Tam Sürümü Görüntüle : Yetişkinlik - Yaşlılık - Ölüm
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:06 AM
İ. GELİŞİM PSİKOLOJİSİ
Psikoloji, genellikle, insan davranışının ve zihin süreçlerinin bilimi
olarak tanımlanır. Bu geniş alanın incelenmesi birtakım alt dalların
ortaya çıkmasını gerektirmiştir. İşte gelişim psikolojisi de bu temel
uzmanlık alanlarından biridir. Ayrıca, gelişim psikolojisinin de hem temel
araştırma, hem de uygulama dalları vardır. A. T. Jersild'e (1979)
göre, gelişim psikolojisi alanındaki çalışmalar başlıca iki bölümde
toplanabilir. Birincisi, insan gelişiminin çeşitli yönlerini ele alan ve
betimleyen araştırmalardır. İkincisi, gelişime ilişkin temel kavramları,
ilkeleri, kuramları ortaya koyan incelemelerdir. Gelişim alanındaki en
yararlı çalışmalar, kuşkusuz, olgu ile kuramı birleştiren, böylece insan
bilimlerine katkısı olan çalışmalardır. Bu açıdan, insan gelişimine
ilişkin çalışmalar biyoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih gibi diğer bilim
dallarını da ilgilendiren çok disiplinli ve disiplinlerarası bir alana
yayılmaktadır. Bu nedenle günümüzde gelişim psikolojisi çok yönlü
bir araştırma ve inceleme alanı olmak durumundadır.
:::::::::::::::::
1. Gelişim Psikolojisinin Tanımı
İlke olarak, geçmişi bilmek şimdiyi anlamamıza, şimdiyi anlamak
da geleceği kestirmemize yardımcı olur. Bu genel ilke embriyoloji,
jeoloji, coğrafya, tarih, gelişim psikolojisi gibi bütün gelişim bilimlerinde
geçerlidir. Kuşkusuz, değişimin konusu ve zaman evreleri
bütün bu bilimlerde aynı değildir; fakat hepsinde ortak olan nokta,
birşeylerin zaman düzeni içinde geliştiği ve bu sistemli değişimin
nedenlerinin bulunabileceği inancıdır. Gelişim psikolojisinde zaman periyodu
insan ömrünü içerir ve değişen şey bireydir. Şu halde, gelişim psikolojisinin
konusu bireyin fiziksel ve ruhsal yapısının ve davranışının değişimidir.
Gelişim Psikolojisi, bireylerin yaşam boyunca geçirdiği değişimlerin
betimlenmesi ve açıklanmasıyla ve aynı zamanda bireyler arasındaki
değişim benzerlik ve farklılıklarıyla uğraşır. Gelişim psikologları
gelişimi betimlemek isterler, dolayısıyla gelişim normlarıyla ilgilenirler.
Fakat aynı zamanda gelişim süreçlerini açıklamak da isterler;
yani gelişimin neden belirli bir yolda ilerlediğini ve gelişim yolunda
bireylerin neden birbirinden farklılaştığını bulmaya çalışırlar.
Modern gelişim psikolojisi oldukça yeni bir bilim dalıdır. En
azından 1960'lara kadar bebek, çocuk ve ergen konusundaki psikolojik
araştırmalar "çocuk psikolojisi" adıyla biliniyordu. Bugünkü psikolojik
gelişim anlayışı -bazı büyük kuramcılara karşın- şimdiki biçimiyle
son on yıllara kadar ortaya çıkmış değildi. Bütünleşmiş bir gelişim
anlayışının daha önce ortaya çıkmayışının nedenlerinden biri,
alanın 1950'lere kadar değişimleri açıklamaktan çok betimlemeye yönelmiş
olmasıdır. İlk gelişim psikologları çocuğu doğum öncesinde,
ilk haftalar ya da aylarda, ilk çocukluk, orta çocukluk dönemlerinde
-olduğunca eksiksiz biçimde- betimlemekle yetiniyorlardı. Ancak betimsel
bilgi araştırmacılar için giderek çekici olmaktan çıkmaya başladı.
Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde 1938'de çocuk gelişimi
konusunda yaklaşık beşyüz yayın çıktığı halde, 1949'da bu sayı yarısına
inmişti. Daha sonra, 1950'lerin başlarında gelişim psikolojisi yeniden
canlandı. Bu gelişmeye katkısı olan pek çok etken arasında en
önemlisi, gelişim psikologlarının yeni bir yaklaşım kabul etmeleriydi;
artık ilgilerini gelişimin temelini oluşturan süreçlere yöneltmeye
başlıyorlardı (Liebert ve Wicks-Nelson, 1981).
Yaşamboyu gelişim psikolojisi (life-span developmental psychology)
gelişimi incelemede yeni bir yönelimdir ve iki temel sayıltıya
dayanır. Birincisine göre, gelişim döllenme ile başlayan ve ölüm ile
sona eren yaşamboyu bir süreçtir. Bu bakış açısı, bebeklik, çocukluk,
ergenlik gibi bedensel büyümeye bağlı yaş dönemlerini kendi araştırma
alanları sayan gelişim psikologlarının görüşlerinden ayrılmaktadır.
İkinci sayıltıya göre, gelişim büyümenin sonlanması ya da olgunlaşma
ile sona ermez. Tam tersine, yaşamboyu gelişim psikologları
yetişkinlik ve yaşlılık yıllarıyla büyük ölçüde ilgilenirler. Yaşamboyu
gelişime duyulan ilgi 1970'lerde başlamış ve 1980'lerde artarak
sürmüştür. Yaşamboyu gelişim yaklaşımının ele aldığı temel konular
"gelişim sırasında ortaya çıkan değişimlerin doğası" ve "bu değişimleri
hangi etkenlerin belirlediği" sorunlarıdır (Honzik, 1984).
Paul B. Baltes'e (1987) göre de, yaşamboyu gelişim psikolojisi, yaşam
akışı boyunca davranışta ortaya çıkan sabitliğin ve değişimin araştırılmasını
içerir. Bu psikolojinin amacı, yaşamboyu gelişimin genel ilkeleri,
gelişimde bireylerarası farklılıklar ve benzerlikler hakkında,
aynı zamanda gelişimde bireysel esnekliğin ya da değişebilirliğin derecesi
ve koşulları hakkında bilgi elde etmektir.
Perlmutter ve Hall (1992), gelişime ve yaşlanmaya ilişkin sayıltıların,
araştırmacıların sorduğu soruları, bulguları yorumlama biçimlerini
ve ileri yaşlardaki yaşamın doğasına ilişkin sonuçlarını etkilediğini
belirtmektedir. Otuz yıl önce yaşlılığın doğasına ilişkin soruları
yanıtlamak çok kolaydı; çünkü herkes gelişimi gençlikle özdeş tutuyordu,
yetişkinlerin gelişmediği varsayılıyordu. Oysa araştırmalar olgunlaşmadan
sonraki bütün değişimlerin bozulma ya da düşüş içermediğini
göstermektedir. Örneğin, zekanın bazı yönlerinde ilerlemeler
yaşamın ikinci yarısında da sürmektedir. Araştırmacılar farklı sistemlerin
farklı oranlarda yaşlandığını ve gelişimin yönünün değişebileceğini
de buldular. Yaşlanma, hangi işlevin incelendiğine bağlı olarak
kararlılık, artma ya da azalma içerebilir. Örneğin, zekanın bir yönünde
ilerleme gösteren bir yetişkin bir başka yönünde gerileme gösterebilir.
İşte bu tür bulgular araştırmıacıları sayıltılarını yeniden gözden geçirmeye
zorlamıştır. Gelişimi döllenmeden olgunlaşmaya kadar izleyen
ve fetus, bebek, çocuk ve ergenle sınırlı tutan eski tanım işe yaramaz
olmuştur. Böylece, yaşamboyu gelişim yaklaşımında gelişim, döllenmeden
ölüme kadar bedende ya da davranışta ortaya çıkan yaşa bağlı
değişimler olarak tanımlanmaktadır (Perlmutter ve Hall, 1992).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:06 AM
2. Gelişimle İlgili Temel Sorunlar
Gelişim psikologlarının sık sık tartıştıkları birtakım önemli sorunlar
vardır. Bunlardan birincisi, gelişimi sağlayan etkenlerin kaynağı
sorunudur. Bu sorun kalıtım-çevre, doğa-kazanım ya da başka adlarla
yapılan tartışmalarda ortaya konmaktadır. Bugün artık "hangisi?"
ve "ne kadar?" sorularının sorunu çözmedeki yararsızlığı anlaşılmıştır.
Bunların yerine, davranışta biyolojik ve toplumsal etkilerin "nasıl?"
birleştiği sorusu sorulmaktadır.
Gelişim psikologları kendi alanlarında veri toplamak için üç dizi
ilkeye dayanırlar: 1) Fiziksel büyüme ilkeleri, 2) Olgunlaşma ilkeleri,
3) Öğrenme ilkeleri. Fiziksel büyüme ilkeleri fiziksel yapı ve organlardaki
değişimleri dikkate alır. "Olgunlaşma" terimi -gelişimcilerin
kullandığı biçimiyle- reflekslerin, içgüdülerin ve diğer öğrenilmemiş
davranışların gelişimiyle ilgidir. Fiziksel büyüme ve olgunlaşma biyolojiktir.
"Öğrenme" ilkeleri ise, geniş anlamda, sadece geleneksel koşullanmayla
değil, aynı zamanda okuldaki öğrenimle ve diğer çevre
etkileriyle birlikte tanımlanır. Öğrenme ve kalıtımın gelişime katkıları
konusunda bugün kabul edilen görüş, gelişimin ortaya çıkmasında iki
etkenin birleştiğini kabul eden "etkileşimci" görüştür. Her ikisi de
zorunludur, hiçbiri tek başına yeterli değildir. Kalıtım gizil sınırları
saptar, çevre de bu sınırlara ne kadar yaklaşılacağını belirler.
Gelişim üzerindeki biyolojik etkiler iki çeşittir. Birincisi, bir türün
bütün üyelerince paylaşılan türe özgü etkilerdir (bebeğin beslenme
ve bakım için başkalarına gereksinme duyması gibi). İkincisi, her kişiye
özgü olan genetik özelliklerdir (bireyler arasındaki farklılıklar
gibi). İşte, gelişim psikologları doğanın insanlar arasındaki benzerliklerin
ve farklılıkların oluşumuna nasıl katkıda bulunduğunu araştırmaktadırlar.
Öte yandan, gelişim üzerindeki çevresel etkiler de iki çeşittir.
Birincisi fiziksel çevredir (doğum öncesi dönemde ana rahmi,
kent ya da kır gibi). İkincisi toplumsal çevredir (diğer insanlar, toplumsal
kurumlar gibi). Bazı çevresel belirleyiciler bizi başkalarından
farklı kılan etkenlerdir (özel bir okulda okumak, trafik kazasına uğramak,
işini yitirmek, piyangoda kazanmak gibi). Başka bazı çevresel
belirleyiciler de bizi başkalarına benzer kılan etkenlerdir (içinde
doğduğumuz kültür ya da tarihsel zaman gibi). Önemli tarihsel olaylar gelişim
üzerinde derin etkilerde bulunur, ama bu etkinin niteliği kişinin
o zamanki yaşına bağlıdır. Bu konu gelişimle ilgili temel kavramlar
bölümünde "bölük" kavramı çerçevesinde yeniden ele alınacaktır.
İkinci sorun, davranış değişikliğinin sürekliliği ya da süreksizliği
sorunudur. Gelişim derece derece ve düzgün bir biçimde mi ilerler,
yoksa kendine özgü nitelikler gösteren birtakım evrelerden mi geçer?
Evre kuramcıları evrensel biyolojik temelli etkenlerin gelişimde egemen
bir rol oynadığını savunurlar; psikolojik süreçlerde hep aynı yapısal
deeişimlerin ortaya çıktığını ve davranış değişimlerine göreli bir
süreksizlik verdiğini ileri sürerler. Buna karşılık, sürekliliği savunan
kuramcılar toplumsal ve yaşantısal etkenlerin gelişimdeki değişmelerin
temelini oluşturduğunu savunurlar; öğrenme, dereceli bir süreçtir.
Ancak bu görüş ayrılığına karşın, bütün kuramcılar gelişimde hem süreklilik
hem de süreksizlik olduğu konusunda birleşmektedirler. Özellikle
kişilik psikolojisi alanında varılan sonuç, kişiliğin karmaşık ve
çok yönlü bir yapısı olduğu, bazı ögelerinin süreklilik bazılarının da
süreksizlik gösterdiği biçimindedir. Genellikle en büyük sabitlik çeşitli
zihinsel ve bilişsel boyutlarda (ZB, bilişsel üslup, benlik kavramı
gibi) ve en düşük değişmezlik kişilerarası davranış ve tutumlarda ortaya
çıkmaktadır.
Gelişim psikolojisinde temel tartışmalardan biri de bunalım (crisis)
kavramı çevresinde toplanır. Diyalektik bakış açısından psikolojinin
görevi, değişen dünyada değişen bireyi anlamaya çalışmaktır. İnsan
yaşamı karşıtlıklar ve çatışmalarla belirlenir. Her değişim karşıtlar
arasındaki sürekli bir çatışmanın ürünüdür. Gelişim, varolan karşıtlıkların
çözümü ve sonunda yeni karşıtlıkların ortaya çıkışı ile ilerler. Bireyin
yaşamındaki karşıt güçler arasındaki çarpışmanın sonucu bir uzlaşma
değil, tümüyle yeni bir üründür. Riegel'e (1975) göre, insan
gelişimi en azından dört boyutta eşzamanlı bir harekettir: 1) İçsel-
biyolojik, 2) Bireysel-psikolojik, 3) Kültürel-sosyolojik, 4) Dışsal-
fiziksel. Gelişim, bu boyutların dengesi bozulduğu zaman ortaya çıkar.
Çeşitli boyutlardaki değişimler her zaman eşzamanlı olmadığı
için, aralarında çatışma gelişir ve bir bunalıma yol açar. Bunalım,
bireylerin davranışlarını yeni koşullara ayarlamalarını gerektiren son
derece zorlayıcı bir durumdur. Ancak diyalektik psikoloji açısından
bunalımların mutlaka olumsuz olaylar olması gerekmez. Bu psikoloji,
Piaget'in bilişsel gelişim konusundaki görüşlerinin yeterli olmadığını
ileri sürer. Piaget gelişimin dengenin oluştuğu anda ortaya çıktığını
vurgulamaktadır. Oysa Riegel'e göre gelişimsel ilerlemenin temeli
karşıt koşullardır ve gelişim süreci hiçbir zaman sona ermez. Piaget
gelişimi denge ve uyumun periyodik düzeylere ulaşması olarak gördüğü
halde, Riegel bu gelişim düzeyinin ancak kısa süreli olduğunu kabul
eder. Riegel'e göre Erikson, bunalımların içsel-biyolojik ve
kültürel-sosyolojik güçlerle birlikte belirlenmesini vurgulayan ilk
modern yazarlardan biridir, ancak Erikson da organizmanın neden evreden
evreye geçerek geliştiğini açıklamakta yeterince başarılı olamamıştır.
Riegel bunalım kavramına farklı bir açıklama getirmektedir:
"Bunalım (crisis) kavramı çelişik biçimde denge (equilibrium),
kararlılık (stability), uygunluk (consonance) ve
denge (balance) kavramlarıyla bağlantılıdır. Denge (equilibrium)
kavramı arzu edilir bir amaç olarak davranış ve toplum
bilimcilerin düşüncesine tam anlamıyla girmiştir ve bunalımı
olumsuz yönde tanımlar. Böylece, bunalım kavramı,
ancak uzun vadeli bir durum olarak ya da bir sakinlik durumunun
kesilmesi eylemi olarak gördüğümüz zaman dengesizlik
(disequilibrium) anlamını kazanır. Fakat, karşıt durumlar
ya da olaylar birbirine sıkıca bağımlı olduğuna göre,
denge kavramı dengesizlik kavramı olmadan ve kararlılık
kavramı bunalım kavramı olmadan anlaşılamaz. Bizim
araştırmamız gereken nokta, bu koşulların her birini tek
başlarına kavramak değil, birbiri içine girişlerini kavramaktadır.
Kararlılık ve bunalımı olumlu ve olumsuz değil, birbirine
karşılıklı bağımlı olarak görmemiz, yalnızca diyalektik
bağlantılarında gelişimi olanaklı kılan çelişik koşulları düşünmemiz
gerekmektedir" (K. F. Riegel, 1975).
Gelişim psikolojisinin bir başka temel sorunu, davranış'ın mı
yoksa zihinsel süreçlerin mi vurgulanacağıdır. Katı davranışçı yaklaşım
doğrudan gözlemlenemeyeceği gerekçesiyle zihinsel süreçleri
araştırmak istemez; buna karşılık, çağdaş psikologlar nesnel yöntemler
kullanarak zihin süreçlerini de araştırma alanına katmışlardır. İç zihinsel
süreçlerin psikolojik gelişimdeki yeri ve rolü artık kabul edilmekte
ve araştırılmaktadır. Aynı bağlamda bir başka sorun da, "normatif"
gelişimin mi yoksa idiyografik gelişimin mi vurgulanacağı konusudur.
Kimi psikologlar bütün çocuklarda varolan ortak yönler anlamına
gelen normatif (normative) gelişimle ilgilenirler; kimi psikologlar
da çocuklar arasındaki bireysel farklılıkları anlamayı amaçlayan
idiyografik (idiographic) gelişimi vurgularlar. Normatif araştırmalar
genellikle gelişimin biyolojik temellerine dayanırlar. Gesell ve bir
ölçüde de Piaget gibi kuramcılar gelişimi, içsel biyolojik süreçlerin
yönlendirdiği, çevresel etkenlerden pek etkilenmeyen, önceden kestirilebilir
bir olgu olarak görürler. Bu bakış açısı "ortalama" çocuk üzerinde
yoğunlaşmakta ve "normal" gelişimin aşama aşama nasıl ilerlediğini
belirleme amacını gütmektedir. İdiyografik araştırmalar ise
çocuğu birey olarak almakta ve onu diğerlerinden farklılaştıran etkenleri
incelemektedir. Vasta ve arkadaşlarına (1992) göre, dil gelişimi
konusundaki çağdaş araştırmalar bu iki yaklaşımı sergileyen örneklerdir.
Kimi kuramcılar dil yeteneğinin bütün çocuklarda benzer biçimde
ortaya çıktığını, çünkü büyük ölçüde beyindeki mekanizmalar
tarafından denetlendiğini kabul etmektedirler. Dolayısıyla bu araştırmalar
belirli bir dildeki çocukların ortak dil gelişimi örüntülerini, aynı
zamanda binlerce dil için evrensel olan özellikleri araştırmaktadırlar.
Buna karşılık başka kuramcılar da konuşma gelişimindeki bireysel
farklılıklarla ve dilin kazanılmasındaki çevresel etkilerle, yani dilin
farklı çocuklarda farklı gelişmesine yol açan nedenlerle ilgilenmektedirler.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:07 AM
3. Gelişimle İlgili Temel Kavramlar
Yaş (age) kavramı, gelişim psikolojisini psikolojinin diğer alanlarından
ayıran temel kavramdır. Yaş zaman ile eşanlamlı bir kavramdır
ve kendi başına hiçbir şeyin nedeni değildir. Yaş kavramının
yarattığı karışıklıklar nedeniyle kimi gelişim psikologları evre (stage)
kavramını kullanmayı yeğlerler. Bir bağımsız değişken olarak "evre",
"yaş"tan daha kullanışlıdır. Günümüzde evre kavramı gelişim psikologlarınca
iki anlamda kullanılmaktadır. "Güçlü" anlamda evre kavramı
süreksizliği dile getirir. Örneğin, çocuğun hareket gelişimi emekleme,
ayağa kalkma, yürüme, koşma biçimindedir. Bu evrelerden herbiri
diğerinden niteliksel olarak farklıdır. Bu anlamda evreler her zaman
belirli bir zaman aralığında ortaya çıkmak durumundadırlar;
gelişen birey bir evreyi atlayamaz, evreleri bir başka zaman aralığında
yaşayamaz. Evre kavramının bu güçlü anlamı Piaget'in bilişsel gelişim
kuramında ve Kohlberg'in ahlak gelişimi kuramında ortaya çıkar.
Evre kavramının "zayıf" anlamı da vardır ve yaş, çevre, ilgiler,
etkinlikler konusunda bilgi verir. Bütün bu kullanımlarda kavram anlam
değişikliği olmadan geçer. Örneğin çocuğun "diş çıkarma evresinde",
"ilkokul evresinde", "anal evrede" olduğu söylenebilir. Freud'un
psikoseksüel gelişim kuramında ve Erikson'un psikososyal gelişim kuramında
bu anlamdaki evre kavramı kullanılır (Ph. G. Zimbardo, 1979).
Kullanımdaki bu farklılığa karşın, evre kuramlarının tümü evrelerin
temel özellikleri üzerinde birleşirler. Kuramsal olarak evrelerin şu
özellikleri taşıdığı kabul edilmektedir: 1) Evreler genel sorunları
betimlerler. Bir evre o evreye özgü genel özellikleri ve sorunları vurgular.
2) Evreler davranıştaki nitelik farklılıklarını dile getirirler. Bir evredeki
davranışın kendine özgü nitelikleri vardır. 3) Evreler değişmez
bir ardışıklık gösterirler. Bir evre diğerini değişmez bir sıra içinde izler.
4) Evreler bütün kültürler için evrenseldir. Kültürler arasındaki
farklılıklara karşın, bütün kültürler aynı yaşam sorunlarıyla başa çıkmaya
çalıştıkları için gelişim evreleri bütün kültürlerde aynıdır (W.C. Crain,
1986).
İlerde de görüleceği gibi, gelişim kuramlarının çoğu evre kuramlarıdır.
Ancak evre kuramlarının hepsi evre kavramının gerektirdiği
özelliklere sahip değildir. John Flavell'e (1985) göre, tam bir evre
kuramındaki her gelişim evresi şu ögeleri taşır: Yapılar (yeteneklerin,
becerilerin ya da güdülerin tutarlı bir örüntüsü); niteliksel değişimler
(önceki evreyle karşılaştırıldığında yetenekler, beceriler ya da güdüler
arasında açık bir farklılık); ani oluş (evrenin tipik yeteneklerinde,
becerilerinde, güdülerinde eşzamanlı bir değişim); birliktelik (bütün
değişimlerin aşağı yukarı aynı hızla gelişmesi). Çok az evre kuramı
bütün bu ölçütlere tam olarak uyabilmektedir. Örneğin, bir evrenin nerede
bittiği, diğerinin nerede başladığı konusunda çok az görüş birliği
vardır. Bu tür sorunlar nedeniyle günümüzde evre kavramı daha az
sınırlayıcı bir biçimde kullanılmaktadır. Özel bir alandaki bellibaşlı
yaşam evrelerinin betimlenmesinde hala evre kavramı yeğ tutulmaktadır.
Evre kuramıyla yakından ilişkili kavramlardan biri de kritik dönemler
(critical periods) kavramıdır. Kritik dönemler, yaşam süresinde,
sürekli ve geri dönülmez sonuçları olabilen elverişli ve elverişsiz
durumlarla ilgili zamanlardır. Kimi gelişimciler "duyarlı dönem" (sensitive
period) terimini kritik dönem terimine yeğ tutarlar. Duyarlı dönem
kavramı, kritik dönem kavramına göre, zaman boyutunda daha
fazla esneklik ve geri dönüşlülük içerir. Kritik ya da duyarlı dönem
anlayışı özellikle ünlü etolog Konrad Lorenz'in çalışmalarından sonra
yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayış psikanalitik açıklamalarda da önemli
bir yer tutar. "Çocukluk nevrozu olmadan yetişkinlik nevrozu olmaz"
formülü bu anlayışın anlatımıdır. Bununla birlikte, kimi gelişimciler
yaşamın ilk yıllarının bu denli önemli sayılışını reddederler.
Evre kavramının sağladığı kuramsal kolaylıklar açık olmakla birlikte,
yaş kavramından vazgeçilemeyeceği de ortadadır. Şu halde, yaşın
gelişimsel anlamını incelemekten kaçınılamaz.
Yaş sadece biyolojik, kronolojik bir kavram değildir, aynı zamanda
psikolojik, toplumsal bir gerçekliktir. Bireyin kendini kaç yaşında
"hissettiği"ne ilişkin yaşantı herkesçe bilinir. Bir insan 16'sında kendini
yetişkin gibi hisseder, öyle davranır ve çevresi de onu öyle algılar;
bir diğeri ise 30'unda hala yüksek öğrenimini sürdürmektedir ve öğrenimini
bitirmeden kendini tam bir yetişkin gibi hissetmeyebilir. Özellikle
yetişkinlik psikolojisinde yaşlanma sürecinin incelenmesi, farklı
yaş bölüklerindeki insanların farklılıklarının incelenmesi önem taşır.
Ayrıca, bireyin yaşam döngüsü belirli bir tarih içine yerleştiğinden,
bireysel zaman ile tarihsel zaman arasındaki etkileşim de önemlidir.
Çünkü bireyin örneğin 20 yaşını 1995'te ya da 1935'te yaşaması farklı
anlamlar taşır. Öte yandan, gelişim araştırması açısından da, farklı insanlar
arasındaki yaş farklılıkları (bireyin ve ana babasının) ile, bireyin
kendisinin yaş farklılığı (şimdiki hali ve 30 yıl sonrası) farklı etkenlerin
dikkate alınmasını gerektirir. Her birey aşağı yukarı aynı zamanda
doğmuş insanlar grubu demek olan bölük (cohort) içinde yer
alır. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1930'lardaki büyük ekonomik
bunalımın gençler üzerindeki etkisinin olumlu ya da olumsuz olması
gencin ait olduğu bölüğe bağlıdır. Bu etkinin o tarihlerde ergenlik çağında
olan çocuklar üzerinde olumlu, okul öncesi çağda olanlar üzerinde
ise olumsuz olduğu belirtilmektedir.
Yaş, basitçe bakıldığında, bireyin doğumundan itibaren dünyanın
güneş çevresindeki dönüşlerinin sayısıdır sadece. Ancak, yaşla gelen
değişimler, farklı yaşlardaki insanlar arasındaki farklılıklar, yaşlanma
süreci vb. önemli konulardır. Yaşa ilişkin bu değişimlerin çoğu
-özellikle yetişkinler için- bireyin içinde yaşadığı toplum tarafından
belirlenir. Ancak, hangi toplum içinde olursa olsun biyolojik değişimler
de önemlidir.
Yaşın önemini kavramak için aşağıdaki tabloya bakabiliriz:
Tablo 1: İnsan Yaşam Çizgisi
0- Gebelik, doğum
6- Okula başlama
12- Erinlik
18-30 Oy verme, işe başlama, evlenme, anababa olma
30-48 Anababa ölümü, menopoz, çocukların evden ayrılması,
büyük anababa olma
48-65 Emeklilik, eş ölümü, büyük-büyük anababa olma
65 ve üzeri- Ölüm
(Önemli olayların yaşları ortalama olarak verilmiştir, bu yaşlar önemli
bireysel ve cinsel farklılıklar gösterir).
Kaynak: D.C. Kimmel, Adulthood and Aging, 1974.
Her bireyin döllenmeyle başlayıp ölümle sonuçlanan böyle bir
yaşam çizgisi (life line) vardır. Bu yaşam çizgisi insanın yaşam döngüsünün
(life cycle) şematik bir tasarımıdır ve insan yaşammın tüm
süresinin (life span) ilerleyen ve sırasal yönlerini vurgular. Bu çizgide
belirli yaşlar, yaşa bağlı özel değişimler için işaretlenmiştir. Biyolojik
büyümenin rolü, gebelikten doğuma, doğumdan erinliğe, erinlikten
orta yaşa vb. ilerledikçe önemini yitirmektedir. Şu halde biyolojik
değişkenlerin dışında hangi etkenlerin yaşam çizgisindeki olayların önemini
belirlediği sorulabilir. Örneğin, 6 yaş, çocuğun okula girişini ve
uzun bir resmi eğitimden geçişini göstcrdiği için anlamlıdır. 12 yaş,
erinliğin başlangıcını, çocukluğun sona erişini ve gençlik kültürüne
katılmayı gösterdiği için önemlidir. 18 yaş, birçok toplumda oy kullanma,
sürücü belgesi alma, üniversiteye girme, evden ayrılma, işe
girme, evlenme gibi önemli toplumsal ve hukuksal anlamlar taşır ve
yetişkinlikten pay almayı simgeler. 30 yaş -özellikle kitle iletişim
araçlarınca- orta yaşın ve artık inişe geçişin başlangıcı olarak görülür;
oysa dönüm noktası olarak ağırlıklı sonuçları olmayan bir yaştır, gene
de yetişkinliğin birtakım hareketli olayları bu yaş dolaylarında yaşanır.
Yetişkinler diğer yaş dönemlerinden niteliksel olarak farklı bir orta
yaş kavramına sahiptirler. Ergenlikten sonraki on yıllarda yaşa bağlı
değişimlerin az olmasına karşın, orta yaşlılıkta menopoz ve emeklilik
gibi iki olay yaşa bağlı olarak gerçekleşmektedir. İleri yaşlarda eşin ya
da arkadaşların ölümü, bireyin kendi ölümünden önce geçtiği dönüm
noktalarıdır. Araştırmalar ölümün de önemli bir gelişim olayı olduğunu
ortaya koymaktadır. Ölüme yakınlık yaşlılıkta kronolojik yaştan
çok daha önemli bir zaman ölçütü olmaktadır. Ölüm kaçınılmazlık kazandıkça,
psikolojik değişimlere yol açmaktadır.
Bireyin yaşam döngüsü boyunca gelişimi yaşa bağlı değişimin
kaynaklarından sadece biridir. Yaşam çizgisi ile çakışan "tarihsel zaman"
da bireyin yaşam döngüsü içinde ilerlemesini etkileyen yaşa
bağlı bir diğer boyuttur.
Söz gelimi, yirmi yıl önce üniversite öğrencisi olan bir gencin
ana babası büyük olasılıkla Birinci Dünya Savaşı sonlarında ve büyük
ekonomik bunalımın ilk yıllarında doğmuştur. O insanlar uluslararası
dayanışmayı öğrenmişler, ama ekonomik güvenliklerinin ve maddi
varlıklarının kendi denetimleri dışında birden bire yok olabileceğini
de görmüşlerdir. Ekonomik bunalım yıllarında okula giden o insanlar
ilk toplumsal deneyimlerini, ilerdeki tutum ve değerlerini etkileyen
maddi sıkıntılar içinde yaşamışlardır. Belki İkinci Dünya Savaşı'nı
yaşamışlar, hatta içinde bizzat yer almışlardır. 1940'larda doğanlar ise
yalnız ekonomik büyümeyi ve orta sınıfın gelişmesini değil, aynı zamanda
hiç eksilmeyen nükleer savaş tehdidini de yaşamışlardır. Son
zamanlarda çevre kirlenmesi ve nüfus patlaması gibi diğer yok olma
tehditlerini de yaşamaya başlamışlardır. Bugünün dünyası, yalnız teknolojik
gelişmeyi değil, dünyanın küçülmesini ve uzaya gidilmesini
de yaşamaktadır. Bilgisayarlarla yaşama zorunluluğunun getirdiği sorunları
da eklemek gerek!
Bu tür tarihsel-kültürel olayların bireylerin tutum, değer ve dünya
görüşlerini büyük ölçüde etkilediği bilinmektedir. Bu gelişmeler insanları
farklı yaşlarda farklı biçimlerde etkiler. Ancak tarihsel olayların
kuşaklar üzerindeki etkisi yaşa bağlı olmanın yanında toplumsal
kesimlere de bağlıdır. Örneğin A.B.D'de 1950'lerde uzay programlarının
önem kazanması o yıllarda meslek seçiminin eşiğinde bulunan
gençleri daha fazla etkilemiş, çoğunu fen ve mühendislik dallarına yöneltmiş,
sonuçta bu alanda işgücü fazlası oluşmasına yol açmıştır.
Bireysel yaşam döngüsü ile tarihsel zaman çizgisi etkileşiminin
ilginç bir örneği de "kuşaklararası çatışma" olgusudur. Bu çatışmanın
gençlerle anababalarının kuşağı arasındaki değer, tutum ve yaşam biçimi
farklılığından oluştuğu kabul edilirse, iki farklı yorum getirilebilir:
Gelişimsel ve tarihsel. Gelişimsel olarak kuşaklar arasındaki bu
farklılık gençlerin ve anababalarının yaşam döngüsündeki farklı evrelerden
kaynaklanmaktadır. Erikson'a göre genç insan "Ben kimim?
Toplumla nasıl bir ilişki kurabilirim?" gibi kimlik sorunlarıyla uğraşırken,
kendi değer ve tutumlarını oluşturabilmek için toplumun değerlerini
irdelediği ve anababa değerlerini kısmen reddettiği bir evreden
geçer. Anababalar ise, dünyada sürekliliklerini sağlayan işaretler
bırakabilme isteğiyle, ekonomik ve duygusal bir kararlılık sağlayarak,
toplumun değerlerini aktarmaya çabaladıkları bir gelişim evresindedirler.
İki ayrı evredeki insanların çatışması bir tür insanlık durumudur
ve bu nedenle insanlık tarihi kadar eskidir.
Kuşaklar arasındaki bu çatışma kuşaklar boyunca ortaya çıkan
toplumsal değişimin mekanizması da olabilir. Özellikle, yaşlıların gelişen
daha karmaşık ve yeni toplumsal yapıya gençleri hazırlayamadıkları
hızlı toplumsal değişim dönemlerinde bu böyledir. Toplumsal
gelişimin hızı arttıkça birbirini izleyen kuşaklar arasındaki yeniden
uyum sağlama süreci de o ölçüde önem kazanmaktadır. Günümüzde
gençlik döneminin uzaması gençlere, kişisel özgürlük, ekonomik güvenlik,
entelektüel araştırma açılarından, toplumu ve toplumsal değerleri
sorgulamaya zaman ve olanak sağlamaktadır. Yine bu dönemin
uzaması gençlerin kendi aralarında bir çevre yaratıp yaşlı kuşakla
daha az ilişki kurmalarına olanak vermektedir. Böylece gençler arasında
paylaşılan tutum ve değerler artmakta, geleneksel kuşaklararası
etkileşimin yerine yaşıtlararası etkileşim geçmektedir. "Gençlik kültürü"
olgusu da buradan doğmaktadır.
Gençlik dönemiyle çakışan bu tarihsel etkenler -çocuklukla yetişkinlik
arasındaki sürenin uzaması, anababaların gençliğine oranla
daha maddi varlık içinde yaşayan gençlik, genç nüfusun savaş sonrasında
artması- kuşaklar çatışmasını derinleştiren nedenler olmuştur.
Şu halde, gelişim olgusunu, gelişim döneminin çakıştığı tarihsel dönemi
dikkate almadan tam olarak anlayamayız. Ama aynı zamanda,
kuşaklar çatışmasını tam olarak anlayabilmek için gelişimsel (yaş) etkenleri
tarihsel etkenlerden ayırabilmemiz gerekmektedir. Margaret
Mead, kuşaklar çatışması konusunda gelişimsel etkenlerin yerine tarihsel
değişimlere ağırlık verdiği bir açıklama getirmiştir. Mead, savaş
sonrası insanların içinde yaşadıkları dönemin olumsuz niteliklerini
özellikle vurgulamaktadır. Mead'a göre, "kültürel süreksizlik" yaşam
döngüsünde ilerledikçe, 1980'lerde 41 yaşındakiler 55 ve daha yukarı
yaşta olanları anlayamaz hale geleceklerdir ve bu böyle sürüp gidecektir.
Sadece tarihsel etkenlere dayanarak kurulduğu için abartılan bu
sav, kuşak çatışmasının gençlerle yaşlılar arasında sonsuza dek var
olacağı doğrultusundaki gelişimsel savla çelişmektedir.
Kuşaklar çatışmasına ilişkin bu örnek, yaş farklılıklarının anlaşılmasının
ve yorumlanmasının çok zor olabileceği gerçeğini ortaya
koymaktadır. Bu nedenle, yaş farklılıkları üzerindeki araştırmaların,
gelişimsel (yaş) ve tarihsel (zaman) etkenlerin etkileşimini dikkate alması
gerekmektedir. Gelişimsel sav ile kültürel süreksizlik savı arasındaki
çelişki ancak amprik araştırmalarla giderilebilecektir. İdeal bir
araştırma yöntembilimi, insanları bu kuşaklar farkının her iki tarafında
da belirli bir süre izleyebilmelidir (D. C. Kimmel, 1974).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:07 AM
4. Gelişim Psikolojisinde Yöntemler
Gelişim psikolojisi, doğumdan ölüme uzanan yaşam süresinde fiziksel,
zihinsel, duygusal ve toplumsal işlevlerde ortaya çıkan bütün
değişimleri araştırır. Gelişim araştırmalarında çeşitli araştırma
stratejilerinden, yaklaşımlarından, desenlerinden ya da yöntemlerinden söz
edilebilir ve bunlar çeşitli biçimlerde sınıflanabilir.
Aşağıda, herhangi bir sınıflama yapmadan, gelişim psikolojisinde
sıklıkla kullanılan bazı yöntemler açıklanmaktadır.
Deneysel yönteın (experimental method), deneysel varsayımları
neden-sonuç ilişkisinin belirlenmiş olduğu kontrollü bir durum içinde
sınamaktan ibarettir. İlişkisel yöntem (correlational method), iki ya da
daha fazla etken arasındaki ilişkiyi saptamakla uğraşır. Bu yaklaşımda
hiçbir şey araştırmacı tarafından değiştirilmez, durum olduğu gibi ölçülür,
denekler aynı koşullar altında gözlemlenir, değişkenler arasındaki
ilişki genellikle "korelasyon katsayısı" ile bulunur. Örnek olay
yöntemi (case study method), tek bir deneğin ayrıntılı biçimde incelenmesi
yöntemidir. "Klinik örnek olay incelemesi" bu yöntemin daha
derinliğine bir yoludur. "Tek denekli deneysel araştırma", deneysel
yöntem ile örnek olay yönteminin tek bir bireyin incelenmesinde birleşmesidir.
Bu üç yöntemden herbirinin güçlü ve zayıf yanları vardır;
ancak bilim adamlarının yeğledikleri yöntem deneysel yöntemdir,
çünkü araştırmacıya neden-sonuç ilişkilerini arayabileceği kontrollü
bir durum sağlar. Bu kontrollerin olmadığı ilişkisel araştırma ise sadece
değişkenler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarabilir, ama neden-sonuç
bağlantısını veremez. Gene de ilişkisel yöntem, üzerinde oynanamayan
koşullarn araştırılmasında ve doğal çevredeki özelliklerin
ölçülmesinde çok önemlidir. Hem deneysel hem de ilişkisel yöntemler,
bulguların daha geniş evrene genellenebileceği temsil edici örneklemler
kullanırlar. Oysa örnek olay yöntemi bir tek denekle ilgili olduğu
için genelleştirme yapamaz; koşullar diğer yöntemlere uygun olmadığı
zaman örnek olay yöntemi kullanılabilir. Bununla birlikte, Piaget
ve Freud'un kullandığı biçimiyle örnek olay yöntemi önemli kuramlara
yol açmıştır (R.M. Liebert ve R.W.-Nelson, 1981).
Kullanılan yönteme bakılmaksızın pek çok gelişim araştırması
kesitsel, boylamsal ya da sırasal bir desen örgütleyebilir. Kesitsel desen
(cross-seetional design), farklı yaş gruplarını seçer ve karşılaştırır.
Bu yaklaşımda genellikle her denek için bir tek gözlem vardır. Gelişim
değişiklikleri farklı yaşlardan deneklerin incelenmesiyle belirlenir.
Bu yöntemin en büyük avantajı aynı yaştakilere bir seferde test
verilebilmesidir; en büyük sorunu da, grupların sadece yaşa göre değil,
doğum yılına göre de farklılaşabilmesi gerçeğini dikkate almamasıdır.
Doğum yılı farklılıkları toplumsal koşullara, eğitim uygulamalarına,
siyasal atmosfere ve başarıyı etkileyen diğer değişkenlere
ilişkin farklılıklarla bağıntılı olabilir. Farklı zamanlarda doğan bireyler
farklı doğum bölüklerine (birth cohorts) mensupturlar. Kesitsel yöntemin
sorunu, yaş ile doğum bölüğünü birbirine karıştırmasıdır; yaş
grupları burada farklı doğum bölüklerinden seçilmektedirler.
Boylamsal desen (longitudinal design), aynı doğum bölüğünden
olan bireylerin tekrar tekrar test edilmesi yaklaşımıdır. Boylamsal
araştırmada aynı denekler değişik yaşlarda birkaç kez gözlemlenir, zaman
içindeki davranış değişikliği ya da kararlılığı kaydedilir. Bu tür
araştırmanın avantajı yaş değişikliklerinin doğum bölüğü farklılıklarıyla
karıştırılmamasıdır; sadece bir bölükten olanlar tümüyle test edilirler.
Gene de, en önemli sorun, eğer ele alınan dönem çok genişse,
araştırmanın olanaksız ölçüde çok zaman gerektirmesidir. Bir başka
sorun, eğer bölük farklılıkları varsa bunların ortaya çıkarılamamasıdır.
Çünkü sadece bir bölük test edilmektedir, sonuçların genellenebilirliği
kuşkuludur. Örneğin, ciddi bir ekonomik çöküntü döneminde büyümüş
olan bir bölük sadece bu zamana özgü belirli tutumları yansıtabilir;
daha önceki ya da sonraki bölükler için tipik olanı vermez.
Sırasal desen (sequential design), pek çok farklı doğum bölüklerinin
tekrar tekrar test edilmesi yaklaşımıdır. Böylece sırasal araştırmalar
kesitsel yöntemin temel sorununu (yaşın bölükle karıştırılması
sorununu), her yaş düzeyinde birden fazla bölüğü ele alarak çözerler;
boylamsal yöntemin genelleştirme sorununu da aynı yoldan çözerler
(Ph-G. Zimbardo, 1979).
Boylamsal ve kesitsel yöntemler insan gelişimi konusunda gözlem
yapma ve veri toplamanın temel yollarıdır. Araştırmacı, verileri
ilişkisel (correlational) ya da etkensel (factorial) tekniklerle elden
geçirerek, niceliksel olarak değerlendirilmiş değişkenler arasında varolan
anlamlı ilişkileri keşfedebilir.
Aşağıdaki tabloda (Tablo 2) boylamsal ve kesitsel yöntemlerin
karşılaştırmalı nitelikleri özetlenmektedir.
Tablo 2
Boylamsal ve Kesitsel Yöntemlerin Karşılaştırılması
BOYLAMSAL YÖNTEM
OLUMLU
İlk çocukluk ile yetişkin davranışları
arasındaki sürekliliği belirler.
Eşdeğer olmayan örneklemle ilgili sorunları önler.
Büyüme artışlarını ve örüntülerini betimler.
Diğer araştırmalardan daha kesin
biçimde neden-sonuç ilişkisini belirtebilir.
OLUMSUZ
Zaman ve para açısından pahalıdır.
Araştırma fonları tükenirse önceki
zaman ve para harcamalarını tehlikeye sokar.
Harcamalarla ilgili periyodik yeni
düzenlemeler gerektirir.
Örneklem denek kaybı nedeniyle
giderek yanlı hale gelir.
Araştırmacıların yeniden test vermek
için aynı denekleri sürekli olarak
yeniden bir araya getirmeleri gerekir.
Test dönemleri arasında deneklerin
çevreleri kontrol edilemez.
Araştırmacıları vaktinden önce bir
araştırma desenine ve kurama bağlı kılar.
KESİTSEL YÖNTEM
OLUMLU
Fazla zaman kaybından korur.
Boylamsal araştırmaya göre daha
az paraya çıkar.
Araştırma görevlileri arasında sürekli
ya da uzun vadeli ilişkiyi gerektirmez.
Deneklerin yeniden test vermek
için istenen yaşa gelmelerine kadar
verilerin uzun süre "dondurulması" gerekmez.
OLUMSUZ
Örneklem gruplarında yer alan değişimin
yönünü göstermez.
Aynı kronolojik yaşta ama farklı
olgunlaşma yaşında olan çocukları
bir araya yığar. Böyle bir ortalama
alma yolu erinlikteki büyüme atılımıyla
ilgili değişimleri gizleyebilir.
İncelenen grupların karşılaştırılabilirliği
her zaman belirsizdir.
Gelişimin sürekliliğini tek bir bireyle
ortaya çıktığı haliyle ihmal eder.
Kaynak: James W. Vander Zanden, Human Development, 1981.
Tablo 3
Gelişim Araştırmaları Desenleri ve Yöntemleri
Tip: Kesitsel desen
Yöntem: Birçok bölüğü bir seferde gözlemleme
Bulgular: Davranışta yaş farklılıkları
Avantaj: Çabuk ve ucuzdur
Dezavantaj: Farklılıklar gelişimsel değişimlerden çok,
bölük değişimlerini yansıtabilir.
Tip: Boylamsal desen
Yöntem: Bir bölüğü birçok seferde gözlemleme
Bulgular: Davranışta zaman içindeki değişimler
Avantaj: Gelişimsel eğilimleri gösterir. Bireylerdeki
değişimleri gösterir.
Dezavantaj: Farklılıklar toplumdaki değişimleri yansıtabilir.
Araştırmalar uzun süreli ve pahalıdır. Yinelenen uygulamanın
etkisi ve denek kaybı örneklemi bozabilir.
Tip: Sırasal desen
Yöntem: Birçok bölüğü birçok seferde gözlemleme
Bulgular: Davranışta yaşa bağlı değişimler
Avantaj: Yaşın, bölüğün ve toplum değişimlerinin
etkilerini ortaya çıkarır
Dezavantaj: Araştırmalar uzun süreli ve pahalıdır
Kaynak: Hoffman ve ark., 1994
Sözü edilmesi gereken son bir araştırma yöntemi daha var. Araştırmacılar,
bütün toplumlara, bazı türden toplumlara ve sadece özel bir
topluma ilişkin kuramlar oluşturmak isterler. İşte, kültürlerarası
yöntem (cross-cultural method) bu yaklaşımın aracıdır. Bu yaklaşımda,
araştırma birimini bireylerden çok kültürler oluşturur. Genellikle, benzer
bir kültür alanına giren komşu toplumlardan küçük örneklemler
alarak çalışılır. Çocuk yetiştirme geleneklerine, erinlik törenlerine ya
da anababa olma özelliklerine ilişkin araştırmalar bu türdendir. Kuşkusuz
bu yöntemin de diğerleri gibi bazı sınırlılıkları vardır. Gene de
bu yöntem, bulgularını tüm insanlığa genelleyemeyeceği konusunda
diğer araştırmacıları uyarması bakımından özellikle yararlıdır.
Yaşam döngüsüne ilişkin yukardaki açıklamalarda "yaş" bir değişim
endeksi olarak ele alınmıştı. Bir araştırma değişkeni olarak yaşın
ortaya koyduğu yöntembilimsel sorunlar ise burada ele alınacaktır.
Yaş kendi başına açıklayıcı bir değişken değildir. Bu nedenle yaş
değişimleri ve yaş farklılıkları denildiğinde bu bulguların yaşla gelen
değişimleri gösterdiği, ama olası nedenlerini vermediği bilinmelidir.
Örneğin 20 ve 40 yaşlarındaki insanlar arasında tutum ve değerler açısından
ölçülebilen farklar vardır, ancak bu farkların nedenleri belirgin
değildir. Yaş endeksini aşarak yaşa bağlı değişimleri safdışı etmeye
çalışan araştırma örnekleri vardır.
Kesitsel araştırmalar yaşın bir zaman noktasındaki kesitine dayanırlar;
farklı yaşlardaki bir örneklem üzerinde çalışılır, bu yolla bulunan
farklılıklara "yaş farklılıkları" denir. Yaş endeksini araştıran
ikinci yaklaşım boylamsal araştırmadır; bu yaklaşımda bir denek grubu
birkaç yıl boyunca periyodik olarak incelenir, bulunan farklılıklar
"yaş değişimleri" olarak adlandırılır. Bu yaklaşım, bireysel farklılıkların
incelenmesinde ve farklı bireylerin yaşla birlikte nasıl değiştiklerini
belirlemede yararlıdır. Ancak boylamsal araştırmaların yetişkin
gelişiminde kullanılmasını sınırlayan üç temel güçlük vardır. Birincisi,
bu araştırmaların, çok zaman alması ve çok pahalı olmasıdır, geçen
zaman içinde denekleri yeniden bulmak da zor olabilir, buna araştırmacının
ömrü yetmeyebilir. Yine de boylamsal araştırmalar kesitsel
araştırmalardan çoğu zaman daha üstündürler; çünkü bireysel farklılıkları
yansıtırlar ve yaşa bağlı diğer açıklayıcı değişkenleri (tıbbi
özgeçmiş, geçmişteki yaşantılar, aile geçmişi vb.) ortaya çıkarabilirler,
bunlar da incelenen özel yaş değişimlerinin nedenlerini belirlemede
yararlı olabilir. İkinci güçlük araştırmacının yaptığı ölçmelerin
belirli bir yaşta (çocuklukta ya da ergenlikte) uygun olduğu halde,
daha sonraki bir yaşta (yetişkinlik yada ihtiyarlık) uygun olmamasıdır,
çünkü bireyin yaşamındaki önemli olaylar birey yaşam çizgisinde ilerledikçe
değişiklik gösterebilir. Üstelik, bilim ilerledikçe de araştırılan
değişkeni ortaya çıkarmak için yeni teknikler bulunabilir ve bunlar
eskilerini geçersiz kılabilir. Üçüncü güçlük, uzun zaman aldığı için
deneklerin ölmesi ya da örneklemden çıkmasıdır. Bu güçlüklerin bir çözümü
"sırasal yaklaşım" olabilir, bu yaklaşımda bir denek grubu gelişimsel
dönüm noktalarının (evlenme, anababa olma, menopoza girme,
emekliye ayrılma...) yer aldığı bir zaman döneminde incelenmektedir.
Bu yolla, araştırmacıyı ve denekleri uzun süreli bir araştırmaya
bağlamadan, boylamsal değişimi ve bireysel farklılıkları saptamak
mümkün olabilmektedir.
Yetişkinlik ve yaşlılığa ilişkin verilerin çoğu kesitsel araştırmalara
dayandığı için, bu yaklaşımın içerdiği güçlükleri de incelemek
gerekmektedir. Kesitsel bir araştırmanın kültürel ve tarihsel değişimleri
yaş değişiminden ayıramadığı kolayca görülebilir; "yaş" ile "doğum yılı"
birbirine karışmıştır, birinin sonuçları diğerinden ayırt edilemez,
bu nedenle yaş farklılıkları gerçekte yaşa bağlı güncel etkenlerden
çok, bireyin doğum yılıyla ilişkili olabilir. "Doğum yılı"na bağlı
etkilere "bölük etkileri" (cohort effects) adı verilmektedir (bir "bölük"
aşağı yukarı aynı zamanda doğmuş bireylerin oluşturduğu bir gruptur).
Boylamsal araştırmalar ise, doğum yılını sabit tutarak, kültürel-
tarihsel değişimlerin yaş değişimiyle karışmasını engellemek isterler.
Ancak bu araştırmalar da "yaş" değişkeni ile "ölçüm yılı" değişkenini
birbirine karıştırırlar. Örneğin, 1960-1980 yılları arasında sigara içmedeki
ani düşüş yaşla birlikte azalan ciğer kapasitesi ile çakışabilir.
Genellikle boylamsal yaklaşımın kesitsel yaklaşıma yeğlendiği
söylenebilir. Çünkü ölçüm yıllarına bağlı değişimlerin etkisi doğum
yılına bağlı olanlara göre daha kolaylıkla denetlenebilir. Doğum yılına
bağlı olarak ortaya çıkan çarpıcı tarihsel-kültürel etkenleri tam olarak
kestirmek ve ölçümlerdeki etkisini saptamak çok daha zordur (D.C.
Kimmel, 1974).
Araştırma türlerini ve yöntemlerini bir arada incelemekte yarar
var (bk. Tablo 3). Daha önce de belirtildiği gibi, kesitsel desen, iki ya
da daha fazla yaş grubunun aynı anda araştırılması ve sonuçların
karşılaştırılmasıdır. Bu karşılaştırma aynı yaşam dönemindeki farklı
bölükler (6 yaşındakiler ile 10 yaşındakiler) arasında ya da farklı
yaşam dönemlerindeki bölükler (18 yaşındakiler ile 60 yaşındakiler)
arasında olabilir. Kesitsel desenin sorunu, yaşla birlikte ortaya çıkan
farklılıkların gelişimsel değişim mi, yoksa farklı bölüğün üyesi olmanın
mı sonucu olduğunu belirleyememesidir. Söz gelimi, yetişkinlerde
ZB puanlarını ele alan kesitsel bir araştırma zekada 40
yaşlarında başlayan düşüşün olduğunu düşünmemize yol açabilir.
Oysa 1990 yılında 80 yaşında incelenen kişiler 1910'da doğmuşlardı,
20 yaşında incelenenler ise 1970'de. Bölükler arasındaki bu zaman
içinde toplumsal ve kültürel çevreler pek çok bakımdan değişmiştir,
dolayısıyla bu değişimler zihinsel becerilerin gelişimini ve korunmasını
etkilemiş olabilir. Bu bölük etkisi (cohort effect) sorunu ilgili
bölümlerde yeniden ele alınacaktır.
Boylamsal desen'de aynı bölükten olan insanlar haftalar, aylar,
hatta yıllar boyunca izlenirler. Aynı insanlar kendi kendileriyle
örneğin 8 yaşında ve 20 yaşında karşılaştırılırlar. Bu durumda bireydeki
değişimler açığa çıkar; bölük farklılıkları da araştırmanın sonuçlarını
etkilemez. Ancak bu araştırma türünün de kendine özgü sorunları
vardır. Boylamsal araştırmalar gelişimi toplumun havasıyla karıştırabilirler.
Söz gelimi, boylamsal bir araştırmada deneklerin uyuşturucu
ve alkol kullanımına, 1990'da incelendiklerinde yirmi yıl önce
incelendiklerinden daha az yöneldikleri bulunabilir. Bu değişimin
yaşlanmanın mı yoksa toplumun yirmi yıl içinde uyuşturucuyu normal
görmekten tehlikeli bulmaya doğru değişmesinin mi sonucu olduğu
belirsizdir. Tarihsel değişimin davranışı etkilediği bilinmektedir.
Yukarıda açıklandığı gibi, araştırmacılar bu iki araştırma türünün
sorunlarından kurtulabilmek için ikisini birleştiren üçüncü bir tür
önermişlerdir: Sırasal desen. Warner Schaie'nin ZB puanlarının yaşla
birlikte köklü bir biçimde azalmadığını gösteren araştırması sırasal desenin
en tanınmış örneklerinden biridir. Bu araştırmada önce iki ya da
daha fazla bölüğe kesitsel bir araştırmada test verilmiştir; yıllar sonra
aynı bölüklere boylamsal veri elde etmek üzere yeniden test verilmiştir;
aynı anda, yeni bir kesitsel araştırma ilk bölüklerden alınan
yeni gruplar ve yeni bir bölükten alınan bir grup üzerinde önceki
araştırmayı yinelemiştir (Hoffman ve ark., 1994).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:08 AM
5. Gelişim Kuramları
Gelişimin araştırılmasında kuramların rolünün ne olduğu konusunda
çeşitli yanıtlar vardır. Kuramlar, her şeyden önce olguların
düzenlenmesi ve yoğunlaştırılması için temel sağlayan betimleyici-
açıklayıcı bir rol oynarlar. Kuramlar ayrıca gelecek olayları kestirme
olanağını da sağlarlar. Ancak bir kuramın "sınanabilir" ve dolayısıyla
"reddedilebilir" ya da "yanlışlanabilir" olması da gerekir.
Bir psikoloji kuramının diğer psikoloji kuramlarıyla ve disiplinleriyle
bütünleşmesi de önemli bir noktadır. Dolayısıyla, kapsamlı
bir gelişim kuramının oluşturulmasmda aşağıdaki ilkelerin önemi
vurgulanmaktadır:
- "Genel bir psikolojik gelişim kuramı, başlangıçta içinde diğer
kuramsal ve amprik yönelimlerin bütünleşebileceği halen varolan bir
kurama dayanır". Örneğin bir gelişim kuramı, felsefe, sosyal psikoloji,
matematik, uygulamalı psikiyatri, psikopatoloji, psikoterapi, eğitim
gibi birçok bilgi alanıyla ilişkilendirilebilir.
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, insan gelişiminin bir alanını
odak noktası olarak kabul edip içindeki ve çevresindeki diğer gelişim
alanlarıyla bütünleşerek güvenilir biçimde ortaya çıkabilir". Örneğin
Piaget'in kuramı bilişsel bir kuramdır, psikolojinin diğer alanlarından
(gelişim psikolojisi, öğrenme psikolojisi, sosyal psikoloji) bilişsel alana
doğru bir yönelme vardır.
- "Bir psikolojik gelişim kuramı geniş sayıdaki disiplinlerden
süzülerek ortaya çıkar". Disiplinlerarası bir yaklaşım, genel bir psikoloji
kuramı için gerekli daha derin araştıımalara olanak verir. Değişik
disiplinler de aynı alan üzerine eğilebilirler, disiplinlerin bir araya
gelmesi kuramların birbiri içinde erimesini sağlar, sonuçta kesitsel ve
birçok alanı kapsayan ve derinliğe ulaşmayı sağlayan teknikler elde
edilebilir.
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, bireyin öznel olarak yaşadığı
tüm psikolojik çevreyi içine alır". Böylece bir gelişim kuramı düşünce,
duygu, benlik, ahlak, yaratıcılık, toplumsallaşma gibi gelişim alanlarını,
bireyin okul, toplum, kültür gibi ortamlardaki durumunu inceleyebilir.
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, bir insanın tüm psikolojisi ile
ilgili olan mevcut kavramların hepsiyle ilgilenir." Örneğin bir kuram,
doğa-kazanım gibi tartışma konularıyla, kritik dönemler, çocuk yetiştirme
teknikleri, anksiyetenin gelişimsel işlevi gibi sorunlarla ilgilenir.
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, sentez ve bütünleştirme özelliğinin
yanısıra, bazı uzlaşmaz öğeleri reddetmek zorunda kalabilir".
Örneğin, davranışçılığın Piaget'in kuramıyla ters düştüğü açıktır. Ancak,
değişik bir yaklaşımla öyle bir reddetme yolu izlemeyebilir ve
davranışçı yaklaşımlar safdışı edilmeyebilir.
- "Bir psikoloji kuramı belirli uygulamalar için özel bağlantı
süreçleri geliştirebilir". Örneğin, bir gelişim kuramının eğitim programları
geliştirmede önemli katkıları olabilir.
- "Bir psikoloji kuramı bir gelişim evreleri taslağı içerebilir".
Evrelerin varlıkları ve özellikleri tartışma konusu olmakla birlikte
betimleyici ve açıklayıcı rolleri kabul edilmektedir.
- "Bir psikoloji kuramı bütün kültür ve alt kültürlerle ilişkilidir."
- "Bir psikolojik gelişim kuramı toplumsal normdan ayrılan bireyin
gelişimine de yer vermelidir". Amaç, daha kapsamlı bir insan
gelişimi için birçok kaynak ve içgörüden ürün alabilmektir. Karl Popper'in
dediği gibi, kuramlar dünyayı bilimsel olarak avlayabilmek için
ağ olarak kullanılırlar, bütün çaba ağı daha ince örebilmek olmalıdır
(S. ve C. Modgil, 1980).
Modern gelişim araştırmalarının çoğu kuramların yol göstericiliğinde
yapılmış ve yapılmaktadır. Özellikle dört büyük psikoloji
kuramı bütün araştırmaları etkilemektedir.
Gelişim psikolojisine yön veren temel kuramlardan biri olgunlaşma
kuramı (maturational theory)'dir. Bu kuramın dayandığı temel
düşünce, çocukta zaman içinde görülen değişimlerin çoğunun bedendeki
özel ve önceden belirlenmiş bir şema ya da plana göre ortaya
çıktığıdır. Bu görüşe göre olgunlaşma bu planın doğal açılımının ortaya
çıkmasıdır. Bütün gelişimlerin doğal süreçlerin ve biyolojik planların
açılımıyla kendi kendine düzenlendiğini savunan bu görüş Arnold
Gessell tarafından geliştirilmiştir. Gessell, öncelikle çocukların
fiziksel ve devinimsel gelişimini incelemiş ve -çok az bir muhalefete
karşı- pek çok kabul görmüştür. Buna karşılık, kişilik ve zihin gelişimine
ilişkin olgunlaşmacı görüş şiddetle eleştirilmektedir.
Sigmund Freud'un geliştirdiği psikanalitik kuram (psychoanalytic
theory), insanın psikolojik bakımdan evrensel ilkelere uygun olarak
geliştiğini kabul eder. Ancak Freud bir bireysel kişiliğin işlevsel
yönlerinin toplumsal bir bağlam içinde biçimlendiğine de inanır. Freud'un
gelişimciIere en önemli katkısı, tüm yaşam boyunca sürecek örüntülerin
oluşmasında erken yaşam deneyimlerinin önemini vurgulamasıdır.
Toplumsal öğrenme kuramı (social learning theory) geleneksel
davranışçılığı aşarak, kişisel ve çevresel etkenlerin hepsinin birbiri
içine girmiş belirleyiciler olarak etkide bulunduğunu savunur. Davranışın
çevreden etkilendiği doğrudur, fakat çevre de kısmen bizim tarafımızdan
yaratılır. Bu yaklaşım son derece etkili olmuştur, çünkü
toplumsal gelişim süreçlerinin etkisiyle doğrudan ilişkilidir.
Psikolojik gelişimi kavramanın bir başka yolu da düşünme ve
bilme süreçlerinin gelişimini araştırmaktır. Bilişsel gelişim kuramı
(cognitive-developmental theory)'nın en önemli adı Jean Piaget'tir.
Piaget'in çalışmaları toplumsal ve ahlaksal gelişimin de bilişsel
temelleriyle anlaşılabileceğini göstermiştir. Bilişsel gelişim kuramı,
temeldeki yapı ile yaşantı arasındaki dinamik etkileşimi vurgular; bilişsel
yeteneklerin gelişimine ve zihnin simgesel tasarımları anlama ve kullanma
becerisine önem verir.
Gelişim, ilerleyici (progressive), sırasal (sequential) ve kuşaklar
boyunca aynı örüntüyü izleyen bir oluşumdur; aynı zamanda döngüsel
(circular)dir, çünkü her kuşak olgunlaştıkça gelecek kuşağı büyütür.
Yaşam döngüsünün doğası konusunda yazarlar, filozoflar, toplumbilimciler
çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Yaşam döngüsünün ilerleyen
ve sırasal değişimleri konusunda, bu değişimlerin neden bir sıra
ile meydana geldiği, ne kadarının biyolojik ne kadarının toplumsal ya
da psikolojik etkenlerle belirlendiği, bu değişimlerin bütün kültürlerde
ve bütün bireylerde aynen ortaya çıkıp çıkmadığı... sorunlarını açıklayan
tek bir kuram henüz ortaya atılabilmiş değildir.
Bununla birlikte, özellikle evrelere dayalı gelişim kuramlarının
tüm yaşam döngüsünü kapsayacak biçimde kuruldukları söylenebilir.
Sigmund Freud, Erik Erikson ve Jean Piaget insan gelişimini evrelere
ayırarak inceleyen en önemli evre kuramcılarıdır. Daha önce belirtildiği
gibi, evre kuramcıları gelişimi, görece sırasal, ani ve sabit bir değişimler
dizisi olarak görürler. Evre kavramı, insan gelişimi çizgisinin
aşamalı düzeylere bölündüğü görüşüne dayanır. Freud, her insanın
oral, anal, fallik, lalent ve genital olmak üzere bir dizi psikoseksüel
evreden geçerek geliştiğini, ancak bu gelişmede özellikle yaşamın ilk
yıllarının önemli olduğunu kabul eder. Her evre, bireyin bir sonraki
Tablo 4
Yaşam Süresinde Gelişim Evreleri
EVRE: DOĞUM ÖNCESİ EVRE
Yaş dönemi: Gebelikten doğuma
Temel özellikler: fiziksel gelişim
Bilişsel evre PİAGET: -
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: -
Ahlak evresi KOHLBERG: -
EVRE: BEBEKLİK
Yaş dönemi: Doğumdan yaklaşık 18'inci aya
Temel özellikler: Gelişmiş hareket; basit dil;
toplumsal bağlanma
Bilişsel evre PİAGET: Duyusal devinimsel
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Oral; anal
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Güven/Güvensizlik
Ahlak evresi KOHLBERG: Ahlak-öncesi (Evre 0)
EVRE: ERKEN ÇOCUKLUK
Yaş dönemi: Yaklaşık 18'inci aydan yaklaşık 6'ıncı yıla
Temel özellikler: İyi gelişmiş dil; cinsel tip;
grup oyunu; okula hazırlığın bitişi
Bilişsel evre PİAGET: İşlem-öncesi
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Fallik; Oedipal
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Özerklik/Kuşku;
Girişim/Suçluluk
Ahlak evresi KOHLBERG: İtaat ve ceza (Evre 1);
Karşılıklılık (Evre 2)
EVRE: GEÇ ÇOCUKLUK
Yaş dönemi: Yaklaşık 6'ıncı yıldan yaklaşık 13'üncü yıla
Temel Özellikler: Birçok bilişsel süreç yetişkin
düzeyinde (işlem hızı hariç); oyun grubu
Bilişsel evre PİAGET: Somut işlem
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Örtülü dönem
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Çalışkanlık/Aşağılık duygusu
Ahlak evresi KOHLBERG: İyi çocuk (Evre 3)
EVRE: ERGENLİK
Yaş dönemi: Yaklaşık 13'üncü yıldan yaklaşık 20'inci yıla
Temel özellikler: Erinlikle başlar, olgunlukla biter;
yüksek bilişsel düzeylere ulaşma; anababadan bağımsızlık;
cinsel ilişki evreye geçmeden önce çözmek zorunda olduğu
bir çatışma içerir.
Bilişsel evre PİAGET: Soyut işlem
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Genital evre
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Kimlik/Rol karışıklığı
Ahlak evresi KOHLBERG: Yasa ve düzen (Evre 4)
EVRE: GENÇ YETİŞKİNLİK
Yaş dönemi: Yaklaşık 20'inci yıldan yaklaşık 45'inci yıla
Temel özellikler: Meslek ve aile gelişimi
Bilişsel evre PİAGET: -
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Yakınlık/Yalıtılmışlık
Ahlak evresi KOHLBERG: Toplumsal anlaşma (Evre 5)
EVRE: ORTA YAŞ
Yaş dönemi: Yaklaşık 45'inci yıldan yaklaşık 65'inci yıla
Temel özellikler: Meslekte en yüksek düzey; kendini
değerlendirme; "boş yuva" bunalımı; emeklilik
Bilişsel evre PİAGET: -
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -
Ruhsal-Toplumsal evre ERİKSON: Üretkenlik/Kendine dönüklük
Ahlak evresi KOHLBERG: İlkeli evre (Evre 6 ve 7,
ikiside ender)
EVRE: İLERİ YAŞ
Yaş dönemi: Yaklaşık 65'inci yıldan ölüme
Temel Özellikler: Aileden, başarılardan tad alma;
bağımlılık; dulluk; kötü sağlık
Bilişsel evre PİAGET: -
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Bütünlük/Umutsuzluk
Ahlak evresi KOHLBERG: -
EVRE: ÖLÜM
Yaş dönemi: -
Temel özellikler: Özel anlamda bir "evre"
Bilişsel evre PİAGET: -
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: -
Ahlak evresi KOHLBERG: -
Kaynak: Ph. G. Zimbardo, Psychology and Life, 1979.
Psikanalitik geleneğe bağlı bir kuramcı olan Erikson sekiz psikososyal
evre ayırt eder; birey bunların her birinde başarıyla çözmek zorunda olduğu
temel bir çatışma yaşar. Erikson'un kuramı, kişinin yaşam süresi
(life span) boyunca yer alan sürekli bir kişilik gelişimi sürecinden söz
ederek Freud'un kuramını aşar. Piaget, büyümekte olan çocuğun içinde
yaşadığı dünyaya nasıl uyum sağladığı sorununu temel olarak alır ve
dört bilişsel gelişim evresi saptar. Kohlberg, Piaget'i izleyerek, ahlak
alanında altı evreli bir gelişim kuramı oluşturmuştur.
Tablo 4'te, yaşam süresinde ortaya çıkan gelişim evreleri belli
başlı kuramlar açısından, bu evrelerin yaklaşık yaşları ve temel olayları
belirtilerek gösterilmektedir; Tablo 5 kuramları karşılaştırmaktadır.
Tablo 5
Gelişim Kuramları
BİYOLOJİK KURAMLAR:
Gelişimin Doğası: Doğa
Rehber Süreç: Olgunlaşma
Birey: Etkin
Gelişimin Biçimi: Evre
Odak: Yapıda ve davranışta gözlenebilir değişimler
PSİKODİNAMİK KURAMLAR:
Gelişimin Doğası: Doğa ve kazanım
Rehber Süreç: Olgunlaşma
Birey: Etkin
Gelişimin Biçimi: Evre
Odak: Kişilik yapısında içsel değişimler
KOŞULLANMA KURAMLARI:
Gelişimin Doğası: Kazanım
Rehber Süreç: Öğrenme
Birey: Edilgin
Gelişimin Biçimi: Sürekli
Odak: Davranışta gözlenebilir değişimler
BİLİŞSEL TOPLUMSAL ÖĞRENME KURAMLARI:
Gelişimin Doğası: Kazanım
Rehber Süreç: Öğrenme
Birey: Ilımlı etkin
Gelişimin Biçimi: Sürekli
Odak: Davranışta gözlenebilir değişimler
BİLİŞSEL GELİŞİM KURAMLARI:
Gelişimin Doğası: Doğa ve kazanım
Rehber Süreç: Olgunlaşma
Birey: Etkin
Gelişimin Biçimi: Evre
Odak: Zihinsey yapıda içsel değişimler
BİLGİ-İŞLEM KURAMLARI:
Gelişimin Doğası: Kazanım
Rehber Süreç: Öğrenme
Birey: Etkin
Gelişimin Biçimi: Sürekli
Odak: Davranışta gözlenebilir değişimler
KÜLTÜREL-BAĞLAMSAL KURAMLAR:
Gelişimin Doğası: Doğa ve kazanım
Rehber Süreç: Olgunlaşma ve öğrenme
Birey: Etkileşimci
Gelişimin Biçimi: Sarmal
Odak: birey ile toplum arasındaki ilişki
Kaynak: Hoffman ve ark., 1994
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:08 AM
Gelişim alanında "olgunlaşma kuramı" (A. Gesell) ve "etolojik
kuram" (K. Lorenz ve N. Tinbergen) genellikle biyolojik kuramlar
olarak adlandırılır. Freud'un "psikoseksüel kuramı" ve Erikson'un
"psikososyal kuramı" psikodinamik kuramlar çerçevesinde yer alır.
Bilişsel kuramlar grubunda Piaget'in "bilişsel gelişim kuramı", Kohlberg'in
"ahlak gelişimi kuramı" ayrıca "toplumsal biliş kuramları",
"bilgi-işlem kuramları" bulunur. Öğrenme kuramları içinde "koşullanma
kuramları" (Pavlov, Watson, Skinner) geleneksel kuramlardır,
bunları "toplumsal öğrenme kuramları" (Dollard, Miller) izler; bu
grupta en yeni akım "bilişsel toplumsal öğrenme kuramı" (Bandura)
olarak ortaya çıkar. Gelişim alanında son olarak kültürel-bağlamsal
kuramlar'ı buluyoruz; Vygotsky'nin "toplumsal-tarihsel kuramı" ve
Bronfenbrenner'in "ekolojik kuramı" bu grupta yer almaktadır (bk.
Tablo 5). Bütün bu kuramlar insan gelişiminin düzenli olduğu, dolayısıyla
davranışın önceden kestirilebileceği sayıltısına dayanırlar.
Bir ayrıksılık dışında bütün kuramlar bireyi etkin bir varlık olarak
görürler. Bir kuramın insanın doğasını, gelişimin özünü nasıl gördüğü
sorusu kuramların değerlendirilmesinde en önemli noktadır (bu temel
görüşler aşağıda kuramlar karşılaştırılırken açıklanmaktadır).
Kuramların Karşılaştırılması
Önceki sayfalarda kısaca özetlediğimiz gelişim kuramlarını burada
daha ayrıntılı biçimde ele alacak ve aralarındaki ilişkileri de
araştıracağız. Böylece, gelişimin duygusal, bilişsel, toplumsal boyutları
arasındaki ihmal edilemez bağları da görmüş olacağız. Bu arada kuramlara
yöneltilen temel eleştiriler de ortaya konmuş olacaktır. Ancak
bu ayrıntılara girmeden önce kuramların gerisinde yer alan dünya görüşlerini
incelemekte yarar görüyoruz. Perlmutter ve Hall'ın (1992)
belirttiği gibi, gelişimciler, gelişme süreçlerini açıklamaya yönelik
kuramlarını kurarken insanın doğasına ve davranış süreçlerine ilişkin
değişik modellere dayanırlar. Her model farklı bir dünya görüşünü
temel alır ve gelişimi temsil edecek farklı bir analoji kullanır. Böylece,
gelişimciler tarafından temel alınan dünya görüşü onların gelişimin
değişik yönlerini tanımlama, araştırma ve yorumlama yollarını etkiler.
Perlmutter ve Hall bellibaşlı üç model olduğunu söylemektedir:
Mekanistik, organizmik, diyalektik (başka yazarların başka sınıflamalar
yaptığı gözden kaçırılmamalı). Onlara göre bu modellerin hiçbiri
ne doğru ne de yanlıştır; ama herbiri gelişimi anlamada rehber olarak
kullanılabilir (bk. Tablo 6. Okuyucunun Tablo 5 ile Tablo 6'yı birlikte
incelemesi yararlı olacaktır).
Tablo 6
Gelişime İlişkin Dünya Görüşleri
BENZETME:
Mekanistik: Makina
Organizmik: Organizma
Diyalektik: Orkestra müziği
BİREY:
Mekanistik: Genel olarak edilgin
Organizmik: Etkin
Diyalektik: Etkileşimsel
ODAK:
Mekanistik: Davranışta gözlenebilir değişimler
Organizmik: Yapıda içsel değişimler
Diyalektik: Birey ile toplum arasında ilişki
DEĞİŞİM TÜRÜ:
Mekanistik: Niceliksel
Organizmik: Niteliksel
Diyalektik: Niceliksel ve niteliksel
Kaynak: Perlmutter ve Hall, 1992.
Mekanistik modeller makina benzetmesini kullanır ve gelişimin
de makinanın işleyişini yöneten yasalar gibi düzenli yasalara bağlı
olduğunu kabul eder. Gelişimi dış güçler etkiler; davranış geçmişteki
deneyimlerle ve şimdiki durumlarla biçimlenir. İnsanların duyguları,
düşünceleri ve eylemleri değişir, ama yapıları değişmez (otuz yaşındaki
biriyle yedi yaşındakinin bilişsel yapıları farklı değildir). Bu modelde
davranış uyarılmanın sonucudur, dolayısıyla insanların eylemleri
çevreye tepkiler doğrultusunda açıklanır. Öğrenme kuramcıları davranışı
açıklarken ve bazı biliş kuramcıları zihnin işleyişini açıklarken
bu modeli kullanırlar. Bu yaklaşımda insan edilgin bir varlıktır (ancak,
bu modelden kaynaklanan "toplumsal biliş kuramı"nda birey
akılcı bağlamda etkin sayılmaktadır). Organizmik modeller insanı etkin
ve değişen organizmalar olarak görürler. İnsanlar çevreyle etkileştikleri
için köklü bir biçimde değişirler. Düşüncedeki gelişme deneyimin
basit bir sonucu değildir, yapıdaki biyolojik temelli özel bir
değişimi yansıtır (otuz yaşındaki birinin bilişsel süreçleri yedi yaşındaki
birininkinden niteliksel olarak farklıdır). Organizmik yaklaşım
gelişimin hedefiyle ve davranışın örgütlenme biçimiyle ilgilenir; davranışın
dışsal nedenini değil, bireyin içindeki değişim kurallarını tanıma
ve tüm sistemi betimleme amacını güder. Bu yaklaşımda birey etkindir,
etkinliğinin kaynağı da kendisidir. Diyalektik yaklaşım insanın
sürekli değişen bir çevreyle etkileşim içinde olduğunu kabul eder.
Gelişim, aralarında hiçbir zaman yetkin bir uyum bulunmayan biyolojik,
fiziksel, psikolojik ve toplumsal boyutlara sahiptir. Diyalektik
yaklaşım birey ile toplum arasındaki ilişkiye odaklanır; bireyin gelişimi
büyük ölçüde tarihsel andaki olaylardan etkilenir (bu nedenle, yüzyılımızda
doğmuş birinin gelişimi geçen yüzyılda doğmuş birininkinden
farklı olacaktır). Diyalektik yaklaşımın mekanistik ve organizmik
yaklaşımların kavramlarını bütünleştirebileceğini ileri süren gelişimciler
vardır (Perlmutter ve Hall, 1992).
Şimdi, daha önce sözünü ettiğimiz gelişim kuramlarını birbiriyle
karşılaştırarak inceleyebiliriz.
Olgunlaşma kuramı insanoğlunun sırasal bir büyüme (sequential
growth) gösterdiği ilkesini embriyoloji çalışmalarından almıştır. Embriyonun
epigenetik olarak bazı evrelerden geçerek büyüdüğü ve bu sıranın
her zaman sabit olduğu bu çalışmalarda ortaya konmuştur. İşte
bu embriyolojik modeli çocuk gelişimine uygulayan kişi Arnold Gesell
(1880-1961) olmuştur. Gesell'e göre, olgunlaşma mekanizması
doğumdan önce olduğu gibi sonra da gelişimi yönlendirmeyi sürdürür.
Gelişim hızları açısından çocuklar arasında farklılık olmakla birlikte
hepsi aynı sırayı izler. Çocuklar, sinir sistemleri yeterli derecede
olgunlaştığında, oturur, yürür ve konuşurlar. Bu gelişmede öğrenmenin
çok az katkısı vardır. Ancak Gesell normal gelişim için belirli çevresel
koşulların da gerekli olduğunu kabul eder. Olgunlaşma süreci herhangi
bir biçimde zarar gördüğünde normal gelişim de engellenecektir.
Örneğin embriyo oksijen yokluğuna uğrarsa organların gelişiminde
ciddi sorunlar görülür. Doğum sonrası gelişimde de çevrenin belirli
koşulları taşıması gerekmektedir. Örneğin, çevrelerinde yeterli derecede
uyaran olmayan, yeterli bakım görmeyen kurum çocukları iyi gelişemezler.
Gesell en önemli çalışmalarını devinim gelişimi alanında
yapmış, ancak olgunlaşma mekanizmasının bütün gelişimi belirlediğini
kabul etmiştir. Gesell'e göre çocuk yetiştirmek de olgunlaşma
ilkesinin tanınmasıyla başlamalıdır. İnsanoğlu dünyaya biyolojik evrimin
ürünü olan bir programla gelir; anababa belirli kurallara zorlamadan,
çocuğu kendisinden alacağı doğal ipuçlarına göre eğitmeyi bilmelidir.
Gesell'i eleştiren kuramcılara göre, çocuğun gelişiminde dış çevre
iç plandan daha etkilidir. Gesell ayrıca, gelişimdeki yaş normlarını
çok kesin biçimde verdiği, olabilecek değişiklikleri dikkate almadığı
için de eleştirilmektedir. Buna karşılık Gesell'in, özellikle bebeğin
devinim gelişimine ilişkin normları hala çok değerlidir; çocuğun kendini
ayarlaması, anababanın da buna duyarlı olması ilkesi de geçerliğini
korumaktadır.
Psikanalizin gelişim psikolojisine belli başlı katkısı evre kavramıdır.
Freud (1856-1939) insan gelişiminin çeşitli evrelerini tutarlı bir
sistem halinde betimleyen ilk bilim adamıdır. Son olarak psikanaliz,
insanın eylemlerinin ve düşüncelerinin ilk bakışta görüldüğünden daha
karmaşık olduğunu öğretmiştir bize.
Psikanaliz kuramı gelişim alanını etkilemiş olmakla birlikte, çağdaş
gelişimciler genellikle birçok psikanalitik görüşü yetersiz ya da
yanlış bulmaktadırlar. Örneğin, ilk üç psikoseksüel evrenin yetişkinlikteki
kişilik gelişimini belirlediği görüşü normal çocukların araştırılmasında
pek az destek bulmuştur. Ayrıca, yetişkinlikteki kişilik özelliklerinin
ve davranışların çoğunun sosyo-kültürel çevreden ve gündelik
yaşamdan etkilendiği konusunda görüş birliği vardır. Psikanalizin
tarihsel önemi bütün bu tartışmaları başlatan ilk kuram olmasıdır.
Toplumsal öğrenme kuramının en önemli adı olan Bandura insan
yaşamında "gözlem yoluyla öğrenme"nin önemini savunur. Gözlemsel
öğrenme dört süreç içinde gelişir: Dikkat etme, akılda tutma, davranışı
tekrarlama, pekiştirme ve güdüleme. Aslında bu dört süreç birbirinden
ayrı değildir, birlikte işler. Bandura bu dört sürece dayanan "model
alarak öğrenme" olgusunu, daha geniş bir çerçeve içinde asıl
"toplumsallaşma" süreci açısından değerlendirir. Toplumsallaşma süreci
içinde bir toplumun üyelerine toplumsal kabul gören davranışlar, cinsiyet
rolleri öğretilir. Kişi toplumsallaştıkça dış ödül ve ceza sistemlerine
bağımlı kalmadan kendi iç denetim örüntülerini geliştirir. Kişi kendini
değerlendirme standartlarını oluştururken gözlemlediği modellerin
standartlarını örnek alır. Toplumsal öğrenme kuramcıları paylaşma,
yardımlaşma, işbirliği gibi olumlu toplumsal davranışların da bu modellerden
etkilendiğini kabul ederler. Sonuç olarak bu yaklaşımda,
model davranışlar aracılığıyla insana her tür davranışın öğretilebileceği
ilkesi benimsenmektedir.
