Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : Örf Ve Adetlerİmİz...


bluekeys™
10-28-2006, 09:52 AM
Hapşıran bir kişiye 'çok yaşa' demek adeti hemen hemen her kültürde vardır. Anlam olarak biraz değişik de olsalar sonuçta aynı kapıya çıkarlar. Hapşıranlara İngilizlerin 'God bless you', Almanların 'gesundheit', İtalyanların 'felicita' deme adetlerinin kökeni, hapşırmanın kişi için önemli bir tehlike olduğuna inanılan çok eski zamanlara gider.

İnsanlar asırlar boyu yaşamın sebebinin ruh olduğuna, ruhun ise insanın başı içinde olduğuna, hapşırmanın bu hayati güce zarar verebileceğine inandılar. Hapşırmanın soğuk algınlığı ile ilişkili olması bu inanış; güçlendirdi. İnsanlar hapşırıklarını tutabilmek için her yolu denediler.

Milattan önce dördüncü yüzyılda Aristo ve tıbbın babası sayılan Hipokrat'ın öğretileriyle insanlar, hapşırmanın başın yabancı maddelere karşı bir savunma refleksi olduğunu öğrendiler. Hapşırma bir hastalığın başlangıcı olduğundan hastalığın sonunun kötü bitmemesi için hapşırana 'uzun yaşa', 'sağlıklı yaşa' gibi sözlerin söylenmesi adeti bu zamanlarda başladı.

Yaklaşık yüz yıl sonra Romalılar hapşırmanın iyi bir şey olduğuna, insanı hastalıktan koruduğuna, hapşırığı tutmanın hastalığın kuluçkaya yatmasına belki de ilerde ölüme sebep olabileceğine inandılar. Artık hapşıranlara 'tebrikler' veya 'iyi şanslar' deniliyordu.

Hapşırana 'çok yaşa' denilmesinin kökeni birçok kültürde bu şekilde olmasına rağmen bir Hıristiyanlık deyimi olan 'God bless you' (Tanrı seni takdis etsin) cümlesinin kökeni ayrıdır. Altıncı yüzyılda İtalya'da bulaşıcı ve öldürücü veba hastalığının tüm şiddeti ile başlaması ve bu hastalığın belirtisinin kronik hapşırma olması nedeniyle, hapşıranlara 'God bless you' denilmesi Papa tarafından yasa olarak yayınlanmış ve mecbur kılınmıştır.

Bu yasa ile ayrıca hapşıranın çevresinde 'God bless you' diyecek kimse yoksa, o kişinin kendi kendisine 'God help me' (Tanrı yardımcım olsun) demesi de tavsiye edilmiştir.

Genelde 'çok yaşa' diyene 'sen de gör' yani 'sen de benim yaşamımı görecek kadar çok yaşa' denilmesi de adettendir. Hapşırana 'çok yaşa' deyince hapşırmanın kesileceğine inananlar da vardır.

bluekeys™
10-28-2006, 09:52 AM
Ezan Müslümanlıkta namaz vaktini bildirmek ve namaza çağırmak için minareden yüksek sesle ve makamla okunan, kalıplaşmış kutsal sözlerdir.

Hicretten sonra Medine'de uzakta oturan Müslümanlara namaz vaktinin geldiğini bildirmek gerekiyordu. Boru veya çan çalınması, ateş yakılması, mescidin damına bayrak asılması başka dinlere ait özelliklerdi. Önceleri bu çağrı görevi Bilal-i Habeşi'ye verildi. O sadece yüksek sesle 'el-salat' (namaza) veya 'el-salatu cemian' (toplu olarak namaz) diye sesleniyordu. Namaz vakitleri bir süre böyle bildirildi.

Bir gün Abdullah bin Zeyd gördüğü rüyada öğrendiği sözleri Hz. Muhammed'in isteği ve onayı ile Bilal-i Habeşi'ye öğretti. Böylece sözleri kesinleşen ezan o tarihten sonra İslam dininin en önemli simgelerinden biri haline geldi. Ezan önceleri yüksek binaların üzerinde okunuyordu, ilk minare hicretin 58. Yılında Muaviye zamanında Mısır Valisi Mesleme bin Muhalled tarafından Amr Ibnül-As camiinin yanına yapıldı.

Müslüman ülkelerde ezanla doğup, ezanla yaşayanlar için ezan yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak cuma günleri, cuma namazından önce verilen salanın ne anlama geldiğini çoğu kişi bilmez. Bir cenaze olduğunda da verildiğinden bazıları salanın ölümle ilgili olduğunu sanır.

