceler .. Hayatın kırbacı, tanrının bir cezası: düşünmek. İsa gibi gerilmişken Dünya'ya, deride seken birer taş her düşünce.

Hep hayal ettiği gibi karanlık bir odada, loş bir ışık vurmuyordu yüzüne. Tam tersine alabildiğine aydınlık her yer. Dikkatlice planlanmış bir işkencenin, önemli bir parçasıydı aydınlık. Bunu yerdeki kanına bakarken farketti. Yüzler görüyordu. Başkalarının yüzlerini. Bu cinayetin diğer suçlularınınkileri. Akan her damla kanda başkasının yüzü yansıyordu. Her damla kan, cinayetin bir diğer deliliydi. Kan saati çevrilmişti. Zaman geçiyordu.

Saatte kan akarken, dünya geride kalıyordu. Başka bir hayata ya da başka bir dünyaya giden yolculuk başlamıştı. Gördüğü, hissettiği herşey yavaş yavaş arkasında kalmaya başladı. Sevdikleri, sevmedikleri ve hayatından geçen hiç tanımadığı onlarcası... Kan saati akarken herşey bulanıklaşmaya başladı. Suda batarken yüzeye bakmak gibi. Beden, ruh, hayat ve hayatın getirdikleri görevlerini tamamlamıştı. Oyuncular kulise dönerken perde kapanıyordu. Belki izleyen kimse yoktu. Hatta artık ne bir senaryo ne de bir oyun kalmıştı. 'Öteki' dünyaya aitti hepsi.

Sızı hiç dinmemişti ama önemli değildi. Nasılsa bitecekti. Artık göremiyordu, duyamıyordu. Sadece o sızı vardı. Bilinci kapanmak üzereydi. Kan saatinin üst kısmındaki kan bitiyordu. Son defa konuşmak istedi. Kan kusarken tek bir kelime söyleyebildi: onun adını. Ama o hiç duymadı. Hissetmedi adının söylendiğini. Farketmedi...

Sıradan insanlar dünyasında boşa yaşayan biri daha ait olduğu yerde, boşlukta kayboldu. Sanki hiç yaşamamış gibi...

mevlana der ki:
''Gönül, ne tarafı işaret ederse duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.''

walsman07
08-12-2006, 04:55 PM
Kar olabildiğince şiddetini arttırmış ve yerini tipiye bırakmıştı. Karşı tepelerde beyaza bürünmüş çam ağaçları ortadan kaybolmuş yerini buzlu camın ardından görünürcesine puslu bir manzaraya bırakmıştı.
- ‘’ Sanırım yolumuzu kaybettik. ‘’dedi, genç adam.
Tek başına olmasına rağmen çoğul cümle kullanarak kendine cesaret vermek istemişti. Gözlerinde korkudan hiçbir iz yoktu ama ne yalan umudunu yavaş yavaş kaybetmiyor da değildi.Oysa ne kadar kolay olacaktı.
- ‘’ Hemen bir saate kadar dönerim canım. ‘’ derken güzel karısına;
- ‘’ Şimdi boş gitmek olmaz.Karşı tepelerden bir tavşan vurup hemen dönerim. ‘’ diyerek evden ayrılmıştı.
Yeni evlenmişlerdi: Ahmet öğretmen Mersin’in sımsıcak deniz ikliminden torosların zirvesine gelin getirmişti, Hatice hanımı.
- ‘’ Değişik bir şey götürelim ‘’ derken zaruriyet olduğunu saklamak istese de durum Nurşen hanımın gözlerinden kaçmamıştı.tebessüm ederek;
- ‘’ Tamam hayatım, ama çabuk dön lütfen. ‘’ diyebilmişti.
Birden irkildi kan beynine sıçradı. Üç çift göz bulanık bir süliet gibi kendisini izliyordu. Koluyla suratını kaplayan kar tanelerini temizlerken gördüklerinin hayal olması için dua ediyordu.Ama hayır , gerçekti. Karınları içine çökmüş, kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırmış üç adet kurt, kendisini izliyordu. Damarlarının donduğunun hissetmişti.Dün okuldaki konuşmalar çınladı beynine;
- ‘’ Kaymakamın cipine saldırmışlar. ‘’ diyordu hademe Hamdi bey. ’’ Açlıktan kurtlar cipin tekerini yemişlerdi.Allah’tan jandarma yetişmişte, kaymakam bey ve şoför kurtulmuş. ‘’ diyordu.
Titredi yerinde,dondu kaldı. Kurtlar şimdi etrafında dönüyorlar adeta oyun oynuyorlardı.Yavaş yavaş yürüdü.
- ‘’ Allahım ‘’ dedi, soğuktan donan dudakları. ‘’ Allahım bana kuvvet ver, bana yardım et. ‘’
Kulakları tırmalayan kurtların uluma seslerine karışan bir gürültüye, kulak kabarttı.Evet bu yakınlardan gelen bir sesti.
- ‘’ Oduncular, oduncular ‘’ diye mırıldandı, yavaştan.
Sese doğru yönelirken gözleriyle de kurtları kontrol etmekten geri kalmıyordu.
- ‘’ Tok kurt saldırmaz, ürkütmemek gerekir. ‘’ demişti bir keresinde Hamdi bey.Tek kırma tüfeğini havaya ateş ederek kurtları kaçırma düşüncesi birden saçma bir fikir halini almıştı.Vazgeçti.
Evet yanılmamıştı.Dört kişilerdi. İlk defa görmüş olsa bile uzun zaman önce kaybettiği dostlarını görmüşçesine sevinmişti, içindeki korku umuda sevince dönüşmüştü. Ağır ağır onlara doğru yaklaşırken kurtların kendisini takip etmekten vazgeçtiğini görmesi, sevincini bir kat daha artırmıştı. Adımları hızlandı, hızlandı. Nereye bastığını bilmeden karda düşe kalka koşmaya başladı. Bir yandan da sesi çıktığınca bağırıyordu:
- ‘’ Heey..... Arkadaşlaar..... ‘’
O da ne..... Adamlar baltalarını bıraktıkları gibi koşmaya başlamazlar mı?... Bir yandan koşuyor bir yandan bağırıyordu.
- ‘’ Heey..... Nereye… ‘’
Böylesine kötü bir havada ormancıların kontrole çıkmayacağını düşünen 4 köylü, kaçak odun kırmaya ormana gelmişler ama karşılarında tüfekli adamı görünce ormancı sanıp kaçmaya başlamışlardı.
Anlam veremediği bu kovalamaca fazla uzun sürmedi. Tipide yolunu kaybettiği için farkında olmadan 9 km. ilerideki yerine köyünün eteklerine geldiğini, köy uzaktan görününce fark etti.
- ‘’ Hayırdır, bu havada nereden böyle? ‘’
Çayından bir yudum aldıktan sonra,
- ‘’ Hadim’den. ‘’ dedi, genç adam. Ben Hadim Lisesin den öğretmenim. İsmim M.Emin.
Hadim, dört bin nüfuslu Göksu ırmağının kenarında kurulmuş torosların zirvesinde ufak bir ilçe idi. Ve Hadim’e geleli daha 2 yıl olmuştu. Tek tutkusu eşi ve yeni dünyaya gelen kızı olan M.Emin’e, av merakını Ahmet öğretmen alıştırmıştı. Her defasında eli boş dönmesi hayat arkadaşı tarafından espiri konusu olduğundan beri, daha hırslanmıştı.Zaman buldukça açılır, fazla gecikmeden dönerdi.İlk kez böyle tehlikeli bir maceraya bulaşmıştı. Ve tesadüf ki; Ahmet öğretmen bu kez yanında değil, böyle bir durumla yalnız mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Arkası dönük kahveci bardakları yıkarken seslendi:
- ‘’ Bir saat sonra Hadim’e bir cip hareket edecek, onunla dönersin öğretmen bey. ‘’
Eve geldiğinde hava kararmak üzereydi. Hayat arkadaşı kapıyı açarken sitemini dile getirmeyi ihmal etmemişti.
- ‘’ Nerede kaldın be Emin, bu kadar gecikilir mi? ‘’
Emin daha cevap verememişti ki, devam eti:
- ‘’ Eee… Hani tavşan. Yine boş mu geldin. Peki akşam ne götüreceğiz. Eli boş gidilir mi? ‘’
Hafif tebessüm ederken gün boyu,ebedi olarak kaybedeceğini düşündüğü Nurşen’ine sarıldı Emin… Saçlarını koklarken öylesine bir sıkıyordu ki kollarıyla…
Bir ara boğulacağını düşündü Nurşen. Emin’in bu sıcak ilgisine şaşırmışta değildi hani Gözlerine baktı.
- ‘’ Bugünümü götüreceğim arkadaşıma. Evlilik hediyesi olarak, bugün ki anımı, birtanem. ‘’ diyebildi Emin…