Toplumsal öğrenme kuramcısı Banduranın görüşleri ile bilişsel
gelişim kuramcısı Piaget'in görüşleri arasında birleşen ve ayrılan noktalar
vardır. Her iki kuramcı da çocuğu öğrenme süreci içinde oldukça
etkin ve bilişsel bir varlık olarak kabul eder. Ancak Bandura dış çevrenin
etkilerini savunurken, Piaget iç güçlerin önemini vurgular. Piaget'e
göre gelişim, dışardan öğretilenden bağımsız olarak, çocuğun içsel
ilgi ve merakı sonucu kendi kendine ilerleyen bir süreçtir. Bu süreç
bazı içsel değişikliklerle evrelerin ortaya çıkmasını sağlar. Daha çok
çevreci olan Bandura ise Piaget'in görüşlerini iki açıdan eleştirir. Bandura
ya göre çocuklar çevreye içsel bir merak duydukları için değil,
pekiştiricilerle özendirildikleri için öğrenir, daha sonra bu dış
değerlendirmeleri içselleştirirler. Yine Bandura'ya göre çocukların ne
öğrendiklerini evreler değil izlenen modeller belirler; hatta toplumsal
öğrenme yöntemleriyle Piaget'in evrelerini değiştirmek bile olanaklıdır.
Bilişsel gelişimciler dış çevrenin çocuk üzerindeki etkisinin önemini
kabul etmekle birlikte çocuktan kaynaklanan gelişime de yer vermek
istemektedirler. Dolayısıyla gelişimciler, Bandura'nın kendiliğinden
öğrenme olgusunu ihmal edişini eleştirmektedirler. Gelişimcilere
göre Bandura çok fazla çevrecidir ve bu tutum dikkatimizin çocuktan
uzaklaşmasına yol açmaktadır (W. Crain, 1980).
Piaget'e göre zeka gelişimi "sürekli ve ilerleyici bir dengelenme
sürecidir" ve "gelişimin evreleri ya da düzeyleri birbirini izleyen
dengelenme basamaklarından oluşur." Gelişim sırasında birbiri ardına ortaya
çıkan farklı bütünsel yapılar doğuştan değildir, derece derece kurulurlar,
bir oluşumun sonucudurlar. Zeka esas olarak etkin bir doğaya
sahiptir. Ruhsal yaşamın hareket noktası bilinç değil, etkinliktir ve
ruhsal gelişim eylemin derece derece zihinselleşmesinden ibarettir.
Piaget'e göre, "eylem düşünceden önce gelir." Eylem işlemde içselleşir.
Pratik zeka kavramsal zeka haline gelir.
Bilişsel gelişim kuramının belirlediği evreler ile psikanalizin
belirlediği evreler arasında karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır. Piaget
(1896-1980) daha başlangıçtan itibaren ve araştırmaları boyunca kendi
bulgularını psikanalizin bulgularıyla karşılaştırmaya çalışmıştır. Sonunda
Piaget, 1933'deki psikanaliz kongresinde kendi zeka psikolojisi
ile psikanaliz arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur. Piaget, duygusal
gelişimle bilişsel gelişim arasında koşutluk olduğuna, ikisinin de evre
sistemi aracılığıyla belirlenebileceğine inanmaktadır. Piaget zihinsel
ve duygusal evreleri sistemleştirmekte ve her zihinsel evreye karşılık
olan duygusal görünümleri belirtmektedir. Piaget'e göre iki alan arasındaki
koşutluk açık ve kesindir: Duygusal alan, yapısı zihinsel olan
davranışın enerji kaynağını oluşturur. Bu düzenleme Piaget'in evre sistemini
genelleştirmekte ve evre anlayışı kişiliğinin evreleri anlayışı
haline gelmektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:09 AM
Piaget'e göre Freud'un temel keşiflerinden biri, çocuğun duygusal
alanın iyi belirlenmiş evrelerinden geçerek gelişmesi, evreler arasında
yetkin bir sürekliliğin olması olgusudur. Piaget'in Freud'a yönelttiği
temel eleştiri ise, keşfettiği duygusal olguları yorumlamasının yetersiz
kalması yönündedir. Piaget'e göre bu yetersizliğin nedeni Freud'un hala
geleneksel çağrışımcı psikoloji çerçevesinde düşünmesidir. Piaget
Freud'un keşfettiği temel duygusal olguların kendi evre anlayışıyla ve
sistemiyle kolayca bütünleştirilebileceği inancındadır.
Piaget'e göre, gelişimde bilişsel ögeler ile duygusal ögeler birbirinden
ayırt edilemez. Duygusal alan, zekanın yapılarının değil işleyişinin
tabi olduğu bir enerji kaynağı rolünü oynar. Gerçekte enerjisiz
bir yapı ve yapısız bir enerji olamayacağı için, her yeni yapıya bir
enerji düzenleme biçimi, her duygusal davranış düzeyine de belirli bir
bilişsel yapı tipi denk düşmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Piaget'in
sistemindeki farklı evreler onlara denk düşen duygusal görünümlerle
tamamlanabilir. Piaget'e göre gerçeklikte duygusal ve bilişsel davranıştan
ayrı ayrı söz etmek olanaksızdır; her davranış "aynı zamanda
hem o, hem öbürü"dür. Bunu kavramak için yapının ve enerjinin dilini
öğrenmek gerekir. Piaget'in yaklaşımında duygusal gelişim zihinsel
gelişime bağlıdır. Fakat zeka ile duygu arasında bir doğa farkı vardır:
"Davranışın enerjisi duygusal alanı ortaya çıkarır; davranışın yapıları
ise bilişsel işlevleri ortaya çıkarır." Duygusal alan zekanın işleyişine
müdahale eder, ama yapılar yaratamaz. Piaget'e göre, "Duygusal işlev,
ona araçlarını sağlayan ve onun hedeflerini aydınlatan zeka olmadan
hiçbir şey değildir."
Bilişsel gelişim ile toplumsal gelişim arasında da ilişki kurulabilir;
bu ilişkiyi belirten en genel kavram "toplumsal biliş" (social cognition)
kavramıdır. Toplumsal bilişin gelişimi, insani, toplumsal dünyaya
ilişkin bilişlerin gelişimidir. Bu gelişim, ben'in ben-olmayan'dan,
kişinin kişi-olmayan'dan ve bir kişinin başka bir kişiden gitgide ayrılması,
farklılaşması süreci olarak tanımlanabilir.
Piaget'e göre çocuğu çevre ile ilişkiye sokan etkinlik özümleme
ve uyma süreçlerini içerir, zeka da bu özne-nesne ilişkisiyle tanımlanır.
Özne ile nesne arasındaki ilk ilişki ikili olmayan (adüalistik) bir
farklılaşmamışlık ilişkisidir; bu ilişkide ben ile ben-olmayan arasında
hiçbir ayırım yoktur. Sonra iki yönlü bir hareketle, yani deneyimin
değerlendirilmesini sağlayan dışsallaştırma hareketiyle ve zihinsel işleyişin
bilincini kazandıran içselleştirme hareketiyle, kendi özerklikleri
ve etkileşimleri içinde öznenin kurulması ve dünyanın kurulması gerçekleşir.
Piaget'e göre, "zeka ne benin bilinciyle başlar, ne de nesnelerin
bilinciyle; zeka bunların etkileşiminin bilinciyle başlar ve bu etkileşimin
iki kutbunun aynı anda birbirine yönelmesiyle, zeka kendi
kendini örgütlerken dünyayı da örgütler." Başlangıçta her şey özne ve
onun eylemi üzerinde odaklaşmıştır; sonra derece derece merkezden
ayrılma (decentration) gerçekleşir, böylece özne diğer nesneler arasında
bir nesne olur. Piaget'e göre bu gelişimi belirleyen ilke şudur:
Bütünsel bir benmerkezlilikten nesnelliğe geçiş (Tran-Thong, 1978).
Flavell'e göre, toplumsal biliş, insani nesnelerin ve onların yaptıklarının
bilişi anlamına gelmektedir. Bu bilişin içinde ben'e, diğer insanlara,
toplumsal ilişkilere, örgütlere ve kurumlara, genel olarak insani,
toplumsal dünyamıza ilişkin algı, düşünme ve bilgi vardır. Toplumsal
biliş insanları ve insanın yaptıklarını konu edinir. Örneğin makinalar,
matematik, ahlaksal yargılar insani bilişin konuları ve ürünleridir;
ama yalnızca sonuncusu insani toplumsal bilişin konusu sayılabilir.
Toplumsal biliş kesinlikle toplumsal dünyayı ele alır, fiziksel ve
mantıksal-matematiksel olanı değil. Böylece toplumsal biliş alanındaki
özel gelişim eğilimleri şu alanlarda ortaya çıkmaktadır: Algılar,
duygular, düşünceler, niyetler, ben, kişilik, ahlak.
Bilindiği gibi, Piaget'in kuramı öncelikle çocukların bilişsel
gelişimiyle ve onların fiziksel dünyanın işleyişini anlayışlarıyla ilgilidir.
Kuramın temel sayıltısı, insanları ve toplumsal ilişkileri anlamada
etkili olan bilişsel etkenlerin fiziksel dünyayı anlamada rolü olan
etkenlerle aynı olduğudur. Piaget toplumsal dünyanın çocuğu fiziksel
dünyayla aynı biçimde etkilediğini kabul etmektedir. Bu temel kabulleri
nedeniyle Piaget'in modeli -toplumsal deneyimi gelişimin kaynağı
olarak kabul etse bile- toplumsal alanla çok az ilgilenmektedir. Günümüzün
bilişsel kuramcıları ise Piaget'in toplumsal deneyimle ilgili
görüşünü pek paylaşmamaktadırlar. Onlara göre toplumsal deneyimin
çocuk üzerindeki etkisi Piaget'in sandığından hem daha farklı, hem de
daha önemlidir. Toplumsal biliş kavramının ortaya çıkması da işte bunun
sonucu olmuştur (Vasta ve ark., 1992).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:10 AM
İİ. YETİŞKİNLİK PSİKOLOJİSİ
Bilimsel yayınlarda "yetişkinlik" terimi genellikle "bebeklik",
"çocukluk", "ergenlik" terimleri kadar açık ve somut değildir. Örneğin
Freud, yetişkin yaşamı daha önce oluşmuş kişilik yapısının yüzeyinde
sadece bir dalgalanma olarak görür. Piaget ergenlikten sonra önemli
bilişsel değişimlerin oluşmadığını varsayar; Kohlberg ahlak gelişiminin
erken yetişkinlik yıllarında tamamlandığını kabul eder.
Bilim dünyası, Erikson, Bühler, Jung gibi psikologları izleyerek,
yetişkinliğin tek başına duran, ergenlikle yaşlılık arasında ayrımlaşmamış
bir biçimde yer alan bir evre olmadığını kabul etmeye başlamıştır.
Yetişkinliğin bir "varlık durumu" olduğu anlayışı, yerini yetişkinliğin
bir "oluşum süreci" olduğu görüşüne bırakmaktadır.
:::::::::::::::::
1. Yetişkinliğin Tanımlanması
Yetişkin (adult) sözcüğü Latince büyümek (adolescere) fiilinin
geçmiş zaman ortacından türemiştir, dolayısıyla "yetişkin" bir kişi
"büyümüş" bir kişi sayılır. Buradaki tanım sorunu, yetişkinin sadece
fiziksel özellikler bakımından değil, psikolojik özellikler bakımından
da dikkate alınması gereğinden doğmaktadır. Yetişkin kişinin fiziksel
ve psikolojik bakımdan olgunlaşmış olduğu varsayılır. Oysa fiziksel
olgunlaşmayı ölçmek güçtür, psikolojik olgunlaşmayı tanımlamak bile
güçtür, çünkü birtakım psikolojik süreçler yaşlılık yıllarına dek gelişmeyi
sürdürmektedir. Fiziksel ve psikolojik olgunlaşmayı ölçme güçlüğü
nedeniyle birçok gelişimci sorunu atlamış ve sadece yaş düzeyine
dayalı bir tanımı benimsemiştir. Oysa yaş ve yaş sınırları konusunda
da bir anlaşmanın olduğu söylenemez.
Birçok toplumda yetişkinliğin başlangıcı, öğrenim yaşamını bitirmiş,
tam-zamanlı bir işe girmiş ve evlenmiş olmakla tanımlanmaktadır.
Bununla birlikte, bir yetişkin olmak toplumun farklı kesimleri için
çok farklı bir konudur. Üstelik yetişkinliğin kendisi de toplumdaki
farklı yaş grupları için farklı anlamlara gelir. Yetişkinlik bir tek değil
birçok yaşantı içerdiği için herkesin yetişkinlik anlayışı önemli ölçüde
farklılaşır. Halkın yetişkinlik konusundaki duyguları, tutumları ve
inançları toplum içinde yetişkin olan bireylerin oranından da etkilenir.
Günümüzde gençliğe yönelik vurgulamanın çeşitli koşullar düzeldikçe
gelecekte yetişkinliğe yöneleceği beklenebilir.
Öte yandan, yetişkinliğin yaşlılıkla, biyolojik ve toplumsal değişimle
bir tutulması da ortak bir yönelimdir. "Biyolojik yaşlanma", insan
organizmasının yapı ve işleyişinin zaman içindeki değişimlerine
dayanır. "Toplumsal yaşlanma" ise, bir bireyin zaman içinde rolleri
üstlenmesindeki ve terketmesindeki değişimlere dayanır. Bir birey,
doğumdan ölüme, hem toplum tarafından düzenlenmiş evrelerden,
hem de biyolojik evrelerden geçer. Dolayısıyla, bireyin yaşam döngüsü
geçiş noktalarıyla işaretlenmiştir. Toplumun gözünde yaş, yaşam
süresindeki belirli noktalarla bağlantılı bir davranış beklentileri dizisidir.
Toplum, değişik yaşlarda olunacak ve yapılacak uygun şeyleri tanımlar,
buna "yaş normları" adı verilir. Örneğin bir erkek ya da kadın
için "en uygun" evlenme, okulu bitirme, çocuk sahibi olma, emekliye
ayrılma yaşını toplum belirler. Bireyler kişisel isteklerini (kendi
içselleşmiş yaş normlarını) toplumun yaş normlarına uydurmaya yönelirler.
Yaş normları bir role ilişkin "resmi" kurallarla düzenlendikleri
zaman çok açıktırlar. Örneğin, seçimlerde oy verme yaşı, emekliye
ayrılma yaşı böyledir. Yaş normları değişik yaşlara uygun roller konusundaki
beklentiler açısından ise "gayriresmi" olurlar; kişilerin bazı etkinlikler
için "çok genç", "çok yaşlı", "tam yaşında" olduğunu söylemek g
gibi. "Yaşına göre davran!" uyarısı yaşam beklentilerinin çoğunu etkiler.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:10 AM
2. Yetişkinliğin Evreleri
Evre kuramcıları çocuk gelişimi gibi yetişkin gelişiminin de birbirini
izleyen evrelerden oluştuğunu kabul ederler. 1970'lerde Daniel
J. Levinson ve Yale araştırmacıları yetişkinlikteki gelişim evrelerini
saptamaya çalıştılar ve erkek yetişkinin gelişiminde altı evre saptadılar.
Levinson ve arkadaşları yetişkinliğin tcmel görevinin yaşamboyu
süren bir yapı yaratmak olduğunu kabul ederler. Bir erkek, yeni
bir yapı yaratarak ya da eskisini yeniden değerlendirerek yaşamını dönem
dönem yeniden kurmalıdır. Levinson'un, Erikson'un psikososyal
kuramına dayanan gelişim kuramında yerleşik evreler ile geçiş evreleri
birbirini düzenli bir sıra içinde izler. Yerleşik evrelerde insanlar
amaçlarını az çok sakin bir biçimde izlerler; geçiş evrelerinde ise insanın
yaşam yapısında büyük değişimler olur.
İlerde açıklanacağı gibi, Levinson'un evre kuramında temel kavram
yaşam yapısı kavramıdır. Yaşam yapısı, bireyin topluma girme
yolları (roller, üyelikler, ilgiler, yaşam üslubu, amaçlar), aynı zamanda
bireyin yaşadığı kişisel anlamlar, düşlemler, değerler olarak tanımlanır.
Bu kuram ilk ve orta yetişkinlikte ortaya çıkan çeşitli evreleri ve
geçişleri saptamaktadır. Betimlenen yaşam akışı, huzurlu ya da kargaşalı
olabilen geçişlerle kesintiye uğrayan görece kararlı dönemlerden
oluşmaktadır. Geçiş'ler bir insanın yaşamını yeniden değerlendirmesine
ve varolan ya da yeni bir yaşam yapısına yeniden bağlanmasına
ilişkin bir bunalımı içerir. Yeni bir yaşam yapısı seçilirse meslekte,
yaşam üslubunda, evlilikte dramatik değişimler olabilir. Levinson'un
erkek yetişkinin gelişimi dönemleri tablosu aşağıda yer almaktadır
(Tablo 7).
Levinson'un erkek yetişkinin gelişim dönemlerine ilişkin açıklamaları
şöyledir:
a. Aileden ayrılma. Onlu yılların sonu ve yirmilerin başlarında
başlayan bu dönem, aile odaklı ergen yaşamı ile yetişkin dünyasına
girme arasındaki geçiş dönemidir. Genç erkek askerlik ya da üniversite
gibi bir geçiş kurumu seçebilir ya da evde kalmayı sürdürerek
çalışmaya koyulabilir. Bu dönem sırasında ailede kalmak ile dışarıya
gitmek arasında hemen hemen eşit bir denge vardır. Ailenin sınırını
tam olarak aşmak temel bir gelişim görevidir. Çünkü bu değişiklik
yeni roller edinmeyi, yaşam düzenlemeleri yapmayı, daha özerk ve sorumlu
olmayı gerektirir. Bu dönem aşağı yukarı üç-beş yıl sürer.
Tablo 7
Yetişkinin Gelişim Dönemleri
Dönemler - Yaşlar
Aileden ayrılma; aileden bağımsız olma çabası - 16-18'den 20-24'e
Yetişkin dünyasına katılma; yeni bir ev, yetişkin
rollerinin keşfi ve üstlenilmesi, ilk yaşam yapısının
biçimlendirilmesi - 20'lerin başlarından 28'e
Otuz yaş geçişi; yaşam yapısının yeniden
değerlendirilmesi - 28'den 30'a
Durulma; kararlı bir yuva kurma, başına buyruk
olma - 30'ların başlarından 38'e
Orta yaş geçişi; yaşam yapısının yeniden
değerlendirilmesi - 38'den 40'ların başlarına
Orta yetişkinliğin kararlılık kazanması - 40'lann ortaları
Kaynak: Levinson ve ark., 1974. Aktaran Liebert ve
Wicks-Nelson, 1981
b. Yetişkin dünyasına katılma. Bu dönem erkeğin yaşamında
ailesinin odak noktası olmaktan çıkmasıyla başlar. Yetişkin arkadaşlar,
cinsel ilişkiler ve çalışma yaşamıyla erkek kendini bir yetişkin olarak
tanımlamaya başlar. Bu yeni tanım ona, onu geniş topluma götürecek
geçici yaşam yapısını biçimlendirme olanağını verir. Bu dönem
sırasında erkek, yetişkin rollerini, sorumluluklarını keşfeder ve üstlenir.
Bir iş kurabilir, bir meslek geliştirebilir, sonra onu terkedebilir;
otuz yaş dolaylarında, yaşamına daha fazla düzen ve kararlılık getirmesi
konusunda baskılar artıncaya dek, bunalımını artıran bir başıboşluğa
kapılabilir.
c. Durulma. Bu dönem genellikle otuzlu yılların başlarında
başlar. Erkek, toplum içindeki yerini almış, bir yuva kurmuş, uzun
süreli planlar yapmış ve bunların peşine düşmüş, geleceğine ilişkin bir
görüş, bir düş geliştirmiştir. Sonraki yıllarda yaşam çizgisinde temel
değişiklik, düş kırıklığına uğrama, aldanma ya da ilk düşe yeterince
ulaşamama ile ortaya çıkar.
d. Başına buyruk olma. Bu dönem otuzlu yılların ortasıyla
sonları arasında ortaya çıkar, erken yetişkinliğinin en yüksek noktasını
ve geleceğin başlangıcını temsil eder. Bu dönemde erkek, ne elde etmiş
olursa olsun yeterince bağımsız olmadığını düşünür. Üstündekilerin
otoritesinden kurtulmak ister, genellikle üstlerinin kendisini çok
fazla kontrol ettiklerini ve ona çok az serbestlik tanıdıklarını düşünür.
Kendi kararlarını verebileceği ve işi gerçekten yürütebileceği zamanı
sabırsızlıkla bekler. Eğer birlikte çalıştığı daha deneyimli bir arkadaşı
ya da patronu varsa, bu dönemde onlardan uzaklaşır. Bu dönemde erkekler
toplum tarafından, en çok değer verdikleri rolleri içinde tanınmak
isterler. Önemli bir ilerleme, terfi ya da bir başka yolla tanınmak
isterler.
e. Orta yaş geçişi. Bu dönem, daha kararlı iki dönem arasına
gelişimsel bir geçiş dönemi, dönüm noktası, sınırdır. Bu dönem
çoğunlukla erkek kırklarındayken ortaya çıkar ve erkek başarılı da başarısız
da olsa gerçekleşir. Bir erkek son derece başarılı olabilir, yine
de bir boşluk ve acı bir tat duyar. Eğer başarısızsa bir türlü köşeyi
dönememenin acısını yaşar. Genel olarak, "şimdi elimde ne var?" sorusu
ile "gerçekten istediğim ne?" sorusu arasındaki farklılık erkekte bir
ruh arayışı ara dönemi yaratır.
f. Yeniden kararlılık kazanma. Kırk beş yaş dolaylarında orta
yetişkinlik yaşamına temel oluşturacak yeni bir yaşam yapısı biçimlenmeye
başlar ve üç-dört yıl sürer. Bu, son gelişim dönemi değildir,
ancak Yale araştırmacılarının incelediği son dönemdir. Bu dönem, yeniden
meydan okunan, yeni bunalımların yaşandığı, benliğe yönelik
tehdidin oluştuğu bir dönemdir. Freud, Jung, Goya, Gandhi gibi erkekler
derin bir orta yaş bunalımı yaşamışlar ve bundan müthiş yaratıcı
kazançlar elde etmişlerdir. Dylan Thomas, F. Scott Fitzgerald,
Sinclair Lewis gibi erkekler ise bu bunalımla başa çıkamamışlar ve
bundan zarar görmüşlerdir (Vander Zanden, 1981).
Yetişkin gelişimi konusunun gitgide daha fazla ilgi çekmesine
karşın, yetişkin kadının gelişim evrelerinin henüz pek araştırılmamış
olduğu söylenebilir. Levinson'un erkek yetişkinin gelişiminde saptadığı
evrelerin kadın yetişkine uygulanamayacağı da açıktır. Kadına
yüklenen geleneksel rollerin günümüzde hızla değişmesi ve yerini daha
çağdaş rollere ve anlayışlara bırakmasıyla, kadının yetişkinlik deneyiminin
artık erkeğinkinden çok farklı olacağı, dolayısıyla farklı bir
evreler kuramını gerektireceği söylenebilir.
Nitekim, araştırmalar kadınların da benzer evrelerden, ama birtakım
önemli farklılıklarla geçtiklerini göstermektedir. Örneğin, kadınlar
otuzlu yaşlarında "durulma" yerine yaşam yapılarına yeni bağlanımlar
getirmeyi denemektedirler.
Öte yandan, yetişkin gelişiminde evre yaklaşımının yetişkin yaşamını
aşırı ölçüde basitleştirdİği ileri sürülmektedir. Bernice L. Neugarten
bu sava üç kanıt getirmektedir. Birincisi, yaşam olayları zaman
dizisinin gitgide daha az düzenli olması ve genel çizgilerin daha akıcı
bir yaşam döngüsüne yönelmesidir. İkincisi, her yaştan yetişkinlerin
bildirdiği psikolojik temaların, tek bir sabit düzen içinde tipik bir biçimde
gelişmeyen ve durmadan yeni biçimlerde ortaya çıkan temalar
olmasıdır. Üçüncüsü, yaşam süresi boyunca pek çok içsel değişimin
evreye benzemeyen biçimde yavaş yavaş ortaya çıkmasıdır.
Lawrence Kohlberg, doğru bir evre kuramının şu dört niteliği taşıdığını
savunmaktadır: 1) Bir evre kuramı gelişimin belirli noktalarında
yer alan yapılarda niteliksel farklılıklar içerir. 2) Bu farklı yapılar
bireysel gelişimde değişmez bir sıra, düzen ya da ardarda geliş
gösterir; kültürel etkenler gelişimi hızlandırabilir, yavaşlatabilir ya da
durdurabilir, ama sırasını değiştiremez. 3) Farklı bir yapıyı oluşturan
değişik ögeler bütünleşmiş bir yanıtlar demeti olarak ortaya çıkarlar.
4) Evreler hiyerarşik bir bütünleşme gösterirler; daha yüksek evreler
daha aşağı evrelerdeki yapıların yerini alır ya da onlarla bütünleşirler.
Neugarten doğru bir evre kuramının bu niteliklerinin genellikle
yetişkinliğe uygulanamayacağını ileri sürmektedir. Çünkü niteliksel
değişimleri farketmek çoğu zaman güçtür; katı bir biçimde belirlenmiş
biyolojik bir zaman düzeni yoktur; önemli yaşam olayları çocukluktakinden
daha değişken bir düzen içinde ortaya çıkar.
Levinson da, bir evre kuramının yetişkinlerin bir dizi evre içinde
değişmez adımlarla ilerledikleri anlamına gelmediğini kabul etmektedir.
Bir insanın yaşamındaki değişimin derecesi ve hızı kişilikten ve
çevresel etkenlerden etkilenir. Levinson, insanların farklılığı nedeniyle
yetişkinlikteki gelişimin düzenden yoksun olduğunu ileri sürenlere
de katılmamakta, görevinin insanların yaşamının zaman içindeki açılımının
temel ilkelerini bulmak olduğunu savunmaktadır (Vander Zanden, 1981).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:10 AM
3. Yetişkinlik Kuramları
Bu bölümde aktarılacak kuramlar, aslında tüm yaşam döngüsünü
açıklayan ama (örneğin Freud ya da Piaget'den farklı olarak) yetişkinlik
yıllarıda da önemle eğilen kuramlardır.
a. Bühler'in İnsan Yaşamının Akışı Kuramı.
Charlotte Bühler ve öğrencileri yaşam akışını (life course) 1930'larda
Viyana da topladıkları yaşam öyküsü ve özyaşam öyküsü verilerini
kullanarak incelemişlerdir. Yaşam döngüsünde meydana çıkan
olaylar, tutumlar ve başarılardaki değişimlere dayanan evrelerin düzenli
akışını ortaya koyan bir yöntembilim geliştirmişlerdir. Aynı zamanda,
yaşamöykülerinde ortaya çıkan yaşam akışı ile biyolojik yaşam
akışı arasındaki koşutlukla da ilgilenmişlerdir. Böylece beş biyolojik
dönem saptamışlardır. 1) İlerleyici büyüme, 15 yaşına kadar; 2)
Büyümenin cinsel üretme yeteneğiyle birlikte sürmesi, 15-25 yaşlar; 3)
Büyümede kararlılık, 25-45 yaşlar; 4) Cinsel üretme yeteneğinin yitirilmesi,
45-65 yaşlar; 5) Gerileyen büyüme ve biyolojik iniş, 65 yaş ve ötesi.
Tablo 8
Bühler'in Yaşam Dönemleri
Yaşlar - Dönemler
0-15 - Evdeki çocuk, kendi belirlediği amaçlardan yoksun.
15-25 - Genişleme hazırlığı ve kendi belirlediği amaçları deneme.
25-45 - Yükselme: Amaçlannı özel ve kesin biçimde kendinin belirlemesi.
45-65 - Bu amaçlar için çabalamanın sonuçlarını kendinin değerlendirmesi.
65 ve sonrası - "Doyum ve başarısızlığın yaşanması: Kalan yıllarının
süregiden uğraşlarla veya çocukluğun gereksinim giderici yönelimlerine
geri dönüşle geçirilmesi."
Kaynak: A.J. Horner, 1968, aktaran Kimmel, 1974.
Dört yüz yaşamöyküsünün incelenmesine dayandırdıkları araştırmalarında
Bühler ve ekibi, bu beş biyolojik döneme karşılık olan
beş yaşam dönemi önermişlerdir.
Bühler'in öğrencilerinden Frenkel gelişimsel ilerlemeyi aşağıdaki
biçimde açıklamaktadır:
"Çocukluktan -yaşamın birinci döneminden- yeni
kurtulmuş genç insan yaşamı konusunda ilk planları yapar
ve ilk kararları alır; bu, ergenlikte ya da hemen sonrasında
gerçekleşir. Hemen ardından yaşamın ikinci dönemi başlar.
Bu dönem genç insanın gerçeklikle karşılaşma -temas kurma-
isteğiyle nitelenir. İnsanlarla ve mesleklerle ilişkisi bu
amaca dönüktür. Kişiliğinde bir 'genişleme' olur. Yaşamının
ne getireceğini öğrenebilmek için tutumlarında gösterdiği
geçicilik de karakteristiktir. İkinci dönemin sonunda bireyler
yaşama karşı kesin bir tutum sahibi olmuşlardır. Üçüncü
dönemde canlılık hala en yüksek noktasındadır, ama artık
belirli bir yön ve özellik kazanmıştır. Bu nedenle bu dönem
çoğu zaman öznel deneyimlerin en yoğun olduğu dönem
olma özelliğini taşır. Dördüncü döneme geçiş genellikle bir
bunalımla kendini gösterir, çünkü bireyin gittikçe açılan
güçleri bu noktada duraklamaya başlamıştır, fiziksel yeteneğe
ya da biyolojik gereksinmelere bağlı birçok şeyden
vazgeçmesi gerekmiştir. Biyolojik eğrideki ve onunla bağlantılı
etkinliklerdeki düşüşe karşın, bu dönem yaşamın
üretkenliği ve yararları konusunda yükselen bir ilgi çizgisi
gösterir. Beşinci dönem en çok sözü edilen dönem olarak,
ölümün yakınlaşması, yalnızlık yakınmaları nedeniyle dinsel
sorunların ağırlık kazandığı dönemdir. Bu son dönem
genellikle geçmişe ilişkin yaşantılar ve geleceğe ilişkin düşüncelerle,
yani ölümün yaklaşmasına ve insanın geçmiş
yaşamına ilişkin düşüncelerle doludur." (Frenkel, 1936)
Bühler'in görüşü, büyüme, kararlılık kazanma ve inişe geçme gibi
biyolojik süreçler ile, etkinlik ve başarılarda genişleme, yükselme
ve daralma gibi psikososyal süreçler arasındaki koşutluğu vurgular.
Çoğu zaman biyolojik eğri psikososyal eğriden daha ilerdedir; bu, zihinsel
yeteneklerine güvenen bir insanın fiziksel güçleri inişe geçmeye
başladıktan sonra bile daha yıllarca yüksek bir üretkenlik düzeyi
sürdürmesi durumunda doğrudur.
Bühler, kuramın yeniden düzenlenmesinde, bir bireyin kendi yaşamı
için amaçlar saptaması sürecini vurgulamaktadır. Böylece bu gelişim
sıralaması yaşamın farklı dönemlerinde bir bireyin amaç saptamadaki
farklı bakış açılarını da yansıtmaktadır. Örneğin, yükselme
döneminde özdoyuma ideal biçimde yol gösteren amaçlar yaşamın ilk
on yılında derece derece kurulmaktadır; bazı enerjik insanlar bu
amaçları dördüncü dönemde yeniden gözden geçirebilir ve yeni amaçlar
saptayabilirler; fakat birçok insan için yaşamın ikinci yarısında
amaçlar büyük olasılıkla durağanlık ve emeklilikle yer değiştirir.
Kuhlen bu büyüme, yükselme ve daralma kuramını biraz değiştirdi.
Kuhlen'e göre büyüme-genişleme güdüleri (başarı, güç, yaratıcılık
ve kendini gerçekleştirme) bireyin davranışına yaşamının ilk
yarısında egemendirler; bunlar, göreli olarak doyuruldukları (başarı
ya da seks gereksinmesinde olduğu gibi) ve kişi yeni toplumsal konumlara
geldiği için (anne olmak ya da bir kuruluşun başkanı olmak
örneklerinde olduğu gibi) kişinin yaşamı boyunca değişebilirler. Kuhlen,
yaşın ilerlemesiyle birlikte gereksinmelerin "doğrudan" doyurulmasının
yerini "dolaylı" ya da "başkalarının doyumu ile" doyurulmasının
aldığını belirtmektedir. Dolayısıyla insanın yaşam döngüsü
bir "genişleme ve daralma eğrisi" olarak nitelenebilir.
Kuhlen'in açıklama modelinde, yaşamın ikinci yarısında anksiyete
ve tehdit daha önemli bir güdülenme kaynağı olmaktadır. Bu, genişlemenin
sona ereceğini hissettiği ve yerine konmaz yitimlerle karşılaştığı
orta yaşlarda başlayabilir. Kuhlen, ilerleyen yaşla birlikte bireylerin
daha az mutlu olduğunu, kendilerini daha olumsuz gördüklerini
ve özgüvenlerini yitirdiklerini belirten pek çok araştırmadan söz
etmektedir; yaşlı insanlardaki anksiyete belirtilerinin artışı dikkati
çekmektedir. Bu veriler, erkeklerle ve aşağı sınıftan kişilerle
karşılaştırıldığında, kadınların ve yukarı sınıftan kişilerin yaşlanmaktan
daha fazla etkilendiğini göstermektedir.
Özet olarak, yetişkin gelişimine ilişkin bu görüş, yaşam döngüsünün
iki genel eğilim içinde görülebileceğini belirtmektedir: Büyüme-genişleme
ve daralma. Yaşamın ortalarında bir yerde bu iki karşıt
eğilim arasında büyük bir dönüm noktası yer alabilir. Bühler bu dönüm
noktasını, orta yılların -yaklaşık 40-45 yaşlar- yükselme dönemini
izleyen kendini değerlendirme döneminde görmektedir. Kuhlen
bu dönüm noktasının daha az belirgin olduğunu söylemektedir; bu
nokta, ilk büyüme-genişleme güdülerinin doyurulması sonucu yeni
güdülerin ortaya çıkması olabilir, fiziksel ve toplumsal yitimler sonucu
ortaya çıkabilir, belirli bir duruma "kapanmış olma" duygusundan
doğabilir, yaşamın yarısını yaşamış olmanın sonucu olabilir. Büyük
olasılıkla, bu dönüm noktası biyolojik, psikolojik ve toplumsal etkenlerin
etkileşiminden doğmaktadır. Bühler, araştırmaları sonucunda,
amaç saptamadaki -ya da güdülenmedeki- bu değişiklik kadar önemli
bir diğer konunun da, bireyin amaçları doğrultusunda doyuma ulaşıp
ulaşmadığını değerlendimmesi olduğunu belirtmektedir; bu değerlendirme,
yaşlılık uyumsuzluğunda biyolojik gerileme ve güvensizlikten
çok daha etkili (kritik) olmaktadır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:12 AM
b. Jung'un Yaşam Evreleri Anlayışı
Bühler'in yaşam döngüsüne ilişkin görüşü sistemli yaşamöyküsü
incelemelerine, Kuhlen'inki görgül araştırmalara dayanırken, Jung'un
yaşam evrelerine ilişkin görüşü öncelikle klinik çalışmalarına ve kendi
psikoloji kuramına dayanmaktadır. Jung yaşam evrelerini açıklamaya
"gençlik" ile başlar ve bu evreyi erinlik sonrasından orta yıllara (35-40
yaşları) dek uzatır. Jung psyche'nin sorunlarına eğilmiş, ancak çocukluğu
bu incelemeye katmamıştır. Jung'a göre çocuk, anababasına, eğitimcilere
ve doktorlara sorun olabilir, ama çocuğun kendi sorunları
yoktur; yalnızca yetişkin "kendi hakkında kuşkular duyabilir".
Gençlik dönemi, çocukluğun cinsel içgüdü ve aşağılık duygularına
ilişkin düşün terkedildiği ve genel olarak yaşam ufkunun genişlediği
dönemdir. Bundan sonraki önemli değişik 35-40 yaşları arasında
başlar. Jung bu değişimi şöyle anlatır:
"Başlangıçta bu değişim belirgin ve bilinçli değildir.
Daha çok, değişimin dolaylı belirtileri bilinçdışında meydana
gelen değişimden kaynaklanırlar. Çoğu zaman, sanki kişinin
karakterinin yavaş yavaş değişmesi gibidir. Bazen çocukluktan
beri kaybolmuş bazı özelliklerin su yüzüne çıktığı
görülür, bazen kişinin önceki eğilim ve ilgileri zayıflar
ve yerini yenilerine bırakır. Bazen de tersine -bu çok sık
olur- kişinin inanç ve ilkeleri, özellikle ahlaki olanlar güçlenir,
gittikçe sertleşir ve 50 yaş dolayında birey hoşgörüsüzlük
ve fanatiklik dönemine girer; sanki bu ilkelerin varlığı
tehdit altındadır ve onları daha bir güçle korumak gerekmektedir."
(Jung, 1933)
Jung, nörotik hastalıkları, "gençlik evresinin psikolojisi"nin orta
yıllara taşınmak istenmesi olarak görür -tıpkı gençlikteki nörotik
rahatsızlıkların çocukluğu terk edememekten kaynaklanması gibi-.
Yaşlılıkta ise Jung, "psyche'de derin ve garip değişimler" görür. İnsanlarda
özellikle psyche alanı içinde karşıtlarına doğru değişme eğilimi
vardır. Örneğin yaşlı erkekler gittikçe daha "dişil", yaşlı kadınlar
da gittikçe daha "eril" olmaktadırlar. Jung, "yaşamın çelişkisini pekiştiren
güçlü bir içsel süreç"ten söz eder. Genel olarak Jung, "yaşamın
öğleden sonrasını sabah programına göre yaşayamayacağımızı"
ileri sürer, "sabah büyük olan akşamüstü küçülecek ve sabah doğru
olan akşamüstü yalan olacaktır."
İnsan yaşamının ileri yaşlara dek sürmesinin çocuklara bakmak
gibi bir amacı olmalıdır. Ancak bu görev de yerine getirildikten sonra
yaşamın amacı ne olacaktır'? Bu amaç Batı toplumlarında sıklıkla görüldüğü
gibi gençlerle rekabete girmek midir? Jung, birçok ilkel toplumlarda
yaşlı insanların bilgelik kaynağı olduklarını, "kavmin kültürel
mirasını dile getiren gizlerin ve yasaların bekçileri" olarak görev
yaptıklarını belirtir. Buna karşılık modern insan, yaşama ilişkin belirli
bir amacı ve anlayışı olmadığı için, ileriye bakacağına yaşamın ilk
yarısına takılıp kalmaktadır. Jung, pek çok insanın ileri yaşlara
doyurulmamış isteklerle ulaştığını, ancak geriye bakmalarının tehlikeli
olduğunu ve geleceğe ilişkin bir amaç edinmeleri gerekğini savunur.
Bütün büyük dinlerin ölümden sonra da bir yaşam vadetmeleri bu
yüzdendir ve insanların yaşamlarının ikinci yarısında da bir amaç
edinmelerini sağlar. Jung, ölümde bir amaç bulmanın sağlıklı olduğunu
ve bundan kaçınmanın yaşamın ikinci yarısını amaçtan yoksun
bırakarak sağlıksız kıldığını ileri sürer. Jung, yaşamın ikinci yarısında
bireyin dikkatinin kendi iç dünyasına yöneldiğini ve bu iç keşfin yaşama
bütünlük ve anlam kazandırarak ölümü kabullenmede yardımcı olduğunu savunur.
Özetle, Jung'a göre kişilik, yaşam döngüsünün birinci ve ikinci
döneminde farklı yönlerde gelişir. Birinci dönemde birey dış dünyaya
doğru açılır, dış dünyayla ilişki kurma kapasitesini geliştirir, toplumsal
ödüller kazanmaya çalışır. Ayrıca, böyle davranmak kadın ve erkek
cinsel kimliğinin geliştirilmesi için de gereklidir. Bu dönemde tek
yanlılık bir bakıma gerekli, hatta zorunludur. Genç insanların iç doğalarıyla
ilgilenmelerinin bir yararı yoktur; görevleri şimdilik yalnızca
dış dünyanın istemlerini karşılamaktır.
Ruhsal yaşamda 40 yaşına doğru başlayan değişimde birey artık
hedeflerinin ve hırslarının önemini yitirdiğini hisseder, kendisini durgun,
çökkün ve eksik olarak algılar. Jung'a göre bu olgu toplumsal başarı
kazanmış insanlarda bile gözlemlenebilir, çünkü bu toplumsal
başarılar kişilikte yaşanmadan kalan özelliklerin bedeli olarak kazanılmıştır.
Ancak insan bu bunalımdan çıkış yolunu bulabilir. Bilinçdışı
kişiyi iç dünyasına dönmesi ve yaşamın anlamını araştırması için
yüreklendirir. Bu dönemde enerjimizi dış dünyayla başetme çabasından
uzaklaştırıp iç dünyamızda odaklaştırmaya başlarız. Böylece ne
zamandır gerçekleştirilmemiş gizilgüçlerimizi tanımak için bilinçdışını
dinlemeye yöneliriz.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:12 AM
c. Erikson: İnsanın Sekiz Çağı
Erikson'un insan gelişimi kuramı da öncelikle klinik gözlemlerine
ve kuramsal psikolojisine dayanır. Yine de bu kuram bu konuda
bugüne kadar ileri sürülmüş en kapsamlı açıklamadır. Bunun nedeni,
Erikson'un tüm yaşam boyunca gelişimin çeşitli yönleri (bilişsel, duygusal,
toplumsal yönleri) arasında bağlantılar kurabilmiş ve disiplinlerarası
bir kuram geliştirebilmiş olmasıdır. Erikson'un bu başarısı
meslektaşlarının -aşağıda kendi sözleriyle aktarılan- tanıklığıyla da
vurgulanmaktadır:
"Psikososyal evreler sırası içinde içgüdüsel güçlerle
organizma tarzlarının bağlantısını açıklamaya çalıştık. Listelenen
evrelerin kesin sayısında ya da kullanılan bütün terimlerde
ısrar edemesek bile, formüle edildikleri zaman disiplinlerarası
kabul gören bazı gelişim ilkelerini vurguladık;
açıkçası, şemamızın genel kabulü için diğer bazı (daha önce
sözü edilen) disiplinlere bağlı olmak durumundayız. Psikolojik
yönde ise, gerçek dünya ile kesin ve kavramsal ilişki
kapasitesi olan ve her evrede gelişen bilişsel büyüme'nin
geçerli gücü vardır. Bu Hartmann'ın (1939) tanımladığı anlamda
en vazgeçilmez bir "ego aygıtı"dır. Böylece, Piaget'in
tanımladığı anlamda zekanın "duyusal-devinimsel" yönleri
ile temel güven, "sezgisel-simgesel" yönler ile oyun ve
girişim, "somut-işlemsel" başarı ile çalışkanlık duygusu ve
son olarak "soyut işlemler" ve "mantıksal evirmeler" ile
kimlik gelişimi arasındaki ilişkiyi izlemek yararlı olabilir.
Burada belirtilenleri bazı disiplinlerarası toplantılarda sabırla
dinleyen Piaget, daha sonra, kendi evreleri ile bizimkiler
arasında en azından çelişki görmediğini kabul etmiştir.
Greenspan, "Piaget'in; Erikson'un, Freud'un kuramının psikososyal
yönlere uzantısı olan kuramına oldukça sempati
duyduğunu" (1979) belirtmiştir. Ve ondan şunu nakletmektedir:
"Erikson'un evrelerinin en büyük başarısı, kesinlikle,
Freud'un mekanizmalarını daha genel davranış tipleri içine
yerleştirerek önceki kazanımların sonraki düzeylerle sürekli
olarak bütünleşmesini göstermeye çalışmasıdır (Piaget,
1960)" (Erikson, 1982).
Erikson'un epigenetik kuramı da Freud'un psikanalitik kuramı
gibi çocukluk gelişimine ağırlık verir ve ilk dört evresi büyük ölçüde
Freud'un çocukluk evrelerinin genişletilmiş biçimidir. Bu nedenle aşağıda
yalnızca -ergenliği de içine alan- son dört evre özetlenecektir.
- Kimliğe karşı rol karmaşası. Erikson'un beşinci evresi, erinliğin
başlamasıyla birlikte, bireyin toplumsal bir gereksinme olarak
yaşamdaki rolünü tanımlaması çabasıyla başlar ve genellikle öğrenimini
bitirmesi, bir işe girmesi ve bir eş seçimiyle sonlanır. Bu evre bireyin
kimliğinin birçok yönünün çözüme bağlandığı bir evredir, ama
bu oluşum tek bir etkene bağlanamaz ve tek bir olay diğer bir evreye
geçişin nedeni olamaz. Aslında yetişkinlik evreleri birçok bakımdan
birbirleri üzerine binişirler ya da aynı zamanda yer alırlar. Ancak,
kimlik sorunları yaşam boyunca sürseler de, en çok bu evrede ağırlık
taşırlar. Birey bu bunalımını olumlu bir biçimde çözemezse kimlik
karışıklığı içine düşecek, bunun sonucu olarak da yaşam çerçevesi
içinde oynadığı rolden hiçbir zaman emin olamayacaktır. Bu karışıklığın
çözülmesi, soyut düşünme yeteneğinin yansıtıldığı ilgi ve uğraşlarla
olabileceği gibi, duygusal bağlanımlarla da olabilir.
- Yakınlığa karşı yalıtılmışlık. Cinsel yakınlık kapasitesi ergenlikte
başlıyor olsa da, birey kimlik karışıklığı sorununu yeterince
çözmeden tam bir yakınlık ilişkisi kurmayı başaramaz. Dolayısıyla,
bireyin bir başkasının özel (tek) oluşunu ve insanlığını değerlendirerek
onunla kaynaşabilmesi için önce kendisinin tam olduğu konusunda
belirli bir görüş sahibi olması gereklidir. Daha önceki romantik
yakınlıklar genellikle bireyin kendini romantik ilişki aracılığıyla tanıma
çabalarından başka birşey değildir. Erikson (1968), "cinsel yakınlık
anlatmak istediğim yakınlığın sadece bir parçasıdır" demektedir;
"cinsel yakınlıklar bireyin gerçek ve karşılıklı psikososyal yakınlık
kapasitesi geliştirmesinden önce de yaşanabilir. Arkadaşlıkta olsun,
erotik karşılaşmada ya da ortak çalışmada olsun, kendi kimliğinden
emin olmayan genç, kişilerarası yakınlıktan kaçınacak ya da gerçekten
birleşemeden ve kendisinden kurtulamadan sürekli olarak yüzeysel
ilişkilere girecektir."
- Üretkenliğe karşı durgunluk. Yaşamın bu yedinci evresi en
uzun evre olabilir, çünkü insanın anabalalık ve iş başarıları ile
kendisinden de çok yaşayacak bir şeyler üretmesi olanağını içerir. Bu evre,
bireyin tüm üretkenliğini kapsayan ve genç yetişkinlikten yaşlılığa
dek uzayan bir evredir ve yaşamda doyuma ulaşma duygusunu sağlamada
önemli bir yer tutar. Bu evrenin olumsuz çözümü ya da çözümsüzlüğü,
durgunluk, sıkılma, yoksullaşma duygularıyla ve bireyin fiziksel
ve psikolojik gerileyişiyle aşırı uğraşmasıyla kendini gösterir.
- Bütünleşmeye karşı umutsuzluk. Bu evre, gittikçe artan bir
biçimde yaşamın sınırlı olduğu ve ölüme yakınlaşıldığı duygusuyla
yaşanır. Bu oluşum çoğu zaman emekliye ayrılma ya da bir sağlık bozukluğuyla
hızlanır. Bu evrenin en önemli görevi, bireyin kendi yaşamını
ve elde ettiklerini değerlendirerek yaşamının tarih içinde anlamlı
bir serüven olduğu sonucuna ulaşmasıdır. Önceki evrelerdeki başarılar
ve elde edilenler bu bunalımın atlatılmasında önemli bir rol oynarlar.
Bu evrenin olumsuz çözümü ise umutsuzluk, çaresizlik duygularıdır.
Bu, varoluşçu anlamda tam bir anlamsızlık duygusudur, bütün yaşamının
boşa gitmiş olduğu ya da başka türlü yaşanmış olması gerektiği duygusudur.
Erikson'un kuramında son iki evre yaşam döngüsünün orta ve ileri
yıllarnı içermektedir. Robert Peck, orta ve ileri yaşların önemli
dönüm noktalarını daha kesin olarak belirleyebilmek için yeni bir
düzenleme gerçekleştirmiştir.
Orta yaştaki sorunlar:
- Akla karşı fiziksel güce değer verme. Kırk yaş dolaylarında
bir dönüm noktası yer almaktadır. Fiziksel güçlerine sıkı sıkıya sarılan
ve bu güçler azaldıkça çöküntüye uğrayan bireyler ile zihinsel güçlerini
öne alarak daha başarıyla yaşlanan bireyler söz konusudur.
- İnsan ilişkilerinde toplumsallaşmaya karşı cinselleşme.
Erkek ve kadınlar bu evrede cinselliğin gittikçe daha az yoğunluk taşıdığı
arkadaşlar olarak kendilerini yeniden düzenleyebilirlerse, kişilerarası
ilişkiler daha bir derinlik ve anlayış kazanmakta ve evliliğe yeni
bir boyut katmaktadır.
- Duygusal esnekliğe karşı duygusal yoksullaşma. Bu evrede
duygusal alanda bir açıklık öngörülmektedir. Bu, anababanın ölmesi,
eski dost çevresinin dağılması, çocukların evden ayrılması ile bireylerin
daha önce hiç yaşamadıkları çeşitli insan çevrelerine uzanmalarına
olanak sağlar. Yetişkinler çocuklarının aileleriyle yine duygusal bağlar
oluşturabilirler.
- Zihinsel esnekliğe karşı zihinsel katılık. Bu evrede bireyin
yeni deneyim ve yorumlara açık olabilmesi ya da geçmiş yaşantıların
bireyi güncel sorunlara farklı yanıtlar bulmaktan alıkoyması söz konusudur.
Yaşlılıktaki sorunlar:
- Ego ayrışmasına karşı iş rolünün ağırlık kazanması. Buradaki
görev değişik etkinlikler edinebilmektir. Bu etkinlikler, işin yitirilmesi
(emeklilik) ya da alışılmış rollerin yitirilmesi (çocukların evden
ayrılması) durumlarında insanı doyum duygusuna ulaştırabilirler.
- Bedenin aşılmasına karşı bedene aşırı ilgi. Hemen bütün
yaşlı insanlar hastalıktan, artan ağrılardan ve çeşitli rahatsızlıklardan
geçerler. Buna karşın bazıları insan ilişkileri ve yaratıcı etkinlikleriyle
yaşamdan tat almayı sürdürerek yaşlanan bedenlerini aşmayı başarırlar.
- Ego aşkınlığına karşı egoya aşırı ilgi. Çocuklarla, kültüre
yaptıkları katkıyla ve dostluklarıyla insanlar kendi davranışlarının
önemini yaşamlarından sonraya da uzatabilirler. Ölüm kaçınılmazdır
ve bu gerçek bütün ağırlığıyla ilk kez ancak yaşlılıkta algılanabilir;
ama insan yine de ailesinin ve insan tümünün gelecek kuşaklarında,
ürettiği kendi fikirlerinde yaşamına doyurucu bir anlam katabilir.
Yetişkin gelişimi konusunda yukarıda özetlenen kuramlar, insan
yaşam döngüsünün sırasal ilerleyişini anlamada yararlı olabilecek ana
çizgileri vermektedir. Ancak bu kuramlar, yalnızca çok "genel" olmakla
kalmayıp, aynı zamanda çok "idealist"tirler. Çünkü bu kuramlar
"doyumlu bir gelişim"den ve "başarılı bir yaşlanma"dan söz etmekte,
ancak tarihsel, toplumsal, kültürel, ekonomik farklılıkların olası
etkilerini hesaba katmamaktadırlar. Gerçi toplumsal sınıf, etnik
özellik, erkek-kadın farklılığı gibi etkenlerin yetişkinlik gelişimindeki
etkilerini araştıran çalışmalar yapılmaktadır, ama bunların sonuçları
henüz elde değildir, dolayısıyla bu spekülatif kuramların bütün koşullarda
bütün insanları kapsadığı savından sakınmak gerekmektedir
(D.C. Kimmel, 1974). Nitekim, yetişkin gelişimini boylamsal yaklaşımla
ele alan araştırmacılar, Erikson'un çizdiği kişilik tablosunun
yalnızca bireyciliğin egemen olduğu ve bireysel rollerin toplum tarafından
sıkıca denetlenmediği kültürlerde geçerli olduğunu düşünmektedirler.
Öte yandan, gelişimin her evresinde karşılaşılan gelişim
görevleri de cinsler arasında farklılık göstermektedir (farklı toplumsallaşma
yaşantısı nedeniyle). Dolayısıyla, günümüzde artık bütün toplumlara
ve bütün insanlara aynı anda uygulanabilecek evrensel kuramlardan
söz etmeye olanak yoktur.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:13 AM
d. Levinson'un yaşam yapısı kuramı:
Daniel J. Levinson, yetişkin gelişiminin incelenmesinin henüz
çok yeni olduğunu belirtmektedir. Yaklaşık 1950'lerden beri konuyla
ilgilenilmekle birlikte, genel bir yetişkin gelişimi kuramı oluşturmakta
çok az yol alınmıştır. Bu süre içinde psikolojinin birçok alanında bir
yetişkin gelişimi yaklaşımına gereksinme duyulduğu gitgide daha fazla
farkedilmiştir. Levinson'a göre yetişkin gelişimi, bir disiplin olarak
psikoloji için anlamlı bir sorundur ve psikolojiyle sosyoloji, biyoloji,
tarih gibi diğer disiplinler arasında önemli bir bağlantı halkasıdır.
İlk çalışmalarından yaklaşık on beş yıl sonra yeni bulgularını yayınlayan
Levinson'un yetişkin gelişimi kuramı şu ögeleri içermektedir:
a) Yetişkin gelişimi alanına temel bir çerçeve sağlayan "yaşam
akışı" ve "yaşam döngüsü" kavramları; b) Kişiliğin ve dış dünyanın
birçok yönünü içeren, ama bunların hiçbiriyle aynı olmayan ve kendi
farklı yolunda gelişen "bireysel yaşam yapısı" kavramı; c) Bireysel
yaşam yapısının ilk ve orta yetişkinlikteki gelişimini dile getiren bir
"yetişkin gelişimi" anlayışı. Yaşam yapısı gelişimi kişilik gelişiminden,
toplumsal rollerden farklıdır ve onlarla karıştırılmamalıdır. Aşağıda
bu kavramlar Levinson'un kendi anlatımıyla birer birer açıklanmaktadır.
Yaşam akışı (life course). Yaşam akışı yüksek düzeyde bir soyutlama
olmayıp betimsel bir terimdir ve bir yaşamın başlangıçtan sona
gelişimi içindeki somut özelliğine dayanır. Terimin içindeki her iki
sözcüğü de dikkatle kullanmak gerekir. "Akış" sözcüğü sırayı, geçici
dalgayı, yaşamın yıllar boyunca açılımını inceleme gereksinmesini
belirtmektedir. Bir yaşamın akıcılığının incelenmesi, kararlılığı ve
değişimi, sürekliliği ve süreksizliği, düzenli ilerlemeyi ve kaotik
dalgalanmayı dikkate almayı gerektirmektedir. Yalnızca belirli bir an
üzerinde odaklanmak ya da üç dört anı birbirinden kopuk olarak incelemek
yeterli değildir. Yaşamı ilerleyişi içinde incelemek ve geçici sıralar yaşam
boyunca ayrıntısıyla izlemek gerekmektedir. "Yaşam" sözcüğü de
çok önemlidir. Yaşam akışı konusundaki bir araştırma yaşamın bütün
yönlerini içermelidir: İç dilekler ve fantaziler, aşk ilişkileri, aileye,
işe, diğer toplumsal sistemlere katılım, beden değişimleri, iyi ve kötü
zamanlar, yaşamda anlamı olan her şey. Yaşam akışının incelenmesinde,
önce yaşama belirli bir zamandaki bütün karmaşıklığıyla bakmak,
bütün ögelerini ve bunların bütüne etkilerini içermek zorunludur. İkinci
olarak bu bütünün zaman içindeki evrimini belirlemek gerekmektedir.
Yaşam akışının incelenmesi, insan bilimlerinin her biri, kişilik,
toplumsal rol ya da biyolojik işleyiş gibi yaşamın bir yönünü ele aldığı,
diğerlerini ihmal ettiği için güç olmaktadır. Her disiplin yaşam
akışını çocukluk ya da yaşlılık gibi ayrı parçalara bölmektedir. Böylece
araştırmalar aralarındaki etkileşimi pek dikkate almadan, biyolojik
yaşlanma, ahlak gelişimi, meslek gelişimi, yetişkin toplumsallaşması,
kültürlenme, yitirme ya da strese uyum sağlama gibi çeşitli kuramsal
açılardan yapılmaktadır. Değişik kuramsal yaklaşımların birbirinden
yalıtılmış birimler değil, tek bir alanın değişik yönleri olduğu görüşü
yeni yeni kazanılmaktadır. Levinson'a göre, bireysel yaşam akışının
araştırılması insan bilimlerinde çeşitli disiplinleri birleştiren yeni bir
çok-disiplinli alan olarak yakın gelecekte ortaya çıkacaktır.
Yaşam döngüsü (life cycle). Yaşam döngüsü düşüncesi yaşam
akışı düşüncesinin ötesine gitmektedir. "Döngü" imgesi insanın yaşam
akışında alttan alta bir düzenin var olduğunu telkin etmektedir; her
bireysel yaşam biricik olmakla birlikte, herkes aynı temel sıra içinde
yaşar. Yaşam akışı basit, sürekli bir süreç değildir; niteliksel açıdan
farklı evreleri ya da mevsimleri vardır. Yıl içinde (örneğin bahar yaşam
döngüsünün çiçeklenme mevsimidir) ya da gün içinde (örneğin
gündoğumu, öğle vakti, alaca karanlık, karanlık gibi) mevsimler vardır.
Aşkta, savaşta, politikada, sanatsal yaratışta ve hastalıkta da mevsimler
vardır.
Yaşam döngüsü imgesi yaşam akışının belirli bir sıra içinde
geliştiğini düşündürmektedir. Bir mevsim toplam döngünün büyük bir
parçasıdır; bütünün parçası olsa da her mevsimin kendi zamanı vardır,
hiçbiri diğerinden daha iyi ya da önemli değildir, her birinin kendi gerekli
yeri ve bütüne özel katkısı vardır.
Yaşam döngüsünde önemli mevsimlerin neler olduğu konusunda
ne popüler kültür ne de insan bilimleri açık bir yanıt getirebilmiştir.
Modern dünya bir bütün olarak ve evreleriyle kurulu bir yaşam döngüsü
anlayışına -bilimsel, dinsel, felsefi ya da edebi- sahip değildir.
Yaşam döngüsünün çeşitli büyük parçalarını belirten standart bir dil
de yoktur. Egemen görüş yaşam döngüsünü üç bölüme ayırmaktadır:
a) Çocukluğu ve ergenliği içeren yaklaşık 20 yıllık ilk bölüm (yetişkinlik
öncesi); b) 65 yaşında başlayan sonuncu bölüm (yaşlılık); c) bu
bölümler arasında yer alan, yetişkinlik olarak bilinen biçimlenmemiş
zaman.
Bir yüzyıldan beri insan gelişiminde en önemli araştırma alanını
oluşturan yetişkinlik öncesi yıllar çok iyi bilinmektedir. Kabul edilen
görüşe göre ilk yirmi yıl içinde bütün insanlar aynı dönemleri izlerler:
Doğum öncesi, bebeklik, ilk çocukluk, orta çocukluk, önergenlik ve
ergenlik. Her ne kadar bütün çocuklar ortak gelişim dönemlerinden
geçiyorlarsa da, biyolojik, psikolojik ve toplumsal koşullardaki
farklılıkların sonucu olarak tamamen farklı yönlerde büyürler. Somut biçimi
içinde her bireysel yaşam akışı tektir. Yetişkinlik öncesi gelişimin
incelenmesi evrensel düzeni belirlemeyi ve her insanın yaşamını gitgide
bireyselleştiren süreci yöneten genel gelişim ilkelerini saptamayı
amaçlar.
Çocuk gelişimi araştırmalarının Freud ve Piaget gibi önemli adları
gelişimin ergenliğin sonunda büyük ölçüde tamamlandığını ileri
sürerler; bu sayıltıya dayanarak yetişkin gelişimiyle ya da bir bütün
olarak yaşam döngüsüyle ilgilenmezler. 1950'lerden başlayarak gerontoloji
konuyla ilgilenmiş, ama bir yaşam döngüsü anlayışı geliştirecek
kadar ileri gitmemiştir. Belki bunun bir nedeni yetişkinlik yıllarını
incelemeden çocukluktan yaşlılığa atlamasıdır. Levinson'a göre yetişkinlik
konusunda daha fazla şey öğrendiğimizde şimdiki yaşlılık anlayışı
da değişecektir. Günümüzde yaşam döngüsünün bir mevsimi
(ya da mevsimleri olarak) yetişkinlik konusunda çok az kuram ya da
araştırma var. Ergenlikten sonraki yaş düzeylerini betimleyen popüler
bir dil yok. "Gençlik", "olgunluk", "orta yaş" gibi sözcüklerin anlamı
çok belirsiz. Dildeki bu belirsizlik, yetişkinliğin kültürel bir tanımının
olmamasından ve insan yaşamının bunun içinde nasıl geliştiğinin
bilinmemesinden doğmaktadır. İnsan bilimlerinde de yetişkinliğin doğası
konusunda uygun bir anlayışa sahip değiliz.
Levinson, yaşam döngüsü kuramının kendi araştırmasından ve
Erikson, Jung, Neugarten, Ortega y Gasset gibi yazarların görüşlerinden
doğduğunu açıklamaktadır. Yaşam döngüsünü bir çağlar sıralaması
olarak kabul eden Levinson'a göre her çağın kendi biyo-psikososyal
niteliği vardır ve her biri bütüne farklı katkılarda bulunur. Bir
çağdan diğerine yaşamımızda önemli değişimler olur. Çağlar birbiriyle
kısmen çakışır, yeni bir çağ bir önceki çağ sonlara yaklaşırken
başlar. Genellikle beş yıl süren geçiş çağı önceki çağı bitirir ve sonrakini
başlatır. Çağlar ve geçiş dönemleri, her insanın yaşamının altındaki
düzeni sağlayan ve bireysel yaşam akışındaki ince farklılıklara
izin veren yaşam döngüsünün makro yapısına biçim verir.
Her çağ ve gelişim dönemi iyi tanımlanmış bir ortalama yaşta
başlar ve biter. Birinci çağ olan Yetişkinlik Öncesi, döllenme ile aşağı
yukarı 22 yaş arasında yer alır. Bu "oluşum yılları" sırasında birey
yüksek ölçüde bağımlı, farklılaşmamış bebeklikten yola çıkıp, çocukluktan
ve ergenlikten geçerek, yetişkin yaşamının daha bağımsız ve
sorumlu başlangıcına doğru büyür. Bu, en hızlı biyo-psikososyal büyümenin
olduğu çağdır. Yaşamın ilk birkaç yılı çocukluğa geçişi sağlar,
bu zaman içinde yenidoğan biyolojik ve psikolojik açıdan anneden
ayrılır ve 'ben' ile 'ben-olmayan' arasındaki ilk ayırımı gerçekleştirir,
bu da sürekli bireyleşme sürecinde ilk adımdır.
Yaklaşık 17-22 yaşları insanın İlk Yetişkinliğe Geçiş dönemini
oluşturur, bu gelişim döneminde önyetişkinlik sona erer ve ilk yetişkinlik
çağının temelleri atılır. Dolayısıyla bu dönem her iki çağın da
parçasıdır, ama tam olarak ikisinin de parçası değildir. Bireyleşmede
yeni bir aşama aileyle ilişkilerin değişmesi ve önyetişkinlik dünyasının
diğer ögeleri olarak kazanılır ve yetişkine yetişkinler dünyasında
bir yer oluşturmaya başlar. Çocuğu merkez alan bakış açısından gelişimin
büyük ölçüde tamamlandığı ve çocuğun bir yetişkin olarak olgunluk
kazandığı söylenebilir. Gelişim (çocuk) psikolojisi geleneksel
olarak bu görüşü benimsemiştir: Levinson'un yaşam döngüsünü bir
bütün olarak alan bakış açısı ise ilk çağın gelişimsel kazanımlarının
yalnızca bir temel, bir sonraki çağı başlatan bir hareket noktası sağladığını
kabul etmektedir. İlk Yetişkinliğe Geçiş hem önyetişkinliğin
tam olgunluğunu, hem de yeni bir çağın bebekliğini temsil eder.
İkinci çağ olan İlk Yetişkinlik yaklaşık 17-45 yaşlar arasında yer
alır ve İlk Yetişkinliğe Geçiş'le başlar. Bu, en büyük enerji ve bolluğun,
en büyük çelişki ve stresin yetişkin çağıdır. Biyolojik açıdan 20'li
ve 30'lu yaşlar yaşam döngüsünün doruk yıllarıdır. Toplumsal ve psikolojik
açıdan ilk yetişkinlik güçlü dileklerin biçimlendirilmesi ve izlenmesi,
toplumda uygun bir yer kazanılması, bir aile kurulması ve
çağın sonunda yetişkin dünyasında daha saygın bir konuma ulaşılması
mevsimidir. Bu çağ, aşk, cinsellik, aile yaşamı, mesleki ilerleme,
yaratıcılık ve yaşamın büyük hedeflerinin gerçekleştirilmesi konusunda
zengin bir doyum zamanı olabilir. Buna karşılık, ezici stresler de burada
yer alabilir. İlk yetişkinlik bizim kendi tutkularımızın ve isteklerimizin
darbesini en çok yediğimiz çağdır. Uygun koşullar altında bu
çağda yaşamanın ödülleri de çok büyüktür, ama bedel çoğu zaman yarara
denktir, hatta onu aşar.
Yaklaşık 40-45 yaşlar arasında yer alan Orta Yaş Geçişi ilk yetişkinliği
sona erdirir ve orta yetişkinliği başlatır. Bu iki çağ arasındaki
ayırım ve onları ayıran ve birleştiren gelişim dönemi olarak Orta
Yaş Geçişi kavramı bu şemanın en tartışmalı konuları arasındadır. Bununla
birlikte, araştırmalar yaşamın niteliğinin ilk ve orta yetişkinlik
arasında farkedilir derecede değiştiğini göstermektedir. Benzer gözlemler
Jung'un, Erikson'un, Ortega'nın çalışmalarında da yer almaktadır.
Değişim süreci Orta Yaş Geçişi'nde başlamakta ve çağ boyunca
sürmektedir. Bu geçişin gelişim görevlerinden biri bireyleşmede yeni
bir aşamaya başlamaktır. Bu olgu bizi daha sevecen, daha düşünceli
ve tedbirli, iç çatışmalardan ve dış istemlerden daha az etkilenmiş,
kendimizi ve başkalarını daha içtenlikle seven biri yapabilir. Bu olmaksızın
yaşamımız saçma ve tatsız olur.
Üçüncü çağ olan Orta Yetişkinlik yaklaşık 40-65 yaşlar arasında
yer alır. Bu çağ boyunca biyolojik kapasitelerimiz ilk yetişkinlikten
daha aşağıdır, ama normalde enerjik, kişisel olarak doyum verici ve
toplumsal olarak değerli bir yaşam için hala yeterlidir. Biz yalnız
kendimizin ve başkalarının işinden sorumlu değiliz, aynı zamanda yakında
egemen kuşağa katılacak olan şimdiki genç yetişkinler kuşağının
gelişiminden de sorumluyuz.
Bir sonraki çağ olan Son Yetişkinlik yaklaşık 60 yaşında başlar.
60-65 yaşlar arasında yer alan Son Yetişkinlik Geçişi orta ve son
yetişkinliği birleştirir ve her ikisinin de parçasıdır. Levinson son
yetişkinlikle ilgili görüşlerini daha önceki kitabında (1978) tartışmıştı.
Yaşam yapısı (life structure). Levinson öncelikle bir kişinin özel
bir zamandaki yaşamının doğasıyla ve bu yaşamın yıllar içindeki akışıyla
ilgilendiğini belirtmektedir. Araştırmalarının anahtar kavramı
olan "yaşam yapısı" kavramı, bir kişinin belirli bir zamandaki yaşamının
temelini oluşturan örüntüyü dile getirir. Levinson bu kavramın
kendi yetişkin gelişimi anlayışının temel direği olduğunu söylemektedir.
Ona göre yetişkin gelişimindeki dönemler yaşam yapısının
evrimindeki dönemlerdir. Yaşam yapısı teriminin anlamı kişilik
terimiyle karşılaştırılarak anlaşılabilir. Bir kişilik yapısı kuramı somut
bir "Ben ne tür bir kişiyim?" sorusuna verilen yanıtı kavramlaştırma
yoludur. Çeşitli kuramlar bu soruyu, örneğin özellikler, beceriler, dilekler,
çatışmalar, savunmalar ya da değerler doğrultusunda düşünme
ve birini ya da diğerlerini belirleme yollarını sunarlar. Bir yaşam
yapısı kuramı ise daha fazla bir soru olan "Şu anda yaşamım neye benziyor?"
sorusuna verilen yanıtı kavramlaştırma yoludur. Bu soruyu
düşünmeye başladığımızda başka pek çok soru da aklımıza gelir:
Yaşamımın en önemli bölümleri hangileridir ve aralarındaki ilişki
nasıldır? Zamanımın ve enerjimin çoğunu nereye harcıyorum? Daha
doyumlu ya da anlamlı kılmak istediğim ilişkiler (eş, aşk, aile, meslek,
din, boş zaman vb.) var mıdır? Yaşamıma katmak istediğim şeyler var
mı? Yaşamımda şu andaki yeri küçük olan, ama daha fazla yer tutmasını
istediğim ilgiler, ilişkiler var mı? Bu soruları düşünürken dış
dünyanın bizim için en anlamlı olan yönlerini farketmeye başlar, bunların
her biriyle ilişkimizi belirler ve çeşitli ilişkilerin müdahalesini
değerlendiririz. Kendi ilişkilerimizin bir tek örüntü ya da yapıyla
eksik biçimde bütünleştiğini görürüz.
Yaşam yapısının birincil ögeleri kişinin dış dünyada başkalarıyla
"ilişkiler"idir. Başkası bir kişi, bir grup, kurum ya da kültür, özel
bir nesne ya da yer olabilir. Anlamlı bir ilişki, bir benlik yatırımı
(istekler, değerler, bağlanma, enerji, beceri), diğer kişinin ya da varlığın
karşılıklı yatırımını, ilişkiyi içeren, biçimlendiren ve onun bir parçası
olan bir ya da daha fazla toplumsal bağlamı içine alır. Her ilişki zaman
içinde hem istikrar, hem değişim gösterir ve yaşam yapısının
kendisinin değişmesi nedeniyle kişinin yaşamında değişik işlevleri
vardır.
Bir bireyin pek çok değişik "başkası" ile anlamlı ilişkileri olabilir.
Anlamlı bir başkası bireyin gündelik yaşamındaki güncel bir kişi
olabilir. Dostlar, sevgililer, eşler arasındaki, ana baba ve onların değişik
yaşlardaki çocukları arasındaki, amirler ve astlar, öğretmenler ve
öğrenciler arasındaki kişilerarası ilişkileri incelememiz gerekmektedir.
Anlamlı başkası geçmişten biri ya da dinden, mitostan, düş ürünlerinden
ya da özel düşlemden alınmış simgesel ya da imgesel bir kişi olabilir.
Bir grup, kurum ya da toplumsal hareket gibi bir kollektif varlık
da başkası olabilir: Bir bütün olarak doğa ya da okyanus, dağlar, yabanıl
yaşam, genel olarak vadiler ya da özel olarak Moby Dick (ünlü
balina) gibi bir doğa parçası; bir çiftlik, bir kent, bir ülke, "kişinin
kendi odası" ya da bir kitap ya da tablo gibi bir nesne ya da yer.
Yaşam yapısı kavramı, bir yetişkinin bütün anlamlı başkalarıyla
ilişkilerinin doğasını ve örüntüleşmesini ve bu ilişkilerin yıllar boyunca
gösterdiği evrimi incelememizi gerektirir. Bu ilişkiler yaşamımızın
örüldüğü kumaşı oluşturur, yaşam akışına biçim verirler, onlar aracılığıyla
çevremizdeki dünyaya -iyi ya da kötü biçimde- katılırız. Bir
yaşam yapısı herhangi bir zamanda birçok ve çeşitli ögeler içerebilir.
Ama sadece bir ya da iki -nadiren üç- ögenin bu yapıda merkezi bir
yer tuttuğu görülmektedir. Çoğu zaman evlilik -aile ve meslek bir kişinin
yaşamının merkezi ögeleridir- Merkezi ögeler benlik için en anlamlı
ve yaşam akışmı geliştiren ögelerdir; bireyin zamanını ve enerjisini
en çok bunlar alır ve diğer ögelerin niteliğini güçlü bir biçimde etkilerler.
Yan ögelerin değiştirilmesi ya da bırakılması kolaydır, bunlara
benliğin yatırımı çok azdır ve kişinin yaşamına az bir etkiyle
değiştirilmeleri olanaklıdır.
İlk ve orta yetişkinlikte gelişim dönemleri. Levinson erkeklerin ve
kadınların yaşamındaki yaşam yapısının evrimini izlerken temel bir
değişmez örüntü bulduğunu belirtmektedir: Yaşam yapısı yetişkinlik
yılları boyunca yaşa bağlı dönemlerle görece düzenli bir sıra içinde
gelişmektedir. Şaşırtıcı olan, böyle bir düzenliliğin yetişkin gelişiminde
ortaya çıkması, ego gelişiminde, ahlak gelişiminde, meslek gelişiminde
ve yaşamın diğer özel yönlerinde var olmamasıdır.
Sıra, bir yapı-kurma ve yapı-değiştirme dizisinden ibarettir. Yapı
kurma (structure-building) döneminde ilk görevimiz bir yaşam yapısı
oluşturmak ve yaşamımızı onun içine koymaktır. Bazı temel seçimleri
yapmak, onların çevresinde bir yapı oluşturmak, değerlerimizi ve
amaçlarımızı bu yapının dışında izlemektir. Bir yapı kurmayı başardığımızda
yaşamın mutlaka rahat olması gerekmez. Bir yapı kurma
görevi çoğu zaman çok zahmetlidir ve umduğumuz kadar doyurucu
olmadığını görebiliriz. Yapı-kurma dönemi genellikle 5-7, en fazla 10
yıl sürer.
Bir geçiş dönemi varolan yaşam yapısını sona erdirir ve bir yenisi
için olanak yaratır. Her geçiş döneminin birincil görevleri, varolan
yapıyı yeniden değerlendirmek, benlikte ve dünyada değişim olanaklarını
araştırmak ve sonraki dönemdeki yeni bir yaşam yapısına temel
oluşturacak önemli seçimleri yapmaya yönelmektir. Geçiş dönemleri
genellikle beş yıl sürer. Yetişkinlik yaşamımızın yaklaşık yarısı gelişimsel
geçişlere harcanır. Hiçbir yaşam yapısı sürekli değildir, periyodik
değişim varoluşumuzun doğasında vardır.
Bir geçiş döneminin sonlarında kişi önemli seçimler yapmaya,
onlara anlam vermeye ve onların çevresinde bir yaşam yapısı kurmaya
başlar. Bu seçimler bir anlamda geçişin en önemli ürünüdür. Geçişin
bütün çabaları -işi ve evliliği iyileştirme, seçenek yaşam biçimlerini
keşfetme, kendisiyle barışık olma çabaları- gösterildiğinde seçimler
yapılmalı ve en iyisine yer verilmelidir. Kişi sonraki aşamaya geçmesine
aracı olacak bir yaşam yapısını yaratmaya başlamalıdır.
Levinson'un ilk ve orta yetişkinlikteki gelişim dönemleri (Tablo
9) aşağıda sıralanmıştır; her dönem belirli ortalama yaşlarda başlayıp
bitmekte, ortalamanın altında ve üstünde en fazla iki yıllık bir
farklılık olmaktadır.
Tablo 9
Levinson'a göre ilk ve orta yetişkinlikte gelişim dönemleri
ONYETİŞKİNLİK ÇAĞI: 0-22
İLK YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 17-45
İlk Yetişkinlik Geçişi: 17-22
ORTA YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 40-65
İlk yetişkinlik için yaşam yapısına giriş: 22-28
30 yaş geçişi: 28-33
İlk yetişkinliğin yaşam yapısını sonuçlandırma: 33-40
Orta Yaş Geçişi: 40-45
GEÇ YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 60-?
Orta yetişkinlik için yaşam yapısına giriş: 45-50
50 yaş geçişi: 50-55
Orta yetişkinkinliğin yaşam yapısını sonuçlandırma: 55-60
İleri Yaş Geçişi: 60-65
Kaynak: D.J. Levinson. 1986.
1. İlk Yetişkinliğe Geçiş: 17-22 yaşlar arasında yer alır, yetişkinlik
öncesi ile ilk yetişkinlik arasında gelişimsel bir köprü görevi görür.
2. İlk Yetişkinlik İçin Yaşam Yapısı Girişi: 22-28 yaşlar arasında
yer alır, yetişkin yaşamının ilk biçimini oluşturma ve sürdürme dönemidir.
3. 30 Yaş Geçişi: 28-33 yaşlar arasındadır. Giriş yapısını yeniden
değerlendirme, değiştirme ve sonraki yaşam yapısına temel yaratma
olanağı sağlar.
4. İlk Yetişkinliğin Yaşam Yapısını Sonuçlandırma: 33-40 yaşlar.
İlk yetişkinlik çağını tamamlama ve gençlik dileklerimizi gerçekleştirme
aracıdır.
5. Orta Yaş Geçişi: 40-45 yaşlar. Hem ilk yetişkinliği bitirmeye,
hem de orta yetişkinliği başlatmaya yarayan bir başka büyük geçiş
çağıdır.
6. Orta Yetişkinlik İçin Yaşam Yapısına Giriş: 45-50 yaşlar. Önceki
dönemin benzeridir, yeni bir çağdaki yaşama ilk temellerini sağlar.
7. 50 Yaş Geçişi: 50-55 yaşlar. Yaşam yapısına girişi değiştirmek
ve belki iyileştirmek için bir orta yaş olanağı sunar.
8. Orta Yaşın Yaşam Yapısını Sonuçlandırma. 55-60 yaşlar. Orta
yetişkinlik çağını sona erdirmemizin çerçevesini oluşturur.
9. Son Yetişkinlik Geçişi. 60-65 yaşlar. Orta ve son yetişkinlik
arasında yer alarak iki dönemi ayıran ve bağlayan sınır dönemidir.
İlk yetişkinliğin yaklaşık 17-33 yaşlar arasında yer alan baştaki
üç dönemi bu çağın 'acemilik evresi'ni oluşturur. Bu dönemler, ergenliğin
ötesine geçme, geçici ama zorunlu olarak bir yaşam yapısı girişi
oluşturma ve bu yapının sınırlarını öğrenme olanağını sağlar. 33-45
yaşlar arasındaki son iki dönem bu çağın çabalarının getirdiği "sonuçlandırma
evresi"dir. Benzer bir sıra orta yetişkinlikte de vardır. Orta
yetişkinlik de 40-55 yaşlar arasında üç dönemlik bir acemilik evresiyle
başlar. Orta Yaş Geçişi hem sona erme hem de başlamadır. 40 yaşlarımızın
başında ilk yetişkinliğimizin olgunluğu ve orta yetişkinliğin
bebekliği içindeyizdir. Her çağdaki acemilikleri, bir yaşam yapısı
girişini deneme ve bunu orta çağ geçişinde sınama ve değiştirme olanağını
buluncaya kadar sürdürürüz. Yalnızca yaşam yapısını sonuçlandırma
döneminde ve onu izleyen geçiş çağında bu mevsimin sonucunu
almaya ve sonraki basamağa geçmeye başlarız.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:15 AM
e. Gould'un dönüşüm kuramı
Roger L. Gould'un (1972-1975) yetişkinin gelişimine ilişkin kuramı
bu gelişimin bir dizi dönüşümden (transformations) geçerek
oluştuğunu kabul etmektedir. İnsanlar her dönüşümde benlik-kavramlarını
yeniden biçimlendirir, çatışmaları yeniden çözerler. Gould'un
kuramı Levinson'unkiyle aynı tarihlerde (1970'ler) kurulmuştur ve
onunkiyle koşutluk gösterir (ancak Gould'un kuramı her iki cinsi de
ele almaktadır); Levinson gibi Gould da yetişkinliği kararlı bir duygular
ve güdüler zamanı olmaktan çok, bir değişim zamanı olarak görür.
Gould'un dönüşüm kuramına göre genç yetişkinler dört evreden geçerler.
Ergenliğin sonunda başlayıp 22 yaşına kadar giden birinci evrede
(16-22 yaşlar) insanlar anababalarının dünyasından ayrılır ve
kimliklerini güçlendirirler. Özerkliğin yerleşmesiyle birlikte ikinci evreye
(22-28 yaşlar) geçer ve amaçlarını gerçekleştirmeye girişirler.
28-34 yaşlar arasında (Levinson'un 30 yaş geçişine benzer) bir geçiş
evresinden geçer ve önceki amaçlarını, evliliklerini yeniden değerlendirmeye
koyulurlar. Yaklaşık 35 yaşında hoşnutsuzlukları artar ve
yaklaşan orta yaşların farkına varmaya başlarlar; yaşam şimdi onlara
zor, belirsiz ve acılı gelebilir. 45 yaşına kadar süren bu istikrarsız evrede
bazı bekarlar evlenebilir, bazı evliler boşanabilir, bir ev kadını
çalışmaya başlayabilir, çocuksuz bir çift çocuk yapmaya karar verebilir.
Bu evrede tabloya yeni bir öge katılır: Zaman kavramı. Zamanın
baskısı hissedilmeye başlanır ve yaşamda yapılacak önemli değişimlerin
hemen yapılması gerektiği farkedilir. Çalışma güdüsü değişir,
meslek yaşamı sıkıcı gelmeye başlar. Yaşamın bu evresi, Levinson'un
orta yaş geçişinde olduğu gibi, kararsız, çalkantılı, sıkıntılı bir evredir.
Buna karşılık 45-50 yaşlar kararlı yıllardır. Evlilik doyumu artar, dostlar
daha önemli olur, paranın önemi azalır, yaşama olumlu bakılır.
Yaşama bu olumlu yaklaşım ellili yaşlarda artma eğilimi gösterir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:15 AM
Kuramların Değerlendirilmesi.
Yetişkin gelişimine ilişkin kuramlarda önümüze en çok çıkan
kavram geçiş (transition) kavramıdır. Geçişler, değişen yaşantılara
tepki olarak yaşamımızı yeniden düzenlememizi ya da amaçlarımızı
yeniden yapılandırmamızı içeren değişimlerdir. Evlenmek, işe girmek,
çocuk sahibi olmak, ev satın almak gelişimsel geçişlere yol açan olaylardır.