'Sala', dua, namaz, ahret anlamlarına gelir. Genel anlamda Hz. Muhammed'e Allah'tan selam ve esenlik dileyen bestelenmiş dualardır. Salanın tarihi ezana göre oldukça yenidir. Müslümanlığın başlangıcında minarelerden sala vermek adeti yoktu. Cuma namazından önce sala verilmesi usulü ilk defa 1300 yılında Mısır hükümdarı Melik Nasır Kalavun'un emriyle uygulamaya sokulmuştur.

Salavat, Hz. Muhammed'e ve onun soyundan gelenlere saygı ifade etmek için okunan dualardır. İnsanların tehlikeli bir durumla karşılaşınca 'salavat getirmesi' deyimi de buradan kaynaklanır. Sala vermek bir açıdan minareden salavat okuyarak namazı haber vermek olarak da kabul edilebilir.

Sala eskiden çeşitli vesilelerle daha sık verilirmiş. Zamanımızda genellikle cuma namazları, bayram namazları, zaman zaman da sabah namazlarından önce verilmektedir. En bilineni cuma günleri namazdan bir saat veya 45 dakika önce verilen cuma salaşıdır.

Cenaze için kılınacak namazı haber vermek amacı ile de sala verilir. Eskiden cenaze salası sadece önemli, hatırlı, varlığı yaşadığı çevreye şeref ve itibar kazandırmış kişiler için verilirmiş. Günümüzde yakınlarının talebi halinde herkes için verilmektedir.

bluekeys™
10-28-2006, 09:52 AM
Günümüzde düğüne, evlenen çift tarafından bir pastanın kesilmesiyle başlanılması vazgeçilmez bir adet haline gelmiştir. Pastanın kat kat yüksekliği biraz da sosyal statü olarak görüldüğünden gelin ile damat, boylarını aşan bu pastaları, kılıç gibi uzun bir bıçak kullanarak ancak kesebiliyorlar.

Buğday, tarih boyunca bereket, doğurganlık ve mutluluğun sembolü olduğundan başlangıçta, düğün törenlerinde, iyi temenniler gelinin başına buğday dökülerek sunuluyordu. Evlenmemiş veya evlenmeyi bekleyen genç kızlar, kısmetleri açılsın diye bu buğday duşunun kendilerinin de başlarına isabet etmesi için uğraşırlardı. Tıpkı günümüzde, gelinin elindeki buketten fırlattığı çiçekleri aynı inanışla yakalamaya çalışan genç kızlar gibi.

Romalılar devrinin başlangıcında aşçılar çok saygın bir meslek grubunu oluşturuyorlardı ve bu aşçılar milattan yaklaşık 100 yıl önce adeti biraz değiştirdiler. Bu buğdaylarla küçük, tatlı kekler yaptılar. Kekler şüphesiz gelinin başına atmak için değil, yemek içindi, ama bir şey atmayı alışkanlık haline getirenler bu tatlı kekleri de gelinin başına atmaya devam ettiler.

Daha sonraları bu adetin devamı olarak, düğüne getirilen keklerin bereket getirmesi için gelinin başı üstünde ufalanması, ardından da evlenen çiftin bu kek kırıntılarını birlikte yemesi gibi bir adet başladı. Zaman geçtikçe misafirler de evlerinden getirdikleri fındık, fıstık, kurutulmuş meyveler ve bala bulanmış bademlerle düğün törenine katkıda bulunmaya başladılar.

Adet hızla Avrupa'nın batısına, oradan da İngiltere'ye geçti. İngiliz aşçılar kekleri bir çeşit biraya batırıp kendilerine has düğün pastalarını yarattılar. Ortaçağın başlarında ise bu adet bir süre unutuldu. Gelinin başına buğday ve pirinç dökülmesi tekrar moda oldu.

Ne zaman ki, dekoratif ve süslü bisküviler, yağlı çörekler ortaya çıktı, adet yine değişti. Misafirler bunları evlerinde yapıp düğüne getirmeye başladılar. İngiltere'de ise bu getirilenler üst üste yığılmaya başlandı. Yiyecek yığını ne kadar yüksekse o kadar iyi, o kadar çok bereket habercisi idi. Evlenen çift bu yığının üzerinden birbirlerini öptükten sonra öncelik gelinde olmak üzere yiyecek tepeciğinin yenilmesine başlanıyordu.

İngiliz ve Fransız aşçılar arasındaki yaratıcılık, en iyi, en dekoratif ve en lezzetli pastayı yapma yarışı süreci içinde düğün pastası adeti de yayıldıkça yayıldı, düğün törenlerinin olmazsa olmazları arasına girdi.

bluekeys™
10-28-2006, 09:53 AM
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi, galip tarafın bayrağını asmak zorundaydı, bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.

Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de, bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde, önemli devlet adamlarının ölümünde, diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri, mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.

Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin, geçiş süresince bayraklarım yarıya indirmeleri geleneği, saygının bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir.

bluekeys™
10-28-2006, 09:53 AM
Atların bulunduğu her ülkede at nalı uğurlu olarak kabul edilir. Bu nedenle, her çağda, her ülkede batıl inançların içinde en yaygın ve en güçlüsü olmuştur.

Demir yeryüzünde keşfedildiği zaman insanlar onun Tanrılar tarafından, büyücüler ve şeytana karşı gönderilmiş bir güç olduğuna inandılar. Ayrıca eski çağlarda 'U' şeklinin de özel bir anlamı vardı. Ay'ın hilal konumuna benzer şekliyle bolluğu, iyi talihi ve koruyucu gücü temsil ediyordu.

Bir nalın yedi tane demir çivi ile çakılması da, yedi sayısının uğurlu sayılmasından dolayı inanışı destekliyordu. Diğer taraftan cadıların uçmak için süpürge sapını tercih etmelerinin nedeninin atlardan korkmaları olduğuna inanılıyordu. Bu nedenle at nalı tarihte büyücülere karşı da kullanılmış, büyücü olduğundan şüphe edilen yaşlı kadınlar öldürülünce bir daha geri gelmemeleri için tabutlarının üzerlerine birer at nalı çakılmıştır.

Hıristiyanlıkla birlikte kilise birçok inançta olduğu gibi, at nalı ile ilgili kendi hikayesini yarattı. Bu hikaye onuncu yüzyılda geçiyor.

Canterbury Kilisesi'nin başpiskoposu St. Dunstan din adamı olmadan önce nalbantlık yaparmış. Bir gün şeytan kılık değiştirerek işyerine gelir ve at ayağı şeklindeki ayaklarına nal takmasını ister. St. Dunstan şeytanı hemen tanır ve ona "ayaklarına nal takabilmesi için onu duvara zincirlerle bağlaması gerektiğini" söyler.

Şeytanı çok sıkı bir şekilde duvara bağlayan nalbant nalın çivilerini o kadar acı ve ızdırap verecek şekilde çakar ki sonunda şeytan aman dilemek zorunda kalır. Nalbant şeytana bir daha Allah'a inanan hiçbir insanın evine girmeyeceğine dair söz verirse serbest bırakacağını söyler.

Şeytan "Peki, o insanları nasıl ayırt edeceğim" diye sorunca da nalbant bir süre düşünür, elindeki nalı havaya kaldırır ve "İşte işaret bu olacak" der, "bunu kapısının üstünde gördüğün hiçbir eve girmeyeceksin."

At nalı kapıya gelişigüzel asılmaz. Kapının tam üzerinde ve uçları yukarı bakacak şekilde olmalıdır ki iyi şans uçlarından aşağı süzülüp gitmesin. At nalını geceleri uykularında kabus görmemek için yatak odalarına asanlar da vardır. Zamanımızda ise at nallarının nazar boncuğu gibi elde taşınması revaçta.

bluekeys™
10-28-2006, 09:54 AM
'Yazı-tura' günümüzde, havaya atılıp yere düşen bir madeni paranın üstte kalacak tarafını önceden bilmeye dayanan basit bir şans oyunu olarak bilinir. Oysa tarihin derinliklerinde çok ciddi bir şekilde insanların kaderlerini tayin etmede kullanılmıştır.

Antik çağlarda insanlar yaşamları konusundaki önemli kararların Tanrılar tarafından verildiğine inanıyorlardı. Tanrıların kararlarını en kısa şekilde, 'evet' veya 'hayır' olarak öğrenebilecekleri yollar arıyorlardı. Gök gürültüsü, şimşek, yağmur gibi tabiat olayları Tanrıların bir mesajı olarak algılanıyordu. Madeni paralar bu şekilde cevap alabilmek için en uygun araçtılar ama kullanılmalarına ilk olarak Lidyalılar tarafından ancak milattan önce onuncu yüzyılda başlanılabildi. Kullanılmaya başlanıldıklarında da zaten Tanrıların karar mekanizmalarının bir aracı olarak düşünülmemişlerdi.

Dokuz yüzyıl sonra Julius Caesar (Sezar) madeni para ile yazı-tura atma olayını başlattı. O zamanlar Romalıların kullandıkları tüm paraların bir yüzünde Sezar'ın kafasının resmi vardı. Para havaya fırlatıldığında 'head' (baş, kafa) denilen Sezar'ın kafası taraflı kısmının üste gelip gelmediğine bakılıyor, bir anlaşmazlığın haklı tarafı tayin ediliyor veya bir dileğin Tanrılar tarafından yerine getirilip getirilmeyeceği anlaşılıyordu.