walsman07
08-12-2006, 04:58 PM
Tarih, son zamanlarda bir kış akşamı.Fazlaca soğuk ve rüzgarlı havadan kaçılıp eve sığınılmış.Tıpkı hava gibi, hırçın iki yürek... Bir masa, soldan gelen soluk bir ışıkta masada büyücek bir şişe. İzmir'den gelmiş, Ege'nin tuz kokan rüzgarını fısıldıyor odaya ve incir kokuyor. İncir boğması derler Ege köylerinde, güzeldir tadı. Oturarak içmek lazım. Şeker gibidir, anlamazsın ne olduğunu ve ayağa kalkınca başlar hayat...

Ne demiştik; işte o masada 2 kişi. Şişenin dibinde 1 parmak berrak sıvı..

1. kişi ayağa kalkıyor;

Ayağa kalkınca dünya da başlar ruhunla birlikte dönmeye. Yalnız sorun şu ki ters yönlere dönerler. Söyleyemediklerin, söylemek istediklerin oluverir bir anda. Sevdiğin adam meğer Zeus'dur da sen farketmemişsindir o dakikaya kadar.
Kalbin bir anda ne kadar da büyümüştür, sığmaz olmuştur bedenine...
Hayat ne kadar da kolaydır, ne kadar da mümkündür o anda uzanıp yıldızları kucaklamak.
Mut* vardır bünyende fazla dozda; hatta aşırı dozda mut'la dolmaktan ölebilirsin bile... (*mut-lu)

Geri dönüyor, masaya oturuyor. Kalan son damlalar pay ediliyor. Şişe bitti. Biten şişe ile birlikte incir kokulu Ege rüzgarı da gitti...

Şimdi de 2. kişi ayağa kalkıyor:

Ayağa kalkınca hiç yanaşamadığın o uçurumun kenarından atlayacak kadar cesarete sahipsindir tam o anda. Terkedilmek, senin hakettiğin midir? Gözyaşların ırmak olmuştur, bir tur önce akıttıklarınla oluşan göle dökülmeye başlamıştır bile.
Dinlediğin her şarkı kalbine saplanan bir hançerdir o anda. Karşındaki dostun bile inceden acıyordur sana da ayağa kalkınca farketmişsindir bunu. Fazla dozda yalnızlık yüklenmişsindir boğazından kayan her kadehle, öyle ki fazla yalnızlıktan çürüyüp yokolabilirsin bile....

2. kişi, geri dönmedi bir daha. Belki de dönemedi.
Sizce???
dönemediyse ruhu şad olsun...
dönmediyse canı sağolsun...

gidene ne denir ki güle güleden başka..?

kalansa bilir üzüntüsünün bencilliğinden olduğunu... gidenin yaşamında yaratacağı boşluğa üzülür aslında insan... gidene değil...

walsman07
08-12-2006, 05:01 PM
-Düşlerim Yatağımda-

Düş ve Ölüm

Yatağımda uzanmış sigaramı içiyorum, sigaramın dumanı çarpıyor gözüme, sürekli bir devinim içinde bütünlüğünü yitirmeden ama her adımda kütlesinin başka bir parçasıyla yükseliyor sonunun koca boşlukta kaybolmak olduğunu umursamadan. Kendimi üstünde Castrol reklamının olduğu yeşil kocaman bir balonla yükselirken görüyorum. Balona sıcak hava yavaş yavaş doluyor ve balon aynı yavaşlıkla ama kesintisiz yükselişini sürdürürken bulutlara ulaşmak için sabırsızlandığı çıkardığı seslerden belli oluyor.