Hoffman ve arkadaşlarına (1994) göre, bu değişimlerin ne derece
stres kaynağı olduğu konusu geçişlerin doğasına ilişkin en önemli
kuramsal sorundur. Geçişlerin fiziksel ve psikolojik sıkıntıların yaşandığı
dönemler olduğu konusunda görüş birliği yoktur. Levinson'a göre
geçişler yüksek derecede stresli zamanlardır. Örneğin, onun incelediği
erkek deneklerin çoğu "30 yaş geçişi" sırasında ılımlı ya da ciddi bunalımlar
yaşamışlardır. Oysa, daha önce de belirtildiği gibi, Neugarten
bu görüşe katılmamaktadır. Neugarten'e göre geçişler ancak önceden
beklenmedikleri zaman yüksek derecede stres kaynağı olurlar. Eğer
bir olay önceden bekleniyorsa ve yaşam akışının normal bir parçası
olarak görülüyorsa çok az strese yol açabilir. Buna karşılık, eğer bir
olay normal yaşam akışmın parçası değilse, beklenen bir olay ortaya
çıkmıyorsa ya da bir olay erken ya da geç gelerek kişinin toplumsal
saatiyle çatışıyorsa büyük bir strese yol açabilir ve duygusal bunalımı
körükleyebilir. Örneğin, kadınlara yaşamlarındaki bunalımların sorulduğu
araştırmalarda, kadınların evlenmeyi ya da çocuk doğurmayı
değil, boşanmayı, trafik kazasını, iş değiştirmeyi ya da anababa ölümünü
yaşam akışlarını altüst eden olaylar saydıkları görülmektedir.
İki kuramcının görüşleri arasındaki fark geçişin kaynağı konusunda
ortaya çıkmaktadır. Neugarten'e göre geçişin nedeni fiziksel ya da toplumsal
olaylardır. Levinson'a göre ise kişinin içinde oluşan süreçlerdir;
çünkü eski gelişim görevleri uygunluğunu yitirmekte, yeni görevler
ortaya çıkmaktadır. Ona göre, örneğin boşanma içsel süreçlerin
nedeni değil sonucudur.
Hoffman ve arkadaşlarına (1994) göre geçişlerin doğası yanında
bir başka konu da, yetişkinliğin zamanı sorunudur. İlerde göreceğimiz
gibi, bir kişinin ne zaman olgun sayılacağı sorusunun yanıtı kolay
değildir (kronolojik yaşın iyi bir ölçüt olmadığını biliyoruz). Bütün
yetişkin gelişimi kuramlarında olgunluğun bazı ögeleri ortaktır: Yakınlık
kurma, sevme ve sevilme, cinsel tepki verme gibi. Yine bütün
kuramlar toplumsallığı, arkadaşları olmayı, özveride bulunmayı
vurgulamaktadır. Ayrıca, olgun insanlar yeteneklerini ve amaçlarını bilen,
üretici bir işe ilgi duyan ve onu yapmaya yeteneği olan kişilerdir.
Olgunluk sorununu incelemenin yollarından biri, yaşamın özel bir
anında karşılaşılan olaylarla başarılı biçimde başa çıkma yeteneğini
ele almaktır. Söz gelimi, Erikson'un kuramında erken yetişkinlikte olgunluk
başkasıyla yakın ilişki kurabilme yeteneğidir. Olgunluğu incelemenin
bir başka yolu da kişilerin benlik algılarına bakmaktır. Büyüdüğümüzü
hissetmemizi sağlayan nedir? Araştırmalar anababa olmanın
ve kendi gücüne dayanmanın en kesin olgunluk belirtisi olduğunu
göstermektedir. Olgunluk durmadan değişen beklentilere ve sorumluluklara
sürekli bir uyum sağlama sürecini içerir. İnsanlar evlenmeden
ya da çocuk sahibi olmadan, bir işte çalışmadan da olgun olabilirler;
onları olgun yapan, kim olduklarını, nereye gittiklerini, hangi amaçlar
için çalıştıklarını bilmeleridir (Hoffman ve ark., 1994).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:15 AM
4. Yetişkin Psikolojisinin Temel Sorunları
İlerde ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi, yetişkin psikolojisinin
ele aldığı iki temel sorun vardır. Bunlardan biri kişiliğin zaman içinde
değişip değişmediği sorunu, diğeri de zekanın yaşla birlikte azalıp
azalmadığı sorunudur.
a. Kişilik sorunu. İnsanlar ergenlikten yetişkinliğe geçerken ergen
ve yetişkin benlikleri arasında kesin bir süreksizlik yaşamazlar
genellikle. Bununla birlikte benlik-kavramı (self-concept) bazı değişimler
gösterebilir (benlik-kavramı, benliğe ilişkin algıların örgütlenmiş,
bütünleşmiş, tutarlı örüntüsü olarak tanımlanır). Çünkü benlik
kavramı içinde benliğe ilişkin şimdiki görüşler bulunduğu gibi, geleceğe
ilişkin olası değerlendirmeler de vardır. Bu olası benlikler
önemlidir, çünkü bunlar bir kişinin yapacağı ve yapmayacağı eylemleri
etkileyerek şimdiki davranışa yol gösterirler. Öte yandan, kişinin fiziksel
görünümü, yetenekleri, rolleri benlik-kavramıyla yakından ilişkilidir
ve bunlar da genç yetişkinlik sırasında kişilikte hem süreklilik
hem de değişim olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, kişiliğin
zaman içinde hem değişen hem de sabit kalan yönleri vardır.
Kişiliğin sürekliliği sorunu asıl orta yetişkinlik dönemi açısından
tartışılmaktadır. Orta yetişkinlik dönemine ulaşan bir birey kişiliğinin
ergenlikten beri önemli ölçüde değiştiğini düşünür; buna karşılık kişilik
orta yıllar boyunca oldukça sabit kalıyor görünmektedir. Araştırmalar
deneklerin aynı kişilik testine 20 yaşında ve 45 yaşında aslında
aynı yanıtları verdiğini, görünürdeki farklılığın bireyin gençlikteki
benliğine orta yaşlardaki bakışında ortaya çıktığını göstermektedir.
Kişilikleri yıllar boyunca görece aynı kaldığı halde insanlar kendilerini
değişmiş olarak algılamaktadırlar. Buradaki temel sorun değişimin
olası olup olmadığı değil, ne kadar olduğu ve önceden kestirilip
kestirilemeyeceği sorunudur. Araştırmalar kişiliğin bellibaşlı yönlerinin
yetişkinlik dönemi boyunca genellikle sabit kaldığını ortaya koymaktadır.
Örneğin, içtepisel ergenler içtepisel yetişkinler olmakta, utangaç
ergenler yine utangaç yetişkinler olarak kalmaktadır. Bu konuda boylamsal
araştırmaların kesitsel araştırmalardan daha güvenilir sonuçlar
verdiği de bilinmektedir. Kişiliğin en az sabit göründüğü dönem, bireylerin
meslek rollerine ve evliliğe girdiği genç yetişkinliğe geçiş
dönemidir; bu geçiş tamamlandıktan sonra kişilik yine kararlılık
kazanmaktadır. Bazı kişiler kişilik değişimleri gösterseler bile bunların
genellikle beklenmedik (eşin erken ölümü gibi) yaşantılarla bağlantılı
olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde, kişinin yaşamı köklü bir biçimde
değişmedikçe kişiliği de görece sabit kalmaktadır.
Bu durumda orta yaş bunalımı yaşantısı nasıl açıklanacaktır? Bilindiği
gibi, orta yaş bunalımı kavramı, orta yaşın gelişim görevleri
bir kişinin içsel kaynaklarını ve toplumsal desteklerini aşma tehdidini
yarattığında ortaya çıkan fiziksel ve psikolojik rahatsızlık durumunu
dile getirir. Levinson'un ve Gould'un yetişkinlik kuramlarında bu durumun
orta yaş geçişine eşlik ettiği kabul edilmektedir. Ayrıca popüler
yayınlar da böyle bir bunalımı yaşamın kaçınılmaz bir yönü olarak
sunmaktadırlar. Oysa boylamsal araştırmaların çoğu genel bir orta yaş
bunalımının varlığını saptayabilmiş değildir. Ne orta yıllarda ne de
başka bir dönemde böyle bir duygusal karışıklık zorunlu olarak yaşanmaktadır.
Bazı kişilerin kırklı yaşlarında yaşadığı bunalımlar insanların
otuzlarında ya da altmışlarında yaşadığı çalkantılardan daha fazla
olası değildir. Üstelik orta yaşların yaşamın en doyumlu dönemi olduğunu
kabul eden araştırmacılar da vardır. İlerde göreceğimiz gibi, birtakım
gelişimsel olaylar (evlenme, menopoza girme, emekli olma,
vb.) benlik-kavramında ve kimlikte değişimler yaratabilir, ama bunlar
beklenen zamanlarda geldiğinde bunalıma yol açmazlar; ayrıca beklenmeyen
değişimler bile her zaman kötü değildir.
Bilindiği gibi, yaşamdaki değişimlerle başetme yollarımız benliğimizi
nasıl algıladığımızı da etkilemektedir. Yetişkinlerin çoğu benlikleri
hakkında orta yaşların sonlarında yetişkinliğin başlarında olduğundan
daha iyi duygulara sahiptir. Araştırmalara göre yaşamdan en
az doyum alan kişiler genç yetişkinler, en doyumlu kişiler de elli yaşını
geçmiş yetişkinlerdir. Doyumdaki bu artışın kısmen benlik denetimindeki
artışın sonucu olduğu düşünülmektedir. İnsanlar orta yaşlarda
ilerledikçe sorularla başetmede ergenliktekinden ve genç yetişkinliktekinden
daha olgun yollar kullanmakta, daha gerçekçi olmaktadırlar.
İleri yaşlardaki duruma gelince, yetişkinlik kuramları yaşlanmanın
kişilik üzerindeki etkisinin cinsler açısından farklılık gösterdiğini
öne sürmektedirler. Benlik-kavramındaki cinsiyet farklılıkları yetişkinliğin
ileri yıllarına doğru ilerledikçe azalmaktadır. Buna göre, erkekler
ve kadınlar ergenliğin sonlarında ve yetişkinliğin başlarında tamamen
farklıdırlar, buna karşılık ileri yıllarda birbirlerine benzer olurlar.
Yaşlı erkekler kendilerini eskisinden daha az egemen ve daha
fazla işbirliğine yatkın görürler; yaşlı kadınlar ise kendilerini
gençliklerindekinden daha az boyun eğici ve daha fazla atılgan, otoriter ve
yetenekli bulurlar. Bu değişimin olası nedenleri ilgili bölümlerde
tartışılmaktadır. Öte yandan, benlik-kavramında ve benlik saygısında
sorunlar yaşandığında yaşlı erkeklerin ve kadınların tepkisi farklı
olmaktadır. Örneğin, yaşlı erkekler kadınlardan daha fazla alkole yönelmekte,
yaşlı kadınlar da erkeklerden daha fazla depresyona girmektedir.
Stres, özellikle denetim duygusu aşındığı ya da toplumsal destek
yitirildiği zaman yıkıcı olmaktadır.
b. Zeka sorunu. Kişilikte olduğu gibi zeka alanında da değişim
sorununu bakış açısına göre yorumlamak olanaklıdır. Zekaya testlerdeki
başarı açısından bakıldığında yaşla birlikte düzenli bir düşüs
görülür, buna karşılık deneyim bu tabloyu tersine çevirmektedir. İleri
yaşlardaki birçok yetişkinin üretici etkinliği nicelik açısından azalmakta,
ama nitelik açısından sabit kalmaktadır.
Bilindiği gibi, psikometrik ölçümlerdeki puanlar yaşla birlikte
azalma eğilimi göstermekte, buna karşılık yetişkinlerin edimi (performans)
yüksek düzeyde kalabilmektedir. Şu halde, yalnızca ZB puanının
ölçülmesi yetişkin zekasının belirlenmesinde yeterli bir yol değildir.
Zekanın çeşitli görünümleri farklı yönlerde değiştiğine göre,
aynı bir ZB puanının farklı yaşlarda farklı anlamlara geleceği söylenebilir.
Kesitsel araştırmalar, birçok yeteneğin orta yaşların başlarında
en üst noktaya çıktığını, sonra ellilerin sonlarına ya da altmışların
başlarına kadar süren bir platonun geldiğini, bunu yetmişlerden sonra
hızlanan aşamalı bir düşüşün izlediğini göstermektedir. Ancak zekanın
bütün yönlerinin aynı biçimde yaşlanmadığı puanların incelenmesinden
ortaya çıkmaktadır. Örneğin, birikimli zeka'yı ölçen sözel
ölçeklerin puanları altmışlı yaşların ortalarına kadar artmayı sürdürmektedir.
Buna karşılık akıcı zeka puanları orta yetişkinlikte sabit kalmakta,
ama yaşamın geri kalan yıllarında düşüş göstermektedir. Klasik
yaşlanma örüntüsü adı verilen bu örüntünün evrensel olduğu kabul
edilmektedir; yani bu örüntü cinsiyet, sosyoekonomik düzey, toplumsal
sınıf, etnik köken farkı tanımaksızın geçerli görünmektedir. Öte
yandan, boylamsal araştırmalar zeka bölümü puanlarındaki bölük
farklıklarını ve bireysel farklılıkları göstermektedir. Hem zekanın
farklı yönlerindeki değişimler, hem de farklı araştırma türlerinin ortaya
koyduğu farklı bulgular ilgili bölümlerde ele alınmaktadır. Burada
ele alacağımız son bir olgu sonul düşüş kavramıyla ilgilidir. Bu
kavram sağlık ile zeka bölümü arasındaki bağlantıya dayanmakta ve
ZB puanlarında ölümden hemen önce ortaya çıkan önemli düşüşü dile
getirmektedir. Buradaki düşüş yaşa değil, ölümlülüğe bağlıdır ve açık
bir biçimde bedensel bozulmanın ya da hasarın sonucudur. Bazı boylamsal
araştırmalara göre bu keskin düşüş ölümden önceki beş yıl süresince
ortaya çıkmaktadır, bazılarına göre de yaşamın son on ayı ile
sınırlıdır (Hoffman ve ark., 1994).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:15 AM
GENÇ YETİŞKİNLİK
"Genç yetişkinlik" (young adulthood) dönemi, yetişkinliğe girişi
temsil ettiği için insan yaşamındaki en önemli dönüm noktalarından
biridir. Bu nedenle, ergenlikteki gelişim bir bakıma yetişkinliğe hazırlanma
olarak görülebilir. Ancak kişi ergenlikten çıkıp hemen yetişkinliğe
giriyor da değildir.
Yetişkinlik döneminin evreleri ve yaş sınırları çeşitli yazarlarca
farklı biçimde belirtilmiştir. Neugarten ve Moore (1968) yetişkinlikte
üç dönem ayıt ederler:
1) Genç yetişkinlik: 20-30 yaşlar.
2) Orta yıllar ya da orta yetişkinlik: 40'lar, 50'ler ve 60'ların
başları.
3) Yaşlılık: 65 ve sonrası.
Genç yetişkinlik döneminin yaşları konusunda da tam bir anlaşmanın
olduğu söylenemez. Örneğin Havighurst'e göre 18-35, Erikson'a
göre 20-40. Bühler'e göre 25-45 yaşları arası genç yetişkinlik
dönemidir. Bu farklılık, değişik sosyoekonomik sınıfların, ulusların,
kültürlerin koşulları, tarihsel olaylar, kişilik farklılıkları gibi
etkenlerden kaynaklanmaktadır. Bu olağan değişkenlik nedeniyle yetişkinlik
evrelerini yaş olarak kesin bir biçimde göstermek çok güçtür.
Bir başka güçlük de, günümüz gençliğinde görülen değişimlerden
kaynaklanmaktadır. Günümüzde genç insanlar daha hızlı büyümekte,
ancak gelişimlerini daha uzun zamanda tamamlamaktadırlar.
Böylece, çocukluğun son günleri ile yetişkinliğin bağımsızlık dönemi
arasındaki zaman süresi gittikçe uzamaktadır. Günümüzde artık lise
diploması zorunluluk kazanmış, üniversite diploması ise iş bulma
güvencesi olmaktan çıkmıştır; böylece gençliğin karşılaştığı sorunlar
artmakta, bunları çözmede harcanan süre de uzamaktadır. Bu yüzden
kimi yazarlar ergenliğin son dönemi (17-21 yaşlar) ile genç yetişkinlik
arasında bir ara dönemden söz etmektedirler. Bu dönem, insanların
"genç erkek", "genç kadın" olarak nitelendikleri dönemdir. Bu ara dönemde
bir yandan ergenliğe göre daha kararlı özellikler gösterilmekte,
ama öte yandan genç yetişkinliğin normatif özelliklerine (işe girme,
evlenme, anababa olma) tam anlamıyla ulaşılmış olunmamaktadır. Bu
ara dönem, örneğin yüksek öğrenimini henüz sürdürmekte olan, işe
girmiş ama evlenmemiş ve askerliğini yapmakta olan vb. gençler için
geçerli olabilir.
Bu bölümdeki açıklamalarda genç yetişkinlik bir bütün olarak ele
alınacaktır. Yaş sınırlarını belirlemedeki güçlük nedeniyle, genç
yetişkinlik, psikolojik olgunluk ve toplumsal bağlamlar açısından
değerlendirilecektir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:15 AM
İ. GENÇ YETİŞKİNLİKTE PSİKOLOJİK OLGUNLAŞMA
1. Olgunluğun Tanımlanması
Genellikle yetişkinlik' "olgunluk" dönemi sayılır. Kişilik kuramlarının
çoğu olgunluğu, genç yetişkinlik sırasında gelişen bir olgu olarak
tanımlar. Kişilik kuramları olgunluğun psikolojik nitelikleri konusunda
da uzlaşırlar: Sevecenlik, cinsel duyarlılık, sevme ve sevilme
yetisi, toplumsal olma yetisi, başka insanlar yetiştirebilme yetisi, vb.
Ayrıca, olgun kişiler kim olduklarının, kişisel güçlerinin ne olduğunun
bilincinde olan kişilerdir. Olgun kişi durağan değildir, sürekli değişim
ve yeniden uyum gösterir, kendini yeniler. Olgunluk sonul bir ürün de
değildir, sürekli bir oluşumun durmadan yenilenen sonucudur. Kişilik
kuramcıları olgunluğu, bir tür ulaşılan plato ya da sonuncu durum olarak
değil, bir oluşum süreci olarak görürler. Olgunluk bireylerin, yaşamın
gereklerine ve zorunluluklarına başarılı bir biçimde uyum sağlamaları
ve bunlarla esnek bir biçimde başa çıkabilmeleri için sürekli
değişim gösterme yeteneğidir. Olgunlaşma süreci bizimle dünya arasında
hiç bitmeyecek bir uyum arayışıdır. Kuşkusuz, toplumsal beklentiler,
bireyin yaşamının nesnel koşulları, yeteneklerdeki bireysel
farklılıklar olgunluğa ulaşmayı etkileyecektir. Buna karşın Maslow olgunluğu,
toplumun bireyin insancıl gelişimine gizil bir engel oluşturduğu
yerde, "insancıl yönelimin egemenliği" olarak tanımlar. Aşağı ve
yüksek düzeydeki gereksinmeler birbiriyle etkileşir, fakat bireyi
olgunluğa götüren gereksinmeler yüksek düzeydeki gereksinmelerdir,
yani "kendini gerçekleştirme" ve "bilimsel anlayış"tır. Kendini
gerçekleştiren kişi aşağı gereksinmeleri aşmıştır; özsaygı, başkalarına
bağlılık, insancıl bir kişi olarak büyümeye istekli olma özelliklerini
gösterir. Rogers'ın deyişiyle, olgun kişi, kendine güvenerek ve kendi
yaşantılarını kabul ederek tam bir işleyişe ulaşan kişidir, karşı karşıya
olduğu gerçekliğin tüm yönlerine uyum sağlama gereksinmesini duyan
kişidir. Olgun kişi kendi çevresini oluşturur ve kendisini ve başkalarını
nesnel bir biçimde algılamaya yeteneklidir; bireysel bir kimlik
ve bütünleşmiş bir kişilik kazanmıştır; kendi yaşam düzeyi için gerekli
gelişim görevlerini başarır ve şimdiki zamanla ve gelecekle başa
çıkmak için gerekli yetenek ve becerileri geliştirir.
Gordon W. Allport'a (1961) göre olgun kişiliğin özellikleri şunlardır:
1) Geniş bir benlik duygusuna sahip olmak, 2) Başkalarıyla
hem yakın ilişkilerde hem de genel ilişkilerde sıcak bağlar kurmaya
yetenekli olmak, 3) Temel bir duygusal güvenliğe sahip olmak ve kendini
kabul etmek, 4) Dış gerçeklikle bağlantı içinde, atılımla algılamak,
düşünmek ve eylemde bulunmak, 5) Kendini gerçekleştirmeye,
içgörüye ve humor'a yetenekli olmak, 6) Bütünleşmiş bir yaşam felsefesiyle
uyum içinde yaşamak.
Olgun kişiliğin bu ögelerinin temeli olumlu bir benlik-kavramıdır.
Benlik-kavramı (self-concept), zaman içinde kendimiz konusunda
sahip olduğumuz görüştür. Benlik-kavramı toplumsal etkileşime
dayanarak gelişir. Çünkü çevreden alınan geri bildirimlere dayanır.
Benlik-kavramı benlik-imgesi'nden çok daha bağımsız ve kararlıdır.
Benlik-imgesi (self-image), bizim kendimize ilişkin ve biz bir
toplumsal durumdan diğerine geçtikçe değişen ve görece geçici olan
zihinsel resimlerdir. Benlik-kavramının davranışlarımız üzerindeki etkisi
kuşkusuz daha önemlidir.
Ergenlikten genç yetişkinliğe geçerken benlik-kavramında önemli
değişimler görülmez, daha çok, bir kararlılık kazanma söz konusudur.
Genç yetişkin temelde ergenlikteki aynı insandır. Ancak genç yetişkinler,
sorunlarla başa çıkmada daha büyük bir yetenek ve dünyayla
ilişkilerde daha büyük bir kavrayış gösterirler. Bu gelişmede cinsel
rollerin öğrenilmesi çok önemli bir etkendir. Erkek ve kadın davranışlarında
kültürel beklentilerin etkisi çok büyüktür. Örneğin kadınlar,
"uygun" kadın davranışının edilgin, duygusal, akıldışı olması gerektiğini
"öğrenirler"; kendi yaşamları üzerinde erkekten daha az bir denetim
iradesi geliştirirler; özellikle erkeklerle yarışmak zorunda oldukları
alanlarda başarılarını beceri ve akıllarından çok "şans"a bağlarlar.
Ancak günümüzde genç yetişkinler bu geleneksel kalıpyargıları
aşabilmektedirler.
Genç yetişkinin kişiliğindeki olgunlaşmanın çeşitli yönlerini betimlemeden
önce, bellibaşlı kişilik kuramlarının olgunluk modellerini
topluca göstermekte yarar var. Tablo 10'daki modellerde görülen farklılıklar
olgun yetişkini tanımlamada karşılaşılan temel sorunları da ortaya
koymaktadır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:15 AM
2. Olgunlaşma Yönleri
Robert W. White (1966), yetişkinliğe geçiş yıllarında olgunlaşmada
beş doğrultu saptamıştır.
a) Ego kimliğinin yerleşmesi. Genç yetişkinliğin temel özellikleri
genellikle ergenlikte ulaşılan zihinsel olgunluğa dayanır. Piaget'in
gelişim kuramı çerçevesinde, soyut işlemler (formal operations)
dönemi zihin gelişiminin en üst düzeyidir. Soyut işlemlerle ergen ilk
kez soyut düzeyde düşünebilir, varsayımlar kurabilir, akıl yürütebilir.
Bu yetenek aracılığıyla kendisinin kim olduğunu ve evren içindeki yerini
belirleyebilir. Böylece, insan olarak, toplumun bir üyesi olarak,
evrenin bir yaratığı olarak bütünleşmiş bir benlik duygusuna ulaşabilir.
Kendisini soyut olarak "bir başkasının bakış açısından" (G. H.
Mead) görebilir. Cinsel, toplumsal, siyasal ve ahlaki açıdan kim olduğuna
ilişkin duygusunu, belirtileri "süreklilik", "bütünlük" ve "bütünleşme"
(Erikson) olan soyut bir kimlik duygusu içinde bütünleştirmeye
yetenekli olmaya başlar. Ergenin zihin gelişimi kimlik sorununu
çözebilecek karmaşıklığa ulaşmıştır. Ancak zihinsel olarak bu
düzeye ulaşmış olmak bu sorunların tümünü çözmüş olmak anlamına
gelmez. Bu sorunlar psikolojik ve toplumsal niteliktedir ve büyük ölçüde
kültür tarafından belirlenirler. Ergen genç yetişkinliğe yaklaştıkça
bu sorunların çözümlerini keşfeder. Genç yetişkinlikte kimliğe
ilişkin en önemli sonuç, birey ile toplumsal sistem arasında kurulan
ilişkidir. White'a göre kimliğin kararlılık kazanması, yetişkin yaşamın
görece sürekli olan toplumsal rollerinin benimsenmesiyle olur. Bu rollere
bağlanılması ölçüsünde kimlik duygusunun gelişmesi de güçlenir.
Yetişkin rollerine katılma derinleştikçe, genç yetişkin katılımının üslubu
ve oynadığı rollerin bütünleştirilmesi konusunda kararlar almaya başlar.
Tablo 10 Yetişkin Olgunluğu Modelleri
Model/Kuram: Psikanalitik Kuram
İnsan ya da Davranış Kavramı:
a) Yaşamda erkenden belirlenmiş; psikoseksüel; içgüdüsel
b) Psikososyal
Çarpışan Güçler:
Bilinçdışı güdüye karşı bilinçli güdü; id ve süperegoya
karşı ego
Toplumsal kökenin yön verilmiş çatışmaları
Olgunluk Standardı:
Genital cinsellik; en cinsel ve saldırgan dürtülerin
yüceltilmiş anlatımı
Güçlü ego ve yakınlık kurma yetisi
Öncü Kuramcılar:
Freud
Model/Kuram:
Öğrenme Kuramı U-T Kuramı
İnsan ya da Davranış Kavramı:
Dış olasılıklarla belirlenmiş
Çarpışan Güçler:
İç dürtülere karşı dış pekiştirmeler
Olgunluk Standardı:
Tepkinin anksiyeteden kurtulmuş hiyerarşiler
Öncü Kuramcılar:
Erikson
Model/Kuram:
Benlik Kuramı
İnsan ya da Davranış Kavramı:
Kendini gerçekleştirme; temel olarak iyi
Çarpışan Güçler:
Organizmik iç tepilere ve dürtülere karşı benlik kavramı
Olgunluk Standardı:
Kendini kabul etme; iç değerlendirme odağı
Öncü Kuramcılar:
Rogers
Model/Kuram:
Personalistik Kuram
İnsan ya da Davranış Kavramı:
Bireyselci ve tek
Çarpışan Güçler:
Özel çabaya karşı çevresel sınırlamalar
Olgunluk Standardı:
Benlik duygusunun genişlemesi; bütünleşmiş
yaşam felsefesi
Öncü Kuramcılar:
Allport
Model/Kuram:
Varoluşçu Kuram
İnsan ya da Davranış Kavramı:
Dünyada bir yabancı
Çarpışan Güçler:
Eigenwelt'e karşı Dasein (anksiyete, umutsuzluk, ölüm)
Olgunluk Standardı:
Otantik varoluş
Öncü Kuramcılar:
Heidegger, Binsvanger
Model/Kuram:
İnsancıl Kuram
İnsan ya da Davranış Kavramı:
Belirlenmemiş; verili, fakat gereksinmeye bağlı
Çarpışan Güçler;
Aşağı gereksinmelere karşı yüksek değerler ve
otantik insanlığın evrensel idealleri
Olgunluk Standardı:
Kendini tamamlama; en yüksek değerlere bağlanmış yaşam
Öncü Kuramcılar:
Bühler, Maslow
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:16 AM
b) Kişisel ilişkilerin özgürleşmesi. White'ın belirttiği ikinci
büyüme çizgisi, ilişkinin diğer insanların gerçek doğasına gitgide daha
duyarlı duruma gelmesidir. İnsanlararası ilişkiler, gitgide daha fazla
biricikliği içinde değerlendirilen tek bir kişiyle ilişkiye dönüşmekte ve
gitgide daha az kendi gereksinmelerini, düşlemlerini yansıttığı bir
ilişki olmaktadır. Erikson, tek ve biricik olan bir başka kişiyle özgür
olarak ilişkiye girebilmek için, kişinin ilişkide kendisinin kim olduğu
konusunda gelişmiş bir kimlik duygusu olması gerektiğini savunur.
Gelişen kimlik duygusu, genç yetişkinlikte kurulan ilişkilerdeki artan
geçicilik ve süreklilikle birlikte, başkalarının biricik (unique) oluşunu
kendi kimliğinin sağlam temelinden hareketle keşfetmeye katkıda bulunur.
White'ın belirttiği ilginç bir nokta da, beklenmeyen etkileşimlerin
önemidir. Bir başkasının beklenmeyen bir davranışı karşısında
şaşırdığımız zaman o insanın tek ve biricik oluşuna daha fazla uyum
sağlarız; yine bunun gibi, bizden beklenmedik biçimde farklı olan biriyle
etkileşime girdiğimizde bu bizi kişilerin tek ve farklı oluşu konusunda
daha duyarlı kılar. Beklenmedik etkileşimler kendimizi tanımamıza,
kişisel ilişkileri derinleştirmemize yardımcı olur.
c) İlgilerin derinleşmesi: Bu üçüncü büyüme çizgisi kişilerin
ilgilendiği ve uğraştığı etkinliklerde izlenebilir. White'a göre genç
yetişkinlik, ilgilerin derinleştiği ve girişilen işlerin yürekten yapıldığı
bir dönemdir. Uğraşlar ve ilgiler mesleki ya da özel olabilir, ancak ortak
özellikleri gerçek bir başarı elde etme amacıyla yapılıyor olmalarıdır.
Bir başka özellik, bireyin ilgi duyduğu alanla uğraşmaktan yarar
beklemeksizin zevk almasıdır. Burada, bireyin kendisine ilginç gelen bir
etkinliği ele alması, sadece o etkinlikten zevk duyması, bu zevkin de
ilgiyi derinleştirmesi biçiminde gelişen bir süreç söz konusudur. İlginin
bu biçimde derinleşmesi sonuç olarak kimliğin kararlılık kazanmasını
ve buna bağlı olarak meslek seçimini, başka hir insana duyulan
ilgiyi etkiler.
d) Değerlerin insancıllaşması. Piaget ve Kohlberg tarafından
yapılan ahlak gelişimi çalışmaları, genç yetişkinlerde üst düzeyde soyut
ahlak felsefesi gelişimi için yeterli gizilgücün var olduğunu göstermiştir.
Soyut bir ahlak felsefesi oluşturma yetisi bütün yetişkinlik
boyunca sürüp gidcr. Genellikle toplumlarda daha alt düzeyde ahlaki
yargılar geçerli olduğu halde genç yetişkinler, yeni kazandıkları bu yetiyi
daha insancıl değerler geliştirme yönünde kullanırlar. Genç yetişkinler
kendi kişisel deneyimlerini değerler sistemine katar ve kimliğin
gelişen açıklık ve kararlılığını yansıtan kendi kişisel değerler sistemini
oluştururlar; bu sistem, daha özgür ve derin ilişkiler kurdukları insanlar
aracılığıyla gelişen kişisel deneyimlerinin bir sentezidir. Bütün bu
süreçler ideal olarak daha insancıl değerler doğrultusunda gelişirler.
e) Özen ve bakımın genişlemesi. Bu büyüme çizgisi kısmen
değerlerin insancıllaşmasını yansıtır, aynı zamanda diğer insanların
durumlarına duyulan duyguları da içerir. Bu eğilim, başkalarına gittikçe
artan bir sempati duymayı ve onların duyguları konusunda derin
bir özen geliştirmeyi içerir. Bu özellikler sadece sevilen kişiye değil,
yoksullara, baskı altında olan, fiziksel ya da ruhsal rahatsızlıkları olan
kişilere de yöneliktir.
Yukarıda açıklanan büyüme çizgileri genellikie Erikson'un kimlik
ve yakınlık açıklamalarını tamamlayıcı niteliktedir. Bu büyüme
çizgileri her toplumda ergenliğin son ve yetişkinliğin ilk yılları için
gizil niteliktedir. Ancak bütün genç yetişkinlerin bu gizil-güçleri sonuna
kadar harekete geçirdikleri söylenemez (D.C. Kimmel, 1974)
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:16 AM
3. Olgunlaşmada Güçlükler
Genç yetişkin kimlik oluşumunun son basamaklarındadır, kendi
kimliği ile toplumsal sistem arasında bağ kurmaya çalışmaktadır,
yakınlık kurmadaki ilk adımlarıyla başkalarını özel, biricik ve cinsel
varlıklar olarak keşfetmeye başlamıştır. Genç yetişkinlik, bireyin kendini
yetişkin olarak gördüğü, başkalarının da ona yetişkin muamelesi
yaptıkları, böylece bireyin benliğinin alıştığının dışında değişimler
gösterdiği bir dönemdir. Toplumsal karmaşıklığın ve değişimin daha
az olduğu toplumlarda bu gelişmeler ergenlik döneminde yer alır ve
orada sonuçlanır. Oysa, çok karmaşık ve hızla değişen toplumlarda bu
gelişmeler, Keniston'un (1968) "gençlik", Kimmel'in (1974) "genç yetişkinlik"
ve bizim "genç yetişkinliğe geçiş" adını verdiğimiz dönemde
yer almaktadır. Bu dönemde karşılaşılan ilk sorunu Keniston "bireyselleşmeye
karşı yabancılaşma" olarak adlandırmaktadır.
a) Yabancılaşma. Genç yetişkin kendi kimliği ile toplumsal
rolleri arasındaki bir uzlaşma sağlamadığı zaman yabancılaşma duyacaktır.
Kim olduğuna ilişkin duyguları ile toplumun beklenti ve istekleri
arasında, toplumdaki meslek, evlilik, anababalık rolleri arasında
bireysel bir uygunluk kurulamadığında yabancılaşma tehlikesi ortaya
çıkar. Bireysellik duygusunun oluşumunda kişi hem kendi iç dünyasına,
hem de dışardaki toplumsal dünyaya yönelir. İçe dönmede bireyin
topluma yabancılaşması, dışa dönmede de bireyin kendisine yabancılaşması
söz konusu olabilir
b) Uyuşturucu. Genç yetişkinlikte uyuşturucu kullanımı, bir
bakıma, etkin bireyselleşme ve yoğun bireysel yaşantı arama yoludur.
Özellikle gelişmiş toplumlarda uyuşturucu -geleneksel toplumdaki alkol
ve tütün gibi- bir yetişkinlik simgesi olarak görülmektedir. Ayrıca
uyuşturucu bir alt-kültür simgesi ya da başkaldırma aracı olarak da
algılanmaktadır. Genç yetişkinler arasında uyuşturucu kullanımının,
egemen kültürden farklı bir yaşam biçimi sürdürme umutlarından kaynaklandığı
söylenebilir. Böylece uyuşturucu kullanımı, kültürel normların
baskısından kurtulmuş bir bireysel kimlik duygusu edinme çabası
ile yabancılaşma sürecinin bir yönünü yansıtmaktadır.
c) Cinsellik. Ergenlik ve genç yetişkinliğin en zor sorunlarından
biri de, toplumun erinlik ile yetişkinlikteki evlilik arasındaki
dönemi bir "cinsel moratoryum" dönemi olarak görmek istemesidir.
Buna göre, genç kadınlar cinselliği hiç düşünmez ve istemezler; genç
erkekler ise düşünebilir, ama sınırlamak zorundadırlar. Oysa gerçekte
durum çok farklıdır. Sorenson'un Birleşik Devletler'de çok geniş bir
örneklem üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırma, 13-19 yaşlar arasındaki
deneklerin yarısının (erkeklerde % 59, kızlarda % 45) cinsel etkinliğe
girdiğini göstermiştir. Ergenlikte artış gösteren bu cinsel ilişki
oranı doğal olarak genç yetişkinliğe de uzanmaktadır. Ancak bu artışla
birlikte birtakım sorunlar da çıkagelmektedir: Ortalama evlenme yaşı
yükselmekte, evlilik geciktirilmektedir, dolayısıyla diğer yetişkinlik
rolleri de ileriye bırakılmaktadır. Bu noktada, geleneksel normlara mı
yoksa çağdaş normlara mı uyulacağı sorunu genç yetişkinlerin en
önemli sorunudur. Özellikle gelenekselliğin baskılarıyla çağdaşlığın
belirtilerinin birlikte bulunduğu toplumlarda bu sorun daha da ağır
basmaktadır. Bireyin, kendi standartlarını seçme özgürlüğü ile katı kurallara
boyun eğme zorunluluğu arasında kalması gerilime yol açmaktadır.
Günümüzde değişim yalnız cinsel davranışlarda değil, yakınlığa
karşı tutumlarda ve yakın ilişkinin doğasında da ortaya çıkmaktadır.
Duygusal olarak yakın olan çiftler artık cinsel ilişkiyi de doğal
görmektedirler. Ancak, cinsel normlardaki bu değişimlere karşın genç
yetişkinlik cinsel yönden güçlükleri olan bir dönemdir. Bireyselleşme
süreci içinde olan genç insan, bu süreç içerisinde cinsel kimliği ile ne
yapacağı sorusuna da bir yanıt bulmak zorundadır. Seçeneklerin çokluğu,
seçim yapma ve seçiminin sorumluluğunu üstlenme zorunluluğunu
da birlikte getirmektedir (D.C. Kimmel, 1974).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:16 AM
4. Gelişim Görevleri
Havighurst'ün gelişim psikolojisine en önemli katkılarından biri
"gelişim görevleri" kavramıdır. Gelişim görevleri kavramı, insanın,
yaşamının özel dönemlerinde sahip olması gereken belirli beceriler,
yetenekler ya da görevleri dile getirir. Bu görevlerin yerine getirilmesi
bireyin yaşamının bir sonraki dönemindeki ya da evresindeki gelişimi
için önemlidir. Havighurst'ün gelişim görevleri kavramı evrensel olarak
kabul edilmemiştir, gene de gelişim psikolojisi için önemli bir
katkıdır. Aslında Havighurst gelişim görevlerinin birbiri ardına
başarılmasının mutlaka olgun bir birey yaratacağını söylemez, ama bu kavram
olgun bir birey olmaya ilişkin diğer kavramlar kadar dikkate değerdir.
Havighurst'e göre gelişim görevi, "bireyin yaşamında belirli bir
dönemde ya da o dönem konusunda, başarılması bireyin mutluluğuna
ve sonraki görevleri başarmasına rehberlik eden, başarılmaması bireyde
mutsuzluğa, toplumca onaylanmamaya ve sonraki görevlerde
güçlük çekmeye yol açan bir görevdir."
Gelişim görevleri, devinimsel (motor), zihinsel (intellectual),
duygusal (emotional) ya da toplumsal (social) olabilirlerse de, hepsi
de sonunda "psikososyal" alana yönelirler. Havighurst gelişim görevlerini
çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemleri ve bunların alt dönemleri
için birer birer açıklamıştır. Aşağıdaki tabloda sadece yetişkinliğe
ilişkin görevler gösterilmektedir, bu görevlerin açıklanması ilgili
bölümlerde yapılacaktır.
Tablo 11
Yetişkinlikte Gelişim Görevleri
Genç Yetişkinlik;
1. Eş seçimi.
2. Eşle birlikte yaşamayı öğrenme.
3. Bir aile kurma.
4. Çocuk yetiştirme.
5. Bir evin işlerini yürütme.
6. Bir uğraş başlatma.
7. Yurttaşlık sorumluluğunu üstlenme.
8. Uygun bir toplumsal gruba katılma.
Orta Yaşlar;
1. Yetişkinliğin yurttaşlık ve toplumsal
sorumluluğunu başarma.
2. Yaşamak için ekonomik bir standart oluşturma
ve sürdürme.
3. Yetişkinliğin boş zaman etkinliklerini geliştirme.
4. Ergen çocuklara sorumlu ve mutlu yetişkinler
olmada yardım etme.
5. Bir eşle bir kişi olarak ilişki kurma.
6. Orta yaşın fizyolojik değişimlerini kabul etme
ve bunlara uyum sağlama.
7. Yaşlı anababaya uyum sağlama.
İleri Yaşlar;
1. Fiziksel güçteki ve sağlıktaki düşüşe uyum sağlama.
2. Emekliliğe ve gelir azalmasına uyum sağlama.
3. Eşin ölümüne uyum sağlama.
4. Yaş grubuyla açık bir bağlılık kurma.
5. Toplumsal ve yurttaşlık yükümlülüklerini yürütme.
6. Yaşamın doyumlu fiziksel düzenlemelerini yapma.
Kaynak: R.J. Havighurst. Human Development, 1953. aktaran Liebed ve
Wicks-Nelson. 1981.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:16 AM
5. Bireysel Gelişim
Burada genç yetişkinliğin önce fiziksel, sonra zihinsel gelişim
boyutları söz konusu edilecektir.
a) Fiziksel değişimler. Genç yetişkinler fiziksel gelişimlerinin
doruğundadırlar. Aşağı yukarı 25 yaş ile 50 yaş arasındaki fiziksel-
biyolojik gerileme derece derece ortaya çıkar ve çok yavaştır. Birçok
erkek yetişkin en yüksek boya aşağı yukarı 21 yaşlarında ulaşır. 25-30
yaşlarında yetişkinler kas gücü'nün en üst düzeyine ulaşırlar, 30-60
yaşlarında da güçlerinin % 10'unu yitirirler. 60-70 yaşları arasındaki
en üst güç 20'lerdeki gücün ancak % 80'i kadardır. Fiziksel dayanma
ya da uzun süre çalışma gücü de yaşla birlikte azalmaktadır; ancak,
çok zorlu olmayan işlerdeki fiziksel dayanma düşüşü kas gücü azalmasından
daha yavaş olmaktadır; öte yandan, fiziksel dayanma gücündeki
düşüş hareketli insanlarda durgun ve uyuşuk olanlara göre daha azdır.
Yetişkin insanlar çevrelerini örgütlemede ve uyum sağlamada
duyusal yeteneklerine bağımlıdırlar. İnsan etkileşiminde etkili bir
iletişim kurma yetisi büyük ölçüde duyulara (görme, işitme, dokunma,
tat alma, koklama) bağlıdır. Yaşlı yetişkinler uyaranların yoğunluğunun
az olduğu (hafif ses, hafif koku, az ışık) durumlarda güçlük çekerler.
Görme ve görme uyumu 20 yaşında en üst düzeydedir; bu yaş
aynı zamanda ilk özürlerin ve kalıtsal bozuklukların ortaya çıktığı
yaştır. 1) Sinir sisteminin işleyişinde ileri yaşlara kadar belirgin olarak
ortaya çıkmayan yavaş bir düşüş vardır; bu düşüş görme de içinde olmak
üzere bütün davranışı etkiler ve hemen hemen bütün işleyiş ve
süreçlerde bir yavaşlamaya neden olur. 2) Ayrıca gözbebeği çapında
yaşla ortaya çıkan daralma nedeniyle göze giren ışık miktarı da azalır,
bu yüzden yaşlılar iyi aydınlatılmamış yerlerde görme güçlüğü çekerler.
3) Yaşlı yetişkinin ışığa uyum sağlaması da genç yetişkinden
daha fazla zaman alır. 4) Göz karanlığa uyum sağladığında (yaşlılarda
daha fazla zaman alır) görülebilen en az ışık yoğunluğunda yaşla birlikte
bir düşüş vardır. Bu en az ışık yoğunluğunun yetişkin tarafından
görülebilmesi için 20 yaşından sonra her on üç yılda iki kat artması
gerekmektedir. 5) Görme keskinliği çocukluk ve ergenlikte artar, 20-50
yaşlar arasında kararlılık gösterir, elli yaşmdan sonra yavaş fakat
artan bir düşüş gösterir. 6) Göz merceğinin kas hareketi ve esnekliği
imgenin retinaya düşmesini sağlar. Ergenlikte mercek uyumunda çok
az değişiklik vardır. 20-50 yaşları arasında mercek esnekliğinde azalma
başlar, 50 yaşından sonraki mercek uyumunda düşüş daha yavaştır.
7) Yaş ilerledikçe yetişkinler gördükleri nesne ile arka planı arasında
daha fazla zıtlığa (kontrast) gereksinme duyarlar. Sonuç olarak, görmeyle
ilgili özelliklerde genç yetişkinlikte çok az değişim vardır.
Genç yetişkinlikle yaşlılık arasında tepki süresi'nde dereceli bir
artış vardır. Çocuklukta bu süre çok kısadır, genç yetişkinlikte bir platoya
ulaşılır. Tepki süresi yirmi yaşın hemen öncesinde en üst düzeye
çıkar, orta yetişkinlikte ve yaşlılıkta gittikçe artar.
Genç yetişkinlikte etkinlik kısıtlanması, yetersizlik, ölüm gibi olgular
öncelikle ani (akut) koşullardan doğar. Yaşam döngüsünde, genç
yetişkinliğin ani ya da işlevsel koşullarından, orta yetişkinliğin ve
yaşlılığın müzmin (kronik) ya da dejeneratif (geri çevrilemez) koşullarına
doğru bir değişim söz konusudur. Kırk yaşından önce ölümlerin
çoğu bulaşıcı hastalıklardan ve kazalardan, kırk yaşından sonra ise
kronik koşullardan kaynaklanır (Schiamberg ve Smith, 1982).
b) Zihinsel yetenekler. Yetişkinlerin öğrenme yeteneğini değerlendirmek
için henüz elimizde gerçekten yeterli araçların ya da testlerin
olmadığı kabul edilmektedir. Knox'a göre bunun en azından üç
nedeni vardır: Geniş bir biçimde kullanılan yetişkin zeka testleri
(örneğin WAIS), yetişkinin yaşantısını gerçekten anlamaya çalışmaktan
çok, çocuk ve ergen testleriyle karşılaştırma yoluyla elde edilmişlerdir;
çocuk ve yetişkin zeka testleri birtakım tartışmalı sayıltılara
dayanmaktadır (çocuklar, ergenler ve yetişkinler aynı bilgi ve deneyim
olanağına sahiptirler, daha zeki insanlar daha etkin ve yeterli öğrenirler
ve yetenek testlerinde daha başarılıdırlar gibi); çok az sayıda zeka
testi maddesi yetişkinlerin edindiği ve gerçek yaşam koşullarında kullandığı
beceri ve uzmanlığa uygun düşmektedir. Öğrenme yeteneği
testleri ve diğer değerlendimme yolları bireyin "tavan" kapasitesini
ölçmeye yöneliktir, oysa günlük yaşamda bu tavanın altında da sorunsuz
yaşanabilmektedir. Dolayısıyla, testlerde puanlar yaşla düşse bile
bunun günlük yaşama hiçbir etkisi olmayabilir.
Boylamsal araştırmalar, 20-40 yaşlar arasında ve ötesinde zihinsel
becerilerde yüksek derecede bir kararlılık olduğunu göstermektedir.
Kesitsel araştırmalar ise yetişkinlik sırasında yeteneklerde dereceli
bir düşüş olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bu bulgu, yaşa bağlı
olmaktan çok, genç yetişkinler vc yaşlılar arasındaki eğitim, sağlık,
ilgi ve değer farklılıklarına bağlı olabilir. Araştırmalar, zihinsel bakımdan
çok yetenekli bireylerin çocukluk ve ergenlikte öğrenmede
çok hızlı olduklarını ve sonra genç yetişkinlikte bir platoya ulaştıklarını
göstermektedir. Öte yandan, daha az yetenekli bireyler öğrenmede
çok daha yavaştırlar, platoya daha erkenden ulaşıyorlar ve sonra
daha hızlı bir düşüş gösteriyorlar (Schiamberg ve Smith, 1982).
Öte yandan, yetişkinlikte pratik zekanın başarılı bir yaşam sürdürmede
ne denli önemli olduğu da dikkati çekmektedir. Araştırmacılar,
bir kişinin zekice seçimler yapma yeteneği ile (süpermarkette
benzer maddelerin boyutlarıyla fiyatlarını kıyaslamak gibi), aritmetik
işlemler içeren soyut testlerdeki puanları arasında ilişki olmadığını
bulmuşlardır. P.B. Baltes'in (1987) zekayı iki genel süreç olarak gören
yaklaşımı bu sorunu çözmektedir. Baltes'in iki sürekli model kuramında
zekanın işleyişi mekanik ve pragmatik süreçlerden ibarettir.
Mekanik zeka, bilgi işlemede ve sorun çözmede kullanılan temel
düşünce işlemlerini içerir. Bu tür zeka tam gelişimine büyük olasılıkla
ergenliğin sonlarında ulaşmakta ve bundan sonra görece sabit kalmaktadır.
Zekanın bu boyutu ZB testlerindeki ölçeklerle ölçülebilmektedir.
Pragmatik zeka ise, biriken bilgilerle, uzmanlıkla, gündelik yaşamdaki
temel bilişsel becerilerle (mekanik zeka) ilgili yöntemleri
içerir. Bu işlevler ve yetenekler yetişkinlik dönemi boyunca gelişmeyi
sürdürmektedir. ZB testlerinin sözel ölçekleri ya da birikimli zeka
testleri pragmatik zekanın bazı yönlerini ölçebilmektedir. Pragmatik
zeka birikimli zekaya üstbilişi, uzmanlığı, yorumsal bilgiyi (bilgeliği)
eklemektedir.
Cattel'in akıcı ve birikimli zeka kuramından da söz etmekte yarar
var. Akıcı zeka (fluid intelligence) insan fizyolojisi ile insanın ilk
deneyimlerinin etkileşiminin sonucu olan temel bir yetenektir. Bu zeka
biçimi, kavramlar oluşturma, soyut usavurmalar yapma ve karmaşık
ilişkileri kavrama yeteneğinden ibarettir. Akıcı zeka, eğitimden ve
deneyimden bağımsızdır; geniş bir zihinsel etkinlikler alanına uygulanabilir
oluşuda buradan gelir. Bu zeka türünü ölçmede kullanılan testler,
harfleri ya da sayıları gruplama, benzer sözcükleri eşleme, sayı dizilerini
anmısama gibi etkinlikleri içerir. Birikimli zeka (crystallized
intelligence) ise, soyut usavurmanın, soyutlamanın ve karmaşık ilişkiler
kavramının öğrenilmiş görevlere uygulanmasını içerir. Birikimli
zeka, eğitime ve deneyime bağımlıdır; genel bilgi, sözcük dağarcığı,
aritmetik usavurma ya da toplumsal durum testleriyle ölçülür. Her iki
zeka türü de yetişkinlerin düşünmede ve sorun çözmede kullandıkları
yeteneklerdir. Bir birey yaşam süresi boyunca "bilişsel bir üslup" geliştirir
ve sorunları zeka parlaklığı (akıcı zeka) ya da bilgelik (birikimli
zeka) yoluyla çözer. Her iki zeka türü de çocukluk ve ergenlikte artış
gösterir. Akıcı zeka yetişkinlikte derece derece azalmaya başlar,
buna karşılık birikimli zeka yetişkinlikte derece derece artmayı sürdürür.
Ancak, birikimli zekanın sürekli artışı eğitim, bilgi edinme, düşünme,
kültürel katılma etkinliklerinin sürmesine bağlıdır (Schiamberng
ve Smith, 1982).
Zihin gelişiminin evrelerinin ergenlikte tamamlandığı bilinmektedir.
Ancak, yetişkinin düşüncesi ergenin düşüncesinden bir çok açıdan
farklı görünmektedir. Yetişkin düşüncesinin daha az kendine dönük,
daha akılcı, daha pratik olduğu kabul edilir. Bu değişikliğin kaynağı
nedir? Yetişkinlikte ortaya çıkan bilişsel örüntülerin bireyin yetişkin
yaşamında üstlendiği sorumlulukların ve bağlantıların sonucu
olduğu düşünülmektedir. Bu görüş özellikle K. Warner Schaie (1982)
tarafından savunulmaktadır. Schaie yetişkin bilişinde toplumsal vurgulara
ve bağlantılara denk düşen dört evrenin varlığından söz etmektedir
(Tablo 12).
Tablo 12
Schaie'ye Göre Bilişsel Gelişim Evreleri
Çocukluk ve ergenlik:
Kazanım (Piaget'in dört evresi)
Genç yetişkinlik:
Başarma (amaca yönelik öğrenme)
Orta Yetişkinlik:
Sorumlu (başkalarına ilgi)
Yapıcı (toplumsal sisteme ilgi)
İleri yetişkinlik:
Yeniden bütünleştirici (bilgelik)
Kaynak: Aktaran K.S. Berger, 1988
Warner Schaie'nin yetişkin zekasına yaklaşımı biliş ile gelişim
görevleri arasında bağlantı kurmaktadır. Bu kuramda yetişkinlikten
önceki bilişsel değişimler gitgide daha etkili olan yeni bilgi edinme
yollarını yansıtır; yetişkinlik sırasındaki değişimler ise bilgiyi
kullanmadaki farklı yolları yansıtır. Bu nedenle Schaie'ye göre çocukluk ve
ergenlik tek bir evrede yer alır: Kazanım evresi (acquisitive stage). Bu
evrede genç insanlar yeni beceriler öğrenmeye ve bilgi biriktirmeye
çalışırlar. Genç yetişkinlikte ikinci evre gelişir: Başarma evresi
(achieving stage). Bu evre yıllar içinde toplanmış bilginin uygulanması
evresidir. Genç yetişkinler bilgilerini hem mesleki amaçları doğrultusunda,
hem de özel yaşamlarında uygulamaya başlarlar. Orta
yetişkinliğin bilişsel evreleri şunlardır: Sorumlu evre (responsible
stage) ve yapıcı evre (executive stage). Bu iki evre zekayı toplumsal
olarak sorumlu biçimde uygulama özelliğini getirir. Sorumlu evrede
kişiler aile üyelerine ve birlikte çalıştıkları insanlara karşı
yükümlülüklerini tanırlar; yapıcı evrede ise sorumluluk aileden ve iş
çevresinden topluma doğru genişler. İleri yetişkinlikte yeniden
bütünleştirici evre (reintegrative stage) gelir. İleri yaşlardaki yetişkinler
meslek, aile, toplum ya da ulus sorunlarına yönelmek yerine tek bir alana
odaklanırlar. Aşağıda ayrıntıları açıklanan bu evrelerden geçişi belirleyen
nokta, yaş değil gelişim görevleridir.
Schaie, bilişsel açıdan çocukluğun ve ergenliğin bir kazanım evresi
oluşturduğuna inanmaktadır; bu evrede bilgi kazanılmakta ve sorun
çözme teknikleri öğrenilmektedir, bunların genç kişinin yaşamındaki
güncel önemine çok az bakılmaktadır. Genç insan bir konuyu
"öğrenmek için öğrenir". Yirmili yılların başlarında bilginin bir ayırım
gözetmeden kazanılması evresi aşılır ve başarma evresi'ne girilir; bu
evrede kişi bilgiyi kendini dünyaya yerleştirmek için "kullanır". Orta
yetişkinlikte bir sorumlu evre gelir; bu üçüncü evrede kişisel amaçların
ailesel amaçlara uygunluğu sağlanır; artık zengin ve güçlü olmak,
iyi yetişmiş, mutlu çocukları olmak kadar önemli görünmez. Yine bu
evrede bazı yetişkinler yapıcı evre denilen yeni bir özel evreye
girebilirler: Bu evredeki kişi geniş toplumsal sistemle ilgilidir. Firma,
okul ya da kent yöneticisi olarak aldığı yükümlülükler sorumlu evredeki
kişininkinden çok daha fazla ve derindir. İleri yetişkinlikte yeniden
bütünleştirici evre gelir, burada yaşama bir bütün olarak anlam vermek
söz konusudur. Bu evrede kişi, içe doğru dönerek kendi yaşamı
üzerine ya da dışa doğru dönerek evren üzerine odaklanır.
Schaie'nin yetişkin düşüncesi betimlemesi genç insanın somut ya
da soyut işlemsel düşüncesini aşan özellikler taşımaktadır. Günümüzde,
soyut-sonrası düşünme (postformal thinking) diye adlandırılan
bir düşünce yapısının varlığı tartışılmaktadır. Kimi kuramcılar bu
düşünme biçimini yeni bir evre olarak görmektedirler. Kimileri de
bunu Piagetci anlamda bir evre olarak kabul etmemektedirler. Çünkü
bu evre yaşa dayalı değildir, evrensel değildir, önceki evreden tümüyle
farklı değildir. Onlara göre soyut-sonrası düşünceyi düşüncenin bir
üslubu olarak görmek daha doğru olur; bu düşünce üslubu bir insanın
yaşam deneyimlerinin karmaşıklığıyla, eğitimin derecesiyle ilişkili
olabilir. Bütün bu eleştirilere karşın, burada bu yeni yaklaşıma kısaca
yer vermekte yarar görüyoruz. Bu yaklaşıma göre Piaget'in geleneksel
kuramı yüksek düzeyde bilişsel yeteneğe sahip ayrıksı kişileri dikkate
almamaktadır; bunun nedeni de, Piaget'in öncelikle çocukluktaki ve
ilk ergenlikteki düşünme süreçleriyle ilgilenmesidir. Patricia Arlin
(1975) yeni ve daha ileri bir evre olarak soyut-sonrası işlemlerin var
olup olmadığını araştırdı. Arlin'e göre bir evre "üretici sorular" sorarak
yeni çözümler geliştirme evresidir. Arlin'in niyeti Piaget'in kuramını
reddetmek değil, yeni bir evre katarak bu kuramı genişletmektedir.
Arlin'e göre Piaget'in soyut işlem dönemi kişiden bir sorunu çözmesini
istemektedir; oysa yeni bir sorun bulmak ya da yeni sorular keşfetmek
de bilişsel açıdan önemlidir. Arlin'in "soru bulma evresi" olarak
adlandırdığı beşinci evre yetişkinin zihin yapısında yaratıcı düşünme,
yeni sorular görme, yeni keşifler yapma evresidir.
Günümüzde zeka konusunda gereksinme duyulan bütünleştirici
bir model Marion Perlmutter tarafından ortaya atılmıştır. Zekanın üç
ayrı düzeyinin birleştirildiği bu yaklaşıma Perlmutter üç katlı model
(three-tier model) adını vermekedir (bk. Tablo 13). Bu modelde birinci
kat "işleme" (processing), ikinci kat "bilme" (knoving), üçüncü kat
"düşünme"dir (thinking). Piaget'in kuramı üçüncü kat üzerinde odaklaştığı
halde, faktör analizine dayanan yaklaşımlar ilk iki kat üzerinde
yoğunlaşırlar. Birinci kat işlev görmeye doğumda başlar, ikinci kat çocukluk
sırasında ortaya çıkar, üçüncü kat daha sonra belirir ve yetişkinlik
boyunca gelişimini sürdürür. Her yeni kat eklendikçe sistem
daha güçlü ve etkili olur. Ayrıca bu model zekada yetişkinlik boyunca
ortaya çıkan değişimleri daha iyi anlamamızı da sağlamaktadır. Biyolojik
temelli olan birinci kattaki işlemler yaşamın ileri yıllarında ya
bozulan sağlık ya da biyolojik yaşlanma nedeniyle bozulabilir. Psikolojik
temelli olan ikinci ve üçüncü katlar ise yaşlanmadan pek etkilenmezler.
Çünkü akıcı zekanın temelini oluşturan biliş mekanizmaları
ileri yetişkinlikte, çocukluk, ergenlik ve genç yetişkinliktekinden çok
daha az önemli olmaktadır.
Tablo 13
Üç Katlı Biliş Modeli
Kat İ
(Mekanik beceriler)
Temel mekanizmalar;
birincil zihinsel işlevler;
akıcı yetenekler
Kat İİ
(Birikimli beceriler)
Sözcük bilgisi; birikimli yetenekler
Kat İİİ
(Bileşimli beceriler)
Mantıksal-matematiksel yapılar; stratejiler; yüksek zihin işlevleri
Kaynak: Perlmutter, 1989. Aktaran Perlmutter ve Hall, 1992.
Açıklama: Mekanik beceriler = mechanized skills, birikimli
yetenekler = crystallized abilities, birikimli beceriler = crystallized
skills, bileşimli beceriler = synthesized skills, akıcı yetenekler
= fluid abilities karşılığıdır (B.O.).
Perlmutter'e göre Kat İ (işleme), dikkat, algı hızı, bellek ve akılyürütme
gibi temel bilişsel süreçlerden oluşur (Baltes'in mekanik zekası);
bunlar aynı zamanda akıcı zekayı yaratan yeteneklerdir. Bu katta
bebeklikte ve ilk çocuklukta gelişim olur, daha sonra bilişsel süreçlerde
kararlılık görülür. Kat İİ (bilme) dünyaya ilişkin bilginin birikmesinden
oluşur (Baltes'in pragmatik zekası). Bilme dış deneyimlerle
gelişir ve uyum göstermeye olanak veren temel bilgiyi sağlar; bunlar
aynı zamanda birikimli zekayı yaratan yeteneklerdir. Bu kat dışsal
deneyimlere bağlı olarak yaşam boyunca gelişir (kimi yazarlar, orta ve
ileri yetişkinlikte yavaşlamasına karşın, bu kattaki gelişimi yetişkin
zekasının başat özelliği sayarlar). Kat İİİ (düşünme) yalnızca üstbilişin
ortaya çıkmasından sonra gelişir. Bu kat bilgiyle uğraşma stratejilerinden
ve yüksek düzeyde uyum göstermeye olanak veren yüksek
zihinsel işlevlerden oluşur. Bu kat Piaget'in soyut işlemlerinin özelliği
olan mantıksal-matematiksel düşünceyi, aynı zamanda G. Labouvie-Viefin
önerdiği soyut-sonrası düşünceyi içerir (Perlmutter ve Hall, 1992).
Piaget'in bilişsel gelişim evreleri soyut düşünce ile son bulmaktadır:
Soyut işlem evresinde kişi varsayımlı-tümdengelimli akıl yürütmeyi
başarabilmektedir. Ancak bu evreye ulaşabilmesi için ergenin olgunlaşması
ve eğitim deneyimini tamamlaması gerekmektedir. Soyut
düşünme yeteneği ortaya çıktıktan sonra kişi mantıksal kanıtlar üzerinde
düşünebilir ve mantık süreçlerini çeşitli sorunlara (özellikle matematik
ve fizik ilkelerini içeren problemlere) uygulayabilir. Soyut
düşünme yeteneği tam anlamıyla geliştiğinde kişiyi mantıksal ilişkileri
kurmaya, belirli bir mantıksal sistemin bütün varsayımlı olasılıklarını
görmeye yetenekli kılar. Ancak bu noktada önemli bazı sorular
ortaya çıkmaktadır. Yetişkinlerin gündelik yaşamlarında kullandıkları
düşünce türü bu mudur? Bununla gerçek yaşam sorunları çözülebilir
mi? Soyut düşünce kapalı bir sistemdeki sorunları çözebilir- Böyle bir
sistemde bütün değişkenler arasındaki ilişkiler önce tek tek, sonra bir
bütün içinde ele alınıp çözümlenebilir- Oysa yetişkin yaşamının gündelik
sorunlarının çoğu açık sistemlerin (aile, iş, arkadaşlar, toplum)
birbiri içine girmiş çok yünlülüğü içinde ortaya çıkar. Kapalı sistemde
tek, kesin bir doğruya ulaşıldığı halde, açık sistemlerde bulanık, kısmi
doğrular, çoğu bilinmeyen sayısız değişkenler söz konusudur. Kimi
araştırmacılara göre soyut düşünce açık sistemlerle başetme konusunda
çok soyut ve katı kalmaktadır; böylece soyut düşüncenin ötesinde
dinamik bir düşünce türü saptamanın gereği ortaya çıkmaktadır. Soyut-sonrası
düşünce soyut düşünceden daha az soyut (abstract), daha
az mutlaktır; yaşamın bağdaştırılamayacak yönlerine uyum sağlayabilir,
diyalektiktir, bir düşüncenin ya da durumun çelişik ögelerini daha
kavranılır bir bütün içinde bağdaştırmaya elverişlidir.
G. Labouvie-Viefe (1985) göre, geleneksel olgun düşünce modelleri
nesnel, mantıksal düşünceyi vurgulamakta, buna karşılık öznel
duygulara ve kişisel yaşantıya daha az önem vermektedirler. Oysa
gerçek olgun, uyumlu düşünce, soyut, nesnel düşünme biçimleri ile
duruma duyarlılıktan doğan öznel, anlatımcı biçimler arasındaki etkileşimi
içerir. Yetişkinin bu bileşimi gerçekleştiren düşünce biçimine
uyumsal düşünce (adaptive thought) adı verilmektedir.
Kimi kuramcılar da bilişin en ileri biçimi olarak diyalektik düşünce'yi
(dialectical thought) önermektedirler. Felsefi bir kavram olarak
diyalektik sözcüğü her düşüncenin, her doğrunun karşıtını da içerdiği
ilkesine dayanmaktadır. Her fikir ya da tez, karşı fikri ya da antitezi
de içerir. Diyalektik düşünce, bir fikrin iki kutbunu da aynı anda
düşünmeyi ve sonra bunları bir bileşim içinde birleştirmeyi, böylece
özgün düşünce ile onun karşıtını bütünleştirmeyi sağlar. Dünyada yaşanan
sistemler kapalı olmaktan çok açık oldukları ve sürekli değişimler
kaçınılmaz olduğu için diyalektik süreç de süreklidir. Gündelik yaşamda
diyalektik düşünce bir insanın inançlarının ve yaşantılarının,
karşılaştığı bütün çelişkilerle ve bağdaşmazlıklarla sürekli bütünleşmesi
demektir. M. Basseches (1984) diyalektik düşünce araştırmasında
deneklere "eğitimin özü nedir?" gibi düşünceyi kışkırtıcı sorular
sormakta, sonra yanıtları diyalektik düşüncenin yirmi dört temel özelliğine
göre puanlamaktadır. Hem yaşam deneyimleri hem de eğitim
diyalektik düşüncenin ilerlemesini teşvik etmekte, ama ikisi de gelişmesini
garanti edememektedir. Gerçekte, uyumsal düşünce ve diyalektik
düşünce normatif olmaktan çok ideal olarak görülmesi gereken
düşünce biçimleridir. İnsanların çoğu soyut-sonrası düşünceyi hiçbir
zaman kullanamayacağı gibi, çoğu da düzensiz olarak ya da yalnızca
özel alanlarda kullanabilecektir. (K.S. Berger, 1988)
Zihin gelişiminde soyut işlem yeteneği kişiyi yetişkinlerin dünyasına
girmeye hazırlayan en önemli etkendir. Ancak soyut işlem yeteneği
gelişirken bireyin kişilik yapısını da geliştiğini unutmamak
gerekir; bu bağlamda, kişinin kendini algılayışından ahlak anlayışına
kadar pek çok şey de değişmektedir. Yetişkinlikte, hem çocukluğun
tümevarımcı usavurma (inductive reasoning) biçimi, hem de ergenlikten
itibaren kazanılan tümdengelimci usavurma (deductive reasoning)
biçimi kullanılır. Ama bütün yetişkinlerin soyut işlemlere tam anlamıyla
ulaşamadıkları da bir gerçektir. Başka bir deyişle, en gelişmiş
toplumlarda bile bireylerin hepsinin soyut düşüncenin en ileri düzeylerine
ulaşamadıkları görülmektedir. Bunun temel nedeni, belki bireyin
toplum tarafından yeterince uyarılmaması, toplumdan yabancılaşma
nedeniyle bu düşünme biçiminden isteyerek ya da istemeyerek
uzaklaşmasıdır. Öte yandan, özellikle günümüzde yoğun çevre sorunları
kimi bireyleri kent ve sanayi yaşamından uzaklaştırırken, doğal ve
somut olana yaklaşma bağlamında, soyut düşünme biçimlerinden de
kaçmaya yol açabilmektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:16 AM
İİ. TOPLUMSAL BAĞLAMDA GENÇ YETİŞKİNLİK
Genç yetişkin, çocukluk ve ergenlik bağlarından kurtulmuş özerk
bir bireydir. Bu özerklik, bireyin, yaşamının önceki yıllarında kazandığı
fiziksel, zihinsel, toplumsal gelişiminin ve birikiminin bir sonucudur.
Bütün bu kazanımlar bireyi dış dünyaya yöneltmektedir. Genç
yetişkinlikte bireyin temel çabaları toplumsal dünyaya yönelmiştir.
Yetişkinlikte gelişim sürecini özellikle toplumsal etkileşimler sağlar.
Genç yetişkin aile içinde, iş dünyasında ve arkadaş topluluğunda yeni
bir ilişkiler örüntüsü içindedir. Bu ilişkiler toplumsal bir ağ oluşturur
ve gelişimin sürmesini sağlar. Tüm yetişkinler, oldukça karmaşık, çeşitli
yaşam biçimleri ve katılma olanakları sunan toplumsal bir çerçevede
yaşarlar. Ancak yine de, yetişkinlerin hemen hepsi zamanlarının
ve enerjilerinin çoğunu toplumsal kurumlardan biri olan aileye ayırırlar.
Bu nedenle önce aile yaşamı incelenecektir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:16 AM
1. Aile
Psikolojik düzeyde aile, aile yapıları, ailedeki etkileşim ve ailedeki
yaşam döngüsü açılarından incelenebilir. Öte yandan, ailenin, anlamlı
yakın ilişkilerin, bütün doyumların, gelişim olanaklarının kaynağı
olduğu biçimindeki görüşler sadece felsefi ideallerdir. Aile, kimi
zaman en büyük duygusal rahatsızlıkların, gerilim ve çatışmaların
kaynağı da olabilir. Aile içi polisiye olaylar, kötü muamele gören ve
dövülen çocuklar, yatma ve yeme olanağıyla sınırlı ilişkiler, işteki
engellenme ve başarısızlıkların yansımaları, duygusal ya da cinsel
doyumsuzluklar da aile yaşamının gerçek yönleridir. Büylece aile tüm
yönleriyle incelenmesi son derece güç bir yaşam alanı oluşturmaktadır;
bu nedenle aile sadece yapıları, etkileşimleri ve yaşam döngüsü
açısından kısaca ele alınacaktır.
A. Aile Yapıları
Aile yapılarını, geleneksel "büyük aile" ve çağdaş "çekirdek aile"
olarak sınıflamak çok bilinen bir yoldur; ancak bu sınıflama biçiminin
günümüzdeki aile yapılarını tam anlamıyla yansıttığı söylenemez.
Günümüzde aileler ana, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek birimler
halinde gözükseler bile, büyük aile ile bağlarını çeşitli biçimlerde
sürdürmektedirler. Tipik olarak genç çift anababasından ayrı bir ev kurar,
ama aile bağları korunur, akrabalık şebekesi içinde karşılıklı yardımlaşma
ve ilişki sürdürülür. Anababalar yeni çiftlere yardım ederler,
daha sonra yeni çiftler de emeklilik ve hastalıkta anababalara yardıma
koşarlar. Üç kuşak aile üzerinde yapılan bir araştırmada en genç kuşağın
anababalarla çocukların kendi yollarına gitmeleri gerektiğini "en
az" söyleyen ve anababaları ile ilişki kurma sorumluluğunu "en fazla"
duyan kuşak olduğu ortaya konmuştur. Bu değişik aile yapısı, geleneksel
geniş aileden farklı olduğu gibi, çağdaş çekirdek aileden de
farklıdır. Çünkü eski kuşaklarla ve çocuklarla ilişkiler bağımsızlık ve
hareketlilik korunarak sürdürülmektedir.
Aile yapılarında kuşaklararası ilişkiler dışında da farklılıklar
görülmektedir. Örneğin, bazı aileler, boşanma, dulluk ya da terkedilmişlik
nedeniyle tek anababalıdır. Bazı ailelerin yanlarında yaşlı ana ya
da baba, evlenmemiş bir akraba, bir bakıcı gibi fazladan birileri vardır.
Bazı aileler de boşanma ve yeniden evlenme sonucu inanılmaz derecede
karmaşık görüntüler verirler. Bazen çekirdek aileler hafta sonlarında,
bayram günlerinde geniş aile özellikleri gösterirler. Sonuç olarak
sadece çekirdek ve geniş aile tipleri çerçevesinde bile çeşitli aile
yapıları ya da biçimleri söz konusudur.
Günümüzde en yaygın aile biçiminin, "genişlemiş çekirdek aile"
(extented nuclear family) olduğu söylenebilir. Bu aile yapısı, çeşitli
seçeneklere olanak verdiği, coğrafi hareketlilik sağladığı, değer ve
tutumları yeni kuşaklara iletmede aracı olduğu, hızlı toplumsal değişimlerin
yol açtığı gerilimlere karşı bireylere duygusal destek sağladığı
için yaygındır. Ancak bu aile yapısının her zaman olumlu biçimde
işlediği de söylenemez. Dolayısıyla, genişlemiş çekirdek aileler
de toplumların gereksinmeleri doğrultusunda değişime uğrayacaklardır.
Örneğin, gelişmiş toplumlarda farklı yaş kesimlerinden insanlar
"komün" yaşamı gibi farklı aile biçimlerini denemektedirler. Bununla
birlikte, gelecekte bu tür bir aile yapısının yaygınlık kazanıp kazanmayacağı
bilinememektedir. Ne olursa olsun, gelişmiş toplumların
çoğulcu yapısının çeşitli aile yapılarının gelişmesine olanak tanıyacağı
kuşkusuzdur.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:17 AM
B. Ailede Etkileşim
Aile, yetişkin ve çocukların etkileşimde bulundukları, dolayısıyla
birbirlerini etkiledikleri bir birimdir. Aile etkileşim üzerine kurulu
bir sistem olduğundan, bir yönün işlevini yerine getirmemesi sistemin
diğer yönlerini de etkiler. Şu halde, aileyi anlamak için ana, baba
ya da çocukları ayrı ayrı incelemek yeterli olamaz; çünkü aile, parçaların
bir araya gelmesinden farklı bir bütündür.
Ailenin "etkileşen kişilikler birimi" olarak kabul edilmesi simgesel
etkileşim kuramından kaynaklanan bir görüştür. Aile bireyleri
arasındaki etkileşimin anlamı, bireylerin etkileşimde aldıkları yerden
çok, etkileşimin kendi içindedir. Örneğin, babanın alkolik oluşu aile
etkileşimi içinde dışardakinden çok farklı bir anlam taşır; ailenin her
bireyi babanın bu özelliğine farklı tepki gösterir, aile içinde bu özelliğin
bir gelişim tarihi vardır, aile sistemini bir bütün olarak etkiler ve
bireylerin aile algısını farklılaştırır. Etkileşim yaklaşımının uygulamadaki
en tanınmış örneği "aile terapisi" (family therapy)dir. Aile terapisinin
temel ilkesi, aslında "hasta"nın yalnızca "belirlenmiş hasta" olduğu
ve etkileşen bütün aile bireylerince paylaşılan acıyı en fazla dile
getiren kişi olduğudur. Yani bir bireyin rahatsızlığı, aslında içinde
yaşadığı rahatsız bir ailenin ve kötü işleyen bir aile etkileşiminin
belirtisidir; ailede bir şeyler ters gitmektedir ve bütün ailenin bir
terapistle görüşmeye gereksinmesi vardır. Örneğin, bir çocuk şamar oğlanı
olarak seçilmiş ve ailece kendisine "problem çocuk" olma görevi verimiştir;
böylece anababa, yüzleşemedikleri evlilik sorunlarından kaynaklanan
anksiyetelerini çocuk üzerinde yoğunlaştırarak daha az tehdit
edici bir çıkış yolu bulmaktadırlar.
Aile terapisi ilkeleri ve uygulamaları oldukça yenidir ve eski
psikopatoloji yaklaşımlarıyla -en azından yüzeyde- çelişmektedir. Eski
yaklaşımlar, bireysel problemin bireysel dinamikle ilişkili olduğu ve
bireysel terapi gerektirdiği doğrultusundadır. Ancak bireysel terapistler
bile, hastalarının gelişiminin aileleri tarafından engellendiğini ve
terapide kazanılan değişikliklere ailenin uyamadığını görmektedirler.
Bu bulgular aile terapisinin gelişmesine katkıda bulunurken, aile içindeki
etkileşimin önemine de dikkati çekmiştir. Ayrıca bu yaklaşım bireyin
içsel dinamiklerini de reddetmemektedir. Aile terapisi sayesinde
"asıl" sorunlu birey saptanabilir -çünkü çoğunlukla ailede hasta olarak
belirlenen kişiden başka bir üyedir- ve daha sonra bireysel terapiye
alınabilir. Bireyin rahatsızlığını başlatan ne olursa olsun, bu rahatsızlık
başlayınca yoğun aile etkileşiminde her birey bununla bir biçimde
başa çıkmak zorunda kalacaktır.
Şu halde, temel nokta, ailenin etkileşen kişilikler birimi olduğudur.
Bu kişiliklerden birinde ya da ilişkilerde ortaya çıkarak bir bozukluk
aile sisteminin diğer yönlerini de bozacaktır. Kimmel'in bir
araştırmasında, evlilik ilişkisinin kalitesi, anababanın çocuk davranışını
algılayışı, anababanın aile birimini algılayışı ölçülmüş, evlilik
ilişkisindeki bozukluğun (düşük evlilik doyumu), çocuğun davranış
bozukluğuyla (yüksek derecede saldırganlık) ilişkili olduğu, bu iki
alandaki bozukluğun da olumsuz aile birimi algılaması ile ilişkili olduğu
bulunmuştur.
Etkileşim yaklaşımının önemli bir noktası da, ailenin farklı yönlerini
anlamada aile bireylerinin algılarının, o aile sisteminin değişkenlerini
dışardan izleyen birinin gözleminden daha belirgin olacağıdır.
Örneğin, bir çocuk aileyi birçok nedenle kardeşlerinden çok
farklı algılayabilir, sonuç olarak da o çocuk aynı ailede yaşayan
kardeşlerinden farklı ya da olumsuz etkilenebilir, çünkü algılayışları
farklıdır. Ferdinand Vander Veen, aile bireylerinin aile birimini nasıl
algıladıklarını ortaya çıkarmak ve ölçmek için "aile-kavramı" adını
verdiği bir yapı geliştirmiştir. Aile bireylerinin, tıpkı benlik-kavramları
gibi, aileye ilişkin kavramları vardır ve aile-kavramı da benlik-kavramı
gibi ölçülebilir. Sonuç olarak bir bireyin kendi ailesine ilişkin
algısı, ailenin diğer bireylerine ve dış baskılara uyum sağlanmasında
son derece önemli bir etkendir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:17 AM
C. Aile döngüsü
Genç yetişkinlikte bütün toplumsal çevreler içinde yine aile çevresi
ağırlığını korur. Gelişimsel açıdan bakılacak olursa, ergenlikten
yetişkinliğe geçişte önemli bütün dönüm noktaları aile ile ilgilidir. Bu
dönüm noktalarını geçmek toplumda normatif olarak yetişkinliğe geçişi
belirler.
Aile yaşam döngüsü (family life cycle), yetişkin rollerinde birtakım
geçişler ve evrelerle belirlenir. Aile döngüsü içinde en önemli
dönüm noktaları, evlenme, ilk çocuğun doğumu, son çocuğun doğumu,
son çocuğun evden ayrılması (boş yuva) ve dulluktur. Sosyolog
Reuben Hill dokuz dönüm noktası saptamıştır.
1. Kuruluş: yeni evlenmiş, çocuksuz.
2. Yeni anababalar: ilk çocuk üç yaşına gelinceye kadar.
3. Okul öncesi: ilk çocuk 3-6 yaşlarında, belki yeni bir kardeş.
4. Okulçağı ailesi: ilk çocuk 6-12 yaşında, belki yeni bir kardeş.
5. Ergen çocuklu aile: ilk çocuk 13-19 yaşında, belki yeni bir
kardeş.
6. Genç yetişkinli aile: ilk çocuk 22 yaşında ya da daha büyük,
ilk çocuk evden ayrılıncaya kadar.
7. Yerleştirme yeri olarak aile: ilk çocuğun ayrılmasından son
çocuğun ayrılmasına kadar.
8. Anababalık sonrası aile: çocuklar evden ayrıldıktan sonra,
baba emekliye ayrılıncaya kadar.
9. Yaşlılık ailesi: babanın emekliye ayrılmasından sonra.
Hill'in bu evre görüşü sınırlıdır; çünkü evlenmeden birlikte yaşayan,
boşanmış ya da yeniden evlenmiş çiftlere uygulanamaz, çalışan
kadını dikkate almayışı açısından da eksiktir. Ayrıca, çağdaş karmaşık
toplumlarda insanlar yaşam üsluplarını seçme ve değiştirme
hakkına sahip olmak istemektedirler. "Yaşam üslubu", bir bireyin biyolojik,
toplumsal ve duygusal gereksinmelerini gidermeye çalıştığı
yaşam örüntülerinin tümüdür. Bir aile kurmak bütün toplumlarda varolan
bir yaşam üslubudur. Ancak aile döngüsünü oluşturan olaylar
toplumsal ve kültürel değişimlerin etkisi altındadır. Örneğin, evlilikten
son çocuğun yetiştirilmesine kadar geçen süre son yüzyıl içerisinde
gitgide kısalmıştır. Aile döngüsündeki bu tarihsel değişimler
aile döngüsünün de değişmesine neden olmuştur; ortayaşlı büyük anababalar,
dört kuşaklı aileler ortaya çıkmış, çiftlerin anababalık sonrası
dönemi uzamıştır. Aile döngüsündeki bu tür olaylar, bunların birey
üzerindeki toplumsal ve psikolojik etkilerine de dikkati çekmiştir. Örneğin,
ilk çocuğun doğuşu yalnızca "eş" oluştan "anababa" oluşa
doğru bir rol değişikliği getirmez, aynı zamanda benlik kavramı ve
güdülenme ile anababalarda çözülmemiş çocukluk çatışmalarını da
uyandırır.
Aile döngüsünün dönüm noktaları ailenin sırasal dönemler içinde
ilerleyici gelişimini içerir. Bu dönemlerin ayrılması yazarlara bağlı bir
keyfilik göstermektedir, yine de bu ayrımm konuyu açıklamak açısından
yararlı olduğu söylenebilir. Aşağıdaki açıklamada Kimmel'in
(1974), Hill ve Duvall'a dayanarak geliştirdiği şema izlenecektir.
Ayrıca bu şemaya evlilik öncesi döneminin de katılması uygun bulunmuştur.
Evlilik öncesi başlığı altında genellikle iki sorun incelenir: Eş
seçimi ve sevgi ilişkisi.