O devirlerde iş o kadar ciddi boyutlara ulaştı ki 'head and tail' (tail'de paranın resimsiz kısmına deniliyor) yani yazı-tura atma, arazi, evlilik, cinai suçlar gibi konuların yasal mahkeme sonuçlarına bile uygulanıyor, Sezar'ın kafası olan kısmın üste gelmesi, İmparator'un da kararı onaylaması olarak kabul ediliyordu.

Bizdeki adıyla 'yazı-tura'daki 'tura' kelimesinin kökeni 'tuğra'dır. Tuğra Osmanlı padişahlarının imza yerine kullandıkları özel şekilli işarettir. Tuğra aslında Oğuz Han zamanından kalma bir Türk geleneğidir. Tuğralarda yığma yazı ile padişahın ve babasının adı yazılırdı. 'Orhan bin Osman' gibi. Daha sonraları padişahlar isimlerinin başlarına 'han', 'muzaffer daima' gibi unvanlar da eklemeye başladılar. İkinci Süleyman'dan sonra tuğra, çiçek ve yaprak resimleriyle süslendi.

Tuğra zamanla, bu işle özel olarak uğraşan hattatların elinde, harflerin belirli bir sırayla istiflendiği, karmaşık görünümlü bir biçim aldı. Bu yüzden tuğranın kime ait olduğunu anlamak uzmanlık isteyen bir işti. Halkın gözünde etrafındaki çiçeklerle birlikte sadece güzel bir şekil olarak algılanıyordu.

Tuğra, ferman, berat gibi belgelerle beraber, padişahın bastırdığı paraların da üstünde bulunurdu. Madeni paraların bu resimli tarafı önceleri 'tuğra' sonra 'tura', paranın birimini yazan tarafı da 'yazı' olarak anılmaya başlandı ama yazı-tura hiçbir zaman resmi kararlar için kullanılmadı.

bluekeys™
10-28-2006, 09:54 AM
Annenin yeni bir bebeği dünyaya getirmesi evin diğer küçük çocukları için hep şaşırtıcı olur. Kendi bebekliklerini hatırlayamadıkları için bu sürekli ağlayan, mama bekleyen, özel ilgi isteyen yeni varlığın nereden ortaya çıktığı, en çok sordukları sorulardan biridir.

Bebeği leyleklerin getirdiği hikayesinin kökeni Kuzey Avrupa'ya, İskandinavya'ya kadar gidiyor. Yakın zamanlara kadar doğumlar evlerde yapıldığından, annelerin diğer küçük çocuklarına yeni gelen bebeğin nasıl ortaya çıktığını bir şekilde izah etmeye çalışmaları anlaşılabilir ama leyleğin bu işle ilgisi nedir?

Göçmen kuşlardan olan leylek, yaşam tarzı ile insanların daima ilgisini çekmiştir. Kuşlara göre uzun sayılabilecek yetmiş yıllık ömürlerinde, her sene aynı yuvaya dönmeleri, insanlara yakın olarak evlerin bacalarında yuva yapmaları, tek eşli yaşamları, yavrularını yuvada uzun süre itinayla beslemeleri, genç yetişkin leyleklerin ailenin dermansız yaşlı bireyleri ile ilgilenmeleri, onlara yiyecek temin etmeleri ve korumaları insanlarda saygı uyandırmıştır.

Leylekler sulak yerlerde, bataklıklarda yaşayan kurbağa, yılan, sıçan, salyangoz gibi hayvanlarla beslendiklerinden ayrıca faydalıdırlar. Uysal yaradılışları nedeniyle de insanlara kolayca alışabilirler. Hatta bazı ülkelerde insanlar uğur getirdiklerine inandıklarından, leylekleri çekmek ve bacaları üstüne yuva yapmalarını kolaylaştırmak için damlarına kazıklar üzerinde tekerlekler koyarlar.

Antik Roma devirlerinde insanlar, leyleklerin düşünceli, özverili yaşam tarzlarından o kadar etkilenmişlerdir ki küçüklerin yaşlı büyüklerini gözetmeleri konusunda çıkarılan yasalara 'leyleklerin yasası' adı verilmiştir. Benzer şekilde eski Yunan'da da 'stork' (leylek) ismi 'storge' olarak 'tabiattaki güçlü sevecenlik' anlamında bir deyim olarak kullanılmıştır.

Sonuç olarak, Anadolu'da güneyden, Arabistan yönünden geldiği için 'hacı leylek' diye nitelendirilen, doğum yapılan evin bacasında oturan bu saygın kuş, yeni doğan bebeğin nasıl geldiğinin çocuklara en şirin şekilde açıklanabilmesi için anneler tarafından aracı olarak seçilmiştir.

Kuzey Avrupa'da yüzyıllar boyunca popüler olan bu hikayenin Avrupa'nın diğer yörelerine ve dünyaya yayılması on dokuzuncu yüzyılda Danimarkalı ünlü masal yazan Hans Christian Andersen'in yazdığı masallar sayesinde gerçekleşmiştir.