Rotam önceden belirlenmiş sanki, Muğla üstünde başlayan yolculuğum doğuya sürekli doğuya devam ediyor. Coğrafyanın ne zaman anlamını yitirdiğini bir boyuttan diğerine ne zaman atladığımı anlayamadan kendimi inanamayacağım hayal edemeyeceğim kadar yüksekte buluyorum. Önümdeki haritada bilmediğim biri tarafından belirlenmiş rotamı ve son durağımı görüyorum kırmızı kalemle işaretlenmiş son durağım dünyanın çatısı Himalayalar. Bunu fark ettiğim anda devasa tapınaklar ve buda rahipleri iştahımı kabartıyor. O kadar yüksekteyim ki, dağlar bir yolun üzerindeki tümseklere, denizlerse o tümseklerin dibinde yağmurdan arta kalan su birikintilerine benziyor. Bir an aklıma balonun rotamı takip etmeme yetecek kadar gaza sahip olup olmadığı geliyor ve aklıma getirdiğim kötü düşünceyle birlikte balonum aynı çizgi filmlerde bir kuşun deldiği seyahat balonları gibi savrularak ve hızla yeryüzüne inmeye başlıyor. Balonun hareketlerini takip bile edemediğim için bir şeyler yapmaya çalışmaktan vazgeçiyorum, sadece aynı çizgi filmlerdeki gibi bir ağacın dalına takılıp kalmayı diliyorum ve bunu dilediğim anda tarifi olmayan bir acı şokuyla yere çarptığımı hissediyorum. Çarpmanın şiddetini duyumsaya bildiğim için seviniyorum. Soluğum kesiliyor, nefes alamaz duruma geliyorum, dilim damağım kuruyor, aynı anda boğazıma kan kokusu geliyor, bağırmak istiyorum ama sesimi duyamıyorum yinede tüm bunları hissedebiliyor olmamın yaşadığım anlamına geldiğini düşünüp seviniyorum.


Saray soytarılarının kılığında yanıma gelen adamı gördüğümde sevincim şaşkınlığa dönüşüyorum “hoş geldiniz, giriş işlemleriniz birazdan tamamlanacak” deyip bir reverans yapıyor ve ayağa kalkmama yardım ediyor. Adam ayağa kalkmama yardım ettikten sonra herhangi bir şey söylemeden beni şaşkınlığım ve huzursuzluğumla baş başa bırakıp çekip gitmişti. Nereye giriş işlemlerim yapılıyordu, nerdeydim, nereye girmek üzereydim, balonum, haritam nereye gitmişti. “onlar zaten senin değildi ki” dedi bir ses bana adımla hitap ederek. Devlet dairelerinin girişlerinde bekleyen güvenlik elemanlarına benzer bir üniforması vardı üstünde “artık gidebiliriz” dedi bana. Nereye gideceğimizi sormak istediysem de bana cevap vermeyeceği gayet resmi tavırlarından belli oluyordu. Eli yüzü düzgün işini profesyonelce yapar bir tavrı vardı. Beni daha önce orda olmayan varsa bile benim fark edemediğim bir kapıdan içeri soktu ve bir reverans yapıp artık yalnız ilerleyeceğimi bildirir bir hareketle ilerlememi işaret etti. O sırada yanıma yaklaşan kişiyi görünce o ana kadar yaşadığım şokların en büyüğünü yaşadım üstünde üniformasıyla Adolf Hitler yanıma doğru yaklaştı aynı öncekiler gibi kibar bir reveransla beni selamladı. Az öncekilerin kim olduğunu sorduğumda saray soytarısı kıyafetli olanın Azrail ve diğerinin de ayak işlerine bakmak için günahı çok olanlardan seçilmiş Manson soyadlı seri katil olduğunu ve bu cevaplardan nerde olduğumu tahmin edebileceğimi söyledi.



Ölmüştüm, şakamıydı şimdi bu “lamı cimi yok öldün ve cehennemdesin” dedi. Şaşkındım yaşadığım dünyadan tanımadığım ve varolduğuna inanmadığım bir dünyaya gelmiştim. “Ateş kazanları nerde?” diye sordum Adolf’ e oysa sadece gülümsemekle yetindi. Düz ağaçlı bir yolda yürümeye başlamıştık ki, ağaçların altında bir kayanın üstünde oturup sohbet eden Yeşu Ben Miriam (bilinen adı İsa unvanı ise Mesih) ve hangisi olduğunu bilmediğim ama peygamber olduğunu tahmin ettiğim bir başkasını gördüm, Adolf istersem yanlarına gidebileceğimi belirtir bir işaret yaptı. Bu benim kesinlikle kaçırmak istemeyeceğim bir fırsattı çekinik adımlarla sohbetlerini bölmelerine neden olmadan yanaştım yanlarına.


Bay peygamber: Soytarı bir kaos yaratığıdır, görünümü saygınlık anlayışımıza bir sataşma, hareketleriyse düzen anlayışımızın alaya alınışıdır. Soytarı daima itilip kakılır, soytarı –onun özgürlük olduğunu düşünelim- daima düzenin insanları –onlarında otorite olduğunu varsayalım- tarafından kovalanır. Soytarı kaosu, otoriteyse istikrarı temsil eder. Doğanın kendisi istikrarsızdır yani soytarıdır, otoriteyse istikrarı ister yani doğanın kendisine karşıdır. Doğanın Azrail’e soytarı kıyafetlerini giydirmesi kaosun kendi ürünü olduğunu ve ona sahip çıkanların kendiyle birlikte olduğunu anlatmasının en açık yoludur. Biz her ne kadar özgürlüğün bir numaralı yandaşı olsak da, sen otorite tarafından çarmıha gerilmiş bir soytarı olsan da, öğretilerin zaman içinde otoriteye hizmet etmeye başlamış, onun bir numaralı dayanağı olmuştur.

Yeşu : haklı olabilirsin bak bizim Matta kitabında 15/24 de benim sözlerimi şöyle aktarmış; “ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim” ben bunu söylerken Yahudileri koyun sınıfına koyduğumda kalanına ne muamelesi yaptığımı anla artık. Benim öğretim Yahudiler içindir yeni ve anlamsız bir felsefenin doğmasına neden olacağını tahmin etmemiştim. İnsanlar doğayı terk edip tanrının kucağına düşmeye çok hevesliler bilseler ki doğanın kendisi tanrı.