(0) Evlilik öncesi. Genellikle evlilikler bir seçme süreci sonucunda
gerçekleşir. "Eş seçimi"nde iki temel ilke vardır. "Benzerlik ilkesi"ne
göre, sınırlı bir bireyler grubu içinde, yaş, ırk, din, etnik köken,
toplumsal sınıf, eğitim ve kişilik benzerliğine dayanılarak seçim
yapılır. Benzerlik (homogami) ilkesi benzerlerin birbirini çektiği gerçeği
üzerine kurulmuştur. Buna karşılık "bütünlenme ilkesi", eşlerin
özellikle kişilik açısından farklı ve tamamlayıcı özellikleri nedeniyle
seçildiğini savunur. Bu ilke karşıtların birbirini çektiği gerçeğine
dayanmaktadır. Araştırmalar hangi ilkenin daha çok uygulandığını ortaya
koyamamıştır, ancak benzerlik ilkesinin daha geçerli olduğu yolunda
belirtiler vardır. Benzerlik ilkesinin daha geçerli olması, böyle bir
seçimin sosyoekonomik sınıf, din, eğitim gibi alanlarda daha az çatışmaya
yol açması, özellikle evliliğin ilk yıllarında karşılıklı toplumsallaşma
sürecinin daha kolay olması nedeniyle olabilir. Ayrıca, anababa
isteği ve toplumsal baskı da benzerlik ilkesi doğrultusundadır.
Eş seçimi konusundan önce araştırılması gereken temel bir sorun,
insanların neden evlendiği sorunudur. Her şeyden önce, evlenme yönünde
yoğun bir toplumsal baskı vardır. Bireyin evlenmesi gereken
anı belirleyen bir "toplumsal saat" bile vardır. Bu an geldiğinde bireyin
ailesi ve çevresi onun evlenmesini bekler. Psikolojik gelişimi, cinsel
çekim ve aşk etkenleri de evliliği çağrıştırır. Ancak psikoloji ve
sosyoloji kitapları aşk konusuyla doğrudan ilgilenmemişlerdir. McCurdy,
cinselliğin tümüyle tartışılmasına karşılık, iki konunun, yani
dinin ve aşkın tartışılmasında gösterilen çekingenliğe dikkati çekmektedir.
Kuşkusuz, Maslow ve Fromm gibi yazarlar bu konuda önemli
bir istisna oluşturmaktadırlar; ayrıca, kadın-erkek ilişkilerinde tabu
konu tanımayan günümüzün feminist yazarlarını da unutmamak gerekir.
Aşk konusundaki diğer bir ilginç tartışma da Batı kültüründeki romantik
mitos üzerindedir. Rougemont'a göre romantik aşk ile Hıristiyanlık
inancı arasında doğrudan bir ilişki vardır ve bunun en güzel
örneği de "Tristan ve İzolde" söylencesinde görülür: Aşk, kirletilmekten
ancak ölümün sonsuzluğu içinde korunabilir! Romantik mitos
"Romeo ve Jülyet"de olduğu gibi sayısız edebiyat ürününe temel oluşturmuştur.
Hepsinin ortak yönü, iki aşığın önüne geçilemez ve değiştirilemez
bir nedenle birbirlerine ulaşamamalarıdır. Rougemont,
aşık olmanın her zaman sevmek anlamına gelmediğini de ileri sürmektedir;
aşık olmak bir durumdur, sevmek ise bir eylemdir; hıristiyanlığa
bağlı aşk anlayışı sadece bir durumu belirtmektedir ve sevme
eylemi değildir. Çünkü romantik aşkın özü, sevilen kişiyi son derece
değerli ve ulaşılamaz bir varlık olarak görmektir. Dünya yaşamını
horgören Ortaçağ Hıristiyanlık inancına göre insanca içgüdüler kötüdür,
günah kaynağıdır, ahlaksızlık belirtisidir. Cinselliği kirli sayan
bu inançta sevilen kişiyle cinsel ilişkiye girmek olanaksızdı. Rönesansta
ise aşk platonik yönünü yitirmiş, ama şiirselliğini sürdürmüştür.
Daha sonra Romantizm hareketi romantik aşk anlayışını doruk noktasına
ulaştırmıştır. Fransız Devrimi'nden sonra da, evliliğin romantik
aşka dayanması gerektiği görüşü gelişmeye başlamış ve yakın zamanlara
kadar gelmiştir.
Sevgi, psikologların sistematik araştırmalara ancak yeni yeni
giriştikleri bir konudur. Zimbardo'ya (1979) göre bu gecikmenin nedeni,
konunun tartışılamayacağına ilişkin tabular, sevginin akılcı açıklamalara
konu olamayacağına ilişkin yaygın inançlardır. Araştırmayı
engelleyen bir başka neden de, sevgiyi tanımlama güçlüğüydü. Filozoflar
ve toplum bilimciler sevginin biçimleri ve ögeleri konusunda
farklı düşünüyorlardı. Bilimsel araştırma açısında önemli bir güçlük
de, sevgi ile hoşlanma, aşk ile sıradan sevgi arasında ayırım yapmak
konusunda ortaya çıkmıştı. Hatfield ve Walster (1978) aşktan söz etmek
için üç temel koşulun olması gerektiğini belirtmektedir. Her şeyden
önce, kişinin bu kavrama inandığı ve gençlerin düşsel ve gerçek
yaşam betimlemelerinde buna göre eğitildiği bir kültürde yetişmiş olmak
gerekmektedir. Aşkın ortaya çıkması için ikinci koşul uygun kişinin
varlığıdır. İnsanların çoğu için bu, karşı cinsten, aşağı yukarı
aynı yaşta, fiziksel çekiciliği olan, başka bir derin ilişkiye girmemiş
biri demektir. Üçüncü koşul aşık olmakla ilgilidir. Herhangi bir heyecansal
uyanış aşk olarak "yorumlanabilir". Bu heyecansal uyanış bir
insanın potansiyel sevgi objesine nasıl tepki vereceğini belirlemektedir.
Başka bir deyişle aşk, uygun bir etiketlemenin eşlik ettiği fizyolojik
bir uyanıştan ibarettir. Hatfield erkeklerin ve kadınların bir ilişkiden
beklentilerinin aynı olduğunu saptamaktadır. Her iki cins de sevgi
've' seks istiyor, her ikisi de yakınlık 've' ilişkiyi denetleme gücü
istiyor. Ne var ki, erkekler kadınlardan daha kolay aşık oluyorlar, kadınlar
ise aşktan erkeklerden daha kolay çıkıyorlar.
Hendrick ve Hendrick (1986), tümel bir sevgi kavramına dayanan
ilk kuramların yerini bugün çok boyutlu yapılar kullanan kuramların
aldığını belirtmektedir. Onlara göre, psikolojide sevgi konusunda
ilk çalışmalar kuram geliştirme yönünde olmuştu, daha sınırlı ikinci
yaklaşım ise ölçme aracı geliştirme yünündeydi. 1970'lerde Rubin,
sevme ile hoşlanma arasındaki benzerlik ve farklılıkları ilk kez ele
almış ve bunları ölçecek bir araç geliştirmeye çalışmıştır. Rubin'in "Sevgi
Ölçeği"nde üç ana öge vardır: Yakınlık kurucu ve bağlayıcı gereksinmeler,
yardım etme eğilimi, tekelcilik ve kendine mal etme. "Hoşlanma
Ölçeği" ise benzerlik, olgunluk, zeka gibi ögeleri içermektedir.
Öte yandan, Dion sevgide beş değişik üslup olduğunu saptamaktadır:
Uçarı, ihtiyatlı, akılcı, tutkulu, coşkulu. Lee'nin aşk üslupları tipolojisi
daha karmaşıktır. Üç birincil aşk üslubu: Eros (tutkulu aşk), Ludus
(oyun gibi aşk), Storge (arkadaşça aşk) ve üç ikincil aşk üslubu: Mania
(sahiplenici. bağımlı aşk), Pragma (mantıksal, alışveriş gibi aşk),
Agape (özgeci, verici aşk). Bu ikincil üsluplar birincillerin ikili
bileşimlerinden oluşmaktadır. Örneğin, "mania" eros ve ludusun, "pragma"
storge ve ludusun, "agape" eros ve storgenin bileşimidir; ama herbirinin
kendine özgü nitelikleri çok farklıdır. Hendrick'in Lee'nin tipolojisine
dayanarak geliştirdiği ölçme aracından madde örnekleri verebiliriz.
Tutkulu aşk: "Ben ve sevgilim birbirimize ilk görüşte vurulduk."
Oyun gibi aşk: "Aşk sorunlarımdan kolayca ve çabucak sıyrılabilirim"
Arkadaşça aşk: "En güzel sevgi uzun bir dostlukta yeşerir."
Mantıksal aşk: "En iyisi aynı özelliklere sahip birini sevmektir."
Sahiplenici aşk: "Sevdiğim bana ilgi göstermezse hasta olurum." Özgeci
aşk: "Sevdiğimin yerine ben acı çekmeyi yeğlerim." Bu araçla yapılan
araştırmaların ilk bulguları, erkeklerin aşkta kadınlardan daha fazla
oyun peşinde (ludic) olduklarını, kadınların ise erkeklerden daha fazla
pragmatik, daha arkadaşça, daha manik olduklarını göstermektedir.
Perlmutter ve Hall'a (1992) göre, araştırmacılar aşkta genellikle
iki temel tür ayıt etmektedirler. Tutkulu aşk (passionate love) heyecansal
yoğunluk, eşle derinliğine birleşme ve ateşli cinsel tutku içerir. Arkadaşça
aşk (companionate love) ise, eşlerin birbirine güven duyduğu
ve bağlı olduğu, bir arada olmaktan zevk aldığı, huzurlu, kararlı bir
ilişkidir. Tutkulu aşkın doğal ömrünün yaklaşık iki yıl olduğu görülmektedir.
Ancak, tutkulu aşk bazı ilişkilerde yaşamsal bir öge olarak
sürebilmektedir. Örneğin, çoğu otuz yıllık evli bir grup orta yaşlı kadında
tutkulu aşkın evlilik ilişkilerinde önemli bir rol oynadığı, evlilik
doyumuyla ve cinsel doyumla güçlü bir bağı olduğu saptanmıştır. Bazı
araştırmalar da arkadaşça aşkın evlendikten sonra derinleştiğini, romantik
aşkın evliliğin ilk on beş-yirmi yılı sırasında azaldığını göstermektedir.
Evlilikteki sevgide romantik aşka benzeyen duygusal bir yön varsa
da, daha çok etkin (aktif) sevgi söz konusudur. Evlenme kararı romantik
aşka bağlı olarak alınmaz, mutlu ya da mutsuz sonuçlara katlanmayı
içeren sevme kararına dayanılarak alınır. Psikolojide sevgi
konusunda en gerçekçi tanımlardan biri Adler'e ( 1984) aittir: "Sevgi,
dostça bir işbirliğidir."'
"Sevgi ve evlilik yaşamında karşımıza çıkan sorunlar,
ilke olarak genel toplumsal sorunlardan değişik bir yapı
göstermez. Bu konuda da bizi aynı güçlükler ve aynı görevler
bekler. Sevgi ve evliliğe her şeyin insanın gönlünce gerçekleştiği
bir cennet gözüyle bakmak yanlıştır. Dört bir yanda
yapılacak işler bizi bekler, bizimle birlikte karşımızdaki
bir başka kişinin çıkarlarını düşünerek söz konusu işleri
yapmamız gerekir. Toplumsal uyumla ilgili normal sorunların
dışında sevgi ve evlilik, her iki taraftan da olağanüstü
bir duygudaşlık, karşısındakiyle özdeşleşme bakımından
olağanüstü bir yetenek ister. Toplumsal ilginin içyüzünü
kavrayan bir kimse, sevgi ve evlilik sorunlarının da, ancak
tam bir eşitlik ve aynı haklara sahip olma ilkesi temel alınarak
doyurucu biçimde çözülebileceğini bilir. Tek başına
sevgi sorunları çözemez; ancak sağlam bir temele dayanan
eşitlik ilkesi, sevginin gereken yolu izlemesini sağlayacak
ve evliliği başarıya götürecektir". (Adler, 1984)
(1) Kuruluş: Bu dönem evlilikle başlar ve ilk çocuğun doğuşuna
kadar sürer. Evlilik, bekarlık rollerinden evli çift rollerine geçişi
gösterir. Bu yeni rol çiftin hirbiri ile, kendi anababaları ile, diğer
çiftlerle ve bir bütün olarak toplumla olan ilişkilerini etkiler. Evlilik
bir bakıma eski rollerden gelecek rollere geçişi simgeler. Evliliğin ilk
döneminin en önemli görevi, her iki kişiyi de mutlu edecek ortak bir yaşam
biçimi bulmak, doyurucu cinsel etkileşimı örüntülerini keşfetmektir.
Ortak kararlar alma, aile sorumluluklarını paylaşma, çatışmaları
çözme yollarını öğrenme görevleri de yeni çift için çok önemlidir.
Romantik görüşlere karşın evliliğin ilk yılları en çetin yıllardır, bu
yıllardaki düşkırıklığı ve karşılıklı toplumsallaşma başarısızlığı erken
boşanmaların nedenidir. Boşanmaların özellikle ikinci ve dördüncü
yıllarda en üst düzeyde olduğu, boşanma olasılığının evliliğin uzunluğu
ile düşüş gösterdiği bulunmuştur. Evliliğin ilk yıllarındaki sorunlar
çoğunlukla yaşam koşulları, maddi durum. seks, genel uyumsuzluk,
anabaha müdahalesi olarak belirmektedir. Koller, ilk yıllarda boşanmanın
büyük ölçüde çiftlerin evlilikten gerçek olmayan beklentileri
sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir. Birdwhitsell, sorunun çiftlerden
çok toplumdan kaynaklandığını, toplumun evlilik kurumunu
idealleştirdiğini ve sorunu olmayan bir yaşantı olarak sunduğunu ileri
sürmektedir.
Evliliğin ilk yıllarında cinsel ilişki sıklığı yüksektir ve Kinsey
verilerine göre yaşla düşmektedir. Yaşa bağlı düşüş daha çok erkek
örüntüsünü yansıtmaktadır; çünkü evli ve bekar erkeklerde orgazm
sıklığı düşüşleri koşutluk gösterirken, bekar kadınlarda yaşla çok az
değişim gösterdiği görülmektedir. Genel orgazm sıklığı kadınlarda 31-35
yaşları arasında, erkeklerde ise 21-30 yaşları arasında en yüksek
düzeye çıkmaktadır.
(2) Yeni anababalar: Evlilikte ikinci dönem anababalıktır;
gebelik ve ilk çocuğun doğumuyla başlar ve karıkocalıktan anababalığa
doğru bir rol değişimini içerir. Bu noktaya kadar çift oldukça
oturmuş bir ilişki gerçekleştirmiştir, ancak üçüncü kişi olan bebeğin
aileye katılması eski dengeyi bozabilir ve bu kesinti de kızgınlık ve
kıskançlık yaratabilir. Le Masters evliliğin bu dönemini incelemiş ve
ailelerin % 83'ünün ilk çocuğun doğumu ile yoğun bir bunalım yaşadıklarını
bulmuştur. Le Masters'a göre bu bunalım evresinin nedeni,
kötü evlilik, kişilik uyumsuzluğu, bebeğin istenmemesi değil, çiftin bu
yeni rol için hazırlığa sahip olmamasıdır. Anababa olmayı romantikleştiren
çiftler, bebek alışılagelen düzeni bozan biri olarak ortaya çıkınca
bunalım yaşamaktadırlar. Bu bunalıma, anababa oluşla birlikte
yetişkinliğe en son adımın atılmış olması ve yetişkin sorumluluklarının
bilinci de katkıda bulunuyor olabilir. Knox anababa rolüne uyumsuzluk
nedenlerini şöyle özetlemektedir: Gebeliğe karşı olumsuz tutumlar,
anababalığa ilişkin yetersizlik duyguları, bebekle deneyim
yoksunluğu, rol değişimini kabule istekli olmamak.
(3) Okulöncesi ailesi: Ailedeki ilk çocuk şimdi üç ile altı yaşları
arasındadır. İkinci bir çocuk doğmuş olabilir ve onunla ilgili sorunlar
da önemli olabilir (ama her dönemde ailenin ilk deneyimine dayanmakta
açıklama açısından kolaylık vardır). Bu dönemin görevleri,
eşler arasındaki yakın ilişkiyi sürdürürken, genişleyen aile için yer,
maddi olanak bulmak ve çocukları yetiştirmektir. Çocuk yetiştirme
görevi özellikle önemlidir; besleme, toplumsallaştırma, en üst düzeyde
duygusal gelişime olanak sağlama görevlerini içerir. Anababalar,
çocuklarıyla tam bir insan olarak etkileşime girebilmek için büyüyen
çocuklarıyla birlikte değişebilmelidirler. Toplumsallaşma süreci içinde
anababalar çocuklarına toplumun değer ve kurallarını öğretirken,
kendileri de çocukları tarafından toplumsallaştırılırlar. Nasıl anababa
olunacağını öğrenmenin karmaşık süreci içinde çocuklar ve anababalar
birlikte büyürler. Bazen anababalar çocuklarını en doğru biçimde
yetiştirme konusunda kaygı duyarlar, bu doğal ve gerçekçi bir kaygıdır.
Ancak çocukların da oldukça dayanıklı varlıklar olduklarını ve
güç koşullarda bile büyüyüp gelişmeyi başardıklarmı unutmamak gerekir.
Çocuklara mutlaka mükemmel anababalar gerektiğini söylemek
doğru olmaz. Belki anababalar için en iyi yöntem, kendileri ve çocukları
için en gerçekçi ve etkili yolu kendilerinin seçmesidir.
(4) Okulçağı ailesi: Bu dönem ailenin en büyük çocuğunun
okula başlamasıyla başlar. Bu dönemde sıklıkla görülen bir değişim
annenin yeniden işe dönmesidir. Hoffman, annenin çalışmasının anne-çocuk
ilişkisi üzerindeki etkilerini araştırmış ve annenin çalışma karşısındaki
tutumunun, çocuğun anneye olan tepkisini ve annenin çocuğa
karşı davranışını, çalışıp çalışmamasından daha fazla etkilediğini
bulmuştur. Başka bir deyişle, çalışan ve işlerini seven anneler, çocuklarına
daha iyi davranmakta, buna karşılık çalışan ve işlerini sevmeyen
anneler çocuklarıyla daha az ilgilenmekte, çocuklar da anneye
düşman olmaktadırlar. Aynı gerçek çalışmayan anneler için de geçerlidir,
çünkü çalışmadıkları için kendilerini kapana kısılmış hissediyorlarsa
çocukları da bundan olumsuz etkilenmektedir.
(5) Ergen çocuklu aile: Bu dönem en büyük çocuğun erinliğe
ulaşmasıyla başlar. Bu dönemde aile ekonomik yönden oldukça dengelenmiştir,
aile genellikle büyüklük sınırlarına ulaşmıştır, bütün üyeler
aynı evde yaşamaktadır. Bu dönemin temel konuları, çocuklar için
okul, meslek ve eş seçimi üzerinde yoğunlaşır; çocuklarda cinsellik,
bağımsızlık ve hareketlilik gitgide artar; sigara, alkol, uyuşturucu kullanma
kaygıları ortaya çıkar. Bu sorunlar ailede bunalımlara yol açabilir,
ergenlerle birlikte anababalar da bundan etkilenir. Aile içindeki
kuşak çatışması toplumdaki kuşaklar çatışmasından daha küçük çaplıdır,
çünkü ailedeki kuşaklar birbirlerine daha fazla benzerler. Araştırmalarda
gençler genellikle hem kendi kuşaklarıyla, hem de aileleriyle
dayanışma duygusu içinde olduklarını belirtmektedirler. Aile içindeki
kuşak farklılığı, -ailenin toplumsallaşma ve kültürel aktarım konularındaki
güçlüklerini yansıtmaktadır. Bengston'a göre, gençler kuşaklar
arasında algıladıkları farklılıkları abartırken, anababalar -özellikle büyük
anababalar- aynı farklılıkları küçümsemek eğilimindedirler.
(6) Yerleştirme yeri olarak aile: Bu dönem çocukların evlenme
ya da ayrı yaşama yoluyla evden ayrılmalarını içerir. Bu dönemde
aileler çocuklarını bırakmakta, dünyaya yerleştirmekte, çocuklar da
daha fazla bağımsızlık ve özerklik kazanmaktadırlar. Bu dönem anababalar
için, özellikle, ilgisini o zamana kadar ailesi üzerinde odaklaştırmışsa
anneler için sıkıntılı ve zor bir dönemdir. Çocukların ayrılması
anneler için önemli bir rol değişimini gerekli kılar. Üstelik bu
durum çoğunlukla annenin menopoz sıkıntıları dönemine rastlar. Bu
biyolojik değişim "boş yuva" olgusuyla birleşince kadınlar için bunalım
başlar. Üstelik bu dönemde koca da mesleğinin tepe noktasına
çıkmak için uğraşıp durmakta ve karısından uzak kalmaktadır. Bu
olayların etkileşimi karıkoca için psikolojik bir bunalım kaynağı olabilir.
Diğer bir etken de kadınların cinsel ilgilerindeki artıştır, oysa kocalar
işleri nedeniyle cinsel yakınlığa daha az ilgi duyarlar.
(7) Anababalık sonrası aile: Son çocuğun aileden ayrılmasından
sonra ortaya çıkan dönemdir. Pineo, evlilik mutluluğunun 20-25
yıllık çocuk yetiştirme süresince ilk yıllara göre gitgide azaldığını
bulmuştur; Deutscher ise, anababalık sonrası evlilik mutluluğunun önceki
dönemlerden daha az olmadığını belirtmektedir. Rollins ve Feldman,
evlilik mutluluğunun çocukları yerleştirme döneminde azaldığını, ama
anababalık sonrası dönemde arttığını saptamaktadır. Bu dönemde karşılaşılan
sorunların başında, çiftlerin yaşlanan anababalarına bakmaları,
daha sonra da onların ölümünün yarattığı duygularla başa çıkmaları
sorunu gelmektedir. Bir başka sorun da, anababaların artık
büyükanne ya da büyükbaba olmaları ve bunun gerektirdiği rol değişimini
göstermeleridir.
(8) Yaşlılık ailesi: Bu son dönem kocanın emekli olmasıyla
başlar, karısı çalışıyorsa o da aşağı yukarı aynı zamanlarda emekli
olacaktır. Emeklilik ve ortaya çıkan boş zamanın değerlendirilmesi bu
dönemin en önemli sorunlarıdır. Gelir düşüşü yaşam düzeyinde de düşüşe
neden olmaktadır, sağlık sorunları da bütün bu sorunlara eklenmektedir.
Buraya kadar yapılan açıklama yaşam döngüsünün tümünü kapsamakla
birlikte, orta yıllara ve yaşlılığa ilişkin açıklamalar kısa tutulmuş
ve ayrıntılar ilgili bölümlere bırakılmıştır. Bütün bu açıklamaların
aile olgusu çerçevesinde yer aldığı açıkça görülmektedir. Oysa
yetişkinler için aile dışında da birtakım yaşama biçimleri olabileceği
kuşkusuzdur.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:17 AM
2. Seçenek Yaşam Biçimleri
Genç yetişkini aile yaşamı döngüsü içinde düşünmek alışılagelmiş
bir yoldur. Oysa bundan farklı ve en azından sözü edilen aile
yaşam biçimleri kadar geçerli olan yaşam biçimleri de vardır. Hiç evlenmemiş
yetişkinler (bekarlar), önceden evli olanlar (dullar, boşanmışlar,
ayrı yaşayanlar), çocuksuz çiftler, komün yaşamı sürdürenler
bu seçenek yaşam biçimlerini oluştururlar.
A. Tek yaşayanlar. Tek yaşayan yetişkinler, hiç evlenmemiş,
dul kalmış, boşanmış ya da ayrı yaşayan kişilerdir. Ancak bu insanlar
üzerinde fazlaca araştırma yoktur, bilgilerin çoğu nüfus sayımı verilerinden
derlenmektedir. Üstelik tek yaşayan kişiler konusunda olumsuz
bir söylence de geliştirilmiştir. Örneğin, tek yaşayan kadınların kadınlık
yönünden yetersiz, duygusal açıdan sorunlu oldukları söylenegelmiştir.
Oysa Bernard'ın araştırması, bekar kadınların evli kadınlara
oranla daha üst düzeyde ruh sağlığına sahip olduklarını göstermektedir;
otuz yaşın üstündeki kadınlar içinde evli olanların bekar olanlardan
daha fazla psikolojik sorunları vardır. Bekar kadınlarla ilgili bir
başka söylence de, hızlı ve seks dolu bir yaşam yaşadıkları yönündedir.
Oysa Starr ve Carns'a göre, birçok bekar kadın daha geleneksel bir
yaşam sürdürmektedir, iyi bir ev ve iyi bir iş gibi geleneksel değerler
peşindedir. Aynı şekilde bekar erkekler konusunda da çeşitli kalıpyargılar
söz konusudur. Ancak birinciler için olumsuz olan söylenceler,
ikinciler için olumludur: Bekar kadın güçsüz, yitirmiş bir kişidir, bekar
erkek ise güçlüdür, özgürdür, kazançlıdır. Buna karşılık araştırmalar
bekar erkeklerin evlilere oranla daha fazla fiziksel ve psikolojik
sorunlardan yakındıklarını ortaya koymaktadır (Schiamberg ve Smith, 1982).
Araştırmalar hiç evlenmeyen insanların son yıllarda arttığını
göstermektedir. Sonuçta mutlaka evlenecek kişiler bunu kırk yaşından
önce yapmaktadırlar. Hiç evlenmeyen erkeklerin gelirleri daha büyük
bulunmuştur. Gelir ve eğitim düzeyi yüksek kadınlarda hiç evlenmeme
oranı daha yüksektir. Erkekler genellikle daha düşük sosyoekonomik
düzeyden kadınlarla evlendikleri halde, kadınlar daha düşük eğitim
ve sosyoekonomik düzeyden erkeklerle evlenmiyorlar. Evlilik için
toplumsal baskı yoğun olduğu için, hiç evlenmeyenlerin ne kadarının
bunu kendi seçimleriyle belirledikleri bilinemiyor.
Gelişimsel açıdan önemli olan nokta, evli olmayan yetişkinlerin
yaşamındaki dönüm noktalarını belirlemektir. Kesin veriler olmamakla
birlikte, belki de bu dönüm noktalarını meslek ya da aşk ilişkileri
oluşturmaktadır. Boşanma ve dulluk gibi olaylar daha önce evli olanlar
için dönüm noktası olarak kabul edilebilir.
Evliliğin boşanma ya da ayrılma ile sona ermesi kişisel ve toplumsal
nedenlere bağlı olarak ortaya çıkar. Duvall'e göre, evliliğe iyi
hazırlanmamış, anababasından kurtulmak için evlenmiş, farklılıkları
hoşgörüyle karşılayamayan, mutsuz ya da boşanmış anababası olan
kişiler, çocuksuz olanlar ve gebe gelinler arasında daha fazla boşanma
görülmektedir. Öte yandan, eğitim, ırk, din, yaş, gelir düzeyi gibi toplumsal
farklılıklar da boşanmayı kolaylaştırmaktadır. En fazla evlilik
sorunu olan yıllar doğal olarak boşanmanın da en yoğun olduğu yıllardır.
20 yaşından önce evlenenlerde boşanma oranı daha yüksektir. En
fazla boşanma evliliğin üçüncü yılında yer almaktadır, ayrılmaların en
yüksek noktası da evliliğin ilk yılıdır. Bütün boşanmaların % 40'ı beş
yıldan daha az evli çiftlerde görülmektedir (A.B.D. Nüfus Bürosu,
1975). Boşanma nedenleri konusunda büyük farkılıklar görülmektedir.
En önemli nedenin mutsuzluk olduğu ileri sürülmektedir. Bazen tedirgin
ve mutsuz insanlar evliliğe bu sorunlarını çözme beklentisiyle
girmektedirler, oysa evlilik duygusal yönden yerleşmiş ve kimliğini sağlam
bir biçimde kurmuş insanlar gerektirmektedir. Pinard'a göre, boşanmış
insanların çoğu gergin, sinirli, depresyonlu, aşırı eleştirici ve
genelde uyum sorunları olan kişilerdir. Boşanmada bir diğer etken de
anababalık evresinde rol değişimini benimseyememe sorunudur. Eşle
birlikte yaşamaya yeterince uyum gösterememiş yetişkinler anababalık
rollerinden olumsuz yönde etkilenmektedirler.
Araştırmalar boşanmış insanın yaşam biçimi konusunda çok az
bilgi vermektedir. Erkeklerin yarısı yalnız, kadınların yarısı da
çocuklarıyla yaşıyor, genç olanlar kendi ailelerine dönüyorlar, orta
yaşlılar yalnız yaşamayı seçiyorlar. Ancak bu bilgiler birey için boşanmanın
anlamının ne olduğu konusunda yetersiz kalıyor. Boşanma yeniden
toplumsallaşmayı gerektiriyor ya da yeniden evlenmeyi içeriyor olabilir.
Boşanma duygusal ve fiziksel zorluklar içerebilir ya da yeni yaşam
biçimi bu zorluklara neden olabilir. Evlenmenin rol değişimini gerektirmesi
gibi, boşanma da rollerde ve statüde belirgin değişikliklere yol
açar. Bu durumda bütün toplumsal bağların yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Evliliğin aksine boşanma, toplumsal normlarla belirlenmiş
kurumsal bir geçiş değildir. Birey normatif ipuçları olmadan ve
dışardan pek yardım görmeden yeni rollerini kendisi düzenlemek zorundadır.
Çoğu zaman boşanmayla birlikte bir tür başarısızlık duygusu
da yaşanır. Yeni ilişkiler kurmada ve bunları -varsa- çocuklara açıklamada
birtakım zorluklar vardır. Gluck'un araştırması, boşanmışların
% 75'inin beş yıl içinde yeniden evlendiğini ve % 60'ının boşanmışlarla
evlendiğini göstermektedir. Genellikle ikinci evlilikler daha mutlu
olarak nitelendirilmektedir.
Evlilikler boşanma ya da ölümle, sonuç olarak çiftlerden biri için
dullukla sonuçlanır. Yaşam süresinin uzaması dulluk süresini de uzatmıştır.
Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşadıklarından ve genellikle
kendilerinden daha yaşlı erkeklerle evlendiklerinden dulluk süreleri de
daha uzundur. Dulların büyük çoğunluğu 65 yaşın üstündedir ve bu
yaştan sonra evlenmeleri onaylanmadığı için yalnızlık en büyük sorunlarıdır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:17 AM
B. Birlikte yaşayanlar: Gelişmiş ülkelerde özellikle 1960'ların
sonlarına doğru birlikte oturma eğilimi yaygınlaşmıştır. 1980'lere
gelindiğinde 15-44 yaşlar arasındaki her üç Amerikan kadınından birinin
bir erkekle evlenmeksizin birlikte yaşadığı görülmektedir. Bu tür ilişki,
geçici birliktelikten evliliğe giden sürekli birlikteliğe kadar değişik
biçimler gösterebilmektedir. Birlikte yaşayanların çoğu bir yıl içinde
evlenmekte ya da ilişkiyi bitirmektedir. Birlikte yaşama, ilişkinin evlilik
için yeterince güçlü olup olmadığını sınama yolu olarak görülebilir.
C. Çocuksuz çiftler: Seçenek yaşam biçimlerinden biri de çocuksuz
çiftlerle ilgilidir. Bu grup istemediği ya da sahip olamadığı
için çocuksuz olan çiftleri içerir. Bu grup da tıpkı bekarlar, dullar ya
da evlenmeden birlikte yaşayanlar gibi toplumsal baskı altındadır;
çünkü toplum evliliği ancak çocukla birlikte düşünmektedir. Çiftler
çocuk sahibi olmamaya çeşitli nedenlerle karar vermiş olabilirler. Eşlerden
her ikisi de çocukla kesintiye uğramasını istemediği işlere sahip
olabilir; çocuk yetiştirmenin sorumluluğunu istemeyebilir; çocuklarına
geçirmek istemedikleri genetik bir özürleri olabilir; anababalık
rolüyle ilgilenmiyor ya da bu role uygun olmadıklarını düşünüyor
olabilirler vb.
D. Eşcinseller: Freud bir eşcinselin annesine yazdığı mektupta
şöyle demektedir: "Eşcinsellik elbette bir avantaj değildir, ama utanılacak
bir kusur, bir aşağılanma da değildir, bir hastalık olarak da
sınıflanamaz. Eskilerde ve günümüzde pek çok saygıdeğer kişi eşcinseldi,
aralarında (Platon, Michelangelo, Leonardo da Vinci, vb.) sayısız
büyük adam vardı. Eşcinselliği bir suç gibi cezalandırmak çok büyük
bir adaletsizliktir ve de zalimlik...
Kamuoyunda, karşıcinseller ve eşcinseller olmak üzere iki tür insan
olduğu kanısı yaygındır. Gerçekte ise, karşıcinselliği ve eşcinselliği
aynı süreklilik üzerinde kutuplar olarak görmek daha doğrudur.
Çoğu bilim adamı, karşıcinsel ya da eşcinsel "bireyler" değil, karşıcinsel
ya da eşcinsel "uygulamalar" olduğunu kabul etme eğilimindedir.
Psikanalizci İrving Bieber'e göre, eşcinsellik raydan çıkmış
karşıcinselliktir, temelinde de babanın etkisiz, annenin egemen olduğu aile
yapısı vardır. Buna karşılık Michael Schofield, bu çok yaygın varsayımın
doğru olmadığını, eşcinsellerin geçmişinin çok büyük bir
farklılık gösterdiğini söylemektedir. Schofield'e göre, eşcinseller
arasındaki farklılık, eşcinsellerle karşıcinseller arasındaki farklılıktan
çok daha büyüktür. Eşcinselliği açıklamaya çalışan diğer kuramlar da
(fiziksel yapı ve mizaç kuramları, biyolojik ve hormonal yapı kuramları,
öğrenme kuramları) başarılı bir sonuca ulaşabilmiş değildir. Sonuç
olarak, uzmanların hepsi şimdilik en iyi yolun eşcinsellik karşısında
açık görüşlü olmak ve gelecekteki araştırmaları beklemek olduğunda
birleşmektedir.
Bu bölümün sonuna bıraktığımız temel bir tartışma konusu da,
tekeşlilik, (monogamy) sorunudur. Kimmel'in (1974) dediği gibi, "Hemen
hemen bütün insanlar görünüşte aile denemesine girişmekle birlikte,
çoğu eğer olanakları olsaydı ailenin değerli bir kurum olup olmadığını
ve bu denemeye girişerek, değişimlere uğramaya ve ölmeye
değip değmediğini tartışırlardı."
Murdock'a göre, tekeşlilik bütün toplumlarda var görünüyorsa
da, onun incelediği 238 toplumdan aşağı yukarı sadece beşte biri tam
anlamıyla tekeşlidir. Dolayısıyla tekeşli yaşamın bütün insanlar için
en uygun yaşam biçimi olduğu söylenemez. Günümüzde nüfus patlamasıyla
birlikte "deneysel" yaşam biçimlerine duyulan ilgi ve hoşgörünün
de arttığı görülmektedir. Üstelik, evliliğe uygun olup olmadığına
bakılmaksızın, herkesin evlenmesi için yapılan toplumsal baskı
azalırsa boşanma oranının da büyük ölçüde düşeceği söylenebilir.
İnsanlar genellikle evliliğe girerken de, evliliği bozarken de tekeşliliği
tartışmaktansa kişileri tartışmayı yeğlemektedirler. Evliliğin
kurulmasında ve yıkılmasında bireysel etkenlerin varlığı ve rolü kuşku
götürmez, evlilikte ortaya çıkan mutluluğu ya da mutsuzluğu kendi
psikolojik gelişimimiz ölçüsünde biz yaratırız. Ancak öte yandan, evlilik
ve aile toplumsal kurumlardır ve bizi bireysel irademiz dışında
yönetmektedirler. Kurumlaşmış tekeşlilik bireysel sevgi temeline dayanıyor
gibi görünse de, aslında cinsel içgüdüyü denetim altında tutmak,
üretim güçlerini güvence altına almak, kadını erkeğe bağımlı
kılmak türünden toplumsal gerekçelere dayandığı düşünülmektedir.
Ancak bu tür yorumların somut değişimlere dönüşemediği de açıktır.
Amerika Birleşik Devletleri Nüfus Bürosu'nun belirttiğine göre,
bu ülkede 1960'da kadınların yüzde 72'si ve erkeklerin yüzde 47'si 20-24
yaşlar arasında evleniyordu; 1990'da ise kadınların yüzde 34'ü ve
erkeklerin yüzde 21'i aynı yaşlar arasında evlenmektedir. Bu durum
günümüzde evliliği erteleme konusunda güçlü bir eğilim olduğunu
göstermektedir. Evliliği erteleme eğilimi kısmen üniversiteye gitme
oranındaki artışla ilgilidir. Gclişmiş ülkelerde evlilik olmadan birlikte
yaşama olanağı da evlenmeyi ertelemeye yol açmaktadır. Boşanma
oranının artması ve tek yaşamanın gitgide kabul görmesi de evlenmeyi
geciktiren nedenler arasındadır (seçenek yaşam biçimleri burada
anımsanabilir). Sonuç olarak, günümüzde evliliğe daha gerçekçi ve
akılcı nedenlerle yaklaşıldığı söylenebilir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:17 AM
3. İş ve Meslek
İnsan yaşamının diğer dönemleri gibi yetişkinlik de ancak içinde
ortaya çıktığı toplumsal bağlamlarda anlaşılabilir; iş ve meslek yaşamı
da bunlardan biridir. Hem kadının hem de erkeğin yaşam süresinde
çalışma en önemli yeri tutar (ancak, çalışma konusunda bilinenlerin
çoğunun erkeğin çalışmasına ilişkin olduğunu hemen belirtmek gerek).
İnsanların neden çalıştıkları konusunda pek çok neden ileri sürülebilir
ve bu soruşturmanın sonu gelmez. Ancak çalışmanın insan mutluluğunun,
yaşam doyumunun, ruh sağlığının temellerinden biri olduğuna
da hiç kuşku yoktur. Nitekim Freud bir konuşmasında ruh sağlığının
temeli olarak "sevme ve çalışma"yı göstermiştir.Yaşamın bu
iki alanı yetişkinlik yıllarının temelini oluşturur.
A. Çalışmanın Anlamı
Erikson'un gelişim kuramında "yakınlığa karşı yalıtılmışlık" ve
"üretkenliğe karşı durgunluk" evreleri çalışma yaşamına da denk düşer.
Uzun süren bu evreler sadece iş alanındaki üretkenlik ve yaratıcılığı
değil, aynı zamanda yeni kuşaklar üretmeyi, onları yetiştirmeyi ve
sorunlarıyla ilgilenmeyi de içerir. Böylece bireysel çalışma, iş
ilişkilerine, aile yaşamına ve tüm topluma uzanan çok geniş bir etkileşim
alanını kapsar.
1) Kimlik ve üretkenlik: Erkekler ve kadınlar için "iş" uzun
süren bir fiziksel ve duygusal enerji yatırımını gerektirmektedir. Erkek
için de kadın için de bu yoğun uğraş, ergenlik yıllarının kimlik
bunalımının çözüldüğünü ve artık genç yetişkinliğe geçildiğini gösterir.
Meslek ve aile yaşamındaki başarı bireyin kimlik duygusunu
güçlendirdiği gibi bu kimliğe toplumsal bir temel de sağlar. Bireyin
işi onun kimliğinin belirgin bir parçasıdır ve adı, cinsiyeti ve uyruğuyla
birlikte kimliğini belirtmede önemli bir rol oynar. Kimlikle meslek
arasındaki bu sıkı bağ özellikle "doktorum", "avukatım", "polisim",
"sanatçıyım" gibi anlatımlarda daha da belirgindir. Meslek aynı
zamanda toplumsal sınıfı ve eğitim düzeyini de gösterir. Meslek rollerine
girmek yetişkinliğe girmeyi belirttiği gibi, işten alınan doyumu
da belirtir. İş rolündeki sıkıntı ve doyumsuzluklar, bir tür ketlenme ve
Erikson'un deyişiyle "üretkenlik bunalımı" olarak görülebilir. Bu duygusal
bunalım daha önceki yıllara ilişkin kimlik bunalımıyla ilişkilidir,
ancak yetişkinlik döneminde "ben kimim?" sorusu yerine, "ben
ne yapıyorum?" sorusu sorulur.
Derin doyum ve başarı duygusu ya da sıkıntı ve yetersizlik duygusu
bireyin yaşamının diğer alanlarını da etkiler. Aile ile iş arasındaki
etkileşim çoğunlukça bilinen ve yaşanan bir olgudur. Başka bir
deyişle, işteki sıkıntı ailenin önemini arttırır. İşteki doyumsuzluk aile
yaşamında ödünlenmek istenir, sonuçta sıkıntı bütün aile bireylerine
yansır, aile bu yükü kaldıramaz hale gelir ve aile bunalımları yaşanır.
Öte yandan, doyumsuz bir aile ilişkisi ve uyumsuz evlilik de işin doyum
yeri olarak görülmesine yol açabilir. Bu durumda iş, aile sıkıntılarından
uzaklaşmak için başvurulan bir kaçış yeridir. İkinci bir iş edinerek,
geç saatlere kadar çalışarak, iş yolculuklarına çıkarak işi doyum
kaynağı yapmaya çalışılır. Bazen de işinde yükselmek isteyen
biri iş ve aileyi rekabet alanı haline getirebilir, bu da aile içi gerilimi
artırabilir. Özellikle kadının çalışmadığı ailelerde, bu durumda kadın
ihmal edildiğini ve eve hapsedildiğini, erkek de karısı ve ailesi tarafından
engellendiğini ileri sürer; sonuç, eşlerin birbirine yabancılaşmasıdır.
Aslında ailedeki bu yabancılaşma bireyin işteki yabancılaşmasının
bir uzantısıdır.
2) Yabancılaşma: İş ve yabancılaşma olgusuna ilişkin açıklamalar
özelliklc Erich Fromm'un yapıtlarında yer almaktadır. Fromm'a
göre yabancılaşma, "kişinin kendisini bir yabancı gibi hissettiği yaşantı
biçimidir. kişi kendisiyle ve dış dünyayla üretici bir ilişki içinde
değildir". Yabancılaşma durumunda, "insanın kendi eylemleri, onun tarafından
yönetilmek yerine, onun üstünde, ona karşı işleyen yabancı
bir güç olup çıkar." Böylece insan, kendini kendi zenginliğinin etkin
yaratıcısı olarak değil de, kendini kendi dışındaki güçlere kaptırmış
zavallı bir nesne olarak algılar. Fromm'a göre çağdaş toplumda yabancılaşma
hemen her yeri kaplamış bir olgudur, özellikle çalışma ve
iş yaşamı etkilenmektedir bundan. Fromm (1982) bu durumu şöyle
betimlemektedir:
"Hem kişiliğin hem de malların satıldığı pazarda değerlendirme
ilkesi aynıdır. Birinde satışa sunulan, kişilikler;
ötekinde ise, mallardır. (...) Başarı büyük ölçüde, insanın
kendisini pazarda ne kadar iyi sattığına, kişiliği ile ne kadar
iyi rol yaptığına, dış görünüşünün etkililiğine, örneğin 'neşeli',
'sağduyulu', 'saldırgan', 'güvenilir', 'tutkulu' olup olmadığına
bağlıdır. (...) Başarı büyük ölçüde insanın kişiliğini
ne kadar iyi sattığına dayandığına göre, birey kendisini
bir mal ya da daha çok, hem satıcı hem de satılacak mal olarak
görür. (...) Çağdaş insan kendini aynı zamanda hem pazardaki
satıcı hem de satılacak mal olarak gördüğünde, özsaygısı,
denetiminin dışıdaki koşullara dayanır. Eğer başarılıysa
değerli, başarısızsa değersizdir." (Fromm, 1982).
Çalışmaya yüklenen anlamın ve iş doyumunun en güvenilir belirtilerinden
biri şu soruya verilen yanıtta ortaya çıkar: "Herşeye yeniden
başlayabilecek olsaydınız hangi işe girmek istersiniz?" 1972'de
ABD'nde işe yabancılaşma konusunda ülke çapında yapılan bir araştırmada,
beyaz yakalı işçilerin sadece % 43'ü ve mavi yakalı işçilerin
sadece % 24'ü aynı işi seçeceklerini söylemişlerdir. 1979'da Michigan
Üniversitesi'nce yapılan başka bir araştırmada işçilerin sadece % 46,7'si
işlerinde "çok doyumlu" olduklarını, % 60'ı başka bir işi yeğleyeceklerini,
% 61'i yaptıkları işi arkadaşlarına tavsiye edebileceklerini
belirtmişlerdir. Sonuç olarak, hemen hemen her işin kimi insanlara
sıkıcı geldiği söylenebilir. İş doyumunun, işi tutkuyla yapmak gibi bireysel,
kararlara katılmak gibi toplumsal etkenlere bağlı olduğu da
anlaşılmaktadır. Ayrıca, yaşlı kişilerin genç kişilerden daha fazla
işlerinde doyum buldukları araştırmalarda ortaya çıkmaktadır (Vander
Zanden, 1981).
Çalışmanın anlamı ile ilgili bir sorun da, kadınların ev işinin
"gerçek iş" sayılmamasıyla ilgilidir. Herşeyin değerini paranın belirlediği
bir toplumda kadınların ev işi küçümsenmektedir, çünkü parasal
girdisi olmayan bir iştir. Öte yandan, her şeyi erkeklerin belirlediği bir
toplumda kadınların ev işi onların "doğal" bir görevi, varoluşlarının
vazgeçilmez bir yönü olarak görülmektedir. Günümüzde bu tür geleneksel
kalıpyargıları aşmaya çalışan toplumlarda, kadınların ev işine
de ücret ödenmesi, evde çalışan kadınların da iş sigortasına bağlanması
ve emeklilik hakkına kavuşması söz konusu edilmektedir.
3) Kadınların çalışması. Yakın zamanlara kadar evinde oturması
gerektiği düşünülen kadınlar, bugün birçok ülkede ulusal
işgücünün yaklaşık yarısını oluşturmaktadırlar. Amerikalı ekonomist
Eli Ginzberg, kadınların son birkaç yılda işgücüne hızla katılışını
"yüzyılımızın en önemli olgusu" olarak nitelemektedir. Ancak, kadın
işgücünün genişlemesi ekonominin geleneksel yapısında hala çözüm
bekleyen bir yığın sorunu da birlikte getirmiştir. 1984'te Fransa Kadın
Hakları Bakanı Yvette Roudy, "Kadınlar daha önce de pek çok sanayi
devrimiyle randevuyu kaçırmışlardır. Umarım, birkez daha yolun kenarında
durup gelişime seyirci kalmazlar. Fakat öyle bir dönemde bulunuyoruz ki,
erkeklerle kadınlar arasındaki rol ve görev bölüşümü
kültürlere yerleşmiştir. Erkek çocuklar için 300 meslek varken, kız
çocuklar için sadece 30 meslek yolu bulunmaktadır" demektedir.
Kadınların iş dünyasında karşılaştıkları ilk sorunlardan biri, her
zaman, ücret düzeyinin en düşük olduğu sektörlerde çalışmak zorunda
kalmalarıdır. Bunun temel nedeni, daha başlangıçta kadınların ileride
yüksek ücret getirmeyecek ve yükselme olanağı sağlamayacak öğrenim
dallarına ve mesleklere yöneltilmeleridir. Kadınlar, dil, edebiyat, tarih
gibi insan bilimleri dallarına, öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik gibi
hizmet kollarına itilmektedirler; mühendislik, diplomatlık, yüksek düzeyde
yöneticilik, üniversite öğretim üyeliği, parlamenterlik, sendika
liderliği gibi alanlara kadınlar hala yaklaşamamakta ya da pek az ve
güçlükle girebilmektedirler. Sorumluluk gerektiren yüksek görevlerde
bulunan kadınların oranının gelişmiş Batı ülkelerinde bile henüz
çok ağır bir tempoyla değiştiği bilinmektedir (bk. Tablo 14).
Tablo 14
Kadınların Çalıştığı Sektörler
(1982 verileri, %)
Ülkeler - Tarım - Endüstri - Hizmet
Alm. Fed. Cumhuriyeti - 7,0 - 25,5 - 65,5
Fransa - 6,0 - 21.1 - 78,8
İtalya - 13,3 - 26.9 - 59,9
Hollanda - 2,5 - 12.1 - 85,4
Belçika - 1,7 - 16.0 - 82,3
Lüksemburg - 5,2 - 12.6 - 79,1
İngiltere - 1,2 - 19,7 - 79,1
İrlanda - 5,6 - 20,1 - 74,3
Danimarka - 5,5 - 13.5 - 81,0
Yunanistan - 41,6 - 18,2 - 40,2
AET 10 üye - 7,0 - 22,5 - 70,5
Kaynak: Avrupa Dergisi, No. 93, 1984.
Kadınların iş dünyasında yaşadıkları bir başka sorun, işsizlik bunalımı
karşısında kadınların daha elverişsiz durumda bulunmalarıdır.
Erkekler için işsizlik oranı % 10 iken, kadınlar için % 15' tir. Avrupa'da
kadın işsizlik oranı erkek işsizlik oranından İtalya'da üç, Fransa,
Hollanda ve Belçika'da iki kat yüksektir. Avrupa Ekonomik Topluluğunda
işsizlikten en çok etkilenen grubu genç kadınlar oluşturmaktadır.
İtalya'da 25 yaşın altındaki her iki kadından biri işsizdir; bu oran
Belçikada % 40'a, Hollanda ve Fransa'da % 35'e yaklaşmaktadır.
Kadınların çalışma yaşamında karşı karşıya kaldıkları en ciddi
sorun ise, ücret eşitsizliğidir. 1975 ve 1976 yıllarında AET düzeyinde
kabul edilen iki genelge, aynı iş için ya da eşit değer verilen iş için
cinsiyete dayalı her türlü ayrıma son verilmesi ilkesini içeriyordu;
ücretlerin belirlenmesi için kurulacak mesleki sınıflandırma sistemi
erkek ve kadın işçiler için ortak ölçütlere dayandırılmalı ve cinsiyet
ayrımını ortadan kaldırmalıydı, üye devletler bu genelgeye göre gereken
hukuksal düzenlemeleri ülkelerinde hemen yapmalıydılar. Oysa
bugün hiçbir AET ülkesinde gerçek anlamda bir ücret eşitliğine hala
ulaşılabilmiş değildir. Kadın ve erkeklerin aldığı ücretler arasındaki
farkın en yüksek olduğu ülkeler Lüksemburg, Yunanistan ve İrlanda
(% 30'u aşıyor), en düşük olduğu ülke ise İtalyadır (% 20'den az).
Aşağıdaki tablo, sanayideki ücret eşitsizliğinin AET ülkelerindeki durumunu
yıllara göre göstermektedir (Tablo 15).
Bütün bu olumsuz görünümlere karşın, Anne Wahl'ın (1984) dediği
gibi, "Kadınların çalışma alanında gösterdiği gelişme, çağımızın
en belirgin olgularından biridir. Avrupa Topluluğu'nda, 15-64 yaşlar
arasındaki kadın nüfusu içinde çalışan kadınların oranı, 1970'de % 44
iken, 1982'de % 50'ye yükselmiştir. Daha şimdiden, şu basit fakat
önemli sonuca varılabilir: Herhangi bir sosyolojik eğilim değişikliği
olmadığı takdirde, 21'nci yüzyılın başında, kadınların çalışma yaşamı
karşısındaki davranışı erkeklerinkiyle aynı olacaktır." (Avrupa Dergisi,
1984)
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
B. Meslek seçimi
Meslek seçimi süreci bireyin gerçek işini seçiminden çok önce
başlar. Meslek seçimi, sadece varolan işler arasında en uygununa karar
vermekten ibaret değildir. Bireyin geçmişi ve temelleri, rol modelleri,
deneyimleri, ilgileri ve kişiliği meslek seçimini etkileyen en
önemli etkenlerdir.
1) Bireysel temeller: Toplumsal sınıf, etnik köken, cinsiyet,
zeka gibi karmaşık etkenler bireyin meslek seçimini etkilerler. Bu etkenlerin
etkileşimi, bireyin evlenmesinde olduğu gibi, iş seçimini ve
şansını etkiler. Söz gelimi, kadınların mesleğe yönelmesinde cinsiyetin,
zencilerin iş bulmasında ırkın engelleyici bir etken olduğu, buna
karşılık yüksek sosyoekonomik düzeyin, yaratıcı zekanın olumlu bir
rol oynadığı bilinmektedir.
Tablo 15
Sanayide Ücret Eşitsizliği
Düz Sanayi İşçilerinin Brüt Ortalama Saat Ücretleri
(Endeks: Erkekler = 100)
Ülkeler Yıllar
Almanya Fed. Cumhuriyeti 1972 (69,65), 1975 (72,55), 1977 (72,81),
1978 (73,02), 1979 (72,69), 1980 (72,63), 1981 (72,78)
Fransa 1972 (78,67), 1975 (78,47), 1977 (77,43), 1978 (78,32),
1979 (78,29), 1980 (78,28), 1981 (79,48)
İtalya 1972 (76,29), 1975 (79,71), 1977 (84,64), 1978 (83,06),
1979 (84,12), 1980 (84,13), 1981 (84,87)
Hollanda 1972 (64,64), 1975 (72,41), 1977 (73,48), 1978 (73,49),
1979 (72,29), 1980 (73,27), 1981 (72,64)
Belçika 1972 (68,42), 1975 (71,52), 1977 (70,98), 1978 (70,73),
1979 (70,27), 1980 (70,25), 1981 (71,59)
Lüksemburg 1972 (62,50), 1975 (63,19), 1977 (65,02), 1978 (63,55),
1979 (61,88), 1980 (64,71), 1981 (63,35)
İngiltere 1972 (60,26), 1975 (67,91), 1977 (71,60), 1978 (69,89),
1979 (70,83), 1980 (69,65), 1981 (69,96)
İrlanda 1972 (-), 1975 (60,94), 1977 (62,13), 1978 (64,10),
1979 (66,96), 1980 (68,70), 1981 (67,20)
Danimarka 1972 (-), 1975 (84,31), 1977 (86,50), 1978 (86,14),
1979 (86,36), 1980 (86,05), 1981 (85,76)
Yunanistan 1972 (-), 1975 (69,86), 1977 (68,36), 1978 (68,00),
1979 (68,00), 1980 (67,38), 1981 (66,65)
Kaynak:Avrupa Dergisi, No: 93, 1984.
2) Rol modelleri: İnsanlar mesleklerini çoğunlukla o meslekten
birisiyle özdeşleşerek seçerler. Rol modeli olan kişi geleneksel
toplumlarda baba ya da amcadır. Ancak, günümüzde kitle iletişim
araçları bireye yakın çevresinde bulunmayan rol modellerini de iletmektedir;
böylece bir gencin kendi temel özelliklerinin dışında olan
birini model alması da olanaklı olmaktadır.
3) Deneyim: Bir insan mesleğini daha önce yaşadıklarına göre
de seçebilir. Ağabeyi öldürülen birinin polis olmayı, büyükbabasının
evi yanan birinin itfaiyeci olmayı istemesi gibi. Burada da
yaşıtlarınınkinden farklı bir mesleği özel bir deneyim sonucu seçmek
sözkonusudur.
4) İlgiler: Gerçekten seçme şansı varsa, bireyin ilgileri, tercihleri
ve değerleri meslek seçiminde önemli bir rol oynar. Örneğin psikologlar
ya da özel eğitimciler insanları anlamaya ve onlara yardım etmeye
ilgi duyan kişilerdir. Ancak bu ilgi bireysel farklılıklara göre
değişik mesleklerde de anlatım yolunu bulabilir. Genel olarak bir insanın
ilgileri kısmen deneyimlerini, kısmen de rol modellerini yansıtır;
aynı zamanda, geçmişteki başarılarını ve yeteneklerinin ne olduğuna
ilişkin kanısını da dile getirir.
5) Kişilik: Meslek seçimi birey ile işi arasındaki uygunluğu da
yansıtır. Yetişkinlerde kişilik özellikleri ile çeşitli işlerin özellikleri
arasındaki ilişkiyi soruşturan pek çok araştırma yapılmıştır. J. L.
Holland'ın iş ve meslek seçimi kuramında kişilik farklılıkları en önemli
yeri tutmaktadır; bu kuramda altı temel kişilik boyutu uygun meslek
seçimleriyle ilişki içindedir. Temel boyutlara sahip (gerçekçi, araştırıcı,
sanatsal, toplumsal, geleneksel, girişimci) kişiler bunlarla bağdaşan
mesleklere yönelirler. Örneğin, bir çiftçi hem gerçekçi (güçlü ve pratik),
hem de gelenekseldir (yapılanmış etkinlikleri yeğler). Meslek ile kişilik
uyuştuğunda insan doyum bulur, işini sürdürür ve mesleğinde ilerler.
Sonuç olarak, meslek seçiminin çok karmaşık birtakım etkenlerin
etkileşimine bağlı olduğu söylenebilir. Meslek seçiminin ergenlik sonlarında
ya da genç yetişkinlikte tek bir karar sonucu yapıldığı yolundaki
geleneksel görüş, bugün yerini meslek seçimi ve gelişiminin yetişkinlik
boyunca sürdüğü görüşüne bırakmıştır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
C. Meslek Örüntüleri
Meslekler arasında büyük farklılıklar oIduğu gibi, meslek örüntüleri
arasında da önemli farklılıklar vardır. Söz gelimi, belirli ilerleme
basamakları olan ve bireyin başarısı ölçüsünde bu basamakları tırmandığı
bir iş düşünelim. Bu örüntü, düzenli bir ilerleyişle statü merdiveninde
dikey bir tırmanmayı belirler, çoğunlukla da aynı yerde
uzun yıllar çalışmayı gerektirir. Şimdi de, bireyin yaptığı işlerin sırasal
bir örüntüsünün olmadığı düzensiz bir iş geçmişini düşünelim.
Bu durumda, işlevsel olarak birbirine benzeyen işlerde statü sağlayan
ne dikey ne de yatay bir ilerleme vardır. Wilensky, bu ölçütleri iş
geçmişlerini çözümlemede kullanmıştır. Wilensky, meslek yaşamında
(kariyer) düzenli grubun düzensiz gruba oranla işte ve iş dışında daha
çok toplumsal etkileşim gerektirdiğini söylemektedir. Sonuç olarak,
insanın çalıştığı iş kategorisinin düzenli ya da düzensiz olması onun
toplumsal yaşamını da büyük ölçüde etkilemektedir. Öte yandan, insanla
meslek arasındaki etkileşimi belirleyen başka etkenler de vardır.
Bu etkenler, güdülenme, (para, statü, hizmet, yaratıcılık vb.) ve doyum
kaynaklar (para, statü, başarı, ün, vb.)dır. Böylece, doktorluk,
mühendislik gibi potansiyel olarak düzenli meslekler, güdüleri ve doyumları
gibi değişik etkenlerle diğer düzenli mesleklerden ayrılırlar;
bu özel düzenli mesleklerin farklılıkları benzerliklerinden önemlidir.
Meslekte ilerlemenin diğer bir türü de, düzenli mesleklerde bireyin
oldukça ani ve önemli iş değişikliği yapmasıdır. Bu değişikliğin
nedeni, iş sıkıntısından daha doyurucu bir işle kurtulma çabası ya da
başarı sonucu yeni olanaklar yaratma isteği olabilir. Bu ani değişiklik
düzensiz iş örüntüsünden farklıdır, çünkü düzenli bir sistem içindedir
ve en fazla iki değişikliği içerir (başarılı yöneticinin şirket değiştirmesi
gibi). Bu tür değişiklik yapan kişiler, yalnızca düzenli işlerde
çalışanlardan, daha çok risk alma yeteneği, güvensizliğe karşı koyma gücü
ve zorluklarla başa çıkabilme kapasitesi ile ayrılırlar. Öte yandan,
bu değişiklik bireyin meslek (kariyer) gelişiminde bir bunalımı da ortaya
koyabilir. Aile yaşamı döngüsünde olduğu gibi meslek yaşamı
döngüsünde de bunalım noktaları önemli bir rol oynarlar.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
D. Meslekte Dönüm Noktaları
Gelişimsel açıdan meslek yaşamında bunalım noktaları ya da dönüm
noktaları vardır. Bu noktalar düzenli mesleklerde daha belirgindir;
düzensiz mesleklerde ise her işten ayrılma ve yeni işe girme bir
bunalım noktası sayılır. Düzensiz mesleklerde her yeni iş yeni bir
uyum ve yeni bir toplumsallaşma süreci demektir. Üstelik, düzensiz
mesleklerde birey ya yaşı ilerlediği ya da artık yaptığı iş otomatikleştiği
için, aynı türden iş bulamazsa, düzenli işte zorunlu emekliliğin
neden olacağı türden bir bunalımla karşılaşır.
İş döngüsünde ilk dönüm noktalarından biri, bir işe girme'dir. Bu
süreç, meslek seçimi sürecinin sonu, aynı zamanda yetişkinlik yaşamının
başlangıç noktasıdır. Birey işin gerektirdiği rolleri tanıyarak şimdi
gerçek işe girer, artık işin gerçek gerekleriyle, beklentileriyle ve
ödülleriyle karşı karşıyadır. Bu etkenler büyük olasılıkla bireyin daha
önceki ideal beklentileriyle çatışacak ve birey bu nedenle bir çatışma
yaşayabilecektir. Bütün mesleklerde bireyler yeni işlerinin gerçek
gerekleriyle yeniden toplumsallaştırılır ve bir uyum döneminden geçerler;
bu arada işin ilk haftaları ya da aylarında duygusal bir rahatsızlık
da yaşarlar. Bu yeniden toplumsallaşma sürecinde birey yeni bir "benlik"
geliştirmektedir. Kendisi karşısında başkalarının (işveren, iş arkadaşları,
müşteriler) rolünü alarak kendisinden beklenen rol davranışını
öğrenmektedir; aynı zamanda kendisini bu rolde görür ve bu rolde tepki
verir. Eğer içsel benlik ile işteki benlik arasında büyük farklılıklar
varsa, birey işteki benliği içsel benliği doğrultusunda değiştirmeye çalışır,
bunu yapamazsa yaşanan bunalım da o oranda artar. Birey işe
girmesiyle geçirdiği toplumsallaşma sürecinde işin gerekleri ve değerleri
doğrultusunda bir benlik geliştirir ve bunu içsel benliğine de uygun
hale getirmeye çalışır (D.C. Kimmel, 1974).
İş döngüsündeki diğer önemli bunalım ya da dönüm noktaları orta
yaşlarla ve emeklilikle ilgilidir; bunlar ilgili bölümlerde ayrıntılı
biçimde ele alınacaktır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
4. Toplumsal Çevre, İlişkiler ve Katılım
Genç yetişkinlikte önemli bir gelişim boyutu da, aile ve iş ilişkileri
yanısıra ortaya çıkan toplumsal ilişkiler ağıdır. Toplumsal ilişkiler
ağı bireylerin ve ailelerin koşullarına göre değişiklik gösterir. Örneğin,
Amerikalı yetişkinler cinsiyetlerine, yaşlarına, evlilik durumlarına
ve sosyoekonomik düzeylerine göre geniş toplumsal etkinliklere
girerler. Bu etkinlikler, halk eğitimi uğraşlarını, dinsel uğraşları,
okulla işbirliğine girmeyi, siyasal etkinlikler düzenlemeyi içerir. Evlilik
öncesinde ve evliliğin ilk yıllarında erkek ve kadının toplumsal katılımı
birbirine benzer, benzemediği durumlarda da daha çok kadınların
seçimi ağır basar. Çocukların küçük olduğu yaşlarda çocuk merkezli
etkinlikler öncelik taşır. Orta yaşlarda kadının etkinlikleri aile
merkezli olurken, erkeğinki iş merkezli olma eğilimindedir. Katılımların
farklılığına karşın, erken yetişkinlikte başlayan ve güçlü bir
biçimde orta yaşa doğru ilerleyen gelişimsel bir değişimden söz edilebilir.
Bu değişim, fiziksel güç etkinliklerinden kişilerarası ilişkiye
ağırlık veren etkinliklere doğru olmaktadır.
Gelişimsel açıdan, insanın büyümesi ve olgunlaşması, anababadan
-aileden- koparak yeni insan ilişkilerine girmesi ve giderek toplumsal
katılıma yönelmesi demektir. Bu gelişimin temelleri, çocuğun
mutlak bağımlılığı evresinden sonra, ergenin bağımsızlığı deneme
uğraşlarıyla atılmaktadır. Genç yetişkin ise, artık bağımsızlığını kazanmış
bir kişi olarak, kişilerarası ilişkilere girebilen, toplumsal, kültürel,
siyasal etkinliklere katılabilen kişidir.
Toplumsal ve kültürel katılma, günlük yaşamın sıradanlığına ve
sıkıcılığına karşı bir çıkış yoludur. Günlük yaşamın dar, kısır ve
yabancılaştırıcı çevreleri ancak kültürel katılım ve etkinlik aracılığıyla
aşılabilir. Bununla birlikte, kültürü bir boş zaman uğraşısı, bir oyun,
bir düş gibi algılamamak da gerekmektedir. Kültür pazarlarının yönlendirdiği
ticarileşmiş kültür ürünleriyle yetinmenin uyuşturucu alışkanlığı
edinmekten hiçbir farkı yoktur. Maurice Duverger'in, kitle iletişim
bombardımanı altındaki günümüz insanları için, "bir sürü şey biliyorlar,
ama kültürden yoksunlar" demesi boşuna değildir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
5. Ahlak Gelişimi
Toplum içinde yaşayan bireyler olarak belirli doğru ve yanlış
kavramlarını başkalarıyla paylaşmak ve birlikte yaşamanın gereği
olan birtakım kuralları izlemeye yetenekli olmak zorunda olduğumuz
bilinir. Bizim kişisel mutluluğumuz da, toplumda eşitlik ve adaletin
varlığı da, birtakım ahlak standartlarının herkesçe kabul edilmesine
bağlıdır. Ahlak gelişimi, çocukların, belirli davranışları "doğru" ya da
"yanlış" olarak değerlendirmelerine rehberlik eden ve kendi eylemlerini
yönetmelerini sağlayan ilkeleri kazanmaları sürecidir.
Çocukların ahlak gelişimi konusunda tarihte üç büyük felsefe
öğretisi vardır. Birincisi, St. Augustine gibi teologların savunduğu "ilk
günah" öğretisidir; buna göre, çocuklar doğal olarak günahkar yaratıklardır,
dolayısıyla yetişkinlerin müdahalesine gereksinmeleri vardır.
John Locke'un başlattığı ikinci görüş, çocuğun ahlak açısından yansız
(nötr) olduğunu, eğitim ve yaşantının çocuğu doğru ya da günahkar
bir kişi yapacağını ileri sürer. Jean Jaques Rousseau'nun temsil ettiği
üçüncü öğretiye göre, çocuklar "doğuştan saf ve temiz" yaratıklardır
ve ahlakdışı davranışlar yetişkinlerin bozucu etkisinden kaynaklanır.
Bu görüşlerden herbiri ahlak gelişimi konusundaki üç büyük çağdaş
psikolojik yaklaşımda yeniden ortaya çıkar. Birinci görüş, değiştirilmiş
bir biçimde Sigmund Freud'un kuramında görülür. İkinci görüş,
ahlak gelişimini koşullanmanın ve yaşantıların bir sonucu olarak gören
toplumsal öğrenme kuramında temsil edilir. Üçüncü görüş, Jean
Piaget ve Lawrence Kohlberg'in geliştirdiği bilişsel gelişim kuramında
yansıtılır. Ahlak gelişimi konusunda ilk psikolojik modeli getiren
psikanalitik kurama göre ahlak gelişimi, süperegonun ortaya çıkması ve
anahaba yasaklarının içselleştirilmesi sürecinden ibarettir. Toplumsal
öğrenme kuramcıları ahlak gelişimini, ani hiçbir değişim olmadan derece
derece ve sürekli biçimde ilerleyen birikimli bir toplumsallaşma
olarak görürler. Buna karşılık, bilişsel gelişim kuramcıları ahlak
gelişimini, belirgin değişimlerle ilerleyen ve birbirinden temel
farklılıklarla ayrılan evrelere dayandırırlar.
Piaget'in kuramını yeniden ele alan ve genişleten Kohlberg, ahlak
gelişimi açıklamasını -tıpkı Piaget gibi- ahlaki eylemden çok ahlaki
yargının gelişimine dayandırmaktadır. (Bu yaklaşımda çocuk bir "ahlak
filozofu" olarak görülür.) Kohlberg'e göre, ahlak yargısının gelişiminde
altı evre vardır ve bunlar üç temel düzeyde toplanır. Her düzey,
bireyin benliği ile toplumun kuralları ve beklentileri arasındaki
farklı ilişki türünü yansıtır. "Gelenek-öncesi düzey", daha çok dokuz
yaşın altındaki çocukların, bazı ergenlerin ve suçluların çoğunun bulunduğu
düzeydir; bu düzeyde kurallar ve beklentiler benliğe dışardan
yöneltilmektedir. "Geleneksel düzey", ergenlerin ve yetişkinlerin çoğu
için tipik düzeydir; bu düzeyde benlik geniş toplumun kural ve beklentilerini
içselleştirmiştir. İnsanların ancak çok azının ulaşabildiği
"gelenek-ötesi düzey" de ise bireyler, kendileri ile başkalarının kuralları
ve beklentileri arasında farklılık oluşturmakta ve kendi ahlaki değerlerini
kendilerinin seçtiği ilkelere göre akılcı yollardan tanımlamayı
yeğlemektedirler.
Kohlberg'e göre, bütün kültürlerdeki insanlar adalet, eşitlik, sevgi,
saygı, otorite gibi aynı temel ahlaki kavramları kullanırlar. Ayrıca
bütün bireyler, kültür farklılığına bakmaksızın, bu kavramlara bağlı
olarak ve aynı düzen içinde aynı akılyürütme evrelerinden geçerler.
Bireyler arasındaki farklılık, yalnızca, evreleri ne hızla geçtikleri ve
nereye kadar ilerledikleri açısından ortaya çıkar. Kohlberg ve yardımcıları
bu görüşlerini Birleşik Devletler'de, İngiltere'de, İsrail'de,
Bahama'da, Meksika'da, Tayvan'da, Malezya'da ve Türkiye'de sınamışlar
ve kuramın evrenselliğini vurgulamışlardır.
Kohlberg'in araştırma yönteminin temelini oluşturan varsayımlı
ikilemler yetişkinleri ele alan ahlak öykülerine dayanmaktadır. Buna
karşılık, kendisi de bir evre kuramcısı olan William Damon, ahlak
ikilemlerini çocukların yaşantıları alanında oluşturmuş ve çocukların
hiçbir akılyürütme türünü sonuna kadar kullanmadıkları sonucuna
varmıştır; ancak, çocuklar yaşları ilerledikçe daha ileri akıl yürütme
düzeylerini daha sıklıkla kullanmaya eğilim göstermektedirler. Öte
yandan, toplumsal öğrenme kuramcıları, çocukların, yetişkinlerin ahlak
standartlarını, öncelikle, gözlemledikleri davranışları ve değerleri
dereceli bir taklit etme süreciyle kazandıklarını savunmaktadırlar. Onlara
göre, eğer Piaget ve Kohlberg'in savunduğu gibi ahlak yargıları
bilişsel yapılara bağlı evreleri sıkı sıkıya izleseydi, bu yargıları kısa
süreli deneysel durumlarda değiştirmek çok güç olurdu. Oysa Bandura
ve MacDonald, çocukların ahlak yargılarının yaş etkenine evre kuramcılarının
ileri sürdüğünden daha az bağlı olduğunu deneysel olarak
gösterdiler. Cowan, Turiel, Keasey, Rothman gibi evre kuramına bağlı
araştırmacılar ise, özde öğrenme kuramcılarının ileri sürdüğünden daha
az değişim olduğunu onlarınkine benzer araştırmalarla ortaya koydular.
Bu tartışmalar ahlak gelişimi çizgisinin en azından düzenli bir
sıra izlediğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, toplumsal etkilerin
sonucu olarak, gelişim düzeninde ve belirli düzeylere ulaşma hızında
bireyler arasında farklılıklar vardır. Psikanalizciler ise, Piaget ve
Kohlberg'i eleştirmede toplumsal öğrenme kuramcılarından değişik
bir yol izlemişlerdir. Psikiyatrist James Gilligan, "ahlaklılığın üstünde"
çok daha olgun bir işleyiş evresinin olduğunu ileri sürmektedir;
bu, bireylerin kendilerini "ahlaki yükümlülüğe feda etmeleri"nden
çok, karşılıklı gereksinmelerini psikolojik açıdan anlamalarını sağlayan
"sevgi ahlakı" (love ethic)'dir.
Araştırmalar ahlaklılığın duruma göre özelleşme eğiliminde olduğunu
göstermektedir. Çocukların çoğu belirli durumlarda çalmakta,
yalan söylemekte, sahtekarlık yapmakta, diğerlerinde ise bunları
yapmamaktadır; bütün ve bölünmez bir vicdan ya da süperego kavramı
pek az destek bulmaktadır. Bazı bireyler diğerlerinden daha tutarlı
bir dürüstlük, bazıları da daha tutarlı bir namussuzluk göstermektedir;
ancak tutarsızlığın daha egemen bir eğilim olduğu söylenebilir.
Öte yandan, yaş, zeka ve cinsiyet farklılığının ahlaki davranışta çok
küçük bir payı olduğu, buna karşılık grup yasalarının ve güdüsel etkenlerin
daha önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Ayrıca, araştırmalar,
yetişkinlerin eylemlerinin sözcüklerinden daha yüksek sesle
konuştuğunu ve yetişkin ikiyüzlülüğünün varlığını ortaya koymaktadır
(Vander Zanden, 1981).
Ahlaki olgunlaşma, çocuğun kendi vicdanının buyruklarını dinlemeye
başlamasıyla ortaya çıkar. Bu olgunlaşma, birey günlük etkinliklerinde
ve yaşamının örgütlenmesinde kendi yargısına dayandıkça
ilerler. Birey, ahlak ilkelerini özümlediği ve etkili bir davranış
düzenlemesi yaparak eylemde bulunduğu zaman karakter ortaya çıkmaya
başlar. Karakter, ileri bir olgunlaşmanın ve yetişkin kişiliğinin temel
ve sonul belirtilerinden biridir. Ahlaki karakter yetişkinin
insancıllaşmasına ve kendi yazgısını denetlemesine katkıda bulunur. Bu
aşamada birey, Allport'un dediği gibi, "Aldığım karar yaşamımın sonrası için
de geçerli olmalıdır!" biçimindc düşünmeyi başarır. Ahlaki olgunlaşmada
ilerleme, bireyin iyi ve doğru olanı seçmesini sağlayan özgürlüğün
artmasıyla belirlenir. Bu noktada ergen ve yetişkin için ideal aynıdır
(J. Pikunas, 1976).
Gelişimsel açıdan yetişkinlerin ahlakına egemen olan temel düzey
"geleneksel düzey"dir. Geleneksel düzey, soyut düşünme ve rol
alma yeteneğinin gelişmeye başladığı ergenlik döneminde ortaya çıkar
ve yetişkinlik boyunca başlıca düzey olma özelliğini korur. Zihinsel
gelişim yetişkinlikten önce tamamlandığına göre, yetişkinlerin ahlaki
yargı farklılığı zihinsel gelişimle açıklanamaz. Yetişkinlikte görülen
değişim bilgi ve deneyim birikimine bağlanabilir; ancak bu birikimin
kazanılması yeni bir evrenin ortaya çıkması demek değildir. Çünkü
evreler ancak "nitelik" değişimiyle ortaya çıkarlar. İşe girme, evlenme,
cinsel ilişki kurma, anababa olma gibi değişimler ise bireyde
yalnızca "içerik" değişimlerini yansıtırlar.
Sonuç olarak, yetişkinlikte yeni bir ahlaki düşünme yapısı oluşmamaktadır.
Araştırmalar, yüksek evre özelliği gösteren bütün yetişkinlerin
bunu daha ergenlik dönemindeyken göstermeye başladıklarını
ortaya koymaktadır. Şu halde, ergenlikte gerekli gelişim olanağını
ve özgürlüğünü bulamayan kişilerin yetişkinlikte daha ileri bir ahlaka
sahip olmaları söz konusu değildir. Yetişkinlikte ortaya çıkan değişimler,
kişilerin daha önce geliştirmiş oldukları kalıpları daha tutarlı
bir biçimde kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Yetişkinlik yılları
daha önce ulaşılan en yüksek evrenin tutarlılık kazanmasına olanak
sağlamaktadır. Kişilik psikolojisi açısından yetişkinlikteki ilerleme,
ahlak evresi değişimi değil, ego güçlenmesi sürecidir. Ego güçlenmesi,
bireyin sahip olduğu ahlaki yapıları kişilik bütünleşmesi doğrultusunda
nasıl kullanacağını öğrenmesi demektir. Yetişkinlikteki ahlak
gelişimi, daha önce kazanılmış ahlak yapılarının kullanımının bütünleşmesi
ve yaşama uygulanması olarak nitelendirilebilir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
YETİŞKİNLİKTE ORTA YILLAR
Psikologların uzun yıllar boyunca dikkatlerini yalnızca çocukluk
ve ergenlik dönemlerine yönelttikleri bilinmektedir. Yaşamın sonraki
yılları, sanki bu ilk dönemlerin sürekli yinelenmesinden ibaretmiş gibi
görülüyordu. Oysa sağduyu ve yaşam deneyimi bunun doğru olmadığını
söylemektedir. Nitekim, 1970'lerden bu yana psikolojide yetişkinlik
döneminin ele alınmasına hız verilmiştir. Yetişkinlik dönemi
içinde en çok ilgi duyulan yıllar da orta yıllar olmuştur.
:::::::::::::::::
İ. ORTA YILLARA GENEL BAKIŞ
Orta yaşlı yetişkinler gelişimin tepe noktasına ulaşmış kişilerdir.
Ancak, gelişimde orta yılların ne zaman başladığını saptamak çok zordur,
çünkü bunu saptamayı sağlayacak özel biyolojik değişimler yoktur;
bu nedenle genellikle toplumsal ölçütlerin kullanılması yeğlenmektedir.
İnsanların kişisel, toplumsal ve ekonomik yönden en üst düzeye
eriştikleri 35 yaşlarından başlayarak birçok görevlerinden emekliye
ayrıldıkları 65 yaşına kadar olan dönemi gelişimde "orta yıllar"
olarak kabul edebiliriz. Aslında bu da orta yıllar için yapay bir
sınırlamadır. Her şeyden önce, kronolojik yaşın yaşam dönemlerini saptamakta
iyi bir ölçüt olmadığını biliyoruz. 45 yaşında duygularını bir
genç kadar taze tutan insanlar vardır, 40 yaşında bir başkası ise hem
kişiliği hem ekonomik durumu yönünden bir ergen kadar bunalımlı
olabilir. Şu halde, hem toplumsal saat, hem de bireylerin çeşitliliği
yaş sınırlarının belirsizliğini arttıran nedenlerdir.
Orta yıllara ilişkin görüşleri belirleyen bir başka neden de gençliğin
önemsendiği ve vurgulandığı toplumlarda orta yaşlılığın görmezlikten
gelinmesidir. Çocuklar ve gençler sevilir, ihtiyarlığa dehşetle
bakılır, orta yaş ise bilmezlikten gelinir. Çocuk ve ihtiyar için
özel bir ad varken, orta yaşlı için özel bir ad yoktur. Yetişkinliğin
getirdiği sorunlar öylesine abartılır ki, kimse bu yaşlara ulaşmak istemez.
Orta yıllar yaşlılığa ve dolayısıyla ölüme giden yolun başı gibi
görüldüğünden, kimse 40 yaşını aşıp gitmek istemez. 40 yaş dolayları
bunalımlı, huzursuz, hüzünlü yıllar olarak algılanır.
Yetişkinlik psikolojisi konusunda kamuoyunda ve kitle iletişim
araçlarında ortaya çıkan ilgi normalin ne olduğu sorununu yeniden
gündeme getirmiştir. Yetişkin yaşamındaki değişimler, ister ılımlı
"geçişler", ister dramatik "değişimler", ister korkunç "bunalımlar" olsun,
neyin normal olduğunu tanımlama sorunu ortadadır. Yaşamı, bireylerin
aynı kurallara göre izlediği ve belirli yaşlarda belirli olayların
ortaya çıktığı evreler olarak betimlemek her zaman çok akla yakın
görünür. Oysa bugün hem "biyolojik saat"imiz (erinliğin her iki cins
için de daha erken başlaması, menopozun daha geç gelmesi, vb.), hem
de "toplumsal saat"imiz (iş, eğitim, aile, sağlık koşullarının iyileşmesi,
ileri yaşlarda bile yeni işlere girme, yeni aileler kurma, vb.) değişmiştir
ve giderek değişecektir. Günümüzde toplumlar gelişmişlik düzeyleri
ölçüsünde "yaşa bağlı" toplumlar olmaktan çıkmaktadırlar. Dolayısıyla,
yetişkin kişiliğinin değişmezliği, yetişkin yaşamındaki bunalım
noktaları türünden görüşlerin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:20 AM
1. KİŞİLİK PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN YETİŞKİNLİK
Bu bölümde özellikle, kişiliğin sürekliliği, yetişkin kişiliği ve kadın
kişiliği sorunları ele alınacaktır. Çocukluktan yetişkinliğe kadar
giden değişmez bir kişilik yapısı var mıdır? Yetişkin kişiliğinin kendine
özgü nitelikleri nelerdir? Cinslere bağlı kişilik özellikleri yaygın
kalıpyargıların dışında nasıl tanımlanabilir?
1) Kişiliğin Sürekliliği Sorunu.
Genellikle yetişkin insanın, özel ve oldukça tutarlı bir kişiliği
olan karmaşık bir varlık olduğunu kabul ederiz. Tutarlı kişilik yapıları
insanların düzenli ilişkilere girebilmeleri için de gereklidir. Kişilik
kavramı, benzer durumlara verilen tepkilerdeki bireysel farklılıkları ve
farklı durumlarda oldukça tutarlı olan davranışları anlamamıza da yardımcı
olur. Bir bakıma kişilik, birey ile çevresi arasında bir uyum
oluşturur; bireyin geçmiş deneyimlerine özel uyumunu ve şimdiki
toplumsal ve fiziksel çevresini değerlendirmesini sağlar. Sonuç olarak,
kişiliğin geçmişteki ve özellikle çocukluktaki deneyimleri yansıttığı
ve değişik durumlar karşısındaki tepkide tutarlı bir biçimde ortaya
çıktığı kabul edilir. Öte yandan, insanların değiştiği de sezgisel olarak
bilinir. İnsanlar her aynı duruma her zaman aynı tepkiyi vermezler;
psikoterapide değişebilecekleri umulur; yetişkinlik yıllarında yeni
deneyimler ve roller edinerek değişebilirler, vb. Dolayısıyla, insanların
farklı durumlarda ve yaşamlarının değişik dönemlerinde ne ölçüde tutarlı
kaldıkları sorulabilir. Benlik açısından bakıldığında, benzer durumlara
alışılmış tepkilerin verildiği, durumların seçici algılamayla
benzer kılındığı söylenebilir. Ancak, psikologlara göre benlik ile kişilik
aynı şeyler değildir. Kişilik, farklı durumlara oldukça kestirilebilir
tepkileri veren içsel bir yapıdır; benlik ise kişiliğin odağında yer
alan bir yapıdır. Benlikle kişilik arasındaki ilişki ve kişilikle dış
dünyanın ilişkisi oldukça karmaşıktır. Örneğin, bir insamn kişiliğinin
çocukluk deneyimlerini yansıttığı düşünülür; ancak, kişilik oluştuktan
sonra dış durumlardan çok içsel dinamiği yansıttığı kabul edilir. Yine
de kişilik dış durumlarla yoğrulmuştur. Murphy'nin dediği gibi, "Seninle
ve çevrenle arada hiçbir zaman kesin bir ayırım yoktur. Çevren
senin üzerinde, seni değiştiren, kalıplaştıran ve yeniden oluşturan bir
etkide bulunur."