Leyleklerin ses telleri yeterince gelişmemiştir. Eşlerini çekmek için gagalarını tıkırdatarak, kanatlarını açıp kaparlar. Yani 'leyleğin ömrü laklakla geçer' ifadesi haksızdır. Laklak denilen sesler aslında sevgi sözcükleridir.

Leyleğin bir diğer ilginç özelliği de deniz üstünden uçmaktan kaçınmasıdır. Sonbaharda Güney Afrika'ya göç eden leylekler Akdeniz'in üstünden geçmezler. Bir kolu ispanya, Cebelitarık, bir kolu da Boğazlar, Anadolu üzerinden güneye uçarlar.

bluekeys™
10-28-2006, 09:55 AM
Öncelikle, Türkiye'nin taraf olduğu çeşitli uluslararası sözleşmelere göre (Kadınlara Karşı Her Türlü Şiddetin Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi, CEDAW, Pekin Deklarasyonu, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi) hükümetler kadınlara ve çocuklara uygulanan şiddetle mücadele etmek ve önlemek zorundadırlar.

Yalnız bu konudaki ana sorun; ülke kadınlarımızın şiddeti içselleştirmesidir. Hacettepe Üniversitesi, Nüfus Etütleri Enstitüsünün Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2003 raporuna göre bu oran % 57' dir. Genç ve özellikle eğitimsiz kadınlarda ise bu oran % 66' ya çıkmaktadır.

Şiddetin içselleştirilmesi ise şiddetle mücadelede en büyük sorun alanıdır. Başka bir reşit insanın, özgürlüğüne ve en önemlisi, hayatına kast edecek kararlar almak ve bunu eyleme dönüştürecek, sevk ve hareketlerde bulunmak (ilgili yasal kuruluş ve kurumlar hariç) hiç kimsenin hakkı ve hududu çerçevesinde değildir. Anne, baba, eş dost, arkadaş veya akraba, her kim olursa olsun, hiç kimse başka bir insanın özgürlüğünü kısıtlama veya öldürülmesine direk yada dolaylı yollardan karar verip infaz etme hakkını kendisinde bulamamalıdır. Aslında, bu doğrular bundan bin sene önceden de böyleydi. Fakat egemen kesim, otorite ortamını menfaatine müsait kılmak için, günü ve gelişmeleri gidişata bırakmış hatta din, gelenek, örf ve töre gibi kafa karıştıran, içinden çıkılmaz kavramların dokunulmazlıklarına bürünüp, can yakan, ev yıkan, yürek burkan icraatları ile sürüp giden cehaletin bayrağının dalgalanmasına ve saltanatının devamına (maalesef) göz yummuştur.

Buna dur diyecek olan, aklın kararlılığını eyleme dönüştürecek olanlar ise saygın ve muteber kimselerdir. Hiç kuşkusuz, yüz yıllardır devam ede gelen, kan yada kin davaları ve gelenekçi (illegal) töre kurbanlarının ve onların yakınlarının kararan hayatlarından hiçbir vicdani rahatsızlık duymayan insanlardır. Bu insanların yetiştirdikleri gençler ise, kendi kız kardeşleri yada akrabalarından bir kadını çok basit nedenlerle "namus" adı altında/uğruna rahatça öldürebilirken, İstanbul'un Laleli'sinde veya Aksaray'ında yada tatil bölgelerinde rahatlıkla fuhuştan para kazanabilmektedirler. Sırtlarından para kazandıkları kadınlara da yine kötü davranmakta ve yine dayak hatta işkence yapabilmektedirler. Bu çarpık anlayışın izahını sizlere bırakıyorum.

Ülkemizde kadınlara ve çocuklara karşı şiddet uygulanması ve aile içi şiddet ise yapılan araştırmalara göre çok yüksek oranlardadır (% 90'ların üzerinde). Fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, sözel şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet şeklinde tipleri olan bu uygulamaların özellikle kadınlarda herhangi birine maruz kalma oranı ise % 97'dir. Bunların da en az yarısı fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Fiziksel şiddet uygulamaları çoğu kez de kadınların ve çocukların hayatına mal olmaktadır. Ülkemizde, ''kocadır döver de sever de'', ''dayak cennetten çıkmadır'', ''kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin'' ve okula veya bir işe başlayan çocuklar için velilerin öğretmelere ve ustalara yönelttiği; ''eti senin kemiği benim'' gibi özdeyişlerle kadınlara ve çocuklara şiddet uygulanması bir anlamda gelenekselleştirilmiştir.