Bay peygamber: sana oradaki yanılgıyı da anlatayım; eski günlerde insanlar daha somuttu, yani manevi şeylerle çok işleri olmazdı. Bir ceset çürüdüğünde ürünlerin büyümesini sağladığını biliyorlardı. Gübrenin ürünlerin büyümesine katkıda bulunduğunu da kendi gözleriyle görebiliyorlardı. Bitkileri yemenin büyümelerine, kendi hayatlarını sürdürmelerine yardımcı olduğunu anlamaları içinde bir takım kitaplara yada alimlere ihtiyaç duymuyorlardı. Böylelikle kan, bok, ve bitkiler arasında –hayvanlar, insanlar ve bitkiler arasında- bağlayıcı ilişkiler olduğunu yaşayarak öğrendiler. Buğday hastı için hayvan kurban ettiklerinde doğaya kurban edilenin kendilerine geri döneceğini biliyorlardı. Bundan daha az mistik ne olabilirdi ki evet bir seremoni oluyordu ama herkesin biraz eğlenceye ihtiyacı yok mu? Bitkiler alemine bir bak orda hiçbir şey kaybolmaz sadece bulunduğu yerden kopar ve sonra geri döner. Enerji asla yok olmaz. Tohumlarımızı ektiğimiz gibi ekerdik ölülerimizi karımızın rahmine menilerimizi bırakır gibi toprağın kucağına bırakırdık onları. Cesedin, tohumun yada menilerimizin enerjisi şu veya bu biçimde geri dönerdi. Ölüm daha çok hayatı doğururdu. Yeryüzünü severdik onun bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacağını bilirdik, ama onu terk etmekten ölmekten de korkmazdık, yaşayacağımız güzel günler için onu kutsardık. Ondan arındırılmamız gerekmiyordu. Cennete kaçış planları kurmazdık hiç. Ölümden korkmuyorduk; çünkü doğaya ve onun döngülerine bağlıydık. Doğaya bakıp, ölümün onun ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyorduk. Bir takım insanlar –başlangıçtaki Yahuda kabileleri yani senin insanların- toprağı işlemeyi bırakıp da bitkilerin döngülerine yabancılaşınca, bedenin madde olarak dirilişine olan inancı yitirdiler. Ölü hayvanlarını toprağa ektiler, mezardan bir şeyler fışkırdığını fark etmediler: ne yeni bir domuz, ne yeni bir koyun. Böylelikle korkuya kapıldılar, bitkilerin yaşam öğretisini unuttular, ümitsizliğe kapılıp soyut yeniden dönüş kavramını geliştirdiler.


Soyut varlık fikri, kendi ürettikleri ölüm korkusunun bir ürünüydü. Ve yüce manevi varlık fikride doğadan uzaklaşmanın sonucudur. İnsanoğlu yaşamın elle tutulur gözle görülür süreçlerini gözlemleyemez, onlarla bir olamaz hale gelince, yaşamın ve ölümün nerden çıktığını açıklamak için tanrıyı icat etmek zorunda kaldılar. Senin benim gibilere de gün doğdu. Öğretilerimiz yanlış anlaşılmadı onlar zaten yanlış temellerden geliyordu. Kökleri doğadan uzak maneviydi çünkü.


Yeşu : bu hata da tanrıların ve bizim payımız nedir peki?

Bay peygamber : hatamız şu Yeşu; atalarımızın hayata bütünlüklü bir bakışları vardı, kendi eksik yöntemleriyle güneşin, ayın ve diğer yıldızların bile varolan işleyişteki yerlerini anlayabiliyorlardı. Tohumların üreme faaliyetleriyle, hayvanların doğurganlığı arasında bir ayrım yapmıyorlardı bu şekilde hayatı çözümlüyorlar sıra iç dünyalarına geliyordu yaşam döngüsüne büyük bir saygı duydukları için manevi huzuru soyutta değil doğanın dönüşümlerinde arıyorlardı, çünkü doğa iç ve dış dünyamızın bir yürümesini sağlayan tek enerji üreteci tek motordu. Dosdoğru kaynağa gidiyorlar soyut olana değil -gökyüzündeki yada her yerdeki görünmeyen bir ego uzantısına değil- doğaya ve onun doğurganlığına tapınıyorlardı bitkilerin ve hayvanların üreme organlarına, çünkü yaşam kuvveti onlardaydı.


Yeşu : hayvan ve bitki kültlerini daha öncede duymuştum ama insan bundan daha estetik daha uhrevi bir şeyleri hak etmiyor mu? Ben insanoğlundan cinsel yaradılışına hayranlık duymasından daha fazla şey bekliyorum.

Bay peygamber : ne bekliyor Yeşu, soyutlamalar mı, doğasına yabancılaşmasını mı, bunlar mı estetik olanlar Yeşu? Kitap başlangıçta söz vardı der. En basit ilkel insan bile başlangıçta orgazmın olduğunu bilir. Hayat sadece hayattan üretilir, hayatın kaynağı enerjidir. Tohumun filiz vermesi, kelebeğin kozasından çıkması hepsi maddeye dairdir, ruha değil. Dağlara saygı göstermek, güneşe tapınmak, bir erkeğin büyük penisine tapınmak belki kabadır ama insan yaşadığı doğayı kutsal gördüğü sürece ona saygı gösterecek onu bugün geldiği duruma getirmeyecekti. Hayatın başlangıcının basit bir doğa olayı olduğunu anlayabilmesi daha binlerce yıllık zamanına mal olacak bilimin ama bak paganlar bunu yüz hatta bin yıllar önce çözüp doğaya saygı göstermişler. Bir tüy tanesine bile saygı duymaları, ondan bir kutsallık çıkarmaları bu nedendendi. Kusura bakma Yeşu senin özgür, isyankar, soytarı -hangisini kabul edersen et- bir insan olduğunu biliyoruz ama o Yahuda kabileleriyle başlayan ve bugün hala devam eden insanoğlunun kendine ve doğaya yabancılaşma süreci,senin doğumunla daha bir netlik kazandı. Senin doğumun doğanın yani maddenin soyut olana yenildiği gündür, insanın kendinden uzaklaşmaya başladığı, kültürün doğaya, fallusun rahme hükmettiği gündür. Neresinden bakarsan bak biz resullerle başlayan sürece baktığında insan binlerce yıllık bozuk bir yapı görüyor sadece. Bizim yaptığımız en büyük yanlış geçen her kutsal saniyede zaten değişen dünyayı değiştirme çabasına düşmek, doğanın işine burnumuzu sokmak oldu.


O sırada bay peygamber beni gördü, bana doğru gelmeye başladığı sırada dayanılmaz bir acı elimden beynime doğru hücum etti, kendime gelip elimde yanmakta olan sigarayı fırlattığımda hala yatağımdaydım, odamı gördüğüme, yaşadığıma sevindim bir an, Yeşu’ya ve Bay peygamber’e göz kırpıp, derin bir uykuya daldım. Neyse ki her şey bir düşten ibaretti.


''Yazıda geçenler tamamen bir düşten ibarettir yine de yazar yazıda geçen olaylarla ilgili dinsel, ahlaksal vs.. bir saldırı olduğunu düşünenlere karşı her kelimesinin arkasındadır...