Genç yetişkinlik dönemi açıklanırken kişiliğin -kimlik karmaşasını
çözmede, anababa olmada, mesleki toplumsallaşmada- sürekli
değişen yönlerine değinilmişti. Klasik kişilik görüşü insanların bu tür
olaylarda önemli ölçüde değişmediğini ileri sürmektedir. Şu halde,
kişilik uzun yıllar değişmez olarak mı kalmaktadır'? Değişme söz konusu
ise kişiliğin hangi yönleri değişmektedir? Değişme yoksa kişilik
belirli bir yaşta donup kalmakta mıdır? Yirmi ya da otuz yaşından
sonra kişilikte hiçbir değişiklikten söz edilemez mi?
William James 1887'de şöyle yazıyordu: "Çoğumuzda karakter
otuz yaşın gelmesiyle birlikte alçı gibi katılaşır ve bir daha asla
yumuşamaz." Bedenimiz yıllarla bükülse ve düşüncelerimiz zamanla değişse
de, temelde değişmez kalan bir kişilik, bir iç benlik vardır.
Zick Rubin'e (1981) göre, kişiliğin kararlılığına ilişkin bu görüş
geçmiş yüzyıllarda psikolojik bir "dogma" olarak kabul edilmişti.
1970'lerden sonra ise bu geleneksel görüş eskimeye başladı. Sadece
çocuklukta değil yaşam boyunca değişme kapasitesi vardır ve bugün
değişim ve büyüme sözcükleri atasözü olmuş gibidir. Kişiliğin yaşam
boyunca değişimi sürdürdüğü görüşü Jung ve Erikson'un kuramlarından
destek alarak pek çok yandaş bulmakta ve böylece yeni bir
"dogma" oluşmaktadır.
Rubin'in dediği gibi, kişilik psikolojisinde şimdi yeni bir "dogmalar
savaşı"yla karşı karşıyayız. Bu savaşta yan tutmanın, biri metodolojik
(yöntemlere bağlı), diğeri ideolojik (dünya görüşlerine bağlı) iki
kaynağı olduğu söylenebilir.
a) Yöntembilimsel yaklaşım. Gelişim araştırmalarının çoğunda
kesitsel yöntem kullanılır. Gelişim psikolojisinde kesitsel araştırmanın
egemenliği, çocukların yetişkinlerden, yaşlıların gençlerden
farklı olduğu görüşünün yerleşmesine yol açmıştır. Berkeley'den psikolog
Jack Block, "Kişilik araştırmalarının belki yüzde doksanının
yöntembilimsel bakımdan yetersiz, kavramsal içerikten yoksun ve hatta
aptalca olduğu" savını ortaya atmaktadır. Kişilik araştırmaları, yeterince
sınanmamış ölçmelerle (isteyen herkes yarım günde yeni bir "kişilik
ölçeği" geliştirebilir), küçük örneklemlerle ve rastgele hedeflenmiş
stratejilerle ("bilgisayara ver, korelasyonlar al!") doludur. Dikkatli
ve özenli boylamsal araştırmalar yok denecek kadar azalmıştır. Şu
halde, insanların önceden kestirilemez olduğu görüşü, insan doğasının
değil, insan doğasını incelemekte kullanılan rastgele yöntemlerin ürünüdür.
Böylece, değişim ve kararlılık yanlıları arısındaki anlaşmazlığın
çoğunun yöntembilimden kaynaklandığı görülmektedir. Özelliklerin
sürekliliğini savunanlar genellikle katı kişilik testlerine, değişimi
vurgulayanlar ise daha niteliksel, klinik betimlemelere dayanmaktadırlar.
Psikometrisyenler klinik verileri güvenilmez saymakta, buna karşılık
klinisyenler de psikometrik verileri saçma bulmaktadırlar.
Şimdi, her iki türden araştırmaları gözden geçirerek bir sonuca
varmaya çalışalım.
Jack Block, denekleri ortaokul yıllarından başlayarak kırk yaşına
kadar izleyen araştırmasında 20 yılı aşkın bir sürede tutum listelerinden
görüşme kayıtlarına kadar çok zengin bir veri arşivi oluşturmuş,
kişilik raporlarını derinliğine çözümlemiştir. Böylece Block
kişilikte dikkate değer bir kararlılık (stability) bulmuştur. Deneklerin
ortaokul yıllarındaki ve daha sonra kırk yaşlarındaki puanları arasında
istatistiksel bakımdan anlamlı bir korelasyon vardır. En özeleştirici
ergenler yine en özeleştirici yetişkinler idiler, neşeli gençler kırk
yaşında da neşeli yetişkinlerdi, okuldayken huyları dalgalanma gösterenler
orta yaşlarda da hala dalgalanma gösteriyorlardı.
Kişiliğin kararlılığı konusunda Baltimor'lu psikologlar Paul T.
Costa ve Robert R. MeCrae'nin orta yıllarla ileri yetişkinlik yıllarına
ilişkin bulguları da ilgi çekicidir. Boston'da 25-82 yaşları arasında 400
erkek on yıl arayla iki kez ve Baltimor'da 20-76 yaşları arasında 200
erkek altı yıllık aralarla üç kez testten geçirildi. Sonuçlar bir şarkı
sözünden alınan başlıkla yayınlandı: "Bunca Yıldan Sonra Aynı" (1980).
Bulgulara bir örnek olarak şu verilebilir: "19 yaşında kendini kabul ettiren
40 yaşında da kendini kabul ettirmektedir, 80 yaşında da."
Minnesota Üniversitesi'den Gloria Leon ve arkadaşları, 71 erkeğin
1947'de aşağı yukarı elli yaşlarındayken ve 1977'de seksen yaşındayken
MMPI testi sonuçlarını çözümlediler ve on üç ölçekte yüksek
korelasyon saptadılar. Berkeley'de Paul Mussen ve arkadaşları 53 kadınla
30 ve 70 yaşlarında yapılan görüşme sonuçlarını çörümleyerek
içedönüklük-dışadönüklük boyutlarında yüksek korelasyon buldular.
Costa ve McCrae içedönüklük-dışadönüklük ölçümlerinde yüksek derecede
kararlılık olduğunu gördüler; "nörotiklik" alanında da çok sabitlik
buldular. Nörotikler yaşam boyunca olası yakınmacılardır. Yaşlandıkça
farklı şeylerden yakınıyorlar (örneğin, genç yetişkinlikte aşk
konusunda, kırk yaşlarında orta yaş bunalımından, ileri yetişkinlikte
sağlık sorunlarından), fakat hala yakınıyorlar. En az nörotik kişi aynı
olaylara daha yüksek bir ılımlılıkla tepki gösteriyor. Boylamsal araştırmalar
yetişkinlik boyunca insanların coşkunluk, etkinlik, düşmanlık
ve içtepisellik düzeylerinde çok hafif bir düşüş olduğunu göstermektedir.
25 yaşında içtepisel olan biri 70 yaşında birazcık daha az
içtepisel olabilir, fakat hala yaşıtlarından daha fazla içtepisel olması
çok olasıdır.
İnsanlar belirli bir grup içinde ölçülen özelliklerini koruyorlar.
Fakat her biri yaşlandıkça değişiyor olabilir. Eğer herhangi biri yaşamının
sonraki bölümünde de aşağı yukarı aynı derecede içe dönüyorsa
içe dönüklük ölçümlerindeki korelasyon hala yüksek olabilir,
dolayısıyla aldatıcı bir kararlılık görünümü verebilir. Gerçekten de,
psikolog Neugarten insanların yaşamın ikinci yarısında daha içe dönük
olmaya genel bir eğilim gösterdiklerini ileri sürmektedir. Oysa
yeni boylamsal araştırmalar insanların yaşlandıkça içedönüklükte pek
az artış gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Değişim o kadar azdır ki,
Costa ve McCrae bunun pratik anlamının çok az olduğunu düşünmektedir.
Mischel kişiliğin sürekliliği konusundaki araştırmaları gözden
geçirmiş ve belli başlı bulguları özetlemiştir. Kişiliğin süreklilik görülen
yönlerinden biri, insanın kendini tanımlamasında ortaya çıkmaktadır.
Boylamsal bir araştırmada, bireylerin 19,5 yaşında ve 44,5
yaşında kendilerini tanımlamalarında değişiklik görülmüyor. Mischel'in
oldukça tutarlı bulduğu bir alan da "bilişsel üslup" olmuştur.
Örneğin, bilişsel üslup ile bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi yüksek bir
korelasyon göstermektedir. Bilişsel üslup alanının tutarlılığı zihinsel
süreçlerin tutarlılığından kaynaklanıyor olabilir. Bilişsel üslup (cognitive
style), bireylerin algılarını örgütlemede ve sınıflamada ortaya
koydukları kararlı tercihlerdir. Çevremizin çeşitli yönleriyle uğraşırken
her birimiz özel bir bilişsel üslup kullanırız. Bilişsel üslupta insanların
birbirinden farklılaştığı boyutlardan biri sorun çözme yaklaşımlarıdır.
Kimileri bir soruna -doğruluğu konusunda hiçbir kaygı
duymaksızın- çok çabuk yanıt verirler, aynı zekaya sahip kimileri de
çok zaman harcarlar; birincilere "içtepisel" (impulsive), ikincilere de
"düşünceli" (reflective) kişiler denir. Araştırmalar, sorun çözmede
içtepisel çocukların düşünceli çocuklardan daha geri olduklarını ortaya
koymaktadır; öte yandan, içtepisel çocuklar karmaşık görevleri
düşünceli çocuklardan daha çabuk yerine getirmektedirler. Bilişsel
üslubun bir başka boyutu da bağımlılık-bağımsızlık alanıdır. "Alan-bağımsız"
kişiler bir sahnenin ögelerini çözümlemeye yöneliyorlar,
ögeleri geri planından ayırarak ele alıyorlar; buna karşılık, "alan-bağımlı"
kişiler bir sahneyi bir bütün olarak ele alıyor ve onu oluşturan
bireysel ögeleri görmezlikten geliyorlar. Araştırmalar, alan-bağımsız
üniversite öğrencilerinin matematiğe, doğa bilimlerine, mühendisliğe
ve yüksek düzeyde çözümleyici düşünce gerektiren konulara yöneldiklerini;
buna karşılık, alan-bağımlı öğrencilerin insan ve toplum bilimlerine,
eğitime ve bütüncü bir bakış gerektiren alanlara yöneldiklerini
göstemmektedir.
Mischel, kendimize ilişkin tipolojimizin ve dünyayı algılayışımızın
da zaman içinde değişmediğini belirtmektedir. Başka bir deyişle,
bireyin kendisini ve başkalarını tanımlamak için kullandığı "özel
yapılar" zamana dayanıklıdır. Belki de bunun nedeni, bu yapıları oluşturan
bilişsel ve zihinsel süreçlerin tutarlılığıdır. Mischel, seçici algının
sürekliliğinden söz etmekte, zihin, gerçek dünyanın karmaşıklığını
basite indirgeyen bir biçimde işlediğini söylemektedir.
Özetle, zaman içinde en çok kararlılık gösteren kişilik özellikleri,
bireylerin bilişsel üslupları ve benlik tanımlarıdır. Dürüstlük,
saldırganlık, otoriteye karşı tutum gibi daha psikodinamik kişilik
özellikleri, daha düşük düzeyde olmakla birlikte istatistiksel bakımdan
anlamılı korelasyonlar göstermektedir.
Kişiliği bir etkileşim sistemi olarak ya da bireyle durumun ortak
ürünü olarak kabul edersek bu bulgular daha da anlam kazanmaktadır.
O zaman bu etkileşimsel sistemde bir süreklilik var demektir. Kurt Lewin,
"bireyin herhangi bir durumdaki davranışı, o durumun özelliğinin,
onu bireyin algılayış biçiminin ve o zamanki özel davranış eğiliminin
ortak ürünüdür" der. Böylece, değişim ve kararlılık kişilikte
aynı anda yer alabilmektedir. Aynı bütüne Freud'çu yaklaşımla bakıldığında
süreklilik, davranışçı yaklaşımla bakıldığında değişim görmek
olanaklıdır. Ancak sorun yalnızca yöntem sorunu da değildir.
b) Dünya görüşünün etkisi. İnsan yaşamı için neyin daha
önemli olduğu konusundaki temel görüş farklılığı kişilik tartışmalarına
da yansımaktadır. Costa ve McCrae zaman içinde tutarlı kalan
kişiliğin değerini, kararlı bir kimlik duygusunun temel ögesi olarak
vurgulamaktadır: "Eğer kişilik kararlı olmasaydı gelecekteki yaşamımız
konusunda seçim yapma yeteneğimiz çok sınırlı olurdu." Eş, meslek
ya da arkadaş konusunda akıllı seçimler yapacaksak nelerden hoşlandığımızı
bilmek zorundayız. Costa ve McCrac, kararlı bir kişiliğin
korunmasını yaşamın değişiklikleri karşısında insanın yaşamsal bir
başarısı olarak görmektedir.
Sosyolog O. G. Brim ise büyüme gizilgücünü insanlığın temeltaşı
olarak görmektedir: "İnsan, sürekli olarak çevresine egemen olmaya
çabalayan ve gitgide olduğundan daha fazlası olan dinamik bir
organizmadır." Brim, "Ben, psikolojiyi özgürleşmenin hizmetinde görüyorum,
baskının değil!" demektedir. Geçmişte Sullivan da, insanın
değişmesi gerektiğini, aksi halde öleceğini söylemekteydi. Sullivan,
insan kişiliğinin temellerinin Freud'un ileri sürdüğü gibi ilk çocukluk
döneminde atıldığını kabul etmez, kişiliğin oluşumunu belirleyen yaşantıların
bu yaşlardan sonra ortaya çıktığını savunur. Nitekim, gelişim
psikolojisinde de bugün artık Freud'çu anlamda katı ve sınırlı bir
kişilik oluşumu görüşünü savunmaya olanak kalmamıştır. Yine de,
kişiliğin sürekliliği sorunu psikolojinin en zor sorunlarından biri
olarak kalmaktadır.
Sorunun çözümsüz kalmasının nedeni, Zick Rubin'in (1981)
dediği gibi, değişim ve kararlılık arasındaki gerilimin, sadece akademik
tartışmalarda değil, insan olarak her birimizin içinde de bulunmasıdır.
Yetişkin kişiliğinin gelişimi konusunda eksiksiz bir tablo,
aynı kalma ve değişme arasındaki bu gerilimi kaçınılmaz olarak yansıtacaktır,
Brim ve Kagan şöyle yazmaktadır: "Bir yanda kimlik duygusunu,
süreklilik duygusunu koruma konusunda güçlü bir dürtü vardır,
çok çabuk değişme ya da dış güçlerce değiştirilme korkusunu yatıştıran...
Öbür yanda, her insan doğal olarak, şimdi olduğundan fazlasını
olma isteğiyle çabalayan amaçlı bir organizmadır." Kuşkusuz,
kişiliğin bazı yönleri (huzurlu ya da sıkıntılı olmaya eğilim gibi) diğer
yönlerinden (çevreye egemen olma duygusu gibi) tipik olarak daha
kalıcı ve kararlı olabilir. Yine de, her birimizin zaman içinde hem
kararlılığı hem değişimi yansıtacağımızı kabul etmek gerekir. Nitekim,
akademik tartışmanın her iki ucundaki kişiler de kişiliğin her iki
özelliği birlikte taşıdığı görüşünde birleşmektedirler. Kendi savlarını
şiddetle savunurken bile olasılıkları da bildirmektedirler. Örneğin
Costa, "19 yaşında kendini kabul ettiren 80'inde de ettirir" derken,
"bunu değiştirecek herhangi bir şey olmadıkça..." diye eklemektedir.
Brim de, insanların kişiliklerinin ve özellikle özdenetim ve özsaygı
duygularının yaşam boyunca değişimi sürdüreceğini vurgularken, "takılıp
kalmadıkça..." demektedir.
c) Kişiliğin etkileşen yönleri. Kişilikte kalıcı ve değişken yönlerin
birlikte bulunduğunu kabul etmek, bunların birbirleriyle etkileştiğini
de kabul etmeyi gerektirir. Allport (1961) kişilik kuramları
arasındaki temel farklılıkları saptarken davranışçı, derinlikçi ve
etkileşimci görüşleri ayırt eder. Etkileşimci görüş kişiliği bir oluşum
süreci olarak görür. Bu görüş, diğer iki yaklaşımın katkılarını yadsımamakta
ve kişiliği süreç (değişim) ve yapı (kararlılık) olarak ele almaktadır.
Kişilik ancak bu farklı yünlerin etkileşimiyle var olabilir ve kişiliğin
anlaşılması ancak bu bütünlüğün ışığında olanaklıdır. G.W. Allport'un,
G.H. Mead'in, D.C. Kimmel'in paylaştığı bu görüş, bireysel kişilikleri,
sayısız toplumsal etkileşimlerle yoğrulmuş, özel fizyolojik,
algısal ve kavramsal sistemler içeren bir bütün olarak görür. Sullivan'ın
kişilik tanımı da böyledir: "Kişilik, insan yaşamını niteleyen
sürekli kişilerarası durumların oldukça kalıcı bir örüntüsüdür." Karşılıklı
etkileşen bu süreçlerin ortasında insan organizması aynı oranda
karmaşık bilişsel ve duygusal süreçlerle işlev görür. Örneğin Carson,
bireyin plan yapmasının, bilgiyi işlemesinin, geribildirimden yararlanmasının
ve gelecek işlemler için kararlar almasının karmaşık yapısını
açıklamaya çalışmıştır. Bu süreçte birey kişisel bir üslup geliştirir ve
bu üslup hep korunur. Bir başka örnek Mead'in simgesel etkileşim kuramıdır.
Mead'e göre benlik toplumsallaşma süreci içinde ortaya çıkmaktadır.
İnsanda doğal olarak varolan etkileşim dilin ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Dil, benliğin gelişmesinde ve işleyişinde temel
bir etkendir. Dil öğrenilirken, sözcüklerin simgelediği düşünceler, tutumlar
ve duygular da öğrenilir. Çocuk, ancak dili öğrendikçe paylaşabildiği
ve toplumsal anlamlar taşıyan bir dünyaya girebilir. Birey, başkalarının
kendisi karşısında takındıkları tutumların ışığında kendisi
üzerinde düşünmeye başlar, böylece kendi özbilincine varır, toplumsal
bir benlik edinir, sonuçta kendini başkalarının yerine koyabilme ve
başkalarının rollerini üstlenebilme yeteneğini kazanır.
Kişilik konusunda çok şey söylemek olanaklı olmakla birlikte,
sayısız açıklamalar içinde kaybolmamak için son olarak temel bir kavramla
ilgili açıklamalara yer vermekte yarar var. Güdü (motivation)
kavramı niçin sorusuna yanıt vermeye yarayan bir kavramdır. Niçin
insanlar çeşitli roller alırlar, planlar yaparlar, bedelinden daha yüksek
ödüller umarlar? vb. Bu soruların yanıtı için başarı, merak, acıdan
kaçınma gibi çeşitli güdülerden söz edilmiştir. Ancak, "gelişme sürecinde
olan bir varlık" olarak insan için en uygun güdü "kendini gerçekleştirme"
ve "yeterlilik" güdüsüdür. Rogers'a göre, "Kendini gerçekleştirme
güdüsü, insan organizmasının kendi gizilgücünü en üst
düzeyde gerçekleştirmek için sahip olduğu eğilimdir; belirli bir toplumsal
çevrede organizmasını ve bütün kapasitelerini koruma ve geliştirme
arayışıdır." Yeterlilik güdüsü de bireyin çevresiyle etkileşime
girmesini sağlar. Bu güdülerin yetişkinlik yaşamında ortaya çıkması
değişik noktalarda farklılık gösterecektir, yine de bunlar bireyin toplumsal
ve fiziksel çevresiyle etkileşiminin amaçlarını belirler.
Sonuç olarak, önce kişiliğin etkileşen yönleri var: Fizyolojik süreçler,
kişisel üsluplar, toplumsal roller gibi. Bu yönler bir bakıma
içseldir, yani biz onları içimizde taşırız. İkinci olarak, kişiliğin dış
yönleri var: Toplumsal durumlar, davranışların sonuçları, toplumsal
etkileşim ağı gibi. Üçüncü olarak, bu yönlerin etkileştiği yer ya da
benlik var. Dördüncü olarak, kişilik belirli bir toplumsal etkileşim
kalıbı içerisinde kendini gerçekleştirme ve yeterliliğe ulaşma çabası
içindedir. Beşinci olarak, kişilik sürekliliğini korurken değişime de
uğrar. Altıncı olarak, kişilik geleceğe dönüktür, şimdinin sonuçlarından
etkilenir, aynı zamanda geçmişle de bağlantılıdır, ama geçmiş tarafından
belirlenmez. Son olarak, kişilik bu değişik ögelerden farklı
bir bütündür. Bu özellikler karmaşık yetişkin kişiliğini de çerçeveleyen
özelliklerdir (D.C. Kimmel, 1974).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:21 AM
2. Yetişkinlikte Kişilik
Kişilik, hem oluşum hem de içerik ögelerini bir arada taşıyan,
aynı şekilde hem değişime hem de kararlılığa olanak tanıyan karmaşık
ve dinamik bir sistemdir. Kişilik etkileşen bir sistem olarak kabul
edildiğinde, herhangi bir alandaki değişimin sistemin bütününde de değişime
yol açacağı açıktır. Örneğin, dış alanlardaki (toplumsal çevredeki)
değişim toplumsal etkileşimde de değişime neden olur, o da toplumsal
rol ve davranışta değişime yol açar. Bu rol değişimleri bireyin
benlik algısını ve kavramını değiştirir, bu da kişilik özelliklerinin ve
üsluplarının değişimine neden olur. Bu değişimin derecesi toplumsal
değişimin derecesine bağlıdır. Öte yandan, kişilik sisteminin kararlılığı
da söz konusudur; ayrıca en özel yönler en az değişim gösterirler,
üstelik yetişkinlikteki roller de oldukça tutarlıdır. Dış tutarlılık kişilik
tutarlılığını da pekiştirir.
Yetkişkinin kişilik sistemindeki gelişimsel değişimler merkezkaç
bir özellik taşır, yani birey içerden dışarıya doğru döner. Yeni rollerin
öğrenilmesi, yeni kişilik üsluplarının ve benlik kavramlarının
geliştirilmesi, birey ile genişleyen çevresi arasında uygunluk sağlama
gereksinmesinden doğar. Kuhlen yetişkinliğin bu dönemindeki gelişime
"genişleme büyümesi" adını verir. Bu dönem, başarıya ulaşma, güç
kazanma, kendini gerçekleştirme ve yeterlilik eğiliminin en üst düzeyde
olduğu dönemdir.
Yetişkinliğin orta yıllarında kişilik sistemi içinde bir denge durumu
söz konusudur. Hem bireyin toplumsal dünyası genişleme hızını
yitirmiştir, hem de birey genişlemeyle başa çıkabilecek beceriler
geliştirmiştir. Ayrıca, bireyin kendine ilişkin deneyimi de artmış ve birey
kişiliğinin iç ve dış yönlerini daha iyi bütünleştirebilir duruma gelmiştir.
Ancak, yaşın ilerlemesiyle birlikte dış toplumsal durumlar
önemini yitirmeye ve içsel süreçler önem kazanmaya başlar. Birey
yaşlandıkça toplumsal rollerinin sayısı ve çeşitleri azalmaya, toplumsal
etkileşim sıklığı düşmeye, kişiliğin daha iç özellikleri açığa çıkmaya
başlar. Orta yıllarda elde edilmiş yeterlilik duygusu, birey yaşlandıkça
yaşanacak yılların sınırlı olduğu bilinciyle, giderek kendini
gerçekleştirme çabasına yerini bırakır. Bu gelişmeyi vurgulayan yazarlardan
biri de Jung'tur (1933): "Yaşlanan insanlar artık yaşamlarının
artmadığını ve genişlemediğini farketmekte ve karşı konulmaz
bir iç güç yaşamı gitgide daraltmaktadır. Genç bir insan için kendi
kendisiyle fazlaca ilgilenmek neredeyse bir suç, en azından bir tehlikedir.
Oysa yaşlanmakta olan bir insan için kendi kendisine ciddi bir ilgi
göstermek bir zorunluluk ve görevdir."
Elli yaşlarından başlayarak kişilikte görülen gelişimsel değişimler,
daralma, merkezde yoğunlaşma ve içselliğin artması biçiminde
ortaya çıkmaktadır. Yaşlılıktaki kişilik değişimi araştırmalarını gözden
geçiren Riley, Foner ve arkadaşları, yaşlıların gençlere oranla daha
katı, değişen uyaranlara daha zor uyan, tutumlarında dogmatiklik
düzeyi yüksek, daha hoşgörüsüz, toplumsal baskıya daha dayanıklı
kişilikte olduklarını bulmuşlardır. Yaşlılar daha edilgin, iç dünyalarına
daha dönük, kendi duyguları ve fiziksel işlevleriyle daha ilgilidirler.
Duyu ve sinir merkezlerinin uyarılmasındaki düşüş ve zihinsel yetilerin
değişimi de bu özellikleri etkiliyor olabilir.
Chicago Üniversitesi'nce, özel kişilik özelliklerinin değişimi yerine,
bütün kişilik sisteminde yaşla ortaya çıkan değişimler araştırılmıştır.
Kansas kentinde 40-90 yaşları arasmdaki 700 denek 7 yıl boyunca
sürekli incelenmiştir. Araştırmada yaşa bağlı üç kişilik değişimi
bulunmuştur: Cinsiyet rolü algılamasında, içe yönelmenin artışında ve
sorunlarla başaçıkma üslubunda. Kişiliğin fazla değişim göstermeyen
yönleri olduğu da saptanmıştır. Bulgular kişilikte hem değişim hem de
kararlılık olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu araştırmada değişim
göstermeyen kişilik özelliklerinin ortak noktası, bunların kişiliğin uyuma
yönelik özellikleri olmasıydı. Bunlar Neugarten'in "Kişiliğin
toplumsal-uyumsal özellikleri" dediği özelliklerdir. Testler, kişiliğin
uyum özellikleri ve genel kişilik yapısı alanlarında bireyler arasında
farklılık olduğunu göstermekte, ama yaşla farklılaşma olmadığını ortaya
koymaktadır. Sağlıklı yaşlı insanlarda yaşa bağlı farklılaşma
görülmemekte, buna karşılık hastalığın kronolojik yaştan daha etkili
bir değişken olduğu anlaşılmaktadır. Genel olarak, bulgular kişiliğin
toplumsal-uyumsal niteliklerinde yaşla değişimin çok fazla olmadığı
doğrultusundadır. Şu halde, kişiliğin "içerik" yönleri (kişisel üslup,
kişilik çizgileri ve diğerleri) orta ve ileri yaşlarda oldukça kararlılık
göstermektedir. Ayrıca bulgular, birey ile toplumsal çevresi arasındaki
uyum ilişkisinin oldukça kararlı olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşla
yeni roller edinilse bile kişilik içeriği aynı kalmaktadır.
Buna karşılık, Kansas City araştırması kişiliğin "oluşum" yönlerinde
yaşla birlikte oldukça önemli değişimler saptamıştır. Bu değişimlerden
biri, yaş ilerledikçe "kişiliğin gittikçe içselleşmesi"dir. Bu
değişim orta yıllarda kendi kendine düşünme ve içebakış olarak ortaya
çıkmaya başlıyor, gitgide daha belirgin hale geliyor. Ayrıca başka
araştırmalarda da, yaşla birlikte ego enerjisinde azalma ve ego üslubunda
değişme olduğu, içsel dürtülere duyarlı olma özelliğinin arttığı
bulunmuştur. Bu bulgular projektif testlerden elde edilmiştir.
Bulgular, dış dünya görevleri için kullanılan ego enerjisinin yaşla
azaldığını göstermektedir. Yaşlı insanlar dış uyarıcılar yerine iç
uyarıcılara karşı daha duyarlıdırlar, duygusal yatırımları artmaktadır. Ego
üslubu da değişmekte, etkin denetimden edilgin denetime yönelinmektedir.
Cinsiyet rolü algılamasındaki değişim TAT testi ile saptanmıştır.
Buna göre, erkekler gittikçe daha boyun eğici, kadınlar ise
daha çok yetkeci olmaya yönelmektedirler. Ayrıca, kadınlar yaşlandıkça
kendi saldırgan ve benmerkezci dürtülerine karşı daha hoşgörülü
olurken, erkekler kendi duygusallık ve bağımlılık dürtülerine
karşı daha hoşgörülü olmaktadırlar. Bu sonuçlar Jung'un klinik gözlemlerini
destekler niteliktedir.
Neugarten, bu bulguları şöyle özetlemektedir: 40 yaşındakiler
çevreyi, cesareti ve riske girmeyi ödüllendirici olarak görürken,
kendilerini de bu doğrultuda çıkacak fırsatları değerlendirebilecek güçte
görmektedirler. 60 yaşındakiler ise çevreyi karmaşık ve tehlikeli olarak
görürler. Yaşamla başaçıkma üslupları yaşla birlikte belirgin farklılıklar
göstermektedir. İç dünyaya ilgi artar, dış dünyadaki insan ve
nesnelere duygusal yatırım azalır. Dış dünyadan iç dünyaya doğru bir
geçiş söz konusudur. Çeşitli uyarıcılarla ve zorlu durumlarla başaçıkmada
düşüş ve isteksizlik görülür. Yaşlılar düşüncelerini aktarmada
daha dogmatik terimlere başvururlar, neden-sonuç ilişkisini açıklamada
başarısızdırlar, başkalarının tepkilerine duyarlılık azalır, vb.
Daha önce belirtildiği gibi, Neugarten, evre kuramcılarının tek
yönlü ilerleme görüşünü reddetmekte ve yaşam süresinde değişmez
bir kararlılık olmadığını ileri sürmektedir. Ayrıca ona göre yaşlılığın yaş
sınırları da değişmektedir. Araştırmacılar bugün genç-yaşlı (young-old)
ile yaşlı-yaşlı (old-old) arasında ayırım yapıyorlar ve bunları birbirinden
ayıran belirli yaşlar da yoktur. Birleşik Devletler'de emekliler
arasında genç-yaşlılar hızla artıyor; bunlar, fiziksel ve zihinsel bakımdan
dinç, mali bakımdan refah içinde, siyasal bakımdan etkin, tüketici
olarak da hırslı kişilerdir, zamanlarını iyi bir biçimde değerlendiriyorlar.
Yetişkinliğin yaş sınırları değiştiği için, 30 yaşında fakülte dekanı,
35 yaşında büyükanne, 50 yaşında emekli, 65 yaşında ilkokulda
çocuğu olan baba, 55 yaşında yeni bir iş başlatan dul, 70 yaşında üniversite
öğrencisi olan insanlar var. "Yaşına göre davran!" uyarısının
günümüzde hiçbir anlamı kalmamıştır.
Öte yandan, Neugarten'e göre, bunalım kavramı da anlamını yitirmektedir.
Evden ayrılma, evlenme, anababa olma, menopoz, emeklilik
gibi olaylar yaşamın normal "dönüm noktaları"dır. Kuşkusuz,
bunlar benlik kavrammda ve kimlikte değişimlere yol açarlar ve insanlar
bu olayları değişik güçlük derecelerinde yaşarlar; ama "bunalım"
yaratmazlar. Örneğin, orta yaşlı erkeklerin çoğu için emeklilik
normal bir olaydır. Emeklilik 65 yerine 50 yaşında gelirse asıl o zaman
bir bunalım olabilir. İnsanlar 40, 50 ya da 60 yaşında olmaktan
değil, bu yaşlarda ne yapacakları konusunda kaygı duyuyorlar. Yeniden
genç olmak istemiyorlar, ama toplumsal bakımdan kabul gören ve
kişisel bakımdan doyum sağlayan yönlerde yaşlanmak istiyorlar (B.L.
Neugarten, 1980).
Kişilik açısından açıklanması gereken konulardan biri de kişilikteki
iç gerilimdir. "Kişilik farklılaşması" kişinin benlik kavramındaki
özelleşmenin ve karmaşıklığın artmasının anlatımıdır. Kişiler olgunlaştıkça,
özel ve biricik bir benlik olmalarına katkıda bulunan özel ilgiler,
değerler ve roller geliştirirler. "Kişiliğin bütünleşmesi" ise, benliğin
çeşitli boyutlarının tutarlı bir birlik içinde örgütlenmesidir, benliğin
çeşitli boyutlarının 'aynı' kişinin parçaları olarak 'birlikte tutulması'dır.
Başka bir deyişle, benlik için değişik rollerde ve zaman boyunca
bir tutarlılık vardır. Yaşam boyunca kişilik farklılaşması ile
kişilik bütünleşmesi arasında belirli bir gerilim yaşanır. Ergenliğin son
dönemi ve genç yetişkinlik sırasında bu gerilim kimlik arayışına yansır.
Aşırı farklılaşma rol dağınıklığıyla ya da uygunsuz kimlik tanımlamasıyla
sonuçlanabilir. Erken bütünleşme ise yanlış kimlik kararlarıyla
sonuçlanabilir. Yetişkinlikteki kimlik gelişiminin önde gelen
sorunu, yetişkinden beklenen birçok farklılaşmış rol karşısmda bütünleşmiş
bir benlik duygusuna ulaşmış olmaktır.
Knox, orta yaşlardaki benlik gelişiminin belirli bir örüntü izlediğini
söylemektedir: a) Yirmilerin sonları ve otuzların başları: Bu
dönem bir durulma, düzen ve çabalama dönemidir. b) Otuzların sonları
ve kırkların başları: Bu dönem hem görünüşün hem de etkinliğin
yeniden yönlendirildiği dönemdir. Bu dönemde yetişkinlerin çoğu insan
yaşamının hazlarından ve acılarından pay almaya daha istekli
olurlar ve dostluğun kalitesi daha önem kazanır. Varolan benlik duygusu
ile katılım yapısı arasındaki uygunluğun yeniden gözden geçirilmesi
orta yaş geçişine yol gösterir. c) Kırkların ortaları ve altmışların
başları: Bu dönem benlik duygusunda artan bir değişkenlik içerir.
Bu dönem boyunca pek çok insan kararlılık, yeterlilik, sorumluluk
ve olgunluk aşamasına ulaşır (Schiamberg ve Smith, 1982).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:30 AM
3. Cinslere Bağlı Kişilik Özellikleri
Bir çocuğun psikolojik bakımdan erkek ya da kadın olması
sürecini açıklamaya çalışan pek çok kuram vardır. Bunlar, psikanalitik
kuram, toplumsal öğrenme kuramı ve bilişsel gelişim kuramı olarak
üç ana grupta toplanabilir.
a. Psikanalitik Kuram. Freud'a göre çocuklar doğuşta psikolojik
bakımdan iki-cinslidirler. Çocuklar cinse bağlı kimliklerini, ana-babalarıyla
ilişkilerindeki çatışmalı sevgi ve kıskançlık duygularını
çözerek kazanırlar. Erkek çocuk annesine duyduğu erotik sevgiden
vazgeçerek babasıyla özdeşleşmeye girdiğinde, kız çocuk da aynı şekilde
annesiyle özdeşleşmeye başladığında cinsel kimliğine kavuşma
yoluna girmiş demektir. Çocuklar, bu ilk adımdan sonra, kendi cinslerinden
anababalarının davranışlarını, tutumlarını ve değerlerini benimseyerek
cinsel kimliklerini toplumsal yönüyle de geliştirirler. Ancak,
kız çocuk için sorun erkek çocuk için olduğundan daha karmaşıktır.
Freud'a göre Oedipus yaşantısı kız çocukta üç tür değişime yol
açar. Önce, "erojen bölge değişimi" (Oedipus sırasında kız çocuk vajinal
erojenliği keşfeder); sonra, "sevgi nesnesi karşısında tutum değişimi"
(önceki fallik evrede kız çocuğun etkin ve saldırgan olan sevgisi
Oedipus yaşantısı nedeniyle gitgide edilginleşir); son olarak, "sevgi
nesnesi değişimi" (anneye duyulan etkin sevgi, yerini babaya duyulan
edilgin sevgiye bırakır). Şu halde kız çocuğun karşı cinselliğe ulaşması
ancak bu üçlü değişimden geçerek olanaklı olacaktır. Freud'a
göre erkek cinselliği çocukluktan yetişkinliğe kadar her zaman fallik
olduğu için basittir. Buna karşılık kadın cinselliği karmaşıktır: Önce
çocukluk sırasında erkeksidir (küçük fallus demek olan klitorisin
varlığıyla), sonra ergenlikte kadınsıdır (klitorisin reddedilmesi ve
erkeğin aracılığıyla vajenin keşfedilmesiyle).
Kadın cinselliğine ilişkin Freud'çu açıklama iğdiş edilme (castration)
olgusuna verilen öneme dayanır. Freud'a göre kız çocuğun psikoseksüel
gelişiminde en sarsıcı olay, başkalarının bir penisi olduğunu,
oysa kendisinin ona sahip olmadığını keşfetmesidir. Freud, "Kendi
iğdiş edilmişliğini keşfetmesi kız çocuğun yaşamında en kritik andır"
der. Kız çocuk bu keşfe, kendisinin de bir penisi olması isteğiyle,
ilerde bir penisi olacağı umuduyla ve penise sahip olan daha talihli insanlar
karşısında duyduğu imrenmeyle tepki gösterir. Kendi bedenini
erkek çocuğunkiyle karşılaştırarak eksik bulan kız çocuk, bu acı
gerçek yüzünden aşağılandığını hissetmiştir. İşte penis özlemi ya da
penise imrenme (penis envy) bu aşağılık duygusundan doğmaktadır.
Ayrıca bu imrenme sevgi nesnesiyle olan ilişkilerden de kaynaklanır;
kız çocuk sadece özsever gururunu doyurmak için değil, aynı zamanda
annesine duyduğu libidinal istekleri nedeniyle de bir penise sahip
olmak ister. Ancak, penis yokluğundan sorumlu tutulan anneye duyulan
düşmanlık ve bu çok istenen organı babadan edinme isteği kız
çocuğun babaya yönelmesine yol açar. Böylece başlangıçta hem erkek
hem de kız çocuklar sadece bir tek cinsi, erkek cinsini tanırlar.
Freud, penis imrenmesinin kadının sonraki gelişiminde silinmez
izler bıraktığını kabul eder. Örneğin, erkeklerle ilişkilerdeki bozukluklar
son çözümlemede penis imrenmesinin sonuçları olarak görülür;
kadının aşağılık duyguları penis yokluğu nedeniyle kendi cinsini horgörme
olarak yorumlanır; en güzel kadın olma ya da en saygın erkekle
evlenme gibi istekler de penis özleminin anlatımıdır, vb.
Karen Horney (1951), Freud'un ve diğer psikanalizcilerin penise
imrenmeyi kadın kişiliğinin temel taşı saymalarının iki nedene bağlı
olduğunu söylemektedir. Birincisi, mevcut kültürel önyargılarla uzlaşık
kuramsal verilere dayanan analizcilerin, kadının erkeğe egemen
olma, erkeği küçük düşürme, başarısına gıpta etme, erkekten yardım
almayı reddetme eğilimlerini penis imrenmesine maletme acelecilikleridir.
Daha iyi incelendiğinde, bu eğilimlerin nevrozlu kadınların
olduğu kadar nevrozlu erkeklerin de özellikleri olduğu açıkça görülecektir.
Öte yandan nevrozlu kadınların gözlemlenmesi, söz konusu
bütün eğilimlerin erkekler karşısında olduğu kadar diğer kadınlar ya
da çocuklar karşısında da duyulduğunu göstermektedir. İkinci etken,
kadın hastaların terapide sorunlarının penis imrenmesine dayalı açıklamalarla
ele alınmasını kolayca kabul etme eğilimini analizcilerin farketmemiş
olmasıdır. Bir kadının, doğanın haksızlığına uğrayarak iyi
niteliklerle donatılmadığını düşünmesi, gerçekte çevresinden çok şey
istediğini, istekleri doyurulmadığında çok öfkelendiğini, onu her
anlaşmazlıkta hoşgörüsüz kılan bir katılık ve yanılmazlık tutumu
geliştirdiğini kavramasından daha kolaydır.
Horney'e göre, bastırılmış dürtüleri gizleyen erkeklik isteklerinin
böyle bir rol oynaması kültürel etkenler yüzündendir. Adler'in de belirttiği
gibi, Batı kültüründe erkeklere özgü sayılan güç, başarı, cesaret,
bağımsızlık, cinsel özgürlük, eş seçme hakkı gibi nitelikler ya da
ayrıcalıklar kadınlarda erkekliğe ilgi duymaya yol açmaktadır. Ancak
Horney, penis imrenmesinin yaygın kültürde erkeksi sayılan niteliklere
sahip olma isteğinin simgesel bir anlatımından başka birşey olmadığı
görüşünde değildir; ona göre, penis imrenmesi çerçevesinde
yapılan yorumlar tüm kişilik yapısma bağlı güçlükleri anlamayı
engellemektedir.
Freud kadın kişiliği konusunda birbirine bağlı iki görüş daha ileri
sürmektedir. Birincisi kadınlığın "mazoşizm"le yakın ilişkisi olduğu,
ikincisi de kadında temel korkunun "sevgiyi yitirme korkusu" olduğudur.
Horney, kadınlık mazoşizmi görüşünü geliştiren Helene
Deutsch ve Sandor Rado gibi psikanalizcilerin, temel olarak penis
yokluğunu almalarını ve mazoşizmi özde cinsel saymalarını eleştirerek,
mazoşizmin öncelikle cinsel bir olgu olmadığını vurgulamaktadır.
Horney'e göre mazoşizm biyolojik değil kültürel nedenlere bağlıdır:
Mazoşizm, kendini silme ve bağımlı kılma yoluyla yaşamda bir güvenlik
ve doyum sağlama girişimini temsil eder. Bu tutumun temelindeki
kültürel etken de, kadının zayıflığını, birine dayanması gerektiğini,
yaşamının ancak kocası ve çocukları gibi başkalarıyla bir içerik
ve anlam kazanabileceğini vurgulayan erkek ideolojisidir. Aslında bu
etkenler de kendi başlarına mazoşist tutumlar yaratmazlar, fakat nevroz
gerçekten oluştuğunda kadında mazoşist tutumların egemen olmasından
bu etkenler sorumludur. Sevgiyi yitirme korkusu da, mazoşist
araçlardan birinin sevgi kazanma olması ölçüsünde, mazoşist niteliklerden
biridir. Ancak, kültürel etkenlere bağlı olarak, bu korku
sağlıklı kadın açısından da önem taşımaktadır. Çünkü kadın yüzyıllar
boyunca ekonomik ve siyasal sorumlulukların dışıda tutulmuş ve
yaşamını özel bir duygusal alanla sınırlı tutmak zorunda bırakılmıştır.
Bu durumun başka bir yönü de, aşkın ve bağlılığın salt kadına özgü
erdemler ve idealler olarak görülmesidir. Sevgiyi yaşamda önemi olan
biricik değer saymaya sevkeden kültürel koşullar, kadındaki "yaşlanma
korkusu"nu da belirlemektedir. Kadının elde edebileceği doyumlar
-aşk, seks, aile, çocuk- hep erkekler tarafından sunulduğu için erkeklerin
hoşuna gitmek yaşamsal bir zorunluluk olmuştur. Erotik çekiciliğe
verilen aşırı önem, kadının çekici yönleri yitip gitmeye başladığında
derin bir acı kaynağı olmaktadır. Bu korku kadında çekiciliğin
sonunu belirliyor görünen yaşla da sınırlanmaz, kadının tüm yaşamını
gölgeler ve zorunlu olarak yaşam karşısında büyük bir güvensizlik
duygusu yaratır. Bu korku, kadının erotizm alanı dışında kalan
olgunluk, bağımsızlık, düşünce özerkliği gibi nitelikleri değerlendirmesini
de engeller. Kadın, olgunluk yıllarına karşı sürekli bir kötüleme
tutumu geliştirirse ve bunları çöküş yılları olarak görürse, kişiliğini
eliştirme görevini aşk yaşamıyla ilgilendiği ölçüde üstlenemez artık.
Sonuç olarak, Horney (1951) şöyle demektedir: "Bizim kültürümüzde
bir kadının sevgiyi aşırı değerlendirmek, sevgiden verebileceğinin
fazlasını beklemek ve bu nedenle de sevgi yitiminden erkekten
daha fazla korkmak zorunda kalmasının gerçekçi nedenleri bunlar
olmuştur, bir ölçüde de hala bunlardır."
Psikanalizin kadın karşısındaki tutumunu değerlendirirken
unutulmaması gereken iki nokta vardır. Birincisi, bütün psikanalitik
kuramların aynı olmadığı, çoğunun geleneksel psikanalitik görüşten
hızla uzaklaştığı ve onu şiddetle eleştirdiğidir. İkinci nokta, klasik
psikanalizin temsilcisi olan Freud'un bile kadın konusudaki -biyolojiye
sıkıca bağlı- ilk görüşlerini zamanla yumuşattığı ve toplumsal-kültürel
koşulların önemini giderek teslim ettiğidir. Daha sonraki ve
günümüzdeki feminist akımların düşünce kaynaklarından birinin psikanaliz
olması da bunu göstermektedir.
b. Toplumsal Öğrenme Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar
doğuşta esas olarak yansızdırlar ve başlangıçtaki biyolojik farklılıkları
daha sonraki cinsel kimlik farklılıklarını açıklamaya yetmez. Cinse
bağlı kimliğin kazanılması sürecinde seçici pekiştirme ve taklit temel
rolü oynar. Bu açıdan bakıldığında, çocuklar aynı cinsten anababanın
davranışını model aldıkları için ödüllendirilirler; toplum da daha sonra
sistemli ödül ve cezalarla bu tür takliti pekiştirir. Kızlar ve oğlanlar,
yetişkinler ve yaşıtları tarafından toplumun cinsine uygun saydığı davranış
için ödüllendirilir, uymayan davranış için de cezalandırılırlar.
Walter Mischel (1970), çocukların aynı cinsten modelleri karşı cinsten
modellerden daha fazla taklit ettiklerini, çünkü aynı cinsten modellerin
onları daha fazla sevdiğini düşündüklerini ileri sürmektedir.
Çocuklar aynı cinsten anababayı sevecen ve ödüllendirici gördüklerinde
bu etken önem kazanmaktadır. Albert Bandura, toplumsal öğrenme
kuramına yeni bir boyut katarak, çocukların, büyüklerin davranışını
taklit etmeye (imitation) ek olarak, "gözlemsel öğrenmeye" de (observational
learning) yöneldiklerini ileri sürmektedir. Bandura'ya göre,
çocuklar bir modelin davranışını zihinlerinde çözümlerler ve kendileri
için olumlu bir sonucu olduğuna inanmadıkça davranışı taklit etmezler.
Sonuç olarak, toplumsal öğrenme yaklaşımı, cinsiyet rollerinin
kazanılmasında ödülün, cezanın ve gözlemsel öğrenmenin önemini
vurgulamaktadır. Genellikle, gözlemsel öğrenmenin en azından pekiştirme
kadar önemli olduğuna inanılmaktadır. Bilişsel etkenlerin gözlemsel
öğrenmeye aracılık ettiği kabul edilmektedir.
c. Bilişsel Gelişim Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar ilk olarak
kendilerini erkek ya da dişi olarak etiketlemeyi öğrenirler ve sonra
kendi cins kategorilerine uygun düşen davranışları kazanmaya yönelirler.
Bu süreç "kendi kendini toplumsallaştırma" (self-socialization)
olarak adlandırılır. Kohlberg'e göre, çocuklar kalıplaştırılmış bir erkeklik
ve dişilik anlayışı (aşırı basitleştirilmiş, abartılmış, karikatürleştirilmiş
bir imge) oluştururlar. Daha sonra bu kalıp imgeyi kendi
çevrelerini örgütlemede kullanırlar. Kendi cins kavramlarıyla uyuşan
davranışları seçer ve geliştirirler.
Toplumsal öğrenme kuramının görüşü şu sırayla özetlenebilir:
"Ödül istiyorum. Oğlanlara özgü şeyleri yaptığım için ödüllendirildim.
Dolayısıyla, bir oğlan olmak istiyorum." Oysa Kohlberg şu sıranın
izlendiğini ileri sürmektedir: "Ben bir oğlanım. Dolayısıyla, oğlanlara
özgü şeyleri yapmak istiyorum. Çünkü oğlanlara özgü şeyleri
yapmak ödüllendirilmektedir."
Küçük çocukların cinsiyet farklılıklarına ilişkin düşüncelerinde
genital anatomi görece çok az bir rol oynamaktadır. Çocuklar, 2-6
yaşlar arasında, her bireyin ya erkek ya da dişi olduğunu, değişmez
biçimde oğlanların erkek kızların kadın olacağını, erkek ya da dişi olmaya
ilişkin nitelemenin duruma ya da kişisel güdülere göre değişmeyeceğini
kavramaya başlamaktadırlar. Şu halde, bilişsel gelişim kuramında
cinsel kimliğin kazanılması üç evrede ortaya çıkıyor demektir.
Çocuk üç yaşında (birinci evre: cinsin özdeşliği) kendini doğru
olarak etiketleyebilir ve başkalarının cinsini de belirli bir doğrulukla
belirleyebilir. Dört yaşında (ikinci evre: cinsin kararlılığı) cinsin
değişmeyeceği gerçeğine ilişkin kısmi bir bilinç vardır. Bununla birlikte,
aşağı yukarı altı yaşına kadar, öncelikle fiziksel cins farklılıklarına
dayanan kesin bir cinsel kimlik kavramı kurulmuş değildir (üçüncü
evre: cinsin tutarlılığı). Bu ilerleme genel bilişsel gelişim örüntüsünü
izler ve cinsin değişmezliği nesnenin sürekliliğinin özel bir yönü olabilir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:30 AM
Kuramların topluca değerlendirilmesinde yarar var.
Çocukların cinsel kimliklerini nasıl kazandıkları konusunda tüm
yayınları inceleyen E. E. Maccoby ve C. N. Jacklin, bilişsel gelişim
kuramının olgulara en uygun düşen kuram olduğu sonucuna varmaktadır.
Psikanaliz ve toplumsal öğrenme kuramlarının üç temel güçlüğü
vardır. Birincisi, araştırmaların, çocukların davranışlarında aynı cinsten
anababaya tam tamına benzediklerini göstermemesidir. Örneğin,
oğlan çocuklar, en azından ölçülen davranışların çoğunda, kendi babalarına
benzemekten çok, diğer çocukların babalarına benziyor görünüyorlar.
Maccoby ve Jacklin, toplumsal öğrenme kuramının, cinse bağlı
davranışlarda erkeklerin ve kadınların farklı pekiştirmelere uğradıkları
sayıltısını sorgulayarak, iki cinsin toplumsallaşmasında yüksek derecede
bir özdeşlik olduğunu vurgulamaktadır. Anababalar çocuklarını
aynı biçimde yetiştirdiklerini, cinse göre farklılaşan bir işlemde
bulunmadıklarını ısrarla belirtiyorlar. Bununla birlikte, anababalar
oğlanların ve kızların doğal olarak farklı olduğuna inandıkları için,
oğullarını ve kızlarını aynı biçimde yetiştirdikleri iddialarını kabul etmek
zordur.
Psikanalizin ve toplumsal öğrenme kuramının ikinci güçlüğü, erkek
ya da dişi modeli taklit etme olanağı sunulmuş çocukların mutlaka
kendi cinslerine uygun düşen modeli seçmemeleridir. Çocukların seçimleri
oldukça rastlantısaldır. Ancak, Bandura'nın öğrenme ile uygulama
arasıda yaptığı ayırım bu eleştiriyi aşabilmektedir. Bandura'ya
göre, çocuklar her iki modelden de öğrenebilirler, ama sonuçların ne
olacağı ve davranışın kendi cinslerine uygun düşüp düşmeyeceği konusundaki
düşüncelerine bağlı olarak, öğrendiklerini uygulayabilir ya
da uygulamayabilirler.
Maccoby ve Jacklin'in psikanaliz ve öğrenme kuramlarında saptadığı
üçüncü güçlük, çocuklar cinse bağlı davranışa girdiklerinde çoğu
zaman, gözlemledikleri cinse bağlı davranışla çok az bir doğrudan
ilişki görülmesidir. Oğlanlar, aile arabasını annelerinin babalarından
daha fazla kullandığını görseler bile arabalarla ve kamyonlarla oynamayı
seçiyorlar; kızlar, anneleri aynını yapıyor olmasa bile, seksek ve
ip atlama gibi yüksek derecede cinse bağlı oyunları oynuyorlar.
Gelişim psikologlarının çoğu bilişsel gelişim kuramını üstün tutmakla
birlikte, kimileri her üç kuramı da dikkate değer bulmaktadır. J.
S. Hyde ve B. G. Rosenberg bu konuda şöyle demektedir: "Tümüyle
doğru kuram yoktur, herbiri anlayışımıza bir şeyler katar. Freud'çu kuram, ,
bireyin cinsel kimliğinin ve davranışmın köklerinin önceki yaşantılarda
olduğunu açıklayan psikoseksüel gelişim kavramının vurgulanmasında
tarihsel bakımdan önemlidir... Toplumsal öğrenme kuramı,
cinsel rol değişiminin toplumsal ve kültürel ögelerini, cinse
bağlı davranışların oluşumunda toplumun önemini vurgulaması bakımından
önemlidir... Bilişsel gelişim kuramı da, cinse bağlı rolün öğrenilmesinin
çocukluğun akılcı öğrenme sürecinin bir bölümü olduğunu
vurgulamaktadır, çocuklar cinsiyet rollerini kazanmaya etkin biçimde
çaba göstermektedirler" (Vander Zanden, 1981).
Freud'un kuramının temellerinden biri olan Oedipus karmaşasının
oluşumuna ve evrenselliğine ilişkin açıklamalar bugün kuşkuyla
karşılanmaktadır. Erich Formm'a (1979) göre, Freud Oedipus'u keşfederek
büyük bir hizmette bulunmuş, ama bu yaşantıyı cinsel bir olgu
olarak görmesi yüzünden anlamını çarpıtmıştır. Oedipus, temelde anneye
cinsel bağlılığın değil, cennetsi ortama duyulan özlemin, güvenlik
gereksinmesinin ve korunma isteğinin anlatımıdır. Öte yandan, kadının
kişilik gelişiminde penis özlemine başyerin verilmesi de şiddetle
eleştirilmiştir. Kadını doğası gereği bağımlı, özsever, mazoşist, içtenlikle
sevme yeteneği olmayan, cinsel bakımdan da soğuk bir varlık
olarak tanımlamak en azından tarihsel bir sınırlılık içermektedir. Freud,
kendi zamanının orta sınıf kadınının, ataerkil erkeğin cinsel tutumunun
kaçınılmaz sonucu olan bu özelliklerini evrenselleştirmek yanlışına
düşmüştür. Bütün kuramların, içinde ortaya çıktıkları çağın ya da
dönemin bilimsel verilerini olduğu kadar kültürel önyargılarını da
yansıtmak durumunda -hatta belki zorunda- oldukları gerçeği kuramları
incelerken gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. Öte
yandan, bir kuramın bütün yönleriyle doğru ya da yanlış olamayacağı
gerçeği de aynı derecede önemlidir. Freud, Fromm'un deyişiyle, devrimci
bir kuram yaratmaya çalışmış, ama çağının tutucu görüşlerinin
etkisinden kendini kurtarmayı başaramamıştır. Özellikle cinsel
kalıpyargıların kaçınılması güç etkileri bu görüşü doğrulamaktadır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:30 AM
4. Cinslere İlişkin Kalıpyargılar
Kalıpyargılar (stereotyps), güncel olarak kullanılsalar bile belirlenmiş
buyruklar, normlar, standartlar olarak etkide bulunurlar. Toplumsallaşma
çabaları toplumun bütün üyelerini kalıpyargılara uygun
olarak geliştirmeyi amaçlar. Örneğin, oğlan çocuklar etkin, yarışmacı
ve akılcı, kız çocuklar ise bağımlı, duygusal ve edilgin olacak biçimde
yetiştirilirler. Ayrıca, Tresemer ve Pleck'in belirttiği gibi, cinsler
arasındaki sınırlar bireylerin önceden belirlenmiş cinsiyet rollerinde
ilerleyebileceği biçimde belirgin ve katı tutulmalıdır, vb.
Cinsler arasında varolan farklılıkları saptamaya tarih boyunca
çaba gösterilmiştir. Fiziksel özelliklerin farklılığı konusunda aşağı
yukarı bir uzlaşma vardır, oysa psikolojik niteliklerin saptanmasında
aynı açık-seçiklik yoktur. Maccoby ve Jacklin cinslerin farklılığı
konusundaki yüzlerce araştırmanın sonuçlarını özetleyerek, pek çok
farklılığın gerçeklikte temeli olmayan güncel kültürel söylenceler olduğu
sonucuna varmışlardır. Maccoby ve Jacklin'e göre yanlış olan
söylenceler şunlardır: Kızların oğlanlardan daha "toplumsal" olduğu;
kızların oğlanlardan daha "telkin edilebilir" olduğu; kızların başarı
güdüsünden yoksun olduğu; kızların katılımdan daha çok etkilendiği;
oğlanların çevreye daha çok yanıt verdiği; kızların özsaygılarının daha
düşük olduğu; kızların ezberden öğrenmede ve tekrarlı görevlerde,
oğlanların yüksek bilişsel süreçler gerektiren görevlerde daha iyi olduğu;
oğlanların daha "çözümleyici" olduğu; kızların daha işitsel,
oğlanların daha görsel olduğu... Maccoby ve Jacklin, bu alandaki araştırma
bulgularının çok karışık, belirsiz ve yargı geliştirmeye elverişsiz
olduğunu da saptadılar. Sonuçta yalnızca dört alanda belirtilmiş cinsiyet
farklılıklarını kabul ettiler (Tablo 16). Ancak, daha sonra bu çalışmaya
da yöneltilen eleştirilerin ışığında, bugün, cinsler arasındaki
farklılıkların önceleri görüldüğünden daha az, ama belki Maccoby ve
Jacklin'in belirttiğinden daha özlü ve önemli olduğu kabul edilmektedir.
Öte yandan, cinsel rol (sex role) ile cinsel kimlik (sex identity)
arasındaki ayırım da çok önemlidir. Cinsel (ya da cinse bağlı) kimlik, bir
cinsten ya da öbüründen olmanın farkında olmaya, özbilincine dayanır,
bir insanın erkek ya da dişi olmlsına ilişkin iç yaşantıdır. Cinsel (ya da
cinse bağlı) rol, toplumun cinsler için önceden belirlediği davranışlar ve
rollerdir. Bir cinsel rolün kazanılması süreci bazen "cinsel tipleşme"
(sex typing) olarak adlandırılır. Bu kavramları birbirinden her zaman kesin
biçimde ayırmak olanaklı değildir. Cinsel tipleşme bir cinsel kimliğin
kurulmasına tabi olabilir ya da cinsel kimlik kısmen cinsel rol
davranışlarının kabul edilmesine dayanabilir. Ne olursa olsun, gelişim
kuramları bazen biri ya da öbürü üzerinde odaklaştığı için, böyle bir ayırım
yapmakta yarar vardır (Liebert ve Wick-Nelson. 1981 ).
Tablo 16
Yerleşik Cins Farklılıkları Alanları ve Ortaya Çıktığı Yaşlar
Alanlar - Yaşlar
Kızların sözel yetenekleri daha fazladır. - Olasılıkla yaşamın erken
yıllarında çelişen bu özellik. okulöncesi yıllarla ergenlik arasında
pek az belirgindir, yetişkinliğe girildikten sonra gitgide güçlenmektedir.
Oğlanlar görsel-uzamsal yetenekte üstündürler. - Bu özellik ergenliğe
kadar oluşmaz ve yetişkinlikte sürer.
Oğlanlar matematiksel yetenekte üstündürler. - Bu özellik ergenliğin
ilk yıllarında başlar ve yetişkinlikte gelişir.
Oğlanlar daha saldırgandır. - Bu özellik 2 yaşlarında başlar ve üniversite
yıllarında sürer. Yetişkinler açısından daha fazla bilgi yok.
Kaynak: Maccoby ve Jacklin, The Psychology of Sex Differences,
1974, aktaran Liebert ve Wicks-Nelson, 1981.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:30 AM
5. Cinse Bağlı Özelliklerin Sürekliliği
Kişiliğin sürekliliği tartışmalarında görüldüğü gibi, bazı araştırmalar,
erkeklerin ve kadınların yaşam süresi boyunca karşıt yönlerde
ilerledikleri sonucuna varmaktadırlar. David Gutmann, Neugarten'in
Kansas City araştırmasındaki erkek denekler ile dört ayrı kültürdeki
erkekleri karşılaştırarak bu savın doğruluğunu araştırdı. Gutmann, bu
dört kültürdeki 35-44 yaşlarındaki erkeklerin iç enerjilerine ve yaratıcı
yeteneklerine güvendiklerini ve bundan hoşlandıklarını buldu. Bu erkekler
yarışmacı, saldırgan ve bağımsız olmaya yöneliyorlardı. 45 ve
daha yukarı yaştaki erkekler ise daha edilgin ve kendine dönük olmaya
yöneliyorlardı, başkalarını etkilemek için yalvarıcı ve uymacı
tekniklere başvuruyorlardı. Gutmann, etkin egemenlikten edilgin egemenliğe
doğru ortaya çıkan bu değişimin kültürden çok yaşa bağlı olabileceği
sonucuna varmaktadır. Gutmann, çok sayıda kültürde sürdürdüğü
sonraki araştırmasında ilk bulgularının onaylandığını gördü. 55
yaş dolayındaki erkekler çevrelerinin istemleriyle başa çıkmada etkin
teknikler yerine edilgin teknikler kullanmaya başlamaktadırlar. Kadınlar
ise edilgin egemenlikten etkin egemenliğe doğru karşıt yünde
ilerlemektedirler. Kadınlar daha güçlü, başat ve bağımsız olmaya
yönelmektedirler. Gutmann, "Gerçekte 'eril' ve 'dişil' özellikler sadece
cinsiyetle değil, yaşam dönemiyle de paylaştırılmaktadır. Erkekler sonsuza
dek 'eril' değildir; erkekler sözde 'dişil' örüntüden önce 'eril' özellikler
gösteren bir cins olarak tanımlanabilir. Bunun tersi de kadınlar için
geçerlidir" sonucuna varmaktadır. Bu cinsiyet farklılıklarını açıklama
girişiminde Gutmann, anababa olma zorunluluklarının cinsleri genç
yetişkinlikte farklı gereklerle karşı karşıya bıraktığına inanmaktadır.
Eğer kadınlar (iş bölümündeki geleneksel örüntüye göre) çocuklarının
ilk bakıcıları olarak başarılı olmak istiyorlarsa, kişiliklerindeki saldırgan
ögeleri bastırma gereğini duymaktadırlar. Eğer erkekler de ekonomik
gelir sağlayan kişi olarak geleneksel rollerinde başarılı olmak istiyorlarsa,
kişiliklerinin saldırgan yönlerini bastırma gereğini duymaktadırlar.
Ama çocukları büyüdüğünde ve kendileri yetişkinlikte ilerlediklerinde
her iki anababa da kişiliklerinin tüm gizilgücünü ortaya
koyma fırsatını bulmaktadır. Erkek, önceleri ekonomik yarışma yararına
bastırdığı "dişilliği", kadın çocuklarına duygusal güvenlik sağlama
uğruna bastırdığı "erilliği" tekrar ele geçirebilir.
S. S. Feldman ve S. C. Nash, kendi araştırmalarında Gutmann'ın
kuramını destekleyen ya da yanlışlayan bulgular elde ettiler. Gutmann'ın
beklediği gibi, büyükbabalar bebeklere karşı erkeklerin yaşamlarının
hiçbir döneminde duymadıkları büyük bir sorumluluk duyuyorlardı.
Fakat Gutmann'ın beklentisinin tersine, erkeklerin erillik puanları
yaşamın ileri evrelerinde anlamlı bir değişim göstermiyordu. Erkeklerin
ileri yıllarda tipik "dişil" özellikler gösterme olasılığı artmakla
birlikte, bunu yerleşik erilliklerinin gerilemesi pahasına yapmıyorlardı.
Aynı şekilde, kadınlar da dişilliklerinde bir düşüş olmaksızın
erillik puanlarında yükselme gösteriyorlardı.
Erkeklerin ve kadınların birbirine karşıt kişilik ve davranış özellikleri
olduğu görüşünün karşısına, bugün tek bir kişide her iki cinsin
özelliklerinin birleştiğini savunan androjenlik kavramı çıkartılmaktadır.
Bireylerin cinse bağlı tutum ve davranışlarda farklılaşması cinse
bağlı rollerin sürekli çizgisi üzerinde olmaktadır. "Androjen" bireyler,
kişiliklerini ve davranışlarını erillik ve dişilikle ilgili kültürel
kalıpyargılarla sınırlamazlar. S. L. Ben, üniversite öğrencileri üzerinde
yaptığı bir araştırmada, erkek ve kadınların % 35'inin, kendi kişiliklerinde
hem eril hem dişil özellikleri topladığını buldu. Bu insanlar, gerektiğinde
bağımsız ve kendini kabul ettiren, gerektiğinde de sıcak ve sorumlu
kişiler olabilmektedir. Bireylerin kendi cinsinin ve karşı cinsin
rollerine sahip olmasının yaşamın özel durumlarına göre dalgalanma
göstereceği de savunulmaktadır. Cinslerden birinin egemenliğine bağlı
toplumsal düzenlemelerin cinse göre tipleşmiş davranışları öne çıkaracağı,
eşitlikçi düzenlemelerde ise "androjen" davranışların artacağı
söylenebilir (Vander Zanden, 1981).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:31 AM
İİ. ORTA YILLARDA BİREYSEL GELİŞİM
Bireysel açıdan orta yıllar gelişimde inişe geçişin belirtilerini
taşıyan yıllardır. Derinin kırışmaya, saçların aklaşmaya, cinsel gücün
azalmaya başladığı, iç organların çalışmasında aksamanın görüldüğü,
damar sertliği ve buna bağlı yüksek tansiyon ve kalp hastalıklarının
kişiyi her an alt edebildiği, kilo almanın süreklilik kazandığı bir dönem
söz konusudur. Ergenlikteki ileriye doğru fiziksel ve cinsel değişimlerin
yerini burada gerileyen fiziksel ve cinsel değişimler alır. Bireysel
güçlerin inişe geçtiği bu dönem, aynı zamanda yaşama bir "yeniden
değerlendirme" açısından bakma gereksinmesinin duyulduğu
dönemdir. İşte ve meslekte en yüksek noktaya çıkılmış olmasına karşın,
birey bundan böyle yaşamını aynı biçimde sürdürüp sürdüremeyeceğini
sorma noktasındadır. Ancak bu dönemi bir "bunalım" dönemi olarak görmek
de doğru değildir.
:::::::::::::::::
1. Bedensel değişimler
Genç yetişkinlikte dış görünümde çok az bir değişme varken,
orta yaşlılıkta dış görünüm'de belirgin ve dramatik değişimler söz
konusudur. Kilo alma eğilimi güçlenmiştir. Psikiyatrist Robert N. Butler
(1977) orta yılları ikinci bir "oral bağımlılık" dönemi olarak
nitelemektedir. İnsanlar bu dönemde yemeğe düşkündürler, şişmanladıklarını
ve hatta sağlıklarını yitirdiklerini görseler bile yemekten kendilerini
alıkoymazlar. Ergenlikte yağlar bedenin tüm ağırlığının % 10'u kadarken,
bu oran orta yıllarda % 20'ye çıkmaktadır. Üstelik yağlanmada
göğüs ve omuzlar daralıp küçülmüş gibi görünür. Ayrıca bedenin
genel duruş biçimi de değişmiş, hareketler yavaşlamıştır. Özellikle
erkeklerde saçların değişimi orta yaşlarda belirgindir.
Duyu işlevleri içinde görme yaşa bağlı değişimleri en çok belli
eden alandır. 40 yaş dolaylarında yetişkinler görmede aniden ortaya
çıkan değişimlerin (Göz bebeğinin küçülmesi, ışığa uyum, göz merceği
uyumu, vb.) farkına varırlar. 65 yaşından önce yetişkinlerin yaklaşık
yarısı gözlük kullanmak zorunda kalır, 65'ten sonra on yetişkinden
dokuzu gözlük takar.
İşitme alanında 25 yaşından önce azalma çok enderdir (yüz kişiden
birinde), 45 yaşından sonra bu oran yükselmeye başlar. İşitme
yitiminin çoğu yüksek ses frekansında olur. Erkekler düşük frekansı
kadınlardan, kadınlar da yüksek frekansı erkeklerden daha iyi duyarlar.
Elli yaşından sonraki işitme yitimi erkeklerde kadınlardakinden
daha fazladır.
Tat duyusundaki azalma özellikle 50 yaşından sonra belirginleşir.
Önce yanaklardaki, sonra dil kökündeki tat duyusu alıcıları azalmaya
başlar. Tatlılara karşı duyarlılık yaşlılıkta genç yetişkinliğe oranla üç
kez daha azdır. 40 yaşından sonra koku duyarlılığı da önemli ölçüde
azalmaktadır. 60 yaşındaki kişinin kokuları ayırt etme yeteneği 20
yaşındakinden % 50 daha azdır. Acı duyarlılığı ise yaklaşık 45 yaşlarında
artmakta ve artışını 60 yaşın ötesine kadar sürdürmektedir.
Hareket alanında yetişkinlik yıllarında önemli bir azalma vardır.
Olgunluk ve yaşlılık yıllarındaki iş ve başarıya ilişkin araştırmalar,
yaşlılık değişimlerinin olumsuz ve gerileyici olduğunu belirterek, bütün
davranışsal işlevlerdeki yaşlılık belirtilerini vurgulamaktadır. Welford'un
sözünü ettiği değişimler şunlardır: a) Tepki zamanında artış.
Tepki zamanı bir bireyin bir duyu uyarısını alışı ile yanıt verişi arasındaki
süredir. Ayrıca bir işi yapma süresinde de yaşla artış vardır. b)
Bir işi başarma değişkenliğinde yaşla artış. c) Daha karmaşık işlerin
yapılmasında yaşla ortaya çıkan önemli başarı düşüşü. Beynin bilgi biriktirme
ve iletme kapasitesinde yaşlanmaya bağlı bir azalma vardır.
Sonuç olarak yaşlı kişiler gençler kadar hızlı tepki veremezler. Orta
yaşların sonlarına doğru çabuk yapılması gereken işlerde hız azalması
artar. Örneğin, bazı yetişkinler bir dizi uzun ve karmaşık hareketi
gerektiren müzik aleti çalmada güçlük duymaktadırlar. Ancak, hareket
becerilerindeki düşüş açık olmakla birlikte, bu düşüşün meslek başarısında
da düşüşe yol açacağı konusunda kesinlik yoktur. Başka bir
deyişle, yaşlı kişilerin birikmiş deneyim ve bilgileri hareketteki
yavaşlamayı ödünleyici niteliktedir.
Beden sağlıyı orta yaşların önemli bir sorunu olarak ortaya çıkar.
McCammon'un belirttiği gibi, insanlar yetişkinlik yıllarında daha fazla
kronik ve daha az akut hastalık yaşamaya eğilim gösterirler. Akut
hastalıklar kısa süreli ve tedavi edilebilir hastalıklardır, buna karşılık
kronik hastalıklar (mafsal iltihabı ve şeker hastalığı gibi) uzun süreli
ve tedavi edilemez hastalıklardır.
Bazı kronik hastalıklar orta yetişkinlik yıllarında ortaya çıkmaya
başlar. 50-60 yaşları arasında -özellikle erkeklerde- şeker hastalığı
(diabete) son derece artar, 40 yaşlarından hemen sonra mafsal iltihabı
(arthirit) daha sık görülmeye başlar. Kalp ve dolaşım sistemiyle ilgili
dolaşım sorunları da orta yaşlarda artar. Damar sertliği (arteriosclerosis)
atardamar duvarlarında kolesterol gibi maddelerin birikmesiyle
ortaya çıkar. Büyük olasılıkla çocukluk gibi erken dönemlerde başlayan
bu süreç yetişkinlik boyunca sürer ve atardamar duvarlarının esnekliğini
giderek sınırlar. Damar duvarında biriken maddeler sert plakalara
dönüşebilir ve hatta damarın yırtılmasına yol açabilir. Genellikle
iç çeperi bozulmuş olan damarlarda kan pıhtıları toplanır (tromboz)
ve tıkanmalara neden olabilir; bu durum kol ve bacaklarda olursa
gangrenle, beyinde olursa felçle sonuçlanabilir. Genç yetişkinlikle orta
yaşlar arasında kalp atardamarlarının (koroner arterleri) yaklaşık %
25'i bu nedenle görevini iyi yapamaz ve koroner kalp hastalıkları ortaya
çıkar. Bu hastalıklar bazen sigaraya, kolesterol düzeyine, yüksek
kan basıncına ve kişilik özelliklerine de bağlı olabilir. Yüksek tansiyon
(yüksek kan basıncı) Birleşik Devletler'de her yıl yaklaşık altmış bin
erkek ve kadının ölümünde doğrudan etkili olmaktadır, bu insanların
çoğu kırk yaşlarındadır. Yüksek tansiyon fıziksel ve duygusal etkenlerin
etkileşimine bağlı bir hastalıktır. Atardamar duvarlarında madde
birikimi fiziksel bir etkendir, bireyin streslere tepki göstermesi de
duygusal bir etkendir. Sürekli gerginlik ve stres bazen kan basıncı düzeyinin
artmasına neden olabilir. Kan basıncı düzeyinin yaşla artması
yönünde bir eğilim de vardır. Bazı kişiler stresle başaçıkmada gençlik
yıllarında sağlıklı teknikler geliştirirler, bu özellik onlara yetişkinlikte
de yardımcı olur.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:31 AM
2. Zihinsel değişimler
Yetişkinlikte zekanın azaldığı ya da yetişkinlerin yeni şeyler
öğrenemeyecekleri türünden söylenceler, insanların yetişkinlikteki zihinsel
değişimleri doğru bir biçimde değerlendirmesini engellemektedir.
Zekanın ve bilişsel yeteneklerin yetişkinlik boyunca değişmez
kaldığı gerçeği daha önce belirtilmişti. Gerçekte, akılyürütme ve sözel
beceriler yetişkinlikte gelişebilmektedir. Orta yaşlı bireylerin düşünme
yetenekleri büyük olasılıkla genç yetişkinliktekinden daha iyi olmaktadır.
Ayrıca, yaratıcılık da orta yetişkinlik yıllarında belirgin bir
azalma göstermemektedir. Yaratıcı kişilerin toplam ürünlerinin incelenmesi,
bu insanların başarının doruğuna orta yaşlarda, bazen de ileri
yetişkinlikte ulaştıklarını göstermektedir. Bilim adamları için yaklaşık
40-60 yaşları arası bilimsel üretimin oldukça sürekli bir akış gösterdiği
dönemdir, göreli bir azalma ancak 60-70 yaşları arasında ortaya
çıkmaktadır. Bilim adamları için 20-29 yaşları arasının en az ürün verdikleri
dönem olduğu da belirtilmektedir. Sadece sanatçıların 60-70
yaşları arasında 20-29 yaşları arasındakinden daha az ürün verdikleri
bulunmuştur. İnsan bilimlerinde yaratıcılık yaklaşık 30-70 yaşları
arasında sürekli gelişme göstermektedir. Orta yaşlarda doruk noktasına
ulaşan yaratıcı kişiler bazı yaratıcı etkinliklerini ileri yetişkinlik
yıllarına kadar sürdürebilirler. Çünkü doruk noktasına ulaşmak bundan
sonra bütün işlerin duracağı anlamına gelmez. Ayrıca, azalma ya
da düşüş mutlaka yeteneklerde değişme olduğunu da göstermez. Kimmel'e
göre, düşme belki de zihinsel değişimlerden çok bilişsel olmayan
etkenlerin sonucudur. Nitekim, bilim adamları -büyük yaratıcı çalışmanın
ardından- birtakım sorumluluklar üstlenerek (yöneticilik, vb.)
yaratıcı üretime daha az zaman ve enerji ayırmak durumunda kalmaktadırlar.
Aşağı yukarı her yetişkin yeterli zaman verildiğinde her türlü konuyu
öğrenmeye ve beceriyi edinmeye yeteneklidir. Yetişkinlikte bireysel
farklılıklar önemli ölçüde artmakla birlikte, kendilerine güvenlerinin
azalmaması koşuluyla, yetişkinler hala yeni şeyler öğrenebilirler.
Kendine güven özellikle önemlidir; çünkü bazı yetişkinler, öğrenim
yaşamlarının sınırlılığını aşırı vurgulayarak öğrenme yeteneklerini
olduğundan daha az görme eğilimindedirler. Pratik yolla ve özel
deneyimle elde ettikleri bilgileri de küçümserler. Oysa yetişkinler yaşamları
boyunca iş, aile ve toplum yaşamlarında -informel olarak-
pek çok şey öğrenirler. Birçok yetişkin kendi yönettiği öğrenme
etkinliklerine girer. Yetişkinler genellikle öğrendiklerini kullanmak da
isterler. Knox'a göre, yetişkinlikteki öğrenmeyi etkileyen bellibaşlı
etkenler şunlardır: a) Koşullar. Fizyolojik koşullar ve fiziksel sağlık
öğrenmeyi çeşitli yönlerden etkileyebilir. Duyusal kısıtlanmalar (görmenin,
işitmenin azalması gibi) duyusal girdileri sınırlayabilir. Sağlığın
bozulması dikkatin dış olaylara yöneltilmesini önleyebilir. b) Uyum.
Öğrenme durumunda kişisel ya da toplumsal bir uyumsuzluk olduğunda
bireyin öğrenmeyi değerlendirmesi ya da kolaylaştırması daha
az olanaklıdır. Toplumsal uyumsuzluk genellikle öğrenen kişinin savunma
ve anksiyetesiyle ilgilidir ve kişinin güdülenme ve canlılık düzeyiyle
karıştırılmamalıdır. Kişi bir durumla uğraşabileceğine inanırsa
ona meydan okuyabilir, eğer inanmazsa durumu tehdit edici olarak
algılayabilir. Daha önce pek çok başarısı olan bir kişi başarısızlığı çok
rahat göğüsleyebilir. Yeni eğitim deneyimlerinde destek ve yardım yetişkinler
için çok önemlidir. c) Uygunluk. İş anlamlı ise ve öğrenme
yarar sağlayacaksa yetişkinin öğrenme etkinliğindeki güdüsü ve işbirliği
de artar. Belirgin ve seçilmiş öğrenme görevleri ve anlaşılır yöntemler
söz konusu olduğunda yetişkin daha etkin bir ilgi ve katılım
göstermektedir. d) Hız. Özellikle yaşlı yetişkinler için zaman sınırlamaları
ve baskılar öğrenme başarısını azaltmaktadır. Yetişkin kendi
ritmine bırakılırsa öğrenme başarısı daha yüksek olur. e) Statü.
Sosyoekonomik durumlar, öğrenme yeteneğini etkileyebilecek değerler,
istemler, baskılar ve kaynaklarla yakından ilişkilidir. Resmi öğrenim
düzeyi yetişkinin öğrenmesiyle yakından bağlantılı bir statü belirtisi
olmaktadır. Statünün öğrenmeye etkisi öğrenme etkinliğinin türüne
bağlıdır. Örneğin, ölçme sisteminin öğrenilmesinde sözel iletişim mavi
yakalı yetişkinler için daha etkili olurken, beyaz yakalı yetişkinler
soyut kavramları yazılı iletişimle daha kolay öğrenmektedirler. f)
Görünüş. Kişisel görünüş ve kişilik özellikleri (açık görüşlülük ya da
savunmacılık gibi), yetişkinin özel öğrenim türleriyle uğraşma yollarını
etkileyebilmektedir (Schiamberg ve Smith, 1982).
İlerde yaşlılık bölümünde de tartışılacağı gibi, zekanın yetişkinlikteki
durumu (artma, azalma, değişmeme) her zaman merak konusu
olmuştur. Bir yanda, yetişkinlik boyunca zekada düşüşün kaçınılmaz
olduğunu, bilgi ve deneyim artışı gizlese bile öğrenme gücünde yaşla
birlikte yadsınamaz bir azalışın ortaya çıktığını ileri sürenler vardır.
Öbür yanda, zekanın yaşam boyunca esnekliğini koruduğunu, sağlık,
eğitim, yaşam deneyimleri gibi etkenlerle yoğurulduğunu, dolayısıyla
azalabileceğini de, artabileceğini de düşünenler bulunmaktadır. Bu
görüşlerden hangisi doğrudur ya da bunları uzlaştırmanın yolu var mıdır?
Yirminci yüzyıl boyunca psikologlar zekanın ergenlikte tepe
noktasına ulaştığına, sonra yetişkinlik boyunca derece derece azaldığına
inanmışlardır. 1950'lerin ortalarında ilk kez bu sayıltıdan kuşku
duyulmaya başlanmıştır. Özellikle boylamsal araştırmalar zekanın yetişkinlik
süresince de gelişebildiğini göstermiştir. Kuşak ya da bölük
farkılıklarının bozucu etkilerini ilk kez farkedenlerden biri K. Warner
Schaie'dir. Schaie aynı denekleri 1963'de, 1970'de, 1977'de yeniden
test edince sorunun kesitsel araştırma yaklaşımından kaynaklandığını
ortaya çıkarmıştır. Ancak boylamsal yöntemin de bu haliyle birtakım
sakıncalar içerdiği görülmüştür. Bunlardan biri, hep aynı testi birçok
kez almanın kişinin başarısını yükseltebileceği gerçeğidir. Schaie bu
sakıncayı aşabilmek için daha önce sözünü ettiğimiz "sırasal düzen"
yaklaşımını geliştirmiştir. Kesitsel ve boylamsal verilerin birlikte
kullanılması kuşak farklılıkları engelini aşmayı sağlamaktadır.