Bunların yanı sıra, bir kimsenin evladı (üstelik kız çocuğu!) namus bahanesi ile katledildiğinde, muteber ve bazı hatırlı kesimlerin sadece telkinleri ve başsağlığı dilekleri olmaktadır. Sanki çocuk yada genç kız bir kaza sonucu ölmüştür. Aileler olayı kapatmak isterler, çoğu zaman ise öldüren de bir aile bireyidir. Dahası, "namus temizlendi" bahanesi ile birde öldüren şahıs ve onu azmettiren, kendi ailesinde el üstünde tutulur. İşte çarpık olan anlayış budur. Yanlış olan budur. Peki bu durum nereden kaynaklanmaktadır. Bu durum, yüzyıllardır gelen tabulardan, dinimizi bilemeyip sadece basit medrese eğitimi almış cahil din adamlarının öğretilerinden, ağa sisteminden, feodaliteden, içe kapanık yaşamdan, kadını sadece bir meta yada cinsel sömürü aracı olarak gören anlayıştan, dahası şeyh ve şıh sisteminden kaynaklanmaktadır.

Düşünün, bu nasıl bir anlayıştır ki, namus kisvesi altında, kız çocukları törelere sığınılarak katledilmektedirler? Bu nasıl bir anlayıştır ki, erkekler bir dünya zorbalık, dayak, baskı yapar hatta tecavüz eder doğru dürüst ceza bile almazda, (hatta tecavüz ettiği kendisini affedip onunla evlenince saygın dahi olur) bir kız çocuğu veya kadın isteği dışında tecavüze uğrayınca "kirlendi" diye katledilir veya toplum dışına itilir?

Diğer yandan, töre cinayetleri ile kadına ve çocuğa şiddet, içinde bulunduğumuz toplumun refahına, huzuruna, güvenine ters gelmek, özgürlüğünü akamete uğratmak, sevgi ve saygı seviyesini sarsmak, birliğini ve bütünlüğünü baltalamak ve milletin etik değerlerini, dini ve kültürünü yozlaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu gibi faaliyetler, bilinçli veya bilinçsizce derinlerden seyreden, ilk etapta rengi, kokusu ve failleri pek fark edilemeyen, fark edildiğinde büyük tahribatları olan, menfur (kötü niyetli) emellerin işi olup, kitleleri, medeniyetin çok gerisine sürükleyen, ihmal ve fesatlıklardan beslenen sosyal ve kültürel çözülme uygulamalarıdır.

Bunlarla birlikte, kadına yönelik cinayetler ve şiddet (İslam ülkelerinde namus cinayetleri) sadece Türkiye'de değil dünyanın birçok ülkesinde Bangladeş, Fas, Ürdün, Pakistan, İngiltere, İtalya, Mısır, ABD, İsrail, Hindistan ve Uganda da vardır. Aralarında ki fark ise Avrupa ülkelerinde tutku veya ihtiras cinayetleri olarak tezahür etmekte iken, ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerde namus veya töre cinayetleri olarak gerçekleşmesidir. Ayrıca, namus cinayetleri, bir toplumun içinde ahlak kurallarına olan bağlılığın, toplum tarafından saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücünün bir şekilde davranışlara dönüşmesidir. Çünkü, birey toplum tarafından şeref, itibar ve namus değerleri bakımından içselleştirilir.

Bilinmesi gereken bir başka husus ise, Doğu ve Güneydoğu'da 1980'li yıllarda toplumsal sorunlara üretilen çözüm önerilerinin özellikle din içerikli kışkırtmalarla çatışmalara dönüşmesiyle ve ''okuma yazma oranı çok düşük insanların PKK terörü yüzünden evlerinden, yurtlarından göç etmeleri ile otoriter yönetimlerin" var olan feodal düzeni daha da azdırmasıdır. Bu toplumsal bozukluğun yanı sıra, ev içi düzenin erkeklere bırakılması da yaklaşık 20 yıl süren bu kaotik toplumsal düzenin, ruhsal örselenmelere yol açmasına sebep olmuştur. Bu olumsuzluğun bedelini ise o bölgede hayatları adeta kabusa dönen kadınlar ile çocuklar ödemektedir.

Dahası, töre cinayetleri, herkesi utandıran ve örseleyen hatta travmatize eden bir olaydır. Yazısız toplum düzenekleri olan töreler, toplumu derinden etkilemektedir. Gerçekte ise, başka bir sosyal düzenin kurumu olarak tarihteki yerini alan töre cinayetleri ve kan davaları bugünkü yaşam olaylarını çözememektedir. İnsanlığın sorunu olan töre cinayetleri, erkek egemenliğinin en uç, en sert ve en karanlık noktası olarak karşımızda durmaktadır. Erkek olabilmenin gücünün kadınları kurban ederek kanıtlanması, ancak ilkel duyguların bastırılamamasıyla açıklanabilir.