Yeşu Ben Miriam ve Bay peygamber karakterleri üstat Tom Robbins’in “dur bir mola ver” adlı kitabından alıntılanmıştır...''

walsman07
08-12-2006, 05:03 PM
Anlamsız zamanlarda, çoğu zaman, notaların etkisiyle olmaz istekler çekiyor canım. İşte şu anda, tekerlek üstü koltukta, bitmeyen bir başka yolda giderken, -çukurlar yüzünden kaçan uyku perilerimi geri çağırmanın bir yolunu bulmak adına belki de- aklıma geldi ne zamandır resim yapmadığım.. Sana, kendim için çizeceğim; şimdi, tam da şu anda.. Olmayan boyalarım yerine kenarlarından taşan hayalini kullanıp..

Nereden bildin yine? Gece ile başlayacağım; evet koyu, mor bir gece. Gözlerim yıldız, dudaklarım ay ve tenim soğuk. Geceyim ben. Senin gece’n. Hoşuma gidiyor beni bu kadar derinlemesine tanıyor olman ama savunmasız aklımın sınırlarını da zorluyor zaman zaman. Bazen o çok koyu gecenin içinde kaybolmak istiyorum. Ya yaptığım hatalarımı, çatlaklarımın arasından sızan korkularımı, kazınarak yeniden açılmış tüm yaralarımı, kat kat ördüğüm duvarlarımı... Ya yapış yapış pis kokulu bir bataklık gibi beni çekmeye çabalayan geçmişimi... Farkedemediğim tüm güzelliklerimi görebildiğin kadar net görebiliyorsan onları da?Hayır! Bunları düşünmek istemiyorum, çizmek istiyorum ben.

Biliyor musun, bu defa gecenin içine yıldızları da koyacağım.. Yağmuru dindirmeliyim artık. Sevgini yakarak ısınabilirim ben de ve hatta, bir parça mavi belki. Ama en koyusundan. Henüz açık maviye hazır değilim.. Alışkını olmadığım bir renk, doğrusu ne olduğunu da bilmediğim. Oysa senin ne kadar da çok mavin var. Her biri farklı, korkusuzca önüme serebildiğin ve “seç içinden” diyebildiğin maviler. Bu kadar fazla tonu var mıydı mavinin? Hepsi gerçekten senin miydi?

Mucize olmalı. Korkutucu... Hayallerle savaşmak, mucizesiz bir yaşamda bir defa karşına çıkan bir mucize ile tanışmaktan daha kolay. İnanmak mucizelere? Neye inanırım ki ben? İnandıklarım yıldızsız, gri dumanlı gecelerde bir kaç damla ala renkli bardağın içinde en büyük günahlarım olmadılar mı hep? Ben... sanırım bu konuyu yazmak istemiyorum şimdi.. belki sonra.

Ben şimdi, bir parça yavru ağzı kullanmak istiyorum. Eğlenceli, istekli bir renk bu. Bir kere bir ağız söz konusu. En büyük günahların, suçların, şehvetin ve tutkunun o ıslak, ateşli kaynağı.. Islak, pembe ve tutkulu. İlk öpüş.. Bir renk cümbüşünün ortasında saçımın en ucundaki telinden, ayaklarıma kadar yavaş yavaş turuncu alevden bir kelebeğin kanat çırpışlarına teslim olduğum o ilk an. Bir parça yavru ağzı... Yavaş yavaş pembeleşen; ilk dokunuşun. Tenlerin artı ve eksi gibi karşı konulmaz çekimliliği. Sıcak, pembeden kırmızıya yoğunlaşan bir renk cümbüşü, içimde hissettiğim çilek tarlalarının kokusu. Yumuşacık, tüy hafifliği gibi ama her zerresinde tutku olan. Önceden kimsenin açamadığı, geçmeyi bir türlü beceremediği sarmaşıklı yollardan gidilen çiçek bahçelerinin vahşi güzelliği. Şuur dünyamın kralı; ruhumu atlı karıncalarda gezdiriyor...

...ve yavaş yavaş gülkurusu sakinliği.Huzurlu dingin kırlarda, kollarının arasında, ev kedileri kadar doygun ben. Gül yaprakları var parmak uçlarında kadife hissi dokunduğun yerler, hep bir sakinlik bir dinginlik, gitgide daha yoğun, ılık. Kapanan gözkapaklarımın arasından gördüğüm bulanıklıkta tek renk; gülkurusu.

Uykunun karanlık dehlizlerinde iki oyuncu, el ele. Siyahı yakıştıramazsın bana. Sabah göğünün güneşsiz rengi benim dünyam. Sakin sakin maviye kaçan morlar. Sen geldiğinden beri siyahsız uykular. Sıkıntısız, barışcıl ve düzenli uykularım(ız) var artık. Hep hayalini kurduğum.

Söylesene, sen nasıl bir büyüsün?

walsman07
08-14-2006, 01:11 PM
Çölde yolculuk eden iki arkadas hakkinda bir hikaye anlatilir. Yolculugun bir asamasinda iki arkadas tartisirlar biri ötekine bir tokat ask eder. Tokati yiyenin cani çok yanar ama tek kelime etmez ve kum üzerine su sözleri yazar: "BUGÜN EN İYİ ARKADASIM BANA BİR TOKAT ATTI."
Yikanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler . Tokati yiyen yikanirken bataga saplanir bogulmak üzereyken arkadasi tarafindan kurtarilir. Bogulmak üzere olan arkadas tam selamete çiktiktan sonra bir kaya parçasi üzerine su sözleri kazir: "BUGÜN EN İYİ ARKADASIM BENİM HAYATIMI KURTARDI." Tokati vuran ve sonra en iyi arkadasinin hayatini kurtaran kisi ona söyle der ," senin canıini yaktigimda bunu kum üzerine yazdin ama simdi kayaya kaziyorsun,neden?" Öbür arkadas ona söyle cevap verir. "Biri bizi incittiginde bunu kum üzerine yazmaliyiz ki bagislama rüzgari estiginde onu silebilsin. Ama biri bize iyi bir sey yaparsa onu kayaya kazimali ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin. " iNCiNMELERiNiZi KUMA , GÖRDÜĞÜNÜZ İYİLİKLERİ KAYALARA KAZIMAYI ÖGRENİN." Denilir ki: özel birini bulmak bir dakikanizi alir,onu degerlendirmeniz bir saat içinde olur,onu sevmek için bir gün yeter ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir. Bu sözleri hiç unutamayacaginiz kisilere gönderiniz ve bu sözleri size gönderen kisiye de göndermeyi unutmayiniz. Bu onlari asla unutmayacaginizi bilmelerini saglayan kisa bir mesajdir. Eger kimseye göndermediyseniz bu demektir ki telas içindesiniz ve dostlarinizi zaten unutmussunuz. Yasamaya zaman ayrin. :smile:

walsman07
08-14-2006, 01:18 PM
Yağmur saçlı Kız unutma! bir tek seni sevdim ben, bir tek seni özledim ... Sen benim ilham kaynağımdın, sevinç tomurcuğum, sevgi çağlayanım, hayat pınarımdın bir zamanlar... Bir zamanlar saçların bahçemin nazlı çiçeğiydi her dokundukça yeşeren, okşadıkça kokulu güller açan; doyamazdım bakmaya, dokunmaya kıyamazdım... Ellerimi tuttuğunda tanımsız bir sevinç kaplardı içimin denizlerini; gökyüzü benim olurdu, yeryüzü benim...