Konuyla ilgili bütün araştırmalar bize yetişkinlikteki bilişsel gelişim
için iki genel sonuç vermektedir:
- Değişik yaşlardaki yetişkinleri karşılaştıran kesitsel araştırmalar
zihinsel yeteneklerde derece derece ortaya çıkan bir düşüş gösterdiği
halde boylamsal araştırmalar ilk yetişkinlik ve genellikle orta
yaşlarda pek çok yetenekte bir artış göstermektedir.
- Kuşak farklılıkları test sonuçlarını yaklaşık 60 yaşına kadar
yaş farklılıklarından daha güçlü biçimde etkilemektedir.
John Horn, Cattell'in daha önce sözünü ettiğimiz iki tür zeka anlayışını
yeniden ele almıştır. Akıcı zeka her yöne doğru hareket edebilir.
Kısa süreli bellek, soyut düşünce, işlem hızı gibi temel zihinsel yetenekleri
içeren bu zeka türünde kişi sözcük, sayı, bilmece gibi konularda
hızlı ve yaratıcıdır. Birikimli zeka daha sağlamdır; eğitimle ve
deneyimle gelen olgu, bilgi, öğrenme stratejisi birikimiyle oluşmuştur.
Uzun süreli bellek, sözcük dağarcığı genişliği bu zeka türünün
özellikleridir. Akıcı zekanın temelde genetik; birikimli zekanın ise temelde
öğrenilmiş olduğu kabul edilmiştir önceleri. Ancak John Horn bugün
bu doğa-kazanım ayırımının geçersiz olduğunu düşünmektedir.
Çünkü birikimli zekanın kazanılması kısmen akıcı zekanın niteliğinden
etkilenmektedir. Örneğin, bir kişinin sözcük dağarcığının gücü,
kısmen okuma hızının ve sözcükler arasında mantıksal çağrışımlar
kurma yeteneğinin sonucudur; bu ikisi de akıcı zekayla ilgilidir. Horn
yetişkinlikte akıcı zekanın önemli ölçüde azaldığına inanmaktadır. Bu
düşüş birikimli zekadaki artışla geçici olarak gizlenmektedir.
Düşünme hızı akıcı zekanın önemli bir ögesidir. Standart zeka
testlerinin çoğunun tepki hızına önem verdiği de bilinmektedir.
Yetişkin gelişimi uzmanları zeka testlerinin bu yönünü hakça
bulmamaktadırlar. Yetişkinler hemen her şeyde gençlerden daha yavaştırlar.
20 yaş ile 60 yaş arasında tepki zamanında ortalama % 20'lik bir yavaşlama
söz konusudur. Karmaşık etkinliklerde bu yavaşlama daha da
fazladır. Örneğin elyazısı 60 yaşında 30 yaşındakinin iki katı zaman
almaktadır. Ancak düşünme hızını düşünme kalitesi ile karıştırmamak
gerekmektedir. Hatta yavaş düşünmenin daha derin ve daha iyi bir düşünme
olduğunu ileri sürenler vardır. Buna karşılık, yavaş düşünmenin
etkisiz bir düşünme olduğunu ileri sürenler de vardır. Sonuçta, zihinsel
süreçlerin yavaşlığının düşünmenin kalitesini nasıl etkilediği
konusunda görüş birliğine varılabilmiş değildir. Ancak, gelişim
psikologlarının çoğu Schaie'nin hedefe Horn'dan daha fazla ulaştığını
düşünmektedir. Yetişkin zekasında en azından orta yıllarda ılımlı bir
artış norm olabilir görünmektedir.
Bugün birçok araştırmacı zeka diye bir bütünün varlığından çok,
birçok değişik zekaların var olduğunu kabul etmektedir. Her zihinsel
yetenek, eğitim, deneyim gibi değişkenlere bağlı olarak, yaşla birlikte
artabilir, azalabilir, sabit kalabilir. Yetişkinin zihinsel yeterliği
çok-boyutlu ve çok-yönlüdür. İnsanlar yaşlandıkça geliştirmeyi seçtikleri
zeka türlerinde ya da becerilerde daha uzmanlaşırlar; kullanılmayan
yeteneklerde de düşüş görülür. (K. S. Berger, 1988)
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:31 AM
3. Cinsel Değişimler
Orta yetişkinlik yıllarında hem erkeklerde hem de kadınlarda birtakım
cinsel değişimler olmaktadır; bu değişimler kimi yazarlarca "yaşam
değişimi" kavramıyla dile getirilmektedir. Yaşam değişimi, orta
yaşlarda erkeklerde ve kadınlarda ortaya çıkan cinsel değişikliklere
uygulanan genel bir terimdir ve önemli bir dönüm noktası olarak yaşamın
bir döneminin terkedilmesi, bir diğerinin başlaması anlamına
gelir. Bu değişikliklerden en önemlisi erkek ve kadınlarda üretim yeteneğinin
gitgide azalmasıdır. "Yaş dönümü"nün (climacteric) sonu
kadınlar için daha dramatiktir, çünkü ayhalinin durması gibi çok belirgin
bir işaretle ortaya çıkar. "Menopoz" kadın yaş dönümünün son
noktasıdır; östrojen hormonunun durması yumurtlama sürecini sona
erdirir, dolayısıyla aylık kanamalar da durur. Erkek yaş dönümü ise
erkek üretkenliğinin derece derece azalmasını dile getirir. Yaşlanan
bedende hem sperm üretimi, hem de erkeklik hormonu (testosteron)
üretimi azalmaktadır. Ancak bu azalma, erkek üretkenliğini hiçbir zaman
bitirmeyecek biçimde derece derece olur. Kadının menopozundan
farklı olarak, erkeğin üretim işlevi sona ermez ve genellikle
- testosteron ve spermin azalmasına karşın- ileri yaşlara dek sürer.
a. Menopoz
Kadında yaş dönümünün en kolay tanınan belirtilerinden biri
menopozdur. Aylık kanamaların durması genellikle 2-3 yılda tamamlanır.
Kadınların sadece dörtte biri menopozun geleneksel belirtilerini
göstermekte ve sadece % 10-15'i bu dönemde doktor yardımına gereksinme
duymaktadır. En belirgin belirtiler sıcaklık basması ve aşırı terlemedir;
yüz kızarması, yorgunluk, baş dönmesi, baş ağrısı, uykusuzluk,
sinirlilik, ağlama ve depresyon da görülebilir. Bu can sıkıcı belirtiler
genellikle menopozun bitimine kadar sürer. Bu dönemde kadınlarda
bazı ruhsal değişiklikler de görülür. Kadınlar, eğer menopozu
çekiciliklerinin, cinselliklerinin, yararlılıklarının sona ermesinin
belirtisi olarak görürlerse daha fazla üzüntü duymaktadırlar. Bu duygular
yaşlı kişileri değersizleyen gençlik odaklı bir kültür tarafından daha da
yoğunlaştırılabilir. Bu tür duygularla depresyona giren kadınlar yalnızca
küçük bir gruptur. Menopoz geçiren kadınların en azından üçte
ikisi kendilerini menopozdan sonra öncekinden çok daha iyi hissettiklerini
söylemektedir. Bir bakıma bu tür belirtiler menopoza giren
kadının yaşı ile de ilişkilidir. Erken yaşta menopoza girenlerde belirtiler
sarsıcı olurken, 45 yaş ve sonrasında girenler için bu dönem daha
sakin geçmektedir. Ortayaşlı bir kadın menopozun yaşamında önemli
değişikliklere neden olmadığını kolayca görebilir.
Menopoz genellikle cinsel etkinlikleri etkilemez. Bir araştırmada
kadınların % 65'i menopozun cinsel ilişkileri üzerinde hiçbir etkisi
olmadığını belirtmiştir; ancak vajen duvarının incelmesi, üretim organlarının
zayıflaması, uyarılma sırasında vajen ıslaklığının (lubrication)
azalması kimi kadınlarda cinsle ilişkiyi zorlaştırabilir. 1960'larda menopoz
belirtilerini denetim altında tutmak için östrojen hormonu kullanılması
yaygın bir yöntemdi. Ancak bugün bu yöntemin rahim kanseri
olasılığını 4-7 kat arttırdığı bilinmektedir.
b. Erkeklerde yaş dönümü
Dramatik bir değişimle ortaya çıkmadığı için erkeklerde yaş dönümünü
belirlemek güçtür. Yaşlı erkekler cinsel yeterlilikte birtakım
değişimler gösterebilirler. Sertleşme (erection) eskisi kadar çabuk olmaz
ve boşalma (ejaculation) süresi ve gücü azalmıştır (Masters ve
Johnson, 1966). Kimi erkeklerin yakınmaları (sinirlilik, kızgınlık,
depresyon, dikkatini yoğunlaştırma güçlüğü, istek yokluğu) ile yaş dönümü
arasında doğrudan bir ilişki kurmak kolay değildir. Masters ve
Johnson (1966), erkeğin cinsel tepki yeteneğinin azalmasında aşağıdaki
psikososyal etkenlerin etkisinden söz etmektedir:
(1) Kadına ilginin, kadının çekiciliğinin yitmesine yol açan
uzun süreli ilişkiye bağlı tekdüzelik.
(2) Erkeğin mesleki uğraşları.
(3) Fiziksel ya da zihinsel yorgunluk.
(4) Aşırı alkol kullanımı.
(5) Eşlerden birinin fiziksel ya da ruhsal rahatsızlığı.
(6) Başarısızlığa uğrama korkusu.
Kültürel kalıpyargılar erkeklerin 40-50 yaşlarında birden bire
ciddi bir psikolojik bunalıma gireceklerini ileri sürmektedir. Erkeklerin
bu yaşlarda uğradıkları güçlükler bir tür "erkek menopozu"na mal
edilmektedir. Tıp adamları erkeklerde cinsel hormon üretimi azalmasından
söz ediyorlar, buna karşılık psikolog ve sosyologlar biyolojik
olmayan açıklamaları yeğliyorlar.
D.J. Levinson erkeklerin genellikle 35-45 yaşlarında bir dönüm
noktası yaşadığını belirtiyordu. Levinson'a göre erkek bu dönemi
değişmeden geçiremez, çünkü yaşamının bu döneminde değişik koşullarla
karşılaşmak durumundadır. Yaşlanmanın tartışılamaz ilk işaretlerini
görür, kendisi konusunda sahip olduğu düşleri ve imgeleri yeniden
değerlendirmek zorunda olduğu bir noktaya ulaşır. Ölüm gerçeği
de bir erkeği orta yaşlarında yeni düşünme yollarına zorlar. Yale
araştırmacıları bütün bu gelişmelerin ortasında cinselliğin de önemli
bir sorun alanı olduğunu buldular: Erkekliğin azalması olasılığından
ve fiziksel çekiciliğin azalmasından duyulan kaygı.
Masters ve Johnson'a (1966) göre, erkekler 50 yaşlarını geçtikten
sonra penisin dikleşmesi daha fazla zaman almaktadır. Ayrıca özellikle
60'ından sonraki erkeklerde sertleşme gençliklerinde olduğu gibi
tam ve güçlü değildir, maksimum dikleşme ancak orgazmdan az önce
gerçekleşmektedir. Yaşın ilerlemesiyle spermde, seminal sıvıda ve
sertleşme gücünde azalma olmaktadır. Eğer erkek cinsel yaşamında
gençliğinden beri yüksek bir etkinlik düzeyini korumuşsa ve akut ya
da kronik bir hastalığı yoksa, cinsel etkinliğini ileri yaşlara kadar
sürdürebilmektedir. Yine de yaşlı erkekler çok uzun süre uyarılmamışlarsa
cinsel tepki verme yetenekleri sürekli olarak azalabilmektedir.
c) Cinsel yaşam
Sağlıklı erkek ve kadınlar, cinsel isteğin yok edilmemesi ya da
cinsel eylemin engellenmemesi koşuluyla ileri yaşlara kadar cinsel
işlevlerini koruyabilmektedirler. Yaşlılar, kendi yaşlarındaki insanların
"sekssiz" olması gerektiği konusundaki toplumsal tanımları benimsediklerinde
haksız bir söylencenin kurbanı olmaktadırlar.
Kinsey'e ve Westoff'a göre, evli çiftler yirmi yaşlarında haftada
yaklaşık üç kez, otuzlarında yaklaşık iki kez, kırklarında bir buçuk
kez, ellilerinde bir kez ve altmışlarında yaklaşık on iki günde bir kez
cinsel ilişkide bulunmaktadırlar. Ancak, genel nüfusta dört haftalık bir
dönemde görülen ilişki sayısı 1965'te 6,8 iken, 1980'de 8.2'ye yükselmiştir.
Bu değişimin temel nedeni, gebeliği önleyici yeni yöntemlerin
bulunması ve yasal kürtaj hakkının kullanılması, dolayısıyla istenmeyen
gebeliklere bağlı anksiyetenin azalmasıdır. Toplumsal özgürlüklerin
artması, kadınların beklentilerinin değişmesi ve kitle iletişiminde
cinselliğin geniş ölçüde tartışılması da gelişmelere katkıda bulunmaktadır.
ABD'li erkekler yayınlar yoluyla cinsellikle daha fazla ilgilenmeye
yöneltilmektedirler. Louis Harris'in 18-49 yaşlarındaki erkekler
arasında yaptığı bir araştırma, erkeklerin % 49'unun cinselliği kişisel
mutlulukları için "çok önemli" bulduğunu gösterdi; yetişkin mutluluğuna
bağlanan etkenler listesinde erkeklerin % 17'si cinselliği en az
önemliler arasında saydı. Erkeklerden yaşamlarında kişisel olarak en
önemli üç değeri seçmeleri istendiğinde en çok belirtilenler şunlardır:
% 56 aile yaşamı, % 35 sağlık, % 32 iç huzur, % 25 aşk, % 19 iş, %
16 din, % 10 saygınlık, % 9 eğitim, % 8 seks. Amerikalı erkekler kendi
duyarlılık ve insanlıklarının daha fazla farkına varmaya başlamışlardır.
Sevecenlik, bağımlılık, zayıflık, acı gibi duyguları gittikçe artan
biçimde daha fazla tanımaya başlıyorlar. Yine de, erkeklerin çoğu ve
özellikle yaşlı erkekler bu tür "erkekçe olmayan" duyguları rahatça
konuşmaktan henüz çok uzakta.
Kadınlar ise kendi cinselliklerini günümüzde daha fazla farketmeye
başlamışlardır. Bugün kadınlar cinsellikten daha fazla hoşlanıyor
ve eşlerinden bunu istiyorlar. Hite'in araştırması kadınların %
95'inin ("frijit" olduklarını düşünenlerin bile) mastürbasyon yaptıklarında
orgazm olmaya yetenekli olduklarını göstermektedir. Tutumlardaki
bu değişimin kadın hareketlerinden etkilendiği de kuşkusuzdur.
Ancak, araştırmalar, erkeklerin cinsel etkinliğe daha fazla ilgi duyduklarını
ve daha fazla katıldıklarını ortaya koymaktadır. Evli olmayan
kadınların % 92'si cinsel etkinlikten sürekli olarak yoksun olduklarını
ve % 45'i hiç cinsel ilgi duymadıklarını belirtmişler; oysa evli olmayan
erkeklerin sadece % 18'i cinsel ilişkiden uzak ve sadece %15'i cinsel
ilişkiden yoksun. Bununla birlikte, günümüzün genç kadınları cinsel
yaşamla çok daha fazla ilgililer ve bu ilgi büyük olasılıkla yaşamları
boyunca sürecektir. Dolayısıyla, yaşlı yetişkinlerin cinsel tutum ve
davranışlarının gelecekte bugünkünden farklı olacağı söylenebilir.
Yaşlılık araştırmaları, cinsel ilgide ve etkinlikte azalma olsa bile,
yaşamın ileri dönemlerinin hiç de "sekssiz" olmadığını göstermektedir.
Örneğin, Newman ve Nichols'un araştırması, eşleriyle yaşayan
60-93 yaşları arasındaki 149 erkek ve kadından % 54'ünün cinsel
ilişkiyi hala sürdürdüğünü göstermektedir. Cinsel ilişkilerin yaşam
boyunca önemli ve haz verici olduğu saptanmaktadır. Deneklerini 67
yaşından 77 yaşına kadar izleyen bir başka araştırma, deneklerde cinsel
ilginin hiç azalmadığını göstermiştir. Ayrıca araştırmacılar, ileri
yaşlardaki cinsel ilginin -cinsel başarı gibi-, cinsel etkinliğin
düzenliliğine bağlı olduğu ve erken yıllardaki cinsel etkinlikle bağlantılı
olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (Masters ve Johnson, 1966).
Yetişkinlerin cinsel sorunları bilimsel araştırmaya daha yeni yeni
konu olmaktadır. Pittsburg Üniversitesi'nin orta sınıftan yüz çift üzerinde
yaptığı bir araştırmada, kadınların yaklaşık yarısı ve erkeklerin
üçte biri cinsellikle ilgili sorunlar bildirdiler. Uyarılma güçlüğü bir
kadının cinsel doyumsuzluğunda en çok bildirilen sorundur, kadınların
yaklaşık yarısı bu güçlüğe sahiptir ve % 46'sı orgazma ulaşma
güçlüğü göstermektedir. Bu kadınların çoğu sevişme sırasında rahat
(relax) olmadıklarını söylemekte ve sevişmeden sonra en küçük bir
sevecenlik görmediklerinden yakınmaktadırlar. Erkeklerin en çok belirttiği
sorun (% 36) erken boşalmadır ve % 16'sı da ereksiyon olma ya
da sürdürme güçlüğü bildirmektedir. Master ve Johnson (1970), yaşlı
erkeklerin avantajının, genellikle boşalım denetiminin 50-70 yaş grubunda
30-40 yaş grubundakinden daha iyi olması olduğunu ileri
sürmektedir. Her iki eş de her cinsel ilişkide boşalmanın mutlaka gerekli
olmadığı gerçeğini kabul ettiklerinde cinsel ilişki daha doyurucu
olabilmektedir. Ayrıca, penisin sertleşmesinin gecikmesiyle vajenin
nemlenmesinin gecikmesi de birbirine denk düşmektedir.
Sonuç olarak, doyumlu cinsel ilişki kapasitesinin sağlıklı kişilerde
ileri yaşlara kadar korunduğu söylenebilir. Yaşlanan erkek için cinsel
etkinliği korumada en önemli etken cinselliğin genç yaşlardan itibaren
kararlılığıdır. Ne tür bir cinsel etkinliğin yaşandığı önemli değildir,
önemli olan cinsel etkinliğin başından beri sürekli ve üst düzeyde
tutulmasıdır. Aynı şekilde, kadınlar için de sonsuz bir cinsel etkinlik
ve anlatım kapasitesinden söz edilebilir. Etkin cinsellik kadının
menopoz öncesi yıllarıyla sınırlı değildir; kadın, düzenli ve etkili bir
uyarımla karşı karşıya olduğu sürece, tam cinsel etkinliğe ve orgazm
tepkisine her zaman yeteneklidir. Her iki cins için de cinsel kapasitenin
yitirilmesi genellikle cinsel etkinlik yokluğundan kaynaklanmaktadır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:31 AM
İİİ. ORTA YILLARDA TOPLUMSAL YAŞAM
Genç yetişkinlikte olduğu gibi orta yaşlılıkta da, kişinin başta gelen
iki büyük sorumluluğundan biri, benliğinin iç dünyasını düzenlemek,
diğeri de bir dış dünya örgütlemektir. Bu dış dünya aile, iş ve
toplumsal çevreden oluşmaktadır.
:::::::::::::::::
1. Aile
Genç yetişkinlik dönemi incelenirken, eş seçimi, ailenin kuruluşu,
karı-koca rollerinin benimsenmesi, ilk çocuğun doğuşu ve anababa
rolü üzerinde durulmuştu. Bu bölümde de orta yetişkinlik yıllarının
aile yaşam döngüsü incelenecektir. Çocukların yetiştirildiği bu dönem
ailenin aynı zamanda en çok uğraş verdiği dönemdir. Yetişen çocukların
aileye yüklediği ekonomik yük oldukça büyüktür. Aileyi geçindiren
kişi kazancının en yüksek düzeyine ancak 45-50 yaşları arasında
ulaşabilmektedir. Aileye çocukların katılması ekonomik yükü
arttırdığı gibi harcanan zamanı da arttırmakta, anababaya oturup başbaşa
konuşacak zaman bırakmamakta, yorgunluk ve iletişimsizlik cinsel
yaşamlarını da etkilemektedir. Bu ağır yükün altından ancak anababa
olmanın sorumluluğu ve özverisi ile kalkılabilmektedir.
Yetişkinlikteki aile yaşam döngüsünün evreleri ve bu evrelerde
geçen yıllar Tablo 17'de gösterilmiştir.
Okul çağında çocukları olan ailelerde çocuk, okul, sokak, komşu
ilişkilerini yaşayarak böylece yeni yaşam alanlarına girmektedir. Çocuk
yeni çevrelerde yeni deneyimler edinirken aile de onun gidiş
gelişlerindeki güveni sağlamaya çalışmaktadır. Bu dönemde aileler
okul ve eğitim konusunda da oldukça bilgi ve görüş sahibi olurlar. Ergen
çocuğu olan ailede ise ergenlik, hem aile hem de çocuk için en zor
dönemlerden biridir. Ergen, ailenin çocukluktan beri telkin ettiği pek
çok kuralı sınamaya başlar. Aile ergene hem duygusal destek sağlamak,
hem de belirli sınırlar içinde bağımsızlık vermek arasındaki nazik
dengeyi tutturabilmek zorundadır. Bu dönemde baba dışarda işiyle
uğraşmaktadır, ergen de çoğu zaman evin dışındadır. Anne ise evdedir
ve çok çalışmaktadır. Yorgun anne ve babanın karıkoca ilişkisi epeyce
zorlaşmıştır ve bunalım evrelerinden geçmektedir. Evliliğin ilk yılları
gibi 40-45 yaşlar arası da boşanmaların en çok olduğu dönemdir. Ailenin
yerleştirme merkezi olarak işlev gördüğü sonraki dönemde çocuklar
evlenerek ya da işe girerek evden ayrılmaktadırlar. Çocuklar
evde olmadığından anababa birbiri için sadece karıkoca rolünü oynamak
durumundadır. Babanın mesleğinin doruk noktasında olması, annenin
evde yalnız kalması ve bu arada menopoza girmesi nedeniyle ailede
zor günler yaşanabilir. Anababalık sonrası aile ya da "boş yuva"
çocukların yerleştirilmelerinden emekliliğe kadar geçen sürede yaşanır
ve aşağı yukarı 15 yıl sürer. Karıkoca sonunda başbaşa kalmış, ailenin
ekonomik durumu rahatlamıştır. Kimileri için bu dönem evliliğin
ilk yıllarına dönüş gibidir, kimileri içinse bir sıkıntı ve çöküntü dönemi
olabilir. Bu döneme ulaşmış aile iki görevle yüklüdür: Kendi
yaşlı anababalarına bakmak ve kendi çocuklarının çocuklarına büyükbaba,
büyükanne olmak.
Tablo 17
Yetişkinlikte Aile Yaşam Döngüsü Evreleri
Evreler - Yıllar
1. Evli çift (çocuksuz) - 2 yıl
2. Çocuklu aile (ilk çocuk. doğum-30 ay) - 2.5 yıl
3. Okulçağı öncesi aile (ilk çocuk. 30 ay-6 yaş) - 3.5 yıl
4. Okulçağı ailesi (ilk çocuk. 6-13 yaş) - 7 yıl
5. Ergen çocuklu aile (ilk çocuk. 13-20 yaş) - 7 yıl
6. Yerleştirme yeri olarak aile (ilk çocuğun ayrılmasından
son çocuğun ayrılmasına kadar) - 8 yıl
7. Orta yaşlı anababalar (boş yuvadan emekliliğe kadar) - 15 yıl
8. Aile üyelerinin yaşlanması (emeklilikten eşlerin ölümüne
kadar) - 10-15 yıl
Kaynak: E.G.Duvall, Family Development, 1971, aktaran Schiamberg
ve Smith, 1982.
Neugarten ve Weinstein, orta sınıftan 50-60 yaşlarındaki deneklerde
büyükbaba ve büyükanne olma doyumunu ve biçimlerini araştırmıştır.
Bulgular, deneklerin dörtte üçünün büyük-anababalıktan doyum
bulduklarını, üçte birinin ise rahatsızlık ve düşkırıklığı yaşadıklarını
göstermektedir. Bu rolün anlamı deneklerce farklı yorumlanmaktadır.
Kimileri bu rolü bir tür biyolojik yenilenme (torunlarında yeniden
gençleşme) ya da biyolojik süreklilik (aile çizgisinin sürmesi) olarak
görmektedir; kimileri bu rolün bir tür duygusal doyum olanağı
verdiğini belirtmektedir (iş güç yüzünden geçmişte kendi çocuklarına
veremediğini şimdi torunlarına vermek). Kimileri torunları için kaynak
insan oldukları duygusunu taşırken, diğerleri de çocuklarından elde
edemediklerini torunlarından bulmayı ummaktadırlar. Çok sayıda
olan kimileri de torunlarından oldukça uzaktırlar ("çok güzel bir olay
ama hiç vaktim yok!").
Neugarten ve Weinstein 5 tür büyükanababalık biçimi saptamışlardır:
a) Keyif arama ilişkisi: Torunlarıyla sadece sevmek için ilgilenirler,
onların bakımından ve yetiştirilmesinden sorumlu olmazlar. b)
Resmi ilişki: İlişki çok azdır, sadece belirli günlerde buluşmayla sınırlı
kalır. c) Vekil anababa olma ilişkisi: Ölüm, ayrılma, boşanma
gibi nedenlerle torunlara bakmayı üstlenmek söz konusudur. d) Ailenin
sağduyusu olma ilişkisi: Büyükanne ya da babanın beceri ve deneyimlerinden
yararlanma, akıl isteme ilişkisidir. e) Uzak ilişkiler: Toplumsal
ya da coğrafi açıdan aralarında uzun mesafe olanların ilişkisidir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:31 AM
2. İş ve Meslek
Aile ve iş yaşamının birbiriyle sürekli etkileşim içinde olan sistemler
olduğu daha önce belirtilmişti. Aile yaşam döngüsü gibi bir de
iş yaşamı döngüsü olduğu daha önce açıklanmıştı. Kimmel (1974), tipik
bir iş yaşamı döngüsünde üç büyük dönüm noktası olduğunu belirtmektedir:
İşe giriş, ilerleyen yıllar, emeklilik.
A. İşe girme ve işte ilerleyen yıllar
İşe girme bir meslek seçimi sürecinin ardından ulaşılan dönüm
noktasıdır ve genç yetişkinlik yıllarında yaşanır. İş yaşamının ilerleyen
yıllarında bir dönüm noktası ve bir bunalım daha ortaya çıkar. Bu
bunalım bir bakıma işe girişte yaşanan bunalıma benzer. Orta yıllarda
birey gelecekteki olanaklarını değerlendirdiği bir noktaya gelir. Bu
bunalımın işe girişteki bunalımdan farkı "kariyer saati"ne dayanmasından
doğar. Bu saat "toplumsal saat"e benzer ve bireyin meslekte
tam saatinde olduğuna ya da zamanın gerisinde kaldığına ilişkin öznel
duygusunu dile getirir (ilk kitabını elli yaşından sonra yazmaya başlayan
öğretim üyesinin duyguları gibi). Birey, orta yıllarda 45-55
yaşları arasında emeklilikten önce kaç yılı kaldığının birden farkına
varır ve amaçlarına ulaşmadaki hızını değerlendirir. Eğer oldukça geride
kalmışsa ya da amaçları gerçekçi değilse, çok geç kalmadan işini
değiştirmeye ya da amaçlarını daha gerçekçi kılmaya karar verir. Orta
yıllarda insanlar yaşam çizgileri ile meslek çizgileri arasında sıkı bir
ilişki olduğunu algılarlar. Meslek beklentileri ile meslek başarıları
arasındaki farklılık yaşın -yaşlanmanın- farkına varılmasına neden
olur. Orta yıllarda meslek amaçlarının değerlendirilmesinin yanısıra,
Neugarten'in belirttiği gibi, başarı, yeterlilik, denetim altına alabilme
duygusu da söz konusudur. Orta yıllarda başarılı olanlar geçmiş
deneyimlerinden kaynaklanan çok gelişmiş bir karar verme yeteneğine
de sahiptirler. Neugarten'in başarılı deneklerinden çok azı yeniden
genç olmak istediklerini söylemişlerdir. Yaşam döngüsünün orta yıllarında
yaşanan bu olaylarda yine bir benlik değişimi söz konusudur.
Genel olarak, meslek basamaklarında her yeni adım, yeni bir çevre getiren
her terfi, yeniden toplumsallaşmayı gerektiren her yeni iş benlikte
değişimlere neden olur ve bu değişimler her zaman yeni benlikle
içsel benliğin bütünleşme sürecini harekete geçirir.
B. Emeklilik
Emeklilik orta yıllardan yaşlılığa geçişi belirleyen toplumsal bir
dönüm noktası olduğu için yetişkin gelişiminde önemli bir aşamadır.
Emeklilikteki geçiş erinlikteki geçişe benzetilebilir; ancak, erinlikte
biyolojik etkenlerin ağır basmasına karşılık, emeklilikte toplumsal etkenler
daha önemlidir. Emeklilik ayrıca, çalışmanın sona ermesiyle
boş zaman döneminin başlamasını da belirler.
Carp'a göre emeklilik olgusunun üç temel yönü vardır: Olay,
statü ve süreç olarak emeklilik. Emeklilik her şeyden önce bir geçiş
noktasını gösteren bir olaydır. Üretimin artması emeklilik yaşını indirmekte,
yaşam süresinin uzaması da emeklilik süresinin uzamasına neden
olmaktadır. Bir toplumsal konumdan diğerine bu geçiş bir tür geçiş
töreniyle de belirlenebilir, kimilerinin emekliye ayrılışı basına da
yansıyabilir. Yine de emeklilik kesin bir toplumsal anlamı olmayan
bir toplumsal olaydır; anlamı daha çok bireyin toplumsal yaşam alanı
ile sınırlıdır. Öte yandan, emeklilik bir statü olarak da
değerlendirilebilir. Emeklilik olayının ardından birey, kendine özgü rolleri,
beklentileri ve sorumlulukları olan yeni bir toplumsal konuma geçer. Bu
değişim üstlenilen rollerde ve yaşam standardında bir düşüşü de içerir.
Bu nedenle, emekli statüsüne geçiş toplumsal konumda olumsuz bir
değişimdir. Azalan rollere ve artan boş zamana karşın toplumsal değişim
olumsuz yöndedir. Buna karşılık, emeklilik için gerekli çalışma
süresinin azalması ve yaşam süresinin uzaması nedeniyle bu statüde
yaşayanların sayısı da gittikçe artmaktadır. Dolayısıyla, gelecekte
emeklilik statüsünün daha doyurucu olması beklenebilir. Toplumun
bütün yaşlar için boş zaman etkinliklerine verdiği önem arttıkça,
emekli insanlar çevrelerine yararlı yeni roller üstlendikçe emekliliğin
toplumsal değeri de yükselecektir. Emeklilik bir süreç olarak da kabul
edilebilir. Bu süreç yeni statüye hazırlanılmasını ve bu statü
değişikliğinin getirdiği yeniden toplumsallaşmayı içermektedir. Bu bakış
açısından, emeklilik sürecindcki biyolojik, psikolojik ve toplumsal
etkenlerin önemi vurgulanabilir. Bu süreci anlamak, sadece olayın etkisini
değil, aynı zamanda bireyin özelliklerini, geçmekte olduğu yeni
statünün özelliklerini de anlamayı gerektirir.
a. Biyolojik Etkenler. Emekliye ayrılmada biyolojik etkenlerin
önemli bir payı vardır. Emeklilerin hemen hemen yarısı kötü
sağlık koşulları nedeniyle emekliye ayrılmış kişilerdir. En kötüsü de,
bu kişilerin aynı nedenle boş zaman etkinliklerine katılamamalarıdır.
Bireyin emeklilikte yeterince doyum bulabilmesinde biyolojik düşüş
önemli bir etkendir; öte yandan, hastalık da biyolojik düşüşe bağlı
temel bir etkendir. Eğer belirli bir hastalık yoksa yaşa bağlı değişim
de az olmaktadır. Örneğin, emeklilikten sonra başlayan akıl hastalığı
çoğu zaman fiziksel bir hastalığın ardından gelir ve hastalığın yol
açtığı toplumsal yalıtılmışlık emeklilikten çok hastalığa bağlıdır.
Benzer biçimde, emeklilikten sonra ortaya çıkan depresyon geçici bir
durumdur ve fiziksel hastalığı birkaç yıl sonra izleyen depresyonun
aksine hastanelik düzeye gelmez. Şu halde, hastalık çok önemli bir biyolojik
etkendir ve insanın fiziksel sağlığı emeklilikteki doyumlarını,
rollerini, kendini algılayışını etkiler. Emekli kişi sürekli tıbbi bakıma
gereksinme gösteriyorsa, bağımsızlık duygusunu, özsaygısını, yeterlilik
duygusunu, anlamlılık duygusunu koruması da oldukça güçleşecektir.
Ancak, tıp bilimi henüz emekliye ayrılma ile hastalık başlangıcını
birbirinden kesinlikle ayırabilecek düzeyde değildir.
b. Sosyo-kültürel Etkenler. Birey için emekliliğin anlamı,
büyük ölçüde, emekliliğin toplumsal etkenlerinden ve kültürel tanımından
etkilenmektedir. Örneğin, emeklilik rollerde ani değişime neden
olduğundan, bu değişimin isteyerek ya da zorunlu olarak ortaya
çıkması emekliliğin bireyin gözündeki anlamını da etkileyecektir. Bu
değişimin anlamı emeklilik statüsünün özelliklerinden de etkilenecektir.
Araştırmalar, yüksek gelir, eğitim ve mesleki statü sahibi kişilerin
uzun süre çalıştıklarını; emekliliği isteyenlerin emekli olmaya istekli
olmayanlardan daha önce emekli olduklarını, kadınların emekliliği erkeklerden
daha az istediklerini ortaya koymaktadır. Bu karmaşık
örüntüler emekliliğin ancak bireyin yaşam alanı içinde kavranabileceğini
göstermektedir. Örneğin, emeklilikteki yüzde elliye yakın gelir
düşüşüne karşın emeklilik gelirinin yeterli bulunması, ileri yaşlarda
ortaya çıkabilecek hastalıkların dikkate alınmaması yüzünden olabilir.
Deneklerin yeterli gelir kavramları gençliklerinde yaşadıkları ekonomik
sıkıntılardan etkilenmiş olabilir (cohort-bölük etkisi). Yararsızlık
duygusunun artışı söz konusu ise de, emeklilerin çoğu böyle bir duygudan
söz etmemektedirler; "yaşam doyumu" duygusunda emekli
olanlarla olmayanlar arasında hiç fark bulunamamıştır. Erken emekli
olanlar geç olanlara oranla emeklilikten daha hoşnut olma eğilimindedirler.
Yaşam doyumunda, emeklilikten önce emeklilik konusundaki
duygular, emekliliğin istemli ya da zorunlu olmasından daha etkilidir.
Araştırmalar, emeklilik konusunda yaygın olarak beklenen olumsuz
sonuçlar doğrultusunda bulgular vermemektedir. Tam tersine, emekli
insanların toplumdaki yeni konumlarına bağlı olumsuzluklara hoşgörüyle
baktıkları ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, emeklilik değişiminin
daha önceki değişimlerden farklı ama daha korkunç olmaması
olabilir. Üstelik emekliler, Darwin'ci anlamda, daha önceki bütün
değişimleri, bunalımları, güçlükleri atlatabilmiş en güçlülerdir.
Kuşkusuz, emeklilik sürecindeki bazı değişiklikler bu olayı travmatik
hale getirebilir. Emeklilik sırasal bir düzen içinde ilerleyen bir
meslek yaşamının son aşaması ise ve birey mesleğini tamamlamış olma
duygusuyla emekli oluyorsa sorun yoktur; ama, emekliliğin düzensiz
bir biçimde ortaya çıkması, belirli bir geçiş süresine olanak vermemesi
durumunda bunalım söz konusu olabilir. Yine de, kötü bir
işten ayrılınıyorsa ve daha iyi şeyler yapılabilecekse emeklilik olumlu
bir geçiş olabilir. Emeklilik ve aile ilişkilerinin etkileşimi de önemlidir.
Eş yaşıyorsa emeklilik çifti daha yoğun bir ilişkiye sokabilir.
Genel olarak çiftler için emeklilik yıllarının mutlu geçtiği söylenebilir.
Ancak bazen de tersi olmakta, daha önce biriken nefret su yüzüne
çıkmaktadır. Daha önce kendi iş dünyasında yaşayan erkek emeklilikle
birlikte karısının yaşam alanına girer ve bu alanın paylaşılmasında
sorunlar belirebilir.
Emeklilik araştırmaları emekliliğin önceden planlanmasının önemini
vurgulamaktadır. Bu planlama, emeklilik sonrası gelir kaynaklarını,
boş zaman ilgilerini, çevrede üstlenilecek yeni rolleri ve ilişkileri
düzenlemeyi ve emekliliğe ilişkin bir bilinç geliştirmeyi içermektedir.
Bu süreç zaman aldığı için önceden planlanması gerekli görülmektedir.
c. Psikolojik Etkenler. Emeklilik döneminde bireyin mesleğe
ve aileye katkısını değerlendirmesi önem taşır. İşte ve ailede önemli
şeyler üretmiş olmaya bağlı doyum duygusu sonraki döneme taşınacak
önemli bir etkendir. Ketlenme ve verimsizlik duygusu ise emekliliği
zorlaştıracaktır. Üretkenlik olanağı emeklilikle sona ermez; bütünlük
duygusu da sadece emeklilik sonrasına örgü değildir. Yaşam
döngüsünün evreleri birbiri üstüne gelir ve temel yaşantılar birbirini
bütünler. Örneğin emeklilik Erikson'un kuramında sonraki dönemin
özelliği olan "bütünlüğe karşı umutsuzluk" bunalımının önemini arttırır.
Emeklilikle birlikte birey, içinde önemli bir rol oynadığı ve kararlar
verdiği karmaşık dünyadan daha az karmaşık bir dünyaya geçer.
Daha çok boş zamanı, daha az görevi vardır. Bu geçişin etkisini,
önceden planlama kadar, kişilik özellikleri de belirler. Reichard, Livson
ve Peterson, emekliliğe iyi uyum gösteren üç kişilik tipi ve kötü
uyum gösteren iki kişilik tipi ayırt etmektedirler. İyi uyum sağlayan
kişiliklerden birincisi "olgun" diye adlandırılan kişiliktir. Bunlar
yaşlılığa kolaylıkla giren, kendilerini gerçekçi bir biçimde kabul eden,
kişisel ilişkilerinde ve etkinliklerinde doyumlu kişilerdir. İkinci grup
"salıncaklı sandalye insanları" diye adlandırılmaktadır; bunlar
edilginlikleri nedeniyle emeklilikteki sorumluluktan kurtulma olanağını
sevinçle karşılayan ve köşelerine çekilmeyi yeğleyen insanlardır. "Zırhlı"
olarak adlandırılan üçüncü grup, anksiyeteye karşı düzenli işleyen
bir sistem geliştirerek yaşlılığın edilginliğini ve çaresizliğini
atlatabilen, fiziksel gerilemeyi yenebilmek için sürekli etkin olmayı
yeğleyen kişilerden oluşur; bu insanlar güçlü savunmalarıyla yaşlanma
korkusundan kurtulmuşlardır. Yaşlanmaya kötü uyum gösterenler arasında
en büyük grubu "kızgınlar" adı verilen insanlar oluşturur. Daha önce
amaçlarına ulaşamamış olmaktan dolayı kızgın, düşlerini
gerçekleştiremedikleri için başkalarını suçlayan, yaşlanmakla bağdaşamayan
insanlardır bunlar. Diğer uyumsuz grup ise, geçmişe bakıp düş kırıklığı
ve başarısızlık gören, ama kızgınlıklarını kendi içlerine çevirmiş,
kendilerini suçlayan, yaşlandıkça daha depresif olan, değersizlik duyguları
duyan kişilerden oluşmakta ve "kendilerinden nefret edenler" diye
adlandırılmaktadır. (Bu kişilik özellikleri yaşlılıktaki bireysel gelişim
incelenirken yeniden ele alınacaktır.)
Bu veriler, insanın kişilik üslubunun oldukça tutarlı olduğunu ve
emeklilik gibi bir dönüm noktasında da aynı biçimde tepki verdiğini
ortaya koymaktadır (D.C. Kimmel, 1974).
Özetle, şunları söyleyebiliriz: Emeklilik insan yaşamındaki dönüm
noktalarından biridir. Emekliliğin doğurabileceği sorunlar toplumsal,
kültürel, ekonomik ve kişisel özelliklere bağlıdır. Esnek bir
kişilik yapısına sahip kişiler emekliliğe de kolayca uyum sağlayabilirler.
Emekliliğe önceden hazırlanmak da önemlidir, böyle bir hazırlık
yapmamış kişilerde boşluk, anlamsızlık, işe yaramazlık duyguları
oluşabilir. Tıptaki gelişmeler ortalama insan yaşamını uzattığından
günümüzde emeklilik dönemi de uzamaktadır. Ne var ki, kişilerin
uzayan bu döneme uyum sağlamalarını kolaylaştırma yolunda önemli
adımlar atıldığı söylenemez. Araştırmalar, yaşlanmakta olan kişilerin
sağlıkları izin verdiği sürece çalışmayı yeğlediklerini göstermektedir.
Bunun nedenleri arasında, ekonomik zorunluluk, toplumsal baskı,
başka ne yapacağını bilememe, kişiliğini ancak işinde bulma vb. sayılabilir.
Bazı kişiler için iş salt gelir getirdiği için önemlidir, böyle düşünen
kişinin işi ona gelişim açısından herhangi bir katkıda bulunmaz.
Buna karşılık bazı kişiler için yaptıkları iş parasal katkıdan daha
önemli değerler sağlar, kendine güveni arttırır, topluma katılımı güdüler.
Emeklilik bu ikinci tür kişiler için diğerleri için olduğundan
daha zor bir dönem olabilir. Emeklilik karşısındaki tutumları etkileyen
etkenler şunlardır: Sağlık durumu, işe karşı tutum, emeklilik türü,
emekliliğe hazırlanma, emeklilikte gelir düzeyi, ailenin tutumu.
Bütün bu bilgiler emekliliğin yalıtılmış bir olay değil, bir dizi
evre içeren bir süreç olduğunu göstermektedir. R. C. Atchley emeklilik
yaşantısının geçirdiği evreleri belirlemiştir (bk. Tablo 18). Bazı
kişiler birtakım evreleri atlarlar, kimileri de tekrar ederler. Emeklilik
öncesi evresinde insanlar kendilerini işlerinden duygusal olarak
uzaklaştırmaya ve emeklilik yaşamı hakkında düşlemler kurmaya başlarlar.
Balayı evresi iş bırakıldığında ve düşlemleri gerçekleştirmeye girişildiği
zaman başlar. Düşlemleri gerçekçi olmayan kişiler daha sonra
uyanma evresine girerler. Uyanmış emekliler düşlemlerini bırakıp
gerçekçi seçimler aramaya başladıklarında yeniden yönelim evresine
ulaşırlar. Bu evre genellikle emekliliğin ikinci yılının sonunda ortaya
çıkmaktadır. İnsanlar doyumlu bir yaşam üslubunu bulduklarında da
kararlılık evresine girmektedirler. Bu kişiler kendilerine uygun bir
emeklilik rolünü başaran kendine yeterli yetişkinlerdir. Emekliliğe
ilişkin gerçekçi beklentilerle emekli olan kişiler balayı evresinden
doğrudan doğruya bu evreye geçebilirler. Bitirme evresinde insanlar
emeklilik rolünün dışına çıkarlar. Kimileri çalışmaya geri döner; çoğu
için bu rol hasta ve zayıf düştüklerinde sona erer; artık kendilerine
bakmaya yetenekli olmadıkları için hasta ve zayıf rolünü üstlenmeleri
gerekmektedir (Hoffman ve ark., 1994).
Tablo 18
Emekliliğin Evreleri
Evre - Özellik
Emeklilik öncesi - Emekliliğe duygusal bakımdan hazırlanma
Uyanma - Emeklilik öncesi düşlemlerin gerçekleştirilmesi
Yeniden yönetim - Gerçekçi seçimlerin araştırılması
Kararlılık - Emekliliğe başarılı uyum
Bitirme - Çalışmaya yeniden dönme ya da hasta
ve zayıf olma rolüne sığınma
Kaynak: Atchley, 1976. Aktaran Hoffman ve ark., 1994.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:31 AM
3. Toplumsal Çevre
Orta yaşlılıkta insanların toplumsal ilişkileri bir bakıma onların
toplumsallaşma yeteneklerinin de anlatımıdır. Toplumla ilgili etkinliklerin
pek çok türü vardır: Siyasal, dinsel etkinlikler, dernek ya da kulüp
üyeliği, eğlence toplantıları, vb. Bu etkinlikler sosyo-ekonomik
düzeyle yakından ilişkilidir. Gelir düzeyleri yüksek olanların toplum
içinde daha etkin oldukları bilinmektedir.
Orta yaşlılığın gelişim görevlerinden biri de "arkadaşlık" sanatına
ulaşmaktır. Orta yaşlılıkta kişi arkadaşlık konusunda daha seçici olmakta,
ama arkadaşlıktan beklentilerini daha çok gerçekleştirmektedir.
Özellikle streslerle dolu dönemlerde yetişkinler için arkadaşlık
çok önemli olmaktadır. Yakın arkadaş yetişkinin en güvendiği ve
önem verdiği kişidir. Knox yetişkin arkadaşlığının temel boyutları olarak
şunları göstermektedir: 1) En önemli boyut "yaşantı benzerliği"dir
ve deneyim, etkinlik, ilgi paylaşımını içerir. 2) İkinci boyut
"karşılıklılık"tır ve destek olma, bağlılık, kabul edicilik ve güvenirlik
özelliklerini içerir. 3) Üçüncü boyut birlikte haz duyma özelliğini içeren
"uyuşabilme" boyutudur. 4) Dördüncü boyut "yapısal"dır ve coğrafi
yakınlığı, sürekliliği ve uygunluğu içerir. 5) Beşinci boyut, kimi
arkadaşların yarattıkları hayranlık ve saygınlık nedeniyle model olma,
rehberlik etme özelliğiyle ilgilidir (Schiamberg ve Smith, 1982).
Neugarten (1980), günümüz Amerikan toplumunda orta yaşlıların
"belki Amerika'nın sahip olduğu ilk gerçek boş zaman değerlendiricileri"
olduğunu söylemektedir. Boş zamanın toplum ve bireyler
için ne anlama geldiği sorulabilir. Boş zaman, daha fazla TV izlemek,
daha fazla yolculuk yapmak ya da arkadaşlarla daha fazla birlikte olmak
demek midir? Yoksa eğitime, sanatlara, toplumsal hizmetlere daha
fazla zaman ayırmak anlamına mı gelmektedir? Bu sorular, her bireyin
kendi boş zamanını değerlendirme kararını kendisinin vereceği
biçimde yanıtlanabilir. Ancak, her bireysel kararda toplumun da payı
olduğu kuşkusuzdur. Toplumsal değerler boş zamanın tanımlanmasında
etkili olmaktadır. Örneğin, boş zaman ne anlama gelmektedir, çalışılmayan
zamanla boş zaman, serbest zamanla boş zaman aynı şeyler
midir? Boş zamanın (leisure) tanımlanmasının çok zor olduğu ilgili
yayınlarda vurgulanmaktadır. Kelly, üç farklı boş zaman türü olduğunu,
bir de boş zaman olmayan çalışılmayan zaman türü bulunduğunu
belirtmektedir. 1) "Koşulsuz boş zaman", özgür olarak seçilen
ve işe bağlı olmayan boş zamandır. Tek saf boş zaman tipi olarak
ideal bir boş zamandır. Bir etkinliği gönlünce seçmek ve yapmak bu
türe girer, ama iş sıkıntılarından kaçmak bu türe girmez. Etkinliğin anlamı
ve seçme özgürlüğü bu tür için çok önemlidir. 2) "Koşullu etkinlik",
yine özgür olarak seçilmiş, fakat herhangi bir biçimde işle
bağlantılı olan etkinliktir. Boş zamanında bilimsel bir dergi okuyan
profesörün etkinliği buna en güzel örnektir. Bir iş adamı gönlünce
golf oynamak için golf sahasına gitliğinde bu etkinlik ikinci türe girer.
Üçüncü tür, tam anlamıyla özgürce seçilmiş olmayan, ama işle doğrudan
bağlantısı da bulunmayan "tamamlayıcı etkinlik"tir. Bu tür etkinlik,
gönüllü örgütlere (meslek birlikleri, kulüpler, vb.) girme ya da
topluluk etkinliklerine (okul-aile birliği, vb.) katılma biçiminde
olabileceği gibi, sosyo-ekonomik statüde ilerleme, eğitimini geliştirme
biçiminde de olabilir. "Hazırlık ve ödünleme" etkinlik türü, işle bağlantılı
ve serbestçe seçilmiş olmayan, dolayısıyla boş zaman etkinliği
sayılmayan türdür. Örneğin, işi yüzünden TV izlemekten başka bir
şey yapamayan kişi, müşterilerini ağırlamak zorunda olan satıcı,
yarınki dersini hazırlayan öğretmen boş zaman etkinliğinde bulunuyor
sayılmamaktadır. Bu etkinlikler doğrudan işle ilgilidir ve iş tarafından
belirlenmektedir.
Kimmel (1974), normal bir kişinin neleri yapmaya yetenekli olması
gerektiği sorusuna Freud'un verdiği yanıtı bugün biraz değiştirmek
zorunda olduğumuzu söylemektedir: Normal bir kişi sevmeye,
çalışmaya ve boş zamanını değerlendiımeye yetenekli olmalıdır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:32 AM
IV. YETİŞKİN EĞİTİMİ
Bu bölümde, günümüzde yetişkinlerin yeniden eğitimi, sürekli
eğitim, yaşamboyu eğitim gibi adlarla anılan etkinliği, iki açıdan ele
alacağız. Bunlardan birincisi eğitime yeniden dönen yetişkinler konusu,
ikincisi de okuma-yazma bilmeyen yetişkinlerin eğitilmesi sorunudur.
Birinci konuyla ilgili olarak Perlmutter ve Hall'dan (1992) aşağıya
aldığımız parça ileri yetişkinlikteki eğitimin anlamını çok iyi
açıklamaktadır.
"Pek çok gerontolog sürekli eğitimin yaşlılık yıllarının
kalitesini büyük ölçüde iyileştireceğine inanmaktadır.
Eğitim bilgi sağlar, ama aynı zamanda tutumları, inançları,
davranışı etkileyen bir toplumsallaşma etkeni olarak
uyarır ve etkide bulunur. Yaşlı öğrencilerin amaçları
onların eğitimin değerinin farkında olduğunu göstermektedir.
Kimi yaşlı öğrenciler, bedenlerinde ve davranışlarında
olgunlaşmanın ve yaşlanmanın sonucu olan
değişimleri anlamalarına ve belki de ödünlemelerine
yardımcı olacak bilgiyi ararlar. Kimileri de eskiliğiyle
onları tehdit eden teknolojik ve kültürel değişimi anlamaya
çalışırlar. Bu değişimlerin kişisel sonuçlarına karşı
bilgideki ve becerilerdeki kuşak farklılıklarını en aza
indirecek dersler alarak savaşabileceklerdir. Kimileri
belki bir ikinci -ya da üçüncü- mesleğe girmelerini sağlayacak
yeni mesleki beceriler kazanırlar. Kimileri de
eğitimi anlamlı emeklilik rolleri geliştiren bir kişisel
gelişme ve doyum aracı olarak kullanırlar." (Perlmutter
ve Hall, 1992).
Perlmutter ve Hall'ın (1992) belirttiği gibi, okulun yaşlı yetişkinlere
kapılarını açması oldukça gecikmiştir. Bunun nedenlerinden biri
yaşlılık karşısındaki tutumlarımızdır. Yakın yıllara kadar yaşlanma
düşüş, bozuluş ve ölümle eşanlamlı sayılıyordu. Şimdi artık yaşlı kişilerin
de eğitimden yararlanabileceği kabul edilmektedir.
Yetişkin eğitimi etkinliklerine genellikle genç ve orta yaşlı yetişkinlerin
katıldığı bilinmektedir. Amerika Birleşik Devletleri Nüfus
Bürosu'nun 1990'da bildirdiğine göre, bu ülkede orta yaşlı (35-54 yaşlar
arasındaki) yetişkinlerin yüzde 17'si ve 54 yaşından büyüklerin
yaklaşık yüzde 6'sı okula yeniden dönmektedir. Yetişkinlerin eğitime
yeniden katılma nedenleri çok çeşitlidir, amaçları ise yaşla çok az
değişmektedir. Genç yetişkinler iyi bir iş, bir genel eğitim sahibi olmak,
daha fazla para kazanmak istediklerini belirtirken, daha yaşlı yetişkinler
topluma katkıda bulunma, daha kültürlü bir kişi olma, daha fazla
para kazanma isteklerini dile getiımektedirler; ilginç şeyler öğrenme,
ilginç kişilerle tanışma niyetleri de belirtilmektedir. Willis (1985)
yetişkinlerin eğitimlerinde bellibaşlı beş amaç saptamaktadır. Birincisi,
yetişkinlerin kendilerini ikinci bir mesleğe hazırlamalarıdır. Bunlar
erken emekli olan, işinden bıkan, mesleğine ilgisini yitirmiş kişilerdir;
bazıları da yıllarını çocuk yetiştirmeye verdikten sonra iş pazarına giren
kadınlardır. İkincisi, eğitimden toplumsal-kültürel değişimi anlama
aracı olarak yararlanmaktır. Toplumsal ve teknolojik değişimlerin
yarattığı tehdide karşı savaşabilmek için onları anlamak gerekmektedir.
Hızlı değişim, özellikle kişisel denetimin yitirildiğini telkin ettiği
durumlarda tehdit edici olabilmektedir. Sürekli ya da yaşamboyu
eğitimin geleneksel hedefi yetişkine bu değişimi kavrama yollarını
sağlamaktır. Üçüncü amaç, teknolojik ya da sosyokültürel eskimeye,
modası geçmeye karşı savaşmadır. Gelişmiş ülkelerde sanayi ya da iş
dünyası bu tür bir yetişkin eğitimini elemanlarına kendisi sağlamaktadır
(en bilinen örnek büro memurlarına bilgisayar kullanımının
öğretilmesidir). Dördüncü eğitim amacı doyumlu emeklilik rollerinin
yaratılmasıdır. Burada amaç ekonomik yarar sağlamak yerine
kişisel doyuma ulaşmaktır (hobiler, boşzaman ilgileri geliştirmek gibi).
Son olarak, yaşlı yetişkinlerin önemli bir amacı da yetişkinliğin
biyolojik ve psikolojik değişimlerini kavramaktır. Öğrenme, bellek, sorun
çözme alanlarındaki düşüşleri önlemek için geliştirilen bilişsel
stratejiler yetişkinlere öğretilebilmektedir. Bilişsel alandaki birçok
araştırma kişinin eğitim düzeyinin yaşından çok daha etkili olduğunu
göstermektedir.
Varolan eğitim programları ile yaşlı öğrencilerin gereksinmeleri
arasındaki kopukluğu gidermek için doğrudan onlara yönelik programlar
hazırlanmaktadır. Bunlardan biri Amerika Birleşik Devletleri'nde
60 yaşını geçmiş kişiler için düzenlenen, yoğun olmayan, kısa
süreli bir programdır. "Elderhostel" adını taşıyan bu programda konular
mimariden genetik mühendisliğine, deniz ekolojisinden beyzbol
edebiyatına kadar çok çeşitli alanlara yayılmaktadır. Araştırmalar, 71-86
yaşlar arasındaki bazı "yaşlı" öğrencilerin bu derslerden en fazla
yararlananlar olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, okur-yazar olmayan yetişkinler sorunu dünyamızın
hala ciddi bir sorunudur. Söz gelimi, Birleşmiş Milletler'e mensup 158
ülke içinde Amerika Birleşik Devletleri bile okur-yazar nüfus sıralamasında
kırk dokuzuncu sırayı almaktadır. 1970'lerde bu ülkede nüfusun
üçte birinin okumaz-yazmaz olduğu kestiriliyordu; on yıl sonra
bu oran yüzde on üç dolaylarındaydı. Ancak bir ülkede okumaz-yazmaz
yetişkinlerin sayısını belirlemek sanıldığı kadar kolay değildir.
Bu konudaki kestirimler, hiç okuma-yazma bilmeyenlere mi, yoksa
temel okuma-yazma becerisine sahip olup da bunu üretici bir biçimde
kullanmayanlara mı bakıldığına göre değişmektedir. İşlevsel
okumaz-yazmaz olarak adlandırılan ikinci gruptaki insanların nasıl
tanımlanacağı konusunda da pek görüş birliği yoktur. Bununla birlikte,
yetişkin eğitimi konusundaki beklentilerin dayandığı temel ilke
değişmemektedir: Eğer sağlığımızı koruyabilirsek, hep etkin olursak,
zihnimizi kullanmayı sürdürürsek, büyük olasılıkla bilişsel işlevlerimizde
önemli düşüşler olmayacaktır. Bu da yetişkinlerin her yaşta eğitimlerini
sürdürebilecekleri anlamına gelmektedir.
Yetişkinlerde yaşa bağlı bilişsel düşüşler daha çok deneysel
araştırmalarda ortaya çıkmakta, bunların gündelik yaşamdaki etkisinin
çok az olduğu görülmektedir. Bireyin yaşam koşullarını dikkate alan
kuramlara göre, gelişim büyük ölçüde bilişsel, toplumsal, fiziksel çevreye
bağlıdır. Çeşitli eğitim programlarıyla yaşlı kişilerin sorun çözme
kalitesi, bellek işleyişi, akıcı zeka düzeyi iyileştirilebilmektedir. Hangi
teknik kullanılırsa kullanılsın eğitim genellikle etkili olmaktadır. Yaşlı
kişiler eğitim sırasında çözdükleriyle aynı tür sorunlarla karşılaştıklarında
yeni stratejiler kullanabilmektedirler. Buradaki sorun, bu stratejilerin
benzer olmayan sorunlara aktarılması konusunda ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte, gerek sorun çözme eğitimi, gerek bellek
eğitimi, gerek akıcı zeka eğitimi programlarında yaşlı kişilerin önemli
ilerlemeler kazandıkları görülmektedir (Hoffman ve ark., 1994).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:32 AM
YETİŞKİNLİKTE İLERİ YILLAR
İ. YAŞLILIK
Yaşlı kişiler kimlerdir? Gelişmiş ülkelerde genellikle 65 yaş ileri
yetişkinliğin başlama yaşı olarak kabul edilir. Ancak, orta yıllarla ileri
yıllar arasında sınır olarak bu yaşın seçilmesinde bir kesinlik yoktur.
Yaşlılığın 65 yaş ve sonrasıyla tanımlanması Bismarck'tan kaynaklanmış
ve diğer ülkelerde de kullanılagelmiştir. Bu tanımlamada, bireyin
işten emekliye ayrılması ve bazı toplumsal ve sağlıksal hizmetlerden
yararlanmaya başlaması temel alınmaktadır. Bununla birlikte,
65 yaş bireyin diğer işlevlerini belirlemede yeterli değildir. Sözgelimi,
bir bireyin 65 yaşında olduğunu söylemek, onun genel sağlığı, fiziksel
ya da psikolojik dayanıklılığı, zihinsel yetenekleri, yaratıcılığı konusunda
bize hiç bir bilgi vermez. Gerçekte yaşlı kişiler biyolojik ve
davranışsal işlevler bakımından gençlerden ve orta yaşlı yetişkinlerden
daha fazla değişiklik gösterir. Örneğin, 35 yaşındaki birinin neler
yapabileceği konusunda oldukça doğru kestirimlerde bulunabiliriz,
oysa 65 yaşındaki biri için kestirimlerimizin doğruluğu önemli ölçüde
azalacaktır.
Günümüzde yetişkinliğin diğer dönemlerinde olduğu gibi yaşlılık
dönemine de ilgi gittikçe artmaktadır. Gerontoloji yaşlılığın bütün
yönlerini inceleyen bilim dalıdır; 1960'lara kadar akademik bir disiplin
olarak var olmakla birlikte asıl günümüzde hızla gelişen bir alandır
ve psikoloji, biyoloji, sosyoloji ve kent planlamasıyla yakından
ilişkilidir. Geriyatri ise yaşlıların sağlık sorunlarını açıklamaya ve
tedavi etmeye yönelik etkinlikleri içerir.
:::::::::::::::::
1. Yaşlılığa Genel Bakış
Yaşlılık konusuna bilimsel açıdan yaklaşırken yapılacak ilk iş
birtakım söylencelerle gerçekleri birbirinden ayırt etmek olmalıdır.
Bunlardan birkaçı aşağıda incelenmektedir.
Söylence: Yaşlıların çoğu hastanelerde, bakımevlerinde, yaşlılar
yurdunda ya da diğer kurumlarda yaşamaktadır. Gerçek: 65-74 yaş
grubundaki 1000 kişiden sadece 12'si şifa yurtlarında yaşamaktadır.
Söylence: Yaşlıların çoğu çeşitli hastalıklar nedeniyle yetersizdir
ve zamanının çoğunu yatakta geçirir. Gerçek: Evde yaşayan yaşlıların
sadece % 8'i yatağa bağlıdır, % 5'i ciddi biçimde yetersizdir ve % 11-16'sı
hareket bakımından sınırlıdır.
Söylence: Yaşlıların çoğunun sağlığı kötüdür ve kolayca bulaşıcı
hastalığa yakalanır. Gerçek: Akut hastalıklar yaşlılar arasında nüfusun
diğer kesimlerindekinden daha azdır. Kronik hastalıklar ise yaş ilerledikçe
düzenli olarak artmaktadır. Kronik sağlık sorunlarının bu artışına
karşın, yaşlı kişilerin çoğu kendilerini günlük etkinliklerini yürütemeyecek
durumda görmemektedir.
Söylence: İnsanların yaşamları ve ilgileri ileri yaşlarda köklü biçimde
değişir. Gerçek: Yaşlı kişilerin boş zaman ilgilerinin üniversite
öğrencilerininkiyle aynı olduğu görülmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşlı kişilerin oranı gittikçe artmaktadır.
1860 yılında 37 kişiden sadece biri 65 ya da daha ileri yaştaydı.
1960'da bu oran yaklaşık altıda bir olmuştur. Bu değişimin nedenleri
olarak şunlar sayılmaktadır: Toplumun ve yöneticilerin yaşlılıkla
ve özellikle yaşlıların sağlık ve gelir sorunlarıyla daha fazla ilgilenmesi,
yaşlıların çeşitli kaynaklardan (toplumsal güvenlik, refah,
tıbbi hizmetler, dinlenme merkezleri, vb.) yararlanma isteminin artması,
yaşlı kişilerin siyasal bir güç ve toplumsal hareket olarak ortaya
çıkması.
Yaşam beklentisi (life expectancy) kavramı, bir bireyin doğumundan
itibaren ne kadar yaşayacağına ilişkin beklentiyi dile getirmektedir.
Bu beklenti gelişmiş ülkelerde uzundur, yani bu ülkelerde
insanlar ortalama olarak diğer ülkelerdekinden daha fazla yaşamaktadırlar;
dolayısıyla, yine bu ülkelerde 65 yaş ve daha üstündeki insanların
oranı diğer ülkelerdekinden daha fazladır. Örneğin, 65 ve üstündekilerin
oranı Kenya'da % 3.6, Meksikada 3.7, Arjantin'de 7.5 iken,
Hollanda'da 10.3, Macaristan'da 11.4, Danimarkada 12.1, İngiltere'de
13.1, Fransada 13.4, İsveç'te 13.7'dir (Demographic Yearbook, 1975,
Birleşmiş Milletler).
Çeşitli ülkelerdeki yaşam beklentilerinin cinsiyete göre dağılımı
Tablo 19'da, yaşlıların genel nüfus içindeki oranı Tablo 20'de
gösterilmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşam beklentileri erkekler için
67, kadınlar için 75'tir (1975 verileri). Erkek ve kadınların yaşam
beklentileri arasındaki fark 1920'den beri artmaktadır. 65 ve daha yaşlı
her 100 kadına karşılık 69 erkek vardır. Doğumda her 100 kadına karşılık
105 erkek vardır, erkek ölüm oranı sürekli artmakta, 19 yaşından
itibaren kadınların sayısı erkekleri geçmektedir. Genellikle erkeklerin
daha az yaşaması daha ağır çalışmasına bağlanmaktadır, ama yeni
doğmuş ve bebek oğlanlar kızlardan daha ağır çalışıyor değillerdir.
Asıl neden belki kadınların daha kararlı bir organizmaya sahip olmasıdır.
Ayrıca çevresel etkenlerin de payı vardır (erkeklerin daha fazla sigara
içmesi gibi).
Amerika Birleşik Devletleri'nde 22 milyon kişi 65 yaşında ya da
üstündedir. Bu grubun yaklaşık yarısı 73 yaşın üstünde, bir milyon
kişi de 85 yaşında ya da üstündedir. Bütün bu toplamlar bu yüzyıl
boyunca artış göstermiştir. 1900 yılında yaşam beklentisi sadece 47
yıl idi ve nüfusun sadece % 4'ü 65 yaşını aşıyordu. 1977 verilerine göre
yaşam beklentisi yaklaşık 72.5 yıla ulaşmıştır. Bu gelişme temelde
çocuk ölümlerinin azalmasına ve halk sağlığı önlemlerinin yaygınlaşmasına
bağlanmaktadır. Aşağıdaki tablo ABD'de 100 kadına karşılık
erkek sayısının yaşlara göre dağılımım göstermektedir (Tablo 21).
Kadınların erkeklerden daha uzun yaşaması kuşkusuz yaşlı yetişkinlerin
evlilik statüsünü de etkilemektedir. Yaşlı kadınların çoğu duldur,
öte yandan çoğu yaşlı erkekler de evlidir, çünkü yaşlı bir erkeğin
evlenmesi yaşlı bir kadının evlenmesinden çok daha kolaydır.
Tablo 19
Dünyada Doğumdan İtibaren Yaşam Beklentileri
Ülke - Erkek - Kadın
İsveç - 72,1 - 77,5
Norveç - 71,3 - 77,6
Japonya - 71,2 - 76,3
Hollanda - 71,2 - 77,2
Danimarka - 70,8 - 76,3
İsviçre - 70,3 - 76,2
Kanada - 69,3 - 76,4
İtalya - 69,0 - 74,9
Doğu Almanya - 68,9 - 74,2
İngiltere - 68,9 - 75,1
Fransa - 68,6 - 76,4
Belçika - 67,8 - 74,2
Batı Almanya - 67,6 - 74,1
Avusturya - 67,6 - 74,2
Yunanistan - 67,5 - 70,7
İskoçya - 67,2 - 73,6
Polonya - 66,8 - 73,8
SSCB - 64,0 - 74,0
Meksika - 62,8 - 66,6
Çin - 59,9 - 63,3
Brezilya - 57,6 - 61,1
İran - 50,7 - 51,3
Kenya - 46,9 - 51,2
Hindistan - 41,9 - 40,6
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 1977.
Tablo 20
Dünya Nüfusunda Yaşlıların Oranı
Tablo 21
ABD'de Kadın ve Erkek Sayısının Yaşlara Göre Dağılımı
Yaşlar - 100 kadına göre erkek sayısı
15'in altı - 104.1
15-24 - 102,2
25-44 - 97,3
45-54 - 93,6
55-64 - 89,6
65-74 - 76,8
75-85 - 61,5
85 ve üstü - 48,5
Kaynak: Birleşik Devletler Nüfus Bürosu, Current Population Reports,
1976.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:32 AM
2. Yaşlılık Kuramları
Tıbbın bütün alanlarında yüzyılımızda ortaya çıkan ilerlemelere
karşın maksimum insan ömrünün daha fazla artmadığı bilinmektedir.
Genel olarak insanın yaşam uzunluğu organizmanın yaşına bağlı etkenlerle
belirlenmektedir. Ancak, bu ilişkinin doğası yani biyolojik
yaşlanmanın nedenleri henüz açıklanabilmiş değildir. Aşağıda, biyolojik
yaşlanma konusundaki çeşitli görüşler aktarılmaktadır.
Biyologlar tarafından belirlenen çok çeşitli yaşlanma türleri vardır.
Bakteriler yeterli gıda ve fiziksel ortam buldukları sürece yaşayabilirler.
Ağaçlar köklerindeki suyu yukarıya çekemez ve güneş ışığını
kullanamaz duruma gelinceye kadar yaşarlar. Vahşi hayvanlar
genellikle yaşlanmadan çetin doğa koşulları altında ölürler. Çeşitli
memeliler de üreme işlevlerini bitirdikten sonra yaşamdan çekilirler.
Filler üretkenliklerini yitirdikten sonra yavrularını yetiştirmek için
yaşayabilen nadir memelilerdendir. İnsan ırkı da üreme yeteneğini yitirdikten
sonra yaşamayı sürdürür. (Bir kadın menopozdan sonra 20
yıl, son çocuğunun doğumundan sonra 35-40 yıl yaşayabilir.)
Gerontoloji, yaşlanmanın, ırkların var olmasına ilişkin evrimsel
bir süreç sonucu mu, yıpranmanın birikmiş etkisi sonucu mu, yoksa
doğal fizyolojik değişim süreci sonucu mu ortaya çıktığını saptayamamıştır.
Yaşlanma genel olarak organizmanın çevreye uyumunda gitgide
artan bir yetersizlikle ortaya çıkar.
Belirli ırkların yaşam uzunluklarında kalıtsal özelliklerin rol oynadığı
açıktır. Türlerin yaşam süresi, genetik ve kalıtsal özelliklerinin
yüzyıllar boyunca evrimiyle ortaya çıkmıştır. Ancak üretimden sonra
yaşamanın ne tür bir evrimsel katkısı olduğu tartışmalıdır. Weisman,
insanın üretkenlikten sonra yaşamasının insan türünün yaşam değerini
"toplumsal" olarak arttırdığını ileri sürmüştür. Şu halde yaşlanma süreci
çocukların yaşamını iyileştirmek için ortaya çıkmış olabilir. Çünkü
yaşlılar birtakım güçlükleri aşmayı bilirler, örneğin kıtlık yıllarında
yiyecek ve suyun nerede bulunduğunu anımsayabilirler. Öte yandan,
yaşlılığın evrim sonucu olmadığını, genetik programın sona ermesinden
kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. İnsanın düşünme yeteneği
onun daha uzun yaşamasını sağlamış olabilir, yaşlanma bir bakıma
"programın tükenmesi" anlamına gelebilir. Böylece insanın ileri yaşları,
bir görev için uzaya gönderilen roketin görevini bitirdikten sonra
yörüngede kalmayı sürdürmesine benzetilebilir. Bir başka evrimsel
yaşlanma modeline göre, insanın yaşlanması, daha önce birincil önem
taşıyan uyum özelliklerinin ileri yıllarda olumsuz özelliklere dönüşmesidir.
Örneğin, insanın sinir sistemi hücrelerinin yenilenmemesi,
bellek ve öğrenme yeteneklerini arttırması açısından türün sürmesi
için çok uygundur, ama yaşamın sonsuza dek işlemesini de engeller.
Böylece insanın uzun yaşamasının ve sonuç olarak yaşlanmasının, türünün
varoluşu için gerekli olduğundan mı ortaya çıktığı (doğrudan
evrimin sonucu olarak), yoksa evrimleşmiş bir tür olarak çevresiyle
başaçıkmada ve yaşamını uzatmadaki başarısına mı bağlı olduğu (gelişmiş
zihin yapılarının sonucu olarak) henüz belli değildir.
Kalıtsal özellikler özel çevre koşullarında en üst düzeyde
gerçekleşebilecek gizilgüçlerdir. Kaza, hastalık, açlık gibi olaylar insanın
genetik özelliği ne olursa olsun yaşamına son verebilir. Jones, kır
yaşamı ve evlilik gibi etkenlerin yaşamı 5 yıl uzatığını, şişmanlığın
ise 4-15 yıl kısalttığını belirtmektedir. Ayrıca, çocukluk yıllarının ve
bulaşıcı hastalıkların denetime alınması ortalama yaşam süresini 15
yıl uzatmıştır. Dış etkenler arasında radyasyon da yaşlılığın olası nedeni
olarak ilgi çekmiştir. Hemen herkes günde bir miktar kozmik
radyasyona maruz kalmaktadır. Yüksek miktarda radyasyon hücre çekirdeğini
tahrip ettiği gibi, daha alt düzeylerdeki radyasyonun da yaşam
süresini kısalttığı belirlenmiştir. Radyasyon ile yaşam süresinin
azalması arasındaki ilişki birçok araştırmada ortaya konmuştur. Radyasyona
maruz kalanlar daha fazla kromozom yitimine uğramaktadırlar,
böylece yaşlanmanın hızlanması söz konusu olmaktadır. Ancak,
hücrenin kendi kendini onarması gerçeği bu ilişkinin kesinliğini
azaltmaktadır.
Hem kalıtsal, hemde dış etkenler (hastalık, radyasyon, virüs vb.)
yaşam uzunluğuyla ilgili bulunmakta, ancak yine de bu etkenler yaşlanma
olgusunu açıklayamamaktadır. Böylece fizyolojik yaşlanma kuramlarına
gerek duyulmaktadır. Yaşlanmanın biyolojik sürecini açıklayan
pek çok kuram vardır, fakat hiçbiri tümüyle kabul edilmiş
değildir. Bu yaşlanma kuramları birincil yaşlanma süreçlerini tanımlayan
kuramlardır. Birincil yaşlanma, bir türün bütün üyelerinde ortaya
çıkan aşamalı, kaçınılmaz, yaşa bağlı değişimleri içerir. Kuşkusuz
bu tür yaşlanma tamamen normaldir. Birincil yaşlanmanın nedenleri
konusunda çeşitli kuramlar vardır; bunlardan ilk üçü genetik denetimle
ilgilidir.
a) Genetik programlama. Bu kurama göre düzenleyici genler
gelişim sırasında harekete geçerler ve dururlar. Orta yaşlara yaklaşırken
ya gençlik genleri durur ya da yaşlanma genleri harekete geçer.
Şu halde bedenin bozulması ve ölümü genlerin önceden programlanmış
olmasıyla düzenlenmektedir; başka bir deyişle, genler elden
çıkarılabilecek bedenler üretmektedirler.
b) Zaman ayarlama. Bu kurama göre yaşlanma çeşitli organların
derece derece bozulması olarak görülebilir. Hipotalamusun içindeki
biyolojik saat pitüiter bezine gönderdiği sinyalleri azaltmaya
başladığında bedenin hormon dengesi bozulmakta ve yaşlanma başlamaktadır.
c) Bağışıklık mekanizması. Bu kurama göre yaşlanma bağışıklık
sisteminin olanaklarının azalmasıyla başlar. Yaşlanmayla birlikte
bedenin doğal savunmaları normal hücrelere yönelmektedir; yani
bağışıklık sistemi artık yabancı maddeleri ve anormal hücreleri tanımakta
güçlük çekerek bedene saldırmaya başlamaktadır.
Diğer yaşlanma kuramları ise insan bedeninde, özellikle hücrelerde
biriken yıkımla ilgilidir; burada temel görüş biyolojik sistemin
aşınmasıdır.
d) DNA'nın onarımı. Bu kuram bedenin DNA'yı onarma yeteneğinin,
metabolizma sırasında ya da kirlenme ve radyasyonla temas
sonucunda ortaya çıkan yıkımla başedemediğini varsaymaktadır. Böylece
yaşlanma DNA'nın biriktirdiği yıkımların depolanması olarak ortaya
çıkıyor demektir.
e) Kopye yanlışlarının birikmesi. Bu kuram biyolojik yıkımın
hücredeki protein sentezi sırasında yapılan yanlışların sonucu olduğunu
varsaymaktadır. Genetik mesajın tekrar tekrar kopyelenmesi sırasında
yanlışlar yıkıma yol açacak oranlarda birikmekte ve sonuçta
hücreler normal olarak işleyememektedir.
f) Metabolik artıklar. Organizmalar yaşlanırlar, çünkü hücreleri
metabolizmanın artık ürünleriyle yavaş yavaş zehirlenir ya da
işlevleri bozulur. Metabolizma sırasında değişimler beden hücrelerindeki
protein moleküllerinin doğasını sürekli olarak değiştirirler. Kalıcı
bağlar oluşturan moleküller gitgide katılaşırlar, dolayısıyla uygun
işlev yapamaz olurlar ve onarılamazlar (Hoffman ve ark., 1994).
Perlmutter ve Hall'a (1992) göre, yaşlanma sürecini incelerken
birincil, ikincil ve üçüncül yaşlanma arasında ayırım yapmak önemlidir.
Birincil yaşlanma, yukarıda da belirtildiği gibi, herkeste ortaya
çıkan, evrensel, kaçınılmaz yaşlanmadır ve genetik programın sonucu
olabilir. Birincil yaşlanma (ya da "normal yaşlanma"), izleri yıllarca
ortaya çıkmasa bile yaşamda erkenden başlar. Bazı belirtileri görünürdedir
(saçların ağarması, hareketlerin yavaşlaması, görmenin zayıflaması
gibi); görünür olmayan belirtiler bedenin uyum sağlama yeteneğini
azaltan özelliklerdir (ısıya tepkinin değişmesi gibi). Hücre
içinde DNA'nın onarım yetisi derece derece azalır. Yaşlanma bedenin
bütün düzeylerinde (yani hücreden organa, organdan sisteme) sürer.
Bütün beden sistemleri yaşlanır, ama bütün organlar ya da sistemler
aynı oranda yaşlanmaz. İkincil yaşlanma insanların çoğunda ortaya
çıkar, ama evrensel ya da kaçınılmaz değildir. Bu tür yaşlanma, hastalığı,
kullanımı bırakmayı ya da kötü kullanımı içeren yaşamboyu bir
sürecin sonucudur. İkincil yaşlanmaya bağlı değişimler yaşla ilişkili
olduğu için çoğu zaman birincil yaşlanmayla karıştırılırlar. Söz gelimi,
ciltteki buruşukluklar geçmişte birincil yaşlanmanın belirtisi sayılırken,
günümüzde (güneş ışınlarından gelen radyasyonun birikmesi
ile) ikincil yaşlanmanın sonucu olarak değerlendirilmektedir. Birçok
hastalık yaşlanmanın sonucu değildir; normal yaşlanma bile hastalığa
yol açmadığı halde yaşlanan bedenin azalan direnci yaşlıları hastalığa
daha yatkın yapmaktadır. Hastalık yaşla gitgide daha bağlantılı hale
geldiği için genellikle yaşla ilişkili sayılan değişimlere katkıda
bulunmaktadır. Kullanımı bırakma da bütün beden sistemlerinde ikincil
yaşlanmaya neden olabilir. Örneğin, egzersiz yokluğu kaslarda zayıflamaya
(atrofi) ve mafsallarda sertleşmeye yol açabilir. Birçok yaşlı
insan sırf artık yeteneği olmadığına ya da kendisine iyi gelmeyeceğine
inandığı için egzersizi bırakmaktadır. Gerçekte ise bedenlerini
kullanmadıkları için ikincil yaşlanmanın etkilerini çabuklaştırmaktadırlar.
İkincil yaşlanmanın bir başka nedeni olan kötü kullanımın en açık
örnekleri sigara, alkol, aşırı şişmanlık ve kötü beslenmedir. Kötü kullanımın
bu derece açık olmayan biçimleri de vardır. Örneğin, belirli
bir derece işitme yitimi birincil yaşlanmayla birlikte görülür; ama
çalışırken ya da müzik dinlerkenki yüksek sesler de işitmeyi sınırlayabilir.
Birincil yaşlanmanın etkileri konusunda bugünkü koşullarda
hiçbir şey yapılamamaktadır; ama ikincil yaşlanmanın etkileri
geciktirilebilir, yavaşlatılabilir, hatta durdurulabilir. Üçüncül yaşlanma
yaşamın sonunu haber veren hızlı, sonul bozulmadır. Sağlıkta, toplumsal
yaşamda, bilişsel işleyişte yaygın değişimlerle kendini belli eder; bu
değişimler normal yaşlanmadaki değişimlerden hem nicelik hem nitelik
açısından farklıdır. Yaşamın büyük bölümü artık uykuda geçmektedir,
ölümün gelmesi yakındır (Perlmutter ve Hall, 1992).
Timiras yaşlanmayı, "kaza, hastalık ve diğer çevresel baskıların
kaçınılmaz bir biçimde artmasına neden olan fizyolojik yeterlilik azalması"
olarak tanımlamaktadır. Zamanın geçmesi ile ölme olasılığı da
böylece artmakta (Gompertz'in 1825'de ortaya koyduğu matematiksel
olasılık eğrisi) ve bireyin doğal nedenlerle ölmesi önemli yaşamsal
süreçlerin gerilediğini ve sonucun ölüm olduğunu ortaya koymaktadır.
Henüz yaşlanmanın belirli bir nedene bağlı olarak açıklanması
olanaklı görünmemektedir. Birden fazla gizil neden bir arada yaşlanmaya
neden oluyor ya da sadece fizyolojik noksanların birikmesi
yaşlanmayı yaratıyor olabilir. Dolayısıyla, teknoloji yaşlanmanın nedenini
bulamadan yaşam süresini uzatacağa benzemektedir.
Aşınma kuramı sağduyuya en yakın kuram gibi görünmektedir.
Buna göre, organizma tıpkı makinada olduğu gibi eskimektedir. Ancak,
yaşam süresini yalnız çok çalışmanın ya da stresin kısalttığına
ilişkin kesin bulgular yoktur. Organların zamanla aşınması "organ
nakli"ni ortaya çıkarmıştır, ama eskiyen organları yenileyerek yaşam
süresini uzatmak olanaklı değildir, çünkü karmaşık homeostatik mekanizmanın
gerilemesini ve hücre yaşlanmasını önlemek olanaksız görünmektedir.
Bedende yaşamsal fizyolojik dengeyi sağlayan homeostatik mekanizmalar
yaşlanmada da rol oynamaktadır. Bu görüşe göre yaşlanma,
homeostatik kusurların artışı sonucu ortaya çıkmaktadır. Dinlenme
durumunda mekanizmaların kendilerini düzenlemelerinde yaşlılarla
gençler arasında fark yoktur; ama, stres sonrasında normal dengeye
dönmenin yaşlı deneklerde daha yavaş olduğu ortaya konmuştur. Böbreklerin
dengeyi yeniden bulması, beden ısısının normale dönmesi,
kandaki şeker oranının dengelenmesi yaşlılarda daha zor olmaktadır.
Yaşlı organizmanın kendi kendisini düzenleyen geribildirimi (feedback)
azalmakta, gerekli dengeyi koruyamayınca da organizma ölmektedir.