Ayrıca, bu tür cinayetler henüz insanlaşma basamağının tamamlanamadığının hatta erkek egemen toplumdaki cinsiyet ayrımcılığının en iyi göstergesidir. Peki bütün bunlar olup biterken devlet ne yapar; sadece suçluyu bulur ve yargılar. Suçlu ise zaten ya evin reşit olmayan erkek çocuğu yada aileden (aşiretden) bir başka şahıstır. Aile meclisi kararı da vardır. Geriye ortada özür dileyerek söylüyorum; "kirlenmiş bir canın ortadan kaldırılması" gibi basit bir olay kalmıştır. Peki, bu cehaletle, ağalık, şeyhlik, şıhlık sistemi ile nasıl baş edeceğiz, bölgedeki tarikatların etkisini nasıl azaltacağız, yobazlarla, sözde din adamlarıyla, tabularla nasıl baş edeceğiz. İşte burada görev, devlete düşmektedir. Devletin asli görevi, töre cinayetlerinin önüne daha olmadan geçmektir. Yani donanımlı, dinini iyi bilen, modern din adamları yetiştirmek ve bunlar vasıtasıyla çağdışı yanlış öğretilerden toplumu uzak tutmayı sağlamaktır. Peki acaba bunu bu iktidar yapabilir mi? İki eşli bakanları, milletvekilleri olan, bizzat bu ağa sisteminden feodaliteden beslenen, tarikatçı şeyhlerden, hocalardan icazet alan, kadını eve hapseden, 9 yaşındaki kız çocukları ile evlenmek caiz diyen, erkekler 4 kadına kadar evlenebilir diye kitaplar bastıran belediyelere sahip bu iktidar mı, töre cinayetlerine olanak sağlayan ortamı değiştirecek? Birde bu iktidara mensup kadın vekillerde, töre cinayetleri konusu ile ilgili çalışmalar yapıyorlar, komisyon başkanı oluyorlar. Bence gülünç duruma düşüyorlar. Yaptıkları tam anlamıyla komedidir. Hem kadını ikinci sınıf gören ve töre cinayetlerini onaylayanlarla aynı zihniyetteki bir partide yer al, hem de töre cinayetleri için meclis araştırması iste. Hakikaten samimiyetsizliklerine ve düştükleri duruma kargalar bile güler. Daha geçenlerde, bir AKP'li vekil ve MKYK üyesi, "üstüne ikinci kuma" geldi diye şikayet eden karısına şiddet uyguladığında, AKP Kadın Kolları Başkanı ve parti yönetimi; "bizi ilgilendirmez, bu aile içi meseledir" diye beyanat vermiştir. İşte AKP zihniyeti budur. O yüzden AKP'lilerin samimi olmadıklarını, şeyhler, şıhlar ve medrese hocaları kültürü altında yetiştiklerini ve her konuya da aynı gözlük ile baktıklarını herkes bilmektedir. Malatya çocuk yuvasında yaşanılanlar yani AKP'li bir vekilin yakınının şirketinin elemanlarının, çocuklara yönelttiği vahşet akıllardadır. Kadın gazeteci döven belediye başkanı, Sincan'da yine kadın gazeteci döven Refah Partili, bunlar hep aynı yerlerden beslenmektedir.

Diğer yapılması gerekenleri ise; devletin, ana-babalara yönelik eğitim programları düzenlemesi, sağlık personeli, öğretmen, psikolog, sosyal görevli ve polis gibi meslek gruplarının da bu eğitim programlarında yer almasını sağlaması, şiddete uğrayan kadınlar ve onların çocukları için sığınma evlerinin açılması, şiddet gören kadınların başvurduğu karakol, hastane ve mahkeme gibi hizmet kurumlarında kadın görevliler ve cinsiyet konusunda duyarlı uzmanların yer aldığı birimlerin kurulması, şiddete uğrayan kadın ve çocuklara haklarını kullanmaları için hukuki danışmanlık hizmeti verilmesi şeklinde sayabiliriz.

Ayrıca, medyanın kadın ve çocuklara yönelik şiddeti özendiren yayınlar konusunda da daha duyarlı davranıp bu yönde programlara yer vermemesi gerekmektedir. Çünkü yine bu dizilerde ağalık ve feodalite sistemi yani geçmiş bugüne taşınmakta ve şiddet özendirilmektedir. Bu tip dizilerde kadınların başına gelenler; kasten planlayarak, izini sürerek, kadınların kendilerini yetersiz, eksik ve aciz hissetme duygusunu vermeye yöneliktir.

Bunlarla birlikte, son 5 sene sistemli bir şekilde ve bazı belli çevrelerin "töre ve namus cinayetleri"ni ısrarla gündeme taşıdığı, gündemde tutmaya çalıştığı zaman dilimidir. Deneysel olarak şu kanıtlanmıştır: Medya negatif bir davranışı ısrarla gündemde tutuyorsa, o davranışın vukuunda ve tekrarında bir artış gözlenmektedir. İntihar ve terör eylemleri bunun iki somut örneğidir. Medyanın yaptığı haber sayısına ve haberleri veriş tarzına paralel olarak intihar ve terör eylemlerinde inişli çıkışlı seyirler takip edilmektedir. Son zamanlarda terör ve namus cinayetlerinin artışında konunun sert bir biçimde gündemde tutulması etkili olmuştur. Ancak medya ve bu konuyu medyaya taşıyan çevreler durumdan rahatsız değillerdir ve aksine amaçlarına ulaşmaktadırlar. Diğer yandan, islam dinine göre de, meşru kamu otoritesinden başka hiçbir güç, merci, fert veya cemaat, şu veya bu suçluya ceza veremez, ceza infazında bulunamaz. Hatta, kendi sahih bağlamında törelere göre de bu cinayetler tasvip edilemez.

Nihayet yakından bakıldığında şu söylenebilir ki, bu cinayetleri işleyenler de, herhalde hunharca duygularını tatmin etmek üzere ellerini kana bulamıyorlar. Hiçbir babanın kızını, hiçbir erkekin kız kardeşini öldürmeye kalkışmaması gerekmektedir. Çünkü, klinik olarak "hasta" teşhisi konabilecek kişiler hariç, insanlar durup dururken sevdiklerini öldüremezler. Bu cinayetlerde insan yüreğini parçalayan trajediler, dramlar yaşanmaktadır. Bu ülkenin kodlarını ve dilini gerçekten araştıran (alan araştırması) ve bilen sosyologlar, gerçek bilim adamları olsaydı bunları çoktan teşhis ederlerdi. Yazık ki araştırmacıların ve sosyal bilimcilerin ezici çoğunluğu, oryantalist gözlüklerin arkasından olaylara bakmaktadırlar.

Üzücü olan ise biz bunları tartışırken birçok kentte töre cinayetlerinin son sürat işlenmeye devam etmesidir. Adana'da Nilüfer, Diyarbakır'da Kadriye, Mardin'de Şemse, İstanbul'da Güldünya isimli kadınlar, kendilerine hiçbir kaçış hakkı tanınmadan ''töre'' ve ''namus'' anlayışıyla öldürülmüştür. Kadına yönelik şiddet ve baskı her geçen gün artmaktadır. Çünkü bu iktidarın zihniyeti, sorumluların olaylara tepkisizliği de buna müsaittir. Örneğin, bu kadınlar, yasalardaki ceza indirimiyle adeta teşvik edilerek öldürülmüşlerdir. Namus cinayetlerine indirim öngören TCK'nın 51. maddesinin hala yürürlükte olması son derece üzücüdür. Töre cinayetlerinin katilleri 3-4 yıl hapis yatıp, çıkmaktadır. Bu nedenlerle, ceza yasalarındaki boşlukları bilenler tarafından insanların en temel haklarından biri olan yaşam hakkı bile namus adına çağdışı bir anlayışla yok edilmektedir.

Son olarak, kadına yönelik şiddetin sadece ülkemizde yoğun olmadığını söylemiştim. Dünyada her üç kadından biri tanıdığı kişilerce şiddete maruz kalmaktadır. Kadına yönelik şiddetin evrenselliği korkutucu boyutlara ulaşmıştır. Kadınlar bir ülkenin itici gücüdür. Mobil gücüdür. Bu gücü harekete geçirmeyen toplumlar başarılı olmazlar. Dahası, her alanda pozitif ayrımcılık ilkelerinden faydalanmayan, edilgen bir kadın nüfusuna sahip toplumlar kalkınamaz. Cahil ve yetersiz kadınların yetiştirdiği çocuklarla da ne sağlıklı bir toplum oluşur ne de bir bilgi toplumu olabiliriz. İşte kadına ve çocuğa yönelik şiddetin, ilgisizliğin, kötü tavırların önüne geçmekte ancak bunların olmadığı bir toplum yapısı ile mümkün olabilir.

CaKaLBoT
10-29-2006, 12:00 PM
Annenin yeni bir bebeği dünyaya getirmesi evin diğer küçük çocukları için hep şaşırtıcı olur.

ay ewt tuba cok sasırmıs yazık kıza:D ay hapsırma konusu cok ıyı olmus ya hep merak edıyodum cok tesekurler

CaKaLBoT
11-05-2006, 03:45 AM
sende cok yaşa abi güzell paylasın :))

CaKaLBoT
11-05-2006, 10:42 AM
yok olmaya yüz tutmuş olsada şu çarpık hayatlar arasında yinede inadına yaşamaya çalışıyorum örf ve adetlerimizi yapabildiğim kadar..