Yaşamak bir rüyaydı seninle Yağmur saçlı kız, en güzel rüya sendin. İlkbaharda gökkuşağım olurdun, yazmevsiminde yağmurum, sonbaharda rüzgarım, kışmevsiminde fırtınam olurdun, her halini severdim senin...

Seni görmediğim gün bir şeyler eksik gelirdi bana, yabancı kalırdım hayata. Hüzünlü ırmak kuşları gibi bekler dururdum bir kıyıda, sen gelir geçersin diye...

Ne güzeldi özlemin çiçeklerinde yağmur yağmur gülüşün, geçişin her sabah gülümseyerek kapımızın önünde; rüzgarın saçlarına vuruşu, fistanının savruluşu rüzgarda ne güzeldi...

Yazyağmurum olur ıslatırdın beni, güzgüneşim olur ısıtırdın. Düştüğüm her kuyuda gözlerindeki sevdalı imgeye tutunup çıkardım yeniden yeryüzüne, kirpiklerinde dinlenirdi ruhum...

Beyazlar içinde gelirdin her gelişinde, nazlı utangaç bir gülüş olurdu dudağında, yanağında dağ gülleri; nefesinde serin serin sevgi olurdu. Yasemin kokulu bir sevinçle süslenirdi gönlümüz, ay kokardı bakışların, oturup saatlerce yıldızları seyrederdik...

Şimdi geride kalan zaman dilimlerinde kare kare mutluluklar geçiyor gözlerimin önünde, korkular, tehtitler geçiyor... Ne zaman seninle buluşsak çabuk geçerdi zaman, kırmak isterdim dünyadaki bütün saatleri, zincire vurmak isterdim...

Korka korka buluşurduk kuytu yerlerde, sarılıp dururduk biribirimize, sadece gözlerimiz konuşurdu. Sonra ayrılırdık istemeye istemeye. Sorguya çekerlerdi seni, döverdi kardeşlerin, elimden bir şey gelmezdi. Gözyaşların gücüme giderdi, oturup ağlardım senin yerine...

Unutma! Bir tek seni sevdim ben, bir tek seni özledim bahar gülüşlüm...
Şimdi buluştuğumuz yerden ne zaman geçsem içim burkulur, gözlerim durup durup dolar. Her esen yelde, yağan yağmurda, çağlayan ırmakta, uğuldayan ormanda senin kokunu duyarım çünkü...

Anladım ki, bütün iççekişler sevgililerine kavuşmayan sevdalıların hüzünlü gözlerinden gelirmiş, yaşamın kıyısında kırılmış tomurcuklardan...

Şimdi acılar simsiyah bir sarmaşık esrarıyla büyüyor bedenimde her gece, inciterek sarıyor yüreğimin yalnızlığını... Yokluğun bir rüzgardır şimdi eser gönlümün soğuk duvarlarına her gece. Gözyaşlarım yağmurlara karışır, yağmurlar gözyaşlarıma, düşer damla damla yitirilmiş sevda közlerine...

Özlem tek yönlü uzun bir yol işte Yağmur saçlı kız, gidipte dönüşü olmayan... Aklıma düştükçe bakışların, bir hüzün şarkısı kırılır kalbimde, ki, canıma batıyor kırıkları her defasında..
Hiç çiçeklenmiyor dallarım artık, meyve de vermiyor. Kalbimin batısında battı güneş, doğusunda ise güneş yok...
Ah yıllar ah! Şarkılardaki gibi her şeyi yıpratır, yorar, yaşlandırır ve alıp götürür bilinmeyen bir meçhule doğru...

walsman07
08-14-2006, 02:25 PM
Yıldızlara sevdalı çocuk ve sevgi perisi

(Ninem ve ben)

O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide, pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. 'Nineciğim, nineciğim! Ölmedin, yaşıyorsun değil mi?' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi. Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!...

Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi, dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi. Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye hayıflandığım çok olmuştur.

Bahardı.. İnce bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik bu yoksul köyün, havası - suyu gibi, insanları da temizdi. Çoğu evlerin duvarları ker***, beyaza boyanmış ya da özensiz kaba taşlardan yapılmıştı. Bazılarının önlerinde küçük bostanları, harman yerleri vardı. Bu evlerin damları toprakla örtülü, oldukça bakımsız yapılardı.

Köyün etrafı onlarca söğüt, kavak, ceviz gibi ağaçlarla çevrelenmişti. Bu köy; sırtını dayadığı dağları, çayırları, tarlaları, yaylaları ve rengarenk çiçekleriyle, benim gözümde eşsiz bir yerdi. Ama şimdi ninemsiz köyüm bana; tatsız- tuzsuz, renksiz, ışıksız, kapkaranlıktı. Hele geceleri... Sanki gökyüzü aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser kalmamıştı.

Ninemin ölümüne bir türlü inanmak istemiyordum. Onun öldüğü gerçeğini kabullenmek, kendimi buna zor da olsa inandırmak için ağlamaklı ve perişan bir halde mezarına doğru yürüdüm. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Mezarının üstünü kuru otlar sarmıştı. Onları tek tek temizledim. Oturdum dua ettim. Beni duyacakmış gibi seslendim: ''''Nineciğim!Huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen kekik kokulu rüzgar, ruhuna sükunet getirsin. Sana bütün özlemimi, sevgimi getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et!" dedim.

Ninemi çok özlemiştim.Çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ait anılarımı hatırladım.Gözlerim doldu. Bir yumruk geldi, tıkandı boğazıma. Daha fazla konuşamadım. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa! Yaşama dair, ölüme, sevgiye ve özleme dair anlatacaklarım vardı... Sonra mezarının başına oturup, uzun uzun düşünürken, daldım gittim. Öylesine dalmışım ki, ninemle, sağlığındaki gibi konuştuk. Sanki birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk, hissediyorduk ve duyuyorduk.