Homeostatik mekanizmada gençlerin kolayca dayanabildiği
baskılar yaşlıların yaşamını tehdit edebilmektedir. Bu baskılar fiziksel
olabildiği gibi, fiziksel ve toplumsal çevrede değişimler biçiminde de
olabilir. Yaşlılıkta ortaya çıkan duygusal baskılar da yaşlıyı tehdit
edebilir.
Strese fizyolojik tepkinin azalan yeterliliği kuramı en geniş yaşlanma
kuramıdır, çünkü yaşlanmanın fizyolojik, toplumsal ve psikolojik
yönlerini bir arada açıklayabilmektedir. Yaşlanmayı metabolik
artıkların birikmesiyle açıklayan kuram ise, bu artıkların yaşlılık nedeni
olmaktan çok belirtisi olduğu biçiminde eleştirilmektedir. Ancak,
biriken artık maddelerin yaşla ortaya çıkan değişimlerde önemli bir
rol oynadığı da açıktır. Öz-bağışıklık kuramı, damar hastalıkları, yüksek
tansiyon, şeker hastalığı, romatizma, kanser gibi sorunları açıklamada
yararlı olmaktadır. Hücresel yaşlanma kuramı ise bedendeki
hücre oluşumundan çok tükenmesine dayandığı için yanılmaktadır.
Bazı hücrelerin çok ender olarak yenilendiği ya da hiç yenilenmediği
doğrudur, ama hücrelerin büyük bir bölümü üremeyi sürdürür ve kuramsal
olarak sonsuza dek yaşar. Ancak bu üreme yaşla kusurlu olabilmekte
ya da mutasyona uğrayabilmektedir. Hayflick ise, hücrelerin
sonsuz üreme gizilgüçlerinin aslında yaşlanma mekanizması olabileceğini
ileri sürmektedir; hücreler çoğaldıkça bozulma olasılıkları da
artmaktadır. Bu kuramların hepsi insanın doğal bir yaşam uzunluğuna
sahip olduğu sayıltısına dayanmaktadır. Araştırmacılar insan ömrünün
en fazla 110 yıl dolaylarında olduğunu kestirmektedirler. Kuşkusuz
yaşlanma derecesinde bireysel farklılıklar vardır, ama yaşlanmanın tipik
değişimleri herkeste ortaya çıkar. Bu değişimler bir sonraki bölümde
incelenmektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:32 AM
İİ. YAŞLILIKTA BİREYSEL GELİŞİM
Bu bölümde yaşlılık yıllarının fiziksel ve zihinsel değişimleri ve
kişilik özellikleri incelenecektir. Yaşlılığın bir yitirme ve zarara uğrama
dönemi olduğu yadsınamaz, ama yaşlılık sürecindeki değişimlerin
çoğunun "anormallik" olarak nitelenemeyeceği de açıktır. Aslında
yaşlılığa bağlı değişimlerle hastalığa bağlı değişimler arasında bir
ayırım yapmak çoğu zaman güçtür ve insanlar genellikle bu iki etken
grubunun birleşmesi nedeniyle tedavi peşinde koşarlar.
:::::::::::::::::
1. Fiziksel Değişimler
Orta yetişkinlikten ileri yetişkinliğe doğru genel fiziksel sağlık'ta
önemli değişimler görülür. Örneğin, kalp hastalıkları ve yüksek tansiyon
artar, buna karşılık kansere bağlı ölümler azalır. Tablo 22'de
orta ve ileri yaşlarda görülen yaygın ölüm nedenlerinin dağılımı
gösterilmektedir.
Hemen hemen bütün duyularda yaşla birlikte bir düşüş görülür.
Koku ve tat duyularındaki azalma beslenmeyi de bozar. Mekan algısındaki
azalma bireyin dengesini ve eşgüdümünü etkileyebilir. Uzağı
görme yeteneği genellikle diğer duyulardan daha önce bozulur. Görme
alanında ve karanlığa uyumda da azalma vardır. Görmedeki bu değişimler
etkinliği sınırlar ve uyum güçlükleri yaratır. İşitme duyusu genellikle
yaşla azalır, bu da konuşmayı etkiler, toplumsal ilişkiyi sınırlar.
İşitme yitimi çoğu zaman karışıklık, şaşkınlık ve güvensizlik duygularıyla
bir aradadır, çünkü çevrede bir "durgunluk" izlenimi yaratabilmektedir.
Tablo 22
Orta ve İleri Yaşlarda Yaygın Ölüm Nedenleri
Hareket ve motor beceriler alanında, yaşlı kişilerin harekete geçmede
çok zaman harcadıkları ve daha az kas gücüne sahip oldukları
bilinmektedir. İleri yaşlarda kemik yapısında da oldukça büyük bir düşüş
vardır ve bu da kırılma olasılığını arttırmaktadır. Ayrıca yetişkinlerin
çoğunda kıkırdak ve eklemlerde kireçlenme görülmekte, esneklik
azalmaktadır. Yaşla birlikte kas boyu ve gücü de azalmaktadır.
Sinir sistemi değişimleri hareket becerisindeki azalmanın da en
önemli nedenlerinden biridir. Merkezi sinir sisteminin aracılık ettiği
her davranış organizmanın yaşlanmasıyla yavaşlar, böylece refleksler
ve tepkiler daha yavaş ve daha az etkili olur.
Kalp-damar sisteminde yaşlanmaya bağlı değişimlerle hastalığa
bağlı değişimleri ayırt etmek çoğu zaman güçtür. Sistolik kan basıncı
artışına doğru bir eğilim, strese karşılık verme yeteneğinde bir azalma,
kalpten çıkan kan miktarında bir düşüş vardır.
Yaşlılığa bağlı fiziksel değişimlerin psikososyal uyumu büyük
ölçüde etkilediği bilinmektedir. Özellikle görme ve işitme duyusundaki
azalmalar başka insanlarla etkileşimi ve iletişimi etkiler ve duygusal
güçlüklere yol açabilir. Fiziksel bozulmaların kabul edilmemesi,
reddedilmesi, özellikle yaşlılara özgü paranoid düşüncelerde kendini
gösterir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:32 AM
2. Bilişsel İşlevler
a) Zeka
Zekanın değerlendirilmesi ve ölçülmesi en iyi koşullarda bile belirsiz
ve kesin olmayan bir süreçtir. Bu güçlüğün bir bölümü zekanın
tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Zeka, zeka testlerinde başarılı
olmak mıdır? Zeka, insanlarla iyi ilişkiler kurmak, birçok arkadaşı olmak
mıdır? Zeka, çok para kazanmak mıdır? Tanımı kimin yaptığına
bağlı olarak zekanın aslında hiçbir anlamı olmadığı bile söylenebilir.
Yaşlılıktaki bilişsel işlevler konusundaki araştırmalar birçok değişim
yönü olduğunu göstermektedir. Gelişim psikolojisinde uzun yıllar
boyunca zekanın yaşlılıkta azaldığı görüşü benimsenmiştir. Ancak
bugün bu görüşün tümüyle doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Özellikle
boylamsal araştırmaların kesitsel araştırma bulgularını tam anlamıyla
doğrulamadığı görülmektedir. Zihinsel işlevlerin yetişkinlikte
azalmaya başladığı inancı kesitsel araştırmalardan kaynaklanmıştır.
Boylamsal yöntemi kullanan Blum, Jarvik ve Clark gibi araştırmacılar
ZB'nin ancak 65-85 yaşları arasındaki bireylerde değiştiğini saptadılar.
Zeka testi puanlarında 55-73 yaşları arasında sadece küçük bir
azalma olduğunu, daha fazla azalmanın ancak 73-85 yaşları arasında
olduğunu buldular. Green gibi onlar da değişim derecesinin zeka testinin
farklı bölümlerinde sabit olmadığını gördüler. Sözcük dağarcığı
gibi bilgi testlerinde 85 yaşlarında bile azalma olmadığını, buna karşılık
hız gerektiren testlerde azalmanın 65-73 yaşları arasında oldukça
fazla olduğunu saptadılar.
Geçmişte psikologların ileri yetişkinlikteki zeka konusunda
olumsuz bir sörüş geliştirmelerine yol açan kesitsel araştırmalar bireyleri
"farklı" yaşlarda testten geçiriyor ve sonuçları karşılaştırıyordu.
Oysa boylamsal araştırmalar daha çok vaka öyküleri gibidir, "bazı" bireyleri
yıllar boyunca yeniden testten geçirmektedir. Yaşlılara ilişkin
kesitsel araştırmaların, zeka testlerindeki başarıda kuşak farklılıklarını
dikkate almadıkları görülmektedir. Eğitim olanaklarının artması ve
diğer toplumsal değişimler, birbirini izleyen kuşakların gitgide daha
yüksek düzeyde başarı göstermesini sağlamaktadır. Dolayısıyla halkın
ölçülen zekası (ZB) da yükselmektedir. 1963 yılında 50 yaşında olanlar
1956'da 50 yaşında olanlarla karşılaştırıldığında ölçümlerin yükseldiği
görülmektedir. Fakat 1963'te 50 yaşında olanlar 1956'da 43 yaşında
olduklarına göre, 1956'da yapılan bir kesitsel araştırma, onların
1956'da 50 yaşında olanlardan daha başarılı olduklarını yanlış bir biçimde
telkin edebilecektir. Böylece zekanın yaşla azaldığı sonucuna
yanlış olarak ulaşılacaktır. Sonuç olarak, kesitsel araştırmalar kuşak
(bölük) farklılıklarını kronolojik yaş farklılıklarıyla karıştırıyorlar
demektir. Öte yandan, boylamsal araştırmaların da zekanın yaşla azalmasını
çok az değerlendirdiği ya da en aza indirdiği söylenebilir.
Araştırmaların gözden geçirilmesi, zihinsel yeteneklerde özellikle
ileri yıllarda yaşla birlikte bir düşüşün ortaya çıktığını göstermektedir.
Zekanın bazı yönleri, özellikle performans testleriyle ölçülenler ve
akıcı zeka, diğerlerinden daha fazla yaştan etkilenmektedir. Buna karşılık
zekanın bazı yönleri de -özellikle birikimli zeka- ileri yaşlara kadar
artmaktadır. Daha önce de sözü edilen akıcı ve birikimli zeka ayrımı
kimi psikologlar için çok önemlidir. Akıcı zeka "kültürden bağımsız"dır
ve organizmanın fizyolojik yapısına dayanır; buna karşılık birikimli
zeka toplumsal deneyimler sırasında kazanılır. Birikimli zeka
testlerindeki dereceler. akıcı zeka testlerindekinden daha fazla resmi
eğitimden etkilenirler. Genellikle birikimli zeka yaşla birlikte artış
gösterir ya da en azından azalmaz; oysa akıcı zeka ileri yaşlarda yaşla
birlikte düşüş göstermektedir.
Zekada yaşam süresinde ortaya çıkan gelişimsel değişimlerle ilgilenen
en önemli araştırmalardan biri K.Warner Schaie'nin 1956'daki
araştırmasıdır. 21-70 yaşları arasındaki yaklaşık 500 kişi belirli bir
sayıda zeka testinden geçirilmiş, yedi yıl sonra ilk örneklemdeki deneklerin
% 61'i yeniden teste almmıştır. Schaie'nin bulgularına göre
zeka iki boyutta yaşla artmaktadır: 1) "Birikimli zeka", yani sözel anlama,
sayısal beceri, tümevarımsal akıl yürütme gibi bireyin eğitimle
ve kitle iletişim araçlarıyla kazandığı beceriler; 2) "Görselleşme", yani
resimli malzemeyi işleme ve düzenleme.
Neugarten yaşlılık ve zeka konusunda şu sonuçlara varmaktadır:
(a) Kronolojik yaş başarıyı kestirmede iyi bir etken değildir.
(b) Eğitim düzeyi yaşlılıktaki başarıyı kestirmede etkendir, eğitim
düzeyi yükseldikçe başarı da yükselmektedir.
(c) Tepki hızı yaşla azalır. Bunun sonucu olarak yaşlı kişi hızlı
koşullarda verilen bir testte özellikle zayıf bir başarı gösterir.
(d) Fiziksel ve zihinsel bakımdan aktif olan bir yaşlı aktif olmayandan
daha başarılıdır.
(e) Zihinsel gerileme uzun ömürlülükle ters orantılı görünmektedir;
daha az parlak olanlar erken ölürler.
(f) Zihinsel gerileme yaşlı erkeklerde yaşlı kadınlardakinden
daha fazladır.
Sonuç alarak, hız, fiziksel etkinlik ya da kısa süreli bellek gerektiren
yeteneklerin, zamana bağlı olmayan ya da deneyimden kaynaklanan
yeteneklerden daha fazla düşüş gösterdikleri söylenebilir. Bu bulgu
yaşlı kişilerin gençlerden ya da orta yaşlılardan daha az zeki oldukları
anlamına gelmez. Tepkinin yavaşlaması zeka ölçümlerinin gençlerinkinden
daha düşük olmasına yol açmaktadır. Yaşlı kişilerin görsel
ve devinimsel eşgüdüm gerektiren görevlerde birtakım özel güçlükleri
olduğu da açıktır.
b. Bellek
Piaget bilişin yapılarını vurgulamaktaydı, buna karşılık öğrenme
kuramcıları özel becerilerin ve olguların öğrenilmesini vurgulamışlardır.
Yeni bir bilişsel araştırma grubu ise, bu iki yaklaşımı birleştirmeye
çalışmaktadır. Bu grup insanın öğrenmesinde bilgi-işlem süreçlerini
esas almaktadır, çünkü insanın düşünmesinin bazı yönlerinin
bilgisayarın işleyişine benzediği gözlemlenmiştir. Bu araştırmacıların
en çok araştırdıkları konu bellektir. Gelişimciler, belleğin birbirinden
ayrı olarak ele alınabilecek iki yönü olduğunu kabul ederler: Beynin
ne kadar bilgiyi alabileceğini, işleyebileceğini ve saklayabileceğini
belirleyen bellek kapasitesi (memory capacity); bilgilerin zihinde
tutulmasını sağlayan çeşitli bellek tekniklerinin anlaşılmasını ve
kullanılmasını içeren üst-bellek (metamemory).
Bellek kapasitesi bilgiyi depolamanın üç düzeyini içerir: Birincisi,
duyusal bilgiyi alındığı gibi geçici olarak depolayan bellek kaydı
(sensory register)'dir. Duyusal kayıta giren malzeme çok kısa süre (bir
saniyeden az) tutulur. Duyusal kayıt kapasitesinin çocuklarda ve
yetişkinlerde hemen hemen aynı olduğu söylenebilir. Duyusal kayıta giren
malzeme yaklaşık bir dakika süreyle kalacağı kısa süreli bellek'e (shortterm
memory), oradan da daha fazla işlem göreceği ve günlerce, aylarca,
yıllarca kalacağı uzun süreli bellek'e (long-term memory) aktarılır.
Yetişkinlerin çocuklardan, büyük çocukların küçük çocuklardan
daha iyi anımsamasının genel nedeni üst-bellek farkıdır. Üst-belleği
oluşturan ögeler, seçici dikkat (selective attention) ve çeşitli bellek
teknikleri (memory techniques)'dir. Üst-bellek araştırmalar bilgi-işlem
araştırmacılarının genel öğrenmenin aşamalarını daha yakından görmelerini
de sağlamıştır. Yaşlı kişilerin bellek stratejilerini kullanmayı
başaramamalarının nedeni temel bellek süreçlerini bilmemeleri değildir.
Yaşlı yetişkinler karmaşık bellek stratejilerinin etkili olduğunu
bildiklerinde bile bunları çok az kullanmakta, basit ya da kolay dışsal
stratejileri yeğlemektedirler. Bu farkın yaşam üslubuyla ilgili olabileceği
düşünülmektedir.
Öğrenme ve bellek birbirleriyle çok yakından ilişkilidir, dolayısıyla
birindeki yaşa bağlı değişim diğerini de etkiler. Bellekte genellikle
iki tür ayırt edilir: "Kısa süreli bellek" (örneğin, yeni bir telefon
numarasını telefonu çevirişten hemen önce anımsamak) ve "uzun
süreli bellek" (örneğin, bir yetişkinin çocukluk yaşantılarını anımsaması).
Uzun süreli bellek yaşa bağlı etkenlere direnç gösterebilmektedir.
Sözel beceriler, önceki deneyimlerden kaynaklanan bilgi ve
kişisel geçmişe ilişkin bilgi genellikle yaşla azalmamaktadır. Aslında
insanlar yaşlandıkça bellek sisteminin bütün bölümleri aynı biçimde
değişmemektedir. Yaşlanma duyusal belleği (görme ya da ses belleği)
pek etkilememektedir; belleğin içeriği de yaşlanmadan etkilenmemektedir;
uzun süreli belleğe depolanan bilgi sabit kalmakta ve
yaşla birlikte artabilmektedir. Bu tür bilgiler geçici olarak kullanımdan
çıkmakta, ama yitip gitmemektedir. Bir bilgi bir kez uzun süreli
belleğe aktarıldı mı orada tutulması yaşa bağlı değildir. Yaşlı kişilerin
sorunu bilgiyi geri getirecek ipuçlarını bulma konusunda ortaya çıkmaktadır.
Kısa süreli belleğin bazı kişilerde yaşla azalması konusunda çeşitli
açıklamalar denenmiştir: Kullanmayışa bağlı bellek yitimi, bilgilerin
birbirine karışmasına bağlı bellek yitimi, sinirsel-kimyasal değişime
bağlı bellek yitimi. Kimmel özellikle son iki nedeni daha açıklayıcı
bulmaktadır. Ancak, ilerleyen yaşla birlikte bellek yitiminin de
ilerleyeceğini düşünmek yanlıştır. Araştırmalar, yalnızca bazı yaşlı
kişilerin bellek yitimine uğradığını ve öğrenmeyi gençler kadar
sürdürebildiğini göstermektedir. Yaşlıların bir bölümü yaşa bağlı olmayan
ses belleğini korumaktadır. Ayrıca, belleğin bütün yönleri yaştan aynı
derecede etkilenmemektedir. Yaşa bağlı düşüşler, anımsama görevleri
için tanıma görevleri için olduğundan daha fazla olmaktadır.
Yaşlılardaki bellek yitiminin pek çok nedenleri vardır; bazıları
yeni bilgi edinmeye, bazıları bilginin korunmasına, bazıları da bilginin
anımsanmasına ilişkindir. Örneğin, yaşlı kişiler yeni bilgiyi gençliklerinde
yaptıkları kadar iyi ve tam olarak örgütleyemezler. Bellek yitimini
açıklayan "bozulma" kuramına göre, unutma beyindeki bellek izlerindeki
bozulmaya bağlıdır. "Karışma" kuramına göre ise, geri getirici
işaret gitgide daha az etkili olmaktadır. Bilginin geri getirilmesi
kusuru bellek yitiminin en büyük nedenlerinden biridir. Yaşlı kişiler,
birikmiş bilginin geri çağrıldığı mekanizma ve stratejilerde bozulmaya
uğrarlar. Ayrıca, yaş ilerledikçe geri getirme süresi de daha uzun
olmaktadır.
Çeşitli bilişsel yeteneklerin azalış oranlarının karşılaştırılması,
belleği ve soyut akıl yürütmeyi içeren akıcı zekanın birikimli zekadan
daha çabuk çöktüğünü göstermektedir. Bu bulgu bilişsel işleyişteki
düşüşlerin bilgi-işlemin temel ögeleriyle bağlantılı olduğunu
düşündürmektedir. Bu ögeler şunlardır: Girdi (bilginin beyne aktarılması),
depolama (bilginin belleğe yerleştirilmesi), program (bilginin örgütlenmesi
ve yorumlanması). Bilgiyi beyne getiren yollar açısından
genç ve yaşlı kişiler arasında farklılık vardır. Yaşlı kişilerin bilgi
alıcıları, özellikle gözler ve kulaklar duyusal uyaranı almakta daha az
beceriklidir. Ayrıca, algı süreçleri yaşla birlikte yavaşlamaktadır.
Çünkü yaşlılıkta beynin yeni bilgiyi kaydetme hızı azalmaktadır. Bir
başka etken de, seçici dikkatteki azalmadır. Özellikle, birçok şeye
aynı anda dikkat etmesi gerektiğinde yaşlı kişi genç birinden daha fazla
ilişkisiz uyaranlar yüzünden dikkatini yitirebilir. Şu halde, yaşla birlikte
girdi daha yavaş gelmekte ve daha az etkili olmaktadır. Algılanan
bilginin bellekte depolanması gerekir. Bilgi depolamanın da yaşlılıkta
daha az etkili olduğunu araştırmalar göstermektedir. Ancak, azalma
belleğin bütün yönlerinde aynı değildir. Kısa süreli bellek, özellikle
kişi için anlamlı ve ilginç olmayan konularda önemli bir düşüş
göstermektedir. Bunun nedenlerinden biri bilgi işlemenin yaş arttıkça
daha fazla zaman alması, bunun da bilgiyi belleklerine almayı yaşlı
kişiler için daha güç yapmasıdır. Buna karşılık, uzun süreli bellek
yaşla birlikte çok az azalıyor görünmektedir. Bir bilgi bellek bankasına
bir kez güvenli biçimde yerleştirildikten sonra orada kalma eğilimi
göstermektedir. Yaşlılıkta herkesin bilgiye yaklaşma ve bilgiyi
özümleme süreçleri ya da programları vardır. Bu zihinsel stratejiler
gençlerde ve yaşlılarda farklı olabilmektedir. Bu farklılıklar sorun
çözme alanında da söz konusudur. Yaşlılar soyut sorunları çözmede
ilişkisiz bilgilerden daha fazla etkileniyor ya da mantıksal teknikler
kullanmaktan çok kendi bildiklerini izliyor görünmektedirler.
Bunama (dementia), gitgide ilerleyen zihinsel bozulma, bellek yitimi,
zaman ve mekan yönelimi bozukluğu ile belirlenen bir durumdur.
Geriyatri uzmanları, 65-75 yaşlarındakilerin yaklaşık % 15'inin
ve 75 yaşın üstündekilerin % 25'inin değişik derecelerde bunamaya
uğradıklarını belirtmektedirler. Genellikle bu bozukluk beş yıl içinde
ölümle sonuçlanmaktadır.
Bunama orta yaşlı kişilerde ortaya çıktığı zaman, Alzheimer ya
da Pick hastalığıyla bağlantılı olması koşuluyla, "presenile dementia"
söz konusudur. Alzheimer hastalığında beyinde büzülme ortaya çıkar,
Pick hastalığında ise değişimler lokalizedir. Anatomik bakımdan Alzheimer
hastalarının beyni bunamaya uğramış kişilerin beyninden ayırt edilemez.
Alzheimer hastalığı bir yaşlılık ya da erken yaşlılık dönemi hastalığıdır.
Beyindeki sinir hücrelerinin yıkımıyla ilerleyen bu hastalık
bütün beyin işlevlerinin derece derece yitirilmesine yol açar. Nedeni
tam olarak bilinmeyen, tedavisi de şimdilik olanaksız olan bu hastalıkla
ilgili araştırmalar son yıllarda hızla artmıştır. Hastalığın nedeni
günümüzde bir yandan genetik etkenlerle (beyin dokusunda amiloid
maddesinin birikmesi), öbür yandan çevresel etkenlerle (beyin hücrelerinde
alüminyum miktarının artması) açıklanmak istenmektedir; ancak
kesin bir sonuca ulaşılabilmiş değildir.
Araştırmalar, bunamanın bir hastalık olduğunu, kaçınılmaz bir zihinsel
bozulma ve düşüş ürünü olmadığını ortaya koymaktadır. "Senile
dementia"ya benzeyen semptomlar, alkolizmden, başa sürekli ağır
darbeden (örneğin boksta) ya da felçlerden (beyine kan götüren damarların
tıkanması) kaynaklanan beyin hasarlarının ardından da ortaya
çıkabilir. Bunamanın en yaygın belirtileri, bellekte zayıflama,
unutkanlık, dikkat azlığı, dikkatini yoğunlaştıramama, zihinsel algı
azlığı, duygusal tepki azlığıdır. Bunamaya ve damar sertliğine bağlı
değişimler birlikte ya da birbirinden ayrı olarak ortaya çıkabilir. Sağlıklı
yaşlıların incelenmesi yaşlanma ile hastalık arasındaki ayrımın
vurgulanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla, bunama, yaşın ilerlemesiyle
ortaya çıkabilecek ya da çıkmayabilecek bir hastalıktır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:33 AM
c. Düşünme ve yaratıcılık
Öğrenme ya da bellek alanında ortaya çıkan bozuklukların düşünme
ya da yaratma yeteneğini etkileyeceği açıktır. Bununla birlikte,
yaşlı kişilerin hafif bellek yitimine ya da öğrenme güçlüğüne karşı birtakım
yollar geliştirebildikleri bilinmektedir. Laboratuvar araştırmaları
zihinsel süreçlerdeki yaşa bağlı değişimleri açıklamada daha yararlı
olmaktadır. Örneğin, yaşlı kişilerde sorun çözme yeteneğinin
azaldığı bulunmuştur. Yeni kavramlar elde etme güçlüğü ve sorun
çözmede etkili stratejiler kullanma yeteneksizliği yaşlı deneklerin
özellikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Yaşlıların düşünme süreçlerinin
diğer iki özelliğini (katılık ve somutluk) laboratuvarda gözlemlemek
daha güçtür.
Kavram geliştirme yeteneği yaratıcılıkla yakından ilişkilidir, dolayısıyla
kavramlaştırma yaşlılıkta azalınca yaratıcılığın da azalması
beklenir. Yaratıcılığın ne olduğu, nasıl ölçülebileceği, yaratıcı ürünlerin
çoğunun yaşamın ileri yıllarında verilip verilmediği gibi sorunları
yanıtlamak çok zordur. Lehman'a göre filozoflar yaratıcılıklarının tepe
noktasına ortalama olarak 60-64 yaşları arasında çıkmaktadırlar.
Einstein'inki gibi diğer yaratıcılık türleri, yeni bir kavramlaştırmanın ya
da eski bir sorunu yeni bir bakışla görmenin keşfedilmesi sonucudur.
Ayrıca yaratıcı kişiler sıradan işlerinde de çoğumuzun en büyük
işimizde olduğumuzdan daha yaratıcıdırlar.
Yaratıcılık sorununa iki farklı yaklaşım vardır ve bu farklı tanımlar
yaratıcılıktaki yaşa bağlı değişimleri de açıklayabilir. Lehman yaratıcılığı
bir büyük adamın yaşamının her yılında ürettiği "yüksek nitelikte
ürün"lerin yüzdesiyle ölçmektedir. Buna göre, birçok alanda
yüksek çalışma ürünlerinin oranı otuzlu yaşlar sırasında fazladır, sonra
derece derece azalmaktadır. Yüksek ürünlerin yaklaşık % 80'i elli
yaşında tamamlanmaktadır, elli yaşından sonra gerçekleştirilenlerin
oranı % 20'dir. Lehman, çeşitli bilim alanlarında (tıp, atom enerjisi,
astronomi, botanik, matematik) yüksek nitelikli ürünlerdeki yaratıcılık
oranlarını incelemiş ve benzer sonuçlara ulaşmıştır: Başlangıçtaki doruk
noktasını yaşla gelen bir düşüş izlemektedir. Bu düşüş birbirini etkileyen
çeşitli etkenlerin sonucudur: Bedensel dinçlikte ve duyusal kapasitede
azalma, hastalığın artması, salgıların değişmesi, pratik sorunlarla
daha fazla uğraşma, yoğunlaşmaya uygun olmayan koşullar,
entelektüel merakın zayıflaması, zihinsel bozuklukların artması, kötü
alışkanlıkların birikmesi, vb.
Dennis ise, karşıt bir yol izleyerek, sadece "yüksek nitelikli" işleri
değil, "toplam üretkenlik" olgusunu incelemiştir. Böylece kırklı
yaşların yaşamın en üretken dönemi olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan
bilimlerinde çalışanlar yetmişli yaşlarda kırklı yaşlardaki kadar
üretkendirler. Müsbet bilimciler 20-29 yaşlarında en az üretkendirler,
yetmiş yaşlarında önemli bir düşüş göstermektedirler. Sanatçılar için
düşüş daha da keskindir, sadece bu grupta yirmili yaşlar yetmişli yaşlardan
daha üretkendir. Bu çizgiyi zihinsel yetenekler dışında başka
üretkenlerin belirlediği açıktır.
Her iki yaklaşımın bulguları dikkate alınarak, yaratıcılık çizgisinin
önemli değişimler gösterdiği, ayrıca alanlara göre yaratıcılıkta doruk
noktalarının farklılaştığı söylenebilir. Örneğin, Manniche ve Falk'ın
Nobel ödülünü kazananların (1901-1950) çalışmaları üzerinde
yaptığı araştırma fizikte ve kimyada Lehman'ınkine benzer bulgular
vermiş, tıpta ortalamanın kırk yaşlarında olduğunu ortaya koymuştur.
Yaratıcılığı tanımlama biçimine bakılmaksızın, yükselişlerin ve
düşüşlerin, zihinsel değişimlerden çok zihinsel olmayan etkenlere
bağlı olduğu da söylenebilir. Bu açıdan sağlık belki en önemli etkendir.
Sağlık engeli dışında, insanların yaratıcılığı için hiçbir yaş sınırının
olmadığı belirtilebilir. Bazı üreticilik türleri -yaratıcı katkılar
ya da başarılar biçiminde olsun- uzun bir yaşamın sonlarına dek sürmektedir.
Bischof aşağıdaki örneklerin bunu kanıtladığını söylemektedir (1969):
- Mikelanj, St. Peter'in kubbesini 70 yaşında bitirmiştir.
- Sofokles, Kral Oedipus'u 80 yaşında yazmıştır.
- Goethe, Faust'u 80'inden sonra tamamlamıştır.
- Gladstone, 84 yaşında dördüncü kez başbakan olmuştur.
- Hendel, Haydn ve Verdi ölümsüz melodilerini 70 yaşından
sonra yaratmışlardır.
- Hobbes, 91 yaşına dek yazmayı sürdürmüştür.
- Franklin, 81 yaşında Anayasa Kurulu'nun etkin bir üyesi olarak
çalışmıştır.
- Jefferson, 83 yaşındaki ölümüne dek yaratıcı ve etkin olmuştur.
- Tennyson, 80 yaşından sonrasına dek şiir yazmayı sürdürmüştür.
- Churchill, 77 yaşında başbakan olmuştur.
Daha yakın tarihlere gelindiğinde de pek çok ilginç örneğe rastlanmaktadır:
Oyun yazarı ve yöneticisi George Abbot 92 yaşında kitap
yazmış, 100 yaşında müzikal oyun yönetmiştir; George Burns 80 yaşında
en iyi yardımcı aktör Oscarını kazanmış, 88 yaşında film çevirmiştir;
Ruth Gordon 83 yaşında Emmy ödülünü kazanmış, 85
yaşında kitap yayınlamıştır; Harry Lieberman 80 yaşında resme başlamış,
106 yaşındaki ölümüne kadar bunu sürdürmüştür; ressam ve
heykelci Georgia O'Keffe 90 yaşında Başkanlık Onur Madalyası'nı kazanmış,
95 yaşında sergi açmıştır; Pablo Picasso resim çalışmalarını
90 yaşına kadar sürdürmüştür; Scott O'Dell çocuk kitapları yazmaya
61 yaşında başlamış, 90 yaşında bile bunu bırakmamıştır; Erik Erikson
80 yaşında gelişim psikolojisi kitabı yayınlamış, 84 yaşında yaşlılık
araştırmalarına katılmıştır.
Bilişsel işlevlere genel bakış
Bu bölümde yetişkinlikteki bilişsel işlevler konusunda daha önce
aktarılan bilgiler topluca değerlendirilecektir. Bu bağlamda özellikle
zeka ve bellek ele alınacak, daha sonra bilişi etkileyen etkenler gözden
geçirilecektir.
Bilindiği gibi, zeka konusunda süregelen en önemli tartışma zekanın
genel bir yetenekten mi, yoksa bir dizi süreçten mi ibaret olduğu
sorunu çevresinde döner. Kimi araştırmacılar zekanın akıcı zeka (temel
bilişsel süreçler) ve birikimli zeka (kazanılmış bilgiler ve gelişen
zihinsel beceriler) olarak ikiye ayrılabileceğini savunurlar. Aynı bağlamda,
zekanın mekanik zeka (temel süreçler) ve pragmatik zeka (sözcük
bilgisi, uzmanlık, üst-biliş) olarak ayrılabileceğini ileri sürenler de
vardır. Piaget'in organizmik yaklaşımında zekanın gelişimi ergenlik
döneminde en üst düzeyine çıkar (soyut işlem düşüncesi). Yaşlı kişilerin
Piaget'ci görevlerdeki başarısı daha genç yetişkinlerinkinden
genellikle daha düşüktür; ama bu, yaşlı yetişkinlerin çevresel koşullarıyla
ya da bu görevlerin nitelikleriyle açıklanabilmektedir. Zekanın,
işleme, bilme, düşünme düzeylerinin bileşimi olduğunu ileri süren üç
katlı model'e göre, temel bilişsel süreçler (1. kat) yaşamın sonuna doğru
bozulabilir; sözcük bilgisi (2. kat) ve yüksek zihinsel işlevler (3. kat)
ise sürekli gelişim gösterebilir. Soyut-sonrası düşünce'ye (3. kat
süreci) ulaşan kişiler görelilik düşüncesini sergilerler, çelişkinin
gerçekliğin temel bir yönü olduğunu anlarlar ve çelişkileri diyalektik
düşünce içinde bileştirirler. Yaratıcılık, önceden birbirine bağlı olmayan
ögelerin yeni, alışılmış olmayan ve uyumsal bir tarzda bir
araya getirilmesini içerir. Yaratıcılıkta en üst düzeye ulaşılması, daha
önce verilen örneklerde görüldüğü gibi, kronolojik yaşla değil meslek
yaşıyla ilişkilidir.
Genellikle bellek sistemindeki değişimlerin yaşlanmaya eşlik ettiği
herkesçe bilinir. Ancak, sistemin bütün bölümlerinin aynı biçimde
değişmediği de bir gerçektir. Bellekteki değişimleri daha iyi anlamak
için sistemi "kapasiteler" ve "içerikler" olarak ayırmakta yarar vardır.
Bellek kapasiteleri temel mekanizmalardan ve stratejilerden oluşur ve
düşüş gösterebilir; buna karşılık depolanan bilgiden oluşan bellek
içerikleri artış gösterebilir. Bellek sisteminin en sığ düzeyinde, çevresel
bilgiyi (sesler, görüntüler, kokular, vb.) alan temel mekanizma
olan duyusal bellek yer alır. Bu bilgi bir-iki saniye kalır, sonra zayıflar,
eğer kullanılacaksa daha derin bir düzeyde işlem görmesi gerekir.
Yaşlanmanın duyusal bellek üzerinde çok az etkisi olduğu ileri sürülmektedir.
Bellekte iki temel sistem daha vardır. İşte, yaşlanmanın etkisi
bu iki sistemde çok farklıdır. Kısa süreli bellek bilgiyi bilinçte tutan
sınırlı kapasiteli sistemdir. Burada bilgi genellikle yaklaşık 15 saniye
içinde yitirilir. Bilginin sürekli kodlama için örgütlendiği kısa süreli
bellekte hız ve esneklik yaşla birlikte azalmaktadır. Uzun süreli bellek
geçmiş deneyimlerin, dünyaya ilişkin bilgilerin depolandığı, bellek
içeriklerini tutan, sınırsız kapasitesi olan bir sistemdir. Kodlanan bilgi
uzun süreli belleğe aktarılır ve yeniden gereksinme duyuluncaya kadar
orada tutulur. Geri çağırma sırasında bilgi yeniden kısa süreli belleğe
aktarılır ve orada bilinçli olarak işlenir. Yaşın bilginin zihinde
tutulmasına etkisi yoktur; bilgi uzun süreli bellekte bir kez depolandığında
orada tutulması her yaşta aynıdır. Kişi bilgiyi geri getirmeye yeterli
olmadığında bile bilgi depolanmış ama kullanılmıyor demektir. O halde,
doğru durumda doğru ipucu verildiğinde bilginin geri getirilebileceği
söylenebilir. Yaşlı yetişkinler kodlama ya da geri getirme stratejilerini
kendiliğinden kullanmada genellikle başarısızdırlar. Bellek sisteminin
nasıl işlediğini anlamak olarak tanımlanan üst-bellek konusunda
yaşlı yetişkinlerin durumu araştırılmaktadır. Yaşlıların bellek
sistemine ilişkin bilgileri gençlerinkinden farklı olmadığı halde, yaşlı
yetişkinler bilgiyi gençlerden daha az özel ve ayırt edici bir biçimde
kodlamaktadırlar, bu da bilgiyi geri getirmeyi güçleştirmektedir (Perlmutter
ve Hall, 1992).
Daha önce de belirtildiği gibi, araştırmacılar yetişkinlikte bilişi
etkileyen etkenlerin neler olduğu sorusunu sık sık ele almışlardır. Eğitim
bu tür etkenlerin başında gelmektedir; diğer etkenler arasında kişilik,
yaşam üslubu, kronik hastalıklar sayılabilir. Kişilik örüntüleri
bilişin işleyişini özellikle yüksek derecede stresli durumlarda
etkileyebilmektedir. Yetişkinler emekli oldukları ve toplumsal yaşamdan
uzaklaştıkları zaman da bilişsel yeteneklerinde düşüş görülebilmektedir.
Zeka düzeyindeki düşüşler yoksul olmakla, toplumdan uzaklaşmakla,
çalışmayı kesmekle, dul kalmakla ya da boşanmakla ilişkili
olabilmektedir. Etkin bir yaşam üslubuna sahip olan, toplumsal ve
entellektüel etkinliklere tam olarak katılan yetişkinler zeka testlerinde en
iyi sonuçları almaktadırlar. Düzenli beden egzersizlerinin de bilişsel
başarı üzerinde etkili olduğu görülmektedir (tepki zamanı hızlanmakta,
bellek daha iyi çalışmakta, akılyürütme daha kusursuz olmaktadır).
Düzenli egzersiz kaygıyı ve gerilimi de azaltmaktadır. Egzersizin
dolaşım sistemi ve kan basıncı üzerindeki olumlu etkisi zaten bilinmektedir;
öte yandan, kalp-damar hastalığının belirtisi olan yüksek
tansiyon bilişsel işlevlerdeki yaşa bağlı düşüşü kısmen açıklayabilmektedir
(tansiyon ile akıcı zeka testi puanları arasında olumsuz korelasyon
vardır). Kalp-damar hastalığı ile sorun çözme yeteneğindeki
düşüş arasında da ilişki olduğu saptanmaktadır. Orta yaşlı ve yaşlı kişilere
Piaget'in soyut akılyürütme testleri verildiğinde puanlar üzerinde
yaşın değil sağlık durumunun etkili olduğu görülmektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:33 AM
3. Kişilik Özellikleri
Kişiliğin ele alınışında her insanın tek ve biricik olduğu gerçeğini
her zaman akılda tutmak gerekir. Bununla birlikte, bir kişilik tipolojisi
yapmak da olanaklıdır. Nitekim, yaşlı kişileri inceleyen gerontologlar
belirli kişilik tipleri saptamaktadırlar.
Reichard, Livson ve Peterson 55-84 yaşları arasındaki 87 erkeği
inceleyerek belli başlı kişilik tiplerini ortaya çıkarmışlardır. İyi uyum
sağlamış olanlar "olgun", "salıncaklı sandalyeli" ve "zırhlı"
kategorilerinde, daha az uyum sağlamış olanlar ise "kızgın" ve "kendinden
nefret eden" kategorilerinde sınırlanmışlardır. "Olgun" tip yaşamdan zevk
alır, kendini kabul eder, etkinliklerinde ve başkalarıyla ilişkilerinde
doyum arar, geçmişte olanlara yazıklanmadan içinde bulunduğu durumda
en iyisini yapmaya çalışır. "Salıncaklı sandalyeli" tip de yaşlılık
yıllarında başarılıdır, ancak yaşama olgun gruptan daha edilgin
bir biçimde yaklaşır, emekli olduğuna ve sorumluluktan kurtulduğuna
sevinir. "Zırhlı" tip yaşlanmanın sonuçlarından korkar, bu konuyla
yüzleşmekten kaçar, duygularını denetim altında tutar; mutlu göründüğü
için yaşlanmada kısmen başarılı sayılır. "Kızgın" tip, kendi kendisiyle
barışık olmayan, yaşlandığına kızan ve ölümden korkan tiptir.
"Kendinden nefret eden" tip yaşlanmanın sonuçlarına bozulan, gündelik
sorunlarda kendini kınayan, ölümü kendi sefilliğinden kurtuluş
gibi gören tiptir.
Yaşlılıktaki kişilik tiplerini açıklayan bir başka araştırmada
yukardakilere benzer dört yaşlı tipi bulunmuştur. Neugarten'in bu
araştırması kişiliği "yaşam doyumu" ve "etkinlik düzeyi" ile ilişkisi içinde
ele almaktadır. Denekler 70-79 yaşlarında 59 erkek ve kadından oluşmaktadır.
Tipler, "bütünleşmiş", "zırhlı-savunmacı", "edilgin-bağımlı"
ve "bütünleşmemiş" kategorilerinde toplanmaktadır.
Bütünleşmiş kişilikler, egoları yeterli, bilişsel yetenekleri tam,
yaşam doyumları yüksek, iç yaşamları görece karmaşık kişilerdir. Bu
kişiliklerde üç tip ayırt edilir: 1) "Yeniden örgütleyici"ler sürekli
etkinlik içindedirler ve yaşamlarını eski etkinliklerin yerine yenilerini
koyarak yeniden düzenlerler. 2) "Odaklanmış" kişiler, birincilerin aksine,
enerjilerini bir ya da iki rolde yoğunlaştıran kişilerdir, 3) "Kopmuş"
kişiler, düşük bir etkinlik düzeyi göstermeleriyle ilk iki kişilikten
ayrılırlar ve kendi dünyalarına çekilmiş olarak yaşarlar.
Zırhlı-savunmacı kişilikler çabacı başarı güdüleriyle ve genellikle
sakınımlı duygularıyla belirlenir. Bu kişilikler iki tipe ayrılırlar: 1)
"Sebatlı" model, orta yaş yaşam biçimini ve etkinliklerini olanak ölçüsünde
koruyan ve sürdüren tiptir. Etkinlik düzeyi yüksek ya da orta,
yaşam doyumu fazladır. 2) "Daralmış" tip, yaşlılık tehdidine karşı toplumsal
ilişkilerini sınırlayarak kendini savunmaya çalışır. Orta bir etkinlik
düzeyinin eşlik ettiği oldukça yüksek bir yaşam doyumuna sahiptir.
Edilgin-bağımlı kişilikler: 1) "Başvurucu-arayıcı" kişiliğin yüksek
düzeyde bağımlılık gereksinmesi vardır, olduğunca uzun süre bağlanacak
birini bulduğunda yaşamdan daha fazla hoşnut olur. 2) "Duygusuz"
kişilik görece edilgin ve kayıtsız bir yetişkinlik yaşar, yaşam
doyumu ortayla düşük arasındadır.
Bütünleşmemiş kişilikler yüksek derecede çözülmüş, örgütlenmemiş
bir yaşlılık örüntüsü gösterirler. Duygusal bozukluklar ve düşünce
süreçlerinde genel bir gerileme içeren psikolojik sorunları vardır. Hem
etkinlikleri hem de yaşam doyumları aşağı düzeydedir.
Daha önce de sözü edildiği gibi, Neugarten'e göre, insanlar yaşlandıkça
içşel düşünce ve duygulara dış etkenlerden daha fazla bağımlı
olmaya yönelmektedirler. Neugarten bu değişimi etkinlikten
edilginliğe geçiş olarak görmektedir. Dünyayı edilgin bir açıdan görmeye
başlayan yetişkinler dış dünyadan iç dünyaya geçmeye başlamaktadırlar.
Yetişkinlerin kendi iç dünyalarıyla uğraşmaları gitgide
artmakta, diğer insanlarla duygusal bağları da azalmaktadır. Bütün
bunlara karşın, eskiden kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle görmeyi
sürdürmektedirler. Dolayısıyla, ileri yetişkinlikte benlik-kavramında
dramatik değişimlerden çok kararlılığın olduğu söylenebilir. Atchley'e
göre benlik-kavramındaki bu kararlılığın iki nedeni vardır: 1) Yaşlılar
başkalarından gelen tepkilere daha az, kendi iç ölçülerine daha fazla
bağımlıdırlar. 2) Yaşlılar değişime karşın kendilerini önceki rolleriyle
düşünmeyi sürdürürler (örneğin emeklilikten çok sonra da kendilerini
öğretmen, avukat, mühendis olarak düşünmektedirler). Benlik kavramının
kararlılığını koruma yeteneği, Liberman'a göre, ileri yetişkinlikteki
rol değişimlerine olumlu uyum sağlamakla ilişkilidir (Schiamberg
ve Smith, 1982).
Yaşlılıktaki kişilik konusuna gelişim görevleri açısından da bakılabilir.
Erikson'a göre umutsuzluğun karşıtı olan "ego bütünlüğü" ileri
yetişkinliğin olumlu niteliğidir. Başka yazarlar yaşlılığın gelişim görevi
olarak, başarılı alışkanlıkların sürdürülmesini, geçmişle bütünleşmeyi,
olgunluktan bilgeliğe geçişi, yaşlılıktaki olgunluk değişikliğini
kabul etmeyi, yaşamın sona ermesini onaylamayı, değişmiş idealler
edinmeyi vb. göstermektedirler. Önerilen görev ne olursa olsun,
yaşlılık yıllarının getirdiği değişimler genellikle ölüme hazırlanma
göreviyle ilgilidir. Öte yandan, yaşlılar, artan edilginliklerini ve
bağımlılıklarını, artık katılmacı olmaktan çok izleyici olmalarını, azalan
güçlerinin sınırlarını kabul etmek göreviyle de karşı karşıyadırlar.
Dürtülerinin gücündeki değişimleri kabul etmek de bir başka gelişim
görevidir. Yaşlı kişiler merkezi sinir sistemindeki bazı gerilemeleri, yeni
bilgiler edinmedeki güçlükleri kabul etmek zorundadırlar.
Bazen yaşlıların bu dönemin gelişim görevlerine karşı çıktıkları
da görülür. Azalan fiziksel ve zihinsel yeteneklerine karşın istemlerini
değiştirmeyi reddedebilir, sınırlılıklarının artışını yadsıyabilir ve bunun
için de savunma mekanizmalarına başvurabilirler. Bunun tersi bir
tutumla, yaşlılığa bağlı fiziksel ve zihinsel düşüşe abartmalı bir biçimde
zamanından önce teslim olma ve kendini kaptırma eğilimi de söz konusu
olabilir.
Yaşlıların kişiliği konusunda merak edilen en önemli konulardan
biri de, onların yaşla birlikte daha tutucu ve huysuz olup olmadıklarıdır.
Bazı araştırmalar yaşlıların yaşlandıkça özsaygılarında ve
yaşam doyumlarında önemli bir değişim olmadığını göstermektedir;
yaşlıların özsaygısı gençlerinki kadar yüksek bulunmaktadır. Kimi
gelişim psikologları, yaşın çok küçük bir etkisi olduğunu, çünkü
yaşlıların kendilerini "yaşlı" hissetmediklerini düşünmektedirler.
Araştırmalar, yaşlıların çoğunun kendilerini gerçek yaşlarından daha
genç gördüğünü, yaklaşık üçte ikisinin kendini "orta yaşlı" ya da
"genç" olarak tanımladığını ortaya koymaktadır (bk. Tablo. 23). Buna
göre, orta sınıf Amerikalıların kendi öznel duygularını, görünümlerini,
eylemlerini ve ilgilerini kendilerinden daha genç insanlarınkiyle bir
tuttukları anlaşılmaktadır. Yaşlılar kendilerini yaşlı görmeyi reddettikçe
yaşlılığa bağlanan olumsuz konumu da kabul etmek zorunda kalmamaktadırlar.
Özellikle hala yaşayan bir anababası olan yaşlı kişiler
kendilerini "en yaşlı" kuşaktan saymaktan kurtulmaktadırlar. Ancak,
bu görüşler üzerinde kültürün, toplumsal konumun, etnik grubun etkisi
olabilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşlıların çoğu çocuklarına
bağımlı duruma gelmekten korkmakta, böyle olanların yaşam
doyumu da düşme eğilimi göstermektedir. Buna karşılık, çocuklara
bağımlılığın başarılı bir yaşlılığın en iyi yolu olarak görüldüğü
Hindistan'da bu durum daha az önemlidir. Bununla birlikte, iki kültürde
genç yetişkinlerin yaşlıları nasıl gördükleri karşılaştırılınca
Amerikalıların Hintlilerden daha olumlu bir yaşlı kişi görüşüne sahip
oldukları ortaya çıkmaktadır. Amerikalı genç yetişkinler yaşlıları
Hintli genç yetişkinlerden daha fazla seviyorlar ve onları daha az
eleştirici ve zorlayıcı buluyorlar (Hoffman ve ark., 1994).
Tablo 23
Yaşlı Amerikalılar Kendilerini Nasıl Görüyorlar
Gerçek Yaşlar; Öznel Yaş (yanıtlayanların yüzdesi)
60-69;
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 77
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 73
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 89
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgileridir % 82
70-79;
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 72
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 83
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 86
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgileridir % 78
80-89;
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 86
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 100
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 100
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgilerdir % 100
Kaynak: R. Goldsmith ve Helens, 1992. Aktaran Hoffman ve ark.,
1994.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:33 AM
İİİ. YAŞLILIKTA TOPLUMSAL GELİŞİM
İnsanlar yaşlandıkça yaşamın anlamı, özellikleri ve biçimleri de
değişmektedir. Yaşlanmanın içerdiği fiziksel, psikolojik ve toplumsal
değişimler, bir yandan da onlarla başaçıkabilmek için birtakım stratejilerin
geliştirilmesini, uygulanmasını, değiştirilmesini gerektirmektedir.
Yaşlı kişilerin bireysel yaşamı için önemli olan değişimler aynı
zamanda onların aile ve toplum yaşamını da etkilemektedir. Aile ve
çevre ilişkileri ileri yaşlarda yaşanan fiziksel, psikolojik ve toplumsal
değişimlerden bağışık değildir.
:::::::::::::::::
1) Aile Yaşamı
Bu son dönem kocanın emekli olmasıyla başlar, karısı da çalışıyorsa
o da aşağı yukarı aynı zamanlarda emekli olacaktır. Böylece
ailede en önemli değişim gelirdeki belirgin düşüştür. Gelir yitimi ailenin
yaşam düzeyinde de düşüşe neden olur. Bu ekonomik güçlük çiftin
sağlığı bozuldukça daha da belirginleşir. Bu durumda geniş aile
örüntüleri tersine işlemeye başlar, yani daha önce büyüklerin yardım
ettiği gençler şimdi büyüklerine yardım etmeye başlarlar.
Daha önce de belirtildiği gibi, sanayileşmeye ve kentleşmeye
bağlı olarak ortaya çıktığı kabul edilen çekirdek aile büyük aile
örüntülerini tümüyle ortadan kaldırmış değildir. Litwak ile Sussman ve
Burchinal'ın çalışmaları modern toplumda değişime uğramış geniş ailenin
varlığını ortaya koymaktadır. Ayrıca araştırmalar, ayrı yerlerde
yaşamalarına karşın yaşlılarla akrabalarının ilişkisinin sürdüğünü, hatta,
yaşlıların akraba yanına sığınmayı uzakta kalmaya yeğlediklerini
göstermektedir. Yaşlılarla ilgilenen kurumların ortaya çıkması ailenin
rolünü ortadan kaldırmamış, sadece değiştirmiştir. Cottrell, ailenin
eğitim, eğlence, ekonomik durum, koruma gibi etkinliklerdeki dolaysız e
tkisi azalsa bile sevgi rolünün derinleştiğini saptamaktadır.
a. Demografik özellikler
Ailedeki değişimler genelde nüfus yığılmalarını yansıtır niteliktedir.
Nüfustaki yaş dağılımı ileri yaşlara kayınca ailenin üyelik profili
de aynı özelliği gösterir olmuştur. Demografik süreçlerdeki değişimin
aile yapısında yarattığı değişikliklerin sürmesi beklenmektedir. Gelişmiş
ülkelerde en önemli değişim ailenin yaş kompozisyonunda ortaya
çıkmıştır. Çocuklar artık ailenin küçük bir bölümünü oluşturmakta,
yaşlıların oranı artmakta, genç insanlara bağımlı yaşlıların sayısı
çoğalmaktadır. Büyük anababalığın orta yaşlara kaymış olması, torunların
kendi çocuklarını büyük anababaların yaşam süresi içinde büyütmelerine
olanak sağlamaktadır. Shanas'ın belirttiği gibi, 65 ve daha
üstü yaşlara ulaşmış insanların yarısı 4 kuşaklı bir aileye sahip
olabilmektedir. Evlenme ve çocuk sahibi olma yaşlarının düşmesi de kuşaklar
arasındaki mesafeyi azaltmaktadır. Bu değişimler ailenin ortalama
yaşını da yükseltmekte, aileyi daha yaşlı kılmaktadır. Kadınların
yaşam süresindeki değişimler, anneyi yitirmenin orta yaştan emeklilik
öncesine doğru kaydığını ve kadının ortak yaşama süresinin erkeğinkinden
uzun olduğunu ortaya koymaktadır. Doğum oranının azalması
nedeniyle yaşlılara düşen genç sayısında da önemli bir azalma olmaktadır.
Ölüm oranlarındaki düşüş ve kadınların kendilerinden büyük erkeklerle
evlenmeleri, kadınların dulluk deneyimlerini kaçınılmaz kılmaktadır.
ABD'nde yaşayan 65 ve daha üstü yaşlardaki kadınların sadece
% 41'inin yaşayan eşi vardır, erkeklerin ise sadece % 14'ünün
eşleri ölmüş durumdadır (ABD, Nüfus Bürosu, 1981). Çok genel olmamakla
birlikte, yaşlı erkeklerin kadınlara oranla yeniden evlenme
olasılıkları 5 kat daha fazladır. 65 yaşın üstündeki erkeklere oranla
bekar kadın sayısı üç kat daha fazladır. Bu sayısal avantaj erkeklerin
daha genç kadınlarla evlenmeleri gibi toplumsal bir normla da
desteklenmektedir. Bütün bunlara karşın kadınların eşleriyle geçirdikleri
süre artmıştır. Ortalama evlenme yaşında (kadınlar için 22, erkekler için
25) evlenenler arasında kadınların % 64'ü kocasının ölümünden önce
40 yıllık bir evlilik dönemi yaşamaktadır. Bu durumda, ilk çocuksuz
yıllar da dikkate alındığında, evliliğin yaklaşık üçte biri "boş yuva"da
geçmektedir.
b. Psikososyal özellikler
İnsanlar yaşlandıkça akraba oldukları insan sayısı da artmaktadır,
aileye yeni üyeler ve yeni kuşaklar eklenmektedir. Ancak, üyelerdeki
artış belli bir davranış örüntüsünün oluşması demek değildir. Doğum
oranındaki düşüş her çocuğa verilen ilgiyi arttırmış, kardeş kavgasını
azaltmıştır. Geçmişte bebek ölümleri yüksekken anababalar, çocuklarına
duygusal olarak fazlaca bağlanmamaya çalışıyorlardı, aynı neden
şimdi de yaşlıların yeniden evlenmelerini engelliyor olabilir. Ölüm
oranındaki düşüş şimdi insanların daha köklü kuşaklararası ilişkiler
kurmalarına, gelişimsel bunalımlara dayanaklı güçlü bağlar oluşturmalarına
yol açmaktadır. Çoğunluk yaşlı olduğu için olgunluk farkından
doğan kuşaklararası çatışma hemen hemen ortadan kalkmaktadır.
Yaşlı akrabalar yaşlılıktaki toplumsallaşma yöntemleri açısından
gençlere de yararlı olmaktadırlar.
Yaşam süresinin uzunluğu ve yaş farklarının azlığı nedeniyle birçok
anababa çocuklarıyla birlikte yaşlanmaktadır. Emekli olan ve kendi
çocuklarını evlendiren çocuklar şimdi de anababalarına bakmak
durumundadırlar. Bu durumda Brody "orta kuşak sıkışması"ndan söz etmektedir.
Yetişkinler hem çocuklarının hem de anababalarının istemlerini
yerine getirmekte güçlük çekmektedirler. Çocukların boşalttığı
yuva yaşlanan anababa ve akrabalar tarafından doldurulmaktadır. Yaşlıların
ölümü de birçok insanın yuvanın boşalmasını yeniden yaşamasına
neden olmaktadır. Kadınların dışarda çalışması da yaşlı anababaya
bakmayı sorun haline getirmektedir (özellikle bu bakımın kadının
işi olduğunu düşünen çevrelerde). Geleneksel olarak yaşlıların bakımını
orta yaşlılar üstlendiğinden, bunların gitgide daha fazla dışarda
çalışmalarıyla sorun daha da zorlaşmaktadır.
20'inci yüzyılda gelişmiş ülkelerde yaşam düzenlemeleri çarpıcı
biçimde değişime uğramıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1900
yıllarında 65 yaşındaki nüfusun % 60'ı çocuklarının yanında barınırken,
bu oran 1980'lerde % 15'e inmiştir. Bu değişimler özellikle yüzyılın
ikinci yarısında hızlanmıştır. Yaşlı insanlar bağımsızlıklarını korumak
istemektedirler. Yetişkin çocuklarıyla yaşayanlar kendilerine
bakamayacak kadar hasta ya da yoksul olanlardır. Genel kanının aksine,
geçmişte geniş ailede yaşamanın da % 10'dan fazla olmadığı ortaya
çıkmıştır (en azından yaşamın kısa sürmesi nedeniyle). Çocuklarından
ayrı yaşayan yaşlıların kendilerini mutlaka ihmal edilmiş hissetmedikleri
de saptanmaktadır; üstelik çocuklarıyla yaşayanlardan
daha fazla mutlu oldukları da söylenebilir.
Yalnız yaşama eğilimine karşın yaşlıların çoğu ilişki kurabilecekleri
akrabalarına yakın yaşamayı yeğlemektedir. Çocuklarla ilişki işçi
sınıfında orta sınıftan daha sık, diğer akrabalarla ilişki orta sınıfta işçi
sınıfından daha sık görülmektedir. İlişkilerde cinsiyet de önemli bir
etken: Kadınlar kızlarıyla ilişkilerini erkeklerden daha çok sürdürüyorlar,
anne akrabaları baba akrabalarından daha yakın sayılıyor. Erkekler
anababalarına ekonomik, kızlar ise toplumsal ve duygusal destek
sağlıyorlar. Cinsiyete bağlı özellikler çalışan sınıfta orta sınıfa
oranla daha belirgindir. Hiç evlenmemişlerin akraba ilişkileri daha
zayıf; ayrılmışlar kendi ailelerinden daha fazla yardım görüyorlar; yeniden
evlenme akrabalıkları genişletiyor... Araştırmalar, nesnel akraba
ilişkilerinin çok anlamlı olmadığını, ilişkinin öznel olmasının istendiğini,
duygusal olarak güvenebilecekleri bir dosta sahip olan yaşlıların
sağlıklarının ve yaşam doyumlarının daha üst düzeyde olduğunu
göstermektedir.
Çocuklar, diğer destekleme görevleri yanında, torunlarla büyük
anababalar arasında köprü olma görevini de yerine getirmektedirler.
Hill ve arkadaşları orta kuşağı "kuşaklararası bağın köprüsü" olarak
nitelemektedir. Son araştırmalara göre dört büyük anababadan üçü torunlarını
ayda en az iki kez görmektedir. Robertson, Neugarten'in
daha önce sözü edilen sınıflamasından farklı bir büyükanababa tipolojisi
geliştirmiştir. Robertson, özellikle büyükanababa rolünün toplumsal
ve kültürel boyutlarını birbirinden ayırarak dört büyükanababa tipi
saptamaktadır: 1) "Paylaşılmış" büyükannenin büyükannelik rolü konusunda
yüksek kişisel ve toplumsal beklentileri vardır. Torunlarıyla
çok ilgilidir, onlar için en iyi olanı yapmaya çalışır. 2) "Uzak" büyükanne
tipi karşı uçta yer alır, büyükannelik konusunda düşük kişisel ve
toplumsal beklentileri vardır. Bu iki tip arasında, büyükanababalığın
normatif ve moral yünlerini vurgulayan "simgesel" büyük anababa ile,
bu rolün kişisel yönünü vurgulayan "bireyselleşmiş" büyük anababa
yer alır. Robertson deneklerinin üçte birinin büyükanababalığı anababalığın
yeğlediklerini bulmuştur. Kahana ve Kahana ise, çocukların
büyüdükçe kendilerine aşırı düşkün büyük anababaları daha az yeğlediklerini
saptamıştır. Torunların büyükanababalarını nasıl algıladıkları
konusunu Robertson da incelemiş, 18-26 yaşlarındaki işçi sınıfı
deneklerinin büyük anababalar için olumlu görüşler belirttiklerini, her
üç kişiden ikisinin gerektiğinde büyük-anababaya bakma sorumluluğuna
inandığını görmüştür (Aizenberg ve Treas, 1985).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:33 AM
2. Toplumsal Çevre
Aile yaşamı en fazla araştırılan konulardan biri olmakla birlikte,
yaşlıların yaşamında arkadaşlık ilişkileri de çok önemlidir. Ancak,
bazı araştırmalar uzun süreli arkadaşlıkların korunduğunu gösterirken,
bazıları da yaşla birlikte ilişkilerin zayıfladığını ortaya koymaktadır.
Birçok araştırmacı kadınların erkeklerden daha anlamlı ve derin arkadaşlıklar
kurabildiklerini belirtmektedir. Yaşlı erkekler eşlerine her
yönden daha bağımlılar ve eş yitimine daha zor uyum sağlıyorlar, kadınlar
ise ailede kopukluk olunca arkadaşlarına daha kolay dönebiliyorlar.
Erkeklerin daha geniş bir arkadaş çevresi oluyor. Orta sınıf arkadaşlarını
korur ve çoğaltırken, işçi sınıfı komşuları yeğliyor. Ayrıca,
yaşam doyumu da arkadaşlıkla ilişkili bulunmaktadır. Blau, yaşlılıkta
yeni bunalım ve rol değişimleriyle başaçıkmada arkadaşlığın önemini
vurgulamaktadır. Bununla birlikte, arkadaşlık aile ilişkilerinin yerini
dolduramamaktadır. Doğrudan bakım olmasa bile, kurumlardaki yaşlılarla
daha çok aileleri ilgilenmektedir. Kuruma gitmek çocuklarla ilişkiyi
bozmamakta, hatta bazen güçlendirmektedir.
Yaşlılarla ilgili toplumsal politikaların, hizmetlerin, programların
geliştirilmesine katkıda bulunan politikacılar, sosyal çalışmacılar,
iktisatçılar ve gerontologlar yaşlıların bellibaşlı toplumsal sorunlarını
beş kategoride toplamaktadırlar: "gelir", "sağlık", "bakımevi", "ulaşım" ve
"beslenme". Bunlar kadar somut olmamakla birlikte aynı derecede
önemli olan diğer sorunlar, eğitim, iş, emeklilik sonrası roller, tinsel
gereksinmeler, güvenlik vb. gibi sorunlardır. Bütün bu sorunların çözümü
yaşlı kişileri toplum içinde tutma amacını destekleyecektir.
İnsanın toplumsal bir yaratık olduğu ve insanlığını dile getirecek toplumsal
araçlara gereksinmesi olduğu herkesçe bilinmektedir. Yaşlanan
bir kişinin yaşlılığa uyum sağlaması ile topluma uyum sağlaması arasında
yakın bir bağ olduğu da söylenebilir. Uyum kuramları işte bu sorunu
açıklamaya çalışmaktadır.
a) İlişki kesme kuramı (disengagement theory). Elaine Cumming
ve William E. Henry'nin geliştirdiği bu kuramda, yaşlılık, fiziksel,
psikolojik ve toplumsal açıdan toplumsal dünyadan derece derece
geri çekilme süreci olarak görülmektedir. Fiziksel düzeyde, insanlar
etkinliklerini yavaşlatır ve enerjilerini elde tutarlar. Psikolojik düzeyde,
geniş dünyayla olan ilişkilerini öncelikle kendilerini ilgilendiren
yaşam alanlarında odaklaştırmaya yönelirler. Dışardaki dünyaya yönelttikleri
dikkatlerini kendi duygu ve düşüncelerinin iç dünyasına
çevirirler. Toplumsal düzeyde, karşılıklı bir geri çekilme söz konusudur,
böylece toplumun diğer üyeleriyle yaşlı kişi arasındaki etkileşim
de azalır. Birey toplumdan geri çekilir, toplum da bireyden elini çeker.
Cumming ve Henry'e göre ilişki kesme, toplumu ve bireyi tedavi edilemez
hastalığın ve ölümün sonul ilişki kesmesine önceden hazırlayan
ilerleyici ve karşılıklı doyum verici bir süreçtir. Yaşlılar için ilişki
kesme, istenen ve oynanan rollerin, kurulan ilişkilerin azaltılmasıyla
gerçekleştirilen bir süreçtir. Bunun sonucu olarak, yaşlılar ölümle rahatça
karşı karşıya gelebilirler. Toplum da kendi yönünden ilişki kesmeyi
destekler, çünkü böylece yaşlıların geliştirdiği birtakım işlevleri gençlere
aktarabilir.
İlişki kesme kuramı hem çok saldırıya uğramış, hem de geniş
ölçüde savunulmuştur. Her iki yönde yapılan kesitsel araştırmalar ise
kuşak farklılıklarını yaş farklılıklarıyla karıştırmak açısından
eleştirilmiştir. Öte yandan, en azından 75 yaşın altındakiler için yaşlılık,
çeşitli örgütlere gönüllü olarak katılma düzeyinde kararlılık ve süreklilik
gösteriyor görünmektedir. Ancak çok yaşlı kişilerin birçok üyeliklerini
azalttıkları ve gruplarda etkin katılımdan çekildikleri söylenebilir.
Sonuç olarak, ilişki kesme kuramının, yaşlı kişilerin daha önceki
yaşamlarının anlamlı yönlerinden ayrılmalarını ve yalıtılmalarını
abarttığı ileri sürülebilir.
b) Etkinlik kuramı (activity theory). Etkinlik kuramı, ilişki
kesme kuramına alternatif olarak, sosyolog Robert J. Havighurst, Bernice
L. Neugarten ve Sheldon S. Tobin tarafından geliştirilmiştir. Bu
kurama göre, kaçnılmaz biyolojik ve sağlıksal değişmeler dışında,
yaşlı kişiler temelde aynı olan psikolojik ve toplumsal gereksinmeleriyle
orta yaşlı kişilerle aynıdırlar. Bu açıdan bakıldığında, yaşlılığı
belirleyen toplumsal etkileşim azlığı toplumun yaşlı kişiden elini
çekmesinden kaynaklanır. Yaşlı kişi orta yaş etkinliklerini olabildiğince
uzun süre korumak ister ve terketmeye zorlandığı etkinliklerin yerine
yenilerini koyar.
Etkinlik kuramcıları, ilişki kurmanın 60 ya da 55 yaşından sonra
bazen azalmakta olduğu görüşüne katılırlar. Yaşlı kişilerin etkinlik
düzeyinin, doyum ve mutluluğunun azalmakta olduğunu da kabul
ederler. Ancak bu azalmanın istenen birşey olduğu görüşünü reddederler.
Sağlıklı yaşlıların çoğu etkinlik düzeyini oldukça basit tutmaktadır.
İlişki kesme ya da kurma oranı daha çok geçmişteki yaşam
biçimlerine, sosyoekonomik statülere ve sağlık koşullarına bağlıdır.
Ancak bütün bunlar yaşlıların mutlaka daha olumlu bir yaşam düzenlemesi
yaptıkları anlamına gelmez. Ayrıca, kimi yaşlı kişiler mutluluğu
kalabalıkta bulurlar, kimileri yalnızlıkta ararlar. Yaşam deneyimini
kalitesinin en anlamlı ölçüsü, moral, yaşam doyumu ve düzenlemedir.
c) Rol bırakma kuramı (role exit theory). Bu kuram sosyolog
Z. S. Blau tarafından önerilmiştir. Blau'ya göre; emeklilik ve dulluk
yaşlı kişinin toplumun temel kuramsal yapılarına (iş ve aile) katılımını
sona erdirir. Buna bağlı alarak yaşlıları toplumsal bakımdan yararlı
kılan olanaklar da azalmaktadır. Blau, meslek ve evlilik statüsü yitimini
özellikle yıkıcı nitelikte görmektedir. Çünkü bunlar yetişkin kimliği
için demir atma noktaları olan temel rollerdir. Sosyolog Irving Rosow,
benzer bir yaklaşımla, Birleşik Devletler'de insanların yaşlılığa etkili
bir biçimde toplumsallaştırılmadıklarını savunmaktadır. Yaşlılıkta
beklenen davranışları tanımlayan toplumsal normlar zayıf, belirsiz ve
sınırlıdır. Ayrıca, yaşlılar temelde "rolsüz rol" olan rollerine toplumsal
bakımdan değersizleşen statülerine uyum sağlama konusunda pek az
güdülüdürler.
Rol bırakma kuramı, yaşlı kişilerin çoğunun toplumsal yitimler
hissettiği konusunu abarttığı ileri sürülerek eleştirilmiştir. Yaşam
doyumuyla ilgili boylamsal araştırmalar yaşlıların çoğunun çok az toplumsal
yitim hissettiklerini ya da hiç hissetmediklerini göstermektedir.
Yaşlıların çoğu, işlerini ve ana-babalık rollerini yitirmelerinin
karşılığının, özgürlüğün ve eskiden beri istedikleri şeyleri yapma olanağının
artması olduğunu belirtmektedir.
d) Toplumsal değiştokuş kuramı (social exchange theory).
James J. Dowd gibi sosyologlar toplumsal değiştokuş kuramını yaşlılık
sürecine uyguladılar. Bu kurama göre, insanlar toplumsal ilişkilere
girerler, çünkü bundan birtakım ödüller çıkarırlar (ekonomik
destek, tanınma, güvenlik, sevgi, vb.). Ödül elde etme sürecinde birtakım
bedeller de öderler (olumsuz yaşantılar, yorgunluk, çabalama,
vb.) ya da olumlu yaşantılardan ödüllendirici etkinlik uğruna vazgeçmek
zorunda kalırlar. Yaşlılığa uygulandığında bu kurama göre, yaşlılar
pazarlık etme güçlerindeki düşüş nedeniyle yaralanabilir oluşlarının
arttığı bir konumda bulunmaktadırlar. Endüstrileşmiş toplumlarda
yaşlıların daha önce sahip oldukları beceriler teknolojik gelişmeler
içinde gitgide modası geçmiş kalmaktadır. Ayrıca, yaşlı bir işçi işte ne
kadar uzun kalırsa genç işçilerin meslekte yükselmelerini o kadar
engellemektedir. Yaşlı işçiler iş gücündeki yerlerini toplumsal güvenlik
ve tıbbi hizmetle değiştokuş etmektedirler.
Toplumsal değiştokuş kuramcıları kendi görüşlerini, modernleşme
ile yaşlılık statüsü arasında bulunan karşıt ilişkiye dayandırmaktadırlar.
Yaşlıların endüstrileşmemiş ve geleneksel toplumlardaki
konumu yüksektir, çünkü yaşlılar bilgi birikimini ve denetimini
sağlamaktadırlar. Endüstrileşme ise geleneksel bilgi ve denetimin önemini
azaltmaktadır doğal olarak. Ancak, modern endüstri toplumlarında
yaşlıların yüksek statülerde bulunduklarını gösteren istisnalar
da vardır (Rusya, Japonya gibi). Toplumsal değiştokuş kuramı yaşlıların
bir toplumdaki konumunu etkileyen değiştokuş ögelerine dikkati
çekse bile, tam bir açıklama getirmekten çok uzaktır (Vander Zanden, 1981).
e) Süreklilik kuramı (continuity theory). İlişki kesme ve etkinlik
kuramlarının sınırlılıkları, yaşlılığın karmaşık süreçlerine daha geniş
bir açıdan bakmayı gerektirmiştir. R. C. Atchley tarafından geliştirilen
süreklilik kuramı, yaşlılıkta bazı rollerle ilişkinin kesilmesi,
bazı rollerdeki başarının sürdürülmesi bileşimine dayanmaktadır.
Atchley'e göre, bireyler yetişkin olma sürecinde birtakım alışkanlıklar,
bağlantılar, tercihler geliştirirler ve bunlar giderek kişiliğin bir parçası
haline gelir. Birey yaşlandıkça söz konusu bu özelliklerin sürekliliğini
korumaya yönelir. Süreklilik kuramı yaşlılığın karmaşıklığını vurgulayan
bir kuramdır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:33 AM
İV. YAŞLILIKTA RUH SAĞLIĞI
Daha önce de söz edildiği gibi, yaşlılık dönemiyle ilgili birtakım
kalıpyargılar vardır. Butler'e göre bunlardan birincisi doğrudan doğruya
yaşlılığın kendisi ile ilgilidir: Kronolojik yaşlanma, bir insanın
yaşını yaşadığı yılların sayısıyla ölçme. Oysa fizyolojik, kronolojik,
psikolojik ve toplumsal yaşlanma derecelerinde bireyden bireye değişen
büyük farklılıklar olduğu bilinmektedir. İkinci kalıpyargı üretim
dışı olmakla ilgilidir. Oysa hastalık ve toplumsal sorunlar olmadığında
yaşlı kişilerin de üretken olma ve yaşama etkin olarak katılma eğiliminde
oldukları görülmektedir. Önceki kalıpyargıya bağlı bir üçüncüsü,
ilişkisizlik, yani yaşlı kişilerin yaşamdan kopmayı, yalnız ya da
kendi yaşıtları arasında yaşamayı yeğledikleri biçimindedir. Ancak,
toplumdan kopmanın yaşlılığın doğal bir yanı olduğu görüşünü destekleyen
yeterli sayıda bulgu yoktur. Dördüncü kalıpyargı esnek olmama
savıyla ilgilidir. Bir insanın değişme ve uyum sağlama yeteneği
yaşından çok, yaşamboyu taşıdığı kişiliğiyle ilgilidir. Beşinci sorun
bunaklık (kocama= senility) kavramıyla ilgilidir; bu kavram yaşlıların
kaçınılmaz olarak bunayacağını ifade eder. Yaşlı kişiler de tıpkı genç
kişiler gibi anksiyete, keder, depresyon ve paranoid durumlar yaşayabilirler.
Benjamin Rush bunamanın yaşlanma sürecinden ayrı, farklı
bir hastalık olduğunu göstermiştir. Kötü beslenme, uyuşturucu kullanımı,
alkolizm, fiziksel bir hastalığın tanılanmaması gibi sorunlar
bunama nedeni olabilir. Altıncı kalıpyargı huzur (serenity) kavramıyla
dile gelir. Buna göre yaşlılık göreli bir barış ve huzur çağıdır. Gerçekte
ise yaşlı kişiler başka herhangi bir yaş grubundakilerden daha
fazla stres yaşarlar, üstelik bu stresler çoğu zaman yıkıcıdır. Yaşlının
bu bunalımlara direnme gücü dikkat çekicidir; böyle durumlarda sakinlik,
beklenmeyen ve uygun olmayan bir tepki olacaktır. Depresyon,
anksiyete, psikosomatik hastalıklar, paranoid durumlar dış streslere
karşı içsel tepkilerdir. Keder yaşlıya sık sık eşlik eden bir duygudur.
Apati ve boşluk, yakınların yitirilmesini izleyen ilk şokun ortak bir
kalıntısıdır. Fiziksel hastalık ve toplumsal yalıtılma yasın ardından
gelebilir. Anksiyete birçok biçimde kendini gösterebilir: Düşünmede ve
davranışta katılık, çaresizlik, huzursuzluk, kuşkuculuk ve bazen paranoya.
Butler, yaşlılıkla ilgili bütün kalıpyargıların ve söylencelerin kısmen
bilgisizlikle, kısmen de yaşlılarla gündelik ya da profesyonel ilişkinin
yetersiz olmasıyla açıklanabileceğini düşünmektedir. Butler'e
göre hepimizin içinde bulunan bir başka güçlü etken de "yaş ayırımı"
diye adlandırılabilecek etkendir. Irk ayırımcılığı (racism) ve cinsiyet
ayırımcılığı (sexism) nasıl insanları derilerinin rengine yada cinsiyetine
göre ayırıyorsa, yaş ayırımcılığı da (ageism) insanları sırf yaşlı oldukları
için sistemli bir ayırıma tabi tutma ve kalıplara sokma sürecidir.
Yaşlı insanlar bunak, düşüncede ve davranışta katı, ahlak ve denetim
açısından eski moda gibi kategorilere konulmaktadırlar. Yaş
ayırımcılığı genç kuşaklara yaşlı insanları kendilerinden farklı görme
yolunu açar. Böylece üstü kapalı biçimde yaşlıları insan olarak tanımama
eğilimi doğar.
Toplum daha dengeli bir yaşlılık anlayışına nasıl kavuşabilir ve
ileri yaşların sorunlarını gözeterek insanlara başarlı bir yaşlılık nasıl
sağlanabilir? Toplumun daha duyarlı bir yaşlılık kavramına sahip olması
için alınabilecek önlemler (toplumsal refah politikalarının oluşturulması,
kitle iletişim araçlarının işletilmesi, vb.) uzun erimlidir.
Yaşlılara psikolojik yardım ve destek sağlamaya yönelik teknikler
içinde, yaşamı gözden geçirme terapisi ve yaşam döngüsü grup terapisi
sayılabilir.
Yaşamı gözden geçirme terapisi (life review therapy) yaşlı
kişiden ve diğer aile üyelerinden geniş bir özyaşam öyküsü alınmasına
dayanır. Yaşlı kişiler geçmiş yaşamlarına baktıklarında çoğu zaman
yaptıklarından değil, yapmadıklarından esef duyarlar. Yaşlıların
geçmişlerinden sık sık söz etmeleri ve geçmişteki yaşantılarını yineleyerek
anlatmaları aslında geçmişi düşünme ve gözden geçirme eğiliminin
dışavurması sayılabilir. Geçmişi gözden geçirme eyleminde
yalnızca geçmişi anımsama değil, aynı zamanda geçmişi çözümleme
boyutu da vardır; dolayısıyla geçmişi gözden geçirme amaçlı ve etkin
bir süreçtir. Bu süreçte yaşantıları bütünleştirmek ve yorumlamak söz
konusudur. Butler'a göre bu süreçte yaşamı gözden geçirme içsel,
anımsama ise davranışsal boyutu oluşturmaktadır.
Yaşam döngüsü grup terapisi (life-cycle group therapy), tedavi
gruplarına 15 yaştan 80 yaşına kadar bireyleri birlikte alma temeline
dayanır. Yaş ayırımının kuşaklar arasındaki duygu, deneyim ve destek
alışverişini önlediği inancı bu yaklaşımın temelidir. Bu gruplarda yalnızca
içsel psikiyatrik bozuklukların tedavisi değil, yaşam döngüsündeki
değişikliklerden doğan sorunların çözülmesi de amaçlanmaktadır.
Gruba girmenin ölçütü, etkin bir psikozu olmamak, buna karşılık
akut ya da kronik yaşam bunalımı geçiriyor olmaktır (Butler, 1977).
Günümüzde, yaşlı insanların mutlaka geçmişe bağımlı, yaşamın
dışına düşmüş kişiler olduğu düşünülmemektedir artık. Tam tersine,
bugün yaşlıların kendini yenileme yeteneklerine daha fazla inanç ve
güven duyulmaktadır. Yaşlılar kendilerine özgü sorunlara karşın, ulaştıkları
olgunluk, birikim ve doyum düzeyi ölçüsünde yaşama bağlanma
şansına sahiptirler. Bunun için de yaşlıların, yaşama ve kendilerine
gereken ilgiyi ve özeni göstermeleri yetmektedir. Bu açıdan, bakım
kurumlarının yaşlılara verdiği edilgin destek yeterli değildir, yaşlıları
edilgin bırakmayacak önlemlere gerek vardır. Bütün gün televizyon
izlemek, hiç spor yapmamak, sürekli ilaç tüketmek gibi durumlar yaşlıları
edilginliğe itmektedir. Oysa yaşlılara uygun spor, grup psikoterapisi
gibi etkinlikler onları daha etkin kılabilmektedir: Bu düzenli destekler
de yaşlıların kendini yenileme yeteneklerini harekete geçirmektedir.
Öte yandan, yaşlıların ruh sağlığıyla yakından ilgili olduğu için
yaşam doyumu olgusunu da incelemekte yarar var. Neugarten'e göre
yaşam doyumu (life satisfaction), kişinin yaşamda ne istediği ile ne
elde ettiğinin karşılaştırılmasından elde edilen sonuçtur. Yaşam doyumu
ile yaşın ilişkisini araştıran araştırmaların genel bulgusu yaş arttıkça
yaşam doyumunun azaldığı biçimindedir. Başka bir deyişle, yaşlı
grupta yaşam doyumunun genç gruptakine oranla daha düşük olduğu
görülmektedir. Ancak, yaşlı insanların sağlık durumlarının,
ekonomik koşullarının, etkinlik düzeylerinin yaşam doyumunda
önemli bir belirleyici olduğu bilinmektedir. Öte yandan, yaşam doyumunun
yaşla azaldığını ileri süren genel kanıyı bazı çalışmaların desteklemediği
de görülmektedir. Clemente yaşlanmayla birlikte belirli
bir doyumun daha yerleşik duruma geldiğini savunmaktadır. Diener,
yaşam doyumunun çok genç ve çok yaşlılarda farklı olmadığını, en
önemli farkın 45 yaş dolaylarında ortaya çıktığını, asıl bu yaş grubundaki
insanların diğer iki gruba oranla daha doyumsuz olduğunu bildirmektedir.
Sonuç ne olursa olsun, yaşam doyumu ile yaş arasındaki
ilişkinin nedensel bir ilişki olmadığı söylenebilir. Yaşlı insanların
yaşam doyumu düzeyi yalnızca yaşlanmalarına değil, daha çok dış
koşullara bağlı görünmektedir. Örneğin Birren yaşlılığa bağlı ruhsal
sorunların kentlerde kırsal kesimlerdekinden daha fazla görüldüğünü
söylemektedir. Sonuç olarak, dış koşullarla daha etkin biçimde başedebilen
yaşlıların yaşam doyumu düzeyinin daha yüksek olacağı düşünülebilir.
Son olarak, yaşlıların stresle başa çıkmalarında karşılaşılan sorunlardan
söz etmemiz gerekmektedir. Yaşlı kişilerin karşılaştığı streslerin
çoğunun (sağlığın bozulması, gelirin azalması, eşin ölümü gibi)
öncelikle olumsuz olduğu bilinir. Yaşlanan bağışıklık sistemi de yaşlı
kişileri stresin etkilerine daha açık duruma getirmektedir. Olaylar
arttıkça ve yaşlının denetim duygusu azaldıkça stres daha da yıkıcı
olmaktadır. Denetim duygusu ile sağlık durumu arasındaki ilişkinin insanlar
yaşlandıkça arttığı bilinmektedir. Denetim duygusu stresin
yıkıcı etkisini çeşitli yollarla azaltabilmektedir. İnsanlar çaresiz
olmadıklarına, belirli bir denetime sahip olduklarına inandıklarında hoşa
gitmeyen olayların yaşamları üzerindeki yıkıcı gücü azalmaktadır. Öte
yandan, denetim duygusu strese karşı gösterilen fizyolojik tepkileri
azaltmaktadır (denetlenemeyen stresin bağışıklık sisteminin kanserle
savaşma yeteneğini zayıflattığı saptanmaktadır). Son bir nokta da,
çevreleri üzerinde belirli bir denetim duygusuna sahip olan kişilerin
sağlıklarını koruma konusunda daha etkin olmalarıdır; sağlıkla ilgili
bilgileri daha fazla ediniyorlar, kendilerine iyi bakıyorlar, tıbbi
kontrollerini yaptırıyorlar, vb.
Bilindiği gibi, stresin etkisini azaltmayı sağlayan etkenlerden biri
de toplumsal destektir. Aile ve arkadaş çevresi yaşlı kişilere hem toplumsal
kimliğin sürdürülmesi olanağını, hem de duygusal destek,
maddi yardım, bilgi ve hizmet sağlamaktadır. Özellikle geleneksel
toplumlarda bu desteğin çok güçlü olduğu, gelişmiş toplumlarda ise
daha fazla kurumsallaştığı bilinmektedir. Toplumdan yalıtılmak yaşlı
kişiler için son derece yıkıcı bir duygudur. Sonuç olarak denetim duygusunun
ve toplumsal desteğin aynı derecede önemli olduğu söylenebilir
(Hoffman ve ark., 1994).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:33 AM
V. ÖLÜM
Doç. Dr Meral Çileli
Gelişmiş Batı toplumlarında yakın zamanlara kadar ölüm "tabu"
konulardan biri olarak görülmüştür. Kimi bilim adamları, örneğin
Amerikan kültürünü "ölümü yadsıyan kültür" olarak tanımlamışlardır.
Sosyal antropolog Benedict'e göre, Amerikan toplumunda çocuklar,
cinsellik, doğum ve ölüm gibi doğal olaylara tanık olmamakta, bu da
bireyin gelişiminde süreksizlik yaratmaktadır.
Son yirmi yılda bu örüntü değişmiş, Batı toplumları ölümü yeniden
keşfetmişlerdir. Tanatoloji, yani ölüm incelemesi son yıllarda gittikçe
gelişmiştir. Aynı zamanda, kitle iletişim araçlarında da "ölüm cezası",
"ölme hakkı", "klinik ölüm" gibi sorunlar gitgide daha fazla
işlenir olmuştur. Günümüzde ölümü seçme hakkının yasallaştırılması
yönünde güçlü akımlar vardır ve ölüme mahkum hastalara ölme hakkının
tanınması savunulmaktadır. Amerikada 1980'de kurulan ve
ölümcül hastaların ölme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesini
savunan Hemlock Derneği, ilgili yasalarda değişiklik istemekte ve bu
girişim acı çeken hastalar ve yakınları tarafından şiddetle
desteklenmektedir. Böylece Batı kamuoyu ölümü yeniden yaşamın bir gerçeği
olarak benimseme aşamasına ulaşmış görünmektedir. Nitekim, The
Lancet 1966'da yayınladığı bir başmakalede şöyle yazıyordu: "Tarihin
birçok döneminde, hiç olmazsa ideal olarak, ölüme ve ölmeye karşı
olumlu, metin ve gerçekçi bir tutum yaygındı. Biz bugün bunu yitirmişe
benziyoruz... Artık kendimizi ölüme ve ölmeye karşı yeni bir
açıdan bakmaya inandırsak nasıl olur?"
Günümüzde psikoloji bu yeni bakış açısını sağlamaktadır bize.
Gelişim psikolojisi insan yaşamını doğumdan ölüme dek bir bütün
olarak ele almaktadır. Rowland, Kastenbaum ve Costa, Kastenbaum,
Meyers, Marshal, Kalish 70'li ve 80'li yıllarda bugün yol gösterici
varsayımlar kurmaya olanak veren araştırmalar gerçekleştirmişlerdir.
:::::::::::::::::
1. Yaşam Süresince Beklentiler
Birey ve toplum olarak gelişim konusunda belirli bir beklentimiz
vardır, dolayısıyla büyümeye ilişkin bilgilerimiz gerileme konusundaki
bilgilerimizden daha çok ve daha kesindir. Örneğin, zamanında
yürüyüp konuşamayan bir çocuk, zekası zamanından önce kuruyan bir
yetişkinden daha çok dikkat çeker. Her insan kendi gelişim ve gerileyişini
kişisel beklentisiyle karşılaştırdığı gibi, diğer insanların gelişim
durumlarıyla da karşılaştırır. Kişisel ve kişilerarası beklenti çerçeveleri
insanın yaşam boyunca ölümle ve yitirmeyle olan ilişkilerini de
etkiler. Robert Kastenbaum'a (1985) göre bellibaşlı temel beklentilerin
bazıları şunlardır:
(a) Sürekli büyüme beklentisi ilk yıllar için yüksek ve tutarlıdır.
Gelişim uzmanı, anababa ve çocuk, büyüme ve olgunlaşma olarak
bilinen değişimi beklerler.
(b) Yaşamın ilk yıllarında gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri
düşük ve tutarlıdır: Bu durum yirminci yüzyılda bebek ve çocuk
ölümlerindeki sürekli düşüşün sonucu olarak gelişmiştir.
(c) Yaşamın ileri yaşlar için büyüme, gerileme ve yitirme beklentileri
karışık ve tutarsızdır.
(d) Büyüme, gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri bireyin zihinsel
gelişim düzeyinden etkilenir. Büyüme ve gerileme bireyin genel
referans çerçevesine bağlıdır, bu da gelişim düzeyiyle ilişkilidir.
Genellikle yaşamın ilk yıllarındaki büyümeye ayarlanmış olan insanoğlu
için bu dönemde gerileme, yitirme ve ölüm onun beklentisi
dışında ortaya çıkan olgulardır. Söz gelimi, çocuk ölümünü tanımaktan
kaçınır ve bu olay için hep "zamansız" sıfatını kullanırız. Çocuklara
verdiğimiz değer onların ölümünden duyulan kederi arttırmaktadır.
Çocuk ölümü ile çocuğa verilen değer arasında ilişki vardır. Dindar
anababaların ne kadar yaşayacağını bilmedikleri için çocuklarına
bağlanmaktan kaçındıklarına ilişkin örnekler tarihte oldukça çoktur.
Ölümü abartılı bir biçimde sadece ileri yaşlarla düşünmemiz, ölüm ve
diğer türden yitimleri kendimizden uzak tutmayı istememizden de
kaynaklanmaktadır. Feifel ölüm korkusuna bilinçli tepkinin, sınırlı
korku, fantazi düzeyinde ambivalans, bilinçsiz düzeyde nefret biçimlerinde
olduğunu belirtmektedir. Ölümün sadece yaşlıları ilgilendiren
bir konu olduğu beklentisi, toplumun kaynaklarını en iyi biçimde örgütlemede
yararlı olmaktadır. Genellikle yaşlı insan ölme sırası açısından
en uygun kişi olarak görülür, keder duyulsa da beklentinin
gerçekleşmiş olması psikolojik güven sağlar: Ölüm, var olduğuna
inanmak istediğimiz bir oyunu "kurallarına uygun" olarak oynamıştır!
Bu beklentilere katkıda bulunan iki kaynak söz konusudur. Tarihsel
boyut, toplumun yaşlılara her zaman biraz ambivalansla baktığını
ortaya koymaktadır. Yaşlılara karşı saygı duyma ve duygusal bağlar
geliştirme ile, sınırlı kaynakları gençlere ayırma isteği her zaman birlikte
var olmuştur. Yaşlı insanı, yitiren, acı çeken ve ayrılan kişi olarak
görerek bir rakipten kurtulmak söz konusudur. Bilim alanında
bile yaşlılar için "görevler" belirleyen psikososyal gelişim kuramları
hep yaşamın gözden geçirilmesi ve ölüme hazırlanma görevleri üzerinde
yoğunlaşmışlardır. Bu görevlerin ne kadarının doğru olduğu bir
yana, bu kuramların yaşamın gençler için uygun olduğu, ölümün de
yaşlılara uygun düştüğü beklentisini pekiştirdikleri bir gerçektir. Bu
tutum toplumsal ve ekonomik kaynakların ayrılmasında da ortaya çıkar;
bütçe kısıntıları hep yaşlılara yönelik hizmetlerde yapılır. Watson
ve Maxwell, "gerileyici müdahale"yi, yani toplumsal katkı sıklığının
azalmasını ve giderek bu alana ayrılan uzmanların ve diğer kaynakların
azaltılmasını gözlemlediklerini belirtmektedirler. Bu süreç kişinin
hastalığının iyileşmez olduğu kararıyla başlamaktadır; kişinin
ölümün eşiğinde olmasına gerek yoktur, yaşlılık zaten kronik hastalık
olarak görülmektedir. İleri yaş, tıbbi ve kurumsal çerçeve içinde bireyi
gerileyici müdahale için aday durumuna getirmektedir. Gerileyici
müdahalenin sonucu olarak ölme de hızlanmaktadır; nedensiz ve ani
ölümler bu sonucu destekler niteliktedir.
"Yaşlı", "ihtiyar" gibi sıfatlar insanları korkutmakta, toplum da
onları kendinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Yaşam süresini bir bütün
olarak algılamak, büyümenin yalnızca erken yıllara yakıştırılması
ve ileri yılların gerileme ve ölümle bir tutulması yüzünden çok güç
olmaktadır. Süreklilik bilimsel ve nesnel olarak elde edilebilir, ama bu
bulgular bile bireyin ve çevresindekilerin algıladıkları özel süreklilik
kavramı konusunda hiçbir şey vermez. Bireyin kendini hangi koşullarda
yaşlı olarak sınıflandırdığı -gerileme, yitirme ve ölüme uygun olarak
sınıflandırdığı- konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Örneğin, bir
birey elli yaşına kadar yaşlılığı kişilerarası çerçevede algılamış olabilir.
Bu birey toplumun beklentisi çerçevesinde yaşlı sıfatını hep başkaları
için kullanmış olabilir. Bu alışkanlık yaşlı sıfatıyla çağrıştırılan
olumsuz koşullarla da güçlenmiştir. Yine de bu durum yaşlıların yaşam
sevinci ve yeterliği olmadığı anlamına gelmez. Burada önemli
olan, koşulların bireyin kendini zorunlu olarak yaşlı diye nitelendirmesine
yol açmasıdır. Bu doğrultuda kendi beklentilerimiz de etkili
olmaktadır. Örneğin, ergenler ve genç yetişkinler tatsız olayları uzak
bir geleceğin olayları olarak düşünürler; yetişkinliğin ilk yılları bireyi
orta ve ileri yılların sonlarına hazırlamakta yetersizdir: Bireyin, gerileme,
yitirme ve ölüm engeline geçerli bir çözüm bulması burada temel
sorundur. Birey, bu psikolojik engeli aşmak için uygun bir yol bulamazsa,
yaşam süresini tümüyle kapsayan bir benlik duygusu geliştirmekte
güçlük çekecektir. Algılanan sürekliliği feda ederek, yaşlı, zayıf
ve ölümlü olma kimliğine atlanabilir; koşulların zorlaması (emeklilik,
hastalık vb.) ile yeterli bir psikolojik köprü kuramadan geçmiş ve
şimdi arasındaki engeli atlamak zorunda kalınabilir. Sonuç olarak, bireyin
kendini yaşlı olarak kabul etmesinden daha önemli olan nokta,
"süreklilik" duygusunun korunup korunmadığıdır.
Yaşamın zaten parlak olmayan ileri yıllarma toplumun daha karanlık
beklentiler eklemesinin altında yatan ilke "ödünleme ilkesi"
olabilir. Ödünleme ilkesine göre insanın payına düşen bir adalet olması
gerektiği kabul edilir. Örneğin, kötüler ödüllendiriliyor olsa bile,
yine de eşitlik ilkesine göre davranmak yeğ tutulur. Yaşlı ve ölümcül
olanın yitirdiğine karşılık birşeyler alabilmesi genel kuraldır. Sonsuzluk
inancı ödünleme ilkesinin sonuçlarından biridir. Sonsuzluk kavramının
işlevleri şöyle sıralanabilir: Ölenin ve kalanların ortak bir referans
çerçevesini paylaşmalarını sağlar; diğerlerinin, çevredekilerin
anksiyetesini azaltır; ölenin hakkını aldığı düşüncesiyle çevreyi rahatlatır;
gerileyici müdahale için pekiştirme sağlar ("Yapacak bir şey kalmamıştı!");
ölen ve ölüm yüzünden doğabilecek toplumsal kesintiyi
engeller ("Yas tutacak vakit yok, o şimdi çok daha mutlu!"). Ancak,
bu tür ödünlemenin gitgide azaldığı, ölüm sonrası yaşam düşüncesine
gitgide daha az yaşlının sarıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, psikoloğun
görevi kalıpyargılardan ve temelsiz ödünleme mucizelerinden
uzak durarak, yaşlı ve ölen bireye eğilmek olmalıdır.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:34 AM
2. Düşünce Olarak Ölüm
İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek ölümdür. Bu
gerçek varoluşun anlamının temelinde yer almaktadır. Ancak, ölüm
aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir; dolayısıyla,
ölümden kaçamayacağının farkına varabilen tek yaratık olan
insana varoluşsal bir anksiyete de yaşatmaktadır. May bu anksiyeteyi
şöyle tanımlamaktadır: "Varoluşunun yıkılabileceğinin, kendisini ve
dünyasını yitirebileceğinin, bir 'hiç' olabileceğinin farkına varan bireyin
öznel durumu...
Birey bu öznel durumu nasıl algılamakta, üzerinde nasıl düşünmektedir?
Ölüm kavramını oluşturmakta kullandığımız zihinsel işlemler
nelerdir? Kastenbaum ve Aisenberg (1976) bu konuda başvurduğumuz
temel mantığı şöyle açıklamaktadır: 1) "Ölmek", "ölü" gibi
kavramlar genellikle zihnimizin dışında ya da ötesinde yer alan olgulara
"dayanılarak" zihinde "kurulmuş" kavramlardır. Örneğin, Sokrates'i
ölü olarak "düşünürüm", ama önemli olan Sokrates'in "gerçekten"
ölü olmasıdır. 2) Ancak, biz "uzakta" ne olup bittiğini asla
"gerçekten" bilmeyiz. Hatta biz uzakta bir "uzakta" olduğunu da bilmeyiz.
Biz kendi psikolojik süreçlerimiz içinde ve aracılığıyla yaşarız.
Kişisel düşüncelerimiz ve duygularımız ile evrende olan herhangi bir
şey arasındaki ilişki her zaman bir kestirimden ibarettir. 3) Ölümle ilgili
kavramların çözümlemeye ve anlamaya elverişli özel bir varoluş
biçimine sahip olduğunu biliriz. Ölüm, kontrollü görgül araştırmalara
bile elverişlidir. Ölüm kavramları da "kavram"lardır. Bireydeki ölüm
kavramlarının gelişimini ve yapısını inceleyebiliriz. Bireyin kavramlar
bütünü içinde ölüm kavramının aldığı yeri öğrenebiliriz. Ölüm kavramı
ile anksiyete ve tevekkül gibi kapalı durumlar arasındaki ilişkiyi
keşfedebiliriz. Riske girme eylemleri ya da "yaşam" sigortası yaptırma
gibi açık davranışlarla ölüm kavrammın ilişkisini araştırabiliriz. Kültürleri
ve alt kültürleri, ölüm kavramları ve bunların toplumsal yapı ve
işleyişteki doğurguları açısından inceleyebiliriz. 4) Bu çözümleme
düzeyi son derece geçerlidir, çünkü kesinlikle psikolojinin alanı
içindedir. Kısacası, biz ölüme önce psikolojik bir kavram olarak
yaklaşıyoruz. Ölüm eğer çok daha fazlası değilse en azından psikolojik
bir kavramdır.
Kastenbaum ve Aisenberg (1976) ölüm kavramıyla ilgili genel
önermeleri şöyle sıralamaktadır:
(1) Ölüm kavramı her zaman görecelidir. Biz ölüm kavramının
göreceliğini gelişimsel düzeyde vurguluyoruz. Gelişim düzeyi mutlaka
bireyin kronolojik yaşı anlamına gelmez. Kronolojik yaşın bireyin
düşünme biçimini kestirmede önemli ipuçları verdiği kesindir; ancak
biz gelişim düzeyiyle Piaget ve diğerlerinin kastettiği yapısal anlam
açısından ilgileniyoruz.
(2) Ölüm kavramı son derece karmaşıktır. Çoğu zaman ölüm
kavramını bir-iki önermeyle dile getirmek yeterli olmamaktadır.
(3) Ölüm kavramları değişir. Bu önerme daha önce verilenlerle
açıklanmıştır. Bir insanın ölüm kavramını özel bir zaman noktasında
belirlediğimizde, bu betimlemenin o kişi için sonsuza dek değişmez
kalacağını bekleyemeyiz.
(4) Ölüm kavramlarının gelişimsel "amacı", karanlık, belirsiz
ya da hala oluşum halindedir. Büyüme eğrilerini başlangıç noktasından
doruğa kadar izlemek alışılmış bir yoldur. Örneğin, çocuğun
boyunun yetişkin boyu olan "amaca" ulaşıncaya kadar büyümesini
bekleriz. Ölüm anlayışlarının grafiğini aynı güvenle çizmek olanaklı
değildir. Bu sınırlılığın teknik nedenleri, ölüm anlayışlarının
ölçülmesindeki ve ilerleme ya da ilerlememeyi betimleyebilecek uygun
niceliksel birimler oluşturulmasındaki güçlüklere bağlıdır. Daha da önemli
olan sorun, yöntemle değil içerikle ilgilidir; en olgun ya da ideal ölüm
anlayışını neyin oluşturduğunu henüz bilmiyoruz. Kuşkusuz birtakım
kanılar var; ama bunlar sistemli kuram ya da araştırmalardan çıkarılmış
sonuçlar olmaktan çok, değer yargıları türündendir.
(5) Ölüm kavramları durumsal bağlamlardan etkilenir. Özel bir
anda ölümü nasıl kavramlaştırdığımız konusu birçok durumsal etkenle
etkilenmiştir. Odada, yanıbaşımızda ölmekte olan biri var mıdır? Ya
bir ceset? Durum yaşamımız için olası bir tehdit içermekte midir?
Yalnız mıyız, yoksa arkadaşlarımızla birlikte mi? Ay ışığı mı var,
yoksa geceyarısı karanlığı mı? Durum, seçici bir biçimde, bizde zihinsel
olarak var olan birçok ölüm türünden birini ortaya çıkarır.
(6) Ölüm kavramları davranışla ilişkilidir. Bir insanın eyleminin
onun ölüm anlayışıyla doğrudan ve olumlu biçimde ilişkili olduğu
düşünülebilir. Örneğin, ölümün ebedi mutluluğa geçiş olduğunu kabul
eden biri için intihar tutarlı bir davranıştır. Fakat aradaki ilişki nadiren
bu kadar basittir. Benzer ölüm anlayışları farklı davranışlara yol açabilir,
benzer davranışlar da farklı düşüncelerin ardından gelebilir. Ölümü
"ebedi mutluluk" sayan başka biri yaşamını sürdürmeyi seçebilir.
Bir başkası da ölümden sonraki yaşam düşüncesine kapılmadan intihar
edebilir. Bir insanın ölüm kavramı davranışını uzak ve karmaşık
yollardan etkileyebilir. Ölümle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen davranışlar
bile ölüm anlayışlarından etkilenebilir. Örneğin, uykusuzluk
ya da sevilen birinden ayrılmada duyulan panik bazen ölüm kavramıyla
ilişkili olabilir.
Uygulamada kavramlarla tutumlar arasında bir ayırım yapmak
çok güçtür. Ölümü kendimize nasıl açıkladığımız ya da yorumladığımız
konusu ile, ölüm karşısındaki tutumlarımız ya da yönelimlerimiz
konusu ayrı ayrı incelenebilir. Herhangi bir nesneyle tüm ilişkimiz
hem kavramsal hem de tutumsal öğeler içerir.
Başlangıçta en azından iki tür ölüm anlayışı ayırt edilebilir. Birincisi
"başkasının ölümü"dür. Bu düşünme biçimine inanmak için
haklı nedenler vardır: "Siz öldünüz" (ölüsünüz) kavramı "Ben öleceğim"
kavramından daha çabuk gelişir. "Siz ölüsünüz" önermesi aşağıda
belirtilen düşüncelerle ilişkilidir:
(1) Yoksunuz. Ama yok olmak ne demek? Burada gözlemcinin
referans çerçevesini değerlendirmemiz gerekmektedir. Küçük bir çocuk
için bu çerçeve büyük ölçüde algısaldır. Yok demek "burada ve
şimdi" olmamak demektir. Çocuk henüz zaman mesafesi ile mekan
mesafesi arasında tam bir ayırım yapabilecek durumda değildir. Başka
bir kcntte "uzakta" olmak yetişkinin referans çerçevesi açısından mekanda
var olmaktır; oysa çocuk o kişinin yokluğunu yaşar, çocuğun
algısal mekanında o kişi yoktur, dolayısıyla "yok"tur.
(2) Ben terkedildim. Bu durum hemen hemen önceki önermenin
karşılığıdır. Benim algısal referans çerçevemden çıkmanız benim
güvenlik duygumu etkiler. Anababa ya da başka önemli bir kişi olarak
siz çocuğun tanıdığı evrenin anlamlı bir yönünü oluşturmaktasınız;
çocuk olarak ben sadece "yokluğunuz"u değil, aynı zamanda "içimdeki
rahatsız duyguların varlığını" da farkederim.
(3) Sizin yokluğunuz ve benim terkedilme duygum genel ayrılma
duygusuna katkıda bulunur. Çok önemli ilişki ve destek kaynaklarından
biriyle yabancılaştım demektir. Bu ayrılık benim için fazlaca
kritik ise, sadece sizinle değil çevreyle de gittikçe artan bir kopukluk
yaşayabilirim. Sizden zorla ayrıldığım izlenimini de taşıyabilirim; bu
travma yokluk ve terkedilmenin soğukluğunu daha da yoğunlaştırabilir.
(4) Ayrılmanın sınırı yoktur. Küçük çocuk gelecek zaman ya da
genel olarak zaman kavramına yetişkinlerin geliştirdiği anlamda sahip
değildir. Kendi kendine "Anne gitti, ama beş gün sonra dönecek" diyemez;
kısa, uzun ve dönüşsüz ayrılıkları birbirinden ayıramaz, sonuçlarını
kestiremez, planlayamaz.
(5) Çocuğun tekrarlı psikobiyolojik ritmlere girmesi onun ayrılma
ve ölümle ilişkisini zorlaştırır. Henüz "nesnel" zaman dünyasına
tam olarak katılmamıştır, geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe standart
birimlerle uzanır. Çocuğun zamanı her sabah uyanmasıyla başlar;
acıkma, uyuma gibi içsel ritmler ve gece, gündüz gibi dışsal ritmler
onun zaman değerlendirmesini güçlü bir biçimde etkiler.
Zamanla kurulan bu ilişki çocuğun "başkasının ölümü" anlayışını
nasıl etkilemektedir? Önceki dört nokta çocuğun ayrılma karşısındaki
duyarlılığını ve yaralanabilirliğini vurgulamaktadır. Örneğin, çocuk
kısa süreli ayrılma ile uzun süreli ya da kesin ayrılma görünümü
arasında iyi bir ayrım yapamaz. Burada çelişik görünen bir etkeni de
eklemek gerekmektedir; şu iki nokta zihinde birleşmektedir: a) çocuğun
zaman yaşantısı döngüsel ritmlerle koşullanır ve, b) çocuk,
yetişkinlerin çocuğun "gerçekten" terkedilmediğini göstermek istedikleri
durumlarda yokluk, terkedilme ve ayrılma duygularını yaşamaya
yeteneklidir. Ayrılmanın sınırsızlığı ya da herhangi bir yaşantının
sonsuzluğu duygusu çocuğun yaşantısının dönemsel niteliğiyle
çelişkiye girer. Bu ilişkiyi dile getirmek biraz güçtür. Terkedildiğini
hisseden bir çocuk şimdiki yaşantısına gelecekte bir sınır çizme yollarına
sahip değildir. Gerçekte, bunca acı çekmesinin nedenlerinden
biri, bu kötü yaşantının kendi kendini sınırlayan bir varlığın belirtilerini
göstermemesidir. Bununla birlikte, çocuğun psikolojik durumu her
zaman bir geçiş durumudur; içinde yaşadığı çevre de geçiş durumundadır.
Çocuğun karnı acıkır ya da uykusu gelir, güneş de doğar ya da
batar. Döngüsel bir çevrede döngüsel bir yaratık olarak çocuk sabit bir
referans çerçevesini uzatmalı bir zaman dönemi boyunca elde tutamaz.
En değişmez ve sabit düşünce ve davranış örüntülerinde bile aralar
ve kesilmeler vardır. Başka bir deyişle, ayrılma yaşantısına sınır
koymadaki yeteneksizliğine karşın, çocuk güncel olarak sürekli bir
yaşantı yaşayamaz. İçsel durumdaki ve dış çevredeki dönemsel değişimler
çocuğun dikkatini başka yere çeker ve onu dinlendirir.
Dönemsel olma özelliği ile ayrılma yaşantısı karşısında yaralanabilir
olma özelliği arasındaki bağlantı böylece daha iyi anlaşılmaktadır.
Çocuk, bir çocuk olarak birinin geçici gidişini önemli bir ayrılma
biçiminde "yanlış yorumlayabilir". Bununla birlikte, aynı nedenle,
önemli bir ayrılmayı, hatta ölümü bile olduğundan daha az değerlendirebilir.
Döngüsel örüntüler, çocuğun, her sonun yeni bir başlangıcı
olduğunu ve her başlangıcın bir sonu olduğunu görmesini sağlamaktadır.
Önerme şimdi şöyle düzenlenebilir: Çocuk, önemsiz ayrılıkların
ölümü çağrıştıran etkilerinden gözlemci bir yetişkinin düşündüğünden
daha fazla yaralanabilir, önemli ayrılıkların etkilerinden ise yetişkinin
düşündüğünden daha fazla korunmuştur.
Bu önerme bireyin soyut bir kavramlar kümesi oluşturduğunu
göstermektedir: "Ben öleceğim" ifadesi aşağıdaki kavramlarla ilişkilidir:
(1) Ben, kendine ait bir yaşamı ve kişisel varoluşu olan bir bireyim.
(2) Ben, özelliklerinden biri ölümlülük olan bir varlık "sınıfı"na
mensubum.
(3) Ben, mantıksal tümdengelimin zihinsel sürecini kullanarak
kişisel ölümün "kesin" olduğu sonucuna ulaşırım.
(4) Ölümümün birçok "olası neden"i vardır ve bu nedenler pek
çok farklı biçimde bir araya gelebilirler. Özel bir nedenden sakınabilir
ya da kaçabilirsem de, "bütün nedenlerden kaçamam."
(5) Ölümüm "gelecekte" ortaya çıkacak. Gelecek derken henüz
geçmemiş bir yaşama zamanını kastediyorum.
(6) Ancak, ölümümün gelecekte "ne zaman" ortaya çıkacağını
bilmiyorum. Olay kesin, zaman belirsiz.
(7) Ölüm "sonul" bir olaydır. Yaşamım sona erecek. Bu demektir
ki, en azından bu dünyada bir insan olarak bir daha hiç yaşamayacağım,
düşünmeyeceğim, eylemde bulunmayacağım.
(8) Buna uygun olarak, ölüm benim dünyadan "en son ayrılmam" demektir.
Böylece, "Öleceğim" önermesi, benlik bilincini, mantıksal düşünce
işlemlerini, olasılık, zorunluluk, nedensellik, kişisel ve fiziksel
zaman, amaçlılık, ayrılma kavramlarını içermektedir. Aynı zamanda,
çok geniş bir uçurumun üzerinde bir köprü kurmayı da gerektirmektedir:
Yaşamda neler yaşandığı ile, bir ölüm kavramı oluşturma arasında.
Yine de, ölüm özde "yaşantısız"dır. Ölü bir insan, hayvan ya da
bitki görmek belki ölüm anlayışımıza katkıda bulunur, ama bu algılar
uçurum üzerinde köprü kurmaya yetmez. Ölüm önce "orada bir yerde"
bir "uyaran"dır. Ölümle ilgili bazı temel düşünceleri, genel zihinsel
gelişimimizin öze ilişkin, özünde bulunan bir bölümü olarak geliştiririz.
Sonra bu düşüncelerin ve sayıltıların kendileri ölüm uyaranını
oluştururlar. İnsanın ölümle ilişkisini araştırmada en büyük güçlük,
hem uyaranı hem de tepkiyi belirlemedeki yetersizliğimizden
kaynaklanmaktadır. Örneğin, ölüm korkusu konusundaki araştırmalarda,
ölüm korkusu yoğunluk açısından diğer bazı korkulardan hiç de farklı
olmadığı halde, ölüm nefret edilen bir uyaran olduğu için araştırmacılar
olumsuz bir tutumla işe koyuluyorlar. Asıl neden bütün korku
tepkilerinin temelinde yer alan varoluş tehdidinin burada daha doğrudan
olmasıdır (Kastenbaum ve Aisenberg, 1976).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:34 AM
3. Yaşam süresince ölüm yönelimleri
Herkes yaşam süresinin her noktasında ölümle ilişki içinde yaşar.
Bu bakış açısı yaşlılıktaki ölüm yönelimlerini anlamamıza katkıda bulunur.
Böylece yalnızca ölüm karşısındaki tutumlara ilişkin özel araştırmalara
değil, bilişe, zaman açısına, kişilerarası ilişkilere eğilen araştırmalara
da yer vermek olanaklı olmaktadır. Genel bilişsel düzey ve
üslup önemlidir; çünkü ölüm konusundaki düşünceler bireyin kendisini
ve dünyayı yorumlama yeteneğiyle ilişkilidir. Zaman boyutu önemlidir,
çünkü kişisel ölüm hep geleceğe ilişkindir; aynı zamanda, geçmişteki
kederler, ayrılıklar, diğer yitimler ve tehditler de geriye bakışın
konularını oluşturmaktadır. Ölüm yöneliminin kökleri ilk kişilerarası
yaşantılarda bulunabilir ve bu ilişkiler yaşam boyunca etkili olmayı
sürdürdüklerinden ölüm yönelimi (death orientation) açısıdan önemlidirler.
a. Bebeklik ve ilk çocukluk
Zihin gelişimi alanında yüzeysel bir yaklaşım bebek ve çocukların
ölüm konusunda hiçbir şey bilmedikleri sonucuna varabilir.
Çocuklar soyut kavramlar konusunda hiçbir şey bilmezler ve çoğu anababaların
ve öğretmenlerin beklentisi doğrultusunda da ölümü anlamazlar
ve anlamamalıdırlar. Yine de küçükler ölümün farkında olduklarına
ilişkin tepkiler vermişlerdir. Bu olgu dikkatle incelenirse zihin
gelişimi kuramına uygun düştüğü görülmektedir. Piaget'e göre zeka
biyolojik bir uyum işlevidir ve bu işlev ergenlikte birdenbire ortaya
çıkmaz. Bebek ve çocuk da yetişkinden farklı da olsa zeki davranışlar
sergiler. Zeki davranış her zaman yüksek düzeyde gelişmiş bilişsel
yapı sonucu değildir. Üstelik küçük insanın güçsüzlüğü onun tehlikeyi
sezme ve yardım isteme yeteneğini gerekli kılar. Koruyucu yetişkinin
yitirilmesi ölüm tehdidi gibidir. Varoluşu tehlikeye girdiğinde bebek
soyut zihinsel işlemler olmadan da çevresini algılayabilir. Hiçbir insan
ayrılma vc terkedilme tehdidini algılayamayacak kadar küçük değildir.
Buradaki önemli nokta, kavram-öncesi zeka etkinliği biçimlerinin
yaşamın çok erken dönemlerinde var olduğu ve en kritik konularından
birinin yaşamın korunması olduğudur. Piaget'in kuramında vurgu
"nesnenin sürekliliği ve korunumu" üzerindedir. Piaget'in bulguları
bunların ilk iki yıldan itibaren başladığını ve çevre etkileşimiyle gelişmeyi
sürdürdüğünü göstermektedir. İnsanlar ve diğer nesneler uzaydaki
konumlarını çocuğa göre sürekli değiştirirler. Çocuk, algı alanındaki
değişimleri izleyebilmek için değişim içindeki "değişmezlik"
bilincini elde etmek zorundadır. Nesnenin sürekliliği ve korunumu
özelliğinin gelişimi büyüyen bireyin gerçekliği nasıl kurduğunu
açıklamaktadır. Nesne korunumunu elde edemeyen çocuk tek parçalı
ya da kaotik bir gerçekliğe takılıp kalacaktır. Ancak çocuk, değişim,
yok olma gibi olguları anlamadan nesne korunumunun da pek anlamı
olmayacaktır. Değişmezlik kavramının temelinde değişim vardır. İlk
yıllarda zihinsel etkinlik henüz ayrışmamıştır, global'dır. İkinci yaşta
örneğin zaman, süreklilik ve ölüm gibi soyut kavramlar oldukça uzaktır,
ama çocuk bunlara ilişkin deneyimleri şimdiden işleme koymaya
başlamıştır. "Gitti", "uzun süreli gitti", "ebediyen gitti" (ya da "öldü")
düşünceleri henüz ayrıştırılmamıştır; dolayısıyla her ortadan yitme
değişim, ayrılma ya da yitirme (kavramöncesi biçimde), "ölü" ve
"öldü" kavramları kategorisine kaydedilecektir. Bu "nesnenin ölümü"
olarak adlandırılabilir ve çocuğun olgun zihinsel işleyişe doğru
ilerlemesinde en önemli öncül kavramları (protoconcepts) oluşturur.
"Nesnenin ölümü" ile "benliğin ölümü" arasındaki farkın elde edilebilmesi
için daha fazla zihinsel olgunlaşmaya ve deneyime gerek vardır. Çocuk
hala en yakın çevresine bağımlıdır. Zihinsel işlemlerle kestirilebilir
ve tutarlı bir dünya kurmak için, kestirilemezi ve tutarsızı tanıma
ve ayrıştırma yeteneğine gereksinme vardır.
Çok küçük çocukların ölümle ilişkili yönelimlerini gözlemlemede
çok geniş olanaklar vardır, ancak daha büyük çocuklar ve yetişkinler
için kullanılan yöntembilimi kullanmak olanaksızdır. Oyun
durumunda gerçekleştirilen doğal gözlem küçük deneylerle desteklendiğinde
çok yararlı olabilir.
Bowlby küçük çocukluktaki yitirmelerin psikososyal sonuçlarını
dikkatle izlemiştir. 12 aylık çocuklara ilişkin gözlemler, çocukların
yabancıların yanındayken yitik anneyi bulmak için belirgin bir çaba
gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Önce "protesto" ve bulmak için
"acil çaba" vardır. Çocuk günlerce yüksek sesle ağlamakta ve yiten
annesi olabilecek her şeye ve her sese doğru kendini atmaktadır.
Umutsuzluk ve umutla arama arasındaki gidip gelmeler bir hafta
sürmekte, ama sonunda çaresizlik yerleşmektedir. Annenin dönmesi
isteği ortadan kalkmaz, ama bunun gerçekleşmesi umudu yitirilir. Sonunda
bu istek de ortadan kalkar ve çocuk sonsuz bir acı içinde içine
dönük ve apatik bir görünüm kazanır.
Bu tepki örüntüsü yakınlarının yasını ya da başka acı yitimleri
yaşamış olan kişilerde de gözlemlenebilir. Bu görünüme kurumlardaki
geriyatrik hastalarda da rastlanır. Bowlby'nin diğer gözlemleri çocukluktaki
keder tepkisinin uzun süreli olabileceği doğrultusundadır.
Anne figürünü yitiren küçük çocuk, bellek sınırlarına ilişkin bütün
sayıltılara karşın, son derece sürekli bir duygu ve davranış göstermektedir.
Çok küçük çocuklarda kederin sürekliliğini açıkça gösteren
sözel olmayan davranışlar gözlemlenmektedir. Terapistler küçük çocukların
ölümle ilişkili oyunlarını izlemişlerdir. Bu gözlemler iki
yaşındaki çocuğun ölüm konusunda bir şeyler bildiğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca gözlemler ölümle ilişkili yaşantıların çocuğun tüm
gelişimini etkileyebileceğini de göstermektedir. Yetişkinlerin çocukluk
anıları incelendiğinde ölümle ilişkili çok belirgin yaşantılar bulunmaktadır.
Stanley Hall'a göre, çocuk olayı yaşadığı sırada duygularını
dile getirecek sözel yeteneğe sahip olmadığı için acısını uzun yıllar
taşımaktadır. Sonuç olarak, gözlemler ve anı incelemeleri, çok küçük
çocukların ölümle ilişkili yaşantıları kaydettiklerini ve bu yaşantıların
bireyin tüm yaşam yöneliminin bir parçası haline geldiğini göstermektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:34 AM
b. İleri çocukluk ve ergenlik
İlk çalışmalar (1940'larda) ölüm kavramlarının yetişkin düzeyine
ulaşmadan iki ön evreden geçtiğini ortaya koymaktadır. Okul
öncesi yıllarda çocuklar ölümü, yaşamın durmasını değil azalmasını
içeren geçici bir durum olarak algılarlar ("Ölü insanlar acıkmazlar,
belki biraz..."). Bunu izleyen ara evrede çocuk ölümü bir son olarak
algılar, ama ölümü yine de evrensel ve kaçınılmaz olarak görmez. On
yaş dolaylarında çocuk, yalnızca ölümün bir son olduğunu anlamakla
kalmaz, kendisi de içinde olmak üzere her canlı yaratığın değişmez
yazgısı olduğunu kavrar. Ölümü kavramlaştırma düzeyinin yaştan çok
genel zihinsel olgunlaşma düzeyine sıkıca bağlı olduğu ortaya konmuştur.
Sürekli hastalığı olan çocukların gözlemlenmesi, yaşam deneyimlerinin
yaş ve gelişim düzeyinden daha etkili olduğunu göstermiştir.
Kimi hasta çocuklarda ölüm kavramı daha sistemli bir biçimde
gelişmektedir. Genel olarak zihin gelişimi ve özel olarak ölüm kavramı
gelişimi araştırmaları dikkate alındığında, ölümün son, kaçınılmaz
ve tamamlayıcı olduğu gerçeğinin bunları anlamayacak kadar
küçük olanlar tarafından bile kavrandığı görülmektedir. Bu çocuklar,
kendi durumlarının değişiminden, anababa, doktor ve hemşirelerin
tepkilerinden ve tepkisizliklerinden öğreniyorlar her şeyi. Ama en
önemlisi, kötü durumunu gözlemledikleri diğer hasta çocukların
yaşantılarından öğrendikleridir. Yaşa bakılmaksızın bu çocuklar için
ölüm ve ölme, yoksun bırakan, ayrılma ve kimlik yitimi getiren yaşantılardır.
Ölüm bu çocuklar için hastalık ve yaşam döngüsünün bir parçasıdır.
Sürekli hasta çocukların zaman akışı onların kaçınılmaz ölüm bilgilerini
de yansıtır. Hastalık ilerledikçe gelecek konusunda konuşma
da belirgin biçimde azalır. Gelecek yakın bir tatil ya da yakın bir olayla
sınırlıdır; çocuk bu olayları hızlandırmak için çaba harcar. Daha
önceki uzun vadeli plan ve amaçlardan. örneğin büyüyünce ne olacağından
hiç söz edilmez. Yetişkinler zamana bakıştaki bu gerçekçi
değişim karşısında zor duruma düşerler. Geleceğin bir biçimi olarak
ölümden sonraki yaşam umutsuz hasta çocukların konuşmalarında yer
almaz. Yaşlı ve hasta yetişkinlerde görülen "ödünleme ilkesi"ne çocuklarla
yapılan araştırmalarda rastlanmamıştır; çocuklar her türlü
mutluluğun ya da doyumun çabuk gelmesi gerektiği düşüncesini ortaya
koymuşlardır.
Ölüm olasılığı ile bir bireyin gelecek görüşü arasında algılanan
ilişki, çoğu zaman, yaşlılar açısından ya da hiç olmazsa yaşamı
gözden geçirmesi ve ölümlüğünü kabul edebilmesi için yeterince ömrü
olanlar açısından tartışılmıştır. Yaşamsüresi boyunca zaman kavramı
konusunda bilinenler, gelecek kavramı ile ölüm kavramının en
azından orta çocukluk yıllarından itibaren birbirini etkilediğini ortaya
koymaktadır (Kastenbaum, 1983). Her bireyin, ileri yaşa ulaşmadan
ya da ölüm olasılığıyla karşılaşmadan önce, gelecek ve ölüm kavramlarını
oluşturduğu kişisel bir geçmişi vardır.
Çocuklar ölüme ilişkin düşünce ve duygularını kısmen kişilerarası
ilişkileri içinde oluşturmaktadırlar. Masters'in gözden geçirdiği
yeni araştırmalar, bilişselliğin kişisel olgunlaşma bağlamında olduğu
kadar toplumsal bağlamda da geliştiğini ortaya koymuştur. Bilişsel ve
toplumsal gelişim konusundaki genel bilgilerimiz ölüme ilişkin düşüncelerin
rolü dikkate alınmadıkça tamamlanmış olmayacaktır: aynı
şekilde, ölüm düşüncesinin yaşam süresince gelişimine ilişkin bilgimiz
daha geniş psikososyal olgunlaşma bağlamına yerleştirilmedikçe
eksik kalacaktır. Yetişkinlikteki ve yaşlılıktaki ölüm düşüncelerinin
anlaşılması bireyin kişilerarası bağlamı dikkate alınırsa kolaylaşabilir
ve zenginleşebilir. Örneğin, ölümle ilgili yaşantılar kiminle paylaşılıyor,
birey başkalarının tepkisinden ya da tepkisizliğinden nasıl etkileniyor
sorularının yanıtları aranmalıdır.
Ergenlik araştırmaları ergenlik dönemini pek çok boyutlarıyla ele
aldığı halde, ergenlikteki ölüm kavramını genellikle ihmal etmiştir.
Ergenlik psikolojisi alanında otorite sayılan yazarlar "ölüm", "ölmek",
"ölümlülük" konusuna hiç yer vermemişlerdir. Ölümün yaşlılığa özgü
olduğu kalıpyargısı ergenlik araştırmalarını da etkilemiş görünmektedir.
Araştırmalar ölüm korkusunun ergenlikte en üst düzeyde olduğu
görüşünü doğrulamamaktadır. Ölüm korkusunun, toplumsal destek,
zihinsel olgunluk, bireysel deneyimler gibi başka değişkenlerden etkilendiği
söylenebilir. Ayrıca, ergenlikte gerçek ölüm, ölüm duygusundan
ve düşüncesinden çok daha belirgindir. Amerika Birleşik Devletleri'nde
bütün nedenlerle ölme oranı ergenler ve genç yetişkinler arasında
gitgide artmaktadır. İntihar ve kendini mahvetmenin dolaylı biçimleri
gitgide daha fazla sorun olmaktadır. İntiharı yaşam süresi boyunca
inceleyen Maris (1981), insanların ergenlik gibi geçiş dönemlerinde
daha duyarlı ve yaralanabilir olduklarını belirtmektedir. Henüz
bu savı destekleyen yeterli veri olmamakla birlikte, Maris, yetişkinlik
eşiğindeki ergenin ve yaşlılık eşiğindeki yetişkinin intihar potansiyeline
dikkati çekmektedir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:34 AM
c. Yetişkinlik ve yaşlılık
Kuramsal açıdan, ölüm karşısındaki nesnel ve kişisel yönelimler
arasındaki uygunluk derecesine bakılabilir. Bu uygunluk derece derece
mi, yoksa ansızın mı ortaya çıkar (örneğin, özel yaşam deneyimlerine
tepki olarak); başka bir deyişle, daha uygun bir bunalım modeli
mi, yoksa henüz belirlenmemiş bir değişim süreci mi söz konusudur.
Ölümle ilişkilerin değişmesi, zorunlu olarak, bireyin yeni bir kendi
üzerinde düşünme süreci başlatmasına yol açar. Ancak, zaman boyutu
birey yakalandıkça ya da ölüme yaklaştıkça mutlaka kısalıyor değildir.
Yaşlı kişinin gelecek duygusu, kronolojik yaş ya da ölümden olası
uzaklık gibi boş değişkenlerden çok, bireyin çevre üzerindeki denetim
algısına bağlıdır. Ayrıca bireysel farklılıkları da dikkate almak
gerekmektedir. Kimi insanlar yaşam ve ölüm korkularıyla çok erken yaşlardan
itibaren ilgilenirler, kimileri de ileri yaşlara ölüme fazla kafa yormadan
girerler. Bu alanda toplumsal istek ve beklenti değişkenleri
önemli bir etkendir. Yaşlıların çoğu yaşam ve ölüm konusunda bilgece
ve şatafatlı şeyler söylemelerinin beklendiğini bilirler; bazıları
gerçekten bu konuları düşünürken, bazıları da yalnızca beklentiye
boyun eğerler. Yetişkinlerin ölüm yönelimleri konusunda sözlü anlatımlar
kadar pratik kararlar da bilgi verebilir. Bir insan bir vasiyet
hazırlamış mı ve bunu değişen koşullara göre düzeltiyor mu? Yaşamını
uzatmak için yeme içme alışkanlıklarını değiştiriyor mu? Tehdit
edici belirtilere karşın sigara içmeyi sürdürüyor mu? Ciddi biçimde
hasta olan arkadaşlarını ziyaret ediyor mu, bundan kaçınıyor mu?
Ölüm ilanlarına bakıyor mu, bakmaktan kaçınıyor mu?
Bilişsel uyumsuzluk kuramı bu konuda yararlı olabilir. Yaşlanan
birey ölümle ilişkili etkenleri dikkate aldıkça gerçeklik ile bilişsel
tasarım arasında daha fazla uygunluk ortaya çıkar. Ancak, ölümle ilişkili
düşüncelerin kendisi yerleşik tutumlarla çatışarak uygunsuzluk yaratabilir.
Gerçekliğin baskısından kaçarak yüreğimizin derinliklerinde
genç ve ölümsüz mü kalmalıyız, yoksa ölümün düşüncemizde daha
geniş bir yer almasına izin mi vermeliyiz? Bireyin ölüm bilgisini zihinsel
yaşamında gözden geçirmenin hem yararı hem da zararı vardır
ve bu alanda kulladığımız stratejiler bizi her yaşta etkileyen her
şeyden etkilenmektedir (zihinsel olgunluk düzeyi, kişilerarası destek,
stres, sağlık gibi).
Ölüm karşısındaki yönelimleri yalnızca kronolojik yaştan kestirme
yolu pek verimli olmamaktadır. Ölümle ilgili düşünceleri diğer
değişkenlere bağlı olarak açıklama girişimi de karışık sonuçlar vermektedir.
Araştırmalarda kullanılan tekniklerin sınırlılıklarını dikkate
almak gerekmektedir. Aslında, ölüm korkusunu ve düşüncesini ortaya
çıkarmak için kullanılan tekniklerin neyi ölçtüğü hep tartışma konusu
olmuştur. Yetişkinlikteki ölüm tutumlarını açıklamaya çalışan kuramlar
genellikle deneysel bulgularla desteklenememiştir. Bu konuda o
kadar çok yöntembilim sorunu vardır ki, başarısızlık ne yalnızca kavramlara,
ne de işlemlere bağlanabilir. Akademik türden ölüm araştırmalarının
birtakım güçlükleri sürüp giderken, klinik ve diğer uygulamalı
araştırmalar yararlı olmaktadır. Araştırmacılar 25-90 yaşları arasındaki
bin erkeği inceleyerek, her yaş düzeyinde yüksek, orta ve
düşük düzeyde anksiyete bulmuşlardır. Yüksek anksiyeteli genç ve
orta yaşlı erkekler doktorların teşhis edebildiğinden daha fazla hastalık
bildirmişlerdir. Yüksek anksiyeteli yaşlı erkekler ise hastalıklarını
azaltarak belirtmişlerdir. O halde kimler sağlıklarını doğru olarak
bildirmektedir? Büyük olasılıkla yüksek anksiyeteli olmayan "iyi
uyum sağlamış" yaşlılar... Anksiyeteli yaşlı erkekler yaşama yönelik
güncel bir tehditten (hastalık) korunmak istemişler, buna karşılık
anksiyeteli genç erkekler yaşamlarının tehlike içinde olduğuna gerçekten
inanmadıkları için semptomlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu gözlemin
pratik sonuçları açıktır: Hastanın anksiyete düzeyi ve bununla
başaçıkma biçimi klinik değerlendirmeye katılmalı ve yaşlıların sağlıkla
ilgili bildirileri dikkatle ele alınmalıdır.
Araştırmacılar, yüksek ölüm anksiyetesi bildiren yaşlı kadınların
zaman karşısında mülkiyetçi olduklarını ve zamanın çabuk geçmesini
istemediklerini buldular. Bu bulgu bireyin zamanın güçlükle geçişine
ilişkin algı örüntüsüyle açıklanabilir. Bu konunun araştırılmasında
yalnızca sözel tepkilerin derlenmesinin yeterli olmadığını, doğal durumlarda
yapılmış dikkatli gözlemlere gerek olduğunu bir kez daha
belirtmekte yarar var.
Yetişkinlerin ölüm karşısındaki yönelimleri sözel tepkilerle tam
olarak anlaşılamadığına göre, belki sözel olmayan davranışların en
aşırısı olan intihar aydınlatıcı olabilir. Yaşama karşı ölümü seçmek
çocukluktan yaşlılığa kadar her düzeyde ortaya çıkan bir olgudur.
Amerika Birleşik Devletleri'nde intihar konusunda cinsiyet farklılığı
olduğu, erkek intiharlarının kadınlarınkinden üç kat fazla olduğu dikkati
çekmektedir. Üstelik erkekler daha şiddetli ve etkin yöntemler
kullanmaktadırlar (kadınlar tipik olarak ilaç kullanmayı, erkekler ise
ateşli silahları, damar kesmeyi, yüksekten atlamayı seçiyorlar). İntihar
olayları kronolojik yaşa bağlı olarak çocukluktan genç yetişkinliğe
doğru artmaktadır. Kadınların intiharı 40 yaşlarının ortalarına kadar
artmayı sürdürmekte, 80 yaşlarının ortalarında düşmektedir. Erkek intiharı
25-40 yaşlarında biraz durmakta -yine kadınlardan fazla-, sonra
80'lere doğru yeniden yükselmektedir. 20'inci yüzyılda intiharların artış
gösterdiği gerçeğini de dikkate almamız gerekiyor.
Murphy, intiharın evli olmamak, az arkadaşı olmak, ölümden
sonraki yaşama inanmamak, depresyona girmek gibi özelliklerle ilgili
olduğunu ileri sürmektedir. Yaşlanmayı korkunç bir şey olarak algılayan
ve yaşlılıktaki rol beklentileri olumsuz olanlarda intihar daha
fazla olmaktadır. Boldt, intiharın sorunlara çözüm olarak kabul edilmesinde
zaman ve kuşak farklılıklarını soruşturduğu araştırmasında,
genç kuşağın yaşlılara göre intihara karşı daha kabul edici bir tutum
gösterdiğini, daha da ilginci, gençlerin ölüme karşı da daha kabul edici
olduklarını buldu. Genç kuşağın intihar ve ölüm karşısındaki kabul
edici tutumları ile gençlerin artan intihar oranları arasında nedensel bir
ilişki olduğunu kabul etmek acele etmek olur; ama yine de Boldt'un
bulguları olası bölük etkisini (cohort enfluence) vurgulaması açısından
önemlidir. Boldt'a göre ölümü ceza olarak görmek ya da olumlu
olarak değerlendirmek intiharı destekleyici ya da engelleyici bir etken
olabilmektedir. Yaşlıların da intihar karşısında gençliklerindekine göre
daha hoşgörülü oldukları, ölümün bir ceza olduğu görüşünü zamanla
değiştirdikleri görülmektedir. Başka araştırmalar da, kurumlardaki
ve hastanelerdeki yaşlılarda çevre kısıtlamaları ile kendine zarar verme
eğilimi arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Bu bulgulara göre
kurumlardaki yaşlılar yaşamlarına son vermeyi sık sık düşünmektedirler.
Sonuçlanmış intihar girişimlerinin kendine zarar verme olaylarından
daha az olduğu görülmektedir. Özellikle orta ve ileri yaşlarda
artan bağımlılık korkusu ve umutsuz hastalık intiharların kaynağını
oluşturmaktadır (Birren ve Warner Schaie, 1985).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:34 AM
4. Ölme Süreci
"Ölüm" sözcüğü hem bir olayı -ölme olayını-, hem de bu olayın
sonucunu gösterir. Klinik ölüm ile biyolojik ölümü birbirinden ayırmak
çok güçtür. Klinik ölüm yaşamsal (vital) belirtilerin yok olmasıyla
tanımlanır; fakat yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasından sonra
bazı biyolojik yapılar işlevini sürdürmektedir. Başka bir deyişle, biyolojik
ölüm bedenin farklı yapılarına göre değişiklik göstermektedir.
Ölme süreci normal olarak birtakım evrelerden geçmektedir. E.
Kübler-Ross (1969) ölmekte olan 200'den fazla hastayla yaptığı görüşmelere
dayanarak ölme sürecinin evrelerini saptamıştır. Kübler-Ross'a
göre, eğer ölüm aniden olmamışsa ve ölmekte olan kişi ne olup
bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir.
(a) Yadsıma ve yalıtma. Birinci evrede kişi ölümün yakın olduğunu
yadsımaktadır. İlk tepki "Hayır, ben değil, doğru olamaz!" biçiminde
ortaya çıkmaktadır. Kimi hastalar bir yanlış yapıldığını
(örneğin tıbbi testlerin başkasınınkiyle karıştırıldığını) ileri sürmektedir,
kimileri daha olumlu bir tanı için başka doktorlara gitmektedir. Bu
yadsıma tepkisi beklenmeyen haberin şokuyla başaçıkmada sağlıklı
bir yol olarak görülebilir. Yadsıma kısa vadede tampon işlevi görmekte,
hastanın uzun vadede daha köklü savunmalar geliştirmesine olanak
sağlamaktadır. 200 denekten sadece 3'ü yadsıma tutumunu sonuna kadar
götürmüştür; çoğu, yadsımanın tampon olma işlevi bittikten sonra
onun yerine "kısmi kabul" tutumunu geçirmiştir.
(b) Öfke. İkinci tepki "Neden ben?" biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Odak duygu öfke, haset ve küskünlüktür. Aile için bu öfkeyle
başaçıkmak, hastanın bakış açısını anlamak çok zordur. Öfkeli kişinin
mesajı belki şudur: "Ben yaşıyorum, bunu unutmayın! Sesimi duyabilirsiniz.
Henüz ölmüş değilim..."
(c) Pazarlrk. Bu evrede Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla
pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır. Bu evre de hasta
için kısa vadede yardımcı bir evredir. Pazarlık örnekleri diğer evreler
kadar açık seçik değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başaçıkmaya
kalkışmamaktadır.
(d) Depresyon. Bu evrede kişi artık ölmekte olduğunu yadsıyamaz,
öfkenin yerini depresyon alır. Kübler-Ross "hazırlayıcı" depresyon
ile "tepkici" depresyonu birbirinden ayırmaktadır. Hazırlayıcı
depresyon, dünyanın şeylerinden vazgeçmeyi ve dünyadan sonul ayrılışı
içeren "hazırlayıcı hüzün"le ilişkilidir. Hasta sevdiği her şeyi ve
herkesi bırakma sürecine girmiştir. Bir depresyon türünde hasta sessizdir;
sessiz jestler, karşılıklı duygu ve sevecenlik anlatımları hastaya
yardımcı olabilir. Buna karşılık tepkici depresyonda kişi bazı müdahaleler
gerektirebilir, destekler isteyebilir.
(e) Kabul etme. Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır.
Bu evrede hasta yaklaşan sonunu derin derin düşünmektedir. Bu evre
hemen hemen bir duygu boşluğuyla belirlenir.
Kübler-Ross bu evrelerde "umut"u önemli ve sürekli bir etken
olarak görmektedir. Yeni bir ilaç, bir araştırmada son dakikada bir başarı,
yeni bir tedavi yöntemi gibi düşünceler hastanın son aylarına ve
haftalarına kadar koruduğu düşüncelerdir. Bu umut sadece iyileşme
umudu değildir, aynı zamanda ölümü kabul ederek ölme umududur.
Bu umut, hem ölümü hem de ölüm kederini daha insancıl ve anlamlı
kılmaktadır.
Psikiyatrist Kübler-Ross ölüm evreleri kuramını ağır derecede
hasta kişilerle yaptığı görüşmelerle geliştirmiştir. Bugün geçerliliği
kalmamakla birlikte, bu kuram, başka araştırmacıları ölmenin psikolojisi
üzerinde çalışmaya sevketmesi bakımından yararlı olmuştur. Kastenbaum
(1975), Kübler-Ross'un kuramının ölme sürecinin çok önemli
bazı yönlerini ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Kişilik, cinsiyet,
gelişim düzeyi, ölüm ortamı gibi etkenleri mutlaka dikkate almak
gerekmektedir. Kastenbaum'a göre Kübler-Ross'un evreleri ölme deneyiminin
çok dar ve öznel yorumlarıdır. Bu evreler abartılmış ve bireyin
önceki yaşamından ve şimdiki koşularından yalıtılmış biçimde betimlenmiştir.
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:34 AM
5. Ölümü Karşılama
Herkes ölümü ve ölmeyi kabul etmek zorundadır; ölümü gerçekçi
bir biçimde kabul etmek kişinin duygusal olgunlaşmasının belirtisidir.
Ancak, insanların ölüm karşısındaki bilinç düzeylerinin bireyden
bireye farklılık göstereceği de açıktır. Duk Üniversitesi araştırmacıları
60-94 yaşları arasındaki 140 yaşlıyı incelediler. Yaşlıların % 5'i
ölümü hiçbir zaman düşünmediğini, % 25'i haftada bir kezden daha az
düşündüğünü, % 20'si ölümün haftada bir kez aklına geldiğini, % 49'u
ölümü en azından günde bir kez anımsadığını belirtiyordu. Aynı araştırmada
yaşlı kişilerin ölüme farklı anlamlar yüklediği de bulunmuştur.
Kimileri ölümü bedensel yaşamın sona ermesi ve yeni bir yaşama,
başka bir dünyaya geçiş olarak görmektedir. Kimileri daha önce ölmüş
sevilen bir kişiyle yeniden birleşme inancını dile getirmektedir.
Her iki grup için de ölüm daha iyi bir varoluş durumuna geçiştir. Ölümün
bir ceza olduğunu doğrudan dile getirenler çok azdır. Ölümü bir
"son" olarak görenler de vardır.
Kişi için ölümün anlamı, hem kişisel hem sosyo-kültürel pek çok
belirleyiciye bağlıdır. "Ölümün anlamı" ölüm olayının yaşanmasına
bağlı değildir; ölüm olgusu karşısındaki duygulara ve yorumlara bağlıdır.
Duke Üniversitesi araştırmasında deneklerden aşağıdaki cümleleri
tamamlamaları istenmiştir:
- Bir insan öldüğü zaman ...
- Ölüm ... dir.
- Öldüğüm zaman ben ...
Yanıtlar aşağıda gösterilen kategorilerde toplanmaktadır:
(a) Yaşamın sürmesi ya da kesilmesi. Açıklamaların çoğu dinsel
inançları ortaya koymaktadır. Örneğin, "Ölüm bu dünyadan bir
başka dünyaya geçiştir" ya da "öldüğüm zaman ruhumun sürüp gideceğini
düşünüyorum" gibi. Bu açıklamalara göre yaşamın sonu öbür
dünyaya atlama tahtasıdır. Bir başka yorum da, ölen kişinin başkalarında
yaşaması biçimindedir: "Ölen bir insan kalanların düşüncesinde
ve gönlünde yaşamayı sürdürür." Buna karşılık kimileri de
ölümü, kişiliğin sona ermesi olarak düşünmektedirler.
(b) Düşman olarak ölüm. Ölüm yaşamı ve ilişkileri kesen, bozan,
sona erdiren bir düşman olarak görülmektedir. Örnek: "Ölüm zalim
bir efendidir". Yanıtların çoğu bağımlılık, güçsüzlük korkusunu ya
da ölüm edimine bağlanan acı ve eziyet çekme duygusunu dile getirmektedir.
(c) Birleşme ya da ayrı düşme. Çokları ölümü daha önce ayrılınan
birine kavuşma olarak görmekte, kimileri de sevilen birinden
ayrılma gibi hissetmektedir.
(d) Ödül ya da ceza. Çoğu kişi ölümü daha iyi bir varoluş durumuna
geçiş olarak görmektedir. Örnek: "Tanrının mutluluklarına kavuşmaya
gideceğim." Bu aslında dinsel inançlara bağlı bir düşüncedir.
Ölümün ceza anlamına geldiği genellikle pek az dile getirilmiştir
(Jeffers ve Verwoerdt, 1969).
Araştırmacıların çoğu yaşlı kişilerin çok az bir bölümünün -sadece
% 30- ölüm korkusu bildirdikleri konusunda görüş birliği içindedir.
Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nün araştırmasında sağlıklı yaşlı
kişilerde ölüm korkusu % 30 oranında bulunmuştur. Araştırmacıların,
yaşları 49-92 arasındaki 200 denek üzerinde uyguladıkları cümle tamamlama
testine göre, ölüm korkusu genel nüfusta yaşlı kişilerde
olduğundan daha yaygındır. Duke Üniversitesi'nde yapılan başka bir
araştırmada "Ölümden korkuyor musunuz?" sorusuna yaşlı deneklerin
sadece % 10'u olumlu yanıt verdiler; deneklerin % 35'i korktuğunu
reddetti, % 55'i ambivalandı ve soruyu yanıtlamakta tereddüt etti. Bu
bulgular ölüm korkusu sorununun yaşlı kişilerde bulunmadığı anlamına
gelmemektedir. Duke Üniversitesi araştırmasında bir denek
şöyle demektedir: "Hayır, ölümden korkmuyorum, bu bana son derece
normal bir süreç olarak görünüyor. Ama ölüm geldiğinde neler hissedeceğinizi
asla bilemezsiniz. Belki paniğe kapılabilirim." Bengston,
Cuellar ve Ragan genç insanların 65 yaş ve üstündekilerden daha fazla
ölüm korkusu yaşadıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar acı verici, ayrılık
yaratıcı hastalıklardan daha fazla korkmaktadırlar.
Hinton hastanede ölen kişilerden dörtte birinin yüksek bir kabul
gösterdiğini söylemektedir; fakat hastalık ve hastahane koşulları bunda
önemli bir rol oynamaktadır. Hastaların yaklaşık yarısı yaşamının
sona ermekte olduğunu kabul etmekte (daha çok yaşlı kişiler), dörtte
biri acı çektiğini bildirmekte, diğer dörtte biri ise pek az şey
söylemektedir. Weisman ve Kastenbaum (1968) sadece pek az yaşlı kişinin
ölüm korkusundan söz ettiğini, ölüm korkusunun daha çok akut duygusal
ya da psikiyatrik bozukluk çeken yaşlılarda bulunduğunu belirtmektedir.
Yaşlı kişiler ölüm karşısında tek biçimli bir örüntü değil,
çok çeşitli yönelimler göstermektedirler.
Robert N. Butler'in (1971) "yaşamı yeniden gözden geçirme"
adını verdiği süreç genellikle sessizce gerçekleştirilmekte ve kişiliğin
yeniden örgütlenmesinde olumlu bir güç yaratmaktadır. Ancak bu bazı
durumlarda patolojik düzeyde yoğun bir suçluluk, umutsuzluk ve
depresyonun anlatımı da olabilmektedir. Bir insanın yaşamını yeniden
gözden geçirmesi değişik türden bunalımlara tepki olabilir (örneğin,
emeklilik, eşin ölümü, kendi ölümünün yakınlığı gibi). Butler'e göre
yaşamın yeniden gözden geçirilmesi, bir bireyin ölüme uyumu, yaşamın
sonuna doğru kişilik gelişiminin sürekliliği açılarından çok önemlidir.
Çeşitli araştırmalar ölümden önce sistemli psikolojik değişimlerin
ortaya çıktığını bildirmektedir. Bu değişimler fiziksel hastalıkların
basit bir sonucu değildir. Ciddi biçimde hasta olan ve sonra iyileşen
kişiler aynı değişimleri göstermemektedir. Lieberman ve Coplan,
ölümlerinden bir yıl ya da daha az süre önce incelenen bireylerin,
ölümden üç yıl ya da daha fazla uzak olanlara oranla daha zayıf zihinsel
başarı, daha az içgözlem eğilimi, kişilik testlerinde daha az saldırgan
ve daha fazla uysal benlik imgesi gösterdiklerini bildirmektedir.
Bir yıl içinde ölenlerin birkaç yıl sonra ölenlere oranla zeka ölçümlerinde
düşüş gösterdikleri de bulunmuştur. Psikomotor başarı
testleri, depresyon ölçekleri ve sağlık bildirimleri önceden kestirim
sağlayabilmekte ve doktorları gelecekteki bozukluklar konusunda
uyarabilmektedir.
Sosyolog Robert Blauner, modern toplumların bürokratik düzenlemelerle
ölüm olayını denetim altına aldıklarını belirtmektedir. Amerika'da
daha birkaç kuşak önce insanlar evlerinde ölüyorlardı; bugün
yaşlılar yurdu ve hastaneler ileri derecede hasta olanlarla ilgilenmekte
ve ölüm bunalımlarıyla uğraşmakta, cenaze evleri de toprağa verme
işini üstlenmektedir. Birçok insan için gitgide daha yabancı bir yaşantı
olduğundan ölümle nasıl başa çıkılacağı da gitgide daha az öğrenilmektedir.
Ne ölmekte olan kişi, ne de ailesi ve arkadaşları ölüm yaşantısıyla
uğraşmayı sağlayacak anlayış ve bilgiye sahiptirler.
Amerika Birleşik Devletler'inde, ölen kişilerin % 70'inin son
yıllarını bakımevinde ya da hastanede, çoğu zaman acı içinde ve yalnız
olarak geçirdiği saptanmaktadır. "Onuruyla Ölme" hareketinin savunucuları
"saldırgan" tıbbi bakımın -yaşamın ne pahasına olursa olsun
korunmasının- insanları hızlı ve doğal ölümden alıkoyduğunu ısrarla
vurgulamaktadırlar. Amerikan halkı içinde "sağlıklı ölme" istemi
gitgide artmaktadır. Bu görüşe göre acıdan ve travmadan olabildiğince
uzak bir ölüm yeterli değildir; umutsuz bir hastalıktan acı çeken bireyler,
kendi tüm yaşam üsluplarına uygun düşen ve kimlikleriyle
bütünleşen (örneğin romantik bir ölüm, kahramanca bir ölüm, vb.)
özel bir ayrılma üslubu seçebilmelidir.
Sudnow kurumların sistemli bir örgütlemeyle ölüme yakın olanları
ve ölenleri nasıl gizlediklerine değinmiştir; Watson yaşlı ve hasta
olmanın aynı gizleme sürecini başlattığını ortaya koymuştur. Aktif tedavinin
kesilmesi kararı çok hasta olanlar ve ölüm halindeki hastalar
için alınmaktadır. Ancak, "çok hasta" ve "ölüm halinde" kavramları
yaşlılarda genellikle birbirine karışmaktadır. Aktif tedavinin kesilmesinin
yanısıra, kişisel ilişkiler de birden azalmaktadır; bu da bazı durumlarda
hasta fakat ölümcül olmayan hastaların tedavisinin kesilmesiyle
sonuçlanmakta ya da hastalar psikiyatrik hasta olarak sınırlı hastane
köşelerine atılmaktadırlar. Oysa Miller'in saptadığına göre,
"umutsuz" olarak damgalanan yaşlı hastaların dikkatli ve duyarlı bir
bakımla iyileşebildikleri görülmektedir. İyileşmesi olanaklı hastaların
toplumsal, duygusal ve teknik bakımdan terkedilmesi ölümle sonuçlanmaktadır.
Ölme sürecine ilişkin evrelerin eleştirisiz kabul edilmesi
de bakımın sürmesini engellemektedir. Kübler-Ross'un kuramı deneysel
olarak desteklenmemiş, üstelik kuramın birçok yöntembilimsel ve
kavramsal kusuru olduğu bulunmuştur. Kuramın anksiyete azaltıcı
olarak kullanılması sağlık personeli arasında artık ilgi çekmemektedir.
Bugün hastane çalışmalarında hastaların bireyselliği, hasta ailelerinin
hakları daha fazla vurgulanmaktadır. Hastaneye kaldırma ölüm korkusunu
arttırabildiği için aile içinde bakım daha fazla desteklenmektedir.
Bütün ölümlerin aynı oranda etkili olmadığı bilinmektedir. Glaser
yaşlıların ölümünün toplum üzerinde çok az bir etkisi olduğu savını
gerontolojiye ilk kez sokan yazardır. Daha yakınlarda Owen, Fulton
ve Markusen, anababa, eş ve çocuk yitiren yetişkinlerin kederlerini
karşılaştırmış, yaşlı anababa yitiminin daha az keder verici, yerleşik
davranışlarda daha az kesintiye yol açıcı ve daha az anlamlı olduğunu
bulmuştur. Sanders yaşlı anababa yitiminin eş ve çocuk yitiminden
daha az sarsıcı olduğunu saptamıştır. Moss ve Moss, yetişkinin anababa
yitimine daha az tepki göstermesini, yetişkinin yaşlı anababanın
potansiyel ölümünü sık sık düşünmesine, olayın bir tür provasını yapmasına
bağlamaktadır. Ayrıca, kişinin yaşlı anababasının ölümünü düşünmesi
eş ya da çocuğunun ölümünü düşünmesinden daha az "tabu"
dur. Bilişsel ve duygusal öksüzlük düşüncesi çok önceden başlar ve
bireyi hazırlar; bu sürecin bireyi kendi ölümüne de hazırladığı söylenebilir.
Büyüklerin ölümünden daha az etkilenme gerçeği, bireyin
kendisini "genç" diye tanımlamasından "yaşlı" diye tanımlamasına
geçişi etkiler mi sorusu henüz ortadadır. Belki burada, söylenmeyen,
sessizce geçiştirilen bir keder vardır: "Ben de özlenmeyen biri olacağım...
Belki kendimi özlenmemeye alıştırmam gerek."
Yas ölüm nedeniyle bir akrabasından ya da arkadaşından yoksun
kalan kişinin içinde bulunduğu durumdur. Keder, sevilen birinin
ölümünün ardından duyulan şiddetli ruhsal acı ve elemi içerir. Matem,
bir kişinin ölümüne duyulan acının belirtilerini ortaya koyma biçiminin
toplum tarafından düzenlenmesine dayanır.
Çağdaş klinikçiler ve psikologlar, "Derdini söylemeyen derman
bulamaz!" biçimindeki Türk atasözünün dile getirdiği görüşü
paylaşmaktadırlar. Acılı duyguların hafifletilmesi ve duygusal yardım süreci
çok önemlidir. Aile ve arkadaş desteğini gören kişiler yası izleyen fiziksel
ve ruhsal bozuklukları daha az göstermektedirler. Öte yandan,
kültürel beklentiler, toplumsal değerler ve topluluk kuralları kederin
yaşanmasına müdahale etmektedir. Gelişmiş toplumlarda ölme de tıbbi
teknolojiye bırakılmıştır ve genellikle evin dışında olmaktadır; matem
ruhsal bir patoloji olarak görülmektedir. Oysa tanatologlar keder
anlatımlarını ve matem törenlerini geride kalanlar için tedavi edici
nitelikte görmektedirler.
Yas ve keder sevilen birinin ölümünün hemen ardından gelen
dönemde önemli bir etki yaratmaktadır. Geride kalanlar fiziksel ve
ruhsal hastalıklara ve ölüme karşı daha duyarlı olmaktadırlar. Bu
özellikle ansızın ve beklenmedik biçimde gelen yaslar için doğrudur.
Yaslı kişiler, hastalık, kaza, ölüm, işsizlik ve diğer hasar görmüş
yaşam belirtilerini daha fazla göstermektedirler. On üç ay süren bir izleme
araştırmasında yaşlı kişilerin % 32'sinin sağlık bozuklukları gösterdikleri
-kontrol grubunda sadece % 2- bulunmuştur. Dul kadınlar
dulluklarının ilk yılında aynı yaştaki dul olmayan kadınlara oranla üç
kat daha fazla doktora görünmekte, yatıştırıcı ilaçları yedi kat daha
fazla kullanmaktadırlar.
Yas içindeki yetişkinler tipik olarak birtakım evrelerden geçmektedirler.
Birinci evre şok, uyuşukluk, yadsıma ve inanmama evresidir.
En yoğun duygu olan şok ve uyuşukluk genellikle birkaç hafta sürmekte,
yadsıma ve inanmama ise günlerce ve hatta aylarca sürebilmektedir.
İkinci evre özleme, hasretini çekme ve depresyon evresidir.
Genellikle 5-14 gün arasında doruk noktasına çıkmakta, ama daha
uzun sürebilmektedir. Bu evredeki yaygın duygular, ağlama, umut,
gerçek olmama duygusu, empati, insanlardan uzak durma, ilgi yokluğu,
ölenin anısına bağlanma, vb.'dir. Diğer belirtiler öfke, kızgınlık,
korku, uykusuzluk, iştahsızlık vb. olabilir. Ölen kişiyi ülküleştirmeye
de yas tutanlarda çok rastlanmaktadır. Yasın üçüncü evresi sevilen kişiden
kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlamadır. Bu dönemde birey
kaynaklarını harekete geçirir, insanlarla ve etkinliklerle yeniden ilgilenir,
yeni bir denge kurmaya çalışır. Kimileri için bu evre 6-8 hafta,
kimileri için de aylar hatta yıllar sürebilmektedir. Dördüncü evre kimliğin
yeniden kurulması evresidir. Kişi yeni ilişkiler gerçekleştirir ve
sevdiği biriyle yeni roller üstlenir. Geride kalanların yaklaşık yarısı bu
evrede yas yaşantısından bazı yararlar ya da deneyimler edindiklerini
bildirmektedir.
Dul erkekler konusunda pek az bilgiye sahibiz. 45 yaşın üstündeki
dul erkeklerin ölüm oranının evli erkeklerin oranının iki katı
olduğu, dulların intihar riskinin de çok yüksek olduğu bilinmektedir.
46-65 yaşlar arasındaki dul erkeklerin yarısından fazlası yeniden
evlenmektedir. Sağlıklı dullar görece daha çabuk evlendiği için, dullar
arasında yüksek ölüm oranı saptayan istatistikler öncelikle daha az
sağlıklı dullara uygulanabilir. Dul kadınlara ilişkin bilgimiz dul
erkeklerinkinden daha fazladır. Sosyolog H.Z. Lopata'ya göre, dul kadınların
yaklaşık yarısı tamamen yalnız yaşamakta, çoğu da böyle yaşamayı
yeğlemektedir. Araştırmalar, dulluğun uzun süredeki olumsuz
sonuçlarının, dul olmanın kendisinden çok, sosyoekonomik yoksunluklardan
kaynaklandığını göstermektedir (Vander Zanden, 1981).
M@D_VIPer
09-25-2006, 12:35 AM
YARARLANILAN KAYNAKLAR
ADLER A., Yaşama Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1984.
AİZENBERG R. ve TREAS J., "The family in late life: Psychosocial and
demographic considerations", BİRREN ve SCHAİE, 1985 içinde.
ALLPORT Gordon W., Structure et Developpement de la Personnalite, Delachaux
et Niestle, Neuchatel, 1970. İngilizcesi 1961.
ARLİN Patricia, "Cognitive development in adulthood: A fifth stage?"
Developmental Pscyhology, cilt 11, no. 5, 602-606, 1975.
Avrupa Dergisi, sayı 93, Eylül 1984.
BALTES Paul B, "Theoretical propositions of life-span developmental
psychology: On the dynamics between growth and decline", Developmental
Psychology, cilt 23, sayı 5, 611-626, 1987.
BASSECHES M., "Dialectical thinking as metasystematic form of cognitive
organization", M. L. COMMONS ve ark., (yay.), 1984 içinde.
BERGER Kathleen Stassen, The Developing Person Through the Life Spain,
Worth Publisher, Inc., New York, ikinci baskı, 1988.
BİRREN James E. ve SCHAİE K. Waner (yay.), Handbook of the Psychology
of Aging, Van Nostrand Reinhold Colp., New York, ikinci baskı, 1985.
BİSCHOF Ledford J., Adult Psychology, Harper and Row Publishers, New
York, 1969.
BRUBAKER Timothy H., "Developmental tasks in later life", American
Behavioral Scientist, cilt 29, sayı 4, 1986.
BUTLER Robert N., "Succesful aging and the role of the life review", S. H.
ZARİT (yay.), 1977 içinde.
COMMONS M. L. ve ark. (yay.), Beyond Formal Operations: Late Adolescent
and Adult Cognitive Development, Fraeger, 1984.
CRAİN William, Theories of Development: Concepts and Application,
Englewood Cliffs, N.S., Uarentice Hall, 1980.
CRAİN William C., "Erikson: Yaşamın Sekiz Evresi", Bekir Onur
(yay.), 1986 içinde.
DATAN Nancy ve GİNSBERG L.H. (yay.), Life-Span Developmental Psychology,
Academic Press, New York, 1975.
EPSTEİN Leon J., "Aging". H.H. GOLDMAN (yay.), 1984 içinde.
ERİKSON Eric H., The Life Cycle Completed, W.W. Nortor and Comp., New
York, 1982.
FROMM E., Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Payel, İstanbul, 1979.
FROMM E., Kendini Savunan İnsan. Say Yay., İstanbul, 1982.
FLAVELL J.H., Cognitive Development, Englewood Cliffs, Prentice-Hall,
ikinci baskı, 1985.
GOLDMAN H.H. (yay.), Review of General Psychiatry, Lange Medical
Pub., Los Altos, 1984.
GOULD R.L., "Adult life stages: Growth toward self-tolerance", Psychology
Today, 8, 74-78, Şubat 1975.
HATFİELD E. ve WALSTER G.W., A New Look at Love, Reading, MA,
Addison-Wesley, 1979.
HENDRİCK C. ve HENDRİCK S., "A theory and methode of love", Journal
of Personality and Social Psychology, cilt 50, no. 2, 1986.
HOFFMAN Lois ve ark., Developmental Psychology Today, McGraw Hill,
Inc., New York, altıncı baskı, 1994.
HONZİK M.P., "Life-span development", Ann. Rev. Psychology, 35,
309-331, 1985.
HORNEY Karen, Les Voies Nouvelles de la Psychanalyse, L'Arche, 1951,
ikinci baskı Payot, 1976, Paris. İngilizcesi, 1930.
JEFFERS F.C. ve VERWOERDT "How the old face death", LİEBERT ve
ark., 1977 içinde.
JERSİLD Arthur T., Çocuk Psikolojisi, A.Ü. Eğitim Fakültesi yay., üçüncü
baskı, Ankara, 1979.
KASTENBAUM Robert ve AİSENERG Ruth, The Psychology of Death,
Springer Publishing Corp., New York, 1976.
KİMMEL Douglas C., Adulthood and Aging, John Wiley and Sons Inc., New
York, 1974.
KÜBLER-ROSS Elisabeth, On Death and Dying, MacMillan Publishing
Comp., New York, 1969.
LABOUVİE-VİEF G., "Intelligence and cognition", BİRREN ve SCHAİE
(yay.), 1985 içinde.
LEVİNSON Daniel J., "A conception of adult development", American
Psychologist, cilt 41, no. 3-13, 1986.
LİEBERT Robert M. ve WİCKS-NELSON Rita, Developmental Psychology,
Prentice-Hall Inc., New York, üçüncü baskı, 1981.
LİEBERT Robert M. ve ark. (yay.), Developmental Psychology,
Prentice Hall, New Jersey, 1977.
MASTERS W.N. ve JOHNSON V.E., Les Reactions Sexuelles, Robert
Laffon, Paris, 1968. İngilizcesi 1966.
NEUGARTEN Bernice L., "Time, age, and the life cycle", American
Journal of Psychiatry, no. 136, 887-894, 1979.
NEUGARTEN Bernice L., "Must everything be a midlife crisis?", Prime
Time, Şubat 1980.
NODGİL Sohan ve NODGİL Celia (yay.), Toward a Theory of Psychological
Development, Nfer Publishing Corp., Windsor, Berks, 1980.
ONUR Bekir (yay.), Ergenlik Psikolojisi, Hacettepe Taş Kitapçılık,
Ankara, 1986.
PERLMUTTER Marion ve HALL Elisabeth, Adult Development and Aging,
John Wiley and Sons, New York, 1992.
PİAGET Jean ve INHELDER B., De la Logique de l'Enfant a la Logique de
l'Adolescent, PUF., Paris, 1970.
PIKUNAS Justin, Human Development, McGraw-Hill Book Comp., New
York, üçüncü baskı, 1976.
RİEGEL Klaus F., "Adult life crises: A dialectic interpretation
of development", DATAN ve GİNSBERG, 1975 içinde.
RUBİN Zick, "Does personality really change after 20?" Psychology
Today, Mayıs 1981.
SCHİAMBERG L.B. ve SMİTH K.U., Human Development, MacMillan Publication,
New York, 1982.
SCHULZ Richard "Emotion and affect", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985
içinde.
TRAN-THONG, Stades et Concept de Stade de Developpement de l'Enfant
dans la Psychologie Contemporane, Librairie Philosophique J. Vrin,
Paris, yedinci baskı, 1978.
Türkiye İstatistik Yıllığı, 1991, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara,
1992.
VASTA Ross ve ark., Child Psychology: The Modern Science, John
Wiley and Sons, Inc., New York, 1992.
VANDER-ZANDEN James W., Human Development, Alfred A. Knopf Inc.,
New York., İkinci baskı, 1981.
WILLIS S.L., "Educational psychology of the older adult learner", BİRREN
ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde.
ZARİT Steven H. (yay.), Regarding in Aging and Death: Contemporary
Perspectives, Harper and Row Publishers, New York, 1977.
ZİMBARDO Philip G., Psychology and Life, Scott, Foresmann and Comp.,
Glenview, onuncu baskı, 1979.
vBulletin® v3.8.11, Copyright ©2000-2025, vBulletin Solutions Inc.