Bu, sıradan bir konuşma değildi, bir itiraftı. Yıllar boyu hiç kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile getirilişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum. Bütün gün böylece akıp gitmişti.. Vakit epey ilerlemişti hava kararmak üzereydi, yavaşca kalkıp omuzlarım çökük bir halde ağır ağır kafamda binbir anıyla yürüdüm köye doğru. Ne kadar zaman sonra eve geldim, bilmiyorum.

O gece sürekli yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, odanın içi gündüz gibi aydınlanıyordu. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Yatağımda; gök gürültülerini, yağmurun camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken, yastığımı ıslatan yaşları, neden sonra farkedebildim. Bütün gece çocukluğumu ve ninemi düşündüm.Bu düşüncelerle uzun bir zaman boğuştuktan sonra, sabaha karşı uykuya dalabildim.

O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide, pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. 'Nineciğim, nineciğim! Ölmedin, yaşıyorsun değil mi?' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi. Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!...

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, birden yitirdim onu. Sabahleyin, her yanımda sızılarla ve ninemi yeniden yitirmenin acısıyla uyandım. Bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu. Dışarıya çıkıp çevreme bakındım. Güneş çoktan doğmuş, yükselmeye başlamıştı bile. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında. Hiç bir değişiklik, başkalık yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve hava öylesine güzeldi ki! Ama içimin burukluğundan, bu güzelliklerin keyfini çıkaramıyordum.

Karmaşık duygular içersinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasya ve kavak ağaçları, nazlı nazlı sallanıp, yapraklarını efil efil oynatıyorlardı. Kırlara yayılmış koyunlar ve kuzular, uzaktan, bembeyaz pamuk tarlaları gibi görünüyordu.

İnsan, bazen mutlu, bazen mutsuz yaşamında geçirdiği her evreyi, yeniden yeniden yaşar. Bunlar, eskiyen silik fotoğraflar gibidir. Renkleri solsa da, yırtılıp paralansa da; bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş. İşte bana da böyle oldu.

Ninem her akşam bana, bazı hayvanlarla, daha çok kuşlarla, cinlerle, perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu. Kulağımı okşayan sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür, öylesine etkili olurdu ki; bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doyamaz, yeniden yeniden anlatmasını isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı vardı ki, sanki ağzından bal damlardı. Sıradan bir konuyu bile inanılmaz tat ve güzellikte anlatırdı. Hele uzak yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden konuşurken..... Avrupa, Asya, Afrika, Amerika''dan söz ederken; adeta nefesimi tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne, çocuk aklımla şaşar kalırdım. Bana göre dünya; etrafını yüksek dağların çevrelediği, her yanında buz gibi suların aktığı Caferli Köyü ve ona komşu birkaç köyden ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma işlerdi.

Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi, dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi.
Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o kadar esrarlı olurdu ki, samanyolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum! Her gece, ninemin anlattığı masalların etkisiyle olsa gerek, güzel düşler görürdüm. Düşümde; gökler hep mavi, bulutlar hep bembeyaz olurdu. Gökyüzü kat kat açılırdı.
Ben de onun maviliklerinde kuşlar gibi uçardım. Öyle hafif olurdum ki! Heyecandan, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Hemen her gece , uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda, bir kuş kadar hafif hissederdim kendimi.

Çocukluk çağlarımda nasıl da mutluydum. Ninemin ardında kırlarda koşarken; kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar sevinçliydim..... O köyün kırlarında, büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler, ne yazık ki bir gün kuruyuverdi. Oysa, ben onları toplarken yağmur yağıyordu. Ardında ninemin o güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak istedim... Olmadı... Üzüldüm... Şimdi ise, kar yağıyor o anıların üstüne. Anılarla birlikte yüreğime. Sanmayın ki kırgınım ve de mutsuz. Hayır! Çünkü çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala o köyün dağlarında nar çiceği, kır çiçeği, gül kurusu, eşkin ve kekik kokusu olarak yaşıyor. Çocukluğum bana; bazen toprak kokusu, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen de, masmavi gökyüzüdür. Uzak, çok renkli, çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan, ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu; sevgilerin, özlemlerin çoğalttığı düşler... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz, hala bana o güzel günleri ve ninemi çağrıştırır...

Belki de düşler; bir çocuğun hayatında, izdüşümlerin sunduğu güzelliklerdir.Çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış, gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında gizlenmiş umut pencereleri. Orada ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık.Düşman bile yok... Yalnızca uzaklarda, tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar, keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var... Keşke herkes, düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde yaşayabilseydi, yaşasaydı... Ya da yaşam, düşler gibi olsaydı . Dikenlerin, taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde, yediveren gülleri açsaydı! Yabani bitkilerin doldurduğu tarlaları, keşke altın sarısı başak başak ekinler doldursaydı...

Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlığa itilmiş bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar gizlenebilir ki!... Düşler, yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? Düşler bittiğinde güneş batmaz, umutlar tükenmez mi?...

Ninem, anlatılmaz bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlüydü.Çok güzel olan yüzünde ışıldayan gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa kötü baktığını, kaşlarının çatıldığını hatırlamıyorum.
Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat vardı. O gözlerini yumar, yüreğini açardı insanlarla konuşurken. İlkbahar suları gibi berrak akardı sözcükler ağzında. Ağzından çıkan her sözcük, ak bir güvercin olup doyumsuz bir tad ve güzelliklerle konardı dinleyenlerin yüreklerine.

Kendini iyiliklere, güzelliklere adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağı; annesizlerin, sevgiye özlem duyanların sevgi perisiydi. Herkese karşı duyarlı, sevecen, içten ve herkese dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlerle o tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlar; sofraların biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. Hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa, yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla izlerdim. Kimi geceler uyanır saatlerce dualarını dinlerdim. Duları bitince sessizce gelip yatağına girerdi. Kimi zaman bir masal gibi dualarını dinlerken uyuyakalırdım.

Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz. ''''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım.

Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi. Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile kucaklamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...

Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.

Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar da dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana. Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı sarılırdı bana..

Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi. O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale''ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, 13 yaşında henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar''a esir düşüp, kendisinden bir daha haber alınamadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı. O çileli, meşakatli geçmişini anlatırken zaman zaman susardı. Bilirdim ki, içinde bir yerleri acırdı... Bilirdim ki, içinde incecik bir hüzün at koştururdu.

Tarihin izleriyle dolu yüzünde hüznün belirtisi, gözlerinde kar fırtınası ve bir buğu sitem ederdi anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamazdım.Onunla beraber ben de ağlamaya başlardım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim. İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.

Gençlik yıllarımdı... Askerlik çağım gelip çatmıştı. Ninemden ayrı kalmışlığı , Ayrılığı, hasreti yaşantımda yudum yudum hissediyordum. Ninemin hayalini hayalimden silemiyordum. Onu düşlediğim zamanlarda gönderdiği mektuplar tek teselli kaynağım oluyordu... Askerde aldığım ilk mektubunda dünyalar benim olmuştu...

'' Sevgili Torunum,
Sen gittin gideli gözlerim her yerde seni arıyor... Hayallerimde, dualarımda yaşıyorsun... Uçan kuşlardan, esen yellerden seni soruyorum. Hasretle geleceğin günü bekleyip, yolunu gözleyeceğim. Birtanem nasılsın? Askerliğe alışabildin mi? Günlerin nasıl geçiyor? Bilmelisinki, sayılı günler çabuk geçer. Bizleri düşünme, bizimde tek düşündüğümüz sensin. Hayatım boyunca seni gözümden sakındım, sana kol kanat gerdim, bin canım olsa sana feda ederim unutma. Eğer sende bizi soracak olursan hasretliğinden başka bir derdimiz yok, şükür. Gönlümüz gözümüz hasretinle dolu... Seni, kar gülüşünü, bana sarılışını çok özledim, bana sık sık mektup yaz emi? senin mektuplarınla teselli olacağım..."

Ninemden aldığım her mektubu, yazdığı her satırı ruhumun derinlerine işliyordum ona kavuşabilmek için neyimi vermezdimki, bir gün ninemden ayrı yaşayacağımı hiç düşünmemiştim.

Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum. Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor; toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu. Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı. Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..

Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allahım benim için ne büyük mutluluktu bu. Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. '' Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu.

Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.

Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda''ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu. Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'''' demişti.

Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım. Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda''ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!" dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"


Taşır mı? yüreğim bunca ağrıyı ihaneti
göç eder mi? acılar başka bir acıya
yakınlaştıkça kıyısına uzaklaşır mı? aşk
dayanır mı? söz dudağımdaki son sancıya

paylaşır mı? yalnızlığımı bir dağbaşı ıssızlığı
dönersem cevizağacım tanır mı? beni
özlem dediğin saçlarımı okşayan ninem mi?
seslensem bu kıyıdan alır mı? beni

bir gün çağlayanlara vurunca türkülerimi
havalanır mı? sesimden yine bir kuş dalgası
aşkı filizlenir mi kalbinde o nazenin kızın
kapanır mı? içindeki kırık sevda yarası

ay buluttan çıkınca yıldızlar gülümser mi?
eser mi? başımda yine eski kavak yelleri
dudağını öptüğün gül, sevdasına küser mi ?
arar mı? kıyı köşe yine beni mahmur gözleri


Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki, benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara.
Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların, yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım.

Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez ,biliyorum...
Mektubumu Şeyh Edebali''den bir kaç sözle noktalıyorum.
''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''''

Munzur Dağı''nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.

Sonra düşündüm:Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.


Ne zaman,bir anadolu köyüne düşse yolum
yüreğim burkulur
susuk kumullu alnımdan öper bir anne
bilmediğim ayetler çizer elleri gökyüzüne
anlamadığım dualar kanar dudaklarında

ne zaman,bir anadolu köyüne düşse yolum
kar düşer ömrümün üşüyen dilimlerine
dumanı tüten bir bacadan
sobası yanar çocukluğumun
ısınır içimin mor türküleri
büyür nazlı bir çiçeğin uykularında

kuşlar uçar gönül penceremden
yüreğimden sevdalar geçer
sonbahar rüzgarının kanatlarında
çekip gider ağlayarak
düşlerin yağmurunda
yıldızlara sevdalı bir çocuk
ya ben nasıl yanmam, ya ben nasıl

ne zaman,bir anadolu köyüne düşse yolum
oturup yüreğimin avlusuna
gözyaşları gül, munzur sedalı bir gelin ağlar
bir düşünce dalgası vurur kıyılarıma
vurdukça ıslanır gözlerim
terkedilmiş evler,kilitlenmiş kapılar
ve duvarlarda, yalnızca ihanet lekeleri kalmış
sevdalarki, hep aşınmış gül takviminin yapraklarında
acıya sürgün kesilmiş tüm sokaklar

şimdi baktığım her anı bir gönül yarası
her sessizlik bir çığlik, her çiçek bir yara
ah sevdiğim ne kadar insan varsa, göçüp gitmiş uzaklara
hangi suya baksam, bir nehiri kanıyor gözlerim
hangi yola çıksam bir tren kalkıyor
ya ben nasıl yanmam gönül, ya ben nasıl


ey umudumun küçük nazlı çocuğu
çiçekler getir bana koparmadan
gözyaşımla büyüyen çiçekler getir
sevinçler getir güneşli bahçelerden
nicedirki bir özlemin bulutundayım
bir depremin uçurumunda
yıldızlar topla bana
yıldızlar topla mavi gecelerden

sen ki sevdalı yanımdın benim, sevgi perimdin
gönlümün ısınağı, korkularımın sığınağıydın
düşlere kar yağınca ve sarınca yolları duman
bırakma ellerimi n'olur, kapama gözlerini
üşür taşralı soluğum
üşür köylü çocukluğum.........
ya ben nasıl yanmam, ya ben nasıl


Sevgili Nineciğim,
Seni kaybedeli yıllar oldu, seni düşündükçe çockluğumun, hayatımın en mutlu anları ve güzel günleri geliyor aklıma. Bu gün 35 yaşına girdim ve ben büyüdükçe sevgin özleminde büyüdü yüreğimde ve ölünceye kadar da seni aramaya, özlemeye, sevmeye devam edeceğimi, bu gidişle yaşadıkça hep seni özleyeceğimi ve arayacağımı anlıyorum. En çok da sana sarıldığımda o sevgi ve güven yüklü insan kokunu özlemişim biliyor musun? Bana güzel bir çoçukluk ve ardında güzel anılar bıraktığın için teşekkür ederim. Beni bu kadar çok sevdiğin ve sevdiğini hissettirdiğin için teşekkür ederim. Bana insan gibi düşünmeyi, sevmeyi, affetmeyi, acımayı, merhameti ve dürüst olmayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı davranmayı öğrettiğin için teşekkür ederim.. Senden aldığım tüm güzellikler için teşekkür ederim...
Nur içinde yat benim biricik nineciğim...

Küçük Torunun Can

Yazar : NuriCAN :smile: