Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : Tarihte Türk Büyükleri -Afabetik Sırayla-


bluekeys™
11-28-2006, 01:53 PM
ABDÜLHAK HAMİT TARHAN
( 1852-1937 )


Çağında, ittifakla büyüklüğü benimsenmiş bir şair... Gözde diplomat... Yazdığı oyunlarla fikir çalkantıları yaratan bir yazar... Başlı başına bir edebiyat öncüsü...

2 Şubat 1852 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Tanzimat döneminin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'dir. Büyükbabası, ikinci Mahmut ve Abdülmecit'e hekimbaşılık eden Abdülhak Molla'dır. Kültürlü ve esprili bir aileden gelir. Abdülhak Molla, eczanesinin kapısına, "Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı" mısrasını yazacak kadar geniş görüşlü bir insandı.

FRANSIZ EĞİTİM SİSTEMİNİ İNCELEDİ

Abdülhak Hamit, iyi bir öğrenim gördü. Bir yandan, doğduğu semt olan Bebek'teki mahalle mektebine giderken, bir yandan evinde babasından ve babasının dostlarından ders alıyordu. Sonra Rumelihisarı'ndaki Rüştiye Okulu'na yazıldı. Yanyalı Tahsin Hoca ile Edremitli Bahattin Efendi'den dersler almaya devam etti. 1862'de, Millî Eğitim müsteşarı olarak Paris'te Fransız eğitim sistemini inceleyen babasının yanına gitti ve burada Fransızca öğrendi. Bir yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul'a döndü ve Robert Kolej'e devam etti.

Memurluk hayatına, "Tercüme Odası"na girerek başladı. Babası Tahran Büyükelçiliğine atanınca, o da hocası Bahattin Efendi ile birlikte Tahran'a gitti (1865). Burada Farsça öğrenmeye başladı. Elçilik kâtiplerinden Mirza Şevket, genç Abdülhak Hamit'e hem Farsça öğretiyor hem de İran edebiyatını tanıtıyordu.

Babasının ölümü üzerine (1867) İstanbul'a döndü. Maliye Bakanlığı ve Şûra-yı Devlet'te hizmetler aldı. 1871'de, İstanbul'un tanınmış ailelerinden Pirîzade Fatma Hanım'la evlendi. Sami Paşazade Sezai, Recaizade Ekrem ve Namık Kemal ile tanışması bu yıllardadır. Tiyatro oyunu yazmak moda idi. O da bu akıma katıldı ve ilk denemelerine girişti."Macera-yı Aşk" adlı tiyatro oyununu 1873'de yazdı ve yayınladı. Artık ardı ardına eser veriyordu. "Sabrü Sebat" (1874), "İçli Kız" (1874), "Duhter-i Hindu" (1875), "Nazife" (1876). Genç Abdülhak Hamit su gibi eser akıtıyor, her çıkardığı kitap geniş yankılar yapıyor, eleştirmenler genç dehayı selamlıyorlardı. "Tarih veya Endülüs'ün Fethi", "Ibn-i Musa yahut Zatülcemal ve Sardanapal" oyunları da bu dönemde kaleme alınmış ve yayınlanmışlardı. Abdülhak Hamit edebiyat çevrelerini şaşırtan ve hayrete düşüren bir üreticilikle birbirinden önemli, birbirinden değerli eserleri edebiyat alanına sürdükçe, ünü de İstanbul'u aşarak bütün Osmanlı ülkesine yayılıyordu.

1876'da Paris sefareti ikinci kâtipliğine atandı. O zamana kadar bütün oyunlarını düzyazı ile yazmıştı. Paris'te şiire başladı. "Belde, yahut Divaneliklerim" adlı şiirleri, bu dönemin ürünüdürler. "Nesteren" oyununa da Paris'te bulunduğu sırada başlamış ve bitirmiştir. "Nesteren" oyununda, iki müstebit kardeş hükümdarın kavgalarını konu edinmişti. O yıllarda Abdülhamit ile Beşinci Murad arasında süren kavgaya benzediği için, güne paralel çiziyordu. Hükümdarlardan biri halk tarafından seviliyor, biri sevilmemekte idi. Abdülhamit ile Murad arasında da böyle bir benzerlik vardı. Bu yüzden bu eserini imzasız olarak bastırmıştı. Fakat bir vesile ile İstanbul'a gelince, açığa alındı (1878).

YAZDIĞI ŞİİRLERİNİ «SAHRA» ADLI KİTAPTA TOPLADI

Bu dönem, şairin büyük sıkıntılara düştüğü dönemdir, iki yıl gelirsiz yaşadı. Sinir krizleri geçirdi. Hatta çıldırdığını söyleyenler oldu. Fakat kendisine teklif edilen Berlin sefareti kâtipliğini ve Belgrat şehbenderliğini kabul etmemek direncini gösterdi. Yazdığı şiirlerini "Sahra" adı altında toplayıp yayınladı. "Eşber" oyununu kaleme aldı ve kitap haline getirdi. "Tezer, yahut Abdülrahman-ı Salis" oyunu da bu iki yıllık edebiyat çalışmaları sırasında çıkmıştır.

Sonunda saraydan görev kabul etmemekten vazgeçti. Kafkasya'deki "Pöti" şehbenderliğini kabul etti, ardından Yunanistan'daki "Golos", Hindistan'daki Bombay şehbenderliklerinde bulundu. Bu son görevinde, çok sevdiği karısı Fatma Hanım'ı kaybetti. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden biri olduğu üzerinde ittifak edilen "Makber" adlı şiir kitabı, bu büyük kaybın beşeri hercümercini anlatır:
"Fatıma, çık lâhitten kıyam et!
Yadımdaki haline devam et!"

"Makber" 1885 yılında yazılmıştır. Yine ölümünü bir türlü içine sindiremediği eşi için bir yıl sonra "Ölü" adlı şiirlerini yayınladı. "Hacle" adlı kitabı da, eşi Fatma Hanım için yazılmıştır.

ÇAĞINDA «ÜSTAD-I AZAM» DİYE KONUŞULAN TEK ŞAİRDİ

Eşinin ölümü, yeni bir Abdülhak Hamit'in doğuşu olmuştur. Çünkü o zamana kadar, düzyazıdaki başarılarıyla tanınan Abdülhak Hamit, ondan sonra şair olarak erişilmez bir çizgiye ulaştığını ortaya koydu. Çağında, adından söz edilmeden "Üstad-ı Az'am" diye konuşulan tek şairimiz, Abdülhak Hamit'tir. "Bunlar Odur" (1886), "Kahpe" (1887) tarihlidirler. Ünü, ülkenin dışına taşmış, dünya edebiyatında adı geçer olmuştu.

1886 yılı sonunda Londra sefaret kâtipliğine atanır. "Zeynep" bu dönem çalışmalarının eseridir. "Zeynep"i, basılmak üzere İstanbul'a gönderdi. Fakat sansür sakıncalı gördüğü için basılmasına izin vermedi ve bu yüzden Londra'daki görevinden alındı. Üç ay kadar işsiz kaldı. Edebiyatla uğraşmamak şartı ile yine eski görevine gönderildi. 1895'de Lahey orta elçiliğinde, 1897'de Londra sefaret müsteşarlığında bulundu. Şair, birkaç başarısız evlilikten sonra 1912'de Lösiyen adlı 18 yaşında bir kızla Brüksel'de evlendi. 26 yıl sürekli olarak Batı Avrupa'da görev yaptıktan sonra İstanbul'a döndü ve Meclis-i Ayan üyeliğine seçildi. Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün sofrasına davet edilen bir şairdi. 85 yaşında, 3 Nisan 1937 tarihinde hayata gözlerini kapadı. Zincirlikuyu Mezarlığı'na gömülüdür.

Türk şair ve oyun yazarı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin Batı'ya açılan yenilikçi şairlerindendir.

Abdülhak Hamid Tarhan 2 Ocak 1852'de İstanbul'da, Bebek'te doğdu. Babası dönemin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'ydi. Küçük yaşlarda özel öğrenim görmeye başladı, sekiz yaşındayken yeni kurulan Robert Kolej'e yazdırılıp, İngilizce öğrenmesi sağlandı.

1862'de Paris'te görev yapan ağabeysinin yanına gitti. Ecole Nationale'de yatılı olarak okudu. Dönüşünde daha on dört yaşındayken Babıâli Tercüme Odası'nda çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra Tahran Elçiliği"ne atanan babasıyla İran'a gitti. Burada Farsça'yı ve Fars edebiyatını derinlemesine öğrenmek fırsatı buldu.

Babasının ölümü üstüne İstanbul'a dönünce Maliye Mühimme Kalemi, Şura-yı Devlet ve Sadaret kalemlerinde bulundu. 1871'de Fatma Hanım'la evlendi. 1876'da Paris elçiliği ikinci kâtipliğine atandı. Kimi yapıtlarının konuları Padişah'ın hoşuna gitmediği için, bu görevinden alınınca, iki yıl kadar işsiz kaldı. 1883 yılında başkonsoloslukla Hindistan'da Bombay'a gönderildi. Burada sağlığı bozulan eşi, İstanbul'a dönerlerken uğradıkları Beyrut'ta öldü. Bu beklenmedik ölümün sarsıntısıyla Makber'i yazdı. 1886 yılında Londra elçiliği başkâtipliği göreviyle İngiltere'ye gitti. Yirmi yıl süren görevinde elçilik birinci müsteşarlığına kadar yükseldi.

Meşrutiyetin ilanından sonra Brüksel elçiliğine atandı. 1912 yılında emekliye ayrılıp yurda döndüğünde Ayan üyesi olarak görev yaptı. İstanbul'un İngilizler tarafından işgali üzerine Viyana'ya kaçtı. Burada büyük parasal sıkıntılar çekmesi üzerine Anadolu Hükümeti tarafından yurda gelmesi sağlandı. Cumhuriyet'ten sonra devletçe maaşa bağlandı, oturması için kendisine Maçka Palas'da bir daire verildi. 1928 yılında TBMM'ye üye seçildi. Son yıllarını İstanbul'da rahat bir ortam içinde geçiren Abdülhak Hamid, 12 Nisan 1937'de öldü.

Ailesinin ve çok küçük yaşlarda başlayan eğitiminin sağladığı geniş bir kültür birikimine sahip olan Abdülhak Hamid, şiire başladığı 1870'li yıllarda Ebüzziya Tevfik, Recaizade Mahmud Ekrem, Sami-paşazade Sezai ve Namık Kemal'le tanışarak, Tanzimat döneminin yeni edebiyatçıları arasına katıldı. Yurt dışı görevlerinin ona sağladığı olanaklarla Shakespeare, Corneille, Racine gibi Batılı sanatçıları derinlemesine inceledi, etkileri altına girdi. Şiir alanında o güne değin süregelen Divan edebiyatı nazım biçimlerini bir kenara bırakarak, dize ve uyak düzenlerine alabildiğine değişiklikler getirdi. Tanzimat şairleri arasında heceye en çok önem verenlerden birisi Abdülhak Hamid'dir. Eski şiirin konu kısıtlamalarını aşarak günlük yaşamın çeşitli konularını şiire soktu, doğa ve insan ilişkileri üzerinde durdu.

Tiyatro alanında ilkin Namık Kemal'ı daha sonra Batılı yazarları örnek alarak oyunlar yazdı. Bunlar çoğunlukla manzum ve konularını Asur, Yunan, Arap, Hind ve Afgan gibi eski uygarlıklardan alan oyunlardı. Yapısı oynanmaya elverişli olmayan bu oyunlar, söz konusu toplumların kahramanlarını, halk-yönetim ilişkilerini, yurt sevgisi ve savunmasını, yöneticilerin trajik çabalarını romantik bir dille aktarıyordu. Sevdiği erkeğe kavuşmak için kocasını Hintli uşağına öldürten bir İngiliz kadınının acıklı serüveninin anlatıldığı yer yer en ünlü oyunu Finten, Othello ve Hamlet esintileri taşıyan düzyazı ile nazım karışığı bir oyundur.

Abdülhak Hamid, yaşadığı dönemde "Dahi-i Azam", "Şair-i Azam" gibi nitelemelerle çok başarılı ve yeni bir şair olarak değerlendirilmişse de, bu değerlendirmeler daha sonra tartışmalara konu olmuş, sert eleştirilere yol açmıştır.

Yaşamının büyük bir bölümünü edebiyatta en hızlı atılımların meydana geldiği ülkelerde geçirmesine karşın, oralardaki çağdaşı edebiyatçıların getirdiği yeniliklerle ilgilenmemesi,yalnızca klasik dönem şair ve yazarlarını örnek alması eleştirilen yanlarındandır. Şiirlerinde görülen yeniliklerin yanı sıra, belirli bir dil anlayışına sahip olmaması, "esin"e aşırı bağlılığı sonucu ortaya çıkan kimi dağınık, keyfi şiirleri ağır yergilere uğramıştır. Bütün bunların ötesinde, Türk edebiyatının önemli bir dönemecinde, yaşadığı günler için yenilikler getirmiş bir sanatçı olduğunu kabul etmek gerekir.

• YAPITLAR (başlıca): Şiir: Sahra, 1879; Makber, 1885; Ölü, 1885; Hacle, 1886; Bir Sefilenin Hasbıhali, 1886; Bâlâdan Bir Ses, 1912; İlham-ı Vatan, 1916; Ruhlar, 1922;Oyun: Macera-yı Aşk, 1873; Sabr ü Sebat,l875; İçli Kız, 1875; Duhter-ı Hindu, 1876; Nesteren, 1878; Tank yahut Endülüs Fethi, 1879; Tezer yahut Abdurrahman-ı Salis, 1880; Eşber, 1880; Zeynep, 1908; İlhan, 1913; Liberte, 1913; Finten, 1916; Tarhan, 1916; Hakan, 1935.

bluekeys™
11-28-2006, 01:54 PM
AHMET CEVDET PAŞA
( 1822- 1895 )




Osmanlı devlet felsefesini en iyi kavramış ve eserlerine yansıtmış bir tarihçi... Devletine sadakatle hizmet etmiş bir devlet adamı... Mecelle'yi kaleme alarak İslâm hukukunu sağlam bir dille kitaplaştıran bir bilgin... Doğru bildiklerini, her şeye rağmen söyleyen, yazan bir Osmanlı... Sistemi olmayan filozof!..

Cevdet Pasa, şimdi sınırlarımız dışında kalan Lofça kasabasında dünyaya geldi. Hacı İsmail Ağa'nın oğludur. Lofça'da mahalle mektebinden sonra, öğretimini daha iyi yapabilmek için, 1839'da İstanbul'a gelerek medreseye girmiştir. Medresiyi bitirip müderris olduktan sonra, Farsça ve Fransızca öğrendi. Matematik, felsefe, kozmografya (astronomi) bilimleri üzerinde çalıştı, kendisini yetiştirdi.

FEHIM EFENDİ KENDİSİNE «CEVDET» TAKMA ADINI VERDİ

Cevdet Paşa, bilim adamı olarak yetişmek istiyordu. Fakat çevresi politikacılarla dolu idi. Çoğu yetenekli insanın denediği gibi, şiirler yazmaya başladı. Yazdığı şiirleri kendisine gösterdiği Fehim Efendi, kendisine "Cevdet" takma adını verdi. O zamana kadar Ahmet olan Cevdet Paşa, ondan sonra Ahmet Cevdet oldu.

Ahmet Cevdet Efendi, zamanının en ünlü kişileri olan Büyük Reşit Paşa, Ali ve Fuat paşalarla tanıştı. Reşit Paşa'nın yanında geçirdiği 15 yıl, her bakımdan gelişmesine yardım etmiştir. Bu dönemde Ahmet Cevdet Efendi, idare ve politika hayatına kaymaya başladı. İlk görevi, Bükreş'te bulunan Fuat Bey (Paşa)'in yanında yardımcılık oldu. Bükreş dönüşü Fuat Bey'le birlikte Bursa'ya geldiler ve burada bir süre dinlendiler. Kaldıkları kısa sûre içinde, "Kavaid-i Osmaniye" adlı bir eseri ortaya koymuşlardı. Bu Osmanlı dilinin grameri, bundan sonra yazılan bütün gramerlere kaynaklık ve örneklik etmiştir.

"Darülmuallimîn" okuluna müdür atandı. Aynı zamanda "Maarif Meclisi" üyeliğine getirildi. Özellikle bu meclisin derlenip toparlanmasına çalıştı ve çalışmalarıyla dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle, Maarif Meclisi üyesi olarak ‘Encümen-i Daniş’in kurulmasında büyük emeği geçti ve bu encümene üye seçildi.

Encümenin kurulması sebebi, tarihimizi derleyip toplamak, sanat hayatımızı düzenleyip canlandırmak gibi işler idi. Encümen, Ahmet Cevdet Efendi'ye 1774-1826 yılları arasındaki olayları yazmak görevini verdi, önceleri, bu eser, birlikte yazılacaktı. Fakat öteki üyelerin kaytarmaları nedeniyle Ahmet Cevdet Efendi'ye bırakıldı. Bugün Cevdet Tarihi adıyla bildiğimiz 12 ciltlik eser bu çalışmaların sonucudur.

HALEP VE BURSA VALİLİĞİ DE YAPTI

Ahmet Cevdet Efendi'nin, İbni Haldun'un tarih felsefesine ve Naima'nın bu felsefeye bağlı görüşüne önem vererek, yazdığı tarih, yalnız belli bir çağın sağlam belgelere bağlı tarih çalışması değil, aynı zamanda Osmanlı devlet felsefesinin çeşitli devlet adamları elinde nasıl uygulandığının çok dikkatli bir açıklamasıdır. Batı toplumları ile Doğu toplumlarının birbirinden farklı toplumlar olduğu, Cevdet Paşa'dan önce de fark edilmiş ise de, Cevdet Paşa, bu farkın, sınıflı toplumdan geldiğini açıklayan ilk fikir adamımız olmuştur.
Cevdet Paşa, Kırım Savaşı sırasında üç cildini tamamladığı tarihini padişaha sunmuş ve Saray Vakanüvisliği'ne atanmıştır (2 şubat 1855). Bu görev üstünde kalmak şartıyla önce "Meclis-i Ali-î Tanzimat'a üye atanmış, sonradan Meclis-i Vâlâ"ya üye olmuştur. Cevdet Paşa, her gönderildiği yerde iyi hizmet veren bir insandı. Ahmet Cevdet Paşa, İşkodra karışıklıklarının bastırılması, Kozan İsyanı'nın söndürülmesi, Bosna- Hersek müfettişliği gibi önemli görevlerde başarı ile iş gördükten sonra, 1868'de Adliye Nazırlığı'na getirilmiş ve kendisine paşalık tevcih edilmiştir. Bir ara Halep ve Bursa valiliği de yapmıştır. Cevdet Paşa, üç defa Maarif Nazırı, 5 defa Adliye, 2 defa Evkaf, birer defa Dahiliye, Ticaret ve Ziraat nazırlığı yapmıştır. Ayrıca, Şûra-yı devlet Reisliği'nde de bulundu. Bunca hizmet sırasında, eser vermeyi ihmal etmemiş, 12 ciltlik Cevdet Tarihi'nden başka, dinlerin ve peygamberlerin tarihini "Kısas-ı Enbiya" adı altında yazıp yayınlamıştır.

AHMET CEVDET PAŞA «MECELLE» ADLI DEV BİR ESER YAZDI

Son olarak "Meclis-i Has" üyeliğine getirildi ve burada ölünceye kadar bilimsel çalışmalarını sürdürdü (25 mayıs 1895). "Tezakir-i Cevdet", tarih çalışmaları sırasında tuttuğu notlar olup, bunlar yeniden gözden geçirilmiş ve tasnif edilerek 4 cilt halinde yayınlanmıştır. Bunlar daha çok Tanzimat döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun toplum yapısını belirleyen notlardır. "Maruzat" II. Abdülhamit'e sunduğu bilgileri içerir. Son zamanlarda tamamı yayınlanmıştır.

Baş eserlerinden biri de "Mecelle"dir. Sağlam bir dille kaleme alınan İslâm hukukunun Medenî Kanun'a karşılık olan bölümü, Cevdet Paşa'nm en büyük eserlerinden biri sayılır. 50 yıl kadar Osmanlı ülkesinde ve Medenî Kanun yayınlanana kadar Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde kanun olarak uygulanmıştır. Mecelle'nin bazı düsturları bugün de hukukumuzda yaşamaktadır. "Mani. zail olunca, memnu avdet eder", "Bir işten maksat ne ise,
hüküm ona göredir", "Alması memnu olan bir şeyin vermesi dahi memnudur", "Kişi, ikrarıyla ilzam olunur", "Sakile bir söz isnat olunmaz", "Zan ile yakîn (tam bilme) hasıl olmaz."

bluekeys™
11-28-2006, 01:54 PM
AHMET HAMDİ TANPINAR
(1901- 1962)



Şiirde "sanat, sanat içindir" düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırken, roman ve hikâyelerinde "sanat, düşünmek içindir" motifini işleyen mütefekkir şair... Hikâye ve romanları ile makalelerinde, "zaman" fikrini anlatmaya çalışmış, içe dönük insanın iç portrelerini çizmeye emek vermiş, bilinçaltı karmaşıklığını ele alarak insanı belirleme yolunu denemiş bir yazar... Doğru görüşlere sahip bir edebiyat tarihçisi ve sanat vurgunu...

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 haziran 1901'de İstanbul'da doğdu. Babası, Kadı Hüseyin Fikri Efendi'dir. Babasının memuriyet hayatına bağlı olarak çeşitli illerde ilk, orta ve lise öğrenimini yaptı. Antalya Sultanisi'nden mezun olunca, İstanbul'a geldi (1918). Parasız yatılı bir okula girmek zorunda olduğu için, müsabaka imtihanını kazandığı Baytar Yüksek Okulu"na girdi. Fakat bu mesleğe eğilimi yoktu, bir yıl sonra bir kolayını bularak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi'ne yazıldı.

YAHYA KEMAL'DEN EDEBİYAT TARİHİ DERSİ ALDI

Bu sıralarda üniversitede edebiyat tarihi okutan Yahya Kemal'in öğrencisi oldu. Yahya Kemal, genç Tanpınar üzerinde derin bir tesir yarattı. Bu etki, hayatının sonuna kadar sürmüş ve Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatta ve fikriyatta hocası olan Yahya Kemal'in çevresinden hiç kopmamıştır. Fakülteyi bitirince (1923), Erzurum Sultanisi'ne edebiyat ve felsefe öğretmeni olarak atandı. Bundan sonra sırasıyla Konya, Ankara (Gazi Eğitim Enstitüsü) İstanbul Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1934 yılında, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Güzel Sanatlar Akademisi Sanat Tarihi öğretmeni olarak buluyoruz (1934). Bu dönem içinde yazdığı şiirler, hikâyeler, makalelerle dikkati çeken Tanpınar, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına getirildi.

Artık Tanpmar, şair, hikayeci, romancı, denemeci olarak adını duyurmuştu. Şiirleri bir
çevre tarafından seviliyor, bir çevre tarafından eleştiriliyordu. Çünkü şiirlerinde sanatın sanat için olduğu düşüncesinden hareket ederek yazıyor, ince hayaller, psikolojik imajlar, bilinçaltı kaynaşmalarıyla dolu mısralar ortaya çıkarıyordu. Sanatın, toplum için olduğu düşüncesinde birleşenler, Tanpınar'ı eleştiriyorlar, kendi saflarına çekmeye zorluyorlardı.

İLK ŞİİRİ «ALTIN KİTAP» ADLI DERGİDE YAYINLANDI
Ahmet Harndi Tanpınar, bütün bunların arasından sessizce sıyrılmasını bildi. Kimin ne söylediğini düşünmeden, kendi anlayışı içinde şiirlerini sürdürdü. Şiirlerinde, doğa ve insanın meçhule gidişindeki dram, mısra mısra işlenir.

1942'de Maraş milletvekilliğine seçildi. Tanpınar'ın politikayı sevdiği ve hele ısındığı söylenemez. Bir devre milletvekilliğini tamamladıktan sonra, tekrar mesleğine döndü. 1946'da Millî Eğitim müfettişi, 1948'de Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi hocası ve hemen ardından aynı yıl eski görevi olan İstanbul Üniversitesi'ndeki yerini aldı.

1962 yılına kadar süren bu görevi sırasında, Türk Edebiyat Tarihi üzerinde derin çalışmalar yaptı. "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi" adlı kıymetli eseri bu sırada oluşmuştur. Kendisinden önce yapılan edebiyat tarihlerinden büyük farklar gösteren bu eser, günümüzün boşluklarından birini doldurmuş bulunuyor. Yahya Kemal'in tarih görüşünden hareket eden Tanpmar, on dokuzuncu yüzyıl yazar ve şairlerinde millî motifin nasıl geliştiğini büyük bir dikkatle ortaya çıkarmıştır.

İlk şiiri, Celâl Sahir'in çıkarmakta olduğu "Altın Kitap" adlı bir dergide yayınlandı: "Musul Akşamları." (1920). Sonra, 1920-21 yılları arasında Tanpınar'ı "Dergâh" yazarları ve şairleri arasında görüyoruz. 11 kadar şiiri, hemen kısa aralıklarla bu dergide çıktı. Sonraları "Millî Mecmua", "Hayat", "Görüş", "Varlık", "Oluş", "Ülkü" dergilerinde zaman zaman görüldü. Şiirlerin toplanıp yayınlanması için 1961 yılını bulmamız gerekmiştir.

1962 YILINDA HAYATA VEDA ETTİ

Tıpkı hocası Yahya Kemal gibi, kafiyenin ve veznin şiirde müzik görevi yapmadığına inanıyor, mısraların kelime örgüleri ile bir müzik yarattığını savunuyor ve şiiri ile bunu ispatlamaya çalışıyordu.

Yahya Kemal, "Itri" şiiri ile bir Osmanlı yüzyılını anlatmıştı. Tanpınar, bir şehrin hayatını dile getirdi:

"Bursa'da eski bir cami avlusu
Mermer şadırvanda sakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir eski zaman vehmile..."

"Zaman" adlı şiiri, hem şairliğine, hem metafizik kaygılarla "Zaman" tefekkürüne güzel bir örnek olduğu için buraya alıyoruz:

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında

Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen
İçim, muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim."

Çalışmalarının en verimli olduğu bir çağda, 1962 yılında hayata gözlerini yumdu. Arkasında, şiirli bir tarih, fikirli bir şiir, sağlam bir dünya görüşü bıraktı.

bluekeys™
11-28-2006, 01:54 PM
AHMET MİTHAT EFENDİ

( 1844-1912 )





Bahtı ile, kaderi ile boğuşa boğuşa başarıya ulaşmış bir adam!.. Bütün kötülüklerin, cahillikten kaynaklandığını bilen ve ülkeyi cahillikten kurtarmak için durmamasıya yazan, konuşan bir yazar!.. Aktar çıraklığından üniversite profesörlüğüne kendi gayreti ile tırmanan bir insan: Ahmet Mithat Efendi!..

1344 yılında İstanbul'da doğdu. Bir bezzazın oğlu idi. 6 yaşında babasız kaldı. Mısır-çarşısı'nda bir aktarın yanına çırak verdiler. Zeki bir çocuktu. Her işi yüksünmeden yapıyordu. Öteki çıraklardan farklı bir yapısı olduğu, kısa bir sürede anlaşıldı. Nitekim çarşı esnafından Hacı İbrahim Efendi, bu yetenekli çocuğa, akşamları ders vererek okuma yazmayı öğretti.

GALATA'DA BİR YABANCIDAN FRANSIZCA DERS ALDI

Ahmet Mithat Efendi, bu Hacı İbrahim Efendi'nin kendisine yaptığı iyiliği hiç unutmayacak, yıllar ve yıllar sonra bir gün oğlu Dr. Kâmil Yazgaç'ın kolundan tutarak Mısırçarşısı'nda bir dükkânın önüne getirecek ve şunları söyleyecektir:
"İşte ben, bu dükkânda çıraktım, ustamdan yediğim dayakların acısı ile on beş yaşından sonra buradaki okur—yazar esnaftan ders almaya başladım, beş yılda okur—yazar bir efendi oldum."

Oysa Ahmet Mithat Efendi, yalnız Hacı İbrahim Efendi'den okuma yazma dersleri almıyor, bir vesile ile tanıştığı, Galata'da ticaret yapan bir yabancıdan da Fransızca dersleri alıyordu. Bu öğrendikleri, Ahmet Mithat Efendi'ye yetmiyordu. Daha çok öğrenmek, düzenli bir tahsil yapmak istiyordu. 1861'de Niş vilayetinde Kaza Voyvodası görevinde bulunan kardeşi Hafız İbrahim Efendi'nin yanına gitti.

Bu gidiş, A. Mithat Efendi'nin hayatında bir dönüm noktasıdır. O sıralar Niş Valisi Mithat Paşa idi. Ağabeysi Voyvoda İbrahim Efendi'yi tanıdığı için, genç Ahmet Mithat'ı da tanıdı ve sevdi. Zamanın lisesi demek olan rüştiye okuluna yazdırıldı. Mithat Paşa, ayrıca genç Ahmet Mithat'a, Mamuryan Efendi'den Fransızca ders almasını sağladı.

Mithat Paşa, Tuna vilayetinin başına getirilince, Ahmet Mithat'ı da Mektubî Kalemi'ne memur olarak aldı. Çalışkanlığı, zekâsı ve öğrenme hırsını beğendiği bu gence Mithat Paşa kendi adını da vermiş ve o zamana kadar sadece Ahmet olan adı, bundan sonra Ahmet Mithat olmuştur.

Ahmet Mithat Efendi, memurluğu süresince de ders almayı sürdürmüştür. Bir yandan, Sait Paşa Medresesi'nde sabah derslerine gidiyor, bir taraftan da akşamları, Çankof Efendi'den Fransızca dersler alarak yabancı dil bilgisini ilerletiyordu. 20 Haziran 1868'de "Tuna" gazetesine yazar olarak girdi. Matbaacılık tekniğini kısa bir zamanda kavradı ve gazetenin başyazarı oldu.

BAĞDAT'TA «ZERVA» ADLI BİR GAZETE ÇIKARDI

Mithat Paşa, Bağdat Valisi olunca, Ahmet Mithat'ı da Bağdat'a götürdü. Kendisine, bir matbaa kurmak ve 2. gazetesini çıkarmak görevini verdi. Çıkardığı ve bütün yazılarını yazdığı gazetenin adı, "Zerva"dır. Gazeteciliğin yanısıra Mektubî Kalemi"ndeki görevini de ihmâl etmiyor, ayrıca Farsça ve Arapça dersleri alıyordu. Bu arada, sanayi mekteplerinde okunmak üzere "Hâce-i Evvel" ve "Kıssadan Hisse" kitaplarını yazdı.

Bundan sonraki hayatı baş döndürücüdür. Ağabeysi öldü. Ağabeysinin bütün ailesi İstanbul'a geldi ve Ahmet Mithat Efendi'nin eline bakmaya başladılar. Tahtakale'de kiraladığı bir evde bir matbaa kurarak işe girişti. Bütün aile dizgi, baskı işlerinde çalışıyordu. Burada hazırladığı eserleri basmaya başladı. Namık Kemal'in yayınlamaya başladığı "İbret" gazetesinin sürekli yazarları arasına girdi. "Devir" ve "Bedir" adlı gazeteleri çıkardı ve batırdı. "Vatan yahut Silistre" piyesinin olaylara yol açması üzerine, Namık Kemal ve arkadaşları ile birlikte sürgüne gönderildi. Sürgün gittiği Rodos'ta, durmadan romanlar yazdı. "Hasan Mellah", "Hüseyin Fellah", Dünyaya İkinci Geliş", "Açık Baş" bu dönemin ürünleridir.

Abdülaziz'in hallinden sonra, İstanbul'a döndü (11 Haziran 1876). "İttihat" gazetesini çıkardı. "Takvim-i Vekayî" müdürlüğüne getirildi. "Üs-sü-İnkılâp" adı ile bir kitap yayınlayarak padişahın gözüne girdi. Türk basın tarihinde önemli bir yeri olan "Tercüman-ı Hakikat" gazetesini çıkardı. Ahmet Cevdet, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim bu gazetenin sütunlarında şöhret oldular. Damadı Muallim Naci, bu gazetenin edebiyat sayfasını yönetiyor, dilde sadeliğe örnek şiirler yayınlıyordu:

"Mintanın düğmesin çöz
Sim tenin görsün bu göz
Eskiden söylenir şu söz
Çok naz âşık usandırır."

1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra emekli oldu. Fakat bakanlar kurulu kararı ile üniversiteye felsefe, tarih ve din tarihi kürsüsüne profesör atandı. Ayrıca, Kız Öğretmen Okulu'nda tarih ve pedagoji okutuyordu.

AHMET MİTHAT EFENDİ KALEMİNİ HALKIN EĞİTİMİ İÇİN KULLANDI

Tanzimat döneminin en popüler yazarıdır ve nesrin bütün türlerinde ve konularında yazılmış 200'den fazla eseri vardır. Kalemini, halkın eğitim ve öğretimine adamıştı. Romanda, hikâyede biçime önem vermiyor, romanın en heyecanlı yerinde olayların dışına çıkarak, halka bilgi vermek için, fizikokimya, astronomi, tarih üzerinde sayfalar dolduruyordu. "Sulfatoyu bile çocuğa, sekere bulayarak yedirirler. Halka da bilgiyi öyle vereceksin!" diyordu. Halk çocuğu idi, halk adamı oldu ve bütün hayatı boyunca halkı için çalıştı. Ahmet Mithat Efendi, tek başına Türk halkında okuma zevkini yaratabilmiş büyük bir idealisttir.

Bağdat'ta bulunduğu yıllarda Mithat Paşa, kendisine; "Oğlum", demişti "Vatana en büyük hizmet, vatandaşları okutmaktır. Sen de bu yolda yürürsen, dünyada cismimi, ahirette ruhumu şad etmiş olursun!.. Yaşadıkça hocalık yapacaksın, öğreteceksin ve kalemi elinden bırakmayacaksın!"

Ahmet Mithat Efendi, öyle yaptı ve 1912 yılında, son dersini ve son nefesini, Darüşşafaka Mektebi kürsüsünde verdi.

bluekeys™
11-28-2006, 01:55 PM
AHMET VEFİK PAŞA
( 1823-1891 )

Batı kültürü ile Doğu kültürünü dengeli olarak kafasına sindirmiş pratik bir diplomat, becerikli bir devlet ve idare adamı, güçlü yazar, faziletli bir insandır.

Hayatına baktığımız zaman, onu, bir diplomat ve devlet adamı olarak görürüz: Vali, büyükelçi, bakan, başbakan, meclis başkanı... Bütün görevleri düşüncesi doğrultusunda yürütmüş, yönetimle ters düştüğü zaman, ya istifa etmiş, ya azledilmiştir, fakat düşüncelerinden ödün vermeğe yanaşmamıştır.

TÜRKÇE'NİN ZENGİN BİR DİL OLDUĞUNU KANITLAMAYA ÇALIŞTI

İnancına baktığımız zaman, sağlam bir Türk ve Türkçü'dür. Türk milletinin büyük ve soylu bir millet olduğuna, zengin bir dil ve tarihe sahip bulunduğuna inanıyordu. "Etrak-i bî idrak" (akılsız Türk) sözünün aydınlar arasında itibar gördüğü o günlerde, Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu ispatlamak için "Lehçe-i Osmanî"yi yazmış, Türk tarihinin zenginliğini ortaya koymak için de "Şecere-i Türk", "Tarih-î Hikmet", "Fezleke-î Tarih-î Osmanî" gibi eserler kaleme almış ve dilimize çevirmiştir. Öteki eserlerine döndüğümüz zaman, bambaşka bir kişilik ile karşılaşırız. Tiyatro aşkı... ve aratmayan, bazan aşan tiyatro eserleri adaptasyonları. Molier'den , çeviri ve adaptasyon olmak üzere 16 birbirinden güzel piyes, Ahmet Vefik Paşa'nın kaleminden Türkçeye kazandırılmıştır.

3 Haziran 1823'de İstanbul'da doğdu. Sarayda, sürekli hizmet vermiş bir aileden geliyordu. Dedesi, Divan-ı Hümâyûn tercümanlarından Yahya Naci Efendi. Babası, hariciye memurlarından Ruhiddin Efendi'dir. Yabancı bilim adamlarının öğretmenlik ettiği, "Mühendishan-î Berr-i Hümâyûn" okuluna yazılmış, fakat bu okulu bitiremeden, babasının Paris'te görev alması üzerine, "St. Louis" lisesinde okumasını sürdürmüştür. Fransızca Latince veYunanca'yı Paris'te, İngilizce'yi Londra'da öğrendi. Ayrıca, Arapça, Farsça, Rumca , Almanca da biliyordu.

Babası ile İstanbul'a dönünce, (1837) Babıâli tercüme bürosuna memur oldu. Elçilik kâtibi olarak Londra'ya gönderildi. (1840). Burada, İngiliz Tiyatrosunu inceledi, araştırmalar yaptı. 1851'de Tahran elçiliğine tayin edildi.

Üçüncü Napolyon'la olaylı geçen Paris elçilik yılları vardır. Bir gün Napolyon, Ahmet Vefik Paşa'ya:"Devletiniz çöküyor, ben çatırtılarını buradan duyuyorum" deyince, devletine toz kondurmayan hazır-cevap Vefik Paşa, duraksamadan karşılık vermiş: "Aman Majesteleri, İstanbul çok uzaktadır, yanılmış olabilirsiniz. Fakat ben çatırtıları çok yakından, tahtınızın çevresinden işitiyorum!" karşılığını verdi.

Bir süre sonra Üçüncü Napolyon, Almanlara Sedan'da yenilince, Vefik Paşa'nın olayları doğru değerlendirdiği ortaya çıkmış.

BURSA VALİLİĞİ SIRASINDA BÜYÜK BİR İMAR HAREKETİNE GİRİŞTİ

Ahmet Vefik Paşa, Paris elçiliğinden azledildi. Bir süre sonra Evkaf Nazırı oldu. (1862). Üniversitede tarih ve felsefe okuttu. Azledildi. Maarif Nazırı oldu, azledildi. Sadaret müsteşarı oldu, azledildi. 1877'ye kadar köşesine çekilip "Lehce-î Osmanî"nin birinci cildini bitirdi ve yayınladı. 27 Mart 1877 tarihinde açılan ilk Mebusan Meclisi başkanlığına seçildi. Ayni yıl, sırası ile, Edirne valiliği, Âyân azalığı, Maarif nazırlığı yaptı. 4 Şubat 1878'de Başvekil unvanı ile sadrazam oldu. 1879 şubatında, Bursa valiliğine tayin edildi.

Bursa'da, dört yıla yakın bir zaman valilik etti. Burada bir tiyatro kurdu, İstanbul'dan tanınmış oyuncular getirtti. Bütün memurları, (müftü dahil) tiyatroya abone ettirdi. Molier'den çevirdiği ve adapte ettiği piyeslerini burada oynattı. Kahvelerde rastladığı işsiz güçsüzleri bastonu ile kovalıyor, tiyatroya getiriyordu.

Bursa valiliği sırasında büyük imar hareketlerine girişti. Bugün de Atatürk Caddesi ve İnönü Caddesi adı ile kullanılan caddeleri açtırdı. Vilâyet kitaplığını kurdu. Yol açarken, yol üstüne düşen yatırları bir gecede kaldırıyor, ertesi gün, Bursalıların hoşnutsuzluklarını görünce de "Erenlerin ruhuna bir Fatiha okuyup duada, yol açmak istediğimi söyledim. Bursalıları seviyormuş, gördüğünüz gibi gece, yolun kenarına kendi kendine çekilmiş! Evliya diye ben buna derim!" diye gerekçeler söylüyormuş...

Bursa valisi iken, ikinci defa başvekilliğe (sadrazamlığa) tayin edildi. Fakat bu son başvekilliğinde sadece 3 gün kalabilmiştir, yine görevinden uzaklaştırıldı. Bundan sonra, Rumelihisarı'ndaki yalısına çekildi. Memuriyetleri sırasında başlayıp yarım bıraktığı kitaplarını tamamladı, yeni kitaplar yazdı ve 1 nisan 1891'de öldü.

Varlıklı bir aileden gelen ve bütün hayatını devletin en yüksek mevkilerinde geçiren Ahmet Vefik Paşa'nın varislerine, harap bir yalı ile bir sürü borç bırakması, çok dikkate değer bir olaydır. Maddeye hiçbir zaman değer vermemiş, bütün hayatını, Türk milletinin manevî dünyasını kurma yolunda harcamıştır.

TÜRK UYANIŞ TARIHİNİN EN BÜYÜK SİMALARINDAN BİRİYDİ

Bilgili idi, fikirde olduğu kadar, maddede de namuslu idi. Zeki ve hazırcevaptı. Türk
soyunun ve tarihinin faziletine inanıyordu. Bu karakteri ve inançları içinde yaşayıp öldü. Türk uyanış tarihinin en büyük simalarından biridir.

Fuat Paşa Ahmet Vefik Paşa'nın değerini ve sık sık büyük makamlara tayin edilmesi ve ardından da azledilmesini anlatırken şöyle diyor:
"Ahmet Vefik Paşa, binektaşı büyüklüğünde bir cevahirdir. Onu, ne yüzük yapıp parmağınıza takabilirsiniz, ne sokakta kalmasına razı olabilirsiniz. Ölçüleri, zamana uymadı."

Ahmet Vefik Paşa'nın ölçüleri belki zamana uymadı ama, daha sonraki zamanlara fikirleri ve eserleri ile ışık tuttu, yol gösterdi

bluekeys™
11-28-2006, 01:55 PM
AHMET YESEVİ

(? –1166)

Ahmet Yesevi, Türk dünyasında ilk tarikatı kuran bir fikir ve düşünce adamıdır. 12. yüzyılın başlarında yalnız Türkistan'da değil, bütün İslâm Asyası'nda fikirleri yayılmış, şiirleri ağızdan ağıza geçmiş, giderek, adeta evliyalaşmıştır. Bilinen ilk mutasavvıfımızdır. Türklerin dinî ve edebî tarihinde bu kadar geniş bir çevreye tesir etmiş başka bir şair ve mutasavvıf yoktur.

Tasavvuf, gerçeklerin gerçeğinin aranmasıdır. Gerçeklerin gerçeği Allah'tır. Evrende ne varsa, Tanrı'nın başka başka görünümlerinden ibarettir. İnsanın gayesi, gerçeğe ulaşmak, yani Tanrı'yı bulmaktır. Tanrı'yı, akıl ile bulamayız. Tanrı'ya yürekle gidilir. İnsanın, Tanrı fikrinin içinde erimesi, böylece ona karışması gerekir. Bu mertebeye, tövbe, sabır, tevekkül, rıza merhalelerinden geçerek ulaşılır.

Ahmet Yesevî'nin yaydığı bu fikirler, ilkin, Seyhun çevresinde, Taşkent civarında, Doğu Türkistan'da kuvvetle tutunmuş, daha sonra Maveraünnehir ve Harizim sahalarında güçlenmiş, belki de Moğol yayılmasından yararlanarak, Horasan, Iran, Azerbaycan Türkleri arasında yerleşmiştir. 13. yüzyılda Anadolu'ya atlayan Yesevilik, Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltuk gibi ulu kişilerin ellerinden Osmanlı İmparatorluğu içine girmiş ve Macaristan'a kadar yayılan geniş bir alanda milyonlarca insanı, yüzyıllar boyu etkilemiştir.

MUSLÜMANDI
VE İSLAMIYETE YENİ BİR
YORUM GETİRİYORDU

Dindeki bu tarikatlar, fikirdeki fraksiyonların karşılığıdır. Müslümandılar ve İslâmiyete yeni bir yorum getiriyorlardı. Ancak, mutasavvıflar, bu yorumun yeni olmadığını, Hz. Peygamber günlerinde sahabe arasında böyle düşünenler olduğunu ve Peygamberin bu düşünceyi tebcil ettiğini söylerler. Fakat, Ahmet Yesevî'nin yaydığı fikirlerin, Horasan Melâmetiyesi ile Seyhun havalisinden şii cereyanlarından etkilendiği kabul edilir.

Ahmet Yesevî Türkistan'ın Sayram kasabasında doğmuştur. 7 yaşında babasını kaybetti. Ablası ile birlikte, Yesi şehrine geldi. Burada, Aslan Baba'dan dersler aldı. Aslan Baba, çevrede büyük ünü olan bir tasavvuf şeyhi idi. Yesi şehrinde ilk bilgilerini aldıktan sonra Buhara'ya geçti. Buhara'da, Şeyh Yusuf Hemedanî'ye intisap etti. Şeyh Yusuf, Ahmed'-in zekâsını, ilim aşkını pek beğendiğinden, bu yeni çömezi ile çevrede birçok gezilere çıktı ve en sonunda Ahmet'i, postuna halife ilan etti.

Şeyh ölünce, yerine postnişin oldu. Fakat şeyhi, bir süre Horasan'da kaldıktan sonra, tekrar Yesi'ye dönmesini ve orada fikirlerini yaymasını tavsiye etmişti. Öyle yaptı. Yesi'ye döndü ve fikirlerini yaymaya başladı.

ESERLERİNDE TÜRKÇE’Yİ KULLANDI

Ahmet Yesevî, Taşkent ve çevresinde, Seyhun ötesindeki bozkırlarda fikirlerini yayıyordu. Burada Türkler, yeni Müslüman olmuşlar, samimiyetle Müslümanlığa bağlanmışlardı. Fakat Şamanlık döneminden getirdikleri bir takım alışkanlıkları, tutkuları vardı. Köylü ve göçebe halka fikirlerini kabul ettirebilmek için, halk edebiyatı kalıplarını ve hece veznini kullanarak şiirler yazmaya ve bu şiirlerde bazı dinî hikâyeleri, tasavvufî fikirleri işlemeye başladı.

Oysa, Ahmet Yesevî, çok iyi Farsça biliyor, İran edebiyatını çok yakından tanıyordu. Bir çok emsalinin yaptığı gibi, edebiyat dili olan Farsça'yı kullanabilir ve zamanın bilim çevresinde geniş bir itibar sağlayabilirdi. Fakat bunu yapmadı. Türkçe’yi kullandı. Türklerin şiir kalıplarını yeğ tuttu ve hece ölçüleri ile yazdı. Yazdıkları bu şiirler, bozkır göçebeleri arasında kutsal bir metin gibi karşılanıyor ve Ahmet Yesevî'ye, "Türkistan'ın Babası" deniliyordu.

İLK TARİKAT KURUCULARINDANDI

Ahmet Yesevî'nin bir oğlu olmuş fakat kendi sağlığında ölmüştür. Yesevî adını günümüze kadar taşıyanlar ablasının kolundan gelen insanlardır. Osmanlı Türklerinin ünlü seyahatnamesini yazan Evliya Çelebi, Yesevî kolundan gelir. Günümüzde Doğu illerimizde yaşayan Yesevî tarikatı bağlı insanlar vardır.Dokuz yüz yıla yakın zaman, sesini kaybetmeyen bu Türk ozanı, tarikat kurucumuz olduğu kadar, ilk şairimiz sayılır. Gerçi şiirlerinin lirik olmadığı bilinmektedir. Yazdıklarına şiir dememek için, "Hikmet” denmiştir. Nitekim "Hikmet" adı altında toplanıp yayınlanmışsa da, bu şiirlerin Ahmet Yesevî'ye ait olduğu çok şüphelidir. Kendisinden sonra gelen müritleri, yazdıkları şiirleri şeyhlerine izafe etmişler ve böylece Hikmet adiyle bilinen divanı ortaya çıkarmışlardır.

Fakat, Yesevîliği şiir vadisinde geliştiren çok büyük şairler çıkmıştır.Yunus Emre bun- ların en büyüklerindendir. Ahmet Yesevi sadece Yunus Emre'nin gelişine bir yol açmış olsaydı bile, şiir ve inanç dünyamıza büyük hizmette bulunmuş olurdu.

TOPRAK ALTINDA . YAPTIĞI HÜCREDE ÖLDÜ

Ahmet Yesevî, Hazreti Peygamber 63 yaşında dünyaya veda etti. Benim gibi onun aşıklarına dünya yüzü artık haramdır , demiş ve 63 yaşını doldurduğu yıl toprak altında yaptığı bir hücreye girmiş, orada son Hikmet'lerini yazarak hayata gözlerini yummuştur (1166) .

Toprak altında söylediği rivayet edilen, —fakat Fuat Köprülü gibi bilim adamlarımızın şüpheli karşıladıkları— Hikmet'lerden birini günümüz Türkçesi ile aşağıya alıyoruz:
"Kimi görsem, hizmet kılar, kul olurdum.
Toprak gibi, yollarına yol olurdum.
Aşıklarla yanar, söner, kül olurdum.
Her derde derman olup girdim toprağa...”

bluekeys™
11-28-2006, 01:55 PM
ALİ KUŞÇU
( 1400-1474 )

Türk bilim dünyasının büyük matematikçisi ve astronumu... Fatih'in, "Bilgi güneşi" dediği Türk!.. Devletlerin kapıştığı bir bilgin...

Ali Kuşçu, 1400 yılında Semerkant'ta doğdu. Babası, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı Mehmet Beydir. Babasının bu görevinden ötürü, oğlu Ali'ye, 'Kuşçu" adı takılmıştır. Asıl adı, Alâettin Ali'dir, Ali Kuşçu olarak ün yapmıştır.

XV. yüzyıl başlarında Buhara, Semerkant, Fergana çevresindeki medreseler, bütün dünyaya din ve bilim ünlüleri yetiştiriyor, dünyanın her tarafından gelen öğrencileri eğitip geliştiriyordu. Özellikle, matematik ve astronomide en büyük bilgi kaynağı haline gelmişti. Semerkant'daki rasathane, dünyanın en gelişmiş rasathanesi, bu rasathanede hizmet görenlerde, dünyanın en büyük bilim otoriteleri idi. Hatta Semerkant hükümdarı Uluğ Bey, büyük bir bilgindi, bu rasathanede bizzat çalışıyordu ve yazdığı "Zeyç" adlı kitap, aynı yüzyıl içinde Lâtince, Yunanca’ya çevrilmiş ve Avrupa üniversitelerinin ders kitabı olmuştu.

KADI'ZADE RUMÎ ALİ KUŞÇU'NUN HOCALIĞINI YAPTI

İşte Ali Kuşçu, böyle bir ortamda dünyaya geldi. Babasının, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı olması, hükümdarlara tanışmasını kolaylaştırdı ve bilgin hükümdar, genç Ali Kuşçu'da gördüğü yeteneği iyi değerlendirerek onun eğitimi ile yakından ilgilendi. Ali Kuşçu'yu sarayına aldı, sohbetlerinde bulundurdu ve kendisine arkadaş muamelesi etti.

O yıllarda Semerkant rasathanesinin başında, dünyanın tanınmış astronom ve metamatikçilerinden Bursalı Kadızade Rumî vardı. Hükümdarın isteği üzerine, bu ünlü bilgin, Ali Kuşçu'nun hocası olmuştur. Ayrıca, hükümdar ve bilgin Uluğ Bey de Ali Kuşçu'ya dersler veriyor, onunla ava çıkacak kadar yakınlık gösteriyordu.

Fakat Ali Kuşçu'nun öğrenme hırsı sınırsızdı. Kendi memleketi dışında da öğrenecek birçok şeyler olduğuna inanıyor ve bunları da öğrenmenin çarelerini düşünüyordu. Uluğ Bey'e başvurup başka ülkelere gitmek, oradaki bilginlerden yararlanmak istediği söylese, belki hükümdar kendisine izin verir ve başka ülkelere gitmesini kolaylardı. Fakat Ali Kuşçu, kendisine izin verilmemesi halinde, Semerkant’tan ayrılamayacağını düşünerek, Uluğ Bey'e haber vermeksizin İran'a geçti.

O yıllar, İran'ın en büyük bilim merkezi, Kirman'dı. Kirman'ın bilginleri ile tanıştı, dersler gördü ve öğrenimini tamamladı. Bu dönem içinde, ayın görüntüleri üstünde özel çalışmalar yaptı. Ay yüzünün yapısını inceledi ve "Risalei Hallü’l- Eşkâli Kamer" adlı bir eser vücuda getirdi. Bu ay yüzünün jeolojik yapısını inceleyen eser, o zamana kadar elde edilmiş bilgilere yeni katkılarda bulunuyordu.

ELÇİ OLARAK FATİH'İN HUZURUNA ÇIKTI

Semerkan’ta döndü ve kabahatini bildiği için, Uluğ Beyin huzuruna utanarak çıktı. Uluğ Bey, kendisini iyi karşıladı ve "Söyle bakalım" dedi, "Bize oralardan ne hediye getirdin?" Ali Kuşçu, hükümdara hazırladığı eserini sundu. Bilgin hükümdar, Ali Kuşçu'yu bağışladı ve yeniden Buhara Rasathanesi’ndeki çalışmalara başlamasına izin verdi.

Buhara rasathanesinin çalışmalarını Bursalı Kadızade Rumî ile Giyasettin Cemşit yönetmekte idiler. Bu iki bilginin birbiri ardından ölümü üzerine, rasathane çalışmaları, Ali Kuşçu tarafından sürdürülmüştür. Bu dönemde bizzat hükümdarın yazdığı "Zeyc" adlı eserini Ali Kuşçu gözden geçirdi ve düzenledi. Buhara medresesinde de dersler verdi. Fakat Uluğ Bey'in öldürülmesi üzerine iç savaşların başlamasından sonra, Hacca gitmek bahanesi ile buradan ayrıldı ve Tebrize Uzun Hasan'ın hizmetine girdi.

Uzun Hasan, Ali Kuşçu'ya büyük itibar göstermiş, sarayında misafir etmiştir. Hatta Osmanlılarla yapılacak barış konuşmaları için bir heyetle birlikte Ali Kuşçu'yu İstanbul'a gönderdi. Fatih Sultan Mehmet, gelen heyetin içinde Ali Kuşçu'nun bulunduğunu öğrenince, heyeti törenle karşıladı ve padişahın hiçbir elçiye göstermediği sevgi ve saygıyı kendisine gösterdi. Bu ilginin sebebini padişahtan öğrenmek isteyenlere Fatih, "Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın elçisi değil, bilginin güneşidir." demişti.

Fatih, Ali Kuşçu'ya, İstanbul'da kalmasını teklif etti. Ali Kuşçu da Fatih'i çok sevmiş ve İstanbul'da kalmayı çok istemişti ama, elçilik görevini tamamlaması gerekti. Padişaha, görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a geleceğini vaddetti ve sözünü tuttu.

ASTRONOMİ BİLİMİNE BÜYÜK KATKILARI OLDU

Ali Kuşçu, Ayasofya medresesinde matematik, kozmoğrafya ve geometri okutmuştur. Daha sonra, bir kurs açarak, riyaziye dersleri vermeye başladı. Fatih, Uzun Hasan üzerine sefere çıktığı zaman, yanına Ali Kuşçu'yu da almış ve "Otlukbeli" zaferinde onu da bulundurmuştur. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında yazdığı "Risalet-i Fethiyye" adlı kitabını, zafer günü padişaha sunmuş ve Fatih'ten büyük iltifat görmüştür.

16 aralık 1474'de İstanbul'da öldü. Eyüp Sultan Türbesi civarına gömüldü. Ali Kuşçu, Osmanlı imparatorluğunun astronomi bilimini kuran bilginlerden biridir. Astronomi bilimine büyük katkıları olmuştur, dünyaca ünlüdür.

bluekeys™
11-28-2006, 01:55 PM
ALİ ŞİR NEVAİ
( 1441- 1501 )

Türk Çağatay uygarlığının bir simgesi... faziletleri ile devrine örnek olan bir kimse...

Türk dilinin Fars diline üstün olduğunu ispatlayan ilk bilim adamı...

Çağın en ünlü şairi ve düşünürü...

Ali Şir Nevaî, Türk bilim ve sanat hayatının temel taşlarından biridir.

9 Şubat 1441'de Herat'da doğdu. Babası, Uygur Türklerinin ünlü kişilerinden Kiçkine Bahşî'dir. Herat hükümdarı Hüseyin Baykara'nın çocukluk arkadaşıdır. Hemen bütün hayatını, Hüseyin Baykara'nın yanında geçirmiş, onun en mahrem dostu, arkadaşı olarak tanınmış ve bilinmiştir. Baykara kendisine "Süt Kardeş" diye hitap ederdi.

Bir ara (1487-1488) Astarabat şehrinin valiliğini yapmışsa da, hemen Hüseyin Baykara'nın yanına dönmüş ve ömrünün sonuna kadar, bazı küçük geziler dışında, yanından ayrılmamıştır. Bazı emirlerin isyanlarını bastırmış, bu arada, kardeşi Derviş Ali'nin başkaldırmasını önlemiş, hanedan içindeki anlaşmazlıkları hallederek, Hüseyin Baykara'ya büyük hizmetlerde bulunmuştur. Baykara kendisine o derece ihtiyaç hissediyordu ki, 1499'da Hacca gitmesine bile izin vermemiştir. Bir yıl sonra, 1500 yılında, Astarabat seferinden dönen sultanı karşılamak için yola çıkarken, kalp krizine tutulmuş ve bütün ihtimama rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yummuştur. Kendi yaptırdığı türbeye gömüldü. Matem merasimini, bizzat sultan, Ali Şir'in sarayında yönetti ve bütün beyler, ayakta hizmet görerek bu büyük insana son borçlarını ödemeye çalıştılar.

TÜRK DİLİNİN GELİŞMESİNE ÇABA GÖSTERDİ

Ali Şir Nevaî, zengin bir ailenin çocuğu olduğu için, devlet hizmetinde bulunduğu sürece hiç para almamış, kendi kesesinden yaşamış ve ülkede birçok cami, medrese, çeşme, han yaptırmıştır. Devlet hizmetlerinin dışındaki zamanını, Türk dilinin gelişmesi için çalışmalar yaparak geçirmiş ve Çağatay uygarlığının unutulmaz kişisi olmuştur.

Farisî dilini ve edebiyatını çok iyi biliyor, bu dilde büyük ustalıkla şiirler yazıyordu. 64.000 bin mısradan kurulu Hamsa'sı, Fars geleneklerine göre yazılmış bir eseridir. Hamsa'da ahlâk ve tasavvufa ait hikâyeler ve sohbetler manzum olarak yazılmış, ayrıca, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, İskender ve Behrem Gur hikayeleri işlenmiştir.


BÜTÜN ŞİİRLERİNİ BİR DÎVAN DA TOPLADI

Günümüze kadar gelen bir başka büyük eseri , 55.000 mısradan kurulu Türkçe Divanı'dır. İlk gençliğinden ölümüne yakın günlere kadar yazdığı bütün şiirler bu divana alınmış bulunuyor. Bundan başka bir de Farisî şiirlerini topladığı ayrı bir divanı vardır ki, 12.000 mısra hacmindedir. Bunların dışında, 7.000 mısralık Lisan al-Tayr, "Mecalis al nafa-is", mektuplar, sohbetler birçok eser bırakmıştır.

Fakat en büyük hizmeti ve en büyük eseri, Türkçe'nin büyük bir dil olduğunu ispatlamak için yazdığı "Muhakemet-ül-Lugateyn"dir. İslâm ve İran fikirlerine büyük eğilimi olmakla beraber, o, yalnız kendi milletini ve dilini sevmiş, onu yüceltmek için çalışmış, böylece, tarihte oynadığı büyük rolün şuuruna varmış bir Türk’tür. Lisan al Tayr'da "Cihanda, Türk edebiyatının bayrağını kaldırmakla Türkleri, tek bir millet, tek bir toplum haline sokmuş olduğunu" iftihar ederek söylüyor. "Seddi İskender" adlı eserinde, kendisine boşluktan seslenildiğini ve şöyle dendiğini anlatır: "Sen, kılıçsız, yalnız kaleminle Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini feth edeceksin!.. Onları, bir tek millet yapacaksın!.. Türk iklimleri sana aittir. Sen bu milletin sahipkıranısın."

ŞİİR, MUSİKİ, RESİM VE HATTATLIKLA UĞRAŞTI

Ali Şir, çağına göre ileri bir tarih görüşü olan bir bilgindi. Cengiz İmparatorluğu’-nunun gelişmesini anlatan (Cihan Tarihi) Türk ırkının da tarihi sayılır. İlhanlılar ve Timurîleri ele alan "Zübdad el Tavarih" çok değerli bilgiler ve belgelerle doludur.

Devlet adamı, şair olan Ali Şîr Nevaî, musikî, resim ve hattatlık ile de ilgilenmiştir. Güzel besteleri olduğunu Babürname'den, hattatlığı ve nakkaşlığını Amirî'nin Letaifname'sinden öğreniyoruz. Mir Muhammed Amin Buhari'nin musiki tarihi üzerinde yazdığı eserinde, Horasan'da ünlü "Yedi Bahr" adlı usulün, Ali Şir tarafından, kuş sesleri incelenerek vücuda getirilmiş olduğu birer birer sayılarak gösterilmiştir.

Ali Şir'e izafe edilen besteler, bugün de Horasan Türkmenleri, Fergana ve Harzem Özbekleri,Taşkent, hatta Kuzey Kafkasya Türkleri arasında çalınıp söylenmektedir.

Ali Şir Nevaî, devlet adamı idi, şairdi, bestekârdı, ressamdı, nakkaştı, fikir adamı idi a-
ma, onun en büyük eseri "Muhakemat ül-Lügateyn" lügatların karşılaştırması adlı eseridir. Bu kitabında Türkçeyi, zamanının ve hatta günümüzün büyük dillerinden biri olan Farsça ile karşılaştırmış ve Türkçe'nin, Farsça’dan daha zengin bir dil olduğunu ortaya koymuştur. Günümüzün Türkçesi, Ali Şir Nevaî'ye çok şey borçludur.

bluekeys™
11-28-2006, 01:56 PM
ALPASLAN
(1029 – 1072 )

Dünyaya seyrek gelen bir komutan!..Gözünü kırpmadan ölüme atılan yiğit!.. Düşmanını bile bağışlamasını bilen bir insan!.. Türklere, Anadolu'yu vatan eden devlet adamı!.. Adı gibi, hem yiğit, hem aslan!..

20 Ocak 1029'da doğdu. Babası, Çağrı Bey'dir. Çağrı Bey, Büyük Selçuklu Devleti'nin
kuruluşunda başrollerden birini oynamış bir komutandır. Horasan Valisi idi. Oğlu Alpaslan’n yetişmesine önem vermiş, çağın bilginlerinden ders görmesini sağlamış, atıcılık ve binicilikte eli tutulmaz, önüne geçilmez bir yiğit olarak yetişmesine dikkat etmiştir. Öldüğü zaman, Horasan Valiliği'ne oğlu Alpaslan geçti.

Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey, vâris bırakmadan 4 Eylül 1063'de ölünce, Veziri Kundurî; "Vasiyeti vardır", bahanesiyle devletin başına, Alpaslan'ın kardeşi Süleyman Bey'i geçirmek isteyince, ülkenin beyleri ayaklandılar ve başlarına Alpaslan'ın geçmesini istediler.

BÜYÜK ORDUSU İLE TÜM DİRENİŞLERİ BASTIRDI

Alpaslan, 27 Nisan 1064'de törenle tahta çıktığı zaman, 35 yaşında bir yiğit idi. Kundurî'yi azletti, yerine Nizamülmülk'ü vezir yaptı. Bazı beyler, direnecek oldular, bastırdı. Başkaldıran akrabalarını dize getirdi ve tek rakibi Kutalmış'ı bir savaşta yok etti. Devletine otorite, mülküne düzen getirdi ve ordularını Bizans üstüne yolladı, Azerbaycan'ı, Gürcistan'ı ele geçirdi.

Bizans'ta telâş başlamıştı, imparatorluk tehlikede idi. Bizans imparatoru Romanos Diyojenes, bizzat ordusunun başına geçerek Alpaslan üzerine yürüdü. Ordusunun bir kısmını güvenlik için, Malatya'da bırakmıştı. İmparator, Palu önlerine geldiği zaman, felaket haberi erişti. Malatva'daki kuvvetleri, güneyden sarkan Türk kuvvetleri tarafından yok edilmişti.Bu durumda savaşamazdı. İster istemez geri döndü.

Alpaslan, Van Gölü'nü dönerek Malazgirt önlerine geldi. Malazgirt düştü. Oradan Diyarbakır'a geçti. O yıllarda Mısır kaynaşıyordu. İktidarı ele geçirmek isteyen emirler, muradlarına eremeyince, Alpaslan'ı Mısır'ı almaya teşvik ettiler. Alpaslan, Mısır topraklarına sarktı. Urfa'yı kuşattı ve ele geçirdi. Büyük saldırıya geçebilmek için ordularını Halep'te topladı.

Bizans, olayları dikkatle izliyordu. Alpaslan'ın Mısır'a yönelmesi, Romanos Diyojenes'i ümitlendirdi. Alpaslan, Mısır'da oyalanırken, o, Doğu Anadolu'yu tekrar buyruğu altına alabilir, Azerbaycan'ı ele geçirebilir, hatta İran'a kadar rahatlıkla sarkabilirdi. Sonra yorgun Türk ordusunu yenecek ve onları bir daha Anadolu'ya ayak bastırmayacak bir anlaşma imzalatacaktı.

Büyük bir ordu topladı. Ordunun miktarı üzerinde tarihçiler arasında ittifak yoktur. Ancak 200.000 kişilik bir ordu olduğu ve bunun yüz bininin yaya, yüz binin atlı bulunduğu söylenebilir. İstanbul'dan, ordusunun başında çıkarken, "Size zaferler getireceğim. Bizans ordusunun karşısına Türkler çıkmaya bile cesaret edemeyeceklerdir" diyordu.

Gerçekten, geçtiği yerlerdeki ufak tefek direnişleri silindir gibi eziyor, evvelce Bizans'a ihanet eden toplulukları cezalandırıyordu. Sivas'tan geçerken, on binlerce Ermeni'yi, çoluk çocuğa kadar kılıçtan geçirdi. Erzurum, Eleşkirt üzerinden Malazgirt'e geldi.

BİZANS İMPARATORU ANLAŞMA TEKLİFLERİNİ REDDETTİ

Alpaslan, Halep'te olup bitenleri öğrenince, ordusunun bir bölümünü, Suriye'de fetihlerin sürdürülmesi için bıraktı, ana kuvvetleri toplayarak kuzeye doğru tırmanmaya başladı. Malazgirt'e geldi, iki ordu karşılaştılar. Bizans imparatoru, zaferi avucunda bildiği için, anlaşma tekliflerini reddetmişti. Bizans ordusu 200.000, Türk ordusu dörtte hatta beşte biri bile değildi. 26 Ağustos 1071 sabahı, namazdan sonra Alpaslan ordusunun karşısına, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş olarak çıktı.

"Kimin gönlü gitmekteyse, gitsin! Kim, şehadet şerbetini içene kadar dövüşmek isterse kalsın! Ben sizin aranızda sizlerden biri olarak elde kılıç dövüşeceğim! Ya zafer nasip olacak, ya şehadet şerbeti gönlümün ateşini söndürecek!.. Gidene gönül komam, kalana teşekkür etmem!. İşte aslanlarım, yiğitin günü geldi" diyordu.

BİZANS ORDULARI BÜYÜK BOZGUNA UĞRADI

Tarihin en büyük savaşlarından biri başladı. "Mübalağa cenk olundu". Alpaslan, ordusunu ay biçimi mevzilemiş, sağ ve sol cenahları kuvvetli tutmuş, kendisinin bulunduğu merkezi zayıf bırakmıştı. Bizans ordusu, Sultan'ın bulunduğu merkezi dayanıksız görünce, yüklendi. Alpaslan savaşarak geri çekiliyor, sağ ve sol kanatlarını Bizans ordularının gerisine doğru sarkıtıyordu. Birden hücum emrini verdi. Alpaslan'ın bulunduğu merkez kuvvetleri direnirken, sağ ve sol kanatlar kapanmış, Bizans ordusu çember içine düşmüştü. Bayraklarını, imparatorlarını bile geri çekmeyi başaramadan yenildiler.

Alpaslan, esir Bizans imparatoruna saygı gösterdi, karşısına oturttu ve barış tekliflerini neden reddettiğini sordu. Romanos:

- Orduma güveniyordum, dedi, Anadolu bugüne kadar böyle bir ordu görmemiştir. Onun için barış yapmak istemedim.
- Sen yenmiş olsaydın, bana ne yapardın?..
- Kamçılatırdım...
- Sana ne yapacağımı umuyorsun?..
- Belki öldürürsünüz, belki kafese koyup adi bir esir gibi dolaştırırsınız. Ve... kim bilir, belki de bağışlarsınız!..
- Bana bu zaferi gösteren Tanrı'ma şükran için, her şeyi yaparım.

Bizans İmparatorunun hayatını fidye karşılığı bağışladı. Artık Anadolu, istilâ edilmiş bir ülke değil, Türklerin ana vatanı olmuştu. Bir yıl sonra, bir kale komutanına, hatasından dolayı ceza verdi. Buna öfkelenen kale komutanı Alpaslan’ı bıçağı ile yaraladı ve Türklerin bu büyük komutanı, başbuğu birkaç gün içinde öldü (1072).

bluekeys™
11-28-2006, 01:56 PM
AŞIK VEYSEL
( 1894-1973 )

Sıvas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde 1894 yılında doğdu. Babası, toprakla uğraşan bir rençber. Anası, yaman bir kadın!.. Ne yaman olduğunu, Aşığın hayatını öğrenirken göreceğiz... Veysel, âşıkların harman olduğu bölgede doğdu, yaşadı. Çağdaşı Aşık İzzet ve Talibi de Şarkışlalı-dır. Hayat hikâyesini onun ağzından öğrenen yakın dostu Ümit Yaşar Oğuzcan'dan dinleyelim:

Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysei koymuş.

Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmade-ni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi...

7-8 YAŞLARINDA İKİ GÖZÜNÜ DE KAYBETTİ

Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veyselin, Muharrem adında bir ağabeysi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine...
Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman...

ASIK VEYSEL'DE AHMET KUTSİ'NIN AYRI BİR YERİ VARDIR
Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evermişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, *******n memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyle evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.

Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e.

Aşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne raslayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tamnruş Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. 'Türkiye'nin ihyası Hazret! Gazi"mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş...

Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karaocaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş.

1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır.

ŞİİRLERİNDE TOPLUM TEMALARINI, ÖLÜMÜ VE AŞKI İŞLEDİ

Aşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Aşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir:

Güzelliğin on par-etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulamam
Gönlündeki köşk olmasa

Kim okurdu, kim yazardı.
Bu düğümü kim çözerdi.
Koyun kurt ile gezerdi.
Fikir başka başka-olmasa.

Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'de köyünde öldü.

"Dost, dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ilen bel ilen
Yüzün yırttım, tınağınan el ilen
Yine beni karşıladı gül ilen

bluekeys™
11-28-2006, 01:56 PM
ATTİLA
(395-453)
«TANRI'NIN KIRBACI» ATİLLA!..

Çağa damgasını vuran Türk! Doğu Roma İmparatorluğu'nu da, Batı Roma İmpara-
torluğu'nu da dize getiren büyük komutan! Batılıların korkulu rüyası!.. "Tanrının Kırbacı" Attila!..
Büyük Hun imparatorluğunun bir ucu Çin sınırında, bir ucu Avrupa'nın göbeğindeydi. Doğu Roma imparatorluğu da, Batı Roma imparatorluğu da yıllık vergiye bağlanmıştı. Bu, Hun yumruğu altında kurulan Avrupa barışı yıllarında Attila, babası Muncuk tarafından, Batı Ro-ma'ya "Barış Rehinesi" olarak verilmişti. Böylece Hun imparatoru Muncuk, anlaşma hükümleri yerine getirildiği sürece, savaş açmayacağını, Roma'ya garantilemiş oluyordu.
Bir bozkır çocuğu olan Attila'nın Roma'da öğreneceği pek çok şey vardı. Roma'da dil öğrendi, askerlik teşkilâtı hakkında yeni bilgiler edindi, politikanın nasıl yürütüldüğünü yakından inceledi. Fakat Roma'da Attila'nın asıl öğrendiği şey, bu insanların Hunları ne kadar sevmediği, ne kadar hor gördüğü ve ne kadar nefret ettiği idi. Tarihçiler, Attila'nın Roma'yı yıkma kararına, bu "Barış Rehinesi" günlerinde vardığını yazarlar.

Babasının, arkasından amcasının ölümünden sonra, kardeşi Bleda ile birlikte, Hun tahtına oturdu. Attila'nın yönettiği topraklar, Bizans İmparatorluğu'na komşu idi. İlk iş olarak, Batı Roma İmparatorluğu ile bir barış anlaşması imzaladı. 6-7 yıl, Hunlara bağlı ülkelerin ve milletlerin merkeze bağlılığını sağlama ve güçlendirme işine ayırdı. Demir gibi bir otorite ve sağlam bir hiyerarşi kurduktan sonra, Bizans'la yapılan anlaşmayı bozdu. Çünkü, güneydoğu kanadını güven altına almadan, Batı Roma'ya saldıramazdı.

Attila, fırtına gibi akan süvarileriyle, Bizans kalelerini bir bir ele geçirerek, Trakya'ya kadar indi. Bizanslılar amana geldiler. Bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma, yıllar boyu sık sık bozulacak, savaşlar yapılacak, yeni barışlar imzalanacaktır. Fakat her barış, daha ağır şartları getirdiğinden Bizans, tek kurtuluşu Attila'yı öldürmekte görmeğe başladı. Suikastler düzenledi. Muvaffak olamadıkça yeni savaşlara girmeye ve daha ağır şartlarla yeni barışlar imzalamaya mecbur oldu.

Attila, Asya'yı ve Avrupa'yı Hun bayrağı altında birleştirmek çabalarını sürdürür, bu maksatla Asya'da devlet yapısını güçlendirecek önlemler alırken, kardeşi Bleda, kendi askerleri tarafından öldürüldü (442). Artık Attila, tek başına Hun Imparatorluğu'na hükmediyordu. Hun imparatorluğu, kendisinden önce de güçlü, Avrupa'ya diz çöktüren, direnilmez bir güçtü ama, yerine oturmuş sağlam bir devlet örgütü, hiyerarşik bir imparatorluk olması, onun zamanındadır. Tarihçiler onu, —Jordanes ve Priskos da dahil olmak üzere— dünya hâkimiyeti fikrine sahip, teşkilâtçı ve büyük bir imparator olarak görürler.

Kültüre büyük önem vermiştir. Batılılar "barbar" diye göstermek isterler. Fakat ele geçirdiği ülkelerde bilim adamlarına büyük önem verdiğini, çevresinde sürekli olarak Yunanlı ve Latin fikir adamlarını ve edebiyatçılarını bulundurduğunu da saklayamazlar. Şaman dinine bağlı idi. Fakat bütün dinlere ve din adamlarına her zaman saygı göstermiştir. Roma kapılarına dayandığı günlerde Papa'nın, kendisinden şehre girmemesini rica etmesi üzerine, ordularını yüzgeri edip dönmesi, fikre olduğu kadar, imana da büyük saygısı olduğunu açıkça ortaya koyar.

Çok sade bir hayatı vardı, dünyanın en büyük hazinelerinin tek başına sahibi olduğu halde, ordugâhlarda askerleriyle birlikte yaşar, onlar gibi yer içer, onların hayatını paylaşırdı. Tantanalı Roma Imparatorluğu'ndan gözleri kamaşan Batılılar, onun bu sade hayatını bir türlü anlamamışlar ve Büyük Hun Imparatorluğu'nu, "Çadır Uygarlığı" deyimiyle küçümsemek istemişlerdir. Çadırın, uygarlıkla bir ilişkisi olmadığını bugün herkes biliyor.

Attila, kendi imparatorluğunun geleceği bakımından, Romalılarla, Got'ların arasını açmakta büyük yarar görüyordu. Buna çok çalıştı. Fakat Got'lar, yalnız kaldıkları takdirde Attila'ya dayanamayacaklarını çok iyi bildikleri için, Romalılardan kopmadılar, tersine birleştiler. Bunun üzerine Attila, yarım milyonluk bir ordu ile Batı-Got sınırına dayandı ve Orleans'ı kuşattı. Şehir düşmek üzere idi. Bu sırada, büyük bir Roma-Got ordusunun üzerine gelmekte olduğunu haber aldı. Strateji bakımından daha elverişli bir yere çekilmek için kuşatmayı bıraktı ve Chalons vadisinde düşmanlarını beklemeye başladı. 451 yılı yazında burada dünyanın en büyük savaşlarından biri yapıldı.

Hun atlıları, korkunç savaş naraları ile düşman saflarına fırtına gibi daldılar. Roma hatları bir anda parçalandı, bayraklar düştü. Batı Got’ları da bu saldırı karşısında neye uğradıklarını anlayamadılar. "Tanrının kırbacı” Avrupa’yı kırbaçlıyordu. Gotların yaşlı ve tecrübeli kralı Teodoric, Hun süvarilerinin kılıçları altında can verdi. Aetius'un Roma ordusu ise paramparça olmuş, savaş meydanını ölüleri ile doldurmuştu.

Hun Kralı Attila'yı durduracak hiçbir kuvvet kalmamıştı artık. Fakat bu sırada, hiç beklenmedik bir şey oldu. Chalon savaşında Hun kılıçları altında parça parça olan Batı Gotları Kralı Thedorik’in genç oğlu, babasının ölümü üzerine ordunun başına geçti. Krallarını kaybeden Gotlar, yeni kralları Thorismund'un komutasında beklenmedik bir güç ve öfke ile karşı saldırıya geçtiler. Bu, öylesine amansız bir saldırı idi ki, zafer sarhoşluğu ile gevşemiş Hun askerleri paramparça oldu. Attila'nın ordusu yenilmek üzere idi. Fakat Attila, hemen komutayı ele geçirdi ve yenilgiyi, düzenli bir geri çekilme haline koymaya muvaffak oldu. Böylece zafer yine Attila'da kalmış oluyordu.


BATI ROMA
İMPARATORLUĞU İLE BARIŞ ANTLAŞMASI


Attila, bir yıl sonra, Batı Roma üzerine yürümüş, yaman savaşlar vererek Roma kapılarına dayanmıştır. Roma düşmek üzere iken, Papa Leon, yanına aldığı iki Roma konsülü ve maiyeti ile birlikte Attila’ya gitti ve kendisinden şehre girmemesini rica etti. Bu ricayı Attila'nın niye kabul edip ordularını geri çektiğini, bugüne kadar tarihler çözememişlerdir.
Attila'nın niyeti, Çin'i ele geçirmek, Asya ve Avrupa üzerinde bir dünya imparatorluğu kurmaktı. Fakat, Burgonya Kralı'nın kızı İldiko ile evlendiği gece, şüpheli bir şekilde öldü.(453)

bluekeys™
11-28-2006, 01:56 PM
BABÜR ŞAH
( 1483-1530 )






Tek başına Türk - Hint imparatorluğunu kuran bir irade...

Küçük ordusu ile, on katı orduları yenen yaman bir komutan...

En büyük kuvvetin "akıl" olduğunu fark eden ince bir politikacı...

Osmanlı İmparatorluğu'nun temel fikirlerini, devletinde başarı ile uygulayan bir Türk...

Şair, tarihçi, fikir adamı, velhasıl büyük bir insan!...

Gazi Zahireddin Muhammet Babür, 1483 yılında, Fergana'nın Andıcan kasabasında doğdu. Baba tarafından Timur soyuna, ana tarafından Cengiz soyuna bağlı idi. Babası bir kazada ölünce, daha 11 yaşında iken tahta çıktı. Fergana Emiri oldu.

Bu yaşta bir gencin tecrübesizliğinden yararlanmak isteyen akrabaları, dayıları, amcaları ayaklandılar... Fergana Emirliği'nde hak iddia ediyorlardı. Babür, bunlarla ayrı ayrı boğuştu. Yendi, yenildi, fakat mücadeleyi ne bıraktı, ne usandı. Yaşının çok üstünde bir bilgi ve maharet gösteriyor, her gün yeni bir savaş, yeni bir başarı ile hem olgunluğunu kanıtlıyor, hem taraftarlarını çoğaltıyordu.

Fakat bir an geldi ki, Babür'le birlikte hareket eden Timur soyundan gelenler, yorgun düştüler. Buna karşılık, boğuştukları Şibanîler kuvvetlendi. Babür, zaferi de yenilgiyi de tatmıştı. Yüzlerce tehlike içinde yaşamış, bunlardan sıyrılabilmiş ve her seferinde bahtının yıldızına inanmıştı. Babasının hüküm sürdüğü bu topraklarda artık huzur kalmamıştı. Tıpkı Selçukiler gibi, tıpkı Osmanlılar gibi, öz yurdunu bırakıp yeni bir vatan aramaya karar verdi.

KABİL'İ KENDİSİNE BAŞKENT SEÇTİ

Topladığı Türk ve Moğollardan oluşmuş bir kuvvetle güneye yöneldi, Hindikuş Dağları'nı aştı ve Kâbil'i ele geçirmeye muvaffak oldu (1504). Bu, tasarladığı
büyük devletin ilk merhalesi idi. Kabil’de, bazı adaletsizlikler haksızlıklar yaptı-
lar. Babür, yerli halka iyi davranmayan bu askerlerini -tıpkı Osmanlılar gibi- şiddetle cezalandırdı. Kendi hükümdarlarının çeşitli haksızlıklarını neredeyse kanıksamış bulunan halk, Babür'ün gösterdiği bu adalet karşısında, onu sevdiler ve şiddetle desteklediler.

Babür, Kâbil'i kendisine başşehir seçti. Ele geçirdiği toprakları, askerleri ve komutanları arasında-tıpkı Osmanlıların yaptığı gibi- bölüştürdü. Özbek kılıcından ürküp Semerkant'tan ve öteki şehirlerden kaçan insanları, topraklarında yerleştirdi ve üretime geçirdi. İnce bir politikacı örneği vererek bir taraftan Efganlılarla, bir taraftan Şaybak Hükümdarı Şah İsmail ile ittifak kurup, babasının topraklarında hüküm süren Şaybak Han'ı yendi ve topraklarını Türkistan'a kadar genişletti...

HİNDİSTAN'A 5 SEFER DÜZENLEDİ

Genç Babür Şah artık gözünü Güneye, Hindistan'ın zengin topraklarına dikmişti.1511'de Semerkant ve Buhara'yı ele geçirdikten sonra ordusunu düzenledi, ateş
gücünü artırdı ve 4 Şubat 1519'da Sint Nehrini sallarla geçti ve Pencap ve havalisindeki
toprakları ele geçirdi.

Hindistan üzerine ayrı ayrı beş sefer düzenlemiştir. Her seferinde karşısına çıkan üstün kuvvetleri yenmiş, küçük ordusu ile büyük orduları dağıtmıştır. 5. seferinde Delhi tahtında oturan İbrahim Lodi'nin yüzbin kişilik ordusu ile karşılaştı. Ayrıca bu ordunun içinde 1000 kadar da fil vardı. Oysa Babür'ün ordusu sadece 13.000 kişi idi.

İbrahim Lodi, askerlerine olduğu kadar, fillerine güveniyordu. Babür ise, tam bir disiplin içinde yetiştirdiği askerlerine ve bir de ateşli silahlarına bel bağlamıştı. Savaş başladı. Ön saftaki filler, Babür'ün askerlerini ilk anlarda bocalattı iseler de Babür'ün topları gümbürdemeye başlayınca filler ürktü ve asker bozuldu. Sultan İbrahim'in dövüşken askerleri, bütün cesaretlerine ve sayılarının üstünlüklerine rağmen, Babür askerlerinin kılıçlarından kurtulamadılar (29 Nisan 1526).

Artık Babür'e, dünyanın en zengin, en esrarlı, en bereketli ülkesi açılmıştı. Sa-
vaşta ölen İbrahim Lodi'nin toprakları bundan böyle Babür devletinin sınırları içine
girmişti. Babür orduları Delhi'ye, Agra'ya girdi. Artık Türk - Hind imparatorluğu kurulmuş bulunuyordu.

Babür, Hindistan'ın racalar, sultanlar tarafından ezilen halkına, adalet ve şefkatle davranıyordu. Bu tutumu ona büyük başarının yollarını açtı. Fakat ordusu, hem yorgun düşmüş, hem Hindistan'ın iklim şartları askerleri bezdirmişti. Bazı Hind emirleri, çapulcu şeyhler, halkı ayaklandırıyor ve ordunun ikmal yollarını ikide bir tehlikeye sokuyordu. Babür'ün Moğol -Türk askerleri de bu, yağmurları tufana, güneşi cehennem ateşine benzeyen ülkede ilerlemekten bıkmışlardı. Geri dönmek istediklerini Babür Şah'a ilettiler. Babür Şah, -tıpkı İran seferinde Yavuz Selim'in yaptığı gibi- askerlerinin karşısına çıktı ve ateşli bir konuşma yaptı: "Ben size zaferler, ganimetler veriyorum. Siz beni bırakıp gitmek istiyorsunuz. Bunu iyice bilmelisiniz ki, gitseniz bile, ben yalnız başıma burada kalırım ve maksadıma ulaşırım.. “

Konuşması askerlerini uyardı ve tekrar zafer yollarına düştüler. Racalar, Babür'e karşı direniyorlardı. Babür bunların hepsini itaat altına aldı. Ve en büyük güç olan Raçput Hanı Ranâ Sanga üstüne yürüdü. 16 Mart 1527'de Kavna mevkiinde iki ordu karşılaştılar. Babür, sayıca üstün ve dövüşken Raçpu ordusunu üstün strateji ve ateşli silahları yardımı ile yendi ve böylece bütün Hindistan illerinde tam bir egemenlik sağladı.

AYNI ZAMANDA EDEBİYATÇI VE TARİHÇİ İDİ

Babür Şah, sadece bir devlet kurucusu, bir komutan ve yönetici değil, aynı zamanda edebiyatçı ve tarihçi idi. Çağatay edebiyatının tanınmış şairlerindendir. Ali Şir Nevaî'den sonra akla gelir. Türkçe ve Farsça yazmıştır. Çağatay nazım sanatındaki ustalığını şiirlerinde, nesrindeki başarısını da "Babür-name" adı ile kaleme aldığı gezi anılarını ve şeceresini anlatan kitabında örneklemiştir. Babürname, hemen bütün dünya dillerine çevrilmiş ünlü bir eserdir. 25 Aralık 1530'da Agra'da 47 yaşında iken hayata gözlerini yumdu.

bluekeys™
11-28-2006, 01:57 PM
BAKİ
( 1526- 1600 )



16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'na imzasını atan Padişah nasıl Kanunî Sultan Süleyman ise, bu çağın edebiyatına mührünü basan sanatçı da şair Baki'dir. İmparatorluk, en geniş sınırlarına ve en güçlü dönemine 16. yüzyılda erişmiş, Osmanlı şiir sanatı da Baki'nin kalemi ile, şekilde ve manada en büyük ihtişamını yaşamıştır. Ordular, muhteşem Süleyman'ın buyruğunda, söz, Baki'nin mısralarında zaferler kazanıyordu.

Bir halk çocuğudur Baki. Babası, bir mahalle camisinin müezzini idi. İstanbul'da 1526 yılında doğmuştur. Okuyup yazmasını söktükten sonra, babası kolundan tutup oğlunu bir saracın yanına çırak verdi. Baki, saraçlık mesleğine gönül verseydi, herhalde zamanın ünlü saraçlarından biri olurdu. Fakat, sevemedi bir türlü bu zenaati... Gözü okumaktaydı. Ne yaptı yaptı, kendisini medreseye yazdırmaya muvaffak oldu.

Medresede, zamanın ünlü bilginlerinden Karamanlı Ahmet ve Mehmet efendilerden ders gördü. Daha sonra, kendisi gibi ünlü kişiler arasına katılacak olan tarihçi Hoca Sadettin ve şair Nef'î ile bu medresede arkadaş olmuştur.

Daha 18 yaşında bir medrese talebesi iken, bu, kara-kuru, ufak-tefek genç, yazdığı şiirlerle ününü bütün İstanbul'a duyurmuştu. Daha bu yaşta iken, şiirde kolaya kaçmıyordu. Mısralarını, kuyumcu gibi işliyor, kelimeleri tartıp-ölçüp yerleştiriyor, nefis mısralar çıkarıyordu.

Bir ara, çağın ünlü bilgini Kadızade Şemsettin'in derslerine devam etti... Parlak bir medrese öğrencisiydi, parlak bir şairdi, parlak bir gelecek vaad ediyordu.

DİVAN EDEBİYATINI ULAŞILMAZ BİR NOKTAYA GETİRDİ

Nahcıvan seferinden dönen Kanunî Sultan Süleyman'a, bir kaside sundu. Padişah, imparatorluğunun gümbürdeyen sesini mısralara dolduran bu genç şairi beğendi. Çünkü Baki, daha o yaşlarda iken, Divan Edebiyatı'nı, şekil açısından, âdeta ulaşılmaz bir noktaya getirmişti. Ona, çağının şairleri, "Sultan-ı Şuera", yani şairlerin sultanı dediler. O, ne yaptığını biliyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda:

"Bu devre içinde benim padişehi mülk-ü sühan
Bana sunuldu kaside, bana verildi gazel"

diyecek ve kendisini, söz mülkünün padişahı olarak ilân edecekti.

Mesleğinde, "Danişmend" (rektör yardımcısı) mertebesine yükselmişti. Padişahın isteği ile ve 30 akçe maaşla 1563 tarihinde Silivri, Piri Paşa Medresesi'ne müderris olarak atandı. Baki'nin sonraki hayatı, Mekke, Medine kadılıkları, İstanbul kadılığı, Anadolu kazaskerliği, Rumeli kazaskerliği gibi önemli mevkilerde geçmiştir. Fakat onun gözü, şeyhülislâmlıktaydı. Bunun için çok çalıştı, hatta entrikalar çevirdi, fakat bir türlü bu makama gelemeden hayata gözlerini yumdu (1600).

Baki, şeyhülislâm olamadığı için, değerinin bilinmediğine inanıyordu. Bir şiirinde:
"Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşına yaran, saf saf."

ikilisi ile bu duygusunu açığa vuracak ve tabutu musalla taşına konduğu zaman, namazını kılmak için önünde duran, zamanın şeyhülislâmı Sunullah Efendi, bu beyti yüksek sesle okumaktan ve gözünün yaşını silmekten kendini alamayacaktı.

ZEVKE, EĞLENCEYE DÜŞKÜNDÜ

Baki, ufak-tefekti, kara-kuru idi, biraz da kargayı hatırlatacak kadar çirkindi ama,
son derece neşeli, esprili, zeki ve hoşsohbetti. Düşündüğünü söylemekten çekinmez, fakat kimsenin de kalbini kırmak istemezdi. Bu mizacı ile meclislerin aranan adamı idi. Zevke, eğlenceye düşkündü. İstanbul'un uzun kış gecelerinde onu, bozahane sohbetlerinde özel içki sofralarında, Tahtakale gezintilerinde, Balat, Galata, Samatya'nın meyhanelerinde görebilirdiniz. Yaz günleri de Kâğıthane, Bahariye, Tophane âlemlerinde aranan biri idi. Yeni yazdığı bir şiiri, sarığının kenarına iliştirir, gittiği toplantılarda okur, her bulunduğu yerde güzel sohbetler açardı.

Kaside biçiminin büyük ustalarından biri olmakla beraber, gazelde erişilmez bir sanat dehasına sahipti. Hayatında ne kadar samimî ise, sanatında da o kadar şekilcidir. Eşanlamlı kelimeler üzerinde oynamakta üstüne yoktur. Divan Edebiyatı'nın en büyük temsilcisi, en büyük ustasıdır. Kendi şahsi mührüne, "Dünya geçici, vefa yok, Baki de geçicidir" anlamına gelen Farsça bir beyit kazdırmıştı.

ARAKÇA’ DAN OSMANLICA ‘YA ÇEVİRDİĞİ ESERLERİ VARDIR

Baki, ilk Divan'ını, Kanunî Sultan Süleyman'ın emri ile toplayıp ortaya koydu. Daha sonra yazdığı şiirlerle Divan tekrar bir araya getirilmiştir. Tam metin olarak iki defa İstanbul'da, bir defa da Prag'da basıldı. Tarihçi Hammer, Baki'nin Divan'ını Almanca'ya tercüme ederek yayınlamış bulunuyor. Baki'nin, Divan'ından başka Arapça'dan Osmanlıca'ya çevirdiği eserler de vardır.

Baki'yi, mizacı ve dünya görüşü ile güzel anlatan şiirlerinden birinin bir parçasını aşağıya alıyoruz:

"Ey dil, sen o dildara lâyık mı değilsin ya!
Dava-i muhabbette sadık mı değilsin ya!
Özrü, nedir Azra'nın Vamık mı değilsin ya,
Bu gam ne gezer sende âşık mı değilsin ya,
Âşıkda keder neyler, gam, halk-ı cihanındır,
Koyma kadehi elden, söz Pir-i muganındır."

Baki, şiirlerini överken şöyle söylüyor:

"Derme çatma giydirir eller libası şiirine
Hil'at-ı nazm-ı cihangirin senin, altunludur."

"Başkaları şiirlerine derme çatma esvaplar giydirir. Oysa senin, dünyayı tutan şiirinin kaftanı, altınla işlenmiş..."

Baki'nin hakkı var, belki sonsuzlukla işlenmiş!

bluekeys™
11-28-2006, 01:57 PM
BİRİNCİ MEHMET ( ÇELEBİ )

( 1379- 1421 )


Yıldırım Beyazıt'ın hatası, Timur gibi bir Türk hükümdarı ile anlaşma yollarını aramayıp savaşa girmesi ise, Timur'un da hatası, Osmanlı devletini çökertip Anadolu'yu parça parça bölmesi ve birtakım beylikler ortaya çıkarmasıdır. Çünkü Timur, nasıl Asya'yı avucu içine almış bir hükümdar ise, Yıldırım Beyazıt da Avrupa'yı avucu içine almış bir Türk hükümdarı idi. Beyazıt'ın yenilmesi, Timur'a hiçbir fayda sağlamamış, sadece papaya ve Avrupalılara nefes alma fırsatı vermiştir. Oysa, bu iki devlet adamının anlaşması, tarihi değiştirebilir, yeni bir dünya haritası meydana çıkarabilirdi.

Beyazıt yenilip, Osmanlı ülkesi beyler arasında paylaşılınca, Beyazıt'ın oğulları da taht kavgasına düştüler, olmayan bir taht için dövüştüler. Çelebi Sultan Mehmet, bu kanlı kavgaların içinden çıkmasını ve imparatorluğu yeniden kurmasını bilmiş bir Beyazıt oğludur.

AMASYA VİLAYETİNE VALİ TAYİN EDİLDİ

Babası Timur'a yenilince, elindeki kuvvetlerle Amasya'ya çekildi ve orasını devletinin çekirdeği olarak kullandı. İyi bir politikacı idi.

1379 yılında Bursa'da doğdu. Babası Yıldırım Beyazıt, annesi Germiyan beyinin kızı Devlet Hatun'dur. Annesi soyundan Mevleviliğe bağlı oldukları için Çelebi Mehmet diye anılmıştır. Kültürde ve askerlikte belli bir olgunluğa gelince, Amasya vilâyetine vali tâyin edildi. Nitekim, babasının Timur'a yenilgisi üzerine de bu vilâyete çekilmiştir.

Realist bir devlet adamı olduğu için Timur'a kafa tutmanın bir işe yaramayacağını hemen farketmiş ve Amasya'da Timur'un himayesine sığınmış, onunla ortaklaşa para bastırmıştır. Kısa bir zamanda Sivas, Tokat, Amasya bölgelerine hâkim oldu. Timur, Anadolu'dan çekilince de kardeşleri ile taht kavgasına girişti. Önce, babasının cenazesini Germiyanoğullan'ndan alarak Bursa'ya getirdi ve bir yüksekçe tepeye gömdü.

Diğer iki kardeşi Süleyman Çelebi ile Musa Çelebi anlaşmışlardı. Musa Çelebi Bursa'ya hücum etti ve Bursa'yı ele geçirmeye çalıştı. Böylece başlayan kardeş kavgası birçok yenilgilerle yıllarca sürüp gitti. Bu kardeş kavgasına zaman zaman Anadolu beyleri, zaman zaman Bizans, taraf tutarak katıldılar. Yendiler, yenildiler ve Çelebi Mehmet önce kardeşi Isa Çelebi'yi, daha sonra Süleyman Celsbi'yi öldürerek ortadan kaldırdı. Kardeşi Musa'nın da işini bitirdikten sonra, Timur'un yanında bulunan öteki kardeşi Mustafa ortaya çıktı. Saltanatının son yıllarında bu kardeşi ile kanlı savaşlar yapmak zorunda kaldı, sonunda onun da hakkından gelmesini bildi ve Osmanlı devletini rakipsiz hale getirdi.

GENÇ YAŞTA BURSA'DA ÖLDÜ

Bütün bu kanlı olayların içinde beliren başarılı devlet adamı Mehmet Çelebi, iyi 'bir politikacı, iyi bir hesap adamı, iyi bir yönetici olarak görülür. Devletinin böylesine bir hayhuy içine düştüğü günlerde bile, sanatla, bilgi ile, fikirle uğraşmış, arkasında birçok sanat eseri bırakmasını bilmiştir. Bursa'da Mimar İvaz Ağa'ya yaptırdığı Yeşil Camisi ile Yeşil Türbesi, Osmanlı mimarisinin gelişmiş eserleri arasındadır. Kendisi de bugün, zamanında yaptırdığı Yeşil Türbe'de gömülüdür. Türk çiniciliğinin şaheserleri ile süslü bu cami ve türbe, Osmanlı mimarisinin ve sanatının ölümsüz eserleri arasındadır.

Çelebi Mehmet, hayatı boyunca güç işlerin adamı olmasını bildi. Yalnız kardeşleri ile değil, Anadolu beyleriyle ve Bizans'la boğuşarak devletini kurabilmişti. Bu kadar çetrefil düşmanlıkların ortasında yaşayarak Osmanlı devletini yeniden kurabilmesi, onun idaredeki dehâsını göstermekle beraber, Osmanlı devletinin sağlam fikir temelleri üzerinde kurulmuş olduğunu da gösterir. Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk içlerine kadar uzanan Rumeli, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan insanlar, Hıristiyan oldukları halde, Müslüman olan Osmanlıları sonuna kadar desteklemeleri, Osmanlı devletinin sağlam fikir temelleri üzerinde kurulduğunun ve ileri bir devlet anlayışını temsil ettiğinin ispatıdır, kanıtıdır.

Çelebi Mehmet'in bir gailesi de, o günlerde Anadolu ve Rumeli topraklarında geliştirilen bir fikir akımının temsilcisi, Şeyh Bedrettin Simavî'dir. Din bilgini idi ve Simavna kadısı olarak tanınmıştı. Islâmî bilgilerden hareket ederek bazı yorumlar yapıyor ve bir çeşit ortak yaşam teklif ediyordu. Bir yandan İslâm'daki Batıniliğe dayanıyor, bir yandan Ahmet Yesevî'nin tasavvuf düşüncesine uzanıyordu. Nitekim 13. yüzyıl Anadolu'sunda bu fikrin benzerleri görülmüş, Selçukîlere karşı Baba İlyas ayaklanmaları buna benzer fikirlere dayandırılmıştı.

SANAT, BİLGİ İI.E, FİKİRLE UĞRAÇMIŞ ARKASINDA ÇOK SANAT ESERİ BIRAKMIŞTIR
Çelebi Mehmet, bu akım karşısında dikkatli davrandı. Şeyh Bedrettin'i Edirne'deki sarayında, zamanın bilginleri ile karşılaştırıp yaptıkları münazaraları dikkatle dinledi ve sonunda Şeyh Bedrettin'i cezalandırmadı, sadece İznik'e göndererek burada oturmasını ve görevini yapmasını emretti.

Fakat Şeyh Bedrettin'in halifeleri Ege'de büyük bir propagandaya giriştiler ve devlete baş kaldırarak kendi aralarında kurdukları düzen içinde yaşamaya başladılar. Bedrettin de İznik'ten kaçmış, Rumeli topraklarına geçerek oralarda fikirlerini yaymaya başlamıştı. Önce, Ege'deki hareketi kanlı biçimde bastırdı ve sonra Silistre-Deliorman çevrelerinde propagandasını sürdüren Bedrettin'i yakalatıp Serez'de idam etti.

Çok genç denilecek bir çağda, 42 yaşında iken Bursa'da öldü (1421), Bursa'da kendi yaptırdığı türbesinde gömülüdür. Osmanlı devletinin ikinci kurucusu olarak bilinir. Geride bıraktığı güzel eserlerden biri de, oğlu II. Murad'dır.

bluekeys™
11-28-2006, 01:58 PM
BUHURİZADE ITRÎ

(1640-1711)

Yahya Kemal’in
“Büyük Itri’ye eskiler derler
Bizim öz mu*****izin piri...
O kadar halkı sevk edip yer yer.
O şafak vaktinin cihangiri.
Nice bayramların sabah erken
Göğü top sesleriyle gürlerken
Söylemiş saltanatlı tekbiri..”

Diye anlattığı Buhurizâde Mustafa Itri Efendi, 1640 yılında, İstanbul’un Yaylak semtinde doğdu. Babası Buhurizadelerden olduğu için, Itri de bu sanı ile anılır. Zengin, görmüş geçirmiş bir ailenin oğlu idi. Zamanının iyi hocalarından ders gördü. Ailesi eğitimine dikkat etmiş, iyi yetişmesi için elden gelen esirgenmemişti.

Oturduğu semt, Yenikapı Mevlevihanesi’ne yakın olduğu için, haftanın iki günü, her Pazertesi ve Perşembe buraya gider, yapılan ayinleri hayranlıkla seyreder, çalınan besteleri içine sindire sindire dinlerdi. Musikiye tutkundu. Zamanının bütün musiki eserlerini biliyor, daha çok dini olan bu eserlerde ruhunun kanatlandığını duyuyordu. Bu musiki sevdası, sonunda onu Mevlevi yapmış ve Mevlana aşkı içinde birbirinden güzel, birbirinden üstün ve ölümsüz eserler bestelemiştir.

20 KADAR ESERİ GÜNÜMÜZE GELMİŞTİR

Musıkide ilk hocası, zamanın ünlü musiki üstadı Nasrullah Efendi'dir. Öğrencisinde yaşayan cevheri farkeden Nasrullah Efendi bütün bilgisini genç Itri'ye aktarmış, musikinin bütün tekniğini göstermiştir. Zamanın büyük Bestekârı Hafız Post'dan da ders aldı. Itri, yalnız musiki ile değil, şiirle, hattatlıkla da ilgileniyordu. Bu konuda Hattat ve Şair Siyahî Ahmet Efendi’den ders aldığını biliyoruz. Talik denen bir yazı türü üzerinde çalışmış, güzel hatlar çıkarmış ve zamanında bu tarafıyla da tanınan bir sanatkâr olmuştur.

O tarihlerde yazılan "Tezkerelerden, Buhurizade Mustafa Itri Efendi'nin, bir Divan sahibi olacak kadar gününün tanınmış şairi olduğunu öğreniyoruz. Nitekim, musikide hayranı olduğu Hafız Post diye tanınan İmamzade Hacı Hafız Mehmet Efendi öldüğü zaman, çok duygulanmış ve ölümüne tarih düşüren şairlerden biri olmuştur. Tarihi açıklayan son kıt'ası şudur:

"Hafız Elhac imamzade Mehmet hak bu kim
Mûsikî ilminde mahirdir ol üstad-ı zaman.
Harf-i menkutiyle tarih oldu anın fevtine
Dedi Itri, Hafız'a me'va ola Yârâb cinan."

Gök kubbemizi ölümsüz seslerle dolduran Buhurizade. Mustafa Itri, sayısız eserler vermiş, musiki dünyamızı beste, nakış, kâr gibi çeşitli kalıplarda ölümsüzlüğe kavuşturmuştur. Bestekârın en büyük hayranlarından biri olan, büyük şairimiz Yahya Kemal:
"Saklamış kaza ve kader
Belki binden ziyade bestesini.
Nât'ıdır, en mehîbi, en derini..."
diye eserlerinin kaybolmasından duyduğu acıyı dile getiriyor. 20 kadar eseri günümüze gelebilmiştir... Ötekilerinin ne olduğunu bilmiyoruz. "Belki hâlâ o besteler çalınır - Gemiler geçmeyen bir ummanda."

ENDERUNDA MUSİKI ÖĞRETMENİ OLARAK GÖREVLİYDİ

Çağımızda en çok okunan ve halk tarafından sevilen Segah Yürük Semaîsini ilk kez, zamanın padişahı Dördüncü Mehmed'in huzurunda okuduğu zaman, Padişah hayranlıkla dinlemiş,eserdeki melodi zenginliğine, tazeliğine, formdaki erişilmez ustalığa hayran olarak, "Bu nice iştir... Sen teganni etmez, pervaz (uçmak) edersin!" demekten kendisini alıkoyamamıştır. Sonra Itri'ye: "Dile benden ne dilersün" diye sorunca Itri; "San ü şerefle bekânızı" dedikten sonra, üstelenince, "Esirciler Kethüdalığını, Sultanım" diyerek padişahı da, orada bulunan vükelâyı da şaşkına çevirmiştir.

Çünkü Esirciler Kethüdalığı, zamanında, üçüncü dördüncü derecede bir makam idi. Oysa Itri, yüz yirmi akçe ile, Enderun’da musiki öğretmeni olarak görevliydi. Saray içi bir hizmetten, itibarı olmayan bir hizmete istekli olmak, elbette anlaşılır bir iş değildi. Padişah, sebebini sordu. Itri, büyük bir samimiyetle: "Esirler arasında bir evlat satın almak isterim, onu musiki bilgimle yetiştirmek ve böylece bir sevap kazanmak muradımdır" diye cevap verdi.
Itri, ömrünün sonuna kadar Esirciler Kethüdası olarak yaşadı. Saraya devam ediyor ve işinin dışındaki zamanlarını, İstanbul surları dışındaki bahçesinde geçiriyordu. Çiçek ve meyve üstündeki ustalığı, İstanbul'a nam salmıştı. Bugün de Mustabey armudu diye bilinen türü, ilk kez kendi bahçesinde yetiştirmiş, bu sebeple de bu armuda kendi adı verilmiştir.

"Segah Ayin-i Şerif", onun eseri olduğu gibi, bütün bayramlarda okunan "Tekbir" de onun bestesidir. Velhasıl Yahya Kemal'in dediği gibi:

"Mûsikisinde bir taraftan din
Bir taraftan bütün hayat akmış.
Her taraftan Boğaz, o şehrayîn,
Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış...
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış..."

1711'de 71 yaşında İstanbul'da öldü. Adı ve eserleri yaşıyor ve yaşayacak...

bluekeys™
11-28-2006, 01:58 PM
BURSALI TAHİR BEY
( 1861-1925 )

Bursalı Tahir Bey, bir asker mütefekkirdir. Mesleği olan askerliğin yanısıra okuma ve öğrenme aşkını sürdürmüş, birbirinden değerli tarih ve bibliyografik eser bırakmıştır. "Vaktim yok, mesleğim elverişli değil, o yüzden entellektüel çalışmaları sürdüremiyorum" diyenleri yalanlayan bir sade hayat...

Bursalı Tahir Bey, 23 Kasım 1861'de Bursa'da, Yerkapı Mahallesi'nde doğdu. Sultan Abdülmecit zamanının komutanlarından Mirliva Tahir Paşa'nın torunudur. Babası Rıfat Bey, Plevne Savaşları sırasında orduya gönüllü yazılmış ve bu savaşlardan geri dönmemiş bir şehittir.

ŞEYH MEHMET NUR-UL ARABİ BURSALI TAHİR BEY'İ KENDİ
MELAMETINE ALDI

İlk öğrenimini, evlerinin hemen karşısındaki Taş Mektep'te bitirdi. Mülkiye Rüşdiyesi'ni 1875'de birincilikle bitirmiştir. Sonra Bursa Askerî İdadisi'ne girdi. Bu okulu da birincilikle bitirerek Harp Okulu'na geçti. Tahir Bey, Harp .Okulu'nun da birincisidir. O okullarda, birinciliği kimseye kaptırmamış, çalışkan bir öğrenci idi. Bütün hayatı da bu çalışkanlık fırtınası içinde geçmiştir.

Tahir Bey, Harp Okulu öğrencisi iken, tasavvufa merak saldı. Daha çocuk yaşlarında iken tekkelere girenleri merakla seyreder, zikir seslerini merakla dinlerdi. İstanbul'da bir yandan okuluna devam ediyor, bir yandan da cuma günleri tekkelere gidiyordu. Bunlardan, Hariri Zade Kemaleddin Efendi'ye mürit oldu. Bu şeyhin aracılığı ile, daha sonraları görevle Makedonya'da bulunduğu sıralar, Usturumca'da oturan Şeyh Mehmet Nur-ul-Arabi ile tanıştı ve Melâmi olan bu şeyh, Bursalı Tahir Beyi de kendi melâmetine aldı.

1881 yılında Harp Okulu'nu teğmen olarak bitiren Tahir Bey, Manastır Askerî Rüştiyesi coğrafya öğretmenliğine tayin edilmiştir. Bu görevde 1890'da yüzbaşı olana kadar kalmış ve 1890'da yüzbaşı olunca, yine aynı öğretmenliği bu sefer Üsküp Askerî Rüştiyesi'nde sürdürmüştür.

1896'da Manastır Askerî Rüştiyesi'ne müdür oldu. Rütbesi kolağasına yükseldi. İşte bu sırada Atatürk'e bir süre öğretmenlik ve müdürlük yapmıştır. Daha sonra, Atatürk'ün kuracağı gizli cemiyete girmesinin sebebi, burada birbirlerine karşı duydukları sevgi ve güvendir.

1906'da Mustafa Kemal, Suriye'de birkaç arkadaşı ile kurduğu "Vatan ve Hürriyet" adlı gizli cemiyeti geliştirmek için Selanik'e gizlice geçince, orada eski müdürü, hocası Bursalı Tahir Bey'i bulmuş ve heyecanla yaşadığı düşüncesini kendisine açmıştır. Bursalı Tahir Bey, öğrencisinin fikirlerine hemen katıldı ve derneğe yazıldı. Bilindiği gibi bu dernek, bir yıl kadar yaşayacak, daha sonra, merkezi Paris'te olan "İttihat ve Terakki" cemiyetine katılacaktır. Nitekim Bursalı Tahir Beyde böylece İttihat ve Terakki fırkasının ileri gelenleri arasına katılmıştır.

BURSA'DAN MİLLETVEKİLİ SEÇİLİP MECLİS-İ MEBUSAN’A GİRDİ

Tahir Bey'in bu çalışmaları gizli kalmadı ve bir ihbar, Tahir Bey'i güç duruma soktu. Fizan'a sürülmesi kararı çıkmıştı. O yıllarda "Fizan", gidenin dönmediği bir menfa idi. Tahir Bey'in oraya gitmesi demek, mahvolması, yok olması demekti. Bu sırada Bursa Askerî Lisesi'nden bir arkadaşının yardımı ile Fizan'a sürülmekten kurtulmuştur. Bu arkadaşı, İstanbul'da sarayda, Padişah'ın Has Anbarlarının imrahoru Faik Paşa idi. Faik Paşa araya girdi, iltimas etti, rica etti. Bursalı Tahir Bey'in Fizan sürgününü, Manisa'nın Alaşehir kazasında Redif Taburu Komutanlığı'na çevirmeye muvaffak oldu.

1908 devriminden sonra Tahir Bey, Bursa'dan milletvekili seçilip Meclis-i Mebusan'a girmişse de, politikadan hoşlanmıyordu. İttihat ve Terakki fırkasının politikasını da eleştirmekte idi. Bu yüzden, bir daha seçimlere katılmadı. Tekrar mesleğine döndü. Birkaç askerî görevde bulunduktan sonra emekli olarak kendisini fikir çalışmalarına verdi.

TAHİR BEY'İN BİRBİRİNDEN DEĞERLİ TOPLAM 16 ESERİ BULUNUYOR

Bursalı Tahir Bey'in en önemli eseri, "Osmanlı Müellifleri “dir. Osmanlı Devleti’nin ilk günlerinden, eserin yazıldığı tarihe, yani 1914'e kadar gelen ve mesleklerinde eser yazmış olan Türk mutasavvıflarının, din bilginlerinin, şair ve ediplerin, tarihçilerin, coğrafyacıların,hekimlerin, matematikçilerinin kısa biyografileri ile, eserlerinin adlarını ve elyazması olanları, hangi kitaplıklardan hangi numara ile bulunduğunu gösteren bu değerli eser, günümüzde de, konusunda tek sağlam kaynaktır. İnsanüstü bir çalışmanın eseridir. Bir insan, bütün hayatını bu tek esere ayırsa, ancak üstesinden gelebilir. Böyle olduğu halde ve Tahir Bey'in ayrıca bir mesleği bulunduğu halde, başka eserler de vermiştir. "Delilü’t-Te-fasil" tefsirleri kılavuzu, Muhittin-i Arabi'nin biyografisi "İslamiyet Gözünde Fukaralık", "Osmanlı Mısra ve Beyitlerinden Seçmeler", "Türklerin Bilim ve Fenne Hizmeti", 12 bilgin ve Türk büyüğünün biyografisi bunlar arasındadır.

Ayrıca Hacı Bayram Veli üzerinde en sağlıklı bilgileri, yine Tahir Bey'in bu isimdeki kitabında bulmak mümkündür. Osmanlı tarihçilerinden Ali ve Katip Celebi'nin biyografileri, değerli kaynaklardır.

Bursalı Tahir Bey, birbirinden değerli 16 eser bırakmış ve 1925'de hayata gözlerini yummuştur.

bluekeys™
11-28-2006, 01:58 PM
CENGİZ HAN
(1155-1227)

Tek başına başlayıp, dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Moğol Hükümdarı Onan Irmağı kenarında Dülünboldak kasabasında dünyaya geldi. Güçlü bir rivayet olarak söylenir ki, doğduğu zaman, sağ avucunda kan vardı. Babası, bu haberi duyunca, "Oğlum cihangir olacak... Büyük bir devlet kuracak... Budunları birleştirecek...Bu uğurda çok kan akıtılacak... Kabileme müjdeler olsun!..." demişti.

12 yaşında iken, babasını kaybetti. Bazı kaynaklar, annesinin gayreti ile kabilenin dağılmasını önlendiğini yazıyorlarsa da, daha inanılır kaynaklar, Cengiz Han'ın, annesi ile başbaşa kaldığını ve bütün kabilenin dağıldığını kaydederler.

TÜM MOĞOLLARI ETRAFINA TOPLAMAYI BAŞARDI

Asıl adı Timoçin'dir. Fırsatları kullanarak ve onları iyi değerlendirerek bazı kimseleri başına topladı. Kabilesinin yeniden başına geçti. Komşu kabilelerle bazan güç kullanarak, bazan dostluk göstererek birleşe birleşe büyüdü. Moğol milletini tek sancak etrafında toplamak yolundaki çalışmaların çok uzun sürmesi, Timoçin'in her şeye tek başına başladığına işarettir. Ancak 38 yıl, sürekli çalışmalar sonundadır ki, Timoçin, bütün Moğolları kendi etrafında toplayabilmiş ve 50 yaşını bulmuştu.

Çinliler, ünlü Çin şeddini, bu göçebe akınlarını durdurmak için yapmışlardır. Moğollar üzerinde bir türlü hâkimiyet kuramadıkları için, Çinliler, bazan Moğolları birbirine, bazan, Moğollarla Türkleri birbirine düşman ediyorlar ve bu oynak politika sayesinde rahata kavuşabiliyorlardı. 12. yüzyılın ikinci yarısında, Çinliler Moğol prenslerini yok ettikleri Buyir-Nor Tatarlarının büyük tehlikesi ile karşı karşıya kaldılar. İmparatorlukları devrilebilir, Asya'nın güney-doğusu altüst olabilirdi. Timoçin'le, Hıristiyan Karayit'leri dost olmaya muvaffak oldular ve Timoçin Karayitlerle birlikte Çin Imparatorluğu'nu koruyarak bu tehlikeyi savuşturdu. Fakat bu dönemde Çinlilerden çok şey öğrenmiştir.

Timoçin'i en çok uğraştıran, kan kardeşi Camuka olmuştur. Camuka, bir çok kabileyi kendi etrafına toplayarak Gürhan adı ile hükümdar olmuştu. Fakat Timoçin, onun da hakkından gelmesini bilmiş, bir savaşta öldürerek bütün Moğolların başbuğu olmuştur.

TARİHİN ALTIN SAYFALARINA CENGİZ İSMİ İLE GEÇTİ

Moğol prensleri toplanarak Timoçin'e bağlı kalacaklarına sadakat yemini ettiler ve kendisine "CENGiZ" adını verdiler. Ne anlama geldiği kesin olarak belli değildir. Çin kaynakları, "Tanrı'nın Oğlu" anlamına geldiğini yazarlar. Moğol dilinde, "güçlü" manasına geldiği söylenir. Ancak, manası ne olursa olsun, Timoçin artık Cengiz olmuş ve tarihin altın sayfalarına bu isimle geçmiştir. Moğol birliğini sağlayınca, Çin üstüne yürüdü. Pekin önlerinde Çinliler barış istediler. Kabul etti. Fakat Çinliler, durmadan düşmanlarını güçlendirmeye çalışıyorlardı, ikinci defa Çin üstüne yürüdü, Pekin'i aldı ve bir Çin prensesi ile evlendi. Fakat savaş uzun sürdü. (1216).

UYGUR DEVLETİ MOĞOLLARIN ELİNE GEÇTİ

Moğolistan ve Çin'in hemen batısında Kara-Hitay Gurhanlıların ülkesi vardı. (Uygur sınırından, Aral Gölü'ne kadar uzanan bu geniş alanda uygar bir devlet olarak yaşayan Kara-Hitaylılar, önce Moğollar'dan kaçan kabilelerin, daha sonra da Moğollar'ın istilâsına uğradı (1209). Aynı yıl Uygur Hükümdarı İdikut'un ordusu yenilerek bu devlet Moğollar'ın eline geçti. Yedi-Su kuzeyinde bulunan Karluk Hükümdarı Aslan Han da bütün direnmesine rağmen aynı akıbete uğramaktan, kendisini ve memleketini kurtaramadı (1211). Bunu, İli vadisindeki Alamalık Hükümdarının yenilgisi izledi (1216).

Cengiz Han, Batıya kaçan düşmanlarını takibe, oğlu Cuci’yi memur etti.Cuci, Merkitlerin üzerine yürüdü ve Merkit ordusunu kırıp geçirdi.Bu sırada Cuci, Harzemşahların kalabalık ordusu ile karşılaştı. Çatıştılar, fakat yenişemediler. Cuci, bir savaş oyunu ile çekildi.

Cengiz Han, birkaç yıl sonra, Harzemşah'a kendi yönetimindeki ordusu ile yüklendi. Bu ordunun 600.000 kişilik bir ordu olduğu söylenir. Dört oğlu ile birlikte kendisi de ordunun başında gidiyordu. Harzemşah ordusu yenildi ve bütün ülkesi Moğol atlılarının ayakları altında kaldı. Cengiz Han, yoluna devam etti. İiran'ı ele geçirdi..

En büyük oğlu Cuci, sefere devam ederek Kafkasları geçti, Rusya içlerine daldı. Oralarda serpil! Türk boylarını bir bayrak altında topladı. Hazer Denizi çevresindeki Türk asıllı ve Yahudi dinine girmiş Hazer devletini de ele geçirdi. Böylece, bütün Asya, Çin Denizi'nden Ballık Denizi'ne kadar uzanan uçsuz bucaksız topraklar imparatorluğunun sınırlan içine girmiş oluyordu.

SAĞLIĞINDA İMPARATORLUĞU OĞULLARINA PAY ETTİ

Cengiz Han sağlığında imparatorluğu oğulları arasında taksim etmiştir. Bununla
beraber, imparatorluk, onun ölümünden sonra da devam etmiş ve kardeşler, kendi bölgelerinde başlarına buyruk hareket etmelerine rağmen, imparatorluğu güçten düşürmemeye dikkat etmişlerdir.

Cengiz Han orduda ve ülkesinde disiplin kurmuş ve disipline her şeyin üstünde titizlik göstermiştir. Buyruğa karşı gelenler, hemen yok ediliyorlardı. Toplumda ne yaptığını Cengiz Han şöyle anlatmıştır:

"Benden önce, oğul babaya, küçük kardeş ağabeysine, gelin kaynanasına, memurlar a-mirlerine itaat etmiyorlar, amirler de, emirleri altında bulunanlara karşı görevlerini yapmıyorlardı. Ben her yerde düzeni kurdum, herkese vazifesini bellettim, mevkiini tayin ettim, işte yaptığım budur."

Tarihin bu en büyük cihangiri. 1227 yılında hayata gözlerini yumdu.

bluekeys™
11-28-2006, 01:58 PM
CEZZAR AHMET PAŞA
( ?- 1804 )

Vezir rütbesi ile Sayda Valisi... Akkâ önlerinde Napolyon Bonapart'ı yenen ve Mısır'ı kurtaran komutan... Cesaretli, iradeli, kavrayışlı, zeki bir devlet adamı... Halkın içinden çıkmış.devletinin çıkarlarına baş koymuş gözü pek bir Osmanlı...

Hangi tarihte ve nerede doğduğu bilinmez. Tarihlerde, babası ve ailesi hakkında da fazla bilgi yok...Konya'da kasap çıraklığı yaptığını söyleyen tarihçiler varsa da iddia belgesizdir. Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa'ya kapılanarak onunla Mısır'a gittiği kesin olmakla beraber, nasıl kapılandığı, Ali Paşa'nın nasıl güvenini kazandığı malûm değildir.

CEZZAR AHMET PAŞA BUHAYRE KAŞIFLIĞINE ATANDI

Cezzar Ahmet Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa'dan sonra da Mısır'da kalmış ve Abdullah Bey adında bir komutana kapılanmıştır. Bu Abdullah Bey, Urban tarafından öldürülünce. Cezzar Ahmet Paşa'yı Buhayre Kaşifliği'ne atadılar. Cezzar, efendisi Abdullah Bey'in kimler tarafından ve kimlerin teşviki ile öldürüldüğünü öğrenmişti. Tertibi düzenleyen, Büyük Ali Bey idi. Cezzar, suikaste çeşitli yollardan karışmış 70 Arabın, bir gecede kellelerini uçurdu ve uçurduğu kelleleri Büyük Ali Bey'e gönderdi! Korkunç bir intikamdı bu!.. Cezzar'ın bu intikamını görenler, dehşete düştüler ve kendisine "Cezzar", yani kasap, kan dökücü anlamına gelen bir isim taktılar. Ahmet Paşa bu ürkütücü ismi hayatının sonuna kadar taşıdı. Kendisine, böyle söylendiği için kızıp kızmadığını soran bir dostuna: "Ne kızayım” demişti, “bana bunca iyiliği, devletime bunca hizmeti geçmiş Abdullah Bey gibi bir adamın intikamını aldığım için 'Cezzar' diyorlarsa, bu benim için şereftir."

Cezzar, Büyük Ali Bey'in intikam alacağından çekiniyordu. Nitekim bazı haberler de almıştı, İstanbul'a döndü ve bir süre kendisini unutturdu.

Aradan biraz zaman geçince, Şam Valisi Osman Paşa'ya kapılandı. O sıralar, Tahir Ömer, Zeydan ve Şahap aileleri, Suriye'de devletin başına gaile açmışlardı. Bu ayaklanmaları bastırmak görevi, Cezzar Ahmet Paşa'ya verildi. Bu, çeşitli yönleriyle çapraşık konuyu Ahmet Paşa kısa bir sürede halletti, kan dökmeden işin içinden çıkmanın yolunu buldu. Bunun üzerine İstanbul, kendisine önce Beylerbeyi, sonra da vezirlik rütbesi vererek, Sayda Valiliği'ne tayin etti. Cezzar Ahmet Paşa'nın yıldızı parlamaya başlamıştı (1776).

CEZZAR AKKA KALESI'NDE SIMSIKI DURMUŞTU

Suriye’de güvenliği sağlayan Ahmet Paşa, bir süre sonra, Hac Emirliği ile Şam Valiliği'ne getirildi (1785). Fakat Cezzar, Şam'da oturmuyor, kendisi için daha güvenli saydığı Akkâ Kalesi'nde yaşıyordu. Bir yandan devlet işlerini yürütürken, bir yandan da askerleriyle iç içe yaşıyor, onların talim ve terbiyeleriyle yakından ilgileniyordu.

Ahmet Paşa, birkaç kez Şam ve Sayda valiliklerini şahsında birleştirmiş ve Suriye'nin tek hâkimi haline gelmiştir. Onun gözünde en önemli iş, Osmanlı devletinin bekası idi. Bu yüzden, mahallî gerçeklere uymayan saray emirlerini bile dinlemiyor, bildiği gibi hareket ediyordu. Emirleri uygulamadığını öğrenen İstanbul, kendisini valilikten alıyor, fakat Cezzar'ın haklı olduğu anlaşılınca da, tekrar eski görevine atıyordu.
Napolyon Bonapart, 1798'de Mısır'ı işgal edince, Cezzar Ahmet Paşa'ya, Trablus, Şam ve Kudüs valilikleri de verilerek Napolyon'u durdurması emredildi. III. Selim, Cezzar'ı takviye için İstanbul'dan 3000 kadar Nizam-ı Cedid askeri göndermişti. İngiliz donanması da Napolyon'u Akdeniz'de sıkıştırmış bulunuyordu. Bu yardımlar gelene kadar Cezzar, Akkâ Kalesi'nde sımsıkı durmuş, Napolyon'un askerlerine bir adım bile attırmamıştı.

Savaşta talihinin döndüğünü farkeden Napolyon, Cezzar Ahmet Paşa'ya anlaşma teklifinde bulundu. Cezzar. birçok kereler tekrarlanan bu teklifleri reddetti. Napolyon'un ordusu, Cezzar'ı eninde sonunda yeneceğini hesaplamakta idi. Fakat Cezzar'ın 3000 kişilik Nizam-ı Cedid birliği ile kaleden çıkması ve kendi askerinin de yardımı ile düşman hatlarını parça parça etmesi, savaşın kaderini tayin etti. İngiliz donanması da kıyı boyunca Fransız kuvvetlerini top ateşine tutuyor ve iki ateş arasında kalan Napolyon'un askerleri, bozgun halinde Mısır'a kaçıyorlardı.

CEZZAR, SARAYIN GÜVENDİĞİ KOMUTANLAR ARASINA KATILDI

Zafer haberi, İstanbul'da büyük şenliklere yol açtı. Cezzar'ın adı ve kazandığı zafer, bütün Osmanlı ülkesinde duyuldu. Artık, Mısır seferine kendisinin memur edilmesini beklemekteydi.

Fakat bu sırada Sadrazam Yusuf Ziya Paşa'nın Mısır seferi seraskerliğine tayin edilmesi, Cezzar'ı hayal kırıklığına uğrattı. Bu yüzden, Sadrazam Yusuf Ziya Paşa'ya gerekli yardımları zamanında yapmadığı söylenir. Bununla beraber Cezzar, sarayın güvendiği komutanlar arasına katılmıştı. O sırada başkaldıran Hicaz Vahabileri'nin tenkili, Cezzar Ahmet Paşa'ya verildi.

Cezzar, sefer hazırlıklarını sürdürürken, hastalandı. Bu yüzden Süleyman Paşa'yı kendisinin yerine gönderdi. 70 yaşını geçmiş olduğu bu yılda (1804) yakalandığı hastalıktan şifa bulamayarak öldü.

bluekeys™
11-28-2006, 01:59 PM
DEDE KORKUT
( ?- ? )

Türklerin masalcı dedesi! Türk'ün geleneklerini, göreneklerini, âdetlerini, inançlarını, başka uluslardan farklarını velhasıl sosyal karakterini masallarına işleyen, onu günümüze kadar güzel bir üslup içinde yaşatarak getiren büyük sanatçı!..

Ne doğduğu yıl bellidir, ne de öldüğü yıl... Hatta yaşadığı yüzyıl bile tartışmalıdır. Masallara karışmış bir masalcıdır Dede Korkut... Ama canlıdır. Nesre benzeyen şiiri, şiire benzeyen nesriyle bezeli hikâyeleri, günümüzde yazılanlardan bile daha diri, daha hayata yakındır.

KESİN OLARAK NE ZAMAN YAŞADIĞI BİLİNMEMEKTEDİR

Bazı araştırmacılar, Hz. Peygamberin çağında yaşadığını söylerler ve eserleri içinde, bu fikirlerini destekleyen bölümler gösterirler. Bazı araştırmacılar, Uzun Hasan döneminde yaşadığını savunurlar ve eserlerinde, Uzun Hasan'ın yaptığı savaşları ve savaştığı kavimleri düşüncelerine kanıt olarak gösterirler. Bazı araştırmacılar da Oğuz Türklerinin masalcı ve destancısı olduğuna inanır. Bu düşüncede olanlar, bugün elimizde mevcut 12 destan-hikâyesinden, kendi fikirlerini ispat edecek belgeyi bol bol bulurlar.

Eğer bir sanat eseri, her çağın insanlarının hayatlarına, düşüncelerine denk düşüyorsa, ölümsüz demektir. Dede Korkut destan-masalları, böylece gerçek bir sanat eseri olduklarını çağımıza kadar tazeliğini yitirmeden gelmeleriyle ispatlamışlardır.

Pertev Naili Boratav, Dede Korkut Masalları için İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı makalede, bu masalların 15. yüzyıla kadar sözlü aktarmalarla geldiğini ve 15. yüzyılın ikinci yarısında Akkoyunlular tarafından yazıya geçirildiğini hatırlattıktan sonra, elimizde mevcut metinlerde iki ayrı dönemin olayları bulunduğunu işaret ediyor.

DEDE KORKUT MASALLARINI BİR AKKOYUNLU OZAN ELE ALMIŞTIR

Oğuz Türklerinin Sir-Derya kuzeyindeki (vatanlarında 9.-11. yüzyıllar arasında ge-çirdikleri hayatları, bu masal - destanlara yansımıştır. Birde bu masal - destanlar, yazıya geçirildikleri 15. yüzyılın Akkoyunlu beyliğinde oluşmuş olayları kapsamaktadır. Dede Korkut masallarının temeli, Oğuz Türklerinin hayatları üzerine oturtulmuştur ve bu dönemin örf, adet, gelenek ve yaşayış biçimlerini yansıtır ama aynı gelenek ve görenekleri yaşayışlarında sürdüren Akkoyunlular, masalları yazılı biçime sokarken, bazı hikâyeleri, o günlerin olayları üzerine oturtarak adapte etmişlerdir.

Dede Korkut masallarını kaleme alan Akkoyunlu Ozan, herhalde yüksek bir edebî bilgiye ve maharete sahipti. Belki kendi düşüncelerini de bu masallara katarak onları zenginleştirmiş, âdeta yeniden hayata kavuşturmuştur. Vatikan Kitaplığı’ndaki en eski nüshasında "Korkut Ata Ağzından, Ozan Aydur" kaydının bulunması bunun kanıtıdır.

Dede Korkut'un hayatı üzerinde kurulmuş bir efsaneye göre, Dede Korkut, Afrika taraflarında doğmuş, yaşamış ve günün birinde kendisine bir mezar kazıldığını görmüştür. Ö-lümden kim korkmaz! Dede Korkut da bu mezardan ve mezar kazıcılarından kurtulmak için diyar diyar kaçmış, her gittiği yerde mezarını ve kazıcılarını kendisini bekler görünce daha da uzaklara gitmiş ve sonunda Sir-Derya nehrinin ağzına yakın bir yere gelip hırkasını suya yatırmış ve burada tam yüz yıl yaşamış.

Bazı önsözlerde, Dede Korkut'un Peygambere elçi gönderildiği yazılıdır. Bu eklemelerin, Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikleri yıllarda yapıldığı sanılıyor.

DEDE KORKUT'UN GÜNÜMÜZE KADAR 12 HİKAYESİ GELMİŞTİR

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin "bilicisi" olarak tanınır. Nitekim kendisi: "Oğuz halkının başına hayır gelesini, şer gelesini dedim..." diyerek, söylediği hikmetlerle Oğuz Türklerine yol gösterdiğini açıklıyor ve bir Şaman olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Şamanlar, aynı zamanda ozan oluyorlar, geçmiş zamanların hikâyelerini anlatıyorlar, gelecekten haber veriyorlardı.

Dede Korkut'un günümüze kadar gelen 12 hikâyesi şunlardır:
1—Derse Han oğlu Boğaç
2—Salur Kazan'ın evinin yağmalanması
3—Bay Büre beğ oğlu Bamsi Beyrek
4—Kazan oğlu Uruz'un tutsak olması
5—Deli Dumrul
6—Kazılık Koca oğlu Yeğenek
7—Kanlı Koca oğlu Kan Turalı
8—Depe-Göz
9—Beğil oğlu İmren
10—Uşun Koca oğlu Zegrek
11—Salur Kazan'ın tutsak olması.
12—İç-oğuza, Taş-oğuzun başkaldırması

Bu hikâyelerin 8 tanesi, iç ve dış savaşlara aittir. 2 tanesi aşk macerasını dile getirir. 2 tanesi de mitolojiktir. Fakat hepsi birden, Türk dünyasını en gerçek biçimde yansıtır. Üstün bir anlatım gücü, destansı bir üslup, yaşayan diri bir Türkçe ile Türk soyunun kahramanlığı, uygarlığı, ahlakı, dinî gelenekleri ve yaşamları dile getirilir. Türk mitolojisinin kaynağı Dede Korkut masalları, destanlarıdır...

bluekeys™
11-28-2006, 01:59 PM
EKBER ŞAH
( 1542-1605 )

Daha 14 yaşında iken, savaş yönetmiş ve zafer kazanmış bir komutan... Hindistan'ı buyruğu altında tek bir ülke haline getiren imparator... İmparatorluğunu tek bir inanç altında toplayabilmek için yeni bir dine öncülük eden sultan!.. Tarihin seyrek rastladığı bir ıslahatçı... Maliyede, idarede, toprak düzeninde yeni esaslar getiren devrimci... Ekber Şah, 63 yıllık hayatının 49 yılını hükümdar olarak yaşamıştır...

Babür Şah'ın torunu, Hümayun Şah'ın oğludur. Babası Hümayun Şah, bir kaza sonucu düşüp yaralanınca, Afgan'daki ayaklanmalara karşı-daha 13 yaşında iken-savaşan oğlu Ekber'e, ölmek üzere olduğunu bildirmiş ve yerine geçmesini bir buyruğu ile oğluna emretmişti. Ancak Ekber Şah'ın savaştığı Afganistan, Delhi'ye uzak olduğu için, gelmesi gecikti. Bu sırada Hümayun Şah öldü. Sarayda büyük bir telâş ve tereddüt vardı. O sıralarda Delhi'de bulunan Osmanlı Kaptanıderyası Şeydi Ali Reis, ölümün halktan saklanmasını ve Ekber Şah dönene kadar işlerin yürütülmesini tavsiye etti. Nitekim öyle yaptılar...
Ekber Şah, Delhi'ye eriştiği 14 Şubat 1556 tarihinde Hümayun Şah'ın öldüğü, Ekber Şah'ın yerine geçtiği halka duyuruldu. Hümayun Şah'ın cenazesi merasimle gömüldü ve Ekber Şah -babasının da veziri olan- Bayram Han'ı yeniden vezir seçti.

ORDUDA SAĞLAM BİR DİSİPLİN KURDU

Ekber Şah'ın babasından devraldığı ülke, karışıklıklar içindeydi. Yer yer, ayaklanmalar oluyor, komşu devletler sık sık savaşlarla ülkeden toprak kazanıyorlardı. Ekber Şah, önce orduyu eline aldı. Sağlam bir disiplin kurdu. Komutanlar arasındaki çekememezlikleri halletti. Ancak bu sırada bir iç gaile ortaya çıktı. Ekber Şah'ın süt kardeşleri taht üstünde hak iddia ediyorlardı. Ekber Şah, bütün güçlüklerin üstesinden geldi.

Ekber Şah, pek erken çağda inkişaf etmiş bir kafa sahibi idi. Komutanlıkta üstüne olmayan Bayram Han bile, birçok konularda Ekber Şah'tan akıl alıyor tedbir soruyordu. 7 yıl, sürekli olarak savaştan savaşa koştu, imparatorluğunda gözü olan komşu hükümdarları bir, bir yenerek itaati altına aldı. İlk iş olarak, Pencap, Delhi ve Agra çevresindeki ülkeleri zaptetti, 1567'de Raçput'ları yendi. 1570'tle Audh ve Gvaliyor'u ülkesine kattı. 1572'de Gücerat üstüne yürüyerek Ahmetabad sultanlarını yendi. Aynı yıl, Aşağı Ganj vadisini imparatorluk hudutları içine aldı. Ekber Şah, artık hiçbir Hind devletinin olmadığı kadar büyük bir Hindistan kurmuş ve ülkede buyruğunu yürütmüştür.

İDARİ VE MALÎ TEŞKİLATI YENİDEN KURDU

Ekber, bir taraftan imparatorluğunu genişletir, yeni savaşlarla yeni ülkeler kazanırken, bir taraftan da idarî ve malî teşkilâtı yeniden kurdu. Bu iç düzenlemelere 1573'de başladı. 31 yaşındaydı. Dedesi Babür Şah, imparatorluğunun toprak yapısına dokunmamış, malî düzenlemelere başlamak üzere iken ölmüştü. Babası Hümayun Şah, tereddütler içinde yaşayan bir insandı. Daima, karar almakta güçlük çekerdi. Bu yüzden Babür Şah günlerindeki imparatorluk, yıl yıl erimiş, birçok topraklar komşu devletlere kaptırılmış, hele devletin iç düzeni iyice bozulmuştu.

Ekber, önce toprak düzenini ele aldı. O zamana kadar, şahsî tasarruf altında bulunan Zeametlerin hepsini-bir emirname ile- devlet tasarrufuna geçirdi. Böylece, zeamet sahipleri, toprağın mülkiyetine değil, sadece yararlanma hakkına sahip olacaklardı. Her zeametin savaşlarda ne kadar atlı asker çıkaracağını belirleyen bir kütük hazırlattı."Damgalama Nizamı" adıyla bilinen bir emirname ile, ülkedeki bütün atları damgalattı ve bunları devlet atları olarak zeamet sahiplerine dağıttı. Böylece, zeamet sahiplerinin, ellerindeki topraklardan elde ettikleri geliri istedikleri gibi çarçur etmelerinin önüne geçmeyi düşünüyordu.

İLK MODERN DEVLETİN TEMELLERİNİ ATTI

Askeri alanda yaptığı bu düzenlemeleri, sivil alana da aktardı. Sivil memuriyetleri de, askerler gibi, rütbelere bağladı ve her rütbe için hazineden bir maaş ödenmesini buyurdu. Böylece, asker ve sivil bütün hizmetler, devlet hazinesinden bağlanan aylıklarla yürütülüyor ve ülkenin bütün geliri, devlet hazinesine giriyordu. Ekber Şah, böylece, yalnız kendi ülkesinde değil, dünyada da ilk modern devletin temellerini atmış oluyordu.

Bu yeni düzen, eski düzenden yararlanıp ceplerini dolduranları elbette memnun etmedi. Yer yer ayaklanmalar oldu. Ayaklanmalar şiddetle bastırıldı. Fakat, Ekber olayların üzerine daha fazla gitmemeyi, devletin çıkarına uygun gördü. Bazı zeametlerin eski duruma dönmesine göz yumdu. Fakat "damgalama düzenini" sonuna kadar titizlikle korudu.

Ekber Şah, ülkesinde çeşitli dinler ve mezheplerin birbirleri ile kavga halinde yaşadığını görüyordu. Ülkeyi birlik halinde tutabilmek için, tek bir inancın etrafına insanları birleştirmeyi düşündü. Birçok dinleri inceledi. Sarayda "İbadethane" adını verdiği bir salon yaptırdı ve burada çeşitli dinlerin en ileri gelenlerini toplayarak aylar, hatta yıllarca karşılıklı münazaralar düzenledi.

Ekber'in hükümdar olduğu 16. yüzyılda fikrin, ibadet kabul edildiği başka bir ülke gösterilemez. Bu münazaralardan yararlanarak yeni bir din ortaya attı ise de başaramadı ve 1605'de öldükten sonra, kurmaya çalıştığı din disiplini de ortadan kalktı. Tarihin ilk "modern devlet " düzenini kuran seyrek rastlanır, ileri görüşlü devlet adamlarından biridir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:00 PM
EVLİYA ÇELEBİ
( 1611-1682 )

Türk gezi edebiyatının en büyük temsilcisi... Üslubu ile, çağma damgasını vurmuş bir yazar... Osmanlı tarihine, sosyolojisine kaynaklık eden bilinçli bir gezgin... Uluslararası ünü olan birkaç fikir adamından sonra, alanında tek olan bir gezi yazarı... Evliya Çelebi, 25 mart 1611'de İstanbul'da, Unkapanı semtinde dünyaya geldi.

Evliya Çelebi'nin soykütüğü, Fatih dönemine kadar çıkar. Babası, Derviş Mehmet Zılli'dir. 100 yaşında ölen Derviş Mehmet Zılli, Kanuni'nin Zigetvar seferine katılmış, Lala Mustafa Paşa 1571'de Magosa'yı feth ettiği zaman, bu sefere de katılan Mehmet Zılli, Magosa'nın anahtarlarını İstanbul'a götürmek görevini yapmıştı. Osmanlı devletine daha pek çok hizmetler görmüş olan bu babanın oğlu, Evliya Çelebi, babasının arkadaşları arasında yaptığı savaş sohbetlerini dinleye, dinleye, savaşlara katılma, dünyayı gezip görme merakına kapıldı.

BÜTÜN EMELİ DÜNYAYI GEZMEKTİ AMA NASIL YAPACAKTI?..
Evliya Çelebi'nin kendi kalemiyle yazdığına göre, soyu, Germiyanoğlu Yakup Bey'e uzanır, o yoldan da Hoca Ahmet Yeseviye bağlandığını söyler. Çocukluğunda, gördüklerini incelemek, incelediklerini yazmak merakı vardı. Babasının yaptığı uzun geziler, onu da dünyayı dolaşmaya, gördüklerini eşine dostuna anlatmaya ve yazmaya teşvik ediyordu.

Zeki, hoşsohbet, nüktedan bir insandı. Zamanın ansiklopedik bilgilerini okumuş, öğrenmişti. Arapça da biliyordu. Bütün emeli, dünyayı gezmekti ama, bunu nasıl yapacaktı?.. Bir gece rüyasında, Hz. Peygameri gördü. O kadar heyecanlanmıştı ki, "Şefaat Ya Resulallah" diyeceği yerde şaşırıp, "Seyahat Ya Resulallah" demiş, böylece, Hz. Peygamberin hem şefaatini, hem seyahat iznini almıştı. Kendisinin anlattığına göre, Sa'd İbni Vakkas da kendisine gezdiği yerleri yazmasını tavsiye etmişti.

Bu rüyasını, zamanın ünlü kişilerine anlattı ve bu kişiler kendisine, İstanbul'u dolaşmasını, gördüklerini yazmasını önerdiler... O da öyle yaptı, İstanbul'u, bütün çevresiyle birlikte gezdi, dolaştı. Tarihini, insanlarını araştırdı. Adetlerini, yaşayışlarını, ünlü kişilerini yazdı ve böylece, Seyahatnamenin birinci cildini hazırlamış oldu.

BÜTÜN HAYATI YOLLARDA VE DURAKLARDA GEÇTİ
Melek Ahmet Paşa, Evliya Çelebi'nin akrabalarındandı. Silahtar bulunduğu sıralarda 4'üncü Murad'a Evliya Çelebi'den bahsetmiş ve saraya musahip alınmasına önayak olmuştur. Evliya Çelebi'nin sesi güzeldi. Şarkı-gazel okur, ezana kalkar, imam bulunmazsa namaz kıldırırdı. Güler yüzlü, hoşsohbet, kimsenin kalbini kırmaz, herkesle hoş geçinir bir kişi olduğundan, kısa bir zamanda sarayda ün yaptı.

Evliya Çelebi, zaman zaman, resmî görevlerde de bulunmuş ve devlete böylece de hizmet etmiştir. Fakat, Evliya Çelebi'nin yıldızını parlatan olay, teyzesinin oğlu olan Melek Ahmet Paşa'nın sadrazam olmasıdır. Bağdat Valiliği'nden, Sadaret mevkiine getirilince, Evliya Çelebi sadrazamın en güvendiği kişi oldu. Ancak, bu gücünü hiçbir zaman kötüye kullanmadı, tersine birçok insanların işlerini kolaylaştırarak dost kazandı.

Melek Ahmet Paşa, sadrazamlıktan af edilip Özi beylerbeyliğine atanınca, Evliya Çelebi de kendisiyle Özi'ye gitti. Bütün hayatı yollarda, duraklarda geçmiştir. Seyahatnamesinden, Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran'a gittiğini öğreniyoyoruz.

Evliya Çelebi, gezdiği, dolaştığı, bütün bu yerlerde, incelemeler yapmış, o toprakların folklorunu, sanatını, edebiyatını, sanat eserlerini incelemiş ve bunları üşenmeden, usanmadan bir bir defterine yazmıştır. Her binanın enini, boyunu, adımları ile ölçerek hesaplamıştır. Fakat günümüze kadar intikâl eden bazı binaların ölçülerinin Evliya Çelebi'nin ölçülerine uymadığı görülmüştür. Bu da Seyahatname'nin bazı yanlışları olduğu düşüncesinin doğmasına yol açmıştır.

Birçok savaşlara katıldı, iyi ata biniyor, sırası geldiği zaman, yaman dövüşüyordu. Birçok defalar ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelmiş, fakat ince zekası, hazırcevaplığı ve güler yüzü ile bu ölüm tehlikelerinden yakasını sıyırmasını bilmiştir.

SEYAHATNAME DAHA HALÂ TOZLUDUR, GÜN IŞIĞINA ÇIKARILMAMIŞTIR

Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 17'inci yüzyıl Osmanlı imparatorluğumun gerçek yüzünü gösteren bir tablodur. Çelebi; anlatacağı şeylerin, sarayca iyi karşılanmayacağını veya zamanın uleması tarafından hoş görülmeyeceğini fark edince, hemen o anlattığı yerde bir rüya görmüş ve bu rüyasını teferruatıyla anlatmıştır, imparatorluğun çöküntü sebepleri, bu rüyalarda anlatılmıştır. Devrin eleştirisi, rüyalarıdır. Hiç kimse, gördüğü rüyadan sorumlu olamayacağı için, bütün tenkitlerini rüyanın mistik tablolarını sığdırmıştır. Seyahatname'nin üzerinden bugüne kadar bâzı çalışmalar yapılmışsa da, derinlemesine bir çalışma ne yazık ki yapılamamıştır. 17'nci yüzyılın bu büyük belgesi, hâlâ tozludur ve bütün çizgileriyle gün ışığına çıkarılmamıştır.

Evliya Çelebi'nin bir başka önemli yanı, kullandığı üsluptur. Abartmaya dayanan bu üslup, Grotesk'te olduğu gibi, değerleri gerçekteki boyutlarına göre çizmiştir. Yani Grotesk ressamları nasıl bir kralı çocuk boyunda, tutup, bir balıkçıyı dev gibi çizerek, onlara verdikleri değerleri anlatmaya çalışmışlarsa, Evliya Çelebi de zamanın ünlü kişilerini, eğer değersiz iseler, abartma yolu ile küçültmüş, oradaki sade bir vatandaşın değeri varsa, onu da yine aynı yolla gerçek çizgilerine oturtmuştur.
Evliya Çelebi'ye, Osmanlı ülkesinin ilk Grotesk yazarı gözü ile bakılabilir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:01 PM
FARABİ
(870-950)

Dünya bilim ve düşünce tarihinde şerefle yer almış büyük Türk bilgini, düşünürü. Eski Yunan felsefesinde sentez yapabilmiş dünyanın seyrek rastladığı fikir adamı. Fizik, kimya, tıp, matematik ilimlerinde ve felsefede vardığı sonuçlarla, Avrupa uygarlığına katkısı olmuş, kitapları 18. yüzyıl sonuna kadar Avrupa üniversitelerinde okunmuş bir Türk dehâsı... Farabi...

Asıl adı, Mehmet'tir. Türkistan'da, Farab şehrinde 870 yılında doğdu. Babası, kale komutanlarından Mehmet Turfan idi. Batı bilim dünyası, onu, Alfarabius adı ile tanır. Farablı demektir. İlk öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Zamanın tanınmış bilginlerinden ders aldı. Bilgisini genişletmek için, önce İran'a, sonra Bağdat'a gitmiştir.

FARABI'YE İKİNCİ ÜSTAT DENMİŞTİ

Bağdat’ta bulunduğu dönemde, hem zamanın ünlü kişilerinden ders aldı, hem verdi. Özellikle mantık ve gramer üzerindeki bilgileriyle, Arapçasını bu şehirde ilerletti. Dindardı. İslâmiyetin, akla dayalı bir din olduğuna ve Allah'a ulaşmak için bilmenin şart olduğuna inanıyordu. Farsça, Arapça, Latince ve Yunanca öğrendi. Özellikle, Yunan düşünürleri, Aristo ve Eflatun'un fikirlerinin bir sentezini yapmaya ve Sokrat'ın kurduğu temeli ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu sebeple kendisine 'Hace-i sani", ikinci üstat derler. Aristo'ya üstat dendiği için, Aristo’yu yeniden şerh eden notlar ekleyen, kurduğu felsefenin eksik yanlarını tamamlayan Farabi’ye ikinci üstat denmiştir.

941 yılında Halep’e geldi. O yıllarda Halep, Hemedanoğullarından Seyfüddevle Ali’nin idaresi altında idi. Bu Türk hükümdarı, Türk bilgini Farabi'ye büyük itibar gösterdi. Onu sarayına aldı. Bazı kaynaklar, Farabi'nin, kendisine teklif edilen yüksek maaşı red ederek, bostan bekçiliği yaptığı ve sabaha kadar mum ışığında felsefe okuduğunu yazarlar. Doğru olmasa gerektir.

Farabi'nin, Seyfüddevle tarafından büyük itibar görmesi, Halep'teki bilim adamlarını kıskandırmış ve Farabi'nin hiçbir şey bilmediğini söylemeleri üzerine, Seyfüddevle'nin huzurunda bir imtihan düzenlenmiştir. Bu imtihanda Farabi'nin büyük üstünlüğü ortaya çıkmış ve Halep âlimleri bundan sonra kendisinden ders almışlardır.

İLK İSLAM FİLOZOFU VE İSLAM FELSEFESİNİN KURUCUSU IDI


Farabi, ilk islâm filozofu ve islâm felsefesinin kurucusudur. Samanoğulları hükümdarlarından Mansur b. Nuh'un isteği üzerine kaleme aldığı söylenen "Et-ta’limü’s-sani" (İkinci Öğretim) Yunan felsefesinin bir özetini verir. Fakat bu özeti, öylesine başarılı olmuştur ki, kendisinden sonra gelen ve bütün dünyanın fikirlerine itibar ettiği Ibni Sina ve Ibni Rüşt bu kitaptan yararlanarak Yunun felsefesini öğrenmişlerdir. Ibni Sina diyor ki: "Farabi'nin bir mezat yerinden satın aldığı kitabı sayesinde, o zamana kadar bir türlü kavrayamadığım metafiziği tamamen öğrendim.” Farabi aynı eseriyle İbni Rüşt’ün üzerinde de tesirini göstermiştir.

Farabi,musiki ile de uğraşmış, hatta “ Kanun “ adı ile bilinen sazı icat etmiş ve bu saz ile bir çok besteler yapmış ve söylemiştir.

Bir sohbette orada hazır bulunanlara kanun çaldığı, önce dinleyenleri güldürdüğü, sonra ağlattığı ve daha sonra da uyutup, kalkıp gittiği söylenir. Vücuda getirdiği "Kitab-ül musiki “ müzik üzerinde ilk yazılmış bilim belgesidir.

Farabi, Halep'ten Şam'a, Şam'dan Kahire’ye, Kahire'den tekrar Şam'a ve Halep'e geçmiş bütün bu gezileri sırasında verdiği derslerle fikirlerini yaymış ve bilim hayatına hizmet etmiştir. Halep'te, 950 yılının ocak ayında öldü. Şam çevresinde Babüssagir denilen yerde gömülüdür.

HEMEN HEMEN HER DİLDE KİTAPLARI VARDI

Kitapları Mısır'da ve Hindistan’da basıldı. Ondan sonra, oradan bütün dünyaya yayıldı. Bugün, hemen hemen her dilde Farabi'nin kitaplarını bulmak mümkündür. İlk doğu ansiklopedisi olan "Ihsau’l-ulum “ ilimlerin tarif ve tasnifini yapar. Latince’ye çevrilmiş, oradan dünya dillerine aktarılmıştır. Eflatun'la Aristo'nun fikirlerini birleştirmeye çalışan ve yeni bir sentez ortaya çıkaran kitabının adı: "Eflatun-ül ilâhi ve Aristotlis" tir. Ayrıca, Aristo'yu şerh eden ve notlarla eksikliklerini tamamlayan kitabı: "Kitab-ül ibane an garaz Aristotlis"dir. Dilimize "aklın tasavvuruları" ve "felsefeye başlangıç" diye çevirebileceğimiz eserleri, Batı felsefesinin kuruluşuna hizmet etmiş ve islâm felsefesinin temellerini teşkil etmiştir.

Fikir ve kavrayış, çok verimli geniş çalışmaları,anlatmak istediğini büyük bir kolaylıkla, anlaşılır biçimde getirmesi ile, doğuda da batı da hayranlık yaratmıştır. Ahlaklı, nazik, alçak gönüllü idi. Aristo’dan söz açarken “ Ben Aristo zamanında gelse idim onun en iyi öğrencilerinden olurdum “ demesi, ne kadar alçak gönüllü olduğunu kanıtlar.

bluekeys™
11-28-2006, 02:01 PM
FATİH SULTAN MEHMET
( 1432- 1481 )



Çağ açan Osmanlı hükümdarı... Bizans İmparatorluğu'na son veren hükümdar. Osmanlı hanedanının ilk resmî sultanı. 29 Mart cumartesi gecesi Edirne Eski Saray'da doğdu. Babası II. Murad, annesi İsfendiyar Beyi'nin kızı Hatice Hüma Sultan'dır. Tahsile başlayana kadar geçen zaman içinde, Edirne Sarayı ve II. Murad'ın Bursa'daki evinde yaşadı. Ve gelenek gereği yedi yaşında okumaya başladığı zaman üç ayrı hocadan ders aldı. Kültür, sanat ve askerlik konularında gördüğü bu dersler, zamanın en ileri gelen bilginleri tarafından veriliyordu.

1443'de Amasya Valisi iken ölen ağabeysi Alâaddin Ali Çelebi'den sonra, tahtın tek varisi olmuştu. 11 yaşında Manisa Valiliği'ne atandı. Ve 12 yaşına bastığı yıl da, babası tahttan feragat ederek kendisinin yerine oğlunu hükümdar yaptı.

Bu feragat, tarihlerde çeşitli yorumlara yol açmıştır. Bazı tarihçiler II. Murad'ın Osmanlı ileri gelenlerinin ellerinde biriktirdikleri varlığı devlete intikal ettirmek sureti ile ikta sistemini yürürlüğe koymak istemesinden kaynaklandığını ileri sürerler. Diğer tarihçiler de II. Murad'ın, sağlığında oğlunun hükümdarlığını görmek istemesi sebebi ile bu feragatte bulunduğunu yazarlar. Ancak, 12 yaşındaki II. Mehmet'in padişahlığının devlet ileri gelenlerini memnun etmediğine bakılacak olursa, birinci ihtimal zayıf düşer.

BİZANS VE VENEDİKLİLERLE BİRER YILLIK ANLAŞMA İMZALADI

Murad Han, Balkanlarda barışı sağladıktan sonra çekilmişti. Fakat Papa'nın da zorlaması ile Macar kralı bir Haçlı seferi düzenledi. 100.000 kişilik bir Haçlı ordusu Türk sınırlarını geçti. Edirne'de toplanan saltanat şûrası II. Murad'ı padişahlığa davet etmeye karar verdi. Sultan Murad önce bu daveti reddetti ise de daha sonra oğlunun: "Eğer padişah biz isek size buyuruyoruz, gelip ordunuzun başına geçin, yok siz iseniz, devletinizi müdafaa edin" demesi üzerine II. Murad daveti kabul etti. Ve Varna'da düşman ordusunu yendi. Osmanlı ileri gelenleri, Fatih adına basılan paraya hile karıştırıp eksik para bastılar. Bu, askerin maaşından indirmek demekti. Zafer kazanmış Yeniçeri buna isyan etti. Edirne'de yangın çıkarıp şehrin yarıdan fazlasının yanmasına sebep oldu. Genç padişah öfke ve üzüntü içinde idi. "Babamızın verdiği saltanatı bizden kıskandılar" diyordu. Bu durum karşısında Sultan Murad tekrar tahtına döndü. 3 Şubat 1451 günü 48 yaşında iken hayata gözlerini yumunca, II. Mehmed yeniden Osmanlı tahtına oturdu.

Yeni padişahı genç ve tecrübesiz gören Batılı hükümdarlar ve Bizans, ümitlere kapıldılar. Bizans ordusu, Çorlu'ya kadar olan toprakları işgal edip, elinde bulunan şehzade Orhan'ı "Sultan" tanıdığını ilân etti. Karamanoğlu İbrahim Bey de Akşehir ve Seydişehir'i aldı. Sırplar, II. Mehmet'in tahta çıktığı zaman memleketine gönderdiği Mara Sultan'ın masraflarına karşılık Alacahisar'ı istediler. II. Mehmet, bunların hepsini kabul etti. Bizanslılarla ve Venediklilerle üç yıl süreli birer anlaşma imzaladı. Padişahın bu tutumunu yanlış değerlendiren Batılılar, Çanakkale Boğazı'nı kuşattılar. Bizans elçileri yeni isteklerde bulundu. Ve Orhan Çelebi'yi salıvermek tehdidi ile padişahı ürkütmeyi denediler. II. Mehmet, susuyor ve kafasındaki planı uyguluyordu. Karamanoğlu ile anlaştı. Yeniçeri ocağını gözden geçirdi ve askeri, disiplin altında avucuna topladı.. İstanbul Boğazı'nda Yıldırım Bayezid tarafından yapılmış olan Anadolu Hisarı'nın tam karşısına, Rumeli Hisarı'nın yapılmasını emretti. Padişah ve paşaların gayreti ile 5.5 ay gibi kısa bir zaman içinde hisar tamamlandı (1452).

ŞEHRE GİRMEYE TEREDDÜT EDİYORDU

Hisarın bitirilmesi üzerine Turhan Bey oğulları emrinde, bir kuvveti Mora'ya geçirerek, Bizans imparatoru Konstantin'in kardeşlerini baskı altına aldı. Sıra İstanbul'un fethine gelmişti. II. Mehmet, saray divanını topladı, fikrini açtı. Zağnos ve Şehabettin paşalar padişahın düşüncesinden yana idiler ama, Çandarlı Halil ve bazı arkadaşları İstanbul'un fethini şüpheli görüyorlardı. II. Mehmet büyük bir sükûnetle konuşulanları dinledi ve istediği savaş kararını meclisten aldı. İlk iş olarak gönderdiği bir kuvvetle İstanbul ve çevresini yağma ettirdi. Konstantin, arkadan kuşatmanın geleceğini farkettiği için, kapıları ördürüp surları tamir ettirdi. II. Mehmet, Karadeniz kıyılarındaki kaleleri, şehrin fethine hazırlık olmak üzere birer birer ele geçirdi. Edirne'de büyük toplar dökülüyordu, bu topların her biri Edirne'den İstanbul'a 400 asker ve 60 manda gücüyle çekilebilmiştir. Ayrıca uçan alevli bombalar hazırlanmıştı. 6 Nisanda kuşatma başladı, mancınıkla atılan bombalar surları aşarak şehrin içine düşüyor, İstanbul'u velveleye veriyordu. 18 Nisanda adalar alındı, 22 Nisan gecesi bir mucize başarılmış Türk donanması karadan yürütülüp Haliç'e indirilmişti. 5 Mayısta Beyoğlu tepelerine Türk topları yerleştirildi. 26 Mayısta Papa'nın teşviki ile gönderilen Macaristan elçileri Fatih'i ziyaret ederek, savaşa devam ettiği takdirde bütün Avrupa devletlerinin kendisine savaş açacaklarını bildirdiler. 29 Mayıs günü sabahı da Türk topçularının açtığı kahredici ateş altında Türk yiğitleri surlara tırmanmaya başlamıştı. Bizans İmparatoru Konstantin öldü, şehir alındı ve Fatih beyaz atının üzerinde İstanbul'a girdi.

RUMLARA VE YAHUDİLERE İMTİYAZ TANIDI

Fetihle birlikte, Çandarlı Kara Halil'i ve Bizans'a âlet olmuş Orhan Çelebi 'yi idam ettirdi. Bütün dünya, Bizanslı Rumların zulüm göreceklerini bekliyorlardı. Fatih, Rumların ve Yahudilerin dinî teşkilâtını olduğu gibi bıraktı ve kendilerine imtiyaz tanıdı. Bu tolerans örneği bugün de dünya tarihçilerinin örnek saydıkları bir davranıştır.

Fatih İstanbul'u aldıktan sonra imparatorluğun sınırlarını genişletmek için çeşitli savaşlar verdi. 1481'de yeni bir sefere çıkmak üzere iken şüpheli bir şekilde öldü. Fatih'in zehirlendiği hususundaki iddialar bugün de kuvvetlidir.

Fatih, Batı uygarlığı ile direkt teması kuran padişahlardan biridir. İtalya'dan ressam Bellini'yi davet ederek portresini yaptırdığı bilindiği gibi bazı Batı mimarlarını da davet ederek eserler vermelerini sağladığı bir gerçektir.

Fatih, Osmanlı tarihinin en büyük padişahlarından biri, belki de en büyüğüdür.

bluekeys™
11-28-2006, 02:01 PM
FEVZİ ÇAKMAK
( 1876- 1950)



Alnında zafer ve fazilet yıldızı parlayan bir komutan... İnanan ve inandığına inandıran bir insan... Savaş meydanlarında da, mütevazı bürosunda da vakar sahibi, mü'min, güven verici Mareşal!.. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun sessiz mimarlarından biri... Hayatının yarım yüzyılını Türk ordusunun içinde ve başında geçirmiş bir asker... Türkiye Cumhuriyeti'nin iki mareşalinden biri...

Asıl adı, Mustafa Fevzi'dir. 12 ocak 1876'da İstanbul'da Cihangir semtinde doğdu. Babası, topçu albaylarından Ali Bey'dir. Bu, asker ailenin asker çocuğu 1895'de Harp Okulu'ndan teğmen olarak orduya girdi. Üç yıl sonra, 1898'de kurmay sınıflarını tamamlayarak yüzbaşı oldu. Genelkurmay IV. Şubesi'ne atandı. Burada bir süre hizmet verdikten sonra Rumeli'ye gönderildi. Bulunduğu bölgede, Sırplar ve Arnavutlar arasında çekişme vardı. Bu bölgede verdiği değerli hizmetlerle dikkatleri üzerinde topladı. Komutanları tarafından takdir ediliyor, insan ilişkilerinin uygar bir ortamda sürdürülmesi konusunda, büyük yeteneği göze çarpıyordu. Dokuz yıl sonra albaylık rütbesine erişti.

ATATÜRK İLE KOSOVA'DA TANIŞTI

Fevzi Çakmak'ın Rumeli'nde hizmet verdiği dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun karışık ve sıkışık olduğu bir dönemdi. Jön Türkler, özellikle Rumeli'nde geniş bir teşkilât kurmuşlar, Meşrutiyet'in yeniden ilânını sağlamaya çalışıyorlardı. Kolağası Niyazi, Resne taburu ile dağa çıkmıştı. Bunu, Kolağası Enver'in başkaldırması izledi. Bu karışıklıkları bastırmak için gönderilmiş, 18'inci Nizamiye Tümeni Komutanı Şemsi Paşa, Manastır'da Teğmen Atıf tarafından vuruldu. Komutanı vurulan bu tümenin Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tı. Bu nazik dönemde Çakmak, gösterdiği esneklikle hem hükümetin düşmanlığını üzerinde toplamamış, hem genç ittihatçıların hücum hedefi olmamıştır. Şemsi Paşa'nın öldürülmesinden sonra, elindeki kuvvetleri ittihatçılar aleyhinde kullanabilir, sarayın ve hükümetin gözüne girebilirdi. Bunu yapmadı, böylece de ittihatçı genç arkadaşlarını korumuş oldu.

1908 ikinci Meşrutiyet devrimi sırasında Fevzi Çakmak, tehlikeli bir sınır bölgesi olan Yenipazar sancağında hem mutasarrıf, hem 35'inci Nizamiye Tümeni'nin komutanı idi. Devrimin, bünyesinde getirdiği taşkınlıkları, kargaşayı büyük bir ustalıkla önledi; ittihatçıların da ittihatçılara karşı olanların da şikâyetlerine muhatap olmadı. Bir süre de, mutasarrıflık görevi devam etmek şartile, Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na getirildi. Atatürk'le tanışması, bu yıllara rastlar. Atatürk, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın maiyetinde Arnavutluk isyanını bastırmaya giderken, Kosova Kolordusu Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'la tanıştı ve bu vakarlı askeri sevdi.

İtalyanlar, Trablusgarb'a hücum edince, Atatürk ve bazı arkadaşları Trablusgarb'a geçtiler ve orada bir mukavemet cephesi kurdular. Bu sırada Fevzi Çakmak, İtalyanlar'ın Adriyatik kıyılarına asker çıkarması ihtimaline karşı hazırlanan Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığı'nı yapıyordu. Balkan Savaşı önceleri, Vardar Ordusu Harekât Şubesi Müdürlüğü'nde, Balkan Savaşı'ndan sonra, Ankara Tümeni komutanlıklarında bulundu, az sonra da 5'inci Kolordu Komutanlığı'na atandı. 1914 yılı martında mirliva, yani general olmuştu.

PARLAK HİZMETLER VERDİ

Birinci Dünya Savaşı'nda kolordusu ile birlikte, Çanakkale savaşlarına katıldı. Savaş sonunda Atatürk'ün Anafartalar Grup Komutanlığından ayrılması üzerine, bu komutanlığa vekâleten baktı. Onu, 1916'da 2'nci Kafkas Ordusu Komutanı, 1917'de 2'ncl Ordu Komutanı olarak görüyoruz. Çanakkale'de olduğu gibi, burada da Atatürk'le halef-selef olmuşlardır. Bundan sonra Suriye'de 7'nci Ordu Komutanlığı'na getirildi. Burada parlak hizmetler verdi ve bu hizmetlerine karşılık 28 temmuz 1918'de ferikliğe terfi etti. Verilen görevi eksiksiz yapan, aralarında bulunduğu insanları gücendirmeden, incitmeden çalışmalarını sağlamasını bilen, bu doğuştan babayani asker Fevzi Çakmak, yavaş yavaş çevresine kendisini kabul ettiren ve gözüne bakılan, sözüne kulak verilen insan olmuştu. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, Genelkurmay Başkanlığı'na getirildi.

Mondros Mütarekesi maddelerinin tek taraflı bir yorumla uygulanması ve İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgaline karşı idi. Genelkurmay Başkanı olarak aktif bir tavır almış, ne Suriye Fatihi diye bilinen General Allenby'nin İstanbul'a gelişinde kendisini karşılamaya gitmiş, ne de İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline razı olmuştur. Hele İzmir'e çıkarma yapması ihtimali olan Yunanlıların, İzmir'deki askerlerimiz tarafından silahla karşılanması için verdiği emir üzerine, Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılmak zorunda kalmıştır.

14 mayıs l919'da1'inci Ordu Mütfettişliği'ne atandı. Bu hizmette iken, Atatürk, 9'uncu Ordu Müfettişliği'ne tayin edilmiş ve İstanbul'dan ayrılırken, Fevzi Cakmak'la da görüşmüş, fikirlerini öğrenmek istemişti. O günlerde, Fevzi Cakmak'ın, Atatürk'ün fikirlerini tam olarak paylaştığı söylenemez. Çakmak, müttefik devletlerin birbirine düşmesinden Osmanlıların yararlanabileceğine inanıyor, olayların biraz daha gelişmesi lâzım geldiğini düşünüyordu. Bir ara, Mustafa Kemal'e karşı bir tutuma girmek üzere iken, Kâzım Karabekir Paşa'nın araya girmesi ile anlaşmazlık ortadan kaldırılabildi.

27 MAYIS 1920'DE ASKERLİKTEN TARDEDILDI

Fevzi Çakmak, 3 Şubat 1920'de İstanbul hükümeti tarafından Harbiye Nazırlığına getirildi. Bu görevi yaptığı sıralar, Kurtuluş Savaşı'na değerli hizmetler vermek fırsatını bulmuştur, İstanbul'dan birçok silah ve cephanenin Anadolu'ya taşınması, değerli komutanların Anadolu'ya geçmesi, hep bu aylara rastlar ve Fevzi Cakmak'ın arkalaması ile gerçekleşir. İstanbul, müttefik kuvvetler tarafından resmen işgal edilince, daha fazla beklemedi ve o da Anadolu'ya geçerek kurtuluş kavgasına, Atatürk'ün yanıbaşında katıldı. (8 Nisan 1920). Atatürk, Fevzi Çakmak'ın Kurtuluş Savaşı'na katılmasını çok iyi karşılamıştır. Kendisine, büyük ilgi gösterdi ve hemen Millî Savunma Bakanlığı görevini kendisine verdi.
İstanbul hükümeti güç durumda idi. Birçok sivil ve asker Anadolu'ya geçiyor, İstanbul hükümetine karşı tavır alıyordu. Harbiye Nazırı'nın da Anadolu'ya geçmesi, İstanbul hükümeti için bardağı taşıran damla oldu. Fevzi Çakmak'ın askerlikten tardedildiğini ve idama mahkûm edildiğini ilân etti. Padişah Vahdettin, 27 mayıs 1920'de bu kararı tasdik ederek yürürlüğe koydu. Artık Atatürk gibi, Fevzi Çakmak da idam edilecekler arasına girmiş bulunuyordu.
Fevzi Çakmak, Ankara hükümetinde, Millî Savunma Bakanı ve Hükümet Başkanı olarak çalışmalara başlamış, yeni bir ordunun yaratılmasında onun azimli ve feragatkâr çalışmaları büyük rol oynamıştır. 2'nci İnönü Zaferi'nden sonra T.B.M.M. kendisini orgeneralliğe yükseltti. Yine aynı görevini sürdürüyordu.

OY BİRLİĞİ İLE GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NA GETİRİLDİ

Kütahya ve Eskişehir savaşları aleyhimizde sonuçlanınca, gerek orduda, gerekse halk arasında başlayan moral bozukluğu dikkati çekti. Bu dönemde Çakmak, gerek Büyük Millet Meclisi (B.M.M)'nde yaptığı konuşmalarla, gerekse Anadolu Ajansı ile yayınlanan beyanatlarıyla ve gerekse, orduya yayınladığı beyannamelerle morali yükseltiyor, zafere olan inancı pekiştiriyor, bu konuda Atatürk'e büyük yardımları oluyordu. Nitekim, Bakanlar Kurulu Başkanı sıfatı ile yayınladığı bir beyannamede şöyle demektedir:
"Düşmanın ilerlemesine karşı halkın katiyen tereddüt ve endişe etmesine mahal yoktur. Düşmanın, Anadolu içerisine doğru uzanmak isteyen kolları, mezarlarına yaklaşıyor. Bu yeni sefer, düşmanın ölüm yolculuğudur. Tann'nın yardımı ve yakın hadiseler bu neticeyi gösterecektir."

Sakarya Savaşı'na kadar, Millî Savunma Bakanı ve Bakanlar Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. Sakarya savaşlarının başlayacağına yakın sıralarda, B.M.M'nde sabırsızlıklar artmıştı. Ordudan zafer bekleniyordu. Tarihî bir celsede, Mustafa Kemal’in, ordunun başına geçmesi istendi. Mustafa Kemal B.M.M. yetkilerinden bazılarının kendisine verilmesi halinde, ordunun başına geçeceğini ve zaferi kazanacağını söyledi, işte, bunun üzerine B.M.M istenen yetkileri Mustafa Kemal Paşa'ya verirken, Bakanlar Kurulu Başkanı ve Millî Savunma Bakanvekili Fevzi Çakmak'ı da oy birliği ile, Genelkurmay Başkanlığı'na getirdi.

T.B.M.M. FEVZİ ÇAKMAK'A TAKDİRNAME VERDİ

Sakarya Savaşı'nın kazanılmasında Fevzi Çakmak'ın büyük yardımları olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında ve onun emrinde sadakatle çalışmış, bilfiil siperlere girmiş, askerin maneviyatını yükseltmiş ve düşmanın yenilgisinde pay sahibi olmuştur.

Savaşın, zaferle sonuçlanmasından sonra, B.M.M'nde İsmet İnönü ile birlikte bir
takrir hazırlayarak, Mustafa Kemal Paşa'ya mareşallik rütbesi ile gazilik unvanı verilmesini
teklif etmişler ve böylece Meclis, yalnız sultana ait olan bu hakkı kullanmak suretile, Mustafa Kemal’e, hem gazilik unvanını, hem mareşallik rütbesini vermiştir. Bu kararın Büyük Millet Meclisi'nden çıktığı gün, saltanatın fiilen kaldırılmış bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü sonradan yurt dışına kaçan Padişah Vahdettin,yakınlarına o günü anlatırken, durumu böyle yorumladığını açıklamıştır.

Sakarya Meydan Muharebesinde yararlıkları görüldüğü için, B.M. M 'nce takdirname verilenlerin başında, Fevzi Çakmak vardır.

Mustafa Kemal, 26 Ağustos Büyük Taarruz planlarını, paşalara açıkladığı zaman, hayret ve şaşkınlıkla karşılanmış, İsmet Paşa dahil, komutanlar, bu planı (tehlikeli bulmuşlardı. Mustafa Kemal’in yaptığı savaş planını destekleyen sadece Fevzi Çakmak'tı. Sonradan, öteki komutanlar da planı benimsemişler ve zafer böylece kazanılmıştır. Bu savaşların da Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tı. Bu zaferden sonra Fevzi Çakmak, B.M.M. tarafından mareşalliğe yükseltilmiş, böylece Fevzi Çakmak, Kurtuluş Savaşı'nın, Mustafa Kemal Paşa’dan sonra ikinci mareşali olmuştur.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan 1944 yılına kadar aralıksız Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulundu. Ordunun, gözbebeği mareşali idi ve devrimler yapan Atatürk'le, İnönü hükümetini destekleyerek başarılarını kolaylaştırdı. Türk ordusunda eğitim ve öğretimin artmasına ve zinde bir güç halinde dünyada itibar sağlamasına emekleri geçmiştir. Yeni silahlarla donatılması için de çok çaba harcamıştır.

12 ocak 1944 günü, Yaş Haddi Kanunu gereğince, emekliye ayrıldı. Ömrünün yarım yüzyılını ordunun içinde geçirmiş bir komutanın emekliye ayrılması, kendisi için kolay olmamışsa da, bunu tabiî karşılamıştır. 1945'de, çok partili hayatın kapıları açılınca, Fevzi Çakmak da kendisine düşen görevden kaçmamış, Demokrat Parti'nin kuruluş günlerinde bu partiye destek olmuştur. Daha sonra, 1946 seçimlerinde İstanbul milletvekili olarak parlamentoya girdi.

DÜRÜST, FAZİLETLİ VE İRADELİ BİR İNSANDI

Demokrat Parti ileri gelenleriyle bazı noktalarda uyuşamayınca, bu partiden ayrıldı ve bazı arkadaşları ile Millet Partisi'nin kurulmasında, kurucu olarak bulundu ve bu partinin Onursal Başkanı oldu, Geçirdiği bir prostat ameliyatından sonra, 10 nisan 1950 pazartesi günü sabah saat 7.30'da hayata gözlerini yumdu.

Cenazesi, görülmemiş bir kalabalığın elleri üstünde yüzerek Eyüp Mezarlığı'na defnedil-miştir.

Dürüst, faziletli, iradeli bir insandı. En büyük zevklerinden biri, kitap okumaktı. Tarih ve sosyoloji üzerine yazılmış kitapları bilhassa seçer, onlar üzerinde düşünür, düşündüklerini, yakın dostlarıyle tartışırdı. Birçok Balkan dillerini bilir, Fransızca ve ingilizce konuşurdu. Anılarını, askerlik hayatından başlayarak son günlerine kadar düzenli olarak tutmuştur. Yalnız büyük asker değil, büyük insandı.

bluekeys™
11-28-2006, 02:02 PM
FUZULİ
( 1494-1555 )

Yalnız Türk edebiyatının değil, dünya edebiyatının en lirik şairlerindendir.
Divan kalıpları içinde yazıyordu. Fakat bu kalıplara koymayı başardığı lirizmi ne kendisinden önce gelen şairler ne de kendisiden sonra gelenler, bu ölçüde başaramamışlardır:

"Ah eylediğim serv-i hıramanın içindir
Kan ağladığım gonca-i handanın içindir.
Yaktım tenimi vasl günü şem tek amma
Bil ki bu tedarik şeb-i hicranın içindir."

"Senin, servi boyun için, ah ediyorum —gonca dudakların için, kan ağlıyorum— Kavuşma günün için, vücudumu mum gibi yaktım — Ama bil ki bu hazırlık hep ayrılık gecen içindir!''

Asıl adı Mehmet'tir. "Fuzuli" -Divan şiirinde gelenek olduğu için— takma adıdır. Kerbelâ’da dünyaya geldi. Doğum tarihi üzerinde değişik söylentiler var. Genellikle 1494 olarak kabul edilmiştir. "Bayat" adlı bir Türk kabilesinden gelmektedir. Bazı kaynaklar, dilinin Azerî'yi çaldırması sebebiyle "Azeri" olduğunu yazarlarsa da "Hadikatüs Süada" adlı eserinin bir kıtasında, kendisi Türk olduğunu belirlemiştir.

EN BÜYÜK LİRİK VE USTA ŞAİRİ OLARAK BİLİNİR

Hille Kadısı Süleyman Efendi'nin oğlu olduğu bilinen Fuzulî, yalnız şiirde değil, nesirde de erişilmez bir usta idi. "Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar" diye başladığı Şikâyetnamesi’ndeki dil, bugün için bile aydınlık, sağlam, geçerli bir dildir.
Türk Divan edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük lirik ve usta şairi bilinir.

Şiirleri ve nesirleriyle böylesine bir ün yapmış şairin hayatı hakkında pek az şey biliyoruz. Söylediğine göre, 14—15 yaşlarında iken, Arapça dersleri aldığı Rahmetullah Efendi'nin kızına âşık olup şiir yazmaya başlamıştı... Koskoca divanını, bu yaşlarında yazdığı
şiirlerle doldurmuş ve sonunda bu kızla evlenebilmiştir. Fazlı adında bir oğlu oldu. Fazlı da babası gibi şiir yazmış, fakat babasının sanat eteklerine bile erişememiştir.

Kanunî Süleyman, ordusu ile Bağdat'a girdiği zaman, Fuzulî de Bağdat'ta idi. Bu büyük ve muzaffer padişaha hayranlığını anlatan bir kaside yazdı. Bir gün Padişah, yanında devlet adamları ve sanatkârlarıyla birlikte şehri dolaşmakta iken, beyaz sarıklı, uzun sakallı bir derviş, kapıkulu askerlerini yararak Padişah'a sokulmuş ve bir kâğıt uzatmıştı. Bu üstü başı dökülen derviş, yüzyılları aşarak günümüze ve günümüzden gelecek çağlara kadar yaşayan ve yaşayacak olan büyük Şair Fuzulî idi; uzattığı kâğıtta, "Bağdat Kasidesi" yazılıydı.

BÜTÜN MURADI İSTANBUL'A GELMEKTİ

Bağdat Kasidesi, Fuzulî'nin en ünlü kasidelerinden değildir. Fakat öylesine bir sanat eseri idi ki, Padişah'ı hayran bıraktı. Kanunî ile birlikte seferde bulunan 16. yüzyıl Türk şairlerinden Hayali ile, Taşlıcalı Yahya Bey kasideyi gördükten sonra, Hayalî dayanamamış ve Padişah'a: "Hünkârım —demişti— meğer bu fakir dervişin gönlü mücevherlerle dolu imiş..."

Kanunî, Fuzulî'ye evkaftan bir aylık bağlattı ve gözetilmesini buyurdu. Fakat Fuzuluî'nin "Şikâyetname"sinden öğreniyoruz ki, Padişah Bağdat'tan ayrıldıktan sonra ne bu aylık kendisine verilmiş, ne de gözetilmiştir. Çağlar aşan büyük Şair, yoksulluk içinde hayatını yaşadı ve Bağdat'ta öldü (1555) .

Fuzulî'nin bütün muradı, İstanbul'a gelmekti. Birçok şiirlerinde bu duygusunu açıklamış, İstanbul'a gelmenin ve Padişah'a hizmet etmenin çarelerini araştırmıştı:

"Fuzulî ister isen izdiyad-ı rûtbe-i fazl
Diyar-ı rumu gözet, terk-i hak-i Bagdâd et."

"Fuzulî, eğer muradın yükselmekse, bırak Bağdat'ı, İstanbul'u tutmaya bak!.." diye yazdı ama, bir türlü muradına erişemedi.

Türkçe, Farsça, Arapça biliyordu. Bu üç dilde de şiirler yazmıştır. Fakat kim,
ana dilinden başka yerde büyük bir şair olabilir?.. Türkçe şiirlerinde Fuzulî, "büyük
şair," Arapça, Farsça şiirlerinde "iyi şairdir." Nesirde de samimiyetin bu mertebesine yalnız
Türkçe yazdığı zaman ulaşabiliyordu.

Doğu edebiyat gelenekleri içinde birçok şair tarafından kaleme alınmış olan "Leyla ile Mecnun" hikâyesi, Fuzulî tarafından da yazılmış ve fakat onun yazdığı bu mesnevî, bütün öteki yazılanları gölgede bırakmış, hatta silip atmıştır.

Lirizmi, Fuzulî kadar geniş ve kuvvetli kanatlarla uçuran başka bir şair göstermek kolay değildir. Şiirlerinde eda ve anlatım gücü, hemen hiçbir şairde bu eşsizliğe varamaz. O kelimelerle boğuşmaz, onlarla oynar. Sanki bütün diller, onun elinde bir balmumudur. İstediği biçime sokar, istediği şekli verir. Nerede romantik, nerede gerçekçi, nerede rind, nerede lirik olacağını —şaşırmadan— bilir. Bektaşi şiirlerine rahmet okutacak şu kıt'aya bakınız:

"Ramazan ayı gerek açıla cennet kapusu
Ne reva kim ola meyhane kapusu bağlu
Feth-i meyhane için okuyalım fatihalar
Olakim yüzümüze açıla bir bağlı kapu..."

Sonra, sevgiliye, hem kafa tutan, hem yalvaran, hem şikâyet eden şu beytini görelim:

"Dil-i sad-pareden bidadı kesmez gamze-i mestin
Ne gafil padişehtir mülk viran olduğun bilmez."

"Mest bakışı ile şu paramparça olmuş gönlümüzden zulmünü eksik etmez... Ne fail padişah ki, kendi ülkesini harap ettiğinden haberi yok!"
Fuzulî'nin bütün hayatı, onun şu iki satırında anlatılmıştır:

"Ferhad'a zevk-i suret, Mecnuna seyr-i sahra...
Bir rahat içre herkes, ancak benim belâda..."

"Ferhad, eline Şirin’in resmini almış, keyfinde; Mecnun gezinip avunuyor. Herkes rahatın yolunu bulmuş, belâda olan bir benim!"

Fuzulî, hayatı boyunca bir rahat nefes alamadı belki, ama yüzyıllardır insanlara rahat nefes aldırıyor.

bluekeys™
11-28-2006, 02:02 PM
GAZNELİ MAHMUT
( 967-1030)

İslam dinini ilk kabul eden Türk imparatoru... Büyük Şair, büyük komutan, büyük devlet adamı...

İslâm dünyasında halifeden sonra ilk "sultanlık" unvanını alan ve kullanan sultan... Büyük hükümdar, Gazneli Mahmut...

Gazneli Mahmut olarak ün yapmış ve tarihe bu isimle girmiştir. Fakat, "Nizameddin, Ebu-l Kasım Gazi" diye de anılır. Babası, Kara Aslan oğlu Sebük Tigin'dir. Babasından büyük ihtimam gördü. Zamanın ünlü alimlerinden ders aldı. Ünlü savaşçılar ile genç yaşta kılıç kılıca geldi. Bileğine güçlü, attığını vurur bir genç olarak yetişti.

Zekî idi. Şiir ve sanatın her dalını seviyor, ilgileniyordu. Babası onu çok genç yaşta Büst bölgesi valiliğine getirdi. Yönetimdeki ehliyetini kısa bir zamanda ortaya koydu. Vilayetini, öteki vilayetlerin çok üstüne çıkaran imar hamleleri yaptı, fikir ve sanatı arkaladı, halka kendisini sevdirdi, babası, oğlu ile gerçekten iftihar ediyordu.

YERİNE GECEN KARDEŞİNİ
BERTARAF ETTİKTEN SONRA TAHTA OTURDU

Bu başarıları onu kısa bir süre sonra Horasan Genel Valiliğine getirdi. (994) 24 yaşında idi ve yönetimdeki ustalığı ve hüneri dillere düşmüştü. Genel vali olarak başarılı girişimleri vardır. Bu görevinde iki yıl kadar kaldı. 996'da babası Sebük Tigin hastalandı ve öldü. Gazneli Mahmut, babasının yerine geçen kardeşi İsmail'i bertaraf ettikten sonra tahta oturdu.

Gazneli Mahmut'un tahta oturması ile birlikte, Gazne Devletinin de baht yıldızı parlamaya başladı. Gazne devletinin temellerini atan ve Horasan, Herat bölgelerinde genel vali iken, Samanoğullarından ayrılarak bağımsız bir devlet kuran Alp Tekin, Müslümanlığı ilk kabul eden Türklerdendir. Samanoğullarının korumasına sığınmıştı. Gazneli Mahmut hü-
kümdar olduğu zaman da Samanoğulları ile ilişkileri bozmadı, fakat bağımsızlığını iyice pekiştirdi.
Kısa bir zamanda, gerek iç yönetimde, gerekse dış ilişkilerde becerikli ve başarılı olduğunu gösteren Gazneli Mahmut, Bağdad'daki Halifenin dikkatini çekmekte gecikmedi,.İslâmiyeti ülkesinde geliştiren ve çevresine yayan bu yiğit Türk hükümdarına Halife bir menşur göndererek, "sultanlık" tevcih .etti. 'Sultan' yani, 'imparator1 deyimi o zamana kadar yalnız halife için kullanılırdı, ilk defa halife dışında meşru sultanlığa getirilen devlet başkanı Gazneli Mahmut'tur.

HİNDİSTAN'IN FİLLERLE
DONATILMIŞ ORDUSUNU YENDİ

Sultan Mahmut, ilkin Samanoğulları ile savaşa girdi. Samanoğulları, İrak'a kadar uzanan geniş topraklara hükmediyorlardı. Onları yendi ve sınırlarını o taraftan genişletti. Sonra Büveyhoğulları ile çarpıştı ve zaferine karşılık Afganistan'ı ve Gürcistan'ı sınırlarına kattı.

Gazneli Mahmut'un gözleri şimdi Hindistan üstüne dikilmişti. 1000 yılında Gazneli Sultan Mahmut, Peşavere girip Hindistan'a ayak bastı. Bir yıl sonra Hindistan'ın 42.000 kişilik fillerle donatılmış' ordusunu perişan etti. Gazneli Sultan Mahmut, küçük bir ordu ile hareket ediyor, fakat ordudaki disiplin gücü ve tabiye üstünlüğü ile, kendisinden kat kat sayı üstünlüğü olan orduları darmadağın ediyordu. Pencap'a kadar ilerledi ve büyük ganimetlerle Gazne'ye döndü.

Bu başarılı Hindistan seferinde halkı ona, gazi unvanını vermişti. Gazneli Gazi Sultan Mahmut, Hindistan üzerine 13 sefer yapmıştır. 10'uncu Hindistan seferinde Ganj bölgesine kadar ilerledi. Hindistan, kuzeyden gelen bu akınlardan bıkmış usanmıştı. Üstüste yapılan 12 akın Hindistan’ın yenilgisi ile bitmiş, bütün servet Kuzeye göç etmişti. 150.000 kişilik bir
ordu kuruldu. Ayrıca orduda binden fazla da fil bulunuyordu. Hindistan, Gaznelilerle hesaplaşmaya kararlı idi.

ASKERLERİNİ AY BIÇİMİ YERLEŞTİRMİŞTİ

Gazneli Gazi Sultan Mahmut 13'üncü seferini de yaptı. Mahmut'un 20.000'i bulmayan küçük ordusu ile bin fil ve 150.000 kişilik Hind ordusu karşılaştılar. Gazneli Mahmut, askerini ay biçimi yerleştirmişti. Gücünü yanlara verip, ortayı zayıf bıraktı. Hind ordusu merkeze, Gazneli Mahmut'un bulunduğu Bayraklı Tepe'ye saldırınca, Mahmut kuvvetlerini düzenli biçimde geri çekti. Sağ ve sol kanatları ile de Hind ordusunu kuşattı. Türklerin çok kullandıkları bu tabiye burada da başarıya ulaştı. Hindliler başlarına geleni fark ettikleri zaman iş işten geçmişti.

SANATKARLARI KORUMUŞ, ONLARI TEŞVİK ETMİŞTİ

Gazneli Sultan Mahmut, iyi bir kumandan, iyi bir yönetici, iyi bir sultan idi... Hindistan'da islâm dinini yayan Gazneli Mahmut'tur. Şairdi. Bir divânı vardır. Hükümdarlığı boyunca şairleri, sanatkârları arkalamış, onların sanat eserleri vermelerini teşvik etmiştir. Dünyaca ünlü Firdevsi'nin "Şahname" si, Gazneli Sultan Mahmut'a yazılmıştır. Gazne devletinin resmî dili, Türkçe ve Farisi idi. Şiirlerini Farisi dilinde yazdığı için Farisi dili ile yazan şairleri himaye etmiş, sarayında yaşatmış ve Fars dilinin gelişmesine büyük hizmetleri geçmiştir. Eğer bu gayreti Türkçe için göstermiş olsaydı Türk dili çok gelişecek ve daha o tarihlerde büyük bir dil haline gelecekti. Seciyesi, ahlâkı, savaşları, ölümsüz "Şeh-name"ye giren Gazneli Sultan Gazi Mahmut, Türk devlet adamlarının en büyüklerinden biridir.
1030'da öldüğü zaman geride 5 milyon kilometre karelik büyük bir imparatorluk bırakmıştı

bluekeys™
11-28-2006, 02:02 PM
GEDİK AHMET PAŞA
( ?- 1482 )

Sadrazam... Serdar...Vezir...Fatih döneminin ünlü bir devlet adamı... Enderun'dan yetişmiştir. Nereli olduğu, kaç yılında doğduğu bilinmez. Acemi oğlanlar arasında saraya alınmış, sonradan sadrazamlığa kadar yükselmiştir.

1461'de kendisini, Anadolu Beylerbeyi olarak görüyoruz. Aynı yıl Padişahla birlikte Akkoyunlular’a ve Karaman'a karşı sefere katılmıştır. Karaman Valiliği'ne atanan Şehzade Mustafa'ya Atabey, yani akıl hocası tayin edilmiştir (1469). Çok geçmeden, Eğriboz'un alınmasında gösterdiği yararlık yüzünden vezirliğe yükseltildi.

Osmanlılarla Uzun Hasan arasında yapılan Otlukbeli Şavaşı'nda, Şehzade Beyazıt komutasındaki sağ kanatta yaman bir savaş ustası olduğunu ortaya koymuş ve Sarayın dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Bu sırada, Napoli donanması ve Papa'nın yardımı ile Karamanoğlu Pir Ahmet ve Kasım beylerin İçel bölgesinde egemen olmaları üzerine, Mustafa Çelebi ile birlikte Gedik Ahmet Paşa, buralarını yeniden Osmanlı topraklarına katmış, yeteneğini bir kere daha göstermek fırsatını bulmuştur.

İYİ VE CESUR BİR KOMUTAN, YAMAN STRATEJİST İDİ

Şehzade Mustafa'nın ölümü üzerine Konya'ya atanan Şehzade Cem'e Atabey tayin edildi. 1474'de sadrazam olarak İstanbul'a çağırıldı ve göreve başladı. Karadeniz'deki Ceneviz sömürgelerini birer, birer ele geçirdi. Kefe, Azak ve Menkûp kalelerini ele geçirdikten sonra, Boğdan ve Moravya seferlerine çıktı. Bütün seferlerini zaferle tamamlayan Gedik Ahmet Paşa, İşkodra kalesinin alınması görevi verilmesi üzerine, bu sefere çıkmak istemedi. İyi bir asker, cesur bir komutan, yaman bir stratejist olarak bilinen Gedik Ahmet Paşa'nın bu sefere çıkmakta gösterdiği tereddüt için, tarihlerde çeşitli rivayetler vardır. Bazıları, Arnavut asıllı olduğu için, ırkdaşlarının üstüne gitmek istemediğini, bazıları, İşkodra kalesinin ele geçirilmesi güç bir kale olduğu için bu işten kaytarmak istediğini yazarlar. Sebep ne olursa olsun, sefere çıkmayan Gedik Ahmet Paşa, görevinden azledilmiş ve Rumelihisarı'nda hapsolunmuştur.

SON DERECE BAŞARILI BİR ÇIKARMAYLA OTRANTO'YU ELEGEÇİRDİ

Çok geçmeden Fatih tarafından affedildi ve serbest bırakılarak, bir süre sonra Donanma Komutanlığı'na tayin edildi. Fatih, Ege adalarının alınmasını istiyordu. Gedik Ahmet Paşa, 1478'de Limni'yi, 1479'da Kefelonya, Zanta, Ayamavra kalelerini bir bir göçürmek suretiyle ele geçirdi.

Fatih, başarılı donanma komutanına bu sefer, Napoli Krallığı’nı ele geçirmek görevini verdi. Bu önemli bir seferdi. Çünkü Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alarak Doğu Roma İmparatorluğu’nun başşehrini ele geçirmiş, bu sefer de Batı Roma'yı ele geçirmeye karar vermişti. Gedik Ahmet Paşa, son derece başarılı bir çıkarma ile Otranto'yu ele geçirdi. Otranto, Venedik'le, sömürgeleri arasındaki yolun üstünde idi. Bu kalenin Türkler eline düşmesi, Venedik'i tecrit ediyordu. Ayrıca kale, Güney Doğu İtalya'nın kilidi mesabesinde idi.

Bu sırada Fatih öldü ve yerine oğlu II. Beyazıt tahta geçti. Fatih'in oğlu Beyazıt'la, Cem arasında taht kavgasının başlaması üzerine, Gedik Ahmet Paşa, İstanbul'a çağırılıp Cem üstüne gidecek ordunun başına tayin edildi. Ahmet Paşa, Cem'e Konya'da atabeylik etmişti. Şehzade Cem ile arasının iyi olduğu biliniyordu. Buna rağmen Gedik Ahmet Paşa görevi kabul etti ve Bursa'nın Yenişehir ovasına kadar gelen Cem kuvvetlerinin karşısına çıkarak onları yendi. Cem için kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Nitekim öyle yaptı ve Konya yolu ile Rumeli'ye denizden geçmek isterken Kıbrıs'ta Rodos şövalyelerinin eline geçti.

DEVŞİRMELER İÇİN SARAYDAN BAŞKA SIĞINACAK GÜÇ YOKTU

Ancak Cem'in ordusu yenildiği halde, Cem'in kaçabilmesi ve Gedik Ahmet Pa-şa'nın kendisini kovalamaması, dedikodulara sebep oldu. Cem'in kaçmasına fırsat vermek suçundan ölüme mahkûm edilip, Kapıcılar Odası'na hapsolunduğu halde, bağışlandı. Ve kendisine, Cem'in tutsak bulunduğu Rodos şövalyeleriyle görüşüp, şehzadeyi geri almak görevi verildi.

Ahmet Paşa, bu görüşmelerde başarı sağlayamadı. Bu başarısızlık, İkinci Beyazıt'ın gözünden düşmesine sebep oldu. Fakat Fatih'in ölümü ile sarayda, devlet adamları arasında büyük bir kavga başlamıştı. Çünkü Fatih, Çandarlı Halil Paşa'nın Bizans ile işbirliği yaptığını gördükten sonra, onu idam etmiş ve ondan sonra, Türk soyundan gelen sadrazamlar yerine, devşirmeden yetişmiş kişilerden sadrazamlar tayin etmeye başlamıştı. Gerçi zaman zaman Anadolu'dan bazı devlet adamlarına sadrazamlık vermişse de, son sadrazamı Karamani Mehmet Paşa'nın zamanında Fatih, şüpheli bir şekilde öldüğünden, bu titizlikte ne kadar haklı olduğu anlaşılmıştı. Fatih'in ortadan kalkması sonucu, Anadolu devlet adamlarıyla, devşirmeden gelen devlet adamları arasında bir ölüm kalım savaşı başladı. Devşirmeler için, saraydan başka sığınacak güç yoktu, çünkü ailesizdiler. Canlarını kurtarmak için savaşı kazanmak istiyorlardı.

Bu sırada, Karamani Mehmet Paşa öldürüldü... Az sonra ve hemen arkasından, ikinci vezir Çoban Mustafa Paşa da öldürülünce, bu işe son vermek isteyen Padişah II. Beyazıt, Çoban Mustafa Paşa'nın öldürülmesi işinde parmağı olan Gedik Ahmet Paşa'yı Edirne'ye çağırarak orada boğdurttu (18 Aralık 1482) .

Gedik Ahmet Paşa, aklı yeter, sözünü bilir, buyruğunu yürütür, bilgili ve yetenekli büyük bir devlet adamıdır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:02 PM
GENÇ OSMAN
( 1603- 1622 )

Osmanlı Devleti’ne yeni bir düzen vermek isterken, başını veren Osmanlı Sultanı...

Harem düzenine karşı çıkarak hocasının kızı ile evlendiği için sarayda bile yadırganmayı göze alan hükümdar... Yedikule zindanlarında boğularak öldürülen bir Osmanlı padişahı...

On altıncı Osmanlı padişahı olarak tahta geçen II. Osman 3 Kasım 1603'de İstanbul'da dünyaya geldi. Mustafa'nın yerine padişah olduğu 1618'de henüz 15 yaşında idi. Tarihimizde "Genç" diye anılan Sultan Osman, çok iyi terbiye edilmiş, zamanın değerli hocaları tarafından yetiştirilmiştir. Zeki ve enerjik bir yaradılışı olan Sultan Osman, yaşının üzerinde anlayış ve dirayete sahip, Oğuz neslinin bütün güzelliğini simasında ve vücut yapısında taşıyan bir adamdı. Annesi Mahfiruz Sultan da bir Türk kadını olduğundan, oğlunu iyi bir terbiye ile yetiştirmiştir.

Genç Osman, imparatorluğun bazı sıkıntılara düştüğü yıllarda tahta çıkmıştı. Birçok konuları yeniden ele almak, velhasıl Osmanlı İmparatorluğu'na yepyeni bir düzen kurmak gerekiyordu. Çağının Batı devletlerini incelemiş, toplum yapısını çağın gereklerine uydurmak hevesine kapılmıştı. İşe haremden başladı... Ve hocası Esat Efendi'nin kızı Akile ile evlenerek, cariyeden sultan çıkarmak geleneğini yıkmış oldu. Nitekim daha sonra Pertev Paşa'nın kızı ile evlenmiştir.

İRAN'A YENİ BİR SEFER DÜZENLENİ

İmparatorluk, doğuda ve batıda ayrı ayrı gaileler içine düşmüştü. İran üzerine yapılan sefer, başarısızlıkla sona erdi.

Lehistan savaşları ile ilgili olarak hazırlanan büyük bir ordu, savaş yapmadan Lehistan ile anlaşmayı sağladı (26 Eylül 1619). İran'a yeni bir sefer düzenlendi, başarı ile sonuçlanan bu seferin sonunda İran, her yıl 2 yüz yük ipek, yüz yük kıymetli eşya göndermeyi kabul etti.

Boğdan Voyvodalığı'nı elde eden Gaspar Gratyani'nin, izlediği iki yüzlü politika yüzünden görevinden alınması ve Gratyani'nin Lehliler'e sığınması üzerine, Genç Osman Özi Beylerbeyi İskender Paşa'yı Kırım kuvvetleriyle de takviye ederek, Gaspar'ın üzerine gönderdi. Fakat bu talihsiz savaş da yenilgi ile sona erdi (20 Eylül 1620). Fakat Leh ordusu da savaşı sürdürecek durumda değildi. Karşılıklı barış imzaladılar. Leh-Osmanlı savaşları birçok defalar, bazen zafer, bazen yenilgiyle bağlanarak sürüp gitti...

YENİÇERİLERİ ORTADAN KALDIRMAYA KARAR VERDİ

Genç padişah, ordunun bozulmuş olduğunun farkında idi, asker kazanılmış zaferi yağma yüzünden kaybediyordu. Otorite işlemiyordu. Yeni bir ordu yaratmaktan başka çare kalmamıştı. Hotin Kalesi'nde elde edilen zaferden sonra İstanbul'a dönen ordu, büyük alayla karşılandı, şenlikler yapıldı ama ne asker, ne de padişah memnundu. Yeniçeriler, sefer güzeştesini az buluyorlar, padişah kazanılan zaferi yetersiz görüyordu.


Padişah, Suriye'de bir ordu toplamaya ve bu ordu ile İstanbul'a gelip yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vermişti. Fakat, bu düşüncesi, saraya ve saray dışına yayılmış, yeniçeriler tedirgin olmuşlardı. Ayrıca padişah geceleri tebdil geziyor, meyhanelerde yakaladığı yeniçerileri gözünü kırpmadan astırıyordu. Sonunda 18 Mayıs 1622 günü yeniçeriler, yanlarına sipahi yoldaşlarını da alarak ayaklandılar.

Genç Osman, ayaklanmayı bastırmak için, Sadrazam Çavuşbaşı Halıcızade'yi askeri yatıştırmakla görevlendirdi. Fakat ayaklanmaya ulemada katılmış, hak desteğinde isyancıları ayrıca güçlendirmişti. Donanma da isyancılara katılınca, durum büsbütün karıştı.

Genç Osman, âsilere, hacdan vazgeçtiğini bildirdi, fakat ayaklanan yeniçeri, yalnız padişahın hacdan vazgeçmesini istemiyor, hükümdarın akıl hocası saydıkları Kızlarağası ile hocası Ömer Efendi'nin sürgüne gönderilmesinde direniyorlardı. Padişah ilk ağızda ikinci isteklerini kabul etmedi. Ertesi gün, Atmeydanı'nda yeniden toplanan âsiler bu sefer, Ömer Efendi'nin idamını istediler. Padişah, bu isteği de reddetti. Ama sarayda icap eden savunma tedbirleri alınmamış, saray muhafızları takviye görmemişti. Ayrıca sarayda l. Mustafa'nın annesi Handan Sultan ile, Mahpeyker Sultan da boş durmuyorlar çevirdikleri entrikalarla isyancıları destekliyorlardı.

İsyancılar, Ayasofya minaresine bir gözcü çıkararak sarayda gerekli savunma tedbirlerinin alınmamış olduğunu tesbit ettiler. Hemen bir saldırı düzenlendi. Pek bir mukavemet görmeden saraya giren yeniçeriler, l. Mustafa'yı kapalı bulunduğu hücresinden çıkardılar. Genç Osman için yapılacak bir şey kalmamıştı. Dilâver Paşa ve Süleyman Ağa'yı âsilere teslim etti. Ancak âsiler, l. Mustafa'yı padişah yapmayı akıllarına koymuşlardı. Onu önce Eskisaray'a sonra da Orta Camii'pe getirdiler ve biat ettiler. Yeni cülusun havadisi şehirde çarçabuk yayılmıştı.

Ancak Sultan Osman, bu durumu kabul etmek istemiyordu. Hüseyin Paşa'yı sadrazam, Kapıcıbaşı Kara Ali'yi de Yeniçeri ocağına tayin ederek duruma hakim olmak istedi. İsyancılar Kara Ali'nin evini yağmaladılar, Sultan Osman'ın yanında bulunan vezirler, birer birer çekilip isyancılara katılıyordu. Sonunda padişah yatsı namazından sonra Ağa Kapısı'na sığınmaktan başka bir çare bulamadı.

Asiler Genç Osman'ı Orta Cami'ye getirdiler. Hüseyin Paşa, Davut Paşa öldürülmüş, sıra Genç Osman'a gelmişti. Ancak Mehmet Ağa, Yeniçeri Kethüdası Ali Ağa ve Başçavuş Ahmet Ağa yetişip engel oldular. Başkaldıran asker halife ve padişah olarak Genç Osman'ı istemiyordu. l. Mustafa'nın cülus merasimi yapılmış, hutbesi okunmuştu. Sadrazam ve Valide Sultan, Genç Osman'ın vücudunun ortadan kalkmasını istiyorlardı. Padişahın iradesi de bu yolda olunca yeniçeri ağası Derviş ve öteki ileri gelenler Genç Osman'ı alıp Yedikule zindanlarına götürdüler ve orada boğularak öldürüldü.

Böylece Osmanlı İmparatorluğu bir çağdaşlaşım fırsatı daha kaçırmış oluyordu.

bluekeys™
11-28-2006, 02:03 PM
HACI ARİF BEY
( 1831-1885 )

Türk musikisinin "Fuzulî"si!.. Fuzulî, şiirde, nasıl ince, nasıl usta, nasıl yürekli, nasıl âşıksa, Hacı Hacı Arif Bey de Türk musikisinde öyle ince, öyle yürekli, öyle usta, öyle âşıktır. Fuzulî, nasıl gazel formunda en yüksek eserlerini vermişse, Arif Bey de "şarkı" formunda en ulaşılmaz eserlerini verdi. Biri Osmanlı İmparatorluğu’nun haşmet devrinde, biri, gevşeyip dağılma döneminde, sanatın erişilmez zirvelerine ulaştılar! Hacı Arif Bey'in, kendisini bunca hatırlatan Fuzulî'den bir gazel olsun bestelememiş oluşu, şaşılacak işlerden biridir!.

1831 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet Arif, babası, Şer'i Mahkeme Kâtibi Ebu-bekir Efendi’dir. İlkokul çağında, sesinin güzelliği ile dikkati çekmiş, okulun, "İlâhici Başısı" olmuştur. Hoş bir rastlantı, Bestekâr Eyüplü Mehmet Bey, komşuları idi. Bu yetenekli genci hemen fark etti. Mehmet Arif’e ders verdi, yetiştirdi, sanat çevrelerine sokup tanıttı. "Mızıka-i Humayun"a girdiği zaman, sadece 13 yaşındaydı. Eyüplü Mehmet Bey, bu komşu çocuğunun yeteneğine ve geleceğine inanmıştı. Onu, İsmail Dede Efendi’nin konağına götürdü ve sesini dinletti. İsmail Dede, Mehmet Arif’in icrasına hayran olmuştu. Hocasını tebrik etti ve yetişmesine özen gösterilmesini salık verdi.

MEHMET ARİF’İN BESTELERİNE TUTUCU ÇEVRELER KARŞI ÇIKTI

Mehmet Arif, hocasından 30 fasıl, yani 120 beste ve semaî öğrendikten sonra, zama-nın diğer bir ünlü hocası, Haşim Bey'den ders almaya başladı. Artık bestelerinde yeni melodiler, icrasında yeni bir üslûp gelişiyordu. Tutucu çevreler, bundan hoşlanmadı. Onlara göre, Türk sanat musikisi, tant******* ve ağırbaşlılığını yitiriyor, bu Mehmet Arif denen gencin besteleri ve icrası, musikiyi ayağa düşürüyordu.

Bu dönemde, genç bestekârı, Padişah Abdülmecit arkaladı. Abdülmecit de, babası 2. Mahmut gibi, mu*****izi seviyor ve yaratmak istediği yeni çağın, yeni bir sanat anlayışı temellerine oturmasını hevesle karşılıyordu. Arif Bey, böylece, tutucuların yaratmak istediği çemberi kırdı ve eserlerini birbiri ardından vermeye devam etti. Padişah da şiir yazıyor, musiki seviyor ve Arif Bey'i beğeniyordu. Bestekârı, Saraya Mabeyinci olarak aldı.
Şöhretin bu merdivenlerine ulaştığı zaman Arif Bey, sadece 20 yaşındaydı. Gençti, uzunca boylu idi, güzel bir yüzü, kibar tavırları vardı. Zekâsı ve ender rastlanan hafızası ile herkesin saygısını kazanıyordu. Kendisine pek yakışan bir sakal koyuvermiş ve "Bey" unvanını almıştı. Kolay beste yapıyor, Padişah Abdülaziz'in kendisine verdiği şiirleri, bazen yedi ayrı makamdan besteleyecek kadar ustalık ve ilham bolluğu gösteriyordu. Hele, Davudi sesiyle şarkılarını söylemeye başladığı zaman, hayran olmayan yoktu.

Abdülmecid'in, tam anlamı ile sevgi ve güvenini kazanmıştı. Saray haremindeki musikiye yetenekli cariyelerin hocalığına getirildi. Arif Bey gibi, yakışıklı bir bestekâr ve icracının cariyeler arasında nasıl bir merak ve heyecan konusu olduğu düşünülebilir. Fakat Arif Bey gibi, bekâr ve ince ruhlu bir insan üzerinde, birbirinden güzel kızların, nasıl başdöndürücü bir fırtına yaratacağı da bellidir. Bir anda bir aşk hikâyesi doğdu. Ders verdiği cariye Çeşmidilber, genç sanatkârın ruhunu altüst ediverdi.

Abdülmecid, Arif Bey'in bu sanatkâr zaafını pek hoş karşılamadı ama, doğan aşka saygı gösterdi ve Arif Bey'i, Çeşmidilber'le evlendirip saraydan uzaklaştırdı. Artık Arif Bey, aşkının cümbüşü içinde birbirinden güzel şarkılar besteliyor, Taşlık'taki konağında mutlu bir hayat yaşıyordu. "Kürdili Hicazkâr" makamını bu sırada bulmuştur.

ABDÜLAZIZ, ARİF BEY’İ MEŞK HOCASI OLARAK TEKRAR SARAYA ALDI

Büyük güzelliklerin ömrü kısa olur, bir gün Çeşmidilber, —herhalde kendilerince bilinen bir sebep yüzünden — Arif Bey'i bırakıp, kaçtı. Evlilikleri iki yıl kadar sürmüştü. Cemil ve Nebiye adlı iki çocukları vardı. Arif Bey, koca konakta çocukları ile başbaşa kalınca, "Niçin, terk eyleyip gittin, a zalim! " gibi, birkaç şarkı yazdıktan sonra sustu. Yaptığı hata, sanatçıyı kahrediyordu. Hem, Padişahın güvenini, hem mutluluğunu kaybetmişti.

Uzun bir sessizlikten sonra, "Sultanî Irak" makamından bestelediği bir şarkı ile Abdülmecid'e seslendi: "Bana lüft eyler iken sen Neden menfurun oldum ben."
Padişah, yürek adamı idi. Arif Bey'i bağışladı ve yeniden Mabeyinci olarak Saraya aldı. Bununla da kalmadı, bu büyük sanatçıya güveninin ne ölçüde olduğunu anlatmak için, tekrar, haremde cariyelere ders vermesine müsaade etti.

Gelgelelim, Arif Bey'in uslanmaz bir gönlü vardı. Bu sefer de Zülfinigâr cariyenin füsununa kapıldı Fakat Abdülmecid'in hoşgörüsüne, sanata karşı duyduğu saygıya bakın ki, hiçbir açık öfke göstermeden, bu sefer de Zülfinigâr'ı Arif Bey'le evlendirdi ve her ikisini de Saraydan uzaklaştırdı.

Arif Bey'in, Zülfinigâr'dan bir kızı oldu. Adına "Râbia" dediler. Fakat doğumdan kısa bir süre sonra Zülfinigâr öldü. Bahtsız sanatkâr, üç çocuğu ile bir başına kaldı.Tam bu sırada, Padişah Abdülmecit de hayata gözlerini yummuştu. Yerine gelen Padişah Abdülaziz de hem şair, hem bestekârdı. Arif Bey'i tekrar Saraya aldı ve cariyelerin meşk hocası yaptı.

Fakat bu büyük besteci ve icracının zaafı bilindiğinden, Valide Sultan bu sefer kendisini maiyetindeki Nigârnik Hanım’la evlendirdi. Arif Bey'in bu hanımdan bir kızı olmuştur. Hayriye... Saraydan çıkardığı bu üçüncü eşi ile Arif Bey, Zincirlukuyu'daki çiftliğine çekilerek 5 yıl asude bir hayat yaşadı. Bu arada, Şura-yı Devlet kâtipliği, mal müdürlüğü yaptı.

ARİF BEY, OĞLU CEMiL BEY’İN KOLLARINDA HAYATA GÖZLERİNİ KAPADI

Sultan Abdülhamit döneminde, Sarayda kendisine görev verilmedi. Fakat Valide Pertevniyal Sultan, kendisini daima arkalamıştır. İran Hükümdarı Nasrettin Şah,sanatkarı
Tahran Sarayı'na davet edince, Abdülhamit, Arif Bey'in gitmesine izin vermemiş, "Sarayda görevlidir" yolunda bir cevap vererek İstanbul'da kalmasını sağlamıştır. Bu yazışma münasebetiyle "Mızıka-i Humayun"a alındı. Arif Bey, daha 13 yaşında iken yapmaya başladığı bu görevi isteksiz kabul etti ve isteksiz devam etti. Ölümü de Mızıka-i Humayun'un bir odasında olmuştur. Ansızın yakalandığı bir kalp krizi sonunda oğlu Cemil Bey'in kolları arasında öldü (28 haziran 1885). Son bestesi ne kadar manalıdır: "Gurup etti güneş, dünya karardı Gül-i bağ-ı emel soldu, sarardı." "Mecmua-i Arifî" adlı eserinde, 50'den fazla makamla, binden fazla güfte toplamıştır. Kendisinin binden fazla şarkısı, iki yüz kadar ilahisi olduğu halde günümüzde sadece 328 parçası kalmıştır. Çünkü, ne nota bilir, ne de herhangi bir saz çalardı. Dehâsı ile birlikte, birçok eserini de beraberinde götürdü.

bluekeys™
11-28-2006, 02:03 PM
HACI BEKTAŞ VELİ
(1209 – 1271)

Hacı Bektaş Veli'nin ünü, ne kadar büyük ve yaygınsa, hayatı hakkındaki bilgimiz de o kadar azdır. Hacıbektaş'dan gelen ve şimdi Ankara Kitaplığı'nda bulunan "Hurufname" adlı kitabın sonuna düşülmüş bir kayıt olmasaydı, doğduğu ve öldüğü tarihi de bilmek mümkün olmayacaktı. Bereket versin ki, sözünü ettiğimiz kitapta şu kayıt göze çarpıyor: "Hazineden gelen tomar-ı kebirde Hacı Bektaş' ın 606'da doğduğu ve 63 yıl yaşayıp 669'da öldüğü kayıtlıdır". (1209-1271)

Hacı Bektaş Veli'nin, Baba İshak'ın halifesi ve Mevlânâ'nın çağdaşı olduğu bilindiğine göre, bu tarihler arasında yaşamış olduğuna inanmak mümkündür.

13. yüzyıl, Moğolların Asya'yı allak bullak ettiği yüzyıl olduğu için, Moğol baskısına, Moğol kılıcına dayanamayan Türkistan, Buhara, Harzemşah insanları, kendilerini Batı'ya atıyorlar ve bu arada Anadolu'yu da dolduruyorlardı. Yesevî tarikatına bağlı birçok kişi böylece Anadolu'ya yerleşmiş oluyor. Bunlardan Baba İshak'ın bir halk hareketini başlatması üzerine, Selçuk Sultanı'nın. ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırdığını, bu arada, Hacı Bektaş Veli'nin kardeşinin de öldürüldüğünü Âşık Paşa Tarihi, uzun uzun hikâye eder.

MEVLANA VE NURETTİN CACA İLE ÇAĞDAŞTI

Bektaşilerce "Velâyetname" adıyla bilinen esere göre, Hacı Bektaş, Nişapurlu'dur. 7. imam Musa Kâzım'ın soyundandır. Mevlânâ ve Kırşehir Beyi Nurettin Caca ile çağdaştır. Hoca Ahmet Yesevî'nin ve onun halifesi olan Lokman Perende'nin dervişidir. Velâyetname'de bundan sonra verilen bilgiler, daha çok masal çeşnisi taşır. Bektaşi geleneğinin nasıl kurulup geliştiğini ve Bektaşi inançlarını göstermesi bakımından, epik yapıdaki bu eserin, ciddî bir belge olabilmesi için, çok sıkı bir eleştiriden geçmesi gereklidir.

Ancak, kuvvetli bir rivayet halinde günümüze kadar gelen ve bazı vak'a nüvislerimizin de itibar ettiği, güya Hacı Bektaş Veli'nin yeniçerilerin kuruluşunda bulunduğu ve bu yeni askeri takdis ettiği doğru olamaz. Çünkü Sultan Orhan zamanında kurulan yeniçeriliğin tarihi, Hacı Bektaş'ın ölümünden çok sonradır. Gerçi yeniçeri askerlerine "Taife-i Bektaşiyan", yeniçeri ağalarına da "Ağa-yi Bektaşiyan" denildiği doğru ise de bu nisbet, Hacı Bektaş Veli'den değil, — Âşı'k Paşa'nın yazdığına göre— Abdal Musa'nın bir süre Hacı Bektaş Tekkesinde kaldığı ve bir savaşta yeniçeri askerine kendi elifî tacını giydirdiğinden ötürüdür ve yeniçeriler, bu sebepten Bektaşiliğe meyil vermişlerdir.

13. yüzyıl Anadolu'sunda bir çeşit esnaf teşekkülü demek olan Ahîlik yaygındı. Ahî kollarından biri olan Seyfî koluna Hacı Bektaş Veli "Ser-Ceşme"lik eder. Böylece Bektaşilik, orta sınıfı kendisine bağlamış oluyordu. Ahiler, dergâhın manevî gücünden yararlanıyor, dergâh da, Ahîlerin örgütlü gücünü sataşmalara karşı kullanıyordu.

TEKKE FELSEFESİNİ YENİ BİR BİÇİME SOKTU

Hacı Bektaş Veli, Anadolu'ya göçen Türkleri kendisine bağlamasını bilmiş, kökeni Ahmet Yesevî'ye dayanan tekke felsefesini de Anadolu'nun o günlerine uydurarak yeni bir; biçime sokmuştur. Yesevîlik ile Bektaşilik arasındaki farklar o yıllarda oluşturulmuştur. Horasan'dan yayılan Melâmetiyye ile de farklar peydahlamış, böylece Bektaşilik, eklektik bir yapı ortaya koymuştur.

Bektaşi töresine göre ahlâk, "eline, beline, diline" hâkim olmaktır. "Kendini bilene, atasının kanı helâl, bilmeyene *******n sütü haram." sözünden, insanı sağlam bir yapı içinde tuttuğu kolayca anlaşılır. İçki, erkâna girmiştir. Hele "Baba" tarafından sunulan bir "dolu", asla red edilmez. Ölüm, bir gömlek değiştirmekten ibarettir. Çoğu Bektaşiler, tenasühe inanırlar. İnsan, eğer hayatı boyunca iyi işler görür, törenin içinde yaşarsa, gelecek sefer de insan gelecektir. Fakat erkânı bozar, yanlışa düşerse, belki hayvan, belki de bir nebat olarak ikinci hayatını yaşayacaktır. Yalnız kemale ulaşanlar, 'Hak ile Hak olurlar' ve artık bu âleme gelmezler.

BEKTAŞÎ EDEBİYATINI GÜÇLENDİRDİLER

Bektaşiliğin temel fikri, "gayriye zarar vermemek, dünyaya gelmenin hakkını vermek"tir. Hak din İslâmiyettir. Şeriat, zahiri bir disiplindir. Asıl disiplin, insanın kendisine çizdiği hududun içinde kalmasıdır. "Kendini bilmeyen, dinini de, dünyasını da bilemez."

Hacı Bektaş Veli'nin "Makalât" adlı bir risalesi vardır. Bu risalenin Türkçe'ye iki tercümesi vardır. Biri nesirle, biri manzum olarak tercüme edilmiştir. Daha çok tanınanı, Sait Emre'nin çevirdiği nesir tercümedir.

Hacı Bektaş Veli de bir şairdi. Günümüze kadar gelmiş geniş bir Bektaşi edebiyatı vardır. Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve daha birçok halk şairi nefesler yazarak bu edebiyatı güçlendirmişler ve pek parlak noktalara ulaştırmışlardır. Bektaşiler, Türkçe yazmışlar, Türkçe söylemişler, Türk töre ve geleneklerini sürdürmüşlerdir. İslâmiyetin tutucu çevrelerine karşı, akılcı bir tutum içinde bulunmaları, toplumun gelişmesine yardım etmiştir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:03 PM
HALİDE EDİP ADIVAR
( 1884-1964 )

Tanzimat ve Cumhuriyet döneminin bayrak kadını... Yazar, mütefekkir, romancı, profesör, politikacı ve boynunda idam hükmünü dolaştırmış bir Kurtuluş Savaşı ser-dengeçtisi!.. Osmanlı tarihi içinde de Cumhuriyet tarihimizde de Halide Edip Adıvar'ın bir benzerini bulmak kolay değildir.
1884'de İstanbul'da doğdu. İyi bir eğitim gördü. Daha Amerikan Kız Koleji'nde okurken, hikâyeler yazıyor, kalem denemeleri yapıyordu. Güzeldi, zekiydi, hizmet hevesi ile dolu idi. Koleji bitirdıkten sonra, felsefeye merak saldı. O günlerde, Filozof Rıza Tevfik adiyle anılan Şair Rıza Tevfik'ten felsefe dersleri almaya başladı, iyi felsefe yapabilmek için, iyi bir matematik kültürünün zorunluluğuna inandığı için, zamanın ünlü matematikçisi Salih Zeki'den dersler almaya başladı. Bu dersler sırasında, Salih Zeki ile seviştiler ve evlendiler.

1901'de koleji bitirdiği halde, edebiyat dünyasında yazılarıyla görünüşü, 1908 meşrutiyet devrimi sıralarıdır. "Vakit", "Akşam", "Tanin" gibi günlük gazetelerde "Şehbal" gibi haftalık dergilerde edebiyat üzerine yazılar yayınlıyordu. Bu ilk dönemde çıkan yazıların da "Halide Salih' imzasını kullanıyordu. Sonradan, Salih Zeki'den ayrıldığı için "Halide Edip" olarak tanındı.

1919'da "Büyük Mecmua"da "Kadınlığa Dair" başlığı altında kadın haklarını savunan bir dizi yazı, onu günlük olayların içine sürükledi. Bu güzel konuşan, güzel yazan, güzel düşünen kadın, bütün kadınların sembolü haline gelmişti. Heyecanlı bir vatanseverdi. Birinci Dünya Savaşı'nda yenik düşmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmaması için çalışıyor, miting meydanlarında halkı coşturan nutuklar söylüyordu.

ATEŞLİ TÜRKÇÜ ÖĞRETMEN HALİDE EDİB

Bu yazı çalışmalarının yanıbaşında İstanbul Kız Öğretmen Okulu ve Kız Lisesi'nde edebiyat dersleri veriyor, müfettişlik yapıyordu. 1917'de Beyrut, Lübnan ve Şam'daki Türk kız okullarının genel müfettişliğini üstlendi. Bu topraklar, savaşta imparatorluğun elinden çıkınca yine İstanbul'a döndü. Bir yandan öğretmenliğini sürdürdü, bir yandan Türkçülük cereyanlarının güçlenmesine yardım etti, bir yandan kadın haklarını savunarak yeni bir toplumun oluşmasına katkılarda bulundu.

Bir ara İstanbul Dârülfünun'unda İngiliz Edebiyatı dersleri okuturken, Abdülhak Adnan Adıvar'la tanıştı ve evlendiler. Bu ikinci evliliği, ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Mondros Mütarekesinin tek taraflı yorumlanması ve ülkenin yabancı güçler tarafından işgalini protesto etmek için Sultanahmet Meydanı'nda yapılan protesto mitinginde öyle bir ateşli konuşma yaptı, kitleleri öylesine harekete geçirip coşturdu ki işgal kuvvetleri kendisini tehlikeli görmeye başladı. Tam tutuklanacağı sırada, kocasıyla birlikte Anadolu'ya geçerek Atatürk'le birlikte çalışmaya başladı. Anadolu'da ülkenin kurtuluşu için çalıştığı gerekçesi ile hakkında idam kararı verilen 6 vatanseverin birisi de Halide Edib'tir.

MİLLETVEKİLLİĞİ VE POLİTİKACILIK YAPTI

Gerek kocası Adnan Adıvar'ın ve gerekse kendisinin anayasa üzerindeki düşünceleri, genel düşünceye uymuyordu. Kocası ile birlikte önce Fransa'ya, sonra İngiltere ve Amerika'ya gitti. Daha sonra Hindistan'da bulundu. Bu gittiği yerlerdeki üniversitelerde konferanslar vererek, seminerler düzenleyerek ve kürsü sahibi olarak çalıştı. 1939'da yurda döndü ve İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü olarak çalıştı. 1950'de milletvekili oldu. 1954'de politikayı bıraktı ve yeni baştan üniversitedeki görevine döndü (1954).Ölüm tarihi olan 1964 yılma kadar öğretti, eğitti, yazdı.

İlk romanı "Seviyye Talip"tir(1910). Aynı yıl içinde "Raik'in Annesi"ni yayınladı. "Handan", "Yeni Turan", "Son Eseri", 1912 tarihlidir. Hikâyelerini toplayan "Harap Mabetler" 1911'de yayınlandı. Ardından 1922'de "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikâye kitabı çıktı. 1918'de "Mev'ut Hüküm", 1922'de "Ateşten Gömlek", 1924'de "Kalp Ağrısı", 1926'da "Vurun Kahpeye", 1928'de "Zeyno'nun Oğlu", 1936'da "Sinekli Bakkal" 1937'de "Yol Palas Cinayeti", 1939'da "Tatarcık", 1946'da "Sonsuz Panayır", 1954'de "Döner Ayna" yayınlandı. Ayrıca "Maske ve Ruh" ile "Kenan Çobanları" adlı oyunları vardır.

"Türk'ün Ateşle İmtihanı" 1962, "Mor Salkımlı Ev" 1963, anı kitaplarıdır. Birincisinde, Kurtuluş Savaşı anılarını anlatmış, ikincisinde, özel hayatını yazmıştır.

EDEBİYATIMIZA BÜYÜK ESERLER KAZANDIRDI

Halide Edip, edebiyatımızın mücevher yazarlarından biridir. Daha çok Fransız Edebiyatı etkisinde gelişen romancılığımıza, İngiliz Edebiyatının görüşlerini getirmekle, millî roman çığırını açmış, her romanında, bir parça daha gelişerek roman edebiyatımıza büyük eserler kazandırmıştır. Edebiyatta, romantizm ve idealizmle yola çıkan Halide Edip, son romanlarında realizmde karar kılmış ve bu fikrini çeşitli yazılarında savunmuştur. Yetiştirdiğimiz büyük Türk romancılarının içinde haklı ve büyük bir yeri vardır. İdealizmi uğruna bütün hayatını kullanması, derin samimiyetini gösterdiği gibi, bütün kahramanlarını hayattan alıp işlemesi de, sanattaki samimiyetine bir şahittir.

Halide Edip Adıvar, bütün hayatı boyunca bayrak kadındı. Öyle yaşadı ve öyle öldü (1964). Mezarı, Merkezafendi Kabristanı'ndadır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:03 PM
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
(1866 – 1945)

Türk edebiyatında romanın başladığı yer... Türk romancılığının babası... Batı romanlarının temel öğesi olan dram fikrini yakalamış, kullanmış ve bir eldiven gibi Türk toplumuna giydirmiş bir büyük yazar... İstanbul'da, Eyüp'te doğdu (1866). İzmirli bir ailenin İstanbul'da doğmuş çocuğudur. Babası, ticaretle uğraşan Hacı Halil Efendi'dir. Halil Efendi Farsça biliyor, eski edebiyatı seviyordu. Mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Halit Ziya, daha sonra, Fatih Askerî Rüştiyesi'ne devam etmeye başladı. 1877 Türk-Rus savaşı sırasında babasının işleri bozulunca, o da ailesi ile birlikte İzmir'e gitti, İzmir'de, dedesi Hacı Ali Efendi'nin konağında, bol kitap arasında yaşadı. Fransızca öğrendi ve çeviriler yapmaya başladı.

PARİS İZLENİMLERİNİ İSTANBUL'DA VAKİT GAZETESİNDE YAZDI
İzmir Rüştiyesi'nin son sınıfında iken bir avukatın yanında çalışmaya başladı. Fransızca’sını ilerletmek istiyordu, bunun için de Katolik rahiplerinin yönettiği bir okula girdi. Edebiyat kültürünü bu okulda yapmıştır. Burada bütün Fransız klasiklerini okudu, çağdaş Fransız edebiyatını öğrendi ve ufak tefek yazılar yazmaya başladı.18 yaşına gjrdiği yıl iki arkadaşı ile birlikte "Nevruz" adlı bir dergi yayınlamaya başladı. Bu dergide çıkan "Genç Kız" adlı bir hikâyesi, büyük romancı Halit Ziya'yı gelecek kuşaklara haber veriyordu. Bu arada banka memurluğu ve öğretmenlik yapıyordu. Başka iki arkadaşı ile birlikte "Hizmet" adlı bir gazete kurdu ve burada yazılarını sürekli olarak yayınlamaya başladı... "Sefile", "Nemide", "Ferdi ve Şürekâsı", "Hizmet" gazetesinde yayınlanmıştır.

Bu arada bir fırsat çıktı ve Paris sergisine gitti. Paris'teki izlenimlerini İstanbul'da Vakit gazetesine yazıyordu. Talihinin dönmesi, Tütün Rejisi tercüme ve istihbarat memuru olarak İstanbul'a atandıktan sonradır. Servet-i Fünun dergisi yazarları arasına katıldı (1892). Halit Ziya'nm en büyük romanlarından biri olan "Mai ve Siyah" Servet-i Fünun'da yayınlanınca, herkes büyük bir romancı ile karşı karşıya olduğunu fark etmekte gecikmedi. Resimli olarak kitap haline gelince, bütün Osmanlı ülkelerinde adı bilinen bir edebiyatçı oldu. Artık Servet-i Fünun denince, şiirde Tevfik Fikret, düzyazıda Halit Ziya hatırlanıyordu.

ROMANLARINDA KAHRAMANLARINI YAŞADIĞI TOPLUMDAN SEÇTİ
‘Mai ve Siyah’tan sonra ‘Kırık Hayatlar' ve ‘Aşk-ı Memnu’ adlı romanları birbiri ardından çıktı. Bu iki dev eser, Halit Ziya'yı, edebiyatta geçilmez bir kale haline koymuştu. Ayrıca sürekli olarak hikâyeler yazıyor ve hikâyelerinde özellikle küçük insanların hayatını işliyordu.

1908 devriminden sonra 1909'da Sultan Reşad'ın Mabeyn Başkâtipliği'ni yaptı. Üç yıl kadar kaldığı bu görevden, Ayan azası olarak ayrılmış, parlamentoya katılmıştı. Fakat bir sürere sonra bu görevden istifa ederek ayrıldı. Üniversitede hocalık yaptı ve sonra köşesine çekilerek 1945 yılına kadar, hatıralarını yazarak, eski romanlarının dilini düzelterek oyalandı ve 1945 yılı martında Yeşilköy'deki köşkünde dünyaya ve insanlara veda etti.

Halit Ziya, günümüze kadar gelmiş romancıların en büyüğüdür. Romanı, biçim ve ruh açısından Türkiye'de o başlatmış ve günümüze kadar biçimde getirdiği çizgi aşılamamıştır. Paul Bourget'nin tavrını benimseyen Halit Ziya, içinde yaşadığı büyük şehirlerin olaylarını bu açıdan değerlendirmiş ve kusursuz bir romancı gibi davranarak konuyu kurmuş ve işlemiştir, insan karakterleri üzerindeki yorumlarında Paul Bourget kadar başarılıdır. "Kırık Hayatlarda, anlatım ve yorum, edebiyatın zirvesine ulaşır. Halit Ziya'nm romanda hiçbir yanılgısı yoktur. Fakat çağını değerlendirirken yaptığı bir yanılgı, bütün romanlarının ve hikâyelerinin temel taşlarını oymuştur. Halit Ziya, Osmanlı İmparatorluğu'nun öyle bir çağında yaşıyordu ki, aklı başında olan insanlar, ümitsizler, karamsardılar.

Halit Ziya da bunlardan biri idi. Abdülhamid'in devlete egemenliğini öyle sağlam görüyordu ki başka bir dünya tasavvur etmesine imkân yoktu. Sanat tezgâhını kurarken, ya Jön-Türkler in yaptıkları gibi savaşçı olmayı göze alacak, ya da bu çerçeve içindeki toplumun sanatçısı olmayı kararlaştıracaktı. Halit Ziya, yaşadığı toplumun sanatçısı olmaya karar verdi.
Onun için bütün romanlarının kahramanları, konaklardan, saraya yakın çevreden seçilmiştir. Onun için dili, koyu Osmanlıcadır. Onun için küçük adamların, sokaktaki adamın dramına eğilmemiş, onları işlememiştir. Oysa okuduğu Fransız romanlarında bunlar vardı. O da bunları işlese, saraya ters düşecek, sonsuz güçlüklerle uğraşmak zorunda kalacaktı. Bunu göze alamadı. Çevresindeki elemanlarla bir dünya kurdu ve bu dünyayı büyük bir sanat ve ustalıkla işledi. Başarılı idi. Alkışlanıyor, beğeniliyordu. Bir sanatçı için de bunlar lâzımdı.

MEŞRUTİYETTEN SONRA ESKİ YAZDIKLARINI SADELEŞTİRMEYE ÇALIŞTI
Fakat 1908 Meşrutiyet hareketi başarıya ulaşınca, yeni bir toplum, yeni bir edebiyat doğdu. Halit Ziya'nm anlattığı şeyler birdenbire eskidi. Eskiyen sadece anlattığı insanlardı ama, o insanlarla birlikte dili de, toplum açısı da eskimişti. Onun için hayatının sonuna kadar eski yazdıklarını sadeleştirmeye çalıştı. Yeniden yazamıyordu. Çünkü yazarsa, ya yeni toplumu yazacak, eski yazdıklarına ters düşecekti, ya da eski görüşüne bağlı kalacak ve söyleyecek bir şey bulamayacaktı, işte Halit Ziya Uşaklıgil gibi büyük, çok büyük bir romancı, kendi dramı içinde hayata veda etti 11945 .

Halit Ziya dünya edebiyatını bir Balzack'ı, bir Paul Bourget'si olabilirdi. Sağlam bir romancı kumaşı vardı. Fakat yaşadığı çağın bahtsızlığı, onu bizim Blazack'ımız bizim Paul Bourget'imiz yapmıştır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:04 PM
HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
( 1884-1966)

Yazar, şair ve hatip... Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin önemli celselerinde yaptığı konuşmalarla ruhları tutuşturan, fikirleri kıvılcımlandıran bir konuşmacı... "Türkocağı"nın genel başkanı, Türk kültürüne büyük çalışmalarıyla katkılarda bulunmuş bir edebiyatçımız
.
1884 yılında İstanbul'da doğdu. Köklü ve soylu bir aileden gelir. Büyükbabası, Abdür-rahman Sami Paşa, babası Abdüllatif Suphi Paşa'dır. Her ikisi de Tanzimat döneminin ilim ve devlet adamlarındandı. Amcası Sami Paşazade Sezai Bey de, o çağın ünlü şairleri arasındaydı.

İlköğrenimini bitirdikten sonra Galatasaray Sultanîsi'ne verildi. Edebiyatı seviyor, güzel konuşuyor ve toplantılarda daima aranıyordu. İlk şiirlerini, Galatasaray öğrenimi sırasında yazmaya başladı. Zamanın edebiyatçıları ile tanışıyor, onlardan fikir alıyor ve Türklük duygusunun gelişmesine çalışıyordu.

TÜRKÇÜ BİR JÖNTÜRK OLARAK YETİŞTİ...

Galatasaray'ı bitirdikten sonra öğretmen oldu. İlkokul öğretmenliğinden ;başlayarak, gösterdiği gelişmelerle İstanbul Üniversitesi’nin öğretim üyeliğine kadar yükseldi. İstanbul Üniversitesi’nde, Türk edebiyatı ve Türk islâm güzel sanatlar tarihi derslerini okuttu.

İlk şiir çalışmalarını, amcası şair Sami Paşazade Sezai Bey'e okumuştu. Şiirleri, hürriyet fikri ile dolup taşıyordu. Sezai Bey, yeğeninin bir şiirini, kendisinin de içinde bulunduğu Jön Türkler'in Paris'te çıkarmakta oldukları "Şura-yı Ümmet" gazetesinde yayınlattı.

Suphi Paşa Konağı, devrin şair ve mütefekkirleri ile dolup taşmakta idi. Hamdullah Suphi bunların arasında Türkçü bir Jön Türk olarak yetişti. Önce, Fecr-i Âti topluluğu kurucuları arasında yer aldı (1909). Fakat Hamdullah Suphi, daha çok Türk kültürü araştırmaları üzerinde duruyor ve Osmanlı Devleti’nin, ancak Türklüğe dayanarak kurtulacağına inanıyordu. Bu yüzden, sadece bir edebiyat akımını simgeleyen "Fecr-i Âti" topluluğundan ayrıldı ve "Genç Kalemler" topluluğuna katıldı. Genç Kalemler topluluğunun başında Ziya Gökalp vardı (1911). Bir yıl sonra, milliyetçilik hareketinin İstanbul'da merkezi halinde çalışan "Türkocağı"na girdi. Kısa bir süre sonra, kurumun başkanı olmuştu (1913).

Birinci Dünya Savaşı içinde bu kurumun bir fikir mihrakı olmasında büyük rol oynadı. Osmanlı İmparatorluğu, savaşta yenilip yer yer işgal edilmeye başlanınca, bu ateşli Türkçü İstanbul'dan Anadolu'ya geçerek TBMM çalışmalarına katıldı (1920). Son Osmanlı Meclisi Mebusanı'na, Saruhan mebusu olarak girdiği için, Ankara'da kurulan meclise de bu sıfatla katıldı. İlk kabinede, Millî Eğitim Bakanlığı'na getirildi.

MECLİS'E İSTANBUL MİLLETVEKİLİ OLARAK KATILDI

Hamdullah Suphi'nin T.B.M. Meclisi'ndeki çalışmaları, Kurtuluş Savaşımızın başarısına hizmet etmiştir. Yaptığı güzel konuşmalarla ruhları uyanık ve ateşli tutmuş, Meclis'e ve topluma moral vermiştir. Millî Eğitim Bakanlığı sırasında "İstiklâl Marşı" için bir yarışma açmıştı. Bu yarışmaya Türkiye'nin birçok yerlerinden şiirler gönderildi. Fakat, T.B.M. Meclisi'nde herkesin gözü, bu yarışmaya katılmayan Mehmet Akif'de idi. Sürekli ısrarlardan sonra Mehmet Akif, İstiklâl Marşı şiirini yazdı. Meclis'in bir oturumunda bu şiiri Hamdullah Suphi, dolgun sesi ve güzel diksiyonu ile meclis kürsüsünde okuduğu zaman bir alkış tufanı arasında Meclis, tarihî günlerinden birini daha yaşamıştır.

2. ve 3. T.B.M. Meclisi'ne de İstanbul milletvekili olarak katılmıştır. 1925'de ikinci defa Millî Eğitim Bakanı oldu. Politikaya katılmış, politikacı olmuştu ama "Türkocağı" genel başkanlığını sürdürüyordu. Türkocağı'nın merkezini İstanbul'dan Ankara'ya taşıdı. Halkevleri açılana kadar (1932) sürekli olarak 19 yıl Türkocağı'nın genel başkanlığını sürdürmüştür.

1935'de Bükreş Büyükelçiliği'ne getirildi. 11 yıl bu görevde kaldı (1946). İstanbul'a döndükten sonra tekrar T.B.M. Meclisi'ne İstanbul milletvekili olarak katıldı.

1951'de Halkevleri kapanıp Türkocağı yeniden açılınca Hamdullah Suphi tekrar genel başkanlığa seçildi. Bu ikinci genel başkanlık dönemi, ilki gibi parlak geçmemiştir. Bunun çeşitli nedenleri vardı. Yaşının o tarihlerde ilerlemiş olması, bu nedenlerden sadece bir tanesidir. 10 Haziran 1966'da İstanbul'da öldü. Merkezefendi Kabristanı'na gömülüdür.

ŞAİRLİĞİNİN YANISIRA İYİ BİR ELEŞTİRMENDİ...

Edebiyatımıza şair olarak girmişti. İlk bağlandığı "Fecr-i Âti" topluluğundan aruz vezni ile şiirler yazıyor ve koyu bir Osmanlıca kullanıyordu. Daha sonra "Genç Kalemler"de hece vezni ile yazmıştır. Bu dönem şiirlerinde daha sade bir dil kullanmıştı. Gerek Fecr-i Âti topluluğuna bağlı olduğu dönemde gerekse Genç Kalemler'le birlikte hareket ettiği günlerde eleştiriler yazıyordu. Bu açıdan, eleştirmen olarak da tanınır. Ancak bu süre uzun sürmemiştir.

Asıl tanındığı alan hatipliğidir. Daha İstanbul'un işgali günlerinde yapılan mitinglerde ateşli bir Türkçü olarak görünmüş, gerek temiz diksiyonu ve etkili sesi ve gerekse kendisine has hitabet ustalığı ile İstanbul'un dikkatini çekmişti. Daha sonra, millî kurtuluş günlerinde Meclis'te ve Meclis dışında yaptığı konuşmalar, ona Cumhuriyet Hatibi adını kazandırmıştır. Halk arasında ve Meclis'de —çoğu irticalen— yaptığı bu konuşmalarını daha sonra iki kitapta toplamıştır: "Dağ Yolu" ve "Güne Bakan".

bluekeys™
11-28-2006, 02:04 PM
HEZARFEN AHMET ÇELEBİ
( 17.yy)

İnsanoğlu, yüzmeyi öğrenip yarı balık olmayı ele geçirdikten sonra, gözünü gökyüzüne dikti. Acaba, kuşların rahatça yaptığı şeyi, insanlar da yapabilirler mi? Kuşlar, bu işi ne ile yapıyor?.. Kanatları ile... Peki insan, kanat taksa niçin uçmasın?..

Bu sebeple havacılık tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Çin'de 2 bin yıl önce uçma denemeleri yapıldığını ve bu yolda birçok kişinin hayatını kaybettiğini açıklayan belgeler bulunmuştur. II. yüzyıl Türk tarihi, Nişapur'da bir Türk bilginin uçma denemelerinden sözedilir. Cevheri adlı bu Türk bilgini, İslâm dünyasının II. yüzyılda yetiştirdiği en büyük bilginlerden biridir.

BÜYÜK ARAP LÜGATİ OLARAK BİLİNEN ESERİ YAZDI

Arap dilinin lügatini hazırlayan bu Türk, bu büyük eseri ortaya koyabilmek için, ömrünün yarısını Arap bedevileri arasında geçirmiş, kelimeleri toplamış, sonra da Nişapur'a gelerek bunlardan, günümüzün büyük Arap Lügati olarak bilinen eserini yazmıştır.

Cevheri, bu ilk tutkusunu böylece tamamladıktan sonra, Nişapur'da, birdenbire kendisini bilime vermiş ve pozitif ilimler üzerinde çalışmaya başlamıştı. Yoğunluk yasaları üzerinde durmuş, birçok fizik denemeler yaptıktan sonra, insanın uçabileceğine inanmıştır. Bugün paraşüt dediğimiz biçimde bazı havayı tutan âletler yapmış ve bunlarla cansız cisimleri boşluğa bıraktıktan sonra, nasıl düştüklerini gözlemiştir.

1010 yılında Cevheri, kendi açısından denemelerini tamamlamıştı. Uçma hazırlıklarına başladı. Nişapur'da eski camiin minaresinden kendisini kanatları ile boşluğa bırakacak, sonra kanatlarını kullanarak gidebildiği kadar gidecekti.

GALATA KULESİ'NDEN BOĞAZI UÇARAK GEÇMEYE KARAR VERDİ

Böyle büyük bir bilginin uçma denemesi yapacağı haberi, halkı olduğu kadar, saray çevresini de meraka saldı. Başta hükümdar ve vezirleri olduğu halde, şehrin ve ülkenin en ileri gelenleri bir cuma namazından sonra eski camiin geniş avlusuna toplandılar ve uçuşu seyretmeye hazırlandılar.

Bu sırada Cevheri de, büyük bir dikkatle hazırladığı kanatlarını ve bu kanatları kollarına bağlayacak olan malzemeyi yanına alarak minareye çıktı. Kanatları kollarına taktı ve şerefeden "Ya Allah" diyerek kendisini bırakıverdi. Cevheri kanatların havayı yelpazeleyerek yoğunlaştıracağını hesaplamıştı ama, kollarının bu kanatları harekete getirecek kadar güçlü olup olmadığını düşünmemişti. Nitekim, kollarını çırpmak için yaptığı ilk hareket boşa gitti ve tarihin bu ünlü bilim adamı, daha çok eser verecek bir yaşta, kendi denemesinin kurbanı olarak, kubbenin kurşunları üzerine düşerek öldü. (1010)

Hezarfen Ahmet Çelebi, Cevheri'den tam 526 yıl sonra, aynı denemeyi yapmaya karar verdi. Bu işe aklı erenler, daha önce yapılan denemeleri ve başarısızlıkları kendisine uzun uzun anlattılar ama, fikrinden caydıramadılar. Ahmet Çelebi Galata Kulesi'nden kendisini bırakacak ve hesabına göre, kanatlarını çırpa çırpa Boğaz'ı geçecekti.
Haber, bütün İstanbullularla birlikte sarayı da meraka düşürmüştü. Lodosun kuvvetle estiği bir gün Galata Kulesi'nden kendisini kaldırıp atmış ve herkesin gözü önünde uçmaya başlamıştır. Bu denemenin tek kaynağı olan Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde bu olayı şöyle anlatıyor:

"İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bakası caiz değil," diye Gâzir'e nefyeylemiştir. Orada merhum oldu. (Evliya Çelebi Seyahatnamesi. C. 1, S. 670)

AHMET ÇELEBİ, CEZAYİR'E SÜRGÜN EDİLDİ

Hazarfen Ahmet Çelebi'nin bu denemeleri yaptığı 17'nci yüzyıl başlarında Avrupa, doğayı yenmek için çeşitli deneyler yapıyordu. Ahmet Çelebi, hem de başarı ile sonuçlanan bir deneyden sonra, bir kese altınla Cezayir'e sürgün edilmesi, yalnız kendisi için acı bir sonuç değil, Türk dünyası için de acı bir olaydır. Dünyada en büyük zafer, insanın doğaya karşı kazandığı zaferdir.

Hezarfen Ahmet Çelebi'den tam 154 yıl sonra Polonyalı bir esirin, kendi yaptığı balonu ile havalanıp İstanbul'dan kaçtığını görenler, veya bu kaçış hikâyesini mahalle kahvelerinde hayranlıkla birbirlerine anlatanlar "Gavur işi" diye başını sallarken, acaba kendilerinden birinin 154 yıl önce İstanbul'un üstünde uçtuğunu hatırladılar mı?.. Kimbilir!..

pegasus
11-28-2006, 02:05 PM
HÜLAGU HAN
( 1217- 1265 )

Dedesi, Cengiz Han; babası Cengiz Han'ın en küçük oğlu Tuluy'dur.
1217'de doğdu.

Tarihe bu kadar çapraşık sıfatlarla girmiş hükümdar az bulunur. Onun için tarihler, "Kan dökücü, kıyıcı, amansızdır", derler. "Mülkün ihyası için büyük bayındırlık hareketlerine girmiş, şehirler kurmuş, kurulu olanları onarıp geliştirmiştir" derler. "İlme tutkundu, bilim adamlarını sever, onları arkalar, sarayında bilim sohbetleri düzenlerdi" derler. "Taa Bizans'tan astronomi bilginleri getirmiştir. Kendisi de astronomi üstünde geniş bilgisi olan bir hükümdardı" derler... Bu kadar birbirine zıt düşen işleri nefsinde toplamış bir başka hükümdar göstermek kolay değildir.

Ağabeysi Büyük Kağan Mönke, küçük kardeşi Hülâgû'yu 1254'de Bağdad'daki İslâm Halifesi ve Alamut'da yerleşen İsmailiye mezhebine karşı savaş vermek üzere İran'a gönderdi. Hülâgû, İran-Moğol devletinin, öteki adı ile, İlhanlılar'ın kurucusu oldu.

CENKLERDE BÜYÜK USTALIĞI VARDI

Hülagu, ağabeysi Mönke'nin yanında iyi yetişmiş, cenk oyunlarında ve yönetimde ustalığı ve becerikliliği ile tanınmıştı, işlerinde kusuru olanlara karşı insafsızdı. Yasayı bozanlar, kim olursa olsun kılıçtan geçirilirdi. Alamut Kalesi'ne yerleşen İsmailiye mezhebine bağlı insanlar, ne İslâm Halifesi'ni, ne Moğolları dinliyorlar, bir başlarına yaşıyorlardı. Saklandıkları kale çok sağlamdı ve kıyasıya dövüşmekte idiler.

Hülâgû, ilk iş olarak İsmailiyelilere saldırdı. Kaleyi kuşattı. Kale çevresindeki köyleri yakıp yıktı, yaşayanları kılıçtan geçirdi. Geçtiği yollardan, kan dereleri akıyordu. Alamut, uzun bir direnmeden sonra düştü. Ağabeysinin verdiği görevlerden biri yerine gelmiş ve İsmailiyeliler meselesi ortadan kalkmıştı.

Bu defa, Bağdad üzerine yöneldi. Abbasi Halifesi Mutasım Billah'ın ordularını param parça etti. Bağdad'ı kuşattı. Halife, hiçbir çare kalmadığını görünce, Hülâgû'ya bir "Sultan" unvanı vererek işin içinden çıkmayı tasarladı. Halifeliğine güveniyordu. Hülâgû'ya, karargâhına gelip kendisini ziyaret edeceğini haber verdi. Hilafetin kudsiyetini göstermek için de Hz. Peygamber'in hırkasını sırtına giydi. Başına, ipekli bir sarık sardı. Oğullarını, Abbasi sülâlesine mensup ailesini yanına aldı. Bağdad'ın ileri gelenleri ve bilginlerini de haşmetli bir kafile halinde arkasına takıp büyük ve gösterişli bir törenle Hülâgû'nun ordugâhına gitti.

Hülâgû, bütün bu tantanalı alayı gülümseyerek seyrediyordu. Mutasım Billah çadırının önüne gelince, askerler bir anda üzerlerine çullandılar ve hepsini kılıçtan geçirdiler (1258). İslâm dünyasının en önemli kişileri böylece, görülmemiş bir biçimde yok oldular. Bundan sonra Abbasiler devri kapanmış ve Arap imparatorluğu bu suretle ortadan silinmiştir.

Mutasım Billah'ın yeğeni, bu törene dahil olmadığı için, kaçmaya muvaffak oldu. Bundan sonra Hilâfet, Mısır'da, devlet gücünden yoksun, sade bir "Din reisliği" olarak yaşamış ve Osmanlı Hükümdarı Yavuz Selim'in Mısır'ı ele geçirmesiyle Hilâfet, Osmanlılara intikal etmiştir.

Hülagu, daha sonra Suriye'ye geçerek Akdeniz'e kadar uzanan bütün toprakları ülkesine kattı. Böylece, Amu - Derya ve Kafkaslardan Akdeniz'e kadar geniş bir imparatorluk kurdu.

Gerek 50 gün süren Bağdad kuşatması sırasında gösterdiği kıyıcılık ve gerekse Halife Mutasım ve kendisiyle birlikte götürdüğü ailesine karşı giriştiği insanlık dışı katliam, Hülâgû'nun, İslâm dünyasında kan dökücü olarak anılmasına sebep olmuştur. Osmanlı şairi Nedim bile bir şiirinde;

"Tahammül mülkünü yıktın,
Helagü, Han mısın kâfir!
Bütün Dünyayı Yaktın,
Ateşi suzan mısın kâfir!"

diyerek İslâm dünyasının bu duygusuna tercümanlık eder.

HER ÇEŞİT BİLGİYE MERAKLI İDİ

Hülagu, Bağdad'ı aldıktan sonra, sarayına birçok bilginleri, şairleri, fikir adamlarını toplamış ve yeni bir uygarlık ateşi tutuşturmuştu. Kendisi de astronomi ve kimya ile uğraşıyordu. Her çeşit bilgiye meraklı idi. Merage'de bir rasathane yaptırdı. Bilginleri toplayarak ilim akademileri kurdu. Hastaneler açtı. Aladağ'da saraylar, Huy'da camiler inşa ettirdi.

Tebriz şehri, onun zamanında bir bilim merkezi haline dönüştü. Şöhreti o kadar yayıldı ki, Tebriz şehrine dünyanın uzak ülkelerinden, hatta Bizans'tan, astronomi, kozmografya ve kimya öğrenmek için öğrenciler geliyorlardı.

1265'de öldüğü zaman, sadece 48 yaşında idi. Kafası ile bir Rönesans adamı, kılıcı ile bir cellâttı. Ardında koskoca bir imparatorluk bırakarak tarih sayfalarına gömüldü.

pegasus
11-28-2006, 02:06 PM
HÜSEYİN BAYKARA
( 1438- 1505 )

Kılıcı kaleminden, kalemi kılıcından keskin bir Türk sultanı...

Şair, sanatkâr, fikir adamı...

Şairleri, sanatkârları himaye eden, uygarlığı yüreğinde taşıyan bir hükümdar... Tanrı vergisi güzel konuşan, güzel yazan, güzel kılıç kullanan, güzel bir adam! Hüseyin Baykara'yı tarihçiler böyle anlatıyor...

Hüseyin Baykara, Timur'un, torununun torunudur... Hükümdar soyundan gelir... Annesi Firuze Bibî, Sultan Hüseyin'in, Kutluğ Sultan Begim'den olan kızıdır. Yani Hüseyin Baykara, hem ana tarafından, hem baba tarafından hükümdarlara bağlıdır, iki kat soyludur.

Babası, kendi haline mütevazi yaşayan bir prensti. Amcası Belh hükümdarı idi. Babanın, amcanın, kavgası olmadığı halde, Hüseyin Baykara'nın kavgası vardı. Timur Oğullarının iki imparatorluğundan biri olan, Horasan'ı, Herat padişahlığı ele geçirmeyi tasarlıyordu..

VARNA'DA DÜŞMAN ORDUSUNU YENDİ

Çocukluğu ve gençliği, Büyük Türk Şairi Ali Şir Nevaî ile birlikte geçmiştir. Çok yakın arkadaştılar. Hüseyin Baykara da Ali Şir Nevaî gibi şiirler yazıyordu. Yazdıklarını birbirlerine okuyorlar, tartışıyorlar ve gelecekte yapmayı tasarladıklarını birbirlerine anlatıyorlardı. Divanı vardır.

Ali Şir Nevaî, Hüseyin Baykara'nın cihangirlik hırsını dizginlemeye çalışmıştır. Nevaî, "En büyük sultanlık, söz sultanlığıdır." diyordu. Hüseyin Baykara, 23 yaşında idi... Saraylarda, konaklarda, şehrin bahçelerinde şiirden ve sanattan konuşmak onu doyurmuyordu. Büyük işler yapmak, büyük dedesi Timur gibi, büyük bir cihangirlik kurmak için sabırsızlanıyordu. Gözünü diktiği Herat padişahlığını ele geçirmek için, bu tahtta oturan, Sultan Yadigârı Muhammed Mirza ile çekişmeye başladı.

ORDUSU KÜÇÜK FAKAT DİSİPLİNLİ İDİ...

1461'de Harezm hükümdarı oldu. Herat Hükümdarı Sultan Muhammed Mirza üzerine ordusu ile yürüdü. (1469) Ordusu küçük, fakat disiplinliydi. Adamları Baykara'nın, gözünün içine bakıyorlardı. Savaşı kazandı ve Muhammet Mirza'nın ordusu dağılarak kendisi kaçtı. Böylece, Herat tahtına oturmuştu ama, bu saltanatı uzun sürmedi. Muhammed Mirza, yeniden topladığı bir ordu ile Hüseyin Baykara'nın üstüne yürüdü. Bu sefer talih, Muhammed Mirza'ya gülmüştü. Hüseyin Baykara'nın ordusunu yenilgiye uğratıp tekrar Herat tahtına oturdu.
Gözünü cihangirliğe dikmiş Hüseyin Baykara'yı bu yenilgi yıldırmadı. 8 ay içinde, güçle yapamayacağını hile ile nasıl başaracağını düşündü ve sadece, kendisine bağlı olduğundan kuşkusu olmadığı 800 adamıyla, bu seferHerat şehrine bir baskın yaptı. Herkes uykudaydı. O kadar ki, Sultan Sultan Muhammet Mirza bile yatağında, başına geleceklerden habersiz uyuyordu. Baykara'nın askerleri saraya girdiler ve Muhammed Mirza'yı yatağında bulup onu öldürdüler. Artık Herat sultanlığı, rakipsiz olarak Hüseyin Baykara'nın eline geçmişti.

1469'da, Harezm'i de bir defa daha ele geçirdikten sonra, iki imparatorluğu birleştirerek tek başına hükümran oldu. Fakat kavga yine de bitmemişti. Zaman zaman, Muhammed Mirza taraftarlarıyla cenklere girmiş, dövüştüğü kuvvetleri ezmiş, fakat sürekli bir barışa bir türlü ulaşamamıştı. Oysa Hüseyin Baykara'nın iki ülküsü vardı: Büyük bir imparatorluk kurmak. Sonra bu imparatorluğu sulh ve sükûn içinde yönetirken, yeni bir uygarlığın fışkırması için gereken sanat ve fikir hareketlerini sürekli olarak beslemek!

Ali Şir Nevaî, onun önce çocukluk arkadaşı, sonra, gençlik dostu, daha sonra da akıl hocalığını yapmıştır. Birçok kaynaklar, Ali Şir Nevaî'yi, Hüseyin Baykara'nın Veziri olarak gösterirler. Oysa Nevaî, gururlu bir insandı. Ve o günlerin töresince, vezir de olsa, kendisinden daha itibarlı aşiretlerin gerisinde durması gerektiğinden, buna razı değildi. Bu nedenle başvezirlik teklifini kabul etmedi. Sadece Hüseyin Baykara'nın dostluğunu ve musahipliğini yaptı. Ancak, o kadar yetkili ve sözü geçer bir kimseydi ki, Baykara sefere çıktığı zaman, Herat onun buyruğunda olurdu.

Nitekim, Hüseyin Baykara'nın sefere çıktığı bir sırada Herat'ta, Hoca Nizamüddin Bahtiyar Semanî isyan etti. Şehir, isyancıların eline geçmek üzere idi. Ali Şir Nevaî, hemen işe koyulup isyancıları bastırdı ve şehirde sükûnu kurdu. Hüseyin Baykara isyanı haber almış, fakat bastırıldığını öğrenmemişti. Şehre girmeye tereddüt ediyordu. Bu sırada, Ali Şir Nevaî'nin gönderdiği haberciler, Hüseyin Baykara'ya isyanın Ali Şir Nevaî tarafından bastarıldığını haber verdiler ve Hüseyin Baykara, arkadaşına sevgi ve minnet dolu şehre girdi. Fakat Ali Şir Nevaî hükümdarı karşılamak için yola çıkmaya hazırlanırken, kalp sektesinden ölmüştü.

Bu sevdiği en yakın arkadaşının ölümü, onu çok sarstı. Bizzat Baykara, Nevaî'nin sarayında matem merasimini yönetmiş ve bütün ileri gelenler, bu büyük Türk şairinin ölüm törenlerinde muhabbet hizmeti yapmışlardır.

Hüseyin Baykara, Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir. Onun zamanında Herat 2 milyon nüfuslu, dünyanın en büyük şehri idi. Doğu Türk dünyasının en büyük uygarlık dönemi, onun zamanında yaşanmıştır. Ancak 1505'deki ölümü, Tarih felsefecilerinin "Timur Rönesansı" dedikleri uygarlığın sonu olmuştur.

bluekeys™
11-28-2006, 02:23 PM
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
(1864 – 1944)

Edebiyatımıza tebessümü taşıyan bir romancı... Kalemini neşter gibi kullanarak toplumun bozuk düzenini eleştiren ve gösteren yazar... Öğretmeyi, eğlendirmekten üstün tutan bir mizah ustası... Hiç evlenmemiş, fakat evliliğin kanunlarını yazmış yaman bir kalem...
Mizah türü romancılarımızın en büyüklerinden biri... Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864'de İstanbul'da doğdu. Mahmudiye Rüşdiyesi'ni ve Mülkiye Mektebi'ni okudu. Ayrıca, özel öğretmenlerden Fransızca dersler aldı. Çocukluğunda pek sağlıklı görünmüyordu. Hemen bütün gençlik hayatını aile içinde yaşadı ve kadınların hayatını izlemek fırsatını buldu. Gördüğünü değerlendirmesini biliyor ve mizah açısından eleştirmeğe bayılıyordu. Hemen bütün hayatı, Heybeliada'daki evinde geçmiştir.

TEK DRAMATİK ROMANI İFFETTİR
İlk tanıştığı edebiyatçı dostları arasında, ünlü gazeteci ve yazar Ahmet Mithat Efendi vardır. Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithad Eendinin romanlarını, hikâyelerini okuyarak geliştiği için, onun etkisinde kalmış, sonra roman yazmaya başlayınca, tıpkı onun gibi romanı en heyecanlı yerde kesip, meselâ natüralizm gibi bir felsefî konuyu veya kalayın nasıl yapıldığını anlatarak okuyucusunu bilgi sahibi yapmaya çalışmıştır.

Nitekim ilk hikâyesinin yayınlanması da Ahmet Mithat Efendi’nin teşviki ve aracılığı ile oldu. "Ayna Yahut Şık" adlı uzun hikâyesi 1888'de yayınlandı ve Hüseyin Rahmi imzası, İstanbul'un edebiyat çevrelerince tanındı. İkdam gazetesi yayınlanmaya başlayınca, Hüseyin Rahmi bu gazeteye geçti ve hikâyelerini yayınlamaya başladı. Gerçekçi hikâyeler yazmaya çalışıyor, kolay okunabilmek için güldürmeyi ihmal etmiyor, okuyucuya yararlı olabilmek için, her fırsattan yararlanarak bilgi vermeğe özeniyordu.

Bu gerçekçilik kaygısında o kadar ileri gidecekti ki, açık-saçık yazdığı için daha sonraki yıllarda mahkemelere düşecekti. Fakat bu sıralarda, halk daha çok acıklı romanlara itibar ediyordu. Hüseyin Rahmi'ye, "Vecihi" gibi açıklı bir roman yazıp yazamayacağı sorulduğu zaman, yapabileceğini söyledi ve oturup yazdı: "iffet". Tek dramatik romanı budur ve bu romanla Hüseyin Rahmi bütün edebiyat dünyasında tanınmıştır.

Fakat Hüseyin Rahmi, acıklı roman yazmanın mizacına uygun olmadığını biliyordu. Yine eskisi gibi, güldürü dalına geçti ve "iffet"! yayınladıktan bir yıl sonra "Mürebbiye"yi yazdı. Bu roman daha tefrikası sırasında, geniş yankılar yaptı. Bu eserinde Hüseyin Rahmi, toplumun alafrangalık merakını eleştiriyor, çocuklarını Avrupa'dan gelme mürebbiyelerin eline bırakan ailelerin içine düştükleri yanlışlıkları sergiliyordu. Eser de yazarı da bir anda üne kavuştular. Daha o yıl (1918) roman filme alındı. Fakat Fransa büyükelçisi, filmin gösterilmesini uzun süre erteledi. Çünkü filmdeki mürebbiye bir Fransız kadını idi.

POLİTİKA ÎLE PEK ANLAŞAMADI
Bu ortalığı gürültüye boğan romandan sonra, Hüseyin Rahmi, daha dingin eserler verme yolunu tuttu; bu dönem içinde "Metres", "Nimetşinas", "Tesadüf" gibi, ötekilerine göre, derli toplu sayılacak romanlar yazdı. Meşrutiyet'in ilânı tarihi olan 1908'e kadar bir taraftan memuriyet yapıyor, bir taraftan romanlarını, hikâyelerini yazıyordu. Bu tarihte memuriyetten istifa etti ve kendisini büsbütün eserlerine, verdi.

II. Meşrutiyet döneminde "Boşboğaz" adıyla bir mizah dergişi çıkarmaya başladı. Dergisi iyi satılıyor, buraya bağladığı zamanlarının dışında yine romanlarını yazıyordu.

Bir ara Gürpınar'ı, Şehir Tiyatrosu'nun edebî heyetinde görüyoruz (1914). Aktör Kemal Küçük'ün ısrarına dayanamayarak bir oyun kaleme aldı: "Kadın Erkekleşince". Şehir Tiyatrosu'nda oynanan bu oyun, pek rağbet görmedi ve Hüseyin Rahmi bir daha oyun yazmayı denemedi.

Gürpınar, 5. devre B.M. Meclisi'ne İstanbul milletvekili olarak katıldı. Politika ile pek bağdaşamadı. Dört yıllık sürenin sonunda, bir daha namzetliği kabul etmeyerek, yeni baştan yazı hayatına döndü. Eserlerinin geliri ile geçinen seyrek insanlardan biridir. Basın hayatında 50 yılını doldurmuş yazarlar için yapılan jübileye de katıldı; sonra yaşlılık ve yalnızlık içinde Heybeliada'daki köşküne çekilip son günlerini yaşamaya başladı.

ONU ŞÖHRET YAPAN, ROMANLARINI MİZAHÎ KALEME ALMASIDIR
Hüseyin Rahmi Gürpınar, yalnız telif eser vermekle yetinmemiş, tercümeler de yapmıştır. Emil Garoriau'den "113 Numaralı Cüzdan". Yine aynı yazardan. "Bir Kadının intikamı", Poul de Kock'dan "Biçare Bakkal" bunlar arasındadır.

Tabiî, asıl şöhretini yapan romanlarıdır, İstanbul'un kenar mahalle halkını yerli dil ile romanlarında konuşturması, Batılaşma gayretleriyle düşülen gülünçlükleri neşterlemesi, bütün bunları, mizah dili ile anlatması, onun şöhretini kısa bir zamanda bütün Türkiye'ye yaydı. Romanları, birçok defalar basılmış, mahalle kahvelerinde bile okunan kitaplar arasına girmiştir.

54 telif eseri vardır. Bunlardan birkaçı bugün de yayınlanmamıştır ve müsvedde Halinde mirasçılarının elindedir. Bir devrin sosyal portresini çizmekteki ustalığı ile, yeri kolay doldurulamayacak bir romancımız, yazarımızdır. 1944 yılında sessiz sedasız yaşadığı Heybeliada'daki evinde öldü ve Heybeliada'ya gömüldü.

bluekeys™
11-28-2006, 02:24 PM
İBNİ SİNA
(980 – 1037)

Savaş kazanan, ülkeler fetheden önderlere "kahraman" diyoruz. Ya doğayı fetheden, onun sırlarını çözen, insanı doğa ile boğuşturan bilim adamlarına ne diyelim?... Asıl kahraman onlar değil mi?...

İşte İbni Sina, evren dediğimiz esrarlı âlemin büyülü sırlarını çözen, fikir ve metafizik yönleriyle doğayı keşfeden, insanın ve doğanın karanlığını, gerçeğin küçük güneşleri ile aydınlatan bir bilim adamını, dâhi, bir Türk kahramanıdır. Sanki beyninde bir radyum ışığı taşıyor, her eğildiği konuyu aydınlatıyor, her doğa bilmecesini anında çözüyordu. Onun kadar çok yönlü çalışan ve çalıştığı bütün alanlarda en üstün bilgi seviyesine ulaşan başka bir bilim adamı göstermek güçtür.

18 YASINA GELDİĞİNDE ÇAĞININ BÜTÜN BİLGİLERİNİ ÖĞRENMİŞTİ

Belhli olan ve sonradan Buhara'ya yerleşmiş bir ailenin çocuğudur. 980 yılında Afşan'da dünyaya geldi. 10 yaşında iken, Kur'an'ı bülbül gibi ezberlemiş, gerekli din bilgisini almıştı. 18 yaşına geldiği zaman çağının bütün bilgilerini öğrenmiş, onların üzerinde düşünmeye ve bilgi üretmeye başlamıştı, İbni Sina kendisi için şunları söylüyor:

"Öteki bilgiler arasında tıp da öğreniyor, nazarî bilgimi hastalar üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyordum. Böylece aralıksız çalışmaya devam ettim. Geceleri de okumakla, yazmakla uğraşıyordum. Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şey içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Uykuda bile zihnim, okuduğum şeylerle meşgul oluyordu. Çoğu zaman, uyandığım zaman halledemediğim bazı şeylerin uyku sırasında halledilmiş olduğunu gördüm.

Bir ara, Aristoteles'in "Metafizik"ini incelemeye başladım. Bu kitabı belki kırk kere okuduğum halde anlayamadım, ümitsizliğe düştüm. Bir gün mezatta bir kitap satılıyordu. Beni tanıyan tellal bu kitabı almamı tavsiye etti. Bu, Farabî'nin uğraştığım halde anlayamadığım konu üzerinde yazılmış bir eseri idi. Kitabı aldım, eve dönünce hemen okumaya koyuldum. O vakte kadar anlayamadığım Aristotales'in kitabındaki fikirleri derhal kavradım. Buna son derece sevindim. Allah'a şükrederek secdeye kapandım; fakirlere sadaka dağıttım."

"Nazarî bilgimi, hastaların üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyorum" diyen İbni Sina o mertebe iyi bir doktordu ki, kimsenin iyi edemediği Buhara Emiri Nuh İbni Mansur'u tedavi etti ve iyileştirdi. Bunun üzerine Emîr, İbni Sina'yı kütüphane müdürlüğüne tayin etti ve burada İbni Sina bulabildiği bütün kitapları okuyarak düşüncesini iyice genişletti ve geliştirdi.
Emir öldükten sonra Buhara'dan ayrıldı ve büyük bilgin Birûni'nin yaşadığı Harzem'e giderek orada bu büyük bilgin ile birlikte çalıştı, iki bilgi denizi Harzem'de birbirine karışarak büyüdüler. Fakat fikirlerinden ötürü takibata uğradı. Bilgisinin enginliği yüzünden kıskançlıklarla boğuştu, İran'da şehirden şehire göç etmek zorunda kaldı. Ama bütün bu dalgalanmalar içinde durmadan okudu, durmadan yazdı... Bütün kurduğu teorileri deneyden geçirmiştir. İbni Sina'nın 10. yüzyılın başında kullandığı deneylerden teoriye geçmek metodunu batı dünyası ancak 16. yüzyılda kullanmaya başlayacak ve çağımız uygarlığını bu metodun getirdiği bilgilerle kuracaktır.

ESERLERİNİN ÇOĞUNU ARAPÇA YAZMIŞTI

İbni Sina'nın 100'den fazla eseri olduğu söylenir. Bazıları, zaman içinde kaybolmuş olsa da en önemlileri ve belli - başlıları bugün elimizdedir. Eserlerini Arapça yazıyordu. Yalnız iki tanesi, Farsça’dır. Eserlerinin çoğu tıbba, fiziğe, astronomiye ve felsefeye dairdir. Büyük ansiklopedik eseri "Aş -Şifa" ve bunun özetlenmişi olan "An - Necat" en ünlülerindendir ve dünya tıp tarihinin en büyük eserleri arasındadır. Batının 19. yüzyılda bir tesadüfle fark ettiği insan vücudunda kanın "küçük deveranını", İbni Sina, 10. yüzyılda biliyordu.

İnsan hekimliğinin bütün yasalarını bir bir deney ve gözlemlerine dayanarak yazdığı "El-Kanun fi’t-tıp" adlı eseri, Latince’ye çevrilmiş, daha sonra Fransızca, Almanca ve İngilizce çevirileri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Batının hemen bütün üniversitelerince ders kitabı olarak okutulmuştur. Bugün de Paris Tıp Akademisi salonlarında İbni Sina'nın heykeli en saygın yerinde durmaya devam ediyor.

İbni Sina, felsefede tıpkı Farabî gibi başlamış, fakat daha sonra ondan ayrılarak Yunan felsefesi ile İslâm Kelâm'ını uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu ilginç deneme, daha sonraki yüzyıllarda sürdürülmüş olsaydı hem doğuda bir felsefe geleneği kurulmuş ve gelişmiş olacak, hem de Batı felsefesi "insan gerçeği" üzerine daha sağlam oturmuş olacaktı. Nitekim 18. yüzyıla kadar Batının hemen bütün filozoflarını etkilemiştir.

YAZDIĞI IKI ROMANLA DÜNYANIN İLK ROMANCISI ŞEREFİNİ KAZANMIŞTI

Dünyada ilk felsefî roman denemesi, İbni Sina tarafından yapılmış ve yazdığı iki romanla, dünyanın ilk romancısı şerefini kazanmıştır. Eserleri Lâtince, İbranice, Süryanice'den başlayarak giderek bütün dünya dillerine bir çok defalar çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Batı bu büyük Türk bilginini "Avicenne" (Avisen) adı ile tanır. Türkçemize de bir çok eseri çevrilmiştir. Bu büyük fikir ve bilim kahramanının 1000. ölüm yıldönümüne, Türk fikir ve bilim adamlarının şimdiden hazırlandıklarını düşünmek tatlı bir umuttur.

bluekeys™
11-28-2006, 02:24 PM
İBRAHİM MÜTEFERRİKA
( 1674- 1745 )

İbrahim Müteferrika Macar, yani Hun Türklerindendir. Avusturya savaşı sırasında Türklere tutsak olmuş, sonra Müslüman olarak İbrahim adını almıştır.

1674'de Doğu Macaristan'ın Klojvar kasabasında doğdu. Ailesi fakirdi. Protestan papazı olmak istiyordu. Bu sebeple rahipler okuluna verildi. 18 yaşında iken, Türk akıncılarının eline geçti ve tutsak edilerek İstanbul'a getirildi (1695).Türkler arasında geçirdiği üç yıl zarfında İslâmiyeti inceledi ve Müslüman olmaya karar verdi. Çünkü İslâmiyeti kabul eden Hıristiyanlar, tutsaklıktan kurtuluyorlardı.

İbrahim adını aldı. Osmanlı Devleti, geçimi zayıf veya korunacak kişilere, Müteferrika'dan aylık bağlardı. Yeni Müslüman olan İbrahim'e de Dergâh-i Ali müteferrikasından aylık bağlandı ve burada bir hizmet gördüğü için adı, İbrahim Müteferrika olarak tanınmıştır.

«RİSALE-İ İSLAMİYE» ADLI BİR ESER YAZDI

Türkçeyi, kısa bir zamanda öğrendi.Türkleri, Müslümanları seviyor, onlarla iyi geçiniyor ve anlaşıyordu. İslâmiyeti o derece benimsemişti ki, 1711 yılında, "Risale-i İslâmiye" adlı bir eser yazdı. Yeni Müslüman olmuş bir kimsenin, İslâmiyeti, risale yazacak ölçüde öğrenmesi ve bilmesi, dikkatlerin üzerinde toplanmasına yol açtı. Nitekim bu risalesini takdim ettiği, o zamanki Sadaret Kaymakamı İbrahim Paşa, kendisini himayesine kabul etti.

Şehit Ali Paşa'nın sadareti sırasında, kendisine önemli bir dış görev verilmiş ve Avusturya'ya bir mesajla gönderilerek, Venedik'le olan savaşta Avusturya'nın tarafsız kalması istenmiştir. Bu önemli görevi yerine getiren İbrahim Müteferrika, Sadrazamın mektubunu Prens Öjen'e vermiş ve aldığı cevabı da Sadrazam Ali Paşa'ya getirmiştir.

Avusturya savaşı sırasında Macaristan'dan kaçan Macar soyluları ile beraberinde getirdikleri arkadaşlarına İbrahim Müteferrika tercümanlık yapmış ve Fransa'dan getirtilerek Macaristan kralı ilân edilen Rakoçi'ye de bu arada hizmet etmiştir.

İSTANBUL'DA KİTAP BASACAK MATBAANIN OLMAMASINA ÜZÜLÜYORDU

İbrahim Müteferrika, devletin kendisine verdiği hizmetleri sadakatle ve ehliyetle yaparken, İstanbul'da kitap basacak bir Türk matbaasının bulunmamasından çok üzülüyordu. Azınlıklar kendileri için, kendi dillerinde baskı yapan matbaalar kurmuşlar ve harıl harıl kitap basıyorlardı. Fakat Türklerin matbaa kurmasına, bazı softalarla, el yazısı ile kitap üreten birtakım kimseler karşı çıkıyor, bu yüzden matbaa bir türlü kurulamıyordu.

Yirmisekiz Çelebi, Fransa'ya büyükelçi olarak atandığı zaman, oğlu Sait Efendi'yi yanına kethüda olarak almıştı. Sonradan sadrazamlığa kadar yükselecek olan bu genç Sait Efendi, Paris'te zamanlarını çok faydalı bir şekilde geçirmiş ve bu arada matbaaları, buralarda basılan kitapları ve bu kitapların ucuzluğunu görüp hayran kalmıştı. İstanbul'a döndüğü zaman, İbrahim Müteferrika ile görüştü ve ayni şeyleri düşündüklerini gördüler. Böylece ikisi, Damat İbrahim Paşa'ya müracaat ederek bir matbaa kurulmasına izin verilmesini istemeye karar verdiler.

Dilekçeyi, İbrahim Müteferrika hazırladı ve dilekçeye "Vesiletüt - tıbaa" adlı yine İbrahim Müteferrika tarafından kaleme alınmış bir gerekçe iliştirdiler. Sadrazam İbrahim Paşa, yeniliklere açıktı ve Türkiye'de matbaanın kurulmasını istiyordu. Sait Efendi ile, İbrahim Müteferrika'nın teklifini hoş karşılamakla kalmadı, kendilerine maddî yardımda da bulunacağını vaad etti.

Damat İbrahim Paşa'nın yardımları ile, gerekli harfler ısmarlandı, gerekli makineler getirildi ve bütün bunlar, İbrahim Müteferrika'nın oturduğu eve taşındı. 1727 Temmuzunda her şey hazırdı, matbaa çalışmaya başlayabilirdi. Fakat, bu işten zarar görecek olan müstensihler (kopyacı) ve bazı softalar, Sadrazamın bu işe önayak olduğunu bildikleri için, aleyhinde atıp tutmaya başladılar. Özellikle, dini bütün bir devlet adamı olmadığını, olsa matbaa gibi bir gavur icadı ile kitap basmaya izin vermeyeceğini söyler-gezer oldular...

MATBAA 16ARALIK1727'DE ÇALIŞMAYA BAŞLADI

İbrahim Paşa, olup bitenleri izliyordu. Şeyhülislâm'dan bu konuda bir fetva istedi. Şeyhülislâm, uyanık bir din adamı idi. Hem ulemayı tatmin etmek, hem Sadrazamı bu yenilik hareketinden alıkoymamak için, şartlı bir fetva verdi. Matbaa, dinî kitapları basamayacak, fakat lügat gibi, kimya, fizik, astronomi gibi ilimlere ait kitapları basabilecekti.

Matbaa, 16 Aralık 1727'de çalışmaya başladı. İlk eser, büyük ve kıymetli bir lügat idi: "Van Kulu" 1000 sayı basılmıştır. 1729'da baskısı tamamlanmış ve satışa sunulmuştur.

İbrahim Müteferrika bir yandan matbaa işlerini yürütüyor ve bir yandan da müteferrika görevine devam ediyordu. Bu arada Yalova'da bir kâğıt fabrikasının kurulmasına da ön ayak oldu. Fakat bu fabrikanın işler hale geldiğini göremeden 1745'de öldü. Mezarı, Okmeydanı’dadır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:24 PM
İKİNCİ MURAT
(1404- 1451 )

Babası Çelebi Sultan Mehmet, 1421 yılında Edirne'de ölünce, 6. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. 1404 yılında doğan Murat Han'ın annesi, Dulkadiroğlu'nun kızı
Emine Hatun'dur.

Küçüklüğü Amasya'da geçmiştir. Babası onun iyi yetişmesi için gerekli özeni göstermişti. İyi ok atar, iyi ata biner, şiir söyler, savaş oyunlarını severdi. Amasya'dan Bursa'ya gelip tahta çıktığı zaman, sadece 18 yaşında idi. Hükümdarlığının ilk yılları, beylikler arasındaki mücadeleleri ve şehzadelerin çıkardığı huzursuzlukları bastırmakla geçmiştir. Bütün bu gailelerin altında, Bizans parmağı vardı. Onun için 1422'de 50 gün süreyle İstanbul'u kuşattı, fakat bir başarı elde edemeden kuşatmayı kaldırdı. Çünkü Bizans imparatoru, Murat'ın küçük kardeşi Mustafa'yı isyana teşvik etti, Karaman ve Germiyan beyleri de kendisini destekleyince, II. Murat, Mihaloğlu komutasındaki bir orduyu üzerlerine yolladı. Bursa civarında isyancılar darmadağın edildiler. Mihaloğlu, İznik'i de alarak, İsfendiyar beyliğini Osmanlı’ya bağladı. Bizans, Selanik'i vererek bir anlaşma yapmak istedi. Murat Bey kabul etmedi.


«YILDIRIM BEYAZIT'IN OĞLUDUR»

Batıda Eflak Beyi ile Macarlar anlaşıyordu. Bunun üzerine Murat, Bizansla, her
yıl 300.000 akçe vergi vermek, Marmara, Ege ve Karadeniz kıyılarında Timuroğulları'ndan ele geçirilen toprakları Osmanlı'ya bırakmak üzere anlaşma yaptı. Venediklilerin desteğinde Osmanlıları uğraştıran Cüneyt Bey'in üstüne Hamza Bey'i gönderdi ve bu yılan hikâyesine dönen işi bitirdi.

Fakat Cüneyt Bey'in ortadan kaldırılması, Venediklilerle, Osmanlılar arasında bir savaşın başlangıcı oldu. Venedikliler, "Yıldırım Beyazıt'ın oğludur" iddiası ile birini çıkarıp onu desteklediler. Ve Osmanlıları bölmeye çalıştılar.

Arnavutluk, araziye tımar sisteminin uygulanması yüzünden, Venediklilerin arkalaması ile isyan etti. Selanik işgal edildi. Herat Hükümdarı Şahruh, Anadolu'ya yönelmişken, vazgeçti ve Murat Bey bu gaileyi savaşsız ortadan kaldırdı. 1430'da.Selânik yeniden alındı. 1438'de Macaristan'a girildi. Ertesi yıl, Sırbistan Krallığı'nın başkenti Semendere, Türk kuvvetlerine boyun eğdi.

Doğu'daki ve Batı'daki devlet gailelerini birer, birer ortadan kaldıran Murat, Osmanlı Devleti'nin geleceğini garanti altına alacak bazı ıslahatlara el attı. Bu arada, başta Çandarlı ailesi olmak üzere, bazı ailelerin büyük servetler topladıklarını ve birkaç ailenin birleşmesi ile, hanedanın bile değiştirilebileceği tehlikesini fark etti ve ikta sistemini tesis ederek beylerin ellerinde toplanan servet gücünü zayıflatmayı düşündü. Fakat bu fikir, bütün beyleri, Murat Han'ın aleyhinde birleştirdi. Fikrini uygulamaktan vazgeçerek ortalığı yatıştırabildi.

5. SALIP ORDUSUNU DÜZENLEDİLER

Almanya İmparatoru ile Macar Kralı tekrar birleşmişler ve Osmanlı'nın üstüne yürümek kararını almışlardı. Murat bu kuvvetleri, Evrenosoğlu Ishak Bey'in yönetimindeki bir ordu ile karşıladı. Öyle bir bozguna uğradılar ki, Alman imparatoru kaçarken yolda kederinden öldü. Macaristan'la da Segedin Barış Anlaşması imzalandı. (2 Temmuz 1444).

II. Murat, bundan sonra tahtını 11 yaşındaki oğlu II. Mehmet'e bırakarak Manisa'ya çekildi. Fakat genç bir padişahın tecrübesizliğinden yararlanmak isteyen Almanlar, Macarlar ve diğer devletler, 5. Salip Ordusu'nu düzenlediler. Bu orduyu genç padişah yönetemezdi. Murat'ın tekrar yerine dönmesi istendi. Murat önceleri direndi, fakat oğlu, ordunun başına geçmesinde direnince kabul etti ve düşman ordusunu Varna'da yok etti. Tekrar, Bursa'da
istirahat etmeye çekilmişse de, saray ileri gelenlerinin ısrarı ve Yeniçerilerin . ayaklanması sebebi ile tekrar Edirne’ye döndü ve oğlu II. Mehmet'le birlikte Arnavutluk seferine çıktı.

Avrupalılar, Papa'nın da teşviki ile yeni bir Haçlı ordusu düzenlediler. Murat, yanına oğlunu alarak bu Haçlı ordusunu, Kosova sahrasında karşıladı. Tarihe İkinci Kosova Savaşı adıyla geçen bu meydan savaşında Salip Ordusu bir kere daha yenildi ve kılıçtan geçirildi (1448).

Kosoya Savaşı’ndan sonra Turhan Bey emrinde Eflak'a giren Türk akıncıları, birçok kasabaları yağmaladı ve birçok şehirleri Osmanlı sınırına kattı. II. Murat 1451 yılında pek genç yaşta iken öldü.

İYİ EĞİTİM GÖRMÜŞTÜ

İkinci Murat, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını 880.000 kilometrekareye çıkarmış, imar ve sanat hareketlerini beslemiştir. Kendisi de iyi bir şair idi. Türkçe ile yazıyor, Arap, Fars kelimelerini kullanmıyordu:

"Varalım bir iki gün zikredelim Mevlayı.
Bize ısmarladılar mı şu yalan dünyayı."

Mercimek Ahmet'e Farsça'dan yaptığı tercümeleri açık seçik Türkçe ile yapmasını buyurmuş ve çevirilerini izlemiştir. Edirne'de ve Bursa'da birçok imar hamleleri yapmıştır. Sadeliğin hâkim olmasına çalıştı. Vasiyetnamesinde oğluna şunları söylüyordu:

"Öldüğüm zaman beni Bursa'ya, oğlum Alaeddin'in yanına gömünüz. Mezarımın üstüne büyük hükümdarlar için yapılan bir türbe yaptırmayınız. Vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömünüz ki, Cenab-ı Hakk’ın rahmetine işaret eden yağmur, üstüme yağsın. Mezarımın etrafına dört duvar ve çevresine, hafızların oturmaları için yerler yaptırınız. Etrafıma çocuklarımdan, akrabalarımdan kimseyi gömmeyiniz. Bursa'da ölmezsem, cenazemi bu şehre getiriniz. Bu iş perşembe günü olsun ki, defin cuma günü yapılsın..."
Vasiyeti yerine getirilmiştir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:26 PM
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
( 1495-1566)

Osmanlı İmparatorluğu'nun en uzun hükümdarlık eden Sultanı... Devletinde tesis ettiği adaletle bütün dünyada ün yapmış ve "Kanunî" adına hak kazanmış bir padişah... Zamanında Akdeniz bir Türk gölü, üç kıta Türk buyruğu altında idi.

27 Nisan 1495 günü, babası Yavuz Selim'in valilik ettiği Trabzon'da doğdu. Annesi, Kırım Hanı'nın kızı Ayşe Hafza Hatun’dur. Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi'nin büyük annesinden süt emmiştir. Çok iyi hocalardan ders gördü. Çağın bütün bilgilerini öğrenerek yetişti. Kültür, sanat, askerlik derslerini bir arada aldı. Sanat olarak kuyumculuğu öğrenmesi istenmiş, fakat genç Süleyman bu sanata önceleri pek yatkınlık göstermemişse de, sonradan bu sanaatı de mükemmelen başarmıştır.

15 yaşında iken, önce Karahisar, sonra da Kefe Sancakbeyliği'ne getirildi. Babasının savaşlarında, saltanat kaymakamlığı yapıyor, devletin bütün sorunlarını çok yakından biliyordu. Babasının tek oğludur. Bu yüzden, kardeşleriyle uğraşmak zorunda kalmamıştır ama daha sonra oğulları ile dertlenmiştir. Yetişkin bir oğlunu, devletin bekası adına öldürtmesi, hayatının en büyük dramıdır.

KUŞATMA MEVSİMİ GEÇMİŞTİ

Babası Yavuz Sultan Selim'in vakitsiz ölümü ile 1520'de Padişah olduğu zaman, yetişkin bir devlet adamı idi. Belgrat Kalesi, ataları tarafından çok zorlanmış, birçok defalar kuşatılmış, fakat düşürülememişti. Kanunî, yapılan savunmanın şiddetine, dehşetine rağmen, kaleyi düşürmeye muvaffak oldu. Fakat şehir yanıp yıkılmış, harap olmuştu. Kanunî, yerli Hıristiyanlardan 21.000 işçinin ücretini vererek şehrin imarını emretti. Kısa bir zamanda Belgrat, eskisinden güzel, eskisinden değerli eserlerle süslemiş olarak yenilenmişti.

Kanunî'nin bu tutumu, bütün dünyada yankılar yapmış, hayranlık uyandırmıştır. Belgrat dönüşü İstanbul'a geldiği zaman, kendisini Yemen elçileri beklemekte idiler. Yemen'in anahtarlarını Kanunî'ye teslim ettiler ve bağlılıklarını bildirdiler.

Rodos, dünyaca tanınmış bir Akdeniz adasıdır. İçinde uygarlıklar yaşatmış, daha sonraları da Saint Jean şövalyelerinin merkezi olmuştu. Çetin bir kuşatmadan, amansız saldırılardan sonra kale düştü ve Osmanlı sancağı kale burçlarına şerefle çekildi (1523).

Alman imparatoru Şarlken , aynı zamanda İspanya Kralı sıfatıyla Avrupa'da büyük bir devlet kurmak yolunda idi. Yakın akrabası Macar Kralı'nı da yanına alarak Türkler'e kafa tutmak istiyordu. Fransa Kralı I. Fransuva, Şarlken'e esir düşünce, Kanunîye başvurarak kurtarılmasını istedi. Kanunî, bir yandan Akdeniz'deki Türk donanması ile İspanya sahillerini yaşanmaz hale getirirken, bir yandan da Macaristan üzerine yürüdü (1526). Mohaç Meydan Muharebesi'ni, iki saatte kazandı. Böylece Macaristan tarihten silindi ve Osmanlı sınırları Viyana kapılarına dayandı.

ŞEHİR YANIP YIKILMIŞ HARAP OLMUŞTU

Macaristan'ın bazı bölgeleri.Şarlken'in elinde idi. 1529 Mayısında Kanunî, büyük bir ordu ile bu topraklar üstüne sefer etti. Fakat Alman imparatoru, Kanunî ile karşılaşmaktan çekindiği için, istediği toprakları boşalttı, böylece savaştan kurtuldu. Bunun üzerine Kanunî, Viyana'yı kuşatarak Almanları cezalandırmak istedi. Kuşatma mevsimi geçmişti. Kış yaklaşıyordu. Kanunî kuşatmayı kaldırarak İstanbul'a döndü.

Iran, doğu sınırlarında huzursuzluk çıkarıyordu. Kanunî, biri Makbul İbrahin Paşa'nın komutasında, biri kendi komutasında iki ordu ile İran üzerine yürüdü ve bu iki ordu Tebriz'de buluştular. Hemedan'ı, arkasından Bağdat'ı ele geçirdi. Bütün Irak kesin biçimde imparatorluk sınırlarına alındı. Aynı yıl Barbaros, Tunus'un Osmanlı topraklarına katıldığını müjdeliyordu.

Seferler birbirini izlemiş, Korfu da Venedikliler vurulmuş, Boğdan tam anlamı ile merkeze bağlanmış, Estergon Kalesi alınıp, akıncılar merkezi haline getirilmiş, Macaristan, bir eyalet haline konmuştur. Kanunî, 7.3 milyon kilometrekare aldığı Osmanlı topraklarını 13.7 milyon kilometrekareye çıkarmıştır. Almanlara son bir ders vermek için giriştiği Zigetvar Savaşı'nda, zaferi görmeden ölmüştür.

İPEK YOLU KONUSU İLE BİLİMSEL OLARAK İLGİLENMİŞTİR

Kanuni, Osmanlı tarihinin en uzun hükümdarlık etmiş sultanıdır. Sadece Osmanlı topraklarını genişletmekle kalmamış, Ümit Burnu'nun keşfi ile İpek Yolu'nun önemini kaybetmesi üzerine, bu ekonomik ve stratejik konuyu ciddiyetle ele almış, imparatorluğun en haşmetli günlerinde, Fransızlara gemilerinin eskisi gibi Türk limanlarına gelmelerini sağlamak düşüncesiyle imtiyazlar tanımıştır. İpek Yolu'nun önemi, Osmanlı ekonomisi için büyüktü. Kervanların geçtiği yollarda bir sanayi kurulmuş ve bu sanayi, Batı'daki altın ve gümüşü, Doğu'ya çeker olmuştu. Böyle bir gelirden yoksunluk, Osmanlı bütçesine yeni bir yük getirmekle kalmamış ayrıca kervan yollarında ekonomik bir buhranın hüküm sürmesine yol açmıştı.

Kanunî ve onun büyük veziri Sokullu Mehmet Paşa, İpek Yolu konusu ile bilimsel olarak ilgilenmişler, Don ve Volga nehirlerinin bir su yolu ile bağlanması, Süveyş Kanalı'nın açılması, Avrupa denizcilerine bazı imtiyazlar tanınarak ticaretin eski yola yeniden aktarılması teşebbüslerini birbiri peşinden düşünmüşler ve sürdürmüşlerdir. Eğer muvaffak olabilseydiler veya kendilerinden sonra gelenler bu konuyu iyi değerlendirebilseydiler, Osmanlı İmparatorluğu belki hakikaten "ebed müddet" (sonsuz) olabilecekti.

bluekeys™
11-28-2006, 02:27 PM
KARACAOĞLAN
( 1606-1679 )

Hayatı efsanelere karışmış, efsane efsane söylenmiş bir halk ozanı...
Nerde akşam orada sabah, nerde Karacaoğlan orda şenlik... Halkın yüreğinden geçeni söylemiş, kendi vurgun yüreğini konuşturmuş, şu dünya denilen aynadan gelmiş geçmiş... On yedinci yüzyılın yüz akı, sanat anıtı, cennet kuşu...

Karacaoğlan, sanıldığına göre, 1606'da doğdu.

Üstüne pek çok hikâyeler söylenir, ağıtlar yakılır... Bunların en dokunaklısı, karısını yeğenine kaptırmasıdır. Adana'nın Feke ilçesine bağlı, Gökçeli köyünde doğmuş... Kozan dağlarından, Kara İlyas adında, Farsak soylu bir yoksulun çocuğu. Babası ölmüş, anası Gök Hoca diye bilinen bir çerçi ile evlenmiş... Karacaoğlan, babalığının yanında barınamadığından, vermiş kendini yollara. Belen köyünde Kozanoğlu'nun kapısına sığınmış...

Karacaoğlan, adı gibi karaca, albenili ve sırım gibi bir yiğit. Kozanoğlu 'nün kapısında hizmet görürken, ağanın kızına vurulmaz mı?.. Biraz saz tıngırdatması varmış, çökmüş saza,
başlamış yüreğini yakan derdi, ağanın kızı Elif’e söylemeye. Yanaşmaya kız verilir mi? Vermemişler! Almış başını Karacaoğlan, Maraş'a gitmiş... Orada bir kahvede bir yandan çıraklık etmiş, bir yandan saz tımbırdatmış... Saz ozanlığını iş edinmiş kendine... Çalmış, söylemiş, sonunda nasıl olmuşsa olmuş, Elif’i ile buluşup başgöz olmuşlar.

KARACAOĞLAN YÜREĞİNİ ÇIRA GİBİ YAKTI , SELLER BOŞALTI

Karacaoğlan’ın zenaati, gayrı ozanlık... Almış yârini, ablasının bulunduğu, Farsak köyüne göçmüş... Sevimli, girişken, ayağına tetik olduğundan, hep köylüler sevmişler... Nerede düğün olsa çağırılır, güzel sesiyle söylediği türküler dinlenirmiş... Derken, önce ablası, ardından eniştesi ölmez mi?.. Bütün varlık kalmaz mı haşarı yeğenine!.. Karacaoğlan'ın parada, pulda gözü yok ama, yeğeninin gözü Elifte...
Elif, önceleri olmazlanmış, kaş çatmış, dudak büzmüş ama, oğlanın yüreği soğuyacak gibi değil!.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Karacaoğlan'ı yakın bir köyde düğüne çağırmışlar. Atlanıp gitmiş... Düğün, güzel olmasına güzel de Karacaoğlan'ın yüreği küsük... Çalmış, söylemiş ama, nafile... Sabaha karşı, herkes kan uykusuna yattığı sıra, atına binip evine gelmiş... Eve girince bir de ne görsün!... Yeğeniyle sevgili Elif’i, açık saçık divanda uyuya kalmamışlar mı?.. Al baltayı, kes ikisini de!.. Ama öyle yapmamış Karacaoğlan, sırtından şalını indirip uyuyanların üstüne örtmüş ve çıkmış, gitmiş köyden... Gidiş, o gidiş!..
Ela gözlüm, ablak sunam
Dal boynumu eğdin bugün
Her bakışın kan ederdi
Tatlı cana kıydın bugün

Yüce dağdan bakınırdın
Lâle sümbül takınırdın
Engellerden sakınırdın
Engellere uydun bugün

Fani, Karaoğlan fani
Veren alır tatlı canı
Sevmediğim karadonu
Ta karşımda giydin bugün

Bu konuya dair şiirleri çoktur. Bu şiirinde olayı daha da açık-seçik görebiliyoruz:

Azgın, ağalar, zemane azgın.
Şahin yuvasına dönüyor kuzgun
Tarlası arı da bideri bozgun
Neyleyim yiğeni, day olmayınca

Söylerim söylerim, sözümden almaz
Denksiz bir cahildir, hal hatır bilmez
Hısım kavim, dosta hiç güven- olmaz
Atadan, dededen soy olmayınca

Karacaoğlan, yiğit, yiğiti över
Asılmış meyveler dalını eğer
Güzelim kıymeti bin altın değer
Netmeli güzeli, huy olmayınca

Karacaoğlan yüreğini çıra gibi yaktı, gözlerinden kanlı seller boşalttı ama, bir daha köyüne dönmedi. Kırk yıl, yaya-yapıldak kışın ovalarda, yazın yaylalarda gezindi durdu. Çaldı, söyledi, ağladı, güldü... Kendisi ile koca bir Anadolu'yu ağlatıp, güldüre ömrünü tamam etti:

Hasta oldum, odalarda yatarım
Ağalar, göçecek zaman da geldi
Tutuştu bir uçtan, yandı yüreğim
Bürüdü dağları duman da geldi

Yazılarda Arap atlar yarışır
Bayram olur, kanlı-kinli barışır
Dediler sevdiğin ille görüşür
Divane gönlüme güman da geldi

Omuz verip arkasında götüren
Meme verip beşiklerde yatıran
Adam edip meclislere getiren
Derdimin ortağı, anam da geldi

Felek, meyve yüklü dalım taşladı
Göz göz oldu, yaralarım işledi
Hocam geldi, Yâsin'lere başladı
Baktım, sağ yanıma imam da geldi

Karacaoğlan der ki,bu muydu payım
Çekildi bârhânem, yüklendi tayım
Kazıldı mezarım, ılındı suyum
Çırpına çırpına sunam da geldi


ANADOLU HALKI, KARACAOĞLAN'A BAĞLANMIŞTI

Karacaoğlan’ın şiirleri, yüzyıllar boyu, halk ağzında, dilinde yaşayarak, aktarıla aktarıla 19. yüzyıla kadar gelmiş ve ancak bu yüzyılda yazıya dökülmüştür. Anadolu halkı, Karacaoğlan'ı o kadar benimsemiştir ki kim güzel bir türkü yazsa, hemen Karacaoğlan'a bağlanır. Bu yüzden birçok yabancı şiir, Karacaoğlan'ın şiirleri arasına karışmıştır.

Hayatı gibi, ölümü de efsanelere karışmıştır. Bir söylenene göre, Tarsus civarındaki "Eshab-ı Kehf" mağarasına bir girmiş, bir daha çıkmamıştır. İşte ölümü diye bilinen tarih, bu söylentiye göre hesaplanmış ve 1679 bulunmuş. Bir başka ve daha gerçeğe yakın söylentilere göre Mut'un kuzeyindeki Karacaoğlan tepesinde yatıyor. İster Eshab-ı Kehf mağaralarının sır vermez karanlığında uyusun, ister Mut'un bir tepesinde kemikleri toprağa karışsın, şiirleri bütün tazeliği ile kitaplarda değil, dudaklarda yaşıyor...

bluekeys™
11-28-2006, 02:27 PM
KATİP ÇELEBİ
( 1609-1658 )

İstanbul'da doğdu. Adı Mustafa'dır . Babası Abdullah, Kapıkulu askeri idi. Ayrıca, medrese tahsili görmüştü. 14 yaşında iken, babasının mesleğine girdi. Babası onu, kendi aylığından 14 dirhem maaşla yanına aldı. Böylece Kâtip Çelebi, Anadolu Muhasebesi Kalemi'ne kabul edilmiş oluyordu. Buradaki işi, kâtiplik olduğundan, kendisine "Kâtip Çelebi" denilmiştir. Batılılar,"Hacı Kalfa" diye anarlar...

14 yaşından 24 yaşına kadar geçen 10 yılı, savaşlar, seferler, kuşatmalar içinde geçmiş, çok sevdiği bilim ve tarih ile uğraşmaya pek vakit bulamamıştır. Sadece, sefer dönüşlerinde İstanbul'da kaldığı sıralar, Kadızade Mehmet Efendi gibi İstanbul'un tanınmış vaizlerinden dersler almıştır. Önceleri hayran olduğu bu Kadızade Mehmet Efendi'yi daha sonraları ilimde hafif bulacak kadar ilerleyecektir.

KENDİSİNİ İLME VE BİLGİYE VERMEYE KARAR VERDİ

Bağdat seferine (1625 - 26) katılan Kâtip Çelebi, kıtlık yüzünden yenilen ordu ile birlikte büyük sıkıntılar çekmiş ve bu sıkıntılar içinde çok sevdiği babasını kaybetmiştir. Kısa bir süre sonra, amcasını da kaybeden Kâtip Çelebi, Diyarbakır'a gelmiş ve babasının yakın arkadaşlarından birinin yardımı ile kendisini Süvari Mukabelesi'ne tayin ettirmiştir. 1627 - 28 Erzurum kuşatmasında bulunmuş, sonuçsuz kuşatmadan sıkılan Kâtip Çelebi bir ara İstanbul'a gelerek, yine Kadızade'nin derslerine devam etmek fırsatını bulmuştur.

Ertesi yıl Hüsrev Paşa'nın komutasında bir ordu ile Gülanber, Hasanâbât, Hemedan, Bistûn gibi şehirlere uğramış ve daha sonra kaleme aldığı Cihannüma'sına izlenimlerini yazmıştır. İstanbul'a dönüp, Kadızade'nin derslerine bir süre daha devam ettikten sonra, bu se-
fer Tabanıyassı Mehmet Paşa'nın komutasındaki bir ordu ile Haleb'e geldiği sırada, komutandan izin alarak Hicaz'a gitmiş ve dönüşte orduya Diyarbakır'da katılmıştır. 1635'de, Dördüncü Murad'la birlikte Revan seferine katıldı. Bu sefere ait notlarını, "Fezleke"sinde kullandı. 10 yıl süren bu çeşitli savaş ve sefer hengâmesinden sonra Kâtip Çelebi, kendisini ilme, bilgiye vermeye karar verdi, İstanbul'a yerleşti. 1638'de evlendi. Birkaç kere, önemlice sayılacak ölçüde mirasa konduğu halde, eline geçen bütün parayı kitaba döktü ve sade bir hayat sürerek bilimle uğraştı..

ÖĞRENCİLERİ VARDI VE BUNLARI YETİŞTİRMEK İCİN ÖZEN GÖSTERİYORDU

5 yıl (1639-1644) İstanbul'da zamanın en ünlü hocalarından ders gördü. 5 yılın sonunda artık kendisi de ders verir olmuştu. Öğrencileri vardı ve bunları yetiştirmek için özen gösteriyordu. Girit seferi sıralarında haritaların nasıl çizildiği üzerinde araştırmalar yaptı. Fakat sağlığı bozulmuştu (1646).Tedavi çarelerini aramak için, tıb kitapları okumaya başladı. Ruhsal yollarla şifaya ulaşmanın mümkün olduğuna inanıyordu. Bu yüzden, "Esma" ve "Havas" kitaplarını inceledi. "İnsanlardan uzaklaşarak Allah'a yaklaşıp, temiz bir gönülle edilen duaların ve yazılan yazıların şifalı etkisinden emin" olduğunu söylüyordu.

Kâtip Çelebi'nin bu düşüncesi, 1910'larda Alex Carel tarafından ele alınmış ve duaların şifaya açılan yollardan biri olduğu, bilimsel deneylerle ortaya konmuştur.
Şeyhülislam Abdürrahim Efendi, Kâtip Çelebi'nin yakın dostlarından biri idi. Nitekim, Çelebi'nin "Mizanü'l-hak"adlı eserinin faydalı bir eser olduğunu belirleyen bir fetva vermesi, o zamana kadar maddî sıkıntı geçiren Çelebi'yi feraha çıkarmış, daha sonraki yıllarını, bu kitabın geliriyle geçirmiştir. Birçok eserinin kaleme alınması bu yıllara rastlar. Şeyh Muhammed İhlâsi ile birlikte bazı eserleri Latince'den Türkçe'ye çevirmesi çalışmalarını da bu yıllarda sürdürmüştür.

1658'de, hayatının en verimli dönemini yaşamakta iken, 49 yaşında öldü. Büyük tarihçi, büyük bilim adamı, büyük din âlimi idi. Ölümünden iki yıl sonra, eserlerinin bütün müsveddelerini vârislerinden satın alan Muhammed İzzeti: Kâtip Çelebi gayretli, becerikli, iradeli, iyi huylu, az konuşan, bildiğini iyi bilen bir kişi idi. Vakur tabiatlı, hicivden hoşlanmadığı gibi, bâtıl itikatlara da açıkça ve dolaylı olarak daima hücum ederdi. En çok ilgilendiği konu tarihti. Kâtip Çelebi, tarihten başka konulara da itibar etmiş, merak etmiş, coğrafya kitaplarını okudukça, Batılıların ve eski Yunan'ın bu konuda çok ilerlediklerini, Doğu yazarlarının çok geride kaldıklarını görmüş ve her iki tarafça yazılan eserlerin yanlışları olduğunu fark etmiştir. Bu noksanı karşılamak için "Çihannüma" adlı eserini yazdı." diyor.

Toplumun ayakta kalmasının, bilgi üretmeye bağlı olduğunu söylüyor ve bilim adamlarını, bir toplumun yüreği gibi görüyordu. Bilim açısından Doğu ve Batı ayrımı yapmadan, bütün bilgileri tarafsız olarak incelemiş, doğruyu, yanlışı, göstermeye çalışmıştır.
"Keşfüzzünûn"adlı eseri, bir bibliyografik ansiklopedidir. Yazar bu eserinde, ilimlerin tasnifini yapmakta, 1500 kadar kitabı, adı ve muhtevası ile tanıtmaktadır. "Tuhfetü'l-Kibar" denizcilik tarihi açısından çok değerlidir. "Çihannüma"da ileriye sürdüğü coğrafya görüşleri ile bilimde bir çağ açtığı söylenebilir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:27 PM
KÖPRÜLÜ FAZIL AHMET PAŞA
( 1635-1676 )

Osmanlı devletini yeniden sağlam temeller üzerinde güçlendiren Köprülüler döneminin en parlak devri, Köprülü Fazıl Ahmet Paşa devridir. Avrupa devletlerine Türk gücü bir kez daha ispatlanmış, içte huzur sağlanmış, sanat ve fikir hareketleri parlatılmış ve yıllar yılı süren Girit adasının fethi tamamlanmıştır. Fazıl Ahmet Paşa, babası gibi devlet işlerinde otoriter bir sadrazamdı. Fakat özel hayatında alçakgönüllü, yumuşak, iyiliksever bir insandı.

1635 yılında Vezirköprü'de doğdu. Babası, Köprülü Mehmet Paşa'dır. 7 yaşına bastığı yıl babası oğlunu İstanbul'a getirdi. Baba, okul-medrese görmemişti ama, oğlunun okumasını, iyi yetişmesini istiyordu. Oğlunu medreseye yollamakla kalmadı, zamanın ünlü hocalarından ders aldırdı. Hocalar arasında, zamanın ünlü bilginlerinden Osman Efendi ile, tarihçi Karaçelebizade Abdülaziz Efendi vardır. 16 yaşında iken müderris olmuştu. Dersler vermeye başladı, ve dersleri ilgi ile takip ediliyordu.

Babasının sadrazamlığı sırasında Fazıl Ahmet Paşa, müderrislikte en büyük mertebeye ulaştı. Fakat babası onun, devlet işlerine girmesini istiyordu. Padişahın iznini alarak oğlunu, Erzurum Valiliği'ne tayin etti. Bir yıl sonra, Şam Valiliği'ne getirilen Fazıl Ahmet Paşa, her iki görevde de başarı gösterdi. Vilayetinin yalnız asayiş işlerini değil, imar
işlerini de yoluna koydu ve hemen herkesin gözüne girdi.

DEVLET İŞLERİNDE BAĞIŞLAMASIZDI

Halep Beylerbeyliğine tayin edildiği sırada, babası, yorgun ve hasta idi. Padişahtan, kendisinin yerine oğlunu sadrazam yapmasını rica etti ve kabul olundu. Bunun üzerine Köprülü Mehmet Paşa, padişahla birlikte Edirne'ye giderken, oğlu Fazıl Ahmet Paşa'yı Sadaret Kaymakamlığına getrdi. Babasının ölümünün ertesi günü sadrazam oldu. 26 yaşında idi.

Padişah Dördüncü Mehmet, devlet işlerinden çok, ava çıkmaktan hoşlanıyor, bu yüzden zamanının büyük kısmını Edirne'de geçiriyordu. Fazıl Ahmet. Paşa, daha serbest hareket edebilmek için, padişahı bu zevkinden yoksun etmedi, belki biraz da teşvik ederek devlet işlerinde serbest hareket etmek imkânını buldu.

Babasının kurduğu otoriter yönetimi, sürdürdü. Devlet işlerinde bağışlamasız davranıyor, özel hayatında son derece alçakgönüllü, hatır sayar bir tutum gösteriyordu. İmparatorluğun asayişi babası zamanında kurulmuş, huzur sağlanmış olduğundan, Fazıl Ahmet Paşa'nın, babası zamanında başlanmış Erdel meselesinin halli ve Girit adası fethinin tamamlanması işleri vardı.

UYVAR KALESİ KOMUTANINA GÖNDERDİĞİ MEKTUP ÜNLÜDÜR

Orduyu kuvvetlendirdi. Avusturya'ya savaş açtı. (1663) Edirne'den hareket eden ordu, üç ayda Budin'e gelmişti. Budin'de , bütün vezirleri, beylerbeylerini, serhat beylerini bir savaş divanında topladı ve fikirlerini dinledi. Harp divanının aldığı karar, Avusturya'ya, bütün Avrupa'nın sesini duyacağı bir tokat atmak, bunun için de müstahkem kalesi olan Uyvar'ı ele geçirmekti.

Ağustos 1663'de Uyvar kapılarına gelindi. Burada Fazıl Ahmet Paşa'nın Uyvar kalesi komutanına gönderdiği mektup ünlüdür. Serdarı Ekrem mektubunda: Eğer Macarlar kaleyi teslim ederlerse, kimsenin burnunun kanamayacağını, mal ve canlarına ilişilmeyeceğini, direnecek olunursa, bütün kale halkının kılıçtan geçirileceğini haber veriyor ve padişahın, Macar kulları için duyduğu şefkati anlatırken, "Macarlar, padişahımın kendilerine nasıl şefkatle bağlı olduğunu bilseler, uğruna çocuklarını kurban ederlerdi" diyordu.

Kale komutanı teslim olmayı reddetti, savaş başladı. Avusturyalılar ve öteki Avrupa ülkeleri, kaleye sürekli yardım gönderiyorlardı. Uyvar'da bütün Hıristiyan âleminin savaş verdiği propogandası ile kalenin dayanması sağlanıyordu. Fakat, Türk ordusu öylesine bir yiğitlikle saldırılarını sürdürdü ki, çok kanlı savaşlardan sonra 24. Eylül. 1663'de teslim oldu.

Avusturya imparatoru Leopold, Papa'ya, Fransa kralına başvurdu. Tehlikenin büyük olduğunu, Türklerin bütün Avrupa'yı ele geçireceklerini söyleyerek gözlerini korkuttu. Papa, Alman ve İspanyolları da bu savaşa sokarak bir yeni ehlisalip ordusu kuruldu ve Feldmareşal Mentekukuli'nin komutasında bu Salip ordusu Sen Gotar'da Türk ordusu ile karşılaştı. (II Ağustos 1664)

Osmanlı deyimi ile, mübaleğa cenk olundu. Düşman ordusunun en ünlü komutanları savaş meydanında öldüler. Salip, bir kere daha Hilâl'e boyun eğdi. Düşman Vasvar barış antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.

GİRİT’E SERDAR OLDU

Padişah, muzaffer serdarını Edirne'de karşıladı. Osmanlı ülkesi zafer şenlikleri yaptı. Şimdi sıra, yirmi yıldır süren Girit adası fethinin tamamlanmasına gelmişti. Padişah Dördüncü Mehmet, başta sadrazam Fazıl Ahmet Paşa olmak üzere, devlet ileri gelenlerini huzuruna çağırdı ve yirmi yıldır süren Girit savaşlarını hatırlatarak, hemen bütün adanın Türklerin elinde olduğunu ve sadece Kandiye kalesinin dayandığını ve denizden yardım aldığı için bir türlü düşürülemediğini sayıp döktükten sonra, "Kandiye'nin bir an önce fethi, muradı şerifim olmuştur." dedi ve Fazıl Ahmet Paşa'yı, Girit'e serdar yaptı. (1666)

Fazıl Ahmet Paşa, Girit'teki kuvvetlerini perkittikten ve silah, cephane ile donattıktan sonra, 3 Kasım 1666 tarihinde Hznya limanına çıktı. Savaş üç yıl sürdü. Sonunda Kandiye düştü. Fetih tamamlanmıştı.

Fazıl Ahmet Paşa, devletine büyük hizmetler yaptıktan sonra, çok genç yaşta daha 41 yaşında iken öldü. Babasının yaptırdığı türbede gömülüdür.

bluekeys™
11-28-2006, 02:27 PM
KÖPRÜLÜ MEHMET PAŞA
( 1575-1661 )

Osmanlı Devleti, kuruluşunda çağın sorunlarına bir cevap getirmemiş olsaydı, derin temeller üzerinde oturamaz, en küçük sarsıntılarda, yıkılıp giderdi. Nitekim, kılıç gücüne dayanan bütün imparatorluklar, kuruluşunun üstünden yüz yıl bile geçmeden çöküp gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yıl ayakta kalması, çok kötü şartlar içine düştüğü halde çökmemesi, sarsıntıları kolay atlatması, kuruluşundaki fikir temellerinin sağlamlığına işarettir.

Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazamlık görevini yüklendiği padişah Dördüncü Mehmet dönemi, bir imparatorluğun çökmesi için gerekli bütün şartların bir araya geldiği dönemlerden biridir. Sarayda kadınlar saltanatı almış yürümüş, Kösem Sultan, Turhan Sultan gibi, padişah anaları, devleti yönetir yere gelmişlerdi. Saray, Bizans'a rahmet okutan entrikalar içinde çalkalanıyordu. Bütün devlet mevkileri, para ile satın alınır hale gelmişti. Bir valilik, bir kadılık hatta bir vezirlik, bir altın fazla verenin üstünde kalıyordu. Anadolu, isyanlarla kaynıyor, düşman donanmaları, Çanakkale Boğazı'nı kapamışlar, dışarıya kuş uçurtmuyordu. Hazine tamtakırdı. Yedi yılda 15 sadrazam değişmiş, hiçbiri de en küçük bir hizmet görememişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu sallanıyordu...
İşte tam bu sırada, geçmişinde büyük başarılar olmayan, üstelik yaşlı ve okuryazarlığı hafif bir Osmanlı, Köprülü Mehmet Paşa sadrazam oluyor, beş yıl gibi çok kısa bir zaman parçasında imparatorluğu derleyip topluyor, isyanları bastırıyor, maliyeyi düzeltiyor, düşman donanmasını kovup Çanakkale Boğazı'nı açıyor, baş kaldıran Erdel Beyi'nin haddini bildiriyordu. Bütün bu işleri başaran Köprülü Mehmet Paşa, elbette iyi bir sadrazamdı. Fakat imparatorluğun fikir temelleri sağlam olmasaydı, daha ehliyetli bir sadrazam bile olsa, yıkıntının altında ezilir giderdi.

Köprülü Mehmet Paşa, 1575'de Berat'ın Ruznik kasabasında dünyaya geldi. Gençliğinde İstanbul'a gelip saray hizmetine girdi. Sarayda bulduğu hizmet aşçı yamaklığı idi. Bu sırada Hassa Odalı Hüsrev Ağa'ya yamandı. Onunla beraber mevkiini yükseltiyor ve devletin önemli görevlerine atanıyordu. Boşnak Hüsrev Paşa 1628'de sadrazam olunca, Mehmet'in de bahtı parlamaya başladı. Hazinedar olmuştu. Daha sonra intisap ağalığından, voyvodalıklarda, silahdar bölüğü ağalığında, Çorum Sancak Beyliği'nde bulundu. Sultan Zade Mehmet Paşa sadrazam olunca da Beylerbeylik payesi ile Trabzon valiliğine atandı.

Köprülü Mehmet Paşa'nın 30 yıl süren bu hizmet süresinde birçok defalar azledildi, gözden düştü, tekrar itibara kavuşup devlet hizmetine döndü.

ÇEŞİTLİ ENTRİKALAR YAPIYOR, ÇEVRESİNİ UYUTUYORDU

1656 yılında Osmanlı İmparatorluğu, yukarıda tablosu çizilen amansız günlerini yaşıyordu. Köprülü Mehmet Paşa İstanbul'a geldi. Sarayda dostları vardı. Bu arada Valide Sultan'ın kethüdalığını yapan Kasım Ağa, hemşehrisi idi. Onu buldu, danıştı, görüştü. Bütün bu karman çorman işlerin içinden çıkabileceğine inanıyor, kendisine güveniyordu. Kasım Ağa Turhan Sultan'a, devleti içine düştüğü dar yerden çıkaracak tek sadrazamın ancak Köprülü Mehmet Paşa olduğunu söyledi.
Bu sırada sadrazam, Boynueğri Mehmet Paşa idi. Mehmet Paşa, başarısız, âciz bir sadrazamdı ama, bir takım entrikalara aklı yatıyor, çevresini uyutmasını biliyor, kesesini dolduruyordu. Köprülü Mehmet Paşa'nın adı sarayda konuşulmaya başlayınca, sadrazam hemen kendisine Trablusşam valiliğini vererek İstanbul'dan uzaklaştırmanın çaresini aradı. Fakat Köprülü, ayağını sürüdü, işi hafiften aldı ve saraydaki girişimlerinden bir sonuç beklemeyi tercih etti.

Boynu eğri Mehmet Paşa, kendisine görev verildiği halde ayağını sürüyen Köprülü'den iyice huylandı ve "Fesat ile meşguldür, vücudı muzırdır" diye ortadan kaldırmayı bile düşündüğü günlerde Valide Sultan, Köprülü Mehmet Paşa'yı saraya davet etti. Konuştu. Köprülü bütün güçlükleri ortadan kaldıracağını kesir olarak vaad ediyor, ancak bazı şartlar iler sürüyordu. Şartları, padişah isteklerini kabul edecek, kendi seçtiği insanlarla çalışacak, müstakil olacak ve kendisi hakkında söyleneceklere kulak asılmayacaktı.

Dördüncü Mehmet Köprülü'nün şartlarını kabul etti: "Göreyim seni, nice edersin diyerek mührünü kendisine teslim etti.

MALİYEYİ PRATİK YOLDAN DÜZENLEDİ

Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazam olduğu işitilince, bir sürü lâf ortalığı
kapladı. Kimi cahil olduğunu, kimi adının bile duyulmadığını, kimi ihtiyar ve beceriksiz olduğu söylüyor, “ Vah devletin bu haline" diye dizler dövülüyordu.

Köprülü, bütün gürültüleri, kanlı bir adaletle bastırdı. Anadolu'da türemiş eşkiyayı, yüz bulmuş derebeylerini, başkaldırmış azınlıkları yumruğu altında ezdi. Maliyeyi, pratik yollardan hareket ederek düzenledi ve güçlendirdi. Çanakkale Bogazı'nı tıkayan Haçlı donanmasını perişan ederek püskürttü ve boğazları açtı. Yeniçeri ocağını bir güzel temizledi. Bazı uygunsuzların kafalarını keserek yeniçerileri düzene soktu ve Erdel üzerine bir ordu ile yürüdü. Erdel, bu yaman Başvezir karşısında amana gelmişti. Bir anlaşma imzalayarak İstanbul'a döndü.

Bütün bu başarılardan sonra, onun vaktiyle aleyhinde bulunanlar bile, şimdi onu över olmuşlardı. Fakat ihtiyar vezir de yorgun düşmüştü. Hastalandı. Kendisinden sonra kimin sadrazam olmasının uygun olacağını soran Padişah'a, oğlu Mustafa Fazıl Paşa'yı tavsiye etti. 1661 yılında Edirne'de öldü. İstanbul Çemberlitaş'taki türbesine gömüldü. Büyük hizmetler etmiş bir Osmanlı sadrazamıdır...

bluekeys™
11-28-2006, 02:28 PM
KUBİLAY HAN
( 1214-1294)

Kubilay Han buyruğunun yürüdüğü ülke topraklarının yüzölçümü 24 milyon kilometrekaredir. Bir başka deyimle, bugünkü Avrupa sınırlarıyla 2.5 Avrupa büyüklüğünde bir imparatorluğun başı idi. Bir ucu Çin Denizi'nde, bir ucu bugünkü Polonya sınırlarında 300 milyon insanın yaşadığı bir ülke... O yıllarda İngiltere Adaları'nda bir milyon insan yaşadığını düşünecek olursak, 300 milyon insanın, o çağda nasıl bir ekonomik ve savaş gücünü belirlediğini daha iyi anlarız...

Kubilay Han, Büyük Moğol imparatoru ve imparatorluğun, Çin kolunun kurucusudur. İyi bir eğitim ve öğrenim görmüştü. Çince. Moğolca, Türkçe, Tibetçe biliyor ve bu dilleri edebiyatlariyle tanıyordu. Daha çok genç yaşta iken edebiyata, sanata, fene ve her türlü marifete gerçek bir ilgi gösteriyor, durmadan öğreniyordu. Buda dinine girmişti. Fakat hiçbir zaman, din tutuculuğu yapmamış, her dinden insanlara, ülkesinde ve yönetiminde yer vermiştir. Müslümanlara olduğu kadar Hıristiyanlara da hoşgörü göstermiştir. Bazı Müslüman ve Türkleri, genel valiliklerde ve hatta başbakanlıkta kullandı. Onun önem verdiği, insanın inancı değil, insanlığı ve yeteneği idi.

YENDİĞİ KARDEŞİNE BÜYÜK BİR ŞEFKAT VE MUHABBET GÖSTERDİ

Ağabeyi Mengü Kağan ölünce onun yerine geçti (1259). Küçük kardeşi Arık- Boğa da taht üstünde iddialı idi. İkna etmeye çalıştı, muvaffak olamayınca, yenerek bertaraf etti. Fakat yendiği kardeşine öylesine bir şefkat ve muhabbet gösterdi ki, bütün komutanlar ve Moğol ileri gelenleri, Kubilay'ı takdir ettiler ve onu kendilerine Yüce Kağan bildiler.

Kubilay, Çin'e yöneldi. Önce Moğolistan'ın başşehri olan Karakurum'u bırakıp Hanbalık'a (Pekin) yerleşti. Pekin, eski bir uygarlık merkezi idi. Büyük bir imparatorluğun da merkezi, uygar bir şehir olmalıydı. Emrindeki kuvvetleri, Çin'in çeşitli bölgelerine saldırttı. Uzun, amansız mücadele yılları yaşadı. Çin, büyük bir ülke idi ve her adım başında tuzaklarla dolu idi. Kubilay Kağan yılmadı, usanmadı ve 1276 yılında, bütün Çin'in istilâsını tamamladı. Artık, Çin Denizi'nden Saltık Denizi'ne kadar uzanan kocaman bir imparatorluğun başında bulunuyordu.

Kubilay Han, bu seter gözlerini Japonya'ya dikti. Bu adaların üstünde yaşayan insanlar, imparatorluğa dahil olmadıkça, imparatorluk için —küçük de olsa— tehlike idiler. Japonya'yı ele geçirmek için gemiler gerekti. Yüzlerce gemi yaptırdı. Onbinlerce asker bu gemilere bindiler ve denize açıldılar. Fakat deniz, Kubilay Han'dan yana değildi. Dağ gibi köpürerek havaya kalkan, ejderha misali dalgalar, Kubilay'ın gemilerini de, askerlerini de yuttu (1274).

Kubilay Han'ın donanması ve askerleri dalgalara yenilmişlerdi ama, Kubilay yenilmemiş, fikrinden vazgeçmemişti. Yeniden gemiler yaptırdı, yeniden askerler gemilere binip açıldılar. Ama fırtına da yeniden patladı. Yeniden bütün gemiler denizin dibini buldular. Bu sefer Kubilay Han ürktü. Üçüncü bir sefere izin vermedi ve böylece Japonya, Moğol istilâsından kurtulmuş oldu. Fakat bu istilâ teşebbüsünden Japonlar da ürkmüşlerdi. Kubilay'ı tanıyarak onun buyruğuna kendi istekleriyle girdiler.
DÜNYA'NIN İLK POSTA TEŞKİLATINI KURDU

Kubilay, Pekin saraylarına yerleşmiş bir cihangirdi ama, dünyanın dört ucunda olup biteni gözlüyordu. Pekin'de yüzlerce okul açtı. Herkesi okumaya teşvik etti. Hastaneler kurdu, kitaplıklar inşa ettirdi, yeni yollar açtı. Pekin'i bir ucundan öbür ucuna kesen büyük yollar, Kubilay zamanında yapılmıştır. Dünyanın ilk posta teşkilâtını Pekin'de kuran, Kubilay'dır. Mübadele vasıtası olarak bilinen altının yerine kâğıt para, ilk kez Pekin'de basıldı ve piyasaya sürüldü. Altının yerine kâğıdın geçer olması, Kubilay gibi devlet adamının varlığını gerektirir. Nasıl, bir Çin buluşu olan barut, Kubilay Han'ın elinde top haline getirilmiş ve ilk kez Çinlilere karşı kullanılmışsa, kâğıdın yapımını da Kubilay Çinlilerden öğrenmiş, fakat ondan para yapmayı kendisi düşünmüştür.

Kubilay döneminde Pekin, bütün tarihinde görülmemiş bir zenginlik ve ihtişam içinde yüzüyordu. İtalyan gezgini Marco Polo'nun Çin'e gelmesi bu sıralara rastlar. Kubilay Han'ın huzuruna kabul edilmiş, konuk edilmiş ve bütün ülkeyi gezmesine yardım edilmiştir . Marco Polo, sonradan yazıp yayınladığı kitabında bu gördüklerini, büyük bir tutku ve heyecanla yazıya dökmüştür.

PRATİK ZEKÂLI BÜYÜK BİR İMPARATORDU

Kubilay Han, güçlü, yiğit, fikir ve sanat hâmisi, fen ve teknikte elde edilen son bilgileri pratik bir biçimde kullanmasını bilen büyük bir imparator olarak tarihe geçmiştir. Birçok ülkede Kubilay için yazılmış biyografilere, romanlara, hikâyelere, şiirlere rastlanır. Ancak Çin, öyle bir ülke idi ki, önce dışardan gelenlere boyun eğer, fakat bir süre geçtikten sonra kendisine benzetirdi. Nitekim çok geçmeden Kubilay'ın komutanları, genel valileri de Moğol törelerini,, Moğol geleneklerini çabukça unutmuşlar ve hayatlarını Çinliler gibi yaşamaya, onlar gibi giyinmeye, onlar gibi zevk ve safa sürmeye başlamışlardı.

Kubilay Han 1294'de öldüğü zaman, dünyanın en büyük imparatorluğunu arkasında bıraktı. Yüzölçümü 24 milyon kilometrekare, nüfusu 300 milyon... Çin, hâlâ eski sınırları içinde duruyor. Fakat Moğolistan, yakın zamana kadar Çin'in bir vilâyeti idi. Uygarlıklar, kolay kolay ölmezler...

bluekeys™
11-28-2006, 02:28 PM
MEHMET AKİF ERSOY
( 1873- 1936 )

Yirminci yüzyıl ideal Müslüman'ı...
Şiirde, Türk edebiyatına yeni bir fasıl açan şair... Büyük vatansever, ince bir fikir adamı, faziletli vatandaş... İnançlarına hayatını, hayatına inançlarını koymuş örnek sanatçı... Aruz veznini mahalle kahvesi konuşmalarına kadar her yerde başarı ile kullanan nazım ustası Mehmet Akif Ersoy, 1873'de İstanbul'da doğdu.

Babası, Fatih dersiamlarından "İpekli Hoca" diye bilinen, Tahir Efendi'dir. Aile içinde etraflı bir din eğitimi görmüştür. Babasından ve başka hocalardan din dersleri, Arapça, Farsça dil dersleri aldi. Ayrıca Fransızca öğrendi. Fatih Rüştiyesi ve İstanbul İdadisi'nde okudu. Daha sonra, Halkalı Baytar Mektebi'ne girip burasını da bitirdi. İlk memuriyeti Orman ve Ziraat Nezareti'ndedir.

İLK ŞİİRİNİ İSTANBUL IDADİSİ'NDE OKURKEN YAZDI
İstanbul İdadisi'nde okurken, ilk şiirlerini yazdı. Bu okulda hocası, ünlü şair Muallim Naci'dir. Bu büyük nazım ustasından Mehmet Akif çok yararlanmış ve derslerinden aldığı bilgilerle şiirde kendisini aramıştır. Muallim Naci, bu yetenekli öğrencisi ile ayrıca ve şahsen ilgilenmiştir. "Bu çocukta gördüğüm cevheri, kimsede görmedim" diyordu.

Baytarlık görevi ile Osmanlı İmparatorluğu'nun birçok bölgelerini gezdi. Anadolu'da, Rumeli'de, Suriye'de bulundu. 1908 devriminden sonra baytarlık mesleğini bıraktı. Bundan sonraki hayatı, İslâmiyet'in gelişmesi ve çağdaşlaşması için çalışmak, şiir yolu ile Osmanlı aydınını etkilemek, çatırdayan ülkenin çöküşünü engellemek için her vasıtaya başvurmakla geçti. İstanbul Üniversitesi'nde ve Halkalı Ziraat Okulu'nda edebiyat dersleri verdi. Günün tanınmış dergilerinden "Sırat-ı Müstakim" ve "Sebilü’r-Reşad'da manzumeler, şiirler, yazılar yazdı.
Mehmet Akif, Osmanlı İmparatorluğunun İslâmiyet temelleri üzerinde yükselerek kurtulacağına ve yaşayışını sürdüreceğine inanıyordu. Ancak İslâmiyet'in de çağdaşlaşması, bilimle güçlenmesi gerekirdi. Bu inanç yolunda fikirlerini yaymak için, yazılar yazdı, camilerde vaazlar verdi, sohbetler yaptı.

Birinci Dünya Savaşı içinde Almanya'ya gitti. Batı uygarlığını ve yarattığı hayat biçimini gözleri ile gördü. Dönüşte, "Berlin Hatıraları" adı altında uzun bir manzume ile izlenimlerini anlattı. Gezi edebiyatımızda büyük yeri olan bu manzumesinde Mehmet Akif, Batı uygarlığı ile İslâm dininin kolayca bağdaştırılabileceğini savunuyor ve uygarlığın, İslâm ahlâkı ve gelenekleri üzerinde daha kolay ürün verebileceğini anlatıyordu.

Savaş içindeki Osmanlı Devleti'nin, Arabistan'da başlayan milliyet cereyanları ve bağımsızlık istekleri karşısında bazı sıkıntıları vardı. O günün istihbarat örgütü olan ‘Teşkilat-ı Mahsusa’nın başında bulunan Kuşçu Eşref, Necid Emiri İbnürreşid'in yola getirilmesi için, Mehmet Akif'in Necid'e gitmesini teklif etti. Birlikte yola çıktılar.

ÇANAKKALE ZAFERI'NDEN SONRA «ÇANAKKALE DESTANI»NI KALEME ALDI

Necid’e giderken, evinin geçimi için bir miktar altın vermek isteyen Kuşçubaşı Eşref'e, Akif'in verdiği cevap onun ne çeşit bir vatansever olduğunu ortaya koyar; "Bırakınız altınları Eşref Bey” demişti, “biz hizmetimizi altınla kirletmeyelim."

Necid çöllerinin amansız güneşi altında bin zahmetle yapılan seyahat sırasında, Çanakkale savaşlarının zaferi haberi, kendilerine ulaştı. Mehmet Akif, Çanakkale Zaferi'nden öylesine bir heyecan duydu, öylesine bir şükran duygusu ile doldu ki, çadırının önündeki kumda secdeye vardı ve ellerini Allah'ına açarak gözyaşları içinde dua etti. Kuşçubaşı Eşref, sabahleyin Mehmet Akif'i uyandırmak için çadırına girdiği zaman, titrek bir mumun ışığında şairin hâlâ birşeyler yazmakta olduğunu gördü ve sabaha kadar gözünü kırpmadığını öğrendi. Necid Çölü'nün bir uzun gecesinde, "Çanakkale Destanı" yazılmıştı.

"Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın!
Gömelim, gel seni tarihe desem, sığmazsın!"

Bu gezisi sırasında Hz. Peygamber'in türbesini de ziyaret etmek fırsatını bulan şair, "Necid Çöllerinden Medine'ye" adlı uzun şiirle izlenimlerini manzum olarak dile getirmiştir.

İSTİKLAL MARŞIMIZI YAZDI
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmamız ve Mondros Mütarekesi'nin imzalanması, Mehmet Akif'i can evinden vurdu. "Üç bin yıldır hür yaşamış ve medeniyet öncüsü olmuş bir millet kefenlenemez! Buna kimsenin gücü yetmeyecektir" diyor, bütün gücü ile savaşını sürdürüyordu. Anadolu'ya geçti. Birinci Büyük Millet Meclisi'ne Burdur Milletvekili olarak katıldı. Meclis Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ve milletvekili arkadaşlarının ricası üzerine "istiklâl Marşı"mızı yazdı:

"Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.
O benimdir, o benim milletimindir ancak..."

1 mart 1921 tarihli Büyük Millet Meclisi celsesinde Akif'in yazdığı marş, Hamdullah Suphi tarafından kürsüde okundu ve "Milli Marş" olarak kabul edildi.

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Akif Mısır'a gitmiş ve bir dostunun (Abbas Halim Paşa) Kahire çevresindeki Halvan Köyü'nde 11 yıl yaşamıştır. Yurda döndüğü zaman "Mısır'da 11 yıl yaşadım. Fakat daha 11 gün yaşasaydım, herhalde çıldırırdım" diyordu. 1936 haziranında yurduna dönmüştü. Aynı yılın 27 aralık tarihinde gözlerini hayata yumdu. Bir resminin arkasına şu kıtayı yazmıştı:

"Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince.
Günler, bu heyulayı da er geç silecektir.
Rahmetle anılmak... Ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir."

Mehmet Akif, sessiz yaşadı ve sessiz öldü. Fakat büyük sanatkâr, büyük insan, büyük vatanseverin şiirlerine ve hayatına koyduğu ölümsüz uğultu, Türk milleti ile birlikte yaşamaya devam edecektir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:28 PM
MELİKŞAH
(1055-1092)

Malazgirt’te, Bizans ordularını yenip imparatorunu tutsak eden büyük Selçuk Hükümdarı Alpaslan'ın bilgili, uygar oğlu... Devletini, imaretlerle, camilerle, sebillerle süsleyip mâmur eden Büyük Selçuklu Hükümdarı!...

Dünyanın, güneş çevresinde döndüğü temel fikrine dayalı olarak "Celalî Takvimi"ni yapan aydın düşünceli bir hükümdar!..

On yedisinde tahta çıkıp, otuz yedisinde öldüğü halde, imparatorluğunu Hindistan'a kadar genişleten ve Halife'yi himayesine alan şanlı bir devlet adamı... Melikşah, daha 11 yaşında iken, babası tarafından veliaht ilân edilmişti.

Babası öldüğü zaman, 17 yaşında idi. Dünyanın en değerli vezirlerinden biri olan Nizamül-mülk, babası gibi, onun da başveziri idi. Amcaları, taht üstünde hak iddiasıyle ayaklandılar, bastırdı. İmparatorluğa bağlı devletler, genç Melikşah'ın tecrübesizliğinden yararlanmak ümidiyle, bağımsızlıklarını ister oldular; ayrı ayrı yola getirdi, imparatorluğunu güçlü ve düzen içinde yaşar hale getirince, önce Karahanlılar'ı, daha sonra Gazneli Türk İmparatorluğu'nu, yaptığı anlaşmalarla kendisine sıkı sıkıya bağlamasını bildi. Böylece, babasından devir aldığı imparatorluk sınırlarını daha da genişleterek huzurlu bir devlet haline koydu.

BUGÜNKÜ TÜRKİYE'NİN İLK TEMELLERİNİ ATANLARDANDI

Bugün içinde yaşadığımız Türkiye'nin ilk temellerini atan da Melikşah'tır. Melikşah , 1077 tarihinde, Kutalmışoğlu Süleyman Şah'a, "Anadolu Melikliği" fermanını gönderdi. Böylece, Anadolu Selçuklularının temeli atılmış oluyordu. Daha sonra bu temel üstüne Osman Bey, kendi adını taşıyan Osmanlı Devleti'ni kuracak ve bu devlet büyük bir imparatorluk haline gelecektir.

Melikşah, Anadolu’daki Türk fetihleri ile çok yakından ilgilenmiş ve Süleyman Şah'ın başarılarını sürekli olarak izlemiş, desteklemiştir.

MelikŞah, babasının tasarladığı fetihleri de tamamlamıştır. Alpaslan, Halep'de ordusunu toparlamış ve Mısır üzerine sefere hazırlanırken, Bizans'ın büyük bir ordu ile Malazgirt önlerine gelmesi üzerine, geri dönmüş ve Bizans İmparatorluğu'nun 150.000 kişilik ordusunu, imparatorlarını da tutsak ederek, perişan etmişti. Fakat ondan sonra, bir kale komutanı tarafından hançerlenmesi ve ölümü yüzünden bu Mısır seferi geri kalmıştır.

HUTBELERİN ABBASİ
HALİFESİ ADINA OKUNMASINI SAĞLADI

Melikşah, Suriye'yi komutanlarından Atsız'ın yönettiği bir ordu ile ele geçirdi. Fatimîleri, Lübnan'dan kovup çıkardı. Hicaz'ı, Şiî Fatimîlerinin nüfuzundan kurtardı. Halife'yi himayesine aldı ve hutbelerin, eskisi gibi, Abbasî Halifesi adına okunmasını sağladı. Böylece, bütün dünya Müslümanlarının hayranlığını, şükranlarını kazandı.

Kafkasya'ya yöneldi. Bu bölgeyi tamamen istilâ edip imparatorluk sınırları içine aldı. Maveraünnehir'e kadar bütün topraklar, Melikşah'ın imparatorluğuna dahil oldu. Bu sırada, Hasan Sabbah gailesi çıkmıştı. İsmailiye mezhebinin temsilcisi olan Hasan Sabbah, çetin bir kaleye sığınmış, dehşet saçıyordu. Kendisine bağlı fedaileri dünyanın dört tarafına gönderiyor, suikastler düzenliyor, cinayetler işliyordu.

37 YAŞINDA, BAĞDAT'DA ZEHİRLENEREK ÖLDÜ...

Melikşah Hasan Sabbah'ı ortadan kaldırmaya ve Mısır'a da bir sefer açarak Fatimîler Devleti'ne son vermeye karar verdi. Başveziri Nizamülmülk, bu işlerle uğraştığı sırada Hassan Sabbah’ın bir adamı Bağdat'a geldi ve büyük devlet adamı Nizamülmûlk'ü öldürdü. Vezirinin katline üzülen Melikşah, Hasan Sabbah'ın işini bitirecek orduyu hazırladığı sırada, yani, Nizamülmülk'ün ölümünden bir ay sonra, 37 yaşında iken zehirlenerek öldü (1092). Bağdat'da ölmüş, cenazesi, başkenti olan Isfahan'a götürülerek kendi yaptırdığı türbesine gömülmüştür.

"Birinci Celâlettin Ebûlfeth" adıyla da tanınan Melikşah'ın 20 yıllık devlet hayatına sığdırdığı zaferler her ne kadar önemli ise de, bu yirmi yıllık zaman içinde uygarlık olarak ortaya konan eserler, ondan çok daha önemlidir. Nehirlere kanallar açarak toprakların sulanması, zirâatin ileri bir metotla geliştirilmesi, imparatorluğu baştanbaşa geçen büyük yolların yapılması, menzillerin kurulması, büyük kervan yollarının güven altına alınması gibi saymakla tükenmeyecek icraat, Melikşah'ın devletine bir uygarlık şerefidir.


Melikşah'ın bunca işi başarmasında, Başveziri Nizamülmülk'ün de büyük hissesi vardır. Fakat Melikşah da büyük bir devlet ve uygarlık adamı idi. Dünyanın, güneş etrafında döndüğü temel düşüncesinden hareket edilerek yapılan "Celalî Takvimi" yalnız Melikşah devletine değil, bütün Türk dünyası, Doğu dünyası için bir şereftir. Batı 16. yüzyılda, bu fikri ileri süren Galile'yi, işkence çarkında eziyordu.

SANATKAR VE BİLİM ADAMLARINI KORUDU

Melikşah, Bağdat'da bir rasathane kurdu. Şairleri, sanatkârları, bilim adamlarını sarayında topladı ve onları fikir ve eser üretmekte arkaladı. Dünyaca ünlü İran şairi Ömer Hayyam da Melikşah'ın sarayında ağırlanmış ve yazdığı rubaileri meclislerde okunmuştur.

Bugün içinde yaşadığımız Türkiye'nin temellerini atan Melikşah'a, Türk milletinin şükranı devam ediyor...

bluekeys™
11-28-2006, 02:28 PM
METE HAN
(? - M.Ö.174)

Asya milletlerini ilk kez avucunda toplayan büyük hükümdar. Çin Seddi'ni ilk aşan Hun soyunun büyük Hakan'ı...Babasından bile gelse, adaletsizliği kabul etmeyen Han Yabgu'su... Büyük Okyanus'tan Hazer’e, Keşmir'den Kuzey Sibirya'ya kadar Asya'yı kaplayan toprakları avucunda tutan adam: Mete Han.

Osmanlı tarihçileri, kendisini Oğuz Han olarak tanıtırlar. Osmanlıların da kökeni olan Oğuz boyu, birçok imparatorluğa ve cihangire kaynaklık etmiştir. Oğuz boyundan gelen Mete Han'ın doğduğu tarih belli değildir. M.Ö. 209'da tahta çıktığı bilinir. 35 yıl Asya'ya hükmettikten sonra M.Ö. 174'de ölmüştür.

Babası, Hun imparatorluğunun kucusu Teoman (Tuman)'dı. Teoman Han, son karısından olan oğlunu tahta geçirmek istiyordu. Oysa, Hanlığın beyleri ve Mete, buna razı değildiler. Böyle bir tercih, hem törelere uygun düşmüyor, hem en yeteneklinin başa geçmesi faziletine gölge düşürüyordu. Mete Han, babasının veliahtlık kararını reddetti. Kendisini destekleyen beylerle birlikte 10.000 kişilik bir ordu kurdu ve babasının üzerine yürüdü. Kanlı savaşlarda Teoman Bey de, sevdiği karısı da, genç veliaht da öldüler. Böylece rakipsiz olarak Mete, Han ilan edildi. (M.Ö.209)

ÖNCE BÜTÜN TÜRKLERİN BİRLEŞMESİNİ SAĞLADI

Mete, "Birlikten kuvvet doğar" felsefesine inanmıştı. Onun için Asya'daki bütün Türklerin birleşmesi gerekti. Önce bunu sağladı. Sonra Türklerin yakın akrabası sayılan Tunguzlar'ı ve Moğollar'ı bir araya getirdi. Böylece o çağda, hiç bir devletin önünde duramayacağı büyük bir ordu kurmuştu. Güneyde Hindistan'a kadar bütün Asya topraklarını imparatorluğuna kattı. Batıda Hazer Denizi'ni sınırları içine aldı. Kuzeyde bütün Sibirya'yı ele geçirdi. Artık Mete'nin karşısında bir tek güç kalmıştı: Çin.

Çin, Çin Şeddi diye anılan aşılmaz bir taş duvarla korunuyordu. Mete orduları, bu taş duvarı aştılar ve Çin'e girdiler. Pateng Kalesi'nde Çin İmparatoru'nu, 320.000 kişilik ordusu ile kuşattı. Mete'nin askerleri kaleye kuş uçurtmuyorlardı. Sonunda kaledekilerin yiyecekleri tükendi. Bugün bile Çinli ihtiyarların söyleyip kuşaktan kuşağa aktardıkları şu şarkı, o zamanlar söylenmişti:

Pateng Kalesi'nde Felaket!
İnsanlar Yedigün ekmeksiz
Kalmadı yay çekecek kuvvet
Öyle bir halkı düşünemezsiniz.

Bu ünlü kuşatmanın kaç gün sürdüğü iyice bilinmiyor. Fakat imparator, sonunda amana geldi. Kuzeydeki Çin vilayetlerini Türklere bırakmaya ve yıllık vergiye bağlanmaya razı oldu. Kuşatma kaldırıldı.

HUN İMPARATORLUĞU
EN UZUN YAŞAYAN TÜRK İMPARATORLUĞUDUR

Mete'nin kurduğu Hun İmparatorluğu, Osmanoğulları'nın kurduğu imparatorluktan sonra, en uzun yaşayan Türk imparatorluğudur. Batılı tarihçiler, Hunları çirkin, vahşi, canavar gibi gösterirler. Bu kesinlikle doğru değildir. Dünyanın hiçbir döneminde uygar olmayan milletler, uygar milletleri hakimiyetleri altında tutamamışlardır. Eğer Hunlar, Batılıların iddia ettikleri gibi çadır uygarlığını yaşayan göçebe bir topluluk olsaydı, 500 yıl yaşayamaz, dünyayı avucunda tutamazdı. Saraylarını tahtadan yapmaları, bir Asya geleneği idi. Çinliler de o tarihlerde saraylarını tahtadan yapıyorlar ve taş kullanmayı uygarlık saymıyorlardı.
Mete'nin babası Teoman, sağlığında imparatorluğunu çocukları arasında bölüştürdü. Böylece Büyük Hun İmparatorluğu, Asya Hunları, Volga Hunları, Avrupa Hunları ve Hindistan Hunları olmak üzere dörde bölünmüştür. Batı'da Antik devri kapatan Attila, Avrupa Hunları'nın başında idi. Hindistan Hunları, 6. yüzyıla kadar egemenliklerini kendi bölgelerinde sürdürdüler.

Yirminci yüzyılda yapılan araştırmalar Hunların uygar bir millet ve devlet olduğunu kesin çizgileri ile ortaya koymuştur. Edebiyatları, mimarileri vardı ve çeşitli tekniği biliyorlar ve kullanıyorlardı. Orta Asya'ya yerleşik bir toplumdu. Toprağı sürüyorlar, ekiyorlar,ürün alıyorlardı.Tahtadan evleri vardı. Hayvanları için ahır yapmasını biliyorlar, siteler kuruyorlardı.

DÜŞMANLARINA KARŞI DEĞİŞİK SAVAŞ
TAKTİKLERİ UYGULUYORLARDI

Çağın en yüksek savaş aletleri ellerinde idi. Düşmanları peşlerine düştükleri zaman geriye dönmeden ok atmada üstlerine yoktu. Düşmanlarına karşı savaş alanının elverdiği şartlar içinde değişik stratejiler kullanabiliyorlar, düşmanlarını şaşırtıyorlar, yitirilmiş savaşları zafere çevirmenin kafa ve seciye üstünlüğünü hemen her vuruştukları yerde gösteriyorlardı.

Zaferden dönen orduları, genç kızların şarkılarla, şiirlerle karşılamaları uygar bir gelenekti. Tiyatro zevkleri vardı. Bugün de geleneksel tiyatro olarak bilinen orta oyunu, o günlerin tiyatrosudur.

Mete Han'ın zaferlerini övmek için söylenmiş Oğuz Destanı, dünyanın en ünlü destanlarından biridir. Oğuz Destanı, Mete'nin doğuşunu şöyle anlatır:

"Günün birinde Ay Kağan'ın gözü parladı, bir oğlan çocuk doğurdu.
Çocuğun yüzü mavi, ağzı ateş kırmızısı, gözleri ela, saçları, kaşları kara idi. Güzel perilerden daha güzeldi. *******n sütünü bir emdi, bir daha emmedi. Yiyecek istedi, konuştu.Doğduktan kırk gün sonra yürümeye, ata binmeye başladı. Ayakları kurt ayağı, beli kurt beli gibi idi. Vücudun her yanı tüylüydü. İşi gücü ata binmek, ava gitmekti."

Hun Türkleri, dünyanın en büyük ilk Türk imparatorluğunu kurmuş, Mete, Attila gibi kahraman hükümdarları ile adını tarihe çivilemiş bir topluluktur. Çağlarının en uygar insanları idiler.

bluekeys™
11-28-2006, 02:29 PM
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMÎ
(1207-1273 )

Ünü dünyayı tutan bir mutasavvıf...
700 yıldır, insan yüreklerinde ve kafalarında yaşayan bir fikir ve gönül adamı... Çağının en büyük devrimcisi... İslâm dinine raksı ve musikîyi sokan büyük Müslüman... Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, 3 Eylül 1207'de Horasan'ın Belh şehrinde doğdu.

Babası, Sultan-ı ulema Mehmet Burhanettin Veled'dir. Öteden beri bilginler yetiştiren bir aileden geliyordu. Horosan'ın en ünlü bilgini sayılmaktaydı. Oğlu Celâleddin'e daha küçük yaşlarda iken okuyup yazma öğretmiş, bilgisini oğluna aktarmaya çalışmıştı. Bir gün oturduğu şehri terketti ve oğlunu yanına alarak uzun bir geziye çıktı. Belh'den neden ayrıldığı bilinmiyor.

Celâleddin, babası ile birlikte, çeşitli şehirlerde konaklayarak Hicaz'a gitti. Hac farizasını yaptıktan sonra, Şam'a geldiler. Şam'da, Muhittin-i Arabi ile tanıştılar, konuştular. Muhittin-i Arabi'nin, o sıralar henüz 13 yaşındaki Celâleddin'e, babası kadar önem verdiği ve itibar ettiği söylenir.

Yine babası ile birlikte Konya'ya geldi. Doğuda ün yapmış Burhanettin Veled ve karşılaştığı her insanda saygı ve hayranlık uyandıran oğlu Celâleddin, Konya'da fevkalâde karşılandı. Selçuk hükümdarları dahi, verdiği vaazları dinlemişler ve fikirlerinden yararlanmışlardır.

AKILLI BİR DÜŞÜNÜRDÜ

Burhanettin Veled, 6 Şubat 1231'de Konya'da öldü. Babasının yerini oğlu Celâleddin almış, vaaz ve derslerini vermeye başlamıştı. Büyük bir tesir gücü vardı. Eski Yunan tefekkürünü, Sokrat, Eflatun, Aristo'yu Doğu kültürü ile kaynaştırarak yeni bir senteze gittiği içindir ki, bazı Batılı eleştirmenler kendisine "Doğu Rönesansının Kaynağı" gözü ile bakarlar. Akılcı bir düşünürdü ve evrende olup bitenleri, akılcı bir yöntemle açıklıyordu.

Konya'da, babasından çok daha geniş bir ün kazandı. Adı, Anadolu'dan, Selçuk sınırlarından taşmıştı. Ders verdiği öğrencileri, hocalarını tapar gibi seviyorlar ve kendisini "Mevlânâ" diye çağırıyorlardı.

37 yaşına kadar bu böyle sürüp gitti. Fakat ömrünün 37. yılında, günlerden bir gün, Şam'dan bir derviş çıkageldi. Adı, Tebrizli Şems'ti. Kara kalın bir aba giyiyor, ağaç dalından kesilmiş bir âsâ ile dolaşıyordu. Kaynayan kara gözleri vardı ve konuştuğu insanların adeta yüreklerini tutuşturuyordu. Mevlânâ'ya:

"Bu kitapları bırak" dedi ."Onlar, gerçeğin dış kabuğudur. Gerçeğe, akılla değil, yürekle ulaşılır. Bilmediğimiz bir yerden geldik, bilmediğimiz bir yere gidiyoruz. Geldiğimiz yer Tanrı, gideceğimiz yer Tanrı'dır. Ondan koptuk, ona döneceğiz. Ondan getirdiğimiz cevher, aklımızda değil, yüreklerimizde saklı. Sevilecek tek şey Tanrı'dır!. Ona akılla değil, yürekle ulaşabiliriz! Sev öyle ise!. Sev ki, gerçeğe ulaşabilesin!. Bu kitapları okuyanlar, "Enel-hak" diyen en büyük ermiş, Hallacı Mansur'u asmadılar mı?.. O ki, Tanrı'ya ulaşmıştı, sonunda "Tanrı Benim" dedi."

YOLUNU KESTİLER, ÖLÜMLE TEHDİT ETTİLER

Bu fikirleri tanıdıktan sonra, birdenbire değişiverdi Mevlânâ!. Bir anda kitaplarını bıraktı, derslerini, öğrencilerini bıraktı, yalnız Şems'in öğretileri içinde Şems ile yaşamaya başladı.

Çevresindekiler, Şems'i kıskandılar. Şems'i, Mevlânâ'yı ellerinden almış bir şarlatan gibi görüyorlardı. Karanlıkta yolunu kestiler, ölümle tehdit ettiler. Sonunda Şems, bu yüzden tekrar Şam'a döndü. Fakat Mevlânâ, Şems'in yokluğunda; öylesine perişan oldu, öylesine gözyaşı döktü ki, oğlu Sultan Veled, Konya'yı temsil eden 20 kişilik bir heyetle Şam'a gitti, Şems'i buldu ve onu tekrar Konya'ya babasının yanına getirdi.Mevlânâ şiirler söylüyordu:

"Oraya gitme, demedim mi sana,
Seni yalnız ben tanırım, demedim mi?.
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim!
Bir gün, kızsan bana, alsan başını, yüz bin yıllık yere gitsen,
Dönüp kavuşacağın yer benim, demedim mi?."

Fakat ne yazık ki, bu beraberlik de uzun sürmedi. Mevlânâ'nın bütün zamanlarını Şems ile geçirmesi, müritlerini ihmal etmesi, bir türlü bağışlanamıyordu. Düşmanlıklar ayaklandı. Yol kesmeler, tehditler aldı yürüdü. Bir gün Şems, ortalıktan kayboldu. Öldürüldü mü, uzak bir yere mi gitti, bilinmiyor.

ÖMRÜ KİTAPLAR VE ŞİİRLERLE GEÇTİ

Mevlana ömrünün yarısını, kitaplar arasında geçirmişti, öteki yarısını da şiirler söyleyerek tüketti.

"Dinle neyden kim hikâyet etmede,
Ayrılıklardan şikâyet etmede"

diye başlayan 25.700 beyitlik Mesnevi'si, çağını çok aşan, günümüzde de insanlara fikir yolları gösteren büyük bir eserdir. Bunun dışında, bütün şiirlerini bir araya getiren "Divan-ı Kebir"i, vardır. Bundan başka, düşüncelerini yansıtan "Fih-i Mafih" ve "Mektubât" ayrı değerde eserleridir.

Mevlâna Celâleddin'i Rumî, 17 Aralık 1273'de öldü. Ölümü, yalnız Konya'da, yalnız Selçuklu ülkesinde değil, çok geniş bir dünya parçasında yankılar yapmıştır. Bugün de dünyanın pek çok ülkelerinde adına kurulmuş dernekler vardır. Her yıl Konya'da yapılan anma toplantılarına, dünyanın her tarafından insanlar gelmekte ve "Şeb-i arûz" törenlerine katılmaktadır. Çünkü o bütün dünya insanlarına sesleniyordu:

"Gene gel gene...
Ne olursan ol!..
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,
İster, yüz kere tövbe etmiş ol,
İster yüz kere bozmuş ol tövbeni.
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı!.
Nasılsan, öyle gel!."

bluekeys™
11-28-2006, 02:29 PM
MİMAR KEMALETTİN
(1870 – 1927)

Türk mimarlık dünyasının ihyası için çalışmış bir fen adamı... "Taşa, gönülden bir şey koymazsan, heykel olmaz, yapıya tarihin içinden bakmazsan, eser olmaz" diyen
bir mimar... Mimarlığın, güzel sanatların bir parçası olduğunu unutmayan insan...

1870 yılında İstanbul'da doğdu. Deniz albaylarından Ali Bey'in oğludur. İlköğrenimini İbrahim Ağa ilkokulunda yapmıştır. Babası, görevle Girit'e gidince, Kemalettin de Girit'e gitmiş ve orada bir yandan Fransızca, bir yandan Arapça dersler alarak bu iki dili öğrenmiştir. Babası ile birlikte İstanbul'a dönünce, bu sefer özel hocalardan bu iki dili geliştirmiş ve perkitmiş, bu arada da Şemsülmaarif ve Numune-i terakki okullarında öğretimini ilerletmiştir.

HÜKÜMET HESABINA ALMANYA'YA GÖNDERİLDİ

Lise tahsilini tamamladıktan sonra mühendis okuluna girdi. Bu okulu birincilikle bitirmiştir (1891). Bu yetenekli öğrenciyi, okulun hocası Alman mimar, kendisine asistan olarak almış ve birlikte çalışmıştır. Dört yıl kadar çeşitli mimarlık ve yapı işlerinde çalıştıktan sonra, öğrenimini daha ilerletmek için hükümet hesabına Almanya'ya gönderildi.

Mimar Kemalettin, Almanya'ya gitmeden önce, İstanbul'daki çalışmaları sırasında Osmanlı tarihini inceledi. Özellikle Osmanlı Güzel Sanatlar tarihini dikkatle gözden geçirdi. Bu uygarlığın yetiştirdiği mimarları ve bunların en büyüğü olan Mimar Sinan'ı, eserlerindeki özellikleriyle etüt etti. Almanya'ya geldiği zaman, doğu kültürü ile dolu idi.

Dört buçuk yıl Almanya'da kaldı. Charlattenburg Teknik Okulu'nu bitirdi. 19. yüzyıl Alman mimarisini inceleyerek, tarihle mimarî arasında köprülerin nasıl kurulduklarını öğrendi ve Türkiye'ye döndü.

Türkiye'ye dönünce, Mühendis Mektebi'nin mimarlık ve inşaat hocalığına atandı. Burada öğrencilerine, Türk mimarisinin geçirdiği safhaları ve yıkılışını anlatıyor, yabancı ellere düşen Türk mimarisinin nasıl dejenere olduğuna öğrencilerinin dikkatini çekiyordu. Bu hocalığı sırasında bazı yetenekli mimarlarımız yetişmiş ve hocalarının açtığı çığırı yaşatmaya çalışmışlardır.

NEO-KLASİZM DENEMESİ YAPIYORDU

Kemalettin Bey, hocalık dışında, özel bürosunda iş de kabul ediyordu. Bostancı, Bebek camileri bu dönem çalışmaları içindedir. Bir ara, Seraskerlik Dairesi Başmimarlığı'na getirildi. 1908 devriminden sonra Evkaf Nezareti inşaat ve tamirat Müdürü oldu. Özellikle bu dönemde verimli çalışmaları görülmüştür, l. Vakıf Hanı, II. Vakıf Hanı, III. Vakıf Hanı ve IV. Vakıf hanları, bu dönem içinde projelendirilmiş, inşaatına girişilmiştir. Mimar Kemalettin, Alman mimarisinin güvenli oturmuşluğu ile Osmanlı mimarisinin inceliğini birleştirerek yeni bir üslup yaratmaya çalışıyor, bir çeşit neo-klasizm denemesi sürdürüyordu.

Yahya Kemal'in divan edebiyatında yaptığı işi, Mimar Kemalettin mimaride uyguluyor gibiydi. İkisi de, eskinin ölümsüz yanlarını alarak, değersiz eklemelerden soyutlayarak bir eskimsi yeni veya yenimsi eski yaratmaya çalışmakta idiler. Kemalettin Bey, Türk kubbesini, kemerlerini, sarkıtlarını stlize ederek yapılara yansıtıyor, Türk çinilerini süslemede kullanıyor ve böylece yaptığı binalar, modern niteliklerinden hiçbir şey kaybetmeden, eski mimarimizin özellikleriyle bezenmiş oluyordu.

Bu neo-klasik arayışa karşı çıkan mimarlar da vardı. Onlara göre, Kemalettin Bey'in yaptığı, eski mimariden kubbe, sarkıt, kemer almak gibi basit bir işti. Bununla bir üslup yaratılamazdı. Ayrıca bu alıntılar, maliyete intikal ettiği zaman, büyücek masraf kapısı açıyorlardı. Oysa Osmanlı Devleti, Batılılaşmaya doğru gitmekteydi. Edebiyatta, resimde, güzel sanatların bütün dallarında Batı'ya giderken, mimaride sapma yapmak, çağın anlayışına ters düşmekti. Durup dururken böyle bir moda yaratmanın âlemi yoktu. Yeni bir çağ başlamıştı ve çağın gereklerine göre, sade, ucuz, hacmin iyi kullanıldığı eserler verilmek sırası idi...

İNGİLTERE, KRALİYET MİMARLIK ENSTİTÜSÜ'NE ÜYE OLARAK KABUL ETTİ

Kemalettin Bey, bu eleştirilere aldırış etmeden çalışmalarını sürdürdü, insan, tarihi ile birlikte yaşıyordu. Geçmişten kopmanın imkânı yoktu. Öyleyse, eserlerine kendi düşüncesini, kendi zevklerini ve hatta dünya görüşünü aktarmalıydı: "Her eser, mimarinin imzasını taşır."

Mimar Kemalettin, Kudüs'teki "Mescid-i Aksa"nın tamiri işini üzerine aldı. Bunu büyük bir ehliyetle başardı. Başarısı, yalnız Osmanlı ülkesinde değil, bütün dünyada yankılar yaptı. İngiltere, Kemalettin Bey'i, Kraliyet Mimarlık Enstitüsü'ne üye olarak kabul etti. Son devrin bütün büyük eserleri onun eliyle ortaya konmuştur, denebilir.

Başlıca eserleri: İstanbul Bahçekapı’daki 4 Vakıf han, Hürriyeti Ebediye Tepesi’ndeki "Şehitler Anıtı", Bostancı, Bebek, Bakırköy camileri, Çamlıca Kız Lisesi binası, Lâleli'deki sıra apartmanlar, Ayazma Mektebi, Eyüp'teki Reşadiye Okulu ve türbesi, Yeşilköy Camisi, Mahmut Şevket Paşa, Cevat Paşa, Ali Rıza Paşa türbeleri, Sultan Selim civarında birkaç medrese, şimdiki Üniversite Kitaplığı... Ankara'da, Mimar Kemal Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü, Türk Ocağı binası, Devlet Demir Yolları binası ve proje halinde kalmış birçok eser... 1927'de öldü.

Mimar Kemalettin, Türk mimarî tarihine atılmış şerefli bir imzadır

bluekeys™
11-28-2006, 02:29 PM
MİMAR SİNAN
( 1490-1588 )

Çağımızın ünlü mimarı Wright, "Hiç kimse, yıldızlı gökyüzünü, birkaç direğin üstüne oturtmasını, Sinan kadar becerememiştir" diyor. Eğer bugün dünyada estetik kubbe sanatı ve bir hesap-kitap mucizesi, varsa bunu, Türklerin büyük mimarı Sinan'a borçludur. Estetik kubbe, ne Arap'tır ne de Bizans... Türk’tür. Kubbe bugün de, dokunulmaz ölçülerine Sinan'ın hendese kafasında ve hesabında ulaşmıştır. Günümüzün modern mimarisi, Sinan'ın attığı temeller üstünde yükseliyor.

Sinan'ın Osmanlı sınırlarından taşarak bir dünya mimarı olmasının sırrı, BAKMASINI ve GÖRMESİNİ bilmesindedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun fışkırma ve yayılma devri olan 16. yüzyılda Türk orduları nereye gitti ise, oralara giden ve gittiği yerlerdeki sanat eserlerini kafası ve ruhu ile inceleyen Mimar Sinan, baktığı eserlerde aradıklarını görmesini bilmiş ve sonra, bütün bunlarla beraber ve bunların dışında yepyeni bir mimari ortaya koymuştur.

1490'da Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu. 1512'de bir devşirme grubu ile İstanbul'a geldi ve "Acemi Oğlanlar" okulunda okudu. Bu sırada, İstanbul'un eşsiz sanat eserlerini inceledi. Yavuz Sultan Selim ile birlikte Çaldıran seferine katıldı. 1516'da Mercidabık ve Ridaniye savaşlarına girdi. Yavuz Selim'le birlikte Kahire'de kaldı. Mısır firavunların ehramlarını, saraylarını, mabetlerini, Kölemen sultanlarının eserlerini, Araplar döneminin camilerini, köprülerini bir bir gözden geçirdi.

ORDUDA BİRÇOK SEFERLERE KATILDI

Rodos seferine katıldı ve bu seferden sonra Sekban sınıfına geçti. Rodos'ta da Yunan mimarisini tanıdı. 1526'da Kanunî Sultan Süleyman'ın Mohaç Meydan Savaşı'na katıldı. Macaristan'ın başşehri Budin'e girdi. Orada, sarayları, kiliseleri inceledi. Kanunî'nin Bağdad seferinde yine orduda idi. Bağdad'a giren ordu ile birlikte, Arap mimarisinin en parlak eserlerine irfan gözü ile bakmasını bildi. Bu sırada önce Haseki, sonra Subaşı tayin edildi.

Boğdan seferinde ordunun Prut Nehri'nin geçmesi gerekiyordu. Kurulan köprüler tutmuyor, kazıklar çöküyor, akıntı köprüyü sürüklüyordu. Padişah, bu işin üstesinden gelecek birinin bulunmasını emretti. İkinci Vezir Lütfi Paşa, Sinan'ı tanıyor, güveniyordu. Padişah'a tavsiye etti. Kanunî, Sinan'a: "Göreyim seni... Şuraya bir köprü kur... Askerim üstünden geçsin... Ama başaramazsan, sen bilirsin!.." dedi. Sinan önce akıntıyı, sonra bataklığı inceledi, gözledi ve 13 gün içinde bir köprü kurdu. Askerler üzerinden bütün ağırlıklarıyla geçtiler. Padişah Sinan'a: "İşe yarar adammışsın!" diye iltifat etti.

1539'da Lütfü Paşa sadrazam olunca, Sinan da mimarbaşılığa getirildi. Böylece, Osmanlı uygarlığına mührünü basan Mimar Sinan, 49 yaşında toplumuna ve kendisine şerefler katacak işine başlamış oluyordu.

BİRÇOK SARAYLAR, MEDRESE VE CAMİLER YAPTI

İlk büyük eseri, 1544'de başlayıp, 1548'de tamamladığı Şehzade Camisi'dir. Kanunî Süleyman, "Şehzadeler Güzidesi" diye övdüğü oğlu için yaptırdığı bu caminin, bir abide-eser olmasını istiyordu. Medresesi, türbesi, imareti, tabhane ve misafirhanesi ile tam bir külliyedir ve gerçek bir sanat değeri taşımaktadır.

Sinan, bundan sonra birçok saraylar, medreseler, camiler, türbeler yaptı. İstanbul'u içme suyuna kavuşturmak için, ünlü Bentleri inşa etti. Ünü, bütün ülkeyi tutmuş, nerede bir eser yapılacaksa, ondan yardım istemek usul haline gelmişti. Sinan, her yere yetişiyor, planlar yapıyor, uygulamasını kontrol ediyor ve mimarîde Osmanlı-Türk çizgisini ebedileştiriyordu.

KANUNÎ, GÜZEL BİR KÜLLİYE YAPTIRMAK İSTEDİ

Kanuni, dünyanın en büyük ve en güçlü imparatorluğunun başında bulunan bir Padişah olarak, ülkesinde yapılan bütün eserlerden daha büyük, daha muhteşem,
daha sanatlı ve güzel bir külliye yaptırmak hevesindeydi. Bunun mümkün olup olmadığını Sinan'dan sordu. Yaptıracağı bu külliyeye, kendi adını verecekti... Sinan, alçakgönüllülüğünden hiçbir şey kaybetmeden, "Devletinizde her şey mümkündür" dedi.

Süleymaniye'nin temeline ilk harcı, çağının en ünlü alimî olan Şeyhülislam Ebussuud Efendi koydu, inşaat başladı. Sinan, Ayasofya'nın kubbesinden daha büyük ve daha estetik bir kubbeyi, caminin üstüne kondurmak istiyordu. Çekemeyenler, Sinan'ın düşmanları harekete geçtiler. Bunların başında Sadrazam Rüstem Paşa da vardı. Bunlar, bu kadar büyük bir kubbenin tutturulmayacağını, maazallah çökerse, yüzlerce müminin ölümüne sebeb olacağını ileri sürüyorlar ve Sinan'ın bu yüzden inşaatı bitirmeyi geciktirdiğini söylüyorlardı.

Kanunî bir gün camiye geldi ve inşaatın ne zaman biteceğini sordu. Sinan, "iki ay içinde" dedi. Çevresindekiler, bu kadar kısa bir zamanda inşaatın tamamlanamayacağını söyleyerek Sinan'ı uyarmak istediler. Fakat o fikrinde direndi ve iki ay sonunda caminin anahtarlarını cihangir hükümdara götürdü.

BİRBİRİNDEN ÜSTÜN İKİ ESER...

Kanuni'den sonra yerine Padişah olarak gelen 2. Selim için de Edirne'de, Selimiye Camisi ve külliyesini inşa etmiştir. Sinan: "Kalfalığımda Süleymaniye'yi, ustalığımda Selimiye'yi yaptım" der. Biri birinden üstün iki eserdir. Dünya mimarî anıtları arasında yer alırlar. Michel Ancelo'nun Roma'daki Sen Piyer Kilisesi ile Selimiye, mimarlık tarihinde, birbirlerine karşı ayrı ayrı üstünlükleri olan, fakat birbirlerinden üstün olmayan iki eser olarak eleştirilir.
Sinan Osmanlı ülkesi içinde 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 7 su yolu ve su kemeri, 8 köprü, 15 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen, 32 hamam yapmış ve bırakmıştır. Bugün de Türk ve dünya mimarisine atılmış en büyük imza olarak bilinmektedir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:29 PM
MİTHAT PAŞA
( 1822- 1884 )

İstanbul'da doğdu. Babası, Hacı Eşref Efendi'dir. Okuma yazmayı çevresinden öğrendi. Asıl adı Ahmet Şefik'tir. 10 yaşında Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş, dini bilgilerini almıştı. Güzel okunaklı bir yazısı vardı, üstelik hızlı yazmasını beceriyordu. Babıâli Divan Kalemi'ne girdi. Kalemde, Farsça, Arapça bilenler vardı. Onlardan dersler aldı ve dil bilgisini ilerletti. Arkadaşları kendisine Mithat ismini verdiler. Bundan sonra bu isimle tanınmıştır. Bir münasebetle Koca Reşit Paşa'nın huzuruna çıkınca, Paşa'nın dikkatini çekti. Paşa kendisine Arapça ve Farsça'dan başka, Fransızca dersleri de almasını tavsiye etti. Bu sefer Fransızca'ya başladı ve kısa bir zamanda bu dilde bir hayli ilerledi.

MİTHAT PAŞA 39 YAŞINDA «ISLAHHANE» AÇTI

Yirmi yaşından yirmi altı yaşına kadar kâtiplik görevi ile Şam'da, Sayda'da, Konya ve Kastamonu'da bulundu. İstanbul'a dönünce, Reşit, Ali ve Mütercim Rüştü paşaların başkanlıklarında kurulan heyetlerde tutanak kâtipliği yaptı. Zekâsı ve becerikliliği ile bu paşaların dikkatlerini çekti. Kendisini, Fransızca'yı ilerletmek ve Batı memleketlerini yakından tanımasını sağlamak için Avrupa'ya gönderdiler. Londra, Paris, Belçika ve Viyana'yı gördü. Batı toplumlarının örgütlenmesi dikkatini çekmişti. 6 ay süren bu gezisinden sonra İstanbul'a döndüğü zaman, Yusuf Kâmil Paşa'nın başkanlığındaki kabinenin başkâtipliğine getirildi.

1861'de 39 yaşında iken, kendisine vezir rütbesi verildi ve Niş vilayetine vali gönderildi. Avrupa gezisi sırasında gördüklerini uygulayabileceği bir yere gelmişti. Önce, halkı rahatsız eden eşkıyaları kısa bir sürede yok etti. Yollr açtırdı. Sulama kanalları yaptırdı. Kimsesiz çocuklar için "ıslahhane"ler açtı. Bu çalışmaları İstanbul'a yansıyor ve takdir topluyordu. Fuat ve Âli paşalar, ondan daha da yararlanmak için, Silistre, Vidin, Niş vilayetlerini Tuna vilayeti adı altında birleştirerek başına Mithat Paşa'yı getirdiler. Geniş yetkileri vardı. Burada da yollar, sulama kanalları, ıslahhaneler yaptı. Belediye teşkilâtını modernleştirdi ve Ziraat Bankası'nı kurdu.

Buradan, önce İstanbul'da Şûra-yı Devlet Başkanlığı'na, oradan da Bağdat valiliğine atandı( 1869). Tuna vilayetinde yaptığı icraatını orada da tekrarladı. Fakat Sadaret makamına gelen Mahmut Şevket Paşa, icraatı ile sarayda büyük yankılar yapan Mithat Paşa'nın muvaffak olmasını istemiyordu. Çeşitli yollarla valisini iş yapamaz hale getirdi. Bunun üzerine Mithat Paşa, Bağdat Valiliği'nden istifa ederek İstanbul'a döndü.


MİTHAT PAŞA'NIN İLK SADRAZAMLIĞI 3.5 AY SÜRDÜ

Ancak, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, Mithat Paşa'nın İstanbul'da bulunmasını, mevkii açısından tehlikeli gördü ve kendisini Edirne valiliğine tayin etti. Mithat Paşa, vilayetine hareket etmeden, usul gereği, sarayda Padişah Abdülaziz'e bir veda ziyareti yaptı. Abdülaziz, bu gittiği vilayeti mamureye çeviren Paşa'yı beğendi. Hele Mahmut Nedim Paşa hakkındaki düşüncelerini korkusuz, pervasız söylemesi, büsbütün hoşuna gitti. Ertesi günü, Mahmut Nedim Paşa'dan mührünü aldırdı ve Mithat Paşa'yı sadrazam yaptı.

Mithat Paşa'nın sadrazamlığı uzun sürmedi. Mahmut Nedim Paşa'nın, gözboyamak için şişirdiği bütçeyi gerçek rakamlarıyla padişaha sununca, devlet giderlerinin gelirlerinden çok olduğu ortaya çıktı. Saray tahsisatlarının kısılması gerekiyordu. Ayrıca Mithat Paşa, kendi düşüncesine uygun bir dış politika izlemekte idi. 31 temmuz 1872'de oturduğu sadrazam koltuğundan, 18 ekim 1872'de indirildi. Devletin başında, sadece üç aya yakın bir zaman kalabilmişti.

Ahkâm-ı Adliye Meclisi Reisliği, Selanik valiliğinde bulunduktan sonra, Mütercim Rüştü Paşa kabinesine, bir çeşit devlet bakanı demek olan "Sandalyasız Nazır" olarak getirildi. Osmanlı ülkesi, özellikle İstanbul kaynıyordu, imparatorluk ıslahat hareketlerine muhtaçtı. Bürokrasinin bir kanadı meşrutiyetin kurtarıcı olacağına inanmıştı. Bunların içinde Mithat Paşa da vardı. Nitekim, Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ile, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Harbiye Komutanı Süleyman paşalar da tıpkı Mithat Paşa gibi düşünüyorlardı. Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ile anlaştılar ve Âbdülaziz'i tahttan indirdiler. Yerine V.Murad geldi (30 mayıs 1875).

Fakat V. Murad bir ruh hastası idi. Kısa bir sürede bu padişahla iş görmenin mümkün olamayacağı ortaya çıktı. Bu sefer Mithat ve Rüştü paşalar, Şehzade II. Abdülhamit'le görüştüler ve kendisinden meşrutiyeti ilân edeceği vaadini aldıktan sonra, V. Murad hal’ edildi ve yerine II.Abdülhamit geldi (1876).

MİTHAT PAŞA ABDÜLHAMİT ÎLE İHTİLAFA DÜŞTÜ

Mithat Paşa, ikinci defa sadrazam oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk Kanun-ı Esasi'si hazırlandı ve ilân edildi. Meclis toplandı. Kısa bir sürede Abdülhamit'le Mithat Paşa ihtilafa düştüler. Abdülhamit, "Kanun-ı Esasi"nin kendisine verdiği "sürgün" hakkını kullanarak Mithat Paşa'yı memleket dışına çıkardı. Mithat Paşa, bir süre Avrupa'da kaldı. Tekrar memlekete çağrıldı, önce Suriye Valiliğine, sonra da İzmir Valiliğine getirildi, İzmir Valisi iken, tutuklanacağını haber aldığı için, Fransız Konsoloshanesine iltica etti. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine İstanbul'a getirildi. Padişah Abdülaziz'in katli ile suçlanıyordu.

Yıldız'da kurulan bir mahkemede idama mahkûm edildi. Padişah bu mahkûmiyeti ömürboyu hapse çevirdi ve Taife sürgün etti. 7 mayıs 1884'te boğularak öldürülmüştür.

bluekeys™
11-28-2006, 02:30 PM
MURAT HÜDAVENDİGAR
( 1326-1389 )

Devlet felsefesi olan bir hükümdar... Savaşta ve diplomaside üstün insan. Osmanlı devletinin toplumsal temellerini atan 3. adam.

1326'da Bursa'da doğdu. Osmanlı beyliğinin 3. hükümdarıdır. İlk gençliğinde, Bursa Sancak beyi olarak hizmet gördü. Amcası Süleyman Paşa, Rumeli'de fetihlerini sürdürürken, Murad da yardımcı olmuş, Çorlu ve Lüleburgaz'ın ele geçirilmesinde yararlıkları görülmüştür. Süleyman Paşa, fetihler sırasında ölünce, Rumeli'nin işini Murad sürdürdü.

1362'de Orhan Bey ölünce, yerine geçen Murad, savaşta ve devlet işlerinde pişmiş, başarılı bir komutandı. Fakat hükümdar değişikliği, daima düşmanlara ümit vermiştir. Orhan'ın ölümü, Murad'ın beyliğe geçişi de Bizans'a bir ümit ışığı yakmış ve Bizanslılar, bu dönemde, Çorlu-Lüleburgaz ve Malkara'yı geri almaya muvaffak oldular. Ankara, Ahileri de Osmanlı muhafızları kovmuşlardı. Bir de, Eskişehir'deki kardeşleri başkaldırınca, düşmanlara gün doğdu.

Ama Murad, hiç acele etmeden önce Bizans'ın eline düşen Çorlu, Malkara ve Lüleburgaz'ı geri aldı. Kardeşlerinin isyanını bastırdı ve kendilerini bertaraf etti. Ankara Ahileri de şehri teslim ettiler. Fakat Murad sadece şehirleri almakla kalmıyor, yepyeni bir iskân politikası ile, Rumeli'de aldığı toprakların halkını Anadolu'ya geçiriyor, Anadolu'daki halkı da Rumeli'ye yerleştirerek, Osmanlı devlet yapısının temellerini oluşturuyordu. Bu, yeni bir toplum yaratma politikası, daha sonraki yıllarda ihmal edildiği için, milliyetçilik cereyanları karşısında Osmanlı ülkesi, yüz yıl içinde parçalanmış, erimiş ve elden çıkmıştır.

SIRP ORDUSU BÜYÜK BOZGUNA UĞRADI

Evrenos Bey ve Hacı Ali Bey akınlarını sürdürdüler. Murad, Edirne'nin Bizans'tan alınmasına karar verdi. Bulgar ve Bizans orduları yenildiler ve Edirne Türklerin eline geçti. İlk Edirne muhafızı olan Lala Şahin Paşa, Filibe'yi, Evrenos Bey Gümülcine'yi aldı.
Avrupa telâşa düşmüştü. Türklerin durdurulması gerekliydi. Fakat Bizans'ın gözü korkmuştu. İmparator İoannes, Murad Bey'le anlaşıp topraklarının üzerindeki hakkından vazgeçti.

Bu, nisbeten sakin geçen dönemde, Murad savaşta tutsak edilen Hıristiyan çocukların Anadolu'daki çiftliklere gönderilerek bir süre eğitildikten sonra bunlardan yeni bir ordu kurulmasını, Çandarlı Kara Halil'e emretti. Kara Halil bu teşkilâtı kurdu ve adına yeni asker anlamanı gelen "Yeniçeri" dediler. Büyük tarihçi Toynbee: "Sürüden bir kuzu alıp, onu çoban köpeği yapmak ve kurda karşı sürüyü korumak görevini bu kuzuya vermek, Türklerin icat ettiği bir marifettir" diyor. Sonraları bu kurulan Yeniçeri teşkilâtı ordunun temeli olmuştur.

OĞLU, BABASINA BAŞKALDIRDI
Papa Urbanus V.Macar, Bulgar, Sırp krallarını ikna ederek bir Haçlı seferi düzenledi. Buna, Eflâk Voyvodası ile Bosna Bey'i de katıldılar. Lala Şahin Paşa, durumu Anadolu'daki padişaha duyurdu. Murad 10.000 kişilik bir kuvvetle Hacı İlbeyi, bu salip ordusunu, kendisi yetişene kadar oyalamak görevi ile Rumeli'ye gönderdi. Salip ordusu, Edirne üzerine yürüyordu. Hacı İlbey, Sırp Sındığı denen yerde, beklenmedik bir baskın yaptı. (1346) Macar Kralı Lajos güçbela canını kurtarabildi. Çoğunluğunu Sırpların teşkil ettiği ordu, darmadağın oldu.

Murad ertesi yıl Edirne'yi kendisine başkent yaptıktan sonra, akınları başlattı. Bulgar Kralı Türk egemenliğine girmeyi kabul etti ve kızını Murad'a vererek bir akrabalık kurdu. Bu sefer Sırplar, Makedonya beyleri ile birleşerek Türklere saldırmayı denediler. Çirmen Savaşı'nda yenilip yüzgeri oldular. Batı Trakya ve Makedonya Türklerin eline geçti.

Anadolu'daki Türk beyliklerini birleştirmek işi, güç yürüyordu. Murad, Karaman-oğlu'na kızını vererek ve Süleyman Şahın kızını da oğluna alarak, bir akrabalık örgüsü içinde birleşmeyi denedi. Hamidoğulları beyliğini, Kemalettin Hüseyin Bey’den 60.000 duka altını karşılığı satın aldı. Sıra Candaroğulları'na gelmişti. Bu sırada, beklenmedik bir şey oldu. Murad'ın 14 yaşındaki oğlu Savcı Bey, Bizans imparatorunun oğlu Andronikos ile birleşerek babasına başkaldırır. Murad Bey, İstanbul yakınlarında bu başkaldıran asi evlâtların ordusunu dağıttı ve kendi oğlunun gözlerine mil çektirerek kör etti. Bizans imparatoru da kendi oğlunu cezalandırdı.

Murad Bey, satın aldığı Hamidoğlu topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırmak için Konya üzerine yürüdü. Karaman beyin ordusunu darmadağın etti ama Murad Bey'in kızı olan karısının yalvarmaları üzerine hayatını bağışladı.

HAÇLI ORDUSU BİR KEZ DAHA YENİLDİ

Murad Bey Konya'da oyalanırken, Sırp despotu, Bosna Bey'i, Arnavut beyleri tekrar birleştiler. Hırvat ve Bulgar kralları ile Dobruca hâkimi de birliğe katılınca, Murad Bey, Lala Şahin Paşa komutasındaki akıncı kuvvetlerini Rumeli'ye geçirdi. Fakat bu kuvvetler, birleşik Hıristiyanlara yenildiler. Yıllardan beri zafer görmeyen Hıristiyan devletleri büyük bir ümide kapıldı. Murad, Çandarlı Kara Halil'in komutasında 30.000 kişilik bir orduyu Rumeli'ye geçirdi. Kendisi de Anadolu beylerinden devşirdiği bir ordu ile Kosova önlerine geldi. Düşmanla karşılaştılar. (1388) Tarihin büyük meydan muharebelerinden biri yapıldı. Batı için bu savaş, ölüm-kalın meselesi idi. Fakat Türkler yine yendiler ve Haçlı Ordusunu kılıçtan geçirdiler.

Murad Bey, savaş meydanını gezerken bir yaralı Sırplı tarafından hançerlenerek şehit oldu. Bursa'da kendi adına yaptırdığı cami ve imaretin yanındaki türbede gömülüdür.

bluekeys™
11-28-2006, 02:30 PM
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
(1881 – 1938)

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı. Selanik, Kasımiye Mahallesi'nde, bugün müze olan evde dünyaya geldi. Babası Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Mustafa eğitime Selanik'te "Fatma Mollakadın" adlı mahalle okulunda başladı; daha sonra bu okuldan alınarak Şemsi Efendi İlkokulu'na verildi.Bu okulu bitirmeden babası öldü. Bu yüzden Zübeyde Hanım, Langaza'da bir çiftlikte kahya olarak çalışan kardeşinin (Hüseyin Ağa) yanına çocuklarıyla birlikte gitti. Mustafa, burada bir süre tarla bekçiliği yaptı. Köyde okul yoktu. Bu sebeple Mustafa Selanik'te bulunan teyzesinin yanına gönderildi. Selanik Mülkiye İdadisi’ne yazıldı ise de arkadaşlarıyla anlaşamadı ve okulu terketti; çünkü Mustafa, askerî okula gitmek istiyordu. Sonunda Askerî Rüştiye'ye yazıldı (1893). Matematik derslerindeki başarısından dolayı Mustafa Sabri adlı matematik öğretmeni ona "Kemal" adını verdi. Mustafa Kemal, 1896'da Askerî Rüştiye'yi bitirdi ve Manastır Askerî İdadisi'ne girdi. Bu okulu 1898'de tamamlayarak İstanbul'daki Harbiye Mektebi'ne geldi; piyade sınıfına yazıldı (13 Mart 1899).
Mustafa Kemal, Harbiye Mektebi'ni 10 Şubat 1902'de bitirdi ve Erkân-ı Harbiye (Kurmay) sınıflarına geçti.
Erkan-ı Harbiye (Harb Akademisi)'yi 11 Ocak 1905'te bitirdi ve kurmay yüzbaşı oldu. Kurmaylık hakkını kazanan onüç subaydan biri idi. Beyazıt'ta bir ev kiralamıştı. Ayrıca birkaç arkadaşı ile bu eve bitişik bir oda tutmuştu. Siyasî faaliyetleri bu odada sürüyordu. Arkadaşlarından birinin bu durumu jurnal etmesiyle, Mustafa Kemal, Ali Fuad (Cebesoy) ve 2 yüzbaşı tutuklandılar. Yıldız Sarayı'nda birkaç ay sorguya çekildiler, İstanbul'dan sürülmek şartıyla affedildiler.
Mustafa Kemal ve Ali Fuat, Şam’a, 5. Ordu emrinde 30. Süvari Alay’ına gönderildiler. Bu görev Mustafa Kemal’e imparatorluğun içinde bulunduğu durumu öğretti. Mustafa Kemal, burada Hacı Mustafa (Cantekin) ile tanıştı. Mustafa Kemal ve arkadaşları Müfit (Özdeş), Lütfi ve Mustafa (Cantekin) birleşerek "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdular (Ekim 1906). Cemiyetin Yafa, Kudüs ve Beyrut şubelerini Mustafa Kemal açtı. Ancak Suriye, cemiyetin gelişmesi için uygun değildi. Bu sebeple Mustafa Kemal, Selanik'e giderek cemiyetin bir şubesini de orada kurdu. Kısa bir süre sonra Şam'a döndü, İngiltere ile Osmanlı Devleti arasındaki Akabe meselesi yüzünden güneye gönderilen birlikler arasında Birüssebi'ye gitti. O sırada Selanik'te İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulmuştu. Eylül 1907'de bu iki cemiyet "İttihat ve Terakki" adı altında birleşti.
Haziran 1907'de Mustafa Kemal, kolağası olarak önce Şam 5. Ordu kurmaylığına, Eylül ayında da Manastır 3. Ordu Komutanlığı emrine tayin edildi. Manastır'a giderken Selanik ordu müşirliği kurmaylığına gönderildiğini öğrendi. 22 Haziran 1908'de kendisine ek görev olarak Selanik-Üsküp demiryolu müfettişliği verildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri bu bahane ile onu, merkezden uzaklaştırmış oluyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1876 Anayasası'nın geri getirilmesini isteyen bir bildiri yayınladı. Çıkan olaylar sonucu 23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edildi .İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinden binbaşı Enver (Paşa) bu zaferin kahramanı olarak görülüyordu. Mustafa Kemal, ülkede reformlar yapılmasını, İttihat ve Terakki'nın açık bir siyasî parti niteliği almasını ve ordunun kesin olarak siyasetten çekilmesini istiyordu. Mustafa Kemal ve İttihat ve Terakki arasındaki fikir uyuşmazlığı bu görüşlerden sonra ortaya çıktı. Bu sırada Trablusgarp'ta Meşrutiyet'e karşı bir ayaklanma başladı. İttihatçılar bunu bir fırsat bilerek Mustafa Kemal'i Trablusgarp'a yolladılar. Mustafa Kemal, kan dökmeden ayaklanmayı bastırdı ve Redif tümeni kurmay başkanı olarak Selanik'e döndü (13 Ocak 1909). II. Meşrutiyet'e rağmen İttihatçılar İstanbul'a hakim olamamışlardır, İslamî prensiplerin ihlâl edildiği bahane edilerek İstanbul'da bir ayaklanma meydana geldi. 31 Mart Olayı adı verilen bu ayaklanmayı "Hareket Ordusu" bastırmıştır. 3. Ordu'ya bağlı birliklerle Redif kıtalarından meydana gelen Hareket Ordusu olayı bastırdıktan sonra suçluları cezalandırdı ve padişah II. Abdülhamid tahttan indirildi.
22 Eylül 1909'da Selanik'te İttihat ve Terakki'nin yıllık kongresi toplandı. Mustafa Kemal bu kongreye Trablus delegesi olarak katıldı ve görüşleriyle dikkati çekti.
Bundan sonra Mustafa Kemal, Zabit Talimgahı ve 38. Piyade alay kumandanlığı yaptı. General Litzman'ın "Takımın Muharebe Talimi" ve "Bölüğün Muharebe Talimi" adlı kitaplarını çevirerek bastırdı (1909 ve 1912). Cumalı Ordugahı (1909) ve Tabiye Tatbikat Seyahati (1911) adlı kitaplarını da bu dönemde yayınlandı. 1910 sonbaharında, Fransız ordusunun Picardie'de yaptığı tatbikata katıldı.29 Eylül 1911'de İtalyanlar Trablusgarb'a saldırdılar. Bu bölge imparatorluğun ihmal edilmiş bir bölgesi idi ve savunması az sayıda bir kuvvete bırakılmıştı. Paris Ataşemiliteri Fethi (Okyar), Berlin Ataşemiliteri, En ver (Paşa) gönüllü subay olarak Trablus'a gittiler. Mustafa Kemal de gizlice Trablus'a geldi. Önce Tobruk'ta sonra Derne'de muharebeleri yönetti. 27 Kasım 1911'de Binbaşı oldu. Bu sırada Balkan Savaşı başladı (1912). Mustafa Kemal bu olay üzerine İstanbul'a geldi. Ancak, Bulgarlar, Çatalca hattına kadar gelmişlerdi. Osmanlılar Bolayır Yarımadası'nda kuvvet toplamayı, bu kuvvetle Bulgar hattının gerisine saldırmayı düşünüyorlardı. Mustafa Kemal, Bolayır'da kurulan mürettep kolordusunun harekat şubesi müdürlüğüne tayin edildi (25 Kasım 1912). Mürettep kolordu kumandanı Fethi Bey'in askerlikten istifa edip, İttihat ve Terakki'nin Genel Sekreteri olmasıyla, yerine Mustafa Kemal geçti. 22 Temmuz 1913'te Edirne'ye giren ilk kuvvetler bu kolorduya aitti. 27 Ekim 1913'te Mustafa Kemal Sofya Askerî Ateşeliği'ne gönderildi; bu bir çeşit sürgün cezası idi.
Bu sırada Enver Paşa yarbaylıktan tuğgeneralliğe yükselerek Harbiye Nazırı oldu ve orduda bir gençleştirme hareketine başladı. Mart 1914'te Mustafa Kemal yarbaylığa yükseltildi. 28 Haziran 1914'te Avusturya veliahtı Arşidük Franz Ferdinand Saraybosna'da öldürüldü. Bu I. Dünya Savaşı'nın başlamasıydı. Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti'nin Almanya yanında savaşa girmesine karşıydı. Enver Paşa ise karşı fikri destekliyordu ve Osmanlılar Almanların yanında savaşa katıldılar.
Mustafa Kemal, 2 Şubat 1915'te Tekirdağ'da kurulmakta olan 19. Tümen Kumandanlığına getirildi. 19. Tümen önce Maydos (Eceabad)'a sonra Bigalı'ya nakledildi. Bu sırada İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale'yi geçmeye çahşmışlarsa da ağır kayıplara uğrayarak geri çekilmişlerdir (18 Mart). 25 Nisan'da Gelibolu Yarımadası'na iki yerden çıkartma yapıldı (Seddülbahir ve Arıburun). Mustafa Kemal'in hayatında önemli bir yer tutan Çanakkale Savaşları başlamıştı. Mustafa Kemal'in Sarıbayır, Kocaçimen, Çonkbayırı, Kireçtepe ve Anafartalar'da muharebeleri tarihin en çetin muharebeleri olarak nitelenmiştir. 21 Ağustos muharebelerinden sonra düşmanı denize dökmek için bir saldırı düşündü. Ancak yardımcı kuuvetlere ihtiyaç vardı. Yardım gelmeyince Grup Kumandanlığı'ndan istifa etti. İstifası kabul edilmeyerek hava değişimine çevrildi. Mustafa Kemal albaylığa yükseltildi.
Bir süre Soyfa'da dinlendi ve daha sonra Edirne'de 16. Kolordu Kumandanlığına tayin edildi (1916). Nisan 1916'da rütbesi generalliğe yükseltildi. Mustafa Kemal Muş ve Bitlis'i geri aldı (6-7 Ağustos 1916). Bu başarısından dolayı Altın Kılıçlı imtiyaz madalyası kazandı. 5 Mart 1917'de 2. Ordu kumandan vekili, 18 Mart'ta da asaleten ordu kumandanı oldu. Daha sonra Hicaz Kuvve-i Seferiyesi kumandanlığı teklif edildiyse de görevi kabul etmedi. Başkumandanlık Hicaz'in boşaltılmasını teklif etti. Enver Paşa bu görevi Mustafa Kemal'e verdi; bu şekilde onu harcamak istiyordu. Ancak Mustafa Kemal bu teklifi de kabul etmedi. Enver Paşa, Bağdat'ı geri almak üzere Halep'te Yıldırım Orduları grubu adı verilen yeni bir kuvvet topluyordu. Bu orduların başına general Falkenhayn getirildi. Mustafa Kemal Paşa da bu gruba bağlı 7. Ordu Kumandanı oldu (5 Temmuz 1917). Bağdat'ın geri alınmasından vazgeçildi ve ordu Filistin'e yollandı. Buradan Enver Paşa'ya bir rapor gönderdi. Enver Paşa'nın raporla ciddi bir şekilde ilgilenmemesi yüzünden istifa etti. 7 Kasım 1917'de genel karargah emrine alındı.
Aralık 1917'de Kayser, Osmanlı padişahını Alman imparatorluk karargahına davet etti. Bu davete veliaht Vahdeddin Efendi ve Mustafa Kemal Paşa birlikte gittiler.15 Aralık 1917-5 Ocak 1918 tarihleri arasında yapılan bu seyahatte Veliaht'a savaşın kaçınılmaz sonuçlarını anlatmaya çalıştı. Dönüşünde böbrek rahatsızlığının artması yüzünden Karlsbad (Bugünkü Karlovi Vari) gitti. Temmuz 1918'de kendisini ziyarete gelen bir arkadaşı padişah Mehmed Reşad'ın öldüğünü ve yerine Vahdeddin'in geçtiğini bildirdi. 4 Ağustos 1918'de İstanbul'a döndü. 16 Ağustos 1918'de 7. Ordu Kumandanlığına yeniden tayin edildi. 22 Eylül'de Vahdeddin'in fahrî yaveri oldu. Buna rağmen Nablus'a gitti. Bu cephede 3 ordu vardı. Bu üç ordunun Filistin Cephesi'ndeki muharebeleri yenilgi ile sonuçlandı.
8 Ekim'de Talat Paşa hükümeti istifa etti. Padişah hükümeti kurmak görevini Tevfik Paşa'ya verdi. Mustafa Kemal Paşa, Padişaha telgraf çekerek sadarete Ahmed İzzet Paşa (Furgaç)'yı getirmesini istedi. Sonuçta Tevfik Paşa hükümeti kuramadı ve sadrazam Ahmed İzzet Paşa oldu. Ancak Mustafa Kemal Paşa'yı Harbiye Nazırı yapmadı. 30 Ekim'de Osmanlı Devleti Mondros Müterekesi 'ni imzaladı. Mütarekeye göre Alman kumandanların Türkiye'yi terketmeleri gerekiyordu. Bu sebeple Liman von Sanders Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığı'nı Mustafa Kemal Paşa'ya bıraktı (31 Ekim). 7 Kasım 'da Yıldırım Orduları Kumandanlığı kaldırıldı ve 13 Kasımda Mustafa Kemal Paşa İstanbul'a geldi. Bu tarih müttefiklerin İstanbul'a geliş günüydü.
Sadrazam İzzet Paşa istifa etti. Yeni hükümeti kurma görevi Tevfik Paşa'ya verildi. Mustafa Kemal ve arkadaşları yeniden İzzet Paşa'nın sadrazam olması için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. Mustafa Kemal Paşa "Zabit ve Kumandanla Hasbihal" adlı eserini bu sırada yayınladı, işgal kumandanları ondan şüphelenmeye başladılar. Kendisini uygun bir görevle merkezden uzaklaştırmak gerekiyordu, İngiliz raporlarına göre Türkler Samsun'da Rum ahaliye baskı yapıyorlardı, İngilizler, bu duruma bir son verilmezse kendilerinin Mondros Mütarekesi'nin 7. maddesi gereğince işe el koyacaklarını bildirdiler. Hükümet bir tedbir olarak Mustafa Kemal Paşa'yı 9. Ordu Kıtaatı müfettişliğine tayin etti. Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'da hem askerî, hem de mülkî görevleri vardı. Bunlar kısaca: Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, silahların toplattırılıp saklanması ve mıntıkadaki Redd-i İlhak ve Mü-dafaa-i Hukuk cemiyetlerinin kapatılması idi. Mustafa Kemal Paşa bu görev ile müfettişlik sınırları içinde ve dışındaki bütün kumandanlarla doğrudan doğruya haberleşip, gereken emirleri verecekti. Mustafa Kemal, yol hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde yaptı, İstanbul'dan ayrılmadan önce Yıldız Sarayı'nda Vahdeddin'i ziyaret etti ve gizli bir görüşme yaptı. 16 Mayıs'ta Bandırma vapuru ile hareket ederek 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.
Bu arada Batı Anadolu'da da Yunan işgali başlamıştı. Yunan kuvvetleri 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıktılar.
Mustafa Kemal Paşa, çalışmalarını iki nokta üzerinde topladı: l-Yetkisi altındaki askerî ve sivil makamlarla sıkı bir temas kurmak. 2-Halkı düşmanlarla savaşmaya teşvik etmek.
Bu sebeple Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak grupları arasında bağlantı kurmaya çalıştı. Bu çalışmaları işgal kuvvetleri ile Osmanlı Hükümeti'ni tedirgin etti. İngilizlerin baskısıyla hükümet Mustafa Kemal Paşa'yı geri çağırdı. Mustafa Kemal Paşa bunu kabul etmedi ve karargahını Samun'dan Havza'ya taşıdı. 28 Mayıs'ta Havza'dan Anadolu ve Trakya'daki bütün kumandanlara ve sivil yöneticilere ilk genelgesini gönderdi. Havza'dan Amasya'ya geçti 21/22 Haziran gecesi ünlü Amasya Genelgesi (Tamimi)'ni yayınladı. Mustafa Kemal Paşa 3 Temmuz'da Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti'nin düzenlediği kongreye katılmak üzere Erzurum'a geldi, İstanbul Hükümeti 7 Temmuz'da Mustafa Kemal'i görevinden uzaklaştırdı. Mustafa Kemal bunu haber alır almaz görevlerinden istifa etti. Erzurum Kongresi 23 Temmuz'da toplandı, 7 Ağustos'a kadar devam etti. Kongrede vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı; vatanın istiklalini İstanbul Hükümeti koruyamazsa, bunu temin için bir geçici hükümet kurulacağı; manda ve himayenin kabul olunmayacağı gibi önemli kararlar alındı. Sivas Kongresi 4 Eylül 1919'da toplandı. Kongre Erzurum Kongresi- nde alınan kararları onayladı. Misak-ı Milli metnini daha açık bir hale getirdi. Aldığı kararları uygulayabilmek için bir Heyet-i Temsiliye seçti.
12 Eylül 1919'da Mustafa Kemal Paşa bütün telgraf merkezlerine bir tamim göndererek, iyi bir hükümet işbaşına gelinceye kadar İstanbul Hükümeti ile bütün resmî bağların kesildiğini bildirdi. Damad Ferid Paşa hükümeti çekildi ve yerine Ali Rıza Paşa geldi. Hükümet Heyet-i Temsiliye ile görüşmek ve bir anlaşma yapmak için Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı Anadolu'ya gönderdi. 20-22 Ekim'de yapılan görüşmelerde alınan kararlarla İstanbul Hükümeti Anadolu hareketini resmen tanımış oluyordu.
7 Kasım 1919'da İstanbul Hükümeti'nce yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa Erzurum milletvekilliğine seçildi. 27 Aralık'ta Ankara'ya geldi. 10 Ocak 1920'de Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'ni kurdu.
12 Ocak'ta İstanbul'da Meclis-i Mebusan açıldı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'a giden milletvekillerine kendisini Meclis başkanlığına seçmelerini ve "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk" adı altında bir grup kurmalarını teklif etmişti. Fakat başkan olmasının sakıncalı olacağı düşüncesiyle onu başkanlığa seçmediler ve kurdukları gruba Felah-ı Vatan adını verdiler. Bu grup 28 Ocak'ta Misak-ı Milli esaslarını bir bildiri şeklinde Meclis'e kabul ve imza ettirmiştir. 13 Mart'ta Onlar Meclisi İstanbul'un işgaline karar verdi ve 16 Mart'ta İstanbul işgal edildi. 18 Mart'ta Osmanlı Meclisi son toplantısını yaparak çalışmalarına ara verdi.
Mustafa Kemal Paşa 19 Mart'ta yayınladığı bir bildiri ile Ankara'da bir meclisin toplanacağını, bu meclisin milletin seçeceği temsilciler ile İstanbul Meclisi üyelerinin Anadolu'ya geçebilenlerinden oluşacağını bildirdi.
Ankara'da kurulan T.B.M.M. ilk toplantısını 23 Nisan 1920 Cuma günü, en yaşlı üye Sinop milletvekili Şerif Bey'in başkanlığında yaptı. 24 Nisan'da başkanlığa seçilen Mustafa Kemal Paşa söz alarak Mondros Mütarekesi'nin imzasından Büyük Millet Meclisi'nin açılışına kadar geçen siyasî olayları anlattı.
Ankara'ya ilk geldiği günlerde Ziraat Okulu'nda ve sonraları istasyon binası yanındaki dairede bir süre kaldıktan sonra, Ankara Belediyesi'nin Çankaya'da satın alarak kendisine hediye ettiği köşke yerleşmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa'nın bütün hayatı tam bir çalışma içinde geçiyordu. Meclis'te kurulan Lâyiha Encümeni'ne 27 Nisan 1920'de seçildi. 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı makamı kurulunca, Fevzi Paşa bu göreve seçilinceye kadar İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı'nı da yaptı. Mustafa Kemal, 30 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'nin kurulduğunu bir sirkülerle bütün yabancı devletler Hariciye nezâretlerine bildirmişti. Bu arada, İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal Paşa'yı idam cezasına mahkûm ediyordu.
Mustafa Kemal, Ermenistan askerî kuvvetlerinin Türklere karşı yapmaya başladıkları zulümlere son vermek üzere 9 Haziran 1920'de Doğu vilayetlerimizde gerekli hazırlıkların yapılması için emir vererek, 15.Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir'i Şark Cephesi Komutanlığı’na tayin etti.
22 Haziran 1920'de de Yunan Ordusu, Salihli, Akhisar, Soma, Aydın, Nazilli yönünde ilerlemeye başladı. Bu taarruzun amacı Sevr Antlaşması'nın kabul edilmesini kolaylaştırmaktı. Büyük Millet Meclisi, bu taarruzu önlemek ve dağınık kuvvetleri bir kumanda altında birleştirmek üzere, 18 Haziran 1920'de Ordu Komutanlığı yetkisi ile Garp Cephesi Komutanlığı'nın kurulmasına karar verdi ve bu vazifeye 20. Kolordu Komutanı General Ali Fuad (Cebesoy) tayin edildi. Düşman kuvvetleri kısa bir müddet içinde Trakya'yı işgal ettiler (20-27 Temmuz 1920).
İtilaf Devletleri, daha Yunan taarruzu başlamadan önce padişah hükümeti elçilerini Paris'e davet ederek, Osmanlı Devleti'yle barış için hazırladıkları Sevr Projesi'ni vermişler (11 Mayıs 1921) ve Vahdeddin'in başkanlığında toplanan bir "Şurâ-yı Saltanat" da 22 Temmuz 1920'de antlaşmanın kabul ve onanmasına karar vermişti, İstanbul Hükümeti elçileri, öldürücü hükümler taşımasına rağmen, bu anlaşmayı imzaladılar (10 Ağustos 1920).
Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında Sevr Antlaşması'nı imzalayanların ve bunu onaylayan Şurâ-yı Saltanat 'ta bulunanların vatan haini olduklarını ve vatansız sayılmalarını karar altına aldı.
24 Eylülde Türk topraklarına saldıran Taşnakçı Ermenistan'a 28 Eylül 1920'de Şark Cephesi'ndeki ordumuz taarruza geçerek, arka arkaya zaferler kazandı. Sarıkamış, Kars ve Gümrü işgal edildi. Ermenilerin istekleri üzerine 18 Kasım 1920'de mütareke imzalandı; 2/3 Aralık gecesi de Gümrü Antlaşması yapıldı.
Ermenilerle mevcut anlaşmazlıklar halledildiği ve Misak-ı Milli'nın Doğu'daki hudutlarımıza ait bir kısım gayeleri gerçekleştiği sıralarda Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi'nin Gürcistan ile olan münasebetlerini de düzenlemek için çalışıyordu. Temmuz 1920'de İngilizler, Batum'u boşaltınca Gürcüler Batum'u işgal etmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa 25 Temmuzda bu hareketi protesto etti.

bluekeys™
11-28-2006, 02:30 PM
(Devamı...)

Daha sonra Gürcü Hükümeti'nin elçisi, aradaki anlaşmazlıkları bir karara bağlamak üzere Ankara'ya geldi. Ancak Gürcülerin görüşmeleri uzatmaları ve güçlükler çıkarmaları üzerine Gürcistan'a bir ültimatom verildi (23 Şubat 1921). Sonuçta Ardahan, Artvin bölgesi işgal edilerek Misak-ı Milli’nin bir kısım gayeleri daha elde edildi.
11 Mayıs 1920'de Moskova'ya gitmek üzere yola çıkan Türk elçileri, Moskova'ya , 11 Temmuz'da vardılar. Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, 3 Haziran 1920'de Misak-ı Millî'yi tanıdıklarını bildirmiş ve antlaşma metni 24 Ağustos 1920'de son şeklini almıştı. Ancak Sovyetler Ermeniler lehine Doğu hudutlarımızda fedakarhk yapmamızı isteyince, antlaşmanın imzalanması geri bırakıldı. 14 Aralık'ta Moskova'ya bir heyet daha gönderildi. 16 Mart 1921'de Türk-Sovyet dostluğunun temeli olan Moskova Antlaşması imzalandı. Mustafa Kemal Paşa siyasî, ictimaî,idarî ve askerî görüşlerini açıklayan bir program hazırladı ve bunu "Halkçılık Programı" adı altında bastırarak hükümet teklifi halinde Meclis'e verdi (13 Eylül 1920). Mustafa Kemal Paşa'nın programı esas tutularak hazırlanan (20 Ocak l920) Teşkilat-ı Esasiye kanunu kabul edildi.
Kurtuluş Savaşı devam ediyordu, II.İnönü Zaferinden sonra Ankara'ya dönmüş olan Londra Konferansı Türk elçilik heyeti başkanı Bekir Sami'nin imzaladığı sözleşmeler, Mustafa Kemal'in şiddetli tenkitlerine hedef oldu ve hükümetçe reddedildi.
10 Mayıs 1921'de Ankara öğretmen okulunun konferans salonunda Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında toplanan 151 milletvekili "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Meclis Grubu" nü teşkile karar verdiler ve grup başkanlığına oy birliğiyle Mustafa Kemal Paşa'yi seçtiler.
5 Ağustos 1921'de T.B.M.M. Başkomutanlık görevini Mustafa Kemal Paşa'ya verdi. Sakarya Meydan Muharebesi'nden önce Mustafa Kemal Paşa atına binerken düştü ve kaburga kemiklerini kırdı. Ankara'ya gelerek gerekli tedavisini yaptırttıktan sonra hemen cepheye döndü. 23 Ağustos-13 Eylül 1921'de cereyan eden muharebe zaferle sonuçlandı ve 19 Eylül 1921 'de kabul edilen bir kanunla Mustafa Kemal'e Müşirlik (Mareşallik) rütbesiyle Gazilik unvanı verildi. 31 Ekim 1921'de ise Gazi Mustafa Kemal'in Başkomutanlık yetkisi üç ay daha uzatıldı. 4 Şubat 1922'de Büyük Millet Meclisi ikinci defa Gazi Mustafa Kemal'in Başkomutanlık görev ve yetkilerini üç ay daha uzattı. 5 Mayıs 1922'de Gazi Mustafa Kemal'in görev ve yetkilerinin uzatılması hakkında teklif olunan yeni kanun tasarısı, onun Başkomutanlık'ta kalmasını istemeyenlerin tesiriyle Büyük Millet Meclisi'nde yapılan birçok tartışmalı görüşmeden sonra oylar dağıldığı için kabul edilmemişti. 6 Mayıs'ta Büyük Millet Meclisi' nin yaptığı gizli toplantıda Mustafa Kemal Paşa'nın Başkomutanlık görevi 3 ay daha uzatıldı.
26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı saat 05.30'da Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı ve Kurmay başkanlarıyla birlikte Kocatepe'de hazır bulunuyordu. Düşman Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde büyük bir yenilgiye uğratıldı (30 Ağustos 1922). T.B.M.M. 8 Temmuz 1920'de Meclis Başkanlığı kürsüsüne örttüğü kara örtüyü 6 Eylül 1922'de kaldırdı.
Siyasî alanda başarının müjdesi olan Mudanya Mütarekenâmesi de imzalanmış bulunuyordu (11 Ekim 1922). 28 Ekimde de İtilâf devletleri konferansın Lozan'da toplanacağını bildirmişlerdi.
Büyük Millet Meclisi l Nisan 1923'de seçimi yenilemeye karar verdi. Yapılacak seçimde milletin yeni vekillerine vereceği görev ve yetkileri Mustafa Kemal Paşa 8 Nisan 1923'de "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adına "Dokuz Umde" halinde yayımladı. Mustafa Kemal Paşa'nın bu Dokuz Umde'si Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilk yazılı programı oldu. 9 Eylül 1923'te Parti kuruluşunu tamamladı. 11 Eylül'de Fırka, kurucusu Mustafa Kemal'i Genel Başkanlığına seçti. Hayatı boyunca Cumhuriyet Halk Partisi'nin "Değişmez Genel Başkanı" olan Mustafa Kemal Paşa'yi ölümünden sonra 26 Aralık 1938'de toplanan olağanüstü Kurultay "Ebedî Şef" ilân etti.
Mustafa Kemal, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında partinin ikinci kurultayında 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığı günden başlayarak Millî Mücadelemiz ve İstiklal Savaşımızın geçirdiği saf haları bütün belgeleri ile anlatmıştır. Mustafa Kemal Paşa nutkuna, Türk Cumhuriyeti'ni, Türk Gençliği'ne, emanet eden tarihî hitabesiyle son vermiştir.
24 Temmuz 1923'de Lozan Antlaşması imzalandı. 29 Ekim 1923 saat 20.30'da Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet'i kabul etti ve derhal Cumhurbaşkanlığı seçimine gidildi. Oy birliğiyle ilk Cumhurbaşkanlığına Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa seçildi. Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet Hükümetinin ilk Bakanlar Kurulu'nu kurmaya da Başbakan sıfatıyla İsmet Paşa'yı memur etti. 3 Mart 1924'de Halifelik kaldırıldı ve Osmanoğulları Hanedanı mensupları Türkiye sınırları dışına çıkarıldı. Bu suretle Cumhuriyet rejimi tam manasıyla kurulmuş oluyordu.
Türk Milleti Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak yeni bir Türk Devleti'ni kurmayı başarmış ve cumhuriyeti ilân etmişti. Şimdi bu devletin medenî devletler seviyesine yükseltilmesi gerekiyordu. Bu sebeple eski müesseselerle, özelliklerini kaybetmiş olan gelenekleri bırakarak ve yerlerine devletin yapısına uygun müesseseleri kurmak gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa kısa bir süre içinde bunları tasarlamış ve uygulamaya koymuştur.
Bütün bu çalışmalar, Türkiye Devleti'ni medenî milletler seviyesine yükseltme amacını taşıyordu. Ancak bu çalışmalar büyük bir süratle yapılmalı idi. Atatürk, bu çalışmaları büyük bir başarı ile sürdürmüş üstün bir kumandan ve üstün bir diplomattır. “Yurtta sulh cihanda sulh” prensibiyle Devleti'ni medenî milletler arasında söz sahibi yapmıştır.
Atatürk Ocak 1938'de Yalova ve Bursa'ya yaptığı seyahat sırasında hastalandı. Mayıs 1938'de Mersin'e yapmış olduğu seyahat de onu yordu ve yeniden hastalandı. Yapılan konsültasyonda, hastalığın karaciğerde olduğu anlaşılmıştır (Siroz ). Atatürk, 10 Kasım 1938'de saat 09.05'de ölümsüzlüğe geçti. 16 Kasım'da tabutu Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonuna konuldu ve halkın ziyareti için sarayın kapıları açıldı. 19 Kasımda yine aynı salonda Prof. Şerafettin Yaltkaya cenaze namazını kıldırdı. Daha sonra cenaze Gülhane Parkı'na getirilerek Yavuz zırhlısına kondu ve İzmit'e gönderildi. 20 Kasımda ise trenle Ankara'ya getirildi. 21 Kasım'da törenle geçici kabri olan Etnografya Müzesi'ne defnedildi. 10 Kasım 1953'te de kendisi için yaptırılan Anıtkabir'e nakledildi.

bluekeys™
11-28-2006, 02:31 PM
MUSTAFA REŞİT PAŞA
( 1800- 1858 )

Osmanlı devletinin yenileşme ve Batı'ya yaklaşma döneminin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından biri... Osmanlı diplomasisine yeni ufuklar getiren bir diplomat... Büyük Reşit Paşa, 1800 yılında İstanbul'da doğdu. Tanzimat Fermanı'nı kaleme alan ve bizim ilk anayasamızın temellerini atan devlet adamımız olduğu için, Büyük Reşit Paşa diye anılır.

Reşit Paşa, bürokrat bir aileden gelir. Babası, Enderun yetiştirmelerinden Mustafa Efendi'dir. Eniştesi, Sadrazam Ispartalı Ali Paşa idi. Reşit Paşa'nın yetişmesini de eniştesi Ali Paşa üstlenmiştir. Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Zamanın bilginlerinden dersler aldı. Daha çok genç yaşta, eniştesiyle birlikte Mora'ya gitti; Yunan isyanının iç yüzünü, Avrupa devletlerinin Osmanlı devletinin içişlerine nasıl karıştıklarını yerinde gördü. Bu içler acısı perişanlık, genç adamın kafasında yepyeni düşüncelerin doğmasına yol açtı.

OSMANLI DEVLETİ DIŞ MÜDAHALELERİN GÖBEĞİNDE YAŞIYORDU

İstanbul'a döndüğü zaman, Hariciye Nazırı Pertev Paşa ile görüşürken söyledikleri, Nazırın dikkatini çekti. Olağanüstü bir gözlem gücü vardı ve gözlemlerden hareket ederek çözüme gidebiliyordu. Pertev Paşa, Padişah II. Mahmut ile görüşürken, bu genç yetenekten bahsetti. II. Mahmut, yepyeni bir Osmanlı devleti kurmak, Batı'nın gelişmelerini ülkesine getirerek devletini geliştirmek istiyordu. Mustafa Reşit Bey'le görüştü ve kendisinde aradığı vasıfların bulunduğunu anlamakta gecikmedi.

Bir ara, devletine baş kaldırır gibi olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile yapılan müzakerelerde bulundu. Mısır meselesinin hangi etkenlerin altında geliştiğini farketmekte gecikmedi. Osmanlı devleti, dış müdahalelerin göbeğinde yaşıyordu. Bu dönemde adı, hem Osmanlı sınırları içinde, hem Avrupa'da "iyi diplomat" olarak duyulmuştu.

Önce Londra Büyükelçisi oldu. Bu elçilikte gösterdiği başarı üzerine, Dışişleri Bakanlığı'na getirildi. Bu sırada, yenilik taraftarı II. Mahmut ölmüştü (1839).

Taht'a II. Mahmud'un 17 yaşındaki oğlu Abdülmecit çıkmıştı. Genç padişahı tutucu bir çevre, babasının başlattığı yenilik hareketlerinden caydırmaya çalışıyordu. Yenilik taraftarı bilinen Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'yı da bir kenara itmek istiyorlardı. Oysa Reşit Paşa, devletinin ve dünyanın durumunu çok iyi görüyordu. İmparatorluk, düşmanla çevrelenmişti. Bunlardan bir bölümü ile anlaşıp öteki bölümüne karşı direnmekten başka çıkar yol yoktu. Fransa ve İngiltere'yi, Rusya'ya karşı kullanarak bir denge yaratmak, bu sükûndan faydalanıp bazı Batı toplum kuruluşlarını Osmanlı devletine getirerek modern bir devlet olmak, tek çıkar yoldu.

REŞİT PAŞA SADRAZAM OLDU

Genç Padişah, doğru fikirlerin Reşit Paşa'dan geldiğini farketmekte gecikmedi. ' Kendi isteği ile, o güne kadar elinde tuttuğu bazı haklarından vazgeçerek, Reşit Paşa'nın kaleme aldığı "Tanzimat Fermanı"nı imza etmekte tereddüt etmedi. Böylece, Tanzimat dönemi başlatılmış oldu. Reşit Paşa da Sadrazam olmuştu.

Reşit Paşa'nın ilk işi, Mısır meselesinin halli olmuştur. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı'ya başkaldırmış, orduları Kütahya önlerine kadar ilerlemişti. Üstelik Türk donanması, Kaptan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa eliyle Mısır'a götürülüp Kavalalı'ya teslim edilmişti. Fransızlar, Kavalalı'yı arkalıyorlardı. Reşit Paşa, İngiltere'yi, Hindistan yolunun tehlikede olduğuna ikna etti ve İngilizler, savaş tehdidi ile Fransa'yı, Mısır işine karışmaktan alıkoydular. Bundan yararlanan Reşit Paşa, Mısır kuvvetlerini Beyrut civarında perişan etti. Mısır'ı barışa zorladı. Kavalalı, kendisine iltica eden Osmanlı donanmasını geri verdi ve böylece Mısır meselesi hâlledilmiş oldu.

Reşit Paşa, çeşitli aralıklarla 5 kere Sadrazam olmuştur. Sadrazam olmadığı zamanlarda da çoğu zaman Hariciye Nazırı olarak kabinede bulunuyordu. Onun en büyük eseri, kaleme alıp genç hükümdara imzalatmaya muvaffak olduğu "Tanzimat Fermanı"dır. Tanzimat Fermanı Osmanlı devletinin ilk yazılı anayasasıdır. Bu anayasa ile vatandaşın ana hakları, devletin teminatı altına alınıyordu.

KANUN ÖNÜNDE HERKESE EŞİTLİK TANINDI

Bu fermana göre, mahkeme kararı olmaksızın, hiçbir vatandaşın hayatına dokunulamayacak, ne padişah, ne sadrazam, "hikmet-i hükümet" mazereti ile hiç kimsenin öldürülmesini emredemeyecekti. Teba arasında eşitlik kuruluyordu. Kanun önünde herkes müsavi idi. Vatandaşa angarya yaptırılmayacak, kanunsuz vergi alınamayacak, mülkiyet hakkı, devletin teminatı altında olacaktı.

Din, ırk, mezhep farkları da kaldırılmıştı. Sokaklarda papazlarla hocalar sarmaş dolaş oluyorlar, her ırktan insanlar, adalet önünde eşit saygı görüyorlardı.

Mustafa Reşit Paşa, 1858 yılında, daha çok genç sayılacak bir yaşta öldü. Zamanında çok değerli devlet adamları, sanat adamları yetiştirmiştir. Türk sadrazamlarının en büyüklerinden biri sayılır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:31 PM
NAİMA
( 1655-1716 )

Türk tarihinin en büyük ustası... İbni Haldun'un bilimsel Batı tarihine temel olan fikirlerinden hareket ederek, Osmanlı tarihini kaleme alan büyük yazar!

Naima, saray vak'anüvisi olduğu halde, tarihçi olmasını bilmiş ilk fikir adamımızdır. Tarihin, olaylar dizisinden ibaret olmadığını, yaşanan hayata etkisi olan "Yaşanmış hayat parçası" olduğunu idrak eden ve belgelerin dışında sadece sosyolojik yorumlara yer veren bu tarihçimiz, günümüzün birçok tarihçilerine bile hocalık edecek düzeyde bir tarih bilginimiz-dir.

1655'te Halep'te doğdu. Asıl adı Mustafa Naim'dir. Genç yaşta İstanbul'a gelmiş ve Baltacılar Ocağı'na kaydolmuştur . Bu ocağa kayıtlı olanlar, Beyazıt Camii'ndeki derslere de devam ederlerdi. Naima da öyle yaptı. Dersleri dikkatle izledi ve her öğrendiğini kendi içinde tartışarak bir kere daha değerlendirmeden kullanmadı.

Bir süre sonra Baltacılar Ocağı'ndan çıkıp Divan-ı Hümayun kalemine girdi. Burada "Naima" mahlasını almıştır. Karagöz Ahmet Paşa, kaptan-ı deryalığa getirilince, paşanın "divan efendisi" oldu. Bu dönemde kendisini, devrin önemli kişilerine tanıtmak fırsatını buldu. Şair, bilgin Rami Mehmet Efendi, Kazasker Yahya Efendi gibi insanlarla dost oldu. İstanbul gümrüğünde 1000 kuruş aylıkla göreve gelmesi, Rami Mehmet Efendi'nin sayesindedir.

BÜYÜK BİR BİLİMSEL TARİHÇİYDİ

Fakat asıl parlaması, Amcazade Hüseyin Paşa'nın sadareti zamanına rastlar. Amcazade şairleri, sanatkârları, fikir adamlarını çok yakından korumuş, kollamış bir
devlet adamı idi. Naima'daki cevheri farkettikten sonra onu saraya, vak'anüvis olarak aldı. Kendi adını taşıyan tarihin önsözünü yazdığı zaman bunu Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa'ya sundu. Bu önsöz gerçekten önemlidir. Çünkü, o zamana kadar gelen bütün tarihçilerden farklı olarak bu önsözde Naima, olaylara nasıl baktığını, nasıl değerlendirdiğini anlatıyor, İbni Haldun'un sosyolojik tarih metodunu kullanacağını haber veriyordu. Bugün de değerini muhafaza eden bu önsözü okuyan Sadrazam, Naimâ'yı ödüllendirdi ve takdirlerini bildirdi.

Naima'nın, bilimsel bir tarihçi olması ne kadar önemli ise, çağında bir sadrazamı, bilimsel tarihten anlaması ve Naimâ'yı arkalaması da o kadar önemli bir konudur. Osmanlı devlet yapısına ışık tutar. Nitekim Amcazade'nin ölümünden sonra iş biraz tavsamış, fakat Damat Hasan Paşa sadrazam olunca bu tarih seven devlet adamı Naimâ'yı hem "korumuş', hem eserinin zamanına kadar işlenmesini emretmiştir.

Naima'nın ocak arkadaşı Karagöz Ahmet Paşa, sadrazam olunca 28 Eylül 1704'de Naima'nın da yıldızı parladı. Anadolu muhasebeciliğine tâyin edildi. Geçimi ferahlamıştı. Yıldızlar ilmi üzerinde de çalışıyor, bazı "zayice"ler yazıyordu. 1706'da Sadrazam olan Çorlulu Ali Paşa, Naima'nın zayicelerinden kuşkulandı ve Hanya'ya sürgün etti. Hanya'dan Bursa'ya geldi. Bir yıl sonra da İstanbul'a dönmesine izin verildi.
Sadrazam, Şehit Ali Paşa idi. Büyük bir kitaplığı vardı ve şairleri, sanatkârları ve bilginleri arkalıyor, onları devlet hizmetine yerleştiriyordu. Naimâ'yı teşrifatçı yaptı, ayrıca
Kalyonlar Defterdarlığı'na tâyin etti. Bu dönemde Naima, büyük eseri olan "Tarih"ini
yazmaya devam etti. Fakat Silahtar Damat Ali Paşa'nın sadareti zamanında işleri yine bozuldu.

17. YÜZYIL OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN EN BÜYÜK NAŞİRLERİNDENDİR.

Ordu ile birlikte Mora seferine katılan Naima, Mora'ya defter emini olarak tâyin edildi. Bunu hiç istemiyordu, İstanbul'a dönmek muradında idi. Fakat derdini kimselere anlatamadı. Üzüntüler, sıkıntılar içinde Paleo Patras kasabasında hayata gözlerini yumdu.

Naima, Amcazade Hüseyin Paşa'nın teşviki ile 1591 tarihinden 1660 tarihine kadar olan zamanı Menarzade Ahmet Efendi'nin Vakayiname müsveddelerinden de yararlanarak yazmış ve birinci cilt olarak yayınlamıştır. Birinci bölümün devamı olan 1660- 1699 döneminin bütün belgelerini 'hazırlamış, notlarını almış, müsveddelerini geliştirmiş, fakat tamamlamaya fırsat bulamadan ölmüştür.

Ölümünün üstünden bir hayli geçtikten sonra Naima'nın müsveddeleri, notları, Şehrîzade Sait Efendi'ye geçmiş ve son bölüm onun kalemi ile tamamlanmıştır. 17. yüzyıl Osmanlı uygarlığının yetiştirdiği en büyük naşirlerinden biridir. Biridir deyişimizin sebebi, büyük söz ustası Kâtip Çelebi'nin de bu yüzyılda "Seyahatname"sini yazmış olmasıdır. Naima, kalemi fırça gibi kullanmasını bilen bir yazardı. Sadece yazdığı olayı düşünmez, olayın çevresindeki öteki olaylarla, yazdığı olayın arasındaki münasebetleri bulur, çağı bir "bütün" olarak çizgi çizgi ortaya çıkarırdı. Günümüzde elbette Naimâ'dan daha iyi tarihçilerimiz vardır, fakat o veciz, beyan sadeliğine ulaşacak bir kalem zor gelir....

bluekeys™
11-28-2006, 02:31 PM
NAMIK KEMAL
( 1840- 1888 )

Namýk Kemal, epik þiirin ustasý ve bir özgürlük savaþçýsýdýr. "Vatan" sözünü, edebiyata sokan þairdir. Mýsralarýnda kullandýðý kelimeler, bazen mücevher parçalarý gibi, bazen ateþ parçalarý gibi dökülür, inanan ve inandýðýný, okuyucularýna aktarmasýný bilen yaman bir edebiyatçýdýr.

"Musýrrým, sabitim ta can verince halka hizmette
Fedakârýn kalýr ezkarý daim kalb-i millette
Denir bir gün gelir de saye-i feyz-i hamiyette
Kemal'in seng-i kabri kalmadýysa namý kalmýþtýr."


21 aralýk 1840'da Tekirdað'da doðdu. Annesinin babasý Abdüllatif Paþa, o sýralar Tekirdað'da görevliydi. Namýk Kemal'i okutan, yetiþtiren Abdüllatif Paþa'dýr. Özel öðretmenler tuttu. Çocuk sayýlacak yaþlarýnda Arapça, Farsça öðrendi. 17 yaþýna geldiði zaman, mükemmel Fransýzca konuþup yazýyor, bir "Divan" dolusu þiirin sahibi bulunuyordu.

NAMIK KEMAL ZÝYA PAÞA'YLA BÝRLÝKTE PARÝS'E KAÇTI

Bu yaþta Ýstanbul'a geldi ve Babýâli ‘Tercüme Odasý’na alýndý. Ýstanbul'un edebiyat çevreleri, bu genç ve çok yetenekli þairi hemen benimsediler. 20 yaþýna geldiði zaman bütün Osmanlý ülkesi þair Namýk Kemal'i tanýyordu. 21 yaþýnda iken (1861) "Encümen-i Þuarâ" (Þairler Akademisi)ya üye oldu. Birçok insanýn ancak hayatlarýnýn sonuna doðru eriþtikleri þöhret ve mevkilere Namýk Kemal genç yaþta ulaþmýþtý.

Ýlk þiirlerinde, Þair Leskofçalý Galip Bey'in etkisi vardýr. Giderek bu etkiyi sildi ve kendi sesini buldu;

"Ne efsunkâr imiþsin ah ey didar-ý hürriyet
Esir-i aþkýn olduk gerçi kurtulduk esaretten."

Þinasi'yi tanýyana kadar, bir divan þairi idi diyebiliriz. Aþk ve tabiat üstüne þiirler yazýyordu. Fakat Þinasi'yi tanýdýktan sonra, yepyeni bir kiþilik kazandý. Genç ruhunda fýrtýnalar kopuyor, istibdada kartal kanatlarýyla saldýrýyordu. Þinasi onu, çýkarmakta olduðu "Tasvir-i Efkâr'" gazetesine aldý. Yazdýðý yazýlar heyecanla okunuyor ve kapýþýlýyordu.Þiirde mi daha güçlü, nesirde mi daha parlak olduðunu kestirmeye imkân yoktu. Düz yazý da yazsa, nazým tekniðini de kullansa, insan yüreklerine ateþ parçalarý gibi dökülüyordu.

"Tasvir-i Efkâr"a girmesi ve yazý yazmaya baþlamasý 1862'de olmuþtu. 21 yaþýndaydi, politikaya girmiþti. Sarayla dövüþüyordu. Bu sýrada Þinasi, bazý özel sebepleri yüzünden Avrupa'ya kaçtý. Giderken gazetesini, Namýk Kemal'e devretmiþti. Padiþah, Abdülaziz'di. Kemal, yazýlarýnda Abdülaziz'i hedef almýyor, fakat onun hükümetlerinde sürekli olarak Sadrazamlýk eden Fuat ve Ali Paþalara veryansýn hücum ediyordu. Onu bu hücumlarýnda arkalayan, sadece Veliaht Murad Efendi idi. Murad Efendi, amcasýnýn yerine geçmeye hevesli idi ve bu yüzden yenilik taraflýsý görünüyordu. Hem Namýk Kemal ile, hem Ziya Bey (sonra paþa olmuþtur) ile Kurbaðalýdere'deki köþkünde uzun sohbetler yapýyordu.

PARÝS'TEN DÖNEN KEMAL, ÝSTANBUL'DA ÝBRET GAZETESÝNÝ ÇIKARDI

Sadrazam Ali Paþa, gerek Veliaht ile olan bu iliþkilerden ve gerekse bu iki yazarýn yazdýklarý yazýlardan sýkýntýya düþtü. Bunlardan kurtulmak için, 1867'de Namýk Kemal'i Erzurum Valiliðine, Ziya Paþa'yý da Kýbrýs Mutasarrýflýðýna tayin etti,. Her ikisi de gitmediler ve Paris'e kaçmanýn bir yolunu buldular. Paris'te kendilerini, Prens Fazýl Mustafa Paþa himaye ediyordu.

Üç yýl kadar Avrupa'da kaldýlar. Bu yýllar, Batý geliþiminin hýzlý olduðu yýllardý. Gördüklerine hayran kalýyorlardý. Fakat Mustafa Fazýl Paþa'nýn bu gençlerin himayesine son vermesi, onlarý güç durumda býraktý. Ýstanbul'a döndüler. Kemal Ýstanbul'da "Ýbret" gazetesini çýkardý. (1870). Þimdi Babýali'ye daha bilinçli hücum ediyor, hükümeti bunaltýyordu. Ayrýca "Vatan ve Silistre" adlý bir oyun yazdý. Oyunun Gedikpaþa Tiyatrosu'nda oynamasý, Ýstanbul'u da yerinden oynattý. Seyirciler, oyundan sonra Namýk Kemal'i omuzlarý üzerine aldýlar ve Ýstanbul sokaklarýnda dolaþtýrdýlar. Halk bu vesile ile, Velihat Murad Efendi lehinde nümayiþ yapýyordu.

ÝSTANBUL'DAN UZAKLAÞTIRILDI

Namýk Kemal ve arkadaþlarý tutuklandý. Kýbrýs'ta Magosa kalesine sürüldü. Önceleri zindana kapatýlmýþsa da sonradan serbest býrakýlmýþ ve birçok deðerli eserini bu sýrada kaleme almýþtýr.

1876 tarihinde V.Murad tahta çýkýnca, af edildi ve Ýstanbul'a geldi. Yeni bir anayasa kaleme alýnýyordu. Namýk Kemal, bu anayasa Komisyonuna, "Þura-yý Devlet" üyesi olarak katýlmýþtýr.

Bu sýrada Namýk Kemal'in dostu V. Murad tahttan indirildi ve yerine II. Abdülhamit geldi. Abdülhamit Ziya Paþa'yý, vezir rütbesi ile Suriye Genel Valiliðine tayin etti ve uzaklaþtýrdý. Namýk Kemal, Ýstanbul'dan ayrýlmak istemiyordu yazýlarýna devam ediyordu. Tutuklandý, mahkeme edildi ve beraat etti. Fakat Abdülhamit, onun Ýstanbul'da kalmasýný zararlý görüyordu. 1879'da Midilli Mutasarrýflýðýna tayin edilerek Ýstanbul'dan uzaklaþtýrýldý. 1884'de Rodos, 1887'de de Þakýz Mutasarrýfý oldu. Bu dönemde "Osmanlý Tarihi"ni yazmýþ ve bu tarihin baþýna konmak üzere II. Abdülhamid'i öven þiir kaleme almýþtýr. Tarihçiler, bu þiirin, kitabýn basýlmasýný saðlamak için yazýldýðýný söylerler. Daha 48 yaþýnda, hayatýnýn en üretken çaðýnda iken, 2 aralýk 1888'de geçirdiði bir zatürree hastalýðýndan kurtulamayarak Sakýz adasýnda öldü.

Vasiyeti üzerine, hayran olduðu Rumeli'nin fatihi Süleyman Paþa'nýn Bolayýrdaki türbesinin yanýna gömüldü.
"Ölürsem görmeden millette ümmit ettiðim feyzi
Yazýlsýn seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun."

bluekeys™
11-28-2006, 02:31 PM
NASRETTİN HOCA
(1208-1238 )

Türk kahkahasının adı, Nasrettin Hoca'dır. Türk insanının dünyaya bakışı, akılcılığı, özündeki gerçekçilik hep Nasrettin Hoca'nın fıkraları ile dile gelir. Gün görmüş, akıl öğrenmiş insanların durmuş-oturmuşluğu, onda... Örümcek kafalı yobazın budalalığını yüzüne çarpmak, onda... Namusluyu yüceltip, rezili yere çarpmak, onda... Düşünmek ve düşüncenin içinden bir tebessüm çıkarmak, yine onda... Nasrettin Hoca, Türk toplumunun şaheser bir karikatürüdür...

1208 yılında Sivrihisar'ın Horto köyünde dünyaya geldi. Babası Abdullah Efendi, bu köyün imamı idi. Ölünce, yerine Nasrettin Hoca bir süre imamlık yaptı. Fakat köyden çabuk sıkıldı. Gezmek, görmek, öğrenmek hevesi ile dolu idi. İmamlığı bırakarak Akşehir'e indi. Hayatı hakkında fazla bilgi yok. Hatta doğum ve ölüm tarihlerinin bile doğru olup olmadığı kesin değildir. Eğer doğru ise, 1238 yılında 30 yaşında iken Akşehir'de öldü...

ANADOLU'DA HER GÜLÜNÇ FIKRA ONA MALEDİLMIŞTİ

Ağızdan ağıza geçerek zamanımıza gelen fıkraların pek çoğu, gerek kaba-saba, gerekse gerçek bilgiden yoksun oluşlarından, Nasrettin Hoca'ya ait olmadığında kuşku yoktur. Genellikle Anadolu'da her gülünç fıkra, her iğneli sözün Nasrettin Hoca'ya mal edilmesi, millî bir gelenek haline gelmiştir. "Bir gün Timurlenk Nasrettin Hoca'ya..." diye başlayan bütün fıkraların uydurma olduğu kesindir. Çünkü Nasrettin Hoca, Timurlenk'in yaşadığı çağdan yüz elli yıl önce ölmüştü.

Bir söylentiye göre, Nasrettin Hoca, Konya Medresesi’nde okumuş ve hatta bir süre kadılık da yapmıştır. Ama Konya'da okumuş mu, okumamış mı, kadılık yapmış mı, yapmamış mı, bilinemez. Ancak Nasrettin Hoca'nın dünya görüşüne, olgunluğuna, esprisine baktığımız zaman, onun okumuş bir kişi olduğundan şüphemiz kalmaz.

Nasrettin Hoca'nın, güldürmenin ötesinde pek bir şey söylemeyen fıkraları olduğu gibi, derin bir felsefî görüşü, Türk toplumunun akılcı ve faydacı mizacını yansıtan hikayeleri de vardır. Bu güldürü hikayelerinden birini örnekleyelim:

"Nasrettin Hoca bir gün, bir bahçeye girmiş... Bakmış, başının üstünde, güneş parçası gibi parlayan kayısılar var... Dayanamamış, bir iki tane koparıp yemiş. Bir iki tane daha ko-parayım derken, ağacın üstüne çıkmış... Tam bu sırada, bahçe sahibi, elinde koca bir sopa ile çıkagelmez mi? Bahçe sahibi, "Sen kimsin?.. Ne arıyorsun bakayım orada?" demiş. Hoca, bakmış ki pabuç pahalı... Başlamış bülbül gibi şakımaya... Sonra da cevap vermiş: "Görmüyor musun, bülbülüm, yuvamda oturuyorum işte..." "Bahçe sahibi, "Ay o bülbül sesi mi senin ağzından çıkan?.. Biz hiç mi bülbül dinlemedik?.."deyince, Nasrettin Hoca öfkelenmiş, "Bana bak arkadaş, sen uzun ettin!. Zoraki bülbül bu kadar öter." deyip, Kestirip atmış...

«ARKADAŞ, YARIM OKKA ÇEKMEZ BU KUŞ!..»

Şimdi bir de Türk insanının akılcı, faydacılığını belirleyen bir hikayesini aktaralım...
Nasrettin Hoca pazarda dolaşırken bir kalabalık görmüş. Karışmış aralarına, bakmış, bir kuşun sahibi avazı çıktığı kadar haykırıyor: "Haydi, yok mu artıran?... Üç altına... Üç altına!. " Hoca kuşu satana sormuş: "Arkadaş, yarım okka çekmez bu kuş!.. Üç altın istemeye utanmıyor musun?." Kuşun sahibi gülmüş: "Çekil git Hoca, zevzekliğin sırası değil... Bu kuş, ama adam gibi konuşur!.. Anladın mı?.. Papağan bu, papağan!.."

Hoca eve koşup kümesteki kazı koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi pazara gelmiş, papağanı satanın yanına gelip bağırmaya başlamış!.. "Hadi, çeyrek altına, çeyrek altına!.." Papağanın sahibi sormuş: "Neden 5 kuruşluk kaza çeyrek altın istiyorsun? Ben üç altın istiyorum ama, benim papağan adam gibi konuşur... Senin bu kaz ne yapar?..." Hoca, istifini bozmadan cevap vermiş: "Ne yapacak?.. O da adam gibi düşünür!."

Bu hikaye, ister faydacı bir görüşle olayların değerlendirilmesi biçiminde yorum-lansın, ister, "Söz gümüşse, sükût altındır" atasözünün eleştirisi gözü ile bakılsın, apaçık bir dünya görüşünü yansıttığı ortadadır. Hele, gerçeği bulmanın kolay olmadığını, gerçeğin görüşe, anlatılışa göre değer değiştirdiğini anlatan, Nasrettin Hoca'nın çok bilinen şu hikayesi, dünya mizahı ölçülerinde bile altın değerindedir:

"Nasrettin Hoca'nın komşusu, karısı ile kavga etmiş sonra Hoca'ya gelip içini boşaltmış. Hoca, dinlemiş dinlemiş, sonra, "Haklısın komşu" demiş.

Derken bu sefer, komşunun karısı gelmiş. O da başlamış anlatmaya. Kendi açısından olanları bir bir anlatmış... Hoca, yine dinlemiş dinlemiş, "Haklısın, Bacı komşum" demiş..."
Meğer bütün konuşulanları yandaki odadan karısı işitirmiş. Koşmuş, Hoca'nın karşısına dikilmiş: "Kocası geldi, karısından yandı, "haklısın" dedin. Karısı geldi, kocasından yakındı "haklısın" dedin, ikisi birden haklı olur mu?.."

Hoca dönmüş, karısına bakmış, bakmış... Sonra, "Sen de haklısın hatun" demiş..."

«NASREDDIN HOCA TÜRK MİLLETİNİN MİNYATÜRÜDÜR»

Her anlatımın insan çıkarlarına dayandığını bundan güzel nasıl söylersiniz?.. Hoca da geniş bir hoşgörü, akılcı bir yöntem olmasa, bu hikaye nasıl kurulur, nasıl bağlanır?.. Eğer Türkler tarih boyunca imparatorluklar kurmuş, milletler yönetmişse, bunun sebebi, bu gerçekçilikleri, bu hoşgörüleridir.

Amerikalı sosyolog Herbert Adams Cibbons, Birinci Dünya Savaşı'nda Türklerin politikaları üzerine yazdığı bir kitaba, şu sözlerle giriyor:

"Türkler, akılcı, gerçekçi, hoşgörüsü bol, inanmış bir millettir. Önce, Nasrettin Hoca'nın hikayelerini okuyunuz, sonra kendilerini gidip görünüz. Göreceksiniz ki, dediklerim doğrudur. Nasrettin Hoca, Türk milletinin minyatürü gibi bir şeydir."

Sözden güzel ne olur?.. "Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..."

bluekeys™
11-28-2006, 02:32 PM
NEDİM
( 1681-1730 )

18. yüzyıl Osmanlı edebiyatına imzasını atan bir şair... Türk Divan Edebiyatı'nı hüzünden ve kederden kurtararak cıvıl cıvıl neşe ve espri ile dolduran bir sanatçı... Şiire, ölüm korkusu, ayrılık acısı yerine, yaşama şevki ve vuslat keyfi koyan, ince bir Lâle Devri adamı... Nedim, 1681 yılında İstanbul'da doğdu. Soykütüğü, kendisinin Fatih dönemine kadar uzanan bir eski aileye bağlı olduğunu gösteriyor. Zeki, neşeli, hoşsohbet bir insandı. Klâsik medrese kültürü görmüş, müderris olarak hayata atılmıştır.

NEDİM, DAMAT ALI PAŞA İÇİN KASİDELER YAZDI

Medrese duvarları arasında ciddî konular üzerinde düşünmek ve konuşmaktan sıkıldı. Yaşamayı, eğlenmeyi, âlemlerde bulunmayı seviyordu, iyimser bir yapısı vardı. Bir kolayını bulup zamanın saray damatlarından Ali Paşa ile tanıştı. Damat Ali Paşa, bilgili, görgülü, sanatsever, şair tabiatlı bir devlet adamı idi. Çevresindeki istidatları arkalar, onların gelişmesi için gerekli yardımları yapmaktan geri kalmazdı. Nedim'in şiirlerindeki renkli cünbüşü hemen fark etti. Nedim'i himayesine aldı...

Nedim, Damat Ali Paşa için kasideler, gazeller yazmıştır. Onun çevresinde kısa bir sürede üne kavuştu. Artık bütün meclislerin aranan adamı olup çıkmıştı. Fakat ülke savaşta idi. Üstelik savaş, hiç de Osmanlı'nın yararına gelişmiyordu. Nedim, Damat Ali Paşa, 1716'da Varaddin bozgununda şehit olunca, fazla güçlük çekmeden yeni bir damada kapılanıverdi: Damat ibrahim Paşa.

Damat İbrahim Paşa, mizacı ve düşüncesi ile barıştan yana bir adamdı. Savaşların, devleti -ister kazanılsın, ister kaybedilsin- çökerteceğine inanıyordu. Devletler, barış içinde gelişirlerdi. Bu düşüncesini açıkça söylüyor ve sürüp giden. Osmanlı Rus savaşının biran önce bir anlaşmaya ulaşması için girişimlerde bulunuyordu. Bu tutumunu tehlikeli bulan Sadrazam, Padişahın dikkatini çekerek Damat İbrahim Paşa'nın uyarılmasını istedi. Fakat bu damat -Sadrazam tartışması, Damat İbrahim Paşa'nın üstünlüğü ile sona erdi. İbrahim Paşa sadrazam oldu. (9 Mayıs 1718)

NEDİM ARTIK BÜLBÜL OLMUŞ ŞAKIYORDU

Sadrazam İbrahim Paşa'nın ilk işi, Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük kayıplarını verdiği bir anlaşmayı, Pasarofça Muahedesini imzalamak oldu. Tarihçilerin çoğu, bu anlaşmanın, Osmanlı İmparatorluğu'nun hayat damarlarından birkaçını kopardığını kabul ederler. Ancak bu anlaşma ile, gerçekten imparatorlukta geçici bir sükûn devresi açılmış ve tarihte "Lale Devri" diye adlandırılan, cünbüşlü, sanatlı kısa bir çağ yaşanmıştır. Artık Nedim'e gün doğmuştu. Mutluluk, cıvıltıları ile dolu mısralarla sohbetleri renklendiriyor, yeni koruyucusuna kasideler yazıyor, en şıkırtılı gazelleri ile Sadâbât âlemlerinin bülbülü oluyordu.
"Bak Sitanbul'un şu Sâ'dâbad-ı nev bünyanına
Ademin canlar katar âb ü havası canına...
Ey felek insaf, ey mihr-i cihanârâ aman,
Bir naziri var ise söylen, konulsun yanına.
Nedim artık bülbül kesilmiş şakıyordu. Gerçekten bir birinden güzel, birbirinden sanatlı kasidelerini, gazellerini ardarda yazdı.

Nedim, bu sırada, Damat İbrahim Paşa'nın kitaplık memurluğuna getirildi. Paşa, Nedim'in şiirlerini de sohbetini de seviyordu. Böylece şairi daha yakınına almış ve hemen gittiği bütün toplantılara Nedim'i de götürür olmuştu. Bunun dışındaki bir vazifesi de, Damat İbrahim Paşa'nın arkalaması ile İbrahim Müteferrika'nın kurduğu basımevinde hangi kitapların hangi sıra ile baskıya gireceğini tayin etmekti. Fakat bu işleri, Nedim'in çok az vaktini alıyor, daha çok zamanını, şiir yazmak ve yazdıklarını sohbetlerde okumakla geçiriyordu.

Bir ara da Mahmut Paşa Mahkemesi naipliğine getirilen Nedim, yine gazeller, kasideler yazıyor ve her yazdığı kaside için ihsanlara gark oluyordu... Kâğıthane'de Sa'dâbât, Alibeyköyü’nde Hüsrevâbât, Kuruçeşme'de Neşâtâbât, Üsküdar'da Şerefâbât, Bebek'te Humayunâbât mesireleri Nedimi beklemekte idi. Şarkılarla, gazellerle çınlayan İstanbul, lâle bahçeleri arasından akan renkli suları seyrederek ve Nedim'in şarkı ve gazellerini dinleyerek mest yaşamakta idi.

KAÇMAK İSTERKEN AYAĞI KAYDI VE ÖLDÜ
Bir yanda zevk ve safa, bir yanda keder ve bir yanda keder ve yoksulluk yan yana uzun süre yaşayamadı. 1730'da patlak veren Patrona Halil isyanı, Sa'dâbâdı da, lâle bahçelerini, sulu köşklerini de yerle bir etti. Damat İbrahim Paşa'nın hayatına da nokta koydu. Bu arada, şairimiz Nedim de baş suçlular arasında biliniyordu. Bir rivayete göre, Beşiktaş'taki evinin damına çıkıp, başka evlerin damlarına atlayarak kaçmak isterken, ayağı kaydı ve düşüp öldü.
"Bir nim neşe say bu cihanın baharını
Bir sagar-ı keşideye tut lâlezarını."
(Bu cihanın baharını bir yarım neşe say... İçilmiş bir kadeh, koskoca lâle bahçesi değerindedir) demişti. Nedim, son kadehini ölümün alinden içti. Acaba, bir şiirinde dediği gibi, "Nim sun peymaneyi saki, tamam ettin beni" diyebildi mi?

Nedim, 18. yüzyılın en büyük şairidir. Şiire, onun kadar yaşama zevkini getirmiş bir başka şairimiz yoktur. Taa günümüze kadar, onun kadar ince, onun kadar renkli ve cümbüşlü bir başka sanatçı gelmedi, gelemedi... Bütün Divan Edebiyatımız içinde tekti, tek kaldı...

bluekeys™
11-28-2006, 02:32 PM
NEF’İ
( 1572-1635)

Kaside denen ve ustalık isteyen Divan kalıbını en iyi kullanan şairin Nef'i olduğunda bütün edebiyatçılar birleşirler. Hiciv yazdığı zaman, mısralar neşter gibidir. Kaside yazdığı zaman, mısralar, haşmet ve saltanat doludur. Aşkı, mitolojik imajlarla anlatır. Savaşı anlatan satırlarında, cengin bütün gümbürtülerini, düşen kellelerin bütün dehşetini, yenmenin göklere sığmayan sevinci ile, yenilginin çamurlu homurtusunu duyarsınız... Velhasıl Nef'i, her kasidesine, her gazeline, bir başka orkestra ile girer ve şiiri, çok sesli bir mûsikî haline getirir.

1572'de Hasankale'de doğdu... Mehmet Bey'in oğludur. Mehmet Bey, Kırım hanlarının maiyetinde bulunuyordu. Bu sebeple Kırım Hanı Canbeygiray'a oğlunu tanıştırmış ve Can-beygiray'dan oğlu için, Kuyucu Murad'a hitap eden bir tavsiye almıştır. Bu tasviye mektubunu Kuyucu Murad'a veren Nef'i, İstanbul'a gönderilmişti.

KASİDELERİ BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ

Nef’i İstanbul'a geldiği yıllarda iyi şiir yazıyordu. Nitekim ilk hamisi Kuyucu Murad'a, daha sonra, zamanın sadrazamı Nasuh Paşa'ya kasideler yazmıştır. Padişah, Birinci Ahmet idi. Birinci Ahmet de şiirler yazıyor ve "Bahtî" takma adını kullanıyordu. Nef'i'nin padişaha takdim ettiği kasideler büyük ilgi görmüş, atiyelere, ihsanlara yol açmıştır
.
Nef'i'nin şiir sanatındaki ünü, kısa bir sürede, bütün Osmanlı ülkesine yayıldı. İstanbullu şairler tarafından kıskanılıyor ve padişahın iltifatları çevresine dost kadar, düşman da topluyordu. Birinci Ahmet ölünce, yerine Birinci Mustafa, onun halli ile de İkinci Osman geçti. İkinci Osman da şairdi. Bu sefer Nef'i, yeni padişaha da kasideler sunmaya başladı. Divan'nın en kıymetli kasidesi olarak bilinen:

"Aferin ey rûzigârın şehsuvar-ı safderi
Arşa as şimdengeru tiğ-i Süreyya cevheri"

beytiyle başlayan kasidesini Sultan İkinci Osman'ın Lehistan seferi için yazmıştır.

PADİSAHİN HOŞLANMADIĞI KİŞİLERİ HİCVEDİYORDU

Nef’i, Dördüncü Murad zamanında en saltanatlı günlerini yaşadı. Saraya yerleşmiş padişahın musahipleri arasına girmişti. Tantanalı yaşamayı, tantanalı konuşmayı, tantanalı yazmayı seviyordu. Saray da onun bu isteklerine uygun yerdi. Üstelik Dördüncü Murad da iyi şiir yazıyor ve Nef'i'nin şiirlerini hayranlıkla okuyordu. Nef'i, padişahın bulunduğu bazı meclislerde gümbürtülü şiirlerini gümbürtülü sesiyle okuyor, insanlar alıyor, ya da neşter gibi cümlelerle padişahın hoşlanmadığı kişileri hicvederek alkış topluyordu.

Nef'i, çağı yozlaştıran bazı devlet adamlarını hicvetmiş ve bunları, "Siham-kaza" adlı bir kitapta toplamışlar. Türkçesi, kaza yıldırımı anlamına gelen bu kitabı bir gün padişah okurken, çevresine bir yıldırım düşmüş, bundan bir uğursuzluk sezen Dördüncü Murad, Nef'i'nin hiciv yapmasını yasaklamıştı. Nef'i, bu yasağa çok üzüldü ama, kabul etti. Bu haleti ruhiyesini yazdığı şu beytinde görmek mümkündür:

"Bugünden ahdim olsun, kimseyi hicvetmeyim, illâ
Ger icazet verseydin, hicv ederdi bahtı nâsazı..."

Ama Nef'i yine dayanamadı ve Bayrampaşa için bir hiciv yazdı. Dördüncü Murad, bunu haber aldığı zaman, Nef'i'yi huzuna çağırıp, hicviyenin kendisi tarafından yazılıp yazılmadığını sordu. Nef'i'nin öyle bir üslubu vardı ki, "yazmadım" dese bile, onun yazdığı belli olurdu. Padişaha baş eğip kendisinin yazdığını söyledi. Öfke içindeki padişah, boynunun vurulmasını buyurdu. 1635 yılının 27 Ocak kışında, kar bütün İstanbul'u örterken, boğularak öldürüldü ve cesedi denize atıldı.
Nef'i, Divan edebiyatımızın, mısralarına, Wagner musikisi koyan yaman bir şairimizdir. İran edebiyatından gelen abartılmış imajları büyük ustalıkla kullanmış, aşk şiirerini bile kendisine has bir musikî ile doldurmuştur.

"Kavs-ı ebrusunu kursa, yıkılır tak-ı felek,
Tir-i müjgânım atsa, titirer cay-ı adem..."

Sevgilisi, her hangi bir şeyden sinirlenip kaşını kaldırsa, gök kubbe (evren) yıkılırmış!.. Kirpiğinin okunu atsa, yokluk ülkesi titrermiş!..

Bir gazelinin ilk dört satırı, mu*****izin piri sayılan Itri Efendi tarafından bestelenmiş ve bu beste günümüze kadar gelmiştir:

"Tuti-i mucize gûyem ne desem laf değil
Cerh ile söyleşemem, âyinesi saf değil
Ehl-i dildir diyemem sinesi saf olmayana
Ehl-i dil, birbirini bilmemek insaf değil!.."

"Bir papağanım ama, herkesin söyleyemeyeceğini söyleyen bir papağan. Zemane ile söyleşemem, çünkü yürekleri temiz değildir. Yüreği temiz olmayana gönül adamıdır diyemem. Gönül adamlarının birbirlerini bilmemeleri olacak iş değil..."

Hayyamane beyitleri çoktur:
"Zahit bize peymane yeter sanma tehi-dest
Lazım mı hemen suphe-i mercan elimizde."

"Ey sofu!.. Bizi eli boş belleme... Elimizdeki kadeh bize yeter. Hep elimizde mercan tesbih olacak değil ya!.."

Nef'i, çağını süslemiş, zenginleştirmiş bir sanatçımızdır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:32 PM
NİZAMÜLMÜLK
(1018 – 1092)


Doğu bürokrasisinin yetiştirdiği, en büyük devlet adamı... Tarihe, aklı, adaleti, faziletiyle geçmiş bir Türk veziri... Zulmü önlemiş, mazlumu kanadı altına almış bir yönetici... Devlet idaresi üstüne yazdığı "Siyasetname"si ile, günümüze kadar gelen devlet adamlarına öğüt dağıtmış bir aydın... Kendisine, "toplumun düzeni" anlamına gelen "Nizamülmülk" adı verilen tek başbakan.

Asıl adı, Ebu Ali Hasan'dır. 10 Nisan 1018'de Nukan kasabasında doğdu. Babası Ali, yüksek dereceli bir devlet memurudur. Oğluna, çağın en ileri bilgin kişilerini öğretmen olarak tuttu, iyi bir eğitim görmüştür. Üstelik zeki ve hafızası, son kertede kuvvetli olan Hasan, kısa bir zamanda çağın bilgilerini öğrendi. Daha 11 yaşında iken Kur'an'ı ezberlemiş, sonra da Fıkıh ile ilgilenerek bu alanda ün yapmış kişilerle tartışmalara girmiştir.

GENİŞ BİR KÜLTÜRÜ,
KUVVETLİ BİR MANTIĞI VARDI...

Çağın tanınmış şair ve edebiyatçıları ile arkadaşlık kurdu. Kuvvetli mantığı ile sağlam, seçtiği kelimelerle parlak konuşmalar yapıyordu. Geniş kültürü, edebiyatı kullanma gücü ve aklı ile idarecilik hayatına girdiği zaman, hemen herkesin dikkatini çekti. Daha çok genç yaşta, çevresinin saygı mihrakı olmuştu.

İlk memuriyeti, babası ile birlikte gittiği Gazne Devleti'nde olmuştur. Horasan genel Valisi'nin maiyetinde görev aldı. Bu sırada, Gazne Türk Devleti ile Büyük Selçuklu Devleti arasında bir savaş patladı. Dandanakan Savaşı olarak tarihe geçen bu ünlü savaşta (1040) Büyük Selçuklular üstün geldiklerinden, Horasan düştü, Hasan ile babası Ali, Gazne'ye çekildiler.

Fakat birkaç yıl sonra, Horasan'a döndü ve Selçukluların hizmetine girdi. Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, Hasan'a, iç yönetimde önemli bir görev verdi. Sonradan, Nizamülmülk adını alacak olan Hasan, görevini o kadar başarı ile yaptı ve görev sırasında kaleme aldığı buyruklarla o kadar dikkati çekti ki, Tuğrul Bey, daha sonraları yerine geçecek olan Alp Aslan'a Hasan'ı tanıtırken: "Ona dikkat et, ondan yararlanmaya bak!.. Tedbiri geniş, okumuşluğu derindir. Bir gün devletin başına geçersen, sana güveneceğin vezir olur" demişti.

Nitekim kısa bir süre sonra Tuğrul Bey, arkasında erkek evlât bırakmadan öldü. Veziri Kandurî, Alp Aslan'ın kardeşlerinden Süleyman'ı tutuyordu. "Beyimin vasiyeti vardır" diyerek Süleyman'ı tahta çıkardı. Oysa, Selçuk beylerinin çoğunluğu, Alp Aslan'dan yana idi. Kurultay kurup başlarına Alp Aslan'ı seçtiler. Kardeş kavgası başladı.

Bu sırada Alp Aslan, Tuğrul Bey'in öğüdünü dinlemiş ve Hasan'ı yanına almıştı. Hasan, bu kardeş çekişmesi döneminde, isabetli kararları, geçerli tedbirleri ve iyi yürüttüğü politikası ile herkesin dikkatini üzerinde topladı. Alp Aslan, 6 Aralık 1063'de, Hasan'ı Başvezir ilân etti. Birkaç ay sonra kardeşiyle olan çekişmesini bitirdiği için Alp Aslan, resmen Selçuk Sultanı olunca (27 Nisan 1064), Hasan da resmen Selçuklu İmparatorluğu'nun Veziri olarak görevini sürdürdü.

HALİFE, HASAN'A «NİZAMÜLMÜLK» ADINI VERDİ

İki kardeş arasındaki taht kavgasında büyük politika hüneri gösteren Hasan, yalnız Selçuk ileri gelenlerinin değil, Halife'nin de dikkatini çekmişti. Halife, kendisine "Nizamülmülk" adını verdi ve ondan sonra hem Nizamülmülk adı ile anılmış, hem tarihe bu adla geçmiştir.

Bütün savaşlara sultanla birlikte katılmıştır. Böylece de, yalnız iyi bir bürokrat olmayıp, iyi bir silahşor olduğunu da ispatlamış oldu. 27 Kasım 1072'de Alp Aslan şehit edilince, oğlu Melikşah'ın tahta çıkmasını sağladı. Melikşah'ın da sultanlığını kabul etmeyenler vardı. Amcaları ayaklandılar. Nizamülmülk, bütün bu karışıklıkları büyük bir ustalıkla düzeltti ve Melikşah'ın sultanlığını meşru hale koydu.

ONU ÇEKEMEYENLER HÜKÜMDARA KÖTÜLÜYORLARDI

Onun zamanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Kaşgâr’dan Adalar Denizi'ne, Aral Gölü'nden Hint Denizi'ne kadar uzanan geniş, güçlü ve iyi yönetilen bir imparatorluk oldu.

Nizamülmülk'ün vezirliği, efsaneleşmiştir. Bu konuda binlerce hikâye ortaya atılmış, Nizamülmülk'ün adaleti, uz görürlülüğü, fakir fukara babası olması lejant haline konmuştur. Bir ara, Melikşah ile arası açıldı. Çünkü Nizamülmülk o kadar büyük bir şöhrete sahipti ki, Sultan'ın, adeta adını gölgeliyordu. Kendisinin zenginliğini, aklını, ününü çekemeyenler, hükümdara sürekli olarak Nizamülmülk'ü kötülüyorlar, gözünün tahtta olduğunu söyleyerek düşmanlığını körüklemeye çalışıyorlardı. Bu körükleyenler arasında, Melikşah'ın eşi Terken Hatun da vardı. O da oğlunu tahta geçirmek için, Nizamülmülk'ü kendisine engel görüyordu. Bu sıralarda, Nizamülmülk'ün bir oğlunun öldürülmesi, Vezir ile Şah'ın arasını iyice açtı.

O günlerin birinde Nizamülmülk, Şah'ın yakınlarına: "Varın, söyleyin, demişti, bugün ulaştığı ikbalde benim tedbirlerimin payı vardır. Unutmasın ki, benim divit ve destanınla, onun taç ve tahtı birbirine bağlı ve birbirleriyle kaimdir."

1092'de, hançerlenerek öldürüldü. 29 yıl süren vezirliği sırasında ülkeyi refah ve huzura kavuşturmuş, ikta sistemini benimseyerek toprak mülkiyetini devlete bağlamıştır. "Siyasetname" adıyla, yazdığı eser, modern devlet yönetiminin nasıl götürülmesi gerektiğini, zamanındaki ve sonraki hükümdarlara ve bürokratlara örneklerle anlatmıştır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:32 PM
OSMAN GAZİ
( 1258-1326 )

Üç kıtada 600 yıl yaşayacak, dünyanın en büyük imparatorluklarından birine adını veren devlet kurucusu... Osmanlı hanedanının başı... Zulüm ve ceberutluğun hüküm sürdüğü çağa, adalet ve huzur getiren Türk...

Osman Gazi, Osmanlı hükümdarlarından ilkidir. 1258 yılının 9 Mayısında, küçücük Söğüt kasabasında doğdu. Babası, Ertuğrul Gazi, Oğuz Türklerinin Bozok kabilesine bağlı Kayı aşiretindendi. Annesi, soyu Eba Müslim-i Horosanî'ye kadar çıkan Hürmüz hatundu. Oğuz törelerine göre yaşıyorlar, çocuklarını da Oğuz törelerine göre yetiştiriyorlardı. Osman, bu sebeple, Oğuz Destanı'ndan parçalar dinleyerek büyümüştür.

TOPRAKLARINI GENİŞLETTİ VE GÜÇLÜ BİR ADALET KURDU

Babası Ertuğrul Gazi, Moğol akınları önünde Batı'ya göç edenlerle birlikte, aşiretini alarak önceleri Doğu Anadolu’ya gelmiş, bir süre de Kuzeybatı Anadolu'da dolandıktan sonra, Selçuk hükümdarları tarafından, Bizans sınırındaki Söğüt ve Domaniç çevresine yerleştirilmiştir. Ertuğrul Gazi, yerine oğlu Osman'ın getirilmesini istiyordu. Ölümü üzerine, aşiretin bir bölümü Osman'ın, bir bölümü de Ertuğrul Gazi'nin kardeşi Dündar Bey'in almasını istediler. Sonunda Osman Bey başa geçti.

1258-60 yılları, Anadolu'nun, Moğol silindiri altında ezildiği, Selçukîlerin Konya'da bir isimden ibaret kaldığı, Bizans'ın iç kavgalarla çökmekte olduğu yıllardı. 23 yaşında başa geçen Osman Bey, bölgenin bilgini Edebâli'nin kızı ile evlendi ve böylece aşiretine bir de tarikat gücünü ekledi. Çevresindeki Rum tekfurlarıyla başa çıkabileceğini biliyordu. Selçukluların çöktüğünün farkında idi. Bizans heyulası ise, zulüm ve adaletsizlik içinde yaşıyordu.Osman Bey, hiçbir devletin adalet olmaksızın yaşayamayacağını çok iyi biliyordu.

Başlarda, çevresindeki Rum tekfurlarla iyi geçinmeye baktı. Fakat dostu Bilecik Tek-furu'ndan, öteki tekfurların beyliğini ortadan kaldırmak için baskınlar düzenlemekte olduğunu öğrenince, 1308'de Lefke'yi, Akhisar'ı, Geyve'yi, 1313'de İnegöl'ü, daha sonra Yenişehir ve Koyulhisar'ı ele geçirerek, topraklarını genişletti ve aldığı kasaba ve şehirlerde öylesine bir adalet kurdu ki, bunu duyan komşu tekfurların halkı, Osman Bey'i gözler oldular.

ELE GEÇİRDİĞİ GANİMETLERİ DAĞITIYORDU

Selçuklular çökmüştü ama, Osman yine de Selçuklulara bağlılığını sürdürüyor, ele geçirdiği ganimetlerden Selçukluların hissesini düzenli olarak gönderiyordu. Son olarak Karacahisar'ı ele geçirdiği zaman da ganimetin beşte birini Konya'ya göndermiş, gerisini gaziler arasında taksim etmişti. Osman Bey'in bu tutumu, çevresine büyük bir güven sağlıyordu.

Bu sırada İlhanlı Hükümdarı Gazan Han, Anadolu'yu baştan başa istilâ etti ve Selçuk hükümdarını yanına alıp İran'a götürdü. Anadolu'daki birçok beylikler dağılmış ve beylerin büyük bir kısmı, güvenlik içindeki Osman Bey'in yanına sığınmışlardı. Bu beyler, Osman Bey'i devlet kurmaya zorladılar. "Selçuk yıkıldı, Moğol üstün çıktı. Sen Kayıhan neslindensin. Oğuz'dan sonra Kayı gelir. Başımıza geç" diyorlardı. Osman Bey, bir meclis topladı. Aşiretin ileri gelenleri ile kayınpederi Edebâli'nin de bulunduğu bu mecliste Osman Bey'i han seçmeye karar verdiler. Ahi Evran, Osman gaziye kılıç kuşattı, mehter çalındı, Osman Bey eliyle meclistekilere kımız ikram etti. Kımızı içenler, "Hanlık kutlu olsun" dediler. Hutbe okundu ve Türkmenler birer birer gelip Osman Bey'e biat ettiler.

ÜLKEYİ 5 İDÂRİ BÖLGEYE AYIRDI

Osman Bey, 1299'da han seçildikten sonra önce Karacahisar'ı, sonra da Ye-
nişehir'i başkent seçti. Bursa üzerine sefer düzenledi. Fakat Bursa, son derece sağlam bir
kale idi. İçinde suyu, yiyeceği, barutu boldu. Osmanlı akıncıları, kalenin çevresindeki bütün
köyleri ve öteki yerleşim merkezlerini yakıp yıktılar. Kaleyi, vireye zorladılar. Bu kuşatma 10
yıl sürdü.

Bu 10 yıllık dönem içinde Osman Gazi; elindeki kalelere subaşı, dizdar ve kadı gönderdi. Adaletten şaşanın cezası ölümdü. Her şey saat gibi işliyordu. 3000 kilometrekarelik bir toprağını, 5000 kilometrekareye çıkarmıştı. Küçük ülkesini, 5 idarî bölgeye ayırdı, bunların idaresini güvendiği komutanlara verdi. Sultanönü Orhan Bey'in, Eskişehir Gündüz Alp'in, İnönü Aykut Alp'in, Yarhisar Hasan Alp'in, İnegöl Turgut Alp'in idaresine bırakılmıştı.

Altmış altı yaşına kadar, yani 43 yıl küçük devletini yönetti. Bir iki denemeden sonra güvenerek bel bağladığı oğlu Orhan'a, idareyi devretmiş ve kendisi devletin iç işleriyle uğraşmıştır. Çok sade bir hayat sürerdi. Gün batmadan akşam yemeğini yer ve bu herkesin arasında yenilen yemeğe dileyen otururdu. Yemekten sonra mehter çalar ve mehter ayakta dinlenirdi.

Uludağ'ın Bakacık tepesinden Bursa'yı seyrederken, güneşin ışıkları altında pırıl pırıl parlayan Gümüşlü Kümbet'i pek beğenmiş ve oğluna, eğer ölürse, bu kümbetin altına gömülmesini vasiyet etmişti. Osman Bey, Bursa'nın alınışını göremedi ama, cesedi Bursa'ya getirilip bu Gümüş Kümbet'in altına gömüldü.

CaKaLBoT
11-28-2006, 02:34 PM
Bu konuyu herzaman merak etmiştim...geniş anlatım bilgiler için saol abi...+rep

bluekeys™
11-28-2006, 02:35 PM
OSMAN HAMDİ BEY
(1842-1910)

Büyük Türk arkeologu... Büyük Türk müzecisi... Büyük ressam ... Müzelerimizi kendisine borçlu olduğumuz adam ...

Sadrazam İbrahim Ethem Paşa'nın oğludur. İstanbul'da doğdu, öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Daha 16 yaşında öğrenci iken yaptığı kara kalem resimlerle çevresinin dikkatini çekti. Babası ile birlikte gittiği Viyana'da, müze ve sergilerle ilgilendi. Aynı yıl Hamdi Bey'i, Paris'te hukuk tahsiline gönderdiler. Hukuk Fakültesi'ne yazıldı, arada bir derslere de devam etti ama asıl eğilimi olan ressamlıktan vazgeçmedi ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde, çağın önemli imzalarından, Boulanger, Gerome'nin atölyelerinde resim çalışmaları yaptı.

GÜZEL SANATLAR AKADEMİSİ'İNİ KURDU

Paris'te 12 yıl kalmıştır. Bu sırada açılan Paris Sergisi'nde Osmanlı hükümetinin temsilcisi olarak bulundu (1867). İstanbul'a döndüğü zaman, Mithat Paşa'nın "Umur-u Ecnebiye Müdürü" olarak Bağdat'a gitti. Orada Ahmet Mithat Efendi ile tanışmış ve dost olmuşlardır. İstanbul'a dönüşte, ecnebi büyükelçilerin protokol işleriyle uğraşmak görevine atandı. Bu sırada düzenlenen Viyana Sergisi'ne birinci komser olarak katıldı. Çok takdir gördü ve madalya kazandı.

1881 'de Hamdi Bey, Padişah Abdülhamid'in şahsî emriyle ,eski eserler işlerini düzenlemek için Müze Müdürlüğü'ne getirildi. O zamana kadar eski eserler şurada burada toplanıyor, alanın elinde kalıyordu. Hamdi Bey, daha Bağdat'ta iken, tarihe ve arkeolojiye merak sardığı ve ilk arkeolojik çalışmalarını Bağdat'ta yaptığı için, bunca emekle toprak altından çıkardığı tarihi eserlerin Çinili Köşk'te üst üste yığılı durduğunu görünce, çok müteessir oldu ve hemen kolları sıvayıp bir müze kurma çalışmalarına başladı. İlk iş olarak, bir "Asar-ı Atika Nizamnamesi” hazırladı. Kazılardan çıkarılan eserlerin yabancı ülkelere kaçırılmasını önlemeye çalıştı.

Hemen yine o yıllarda 1883'de Güzel Sanatlar Akademisi'ni kurdu. Bu arada, resim müzemizin çekirdeğini hazırlayan girişimleri oldu. Dünyaca tanınmış tabloların kopyalarını yaptırdı ve bunları, Türk ressamlarının eserleriyle birlikte Güzel Sanatlar Akademisi'nin büyük salonunda topladı.

ARKEOLOJİK ÇALIŞMALARI DAHA ÇOK BATI ANADOLU'DADIR

Hamdi Bey, arkeoloji alanındaki başarılı çalışmaları ile yurt dışına ulaşan bir ün sahibi olmuştur. Ülkede yapılan arkeolojik çalışmaları bir disiplin altına aldı. Daha önce başlanmış ve yarım bırakılmış kazıları ele aldı ve bunları geliştirdi. Nemrut Dağı'ndaki kazılar bunlardan biridir (1892). Adana'nın incirlik mevkiinde yapılan kazılarda, Hititlere ait yazılı levhalar bulunması, bütün dünyada Hamdi Bey'e ün kazandırdı. 2. Sayda kazısında dünyaca ünlü İskender'in lâhdi bulunmuştur. Hamdi Bey'in arkeolojik çalışmaları daha çok Batı Anadolu'dadır. Aydın yörelerindeki kazılardan başka Milas ilçesi içinde Hakate Anıtı'nı kuşatan süslü, kabartma tirizler (1891-92), Aydın'da Tralles'de bulunan mermer heykeller, Diyana'ya bağışlanmış tapınak frizinin büyük bir bölümü ile daha birçok eseri ortaya çıkarmış ve müzelerimize aktarmıştır. Fransız, Alman, Yunan, İspanyol müzeleri, madalya ve nişanlarla Hamdi Bey'i kutlamışlar, böylece Türkiye milletlerarası üne sahip bir ressam, arkeolog, müzeci kazanmıştır. Birçok üniversite de kendisine doktorluk unvanı tevcih etmişlerdi.

Hamdi Bey, gerek devlet işlerini yaparken, gerek arkeoloji ve müzecilik çalışmalarını sürdürürken ressamlığını, bu vurgun olduğu güzel mesleğini hiç ihmâl etmemiş, fırsat elverdikçe resim yapmıştır. Memlekette tanınmasından daha çok, yabancı ülkelerde ismi duyulmuştur.

Bunun sebebi, resimlerinin konularıdır. Hamdi Bey, Osmanlı hayatının renkli sahnelerini resimlerine almış ve bunları sanat sevgisinin sabrı ile ince ince bütün ayrıntılarına kadar işlemiştir. Resimde en küçük teferruat bile dikkatle ve gerçek renklerine uygun olarak resmedilmiştir.'' Okuyan Adam", "Silah Tüccarı", "Kaplumbağalı Adam", "Şehzadebaşı Camisi Avlusunda Kadınlar" gibi tabloları, hem Osmanlı İstanbul'unun hayatını yansıtmakta, hem tarihî gerçek bir belge olacak kadar gerçeği yansıtmaktadırlar.

ULUSLAR ARASI ÜN KAZANMIŞ SANATÇILARIMIZDAN BİRİDİR

Bu çok yönlü sanatçımız, memleketimizde “Müze Müdürü Hamdi Bey" olarak bilinir. Arkeolojik çalışmaları, ancak ilgililer tarafından, ressamlığı, resimle ilgili çevreler tarafından duyulmuş ve benimsenmiştir. Halkın Müze Müdürü olarak Hamdi Bey'i tanımasının nedeni, bu yolda hazırladığı "Asar-ı Atika Nizamnamesi'' dikkatle uygulamasıdır. Günümüze kadar devam eden eski eser kaçakçılığına "dur" diyen ilk sorumlu kişi, Osman Hamdi Bey olmuştur. Bu yüzden halk arasında hem bilinir, hem sevilir.

1910 yılında öldüğü zaman, memlekette ve dünyada büyük yankılar uyandırdı. Kurucusu olduğu Güzel Sanatlar Akademisi'nde bir törenle anıldı ve resimlerinden hazırlanan bir sergi açıldı. Eserlerinin bir kısmı, akrabalarının elinde, bir kısmı Avrupa müzelerinde, bir kısmı da İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'ndedir. Birkaç tablosunun da bazı meraklıların koleksiyonları arasında olduğu bilinmektedir.

Hamdi Bey, son çağ biliminin en seçkin siması ve gerçek bir uluslararası ün kazanmış birkaç, sanatçımızdan biridir.Yabancı üniversitelerden birçok payeler almıştır. Bugün onu, kendisine milletçe borçlu olduğumuz büyüklerimizden biri olarak tanıyor ve anıyoruz.

bluekeys™
11-28-2006, 02:35 PM
PİRİ REİS
( 1465-1554 )

Bilgin bir korsan... Yaman bir denizci... .Dünyayı avucu gibi bilen adam... Pirî Reis, bazı kaynaklara göre Gelibolulu, bazı kaynaklara göre de Konyalı olup Gelibolu'ya yerleşmiş biri... Bütün başarılı insanların kendilerinden olmasını isteyen Batılılar, Pirî Reis'in Hıristiyan olduğunu söylerler. Ama kanıt yoktur.

1465'de doğduğu sanılıyor. Gelibolulu Kemal Reis'in yeğenidir. Amcası ile birlikte denize açılmış, İtalya sahillerini vurmuş, Akdeniz'de şanlı adını dolaştırmıştı. Ama bu maceranın iyi yanı da kötü yanı da amcası Kemal Reis'e aittir. Piri Reis'i, Osmanlı ülkesinde tanınan bir isim haline getiren olay, 1500 yılında yapılan Mora Seferi'dir.

KAPTAN-1 DERYAYI ÖLÜMDEN KURTARDI

Davut Paşa komutasındaki Türk donanması İnebahtı Limanı'ndan çıkmış, Navarin önünde büyük bir düşman filosu ile karşılaşmıştı. Davut Paşa, amiral gemisiyle, düşmanın amiral bastardasına rampa etti. Başka bir düşman gemisi de Davut Paşa bastardasının öteki yanına rampa edince, Davut Paşa büyük bir tehlikenin içine düştü. İşte tam bu sırada Piri Reis, kendi gemisiyle şimşek gibi yetişip düşman gemisine rampa ederek, Osmanlı Devleti'nin Kaptan-ı deryasını ölümden, devletini yenilgiden kurtardı.

Amcası Kemal Reis, 1511'de ölünce Piri Reis, Barbaroslar'ın yanında görev aldı. Barbaros adına iki defa İstanbul'a gidip padişaha Barbaros'un bağlılık duygularını iletmiş ve hediyeler takdim etmişti. Piri Reis, İstanbul'da büyük itibar görerek ağırlandı.
Sadrazam Makbul İbrahim Paşa ile birlikte yaptığı Mısır seyahati maceralı geçmiş, fakat göğe kalkan denizin dalgaları arasından sıyrılıp Mısır'a girdikleri zaman, sultanlar gibi karşılanmışlardı.

73 gün Mısır'da kaldılar. Bu fırsattan yararlanan Piri Reis, yazdığı "Kitab-ı Bahriye" adlı kitabını, sadrazam eliyle Padişah Kanunî Sultan Süleyman'a ulaştırma fırsatını ele geçirdi.

ADEN'İ PORTEKİZLİLERİN ELİNDEN KURTARDI

Mısır Kaptanı Solak Ferhat Bey, Yemen Valiliği'ne gönderilince, yerine Piri Reis tayin edildi. Piri ilk iş olarak, evvelce Türkler tarafından feth edildiği halde, tekrar Portekizlilerin eline geçen Aden'i kurtardı (26 Şubat 1548). Fakat, Hürmüz Boğazı'na dışardan hâkim olan Maskat kalesi ile, içerden hâkim olan Hürmüz adası, Portekizlilerin elinde olduğu için, ticaret gemilerini vuruyorlardı. Kanunî, bu adaların alınmasını Piri Reis'e buyurdu. Piri Reis, 35 gemiden oluşan Mısır filosunu alarak Hind Denizi'ne açıldı (1551). Arabistan yarımadasının Güney doğusundaki Maskat'i zapt etti. Portekizlilerin, yüksek bordalı 70 gemisiyle savaşa tutuştu. Düşmanını yenmekten başka, düşman amirali Zoas De Lisboa'yı da esir etti. Bazı düşman gemileri kaçabilmişti. Bunları izledi, sığındıkları Hürmüz adasındaki kaleyi kuşattı. Fakat düşüremedi. Frenklere yardım ettikleri için şehri yağmalattı. Oradan Basra'ya gelip Kubat Paşa'dan yardım istedi.

Kubat Paşa Piri Reis'e çok sert karşılık verdi: "Sen Müslümanlara zulm ettin, mallarını yağma ettin." diyordu. Pirî Reis'i tutuklamak ve elindeki malları almak istiyordu. Pirî Reis,

Portekizlilerin kendisini izleyerek Basra Körfezi'ni kapamak hazırlıklarına giriştiğini duyunca, tutsak düşmemek için, bir kısım kadırgalarıyla denize açıldı ve Süveyş'e döndü.

MISIR'DA YARGILANDI VE İDAM EDİLDİ

Basra Valisi Kubat Paşa, İstanbul'a durumu bildirmiş ve Piri Reis'in Müslüman ahaliyi yağmaladığını, onlara zulm ettiğini söylemişti. Padişah, hangi sebeple olursa olsun, Müslüman ahaliye ve tebasına zulm edilmesini kabul edemezdi. Padişah bir dîvan kurularak Pirî Reis'in Mısır'da muhakeme edilmesini buyurdu. Kurulan dîvan Pirî Reis'i, iki noktadan suçlu görüyordu. Hürmüz kuşatmasının kaldırılması ve Basra'da öteki gemileri yüzüstü bırakarak birkaç gemi ile Mısır'a gelmesi...

Pirî Reis'in savunması, dîvanı tatmin etmedi ve kafası kesilmek suretiyle cezalandırılması kararlaştırıldı. Pirî Reis kocamış, seksen yaşını aşmıştı. Kararı sükûnetle dinledi ve iki rekat namaz kıldıktan sonra, cellada boynunu teslim etti.

Pirî Reis, "Kitab-ı Bahriye" adlı kitabı ile bütün dünyada ünlüdür. Akdeniz'in en mükemmel haritasını çizen, yine Pirî Reis'tir. Amerika'nın bulunmasından önce, bir dünya haritası çizen ve bunu Yavuz Sultan Selim'e Mısır'da sunan Pirî Reis, haritasına Amerika kıtasını da koymuştu. Bugün bile bu bilimsel sır, çözülmüş değildir.

Devletine büyük hizmetleri, dünya bilimine saygıdeğer katkıları ve Akdeniz yalılarına masal gibi söylenen kahramanlıkları kalan Pirî Reis, Türk milletinin adını saygı ile andığı ve anacağı bir kahramandır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:36 PM
SULTAN ORHAN
( 1281-1362)

Osmanlı Devleti’nin ikinci hükümdarı... Osmanlı devlet çekirdeğinin patlayıp imparatorluk haline dönüşmesinde büyük hissesi olan devlet adamı... Askerlikte, idarede ve toplumda ilk düzenlemeleri yaparak tarihe bir imparatorluk kazandıran Türk...

Bâlâ Hatun'un oğludur. 1281 yılında doğdu. Daha babasının sağlığında askerlik ve devlet işleriyle yakından ilgilenen Orhan Bey, babasının ölümü üzerine beyliği eline aldı, Bursa'nın fethini tamamladı. Bunun ardından Kandıra, Aydos, Şamandıra ve İzmit Körfezi çevresini, bir bir ele geçirdi. Babasının can yoldaşları ve ideal arkadaşları Akçakoca ve Karamürsel genç hükümdarı her bakımdan destekliyorlardı.

1327 yılı önemli olaylarla doluydu, İlhanlıların Anadolu Valisi Timurtaş Bey'in Mısır'a kaçması ve orada idam edilmesi üzerine, Anadolu'da İlhanlı baskısı kalkmıştı. Bundan yararlanan Orhan Bey İznik'i kuşattı. İznik'in yardımına koşmak isteyen Bizans imparatoru III. Andronikos, büyük bir ordunun başında Anadolu'ya geçti. Bu ilk Bizans-Osmanlı karşılaşması Orhan Bey'in zaferi ile sonuçlanmıştır.(1329) İznik, Osmanlı Beyliği'nin merkezi oldu (1330). Bunu Ulubat, Mihaliç, Kirmasti zaferleri izledi. Böylece, Osmanlı Beyliği, Karesioğulları Beyliği ile komşu olmuştu. Orhan Bey, Karesi Beyliği'nin kargaşalığından yararlandı ve kısa bir zamanda Balıkesir, Manyas, Kapıdağı ve Edincik'i kendi topraklarına kattı. Karesi Beyliği'nin ileri gelen komutanlarından Hacı llbey, Evranos Bey, Ece Halil Bey ve Gazi Fazıl gibi önemli komutanları da Osmanlı hizmetine geçtiler.

İMPARATORLA BERABER BİZANS TAHTINA OTURDU

Bizans İmparatoru III. Andronikos'un ölümü Bizans'ı karıştırmış, ileri gelenlerin birbirine düşmesine sebep olmuştu. Orhan Bey durumu dikkatle izlemekte idi. Kantekuzenos'un vasiliğini tanıyanlar, kendilerine karşı mücadele edenleri alt etmek maksadı ile Orhan Bey'den yardım istediler (1341). Orhan Bey kuvvet gönderdi, Kantakuzen de İstanbul'a girip imparatorla beraber hüküm sürmek üzere Bizans tahtına oturdu. Orhan Bey, Kantakuzen'in kızı Theodora ile evlendi. Bizans'ın korunması için Süleyman Pasa emrinde bir kuvvet ayırdı (1349). Bu kuvvetler, Sırp Kralı Stefan Duşan'ın kuşatmasında bulunan Selâ-nik'i kurtardılar. 1351 'de Türk kuvveleri bir kere daha Rumeli'ye geçti ve Edirne'de kuşatılmış olan Kantakuzen'in oğlu Meteos'u kurtardı. Daha sonra Dimetoka'da Sırp-Bulgar ordusunu yendiler. Kantakuzen bu yardımlara karşılık Orhan Bey'e Çimbe kalesini verdi. Böylece Osmanlılar Rumeli'de bir harekât üssüne sahip oldular.

DEVLET BÜYÜKLERİ İLE İSTİŞAREYE ÖNEM VERİYORDU

Sıra Rumeli yakasına atlamaya ve buraları Osmanlı topraklarına katmaya gelmişti. Önce Gelibolu'yu alıp Tekirdağ ve Bolayır'a kadar bütün Marmara kıyılarını ele geçirdiler. Ele geçirilen topraklara Türkler yerleştiriliyor, orada yaşayan ahali de Anadolu'ya aktarılıyordu.

Bu dönemde devlet teşkilâtı geliştirildi. Divan teşkilâtı meydana getirildi. Devlet adamı ve askerlerin kıyafeti tayin edildi. Tımar teşkilâtı ile Osmanlı'nın ilk daimi ordusu olan yaya ve müsellem teşkilâtı kuruldu. Orhan Bey, babası Osman Bey döneminde yürütüldüğü gibi, devlet büyükleri ile istişare işlerine önem veriyordu. Karar, bey iradesine bağlı olmakla birlikte istişare, Osmanlı mülkünde böylece gelenek olmuştu. Orhan Bey'in, Sadrazam Çandarlı Mevlâna Kara Halil, Şehzade Süleyman Paşa ve Şehzade Murat Bey'den kurulu bir istişare heyeti vardı. Bu heyetin müzakerelerine alpler de katılırlardı. Bu kurulun aldığı ilk kararlar arasında şunlar vardı:

1— Hükümdar adına hutbe okutup para bastırmak.
2— Devlet adamlarına ve askere bir örnek kıyafet seçmek.
3— Arazinin askerî, mülkî ve malî noktalardan taksim edilip vergilendirilmesini sağlamak.

"İmamet hakkı hükümdara aittir" kuralı konularak, Osman Gazi adına "Emîr" unvanı ile hutbe okutuldu. Orhan Gazi adına da camilerde hutbe okunmasına başlandı. Orhan Bey'in beyliğinde hâlâ Selçuk parası kullanılmakta idi. Devletin bağımsızlığına bir belge sayılan para basılması Bursa'da olmuştur. İlk gümüş ve altın paralar Bursa'da basılmış bu paralara Akçe-i Osmanî denip, bir tarafına kelime-i şahadet, diğer tarafına "Orhan Halledallahül-mülke" yazıldı. Kazaskerlik makamı tesis edilip bu makama Mavlânâ Çandarlı Halil getirildi.

ÖLDÜĞÜNDE, TEMELLERİ SAĞLAM BİR DEVLET BIRAKMIŞTI

Devlet teşkilâtı kurulurken, bir yandan Oğuz töresi, bir yandan Selçuklu devlet nizamı, bir yandan da İslâmî kurallara dikkat edilmiştir. Bazı tarihçiler, Osmanlı devlet yapısı ve toplum düzenlemelerinin Bizans'tan alındığını iddia ederlerse de, bu iddiaların hiçbir temeli olmadığı bilimsel araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır. Osmanlı devlet kuruluşunda daha çok Oğuz törelerinin ağırlık kazandığı anlaşılıyor.

Orhan Bey, 1362'de hayata gözlerini yumduğu zaman, ardında temelleri sağlam atılmış bir devlet bırakmıştı. Türbesi Bursa'dadır. Babası Osman Bey ile yanyana yatmaktadırlar.

Osman ve Orhan beyler dönemi Osmanlı uygarlığının çekirdek dönemidir. Mimaride, edebiyatta ilk eserlerini vermeye başlamıştır. Bursa'daki Alaaddin Bey Mescidi, .Ahi Hasan Mescidi, Çoban Bey Mescidi gibi mütevazi yapılardan başka Orhan Camii ve Külliyesi gibi önemli mimarî eserler de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Özellikle Orhan Camii'nin mimarisinde, Selçukîlerden ayrı bir üslûp kullanılmış ve yapıya büyük bir sadelik hâkim olmuştur. Sonradan maalesef yıkılmış olan bu eserin yerine yapılmış olan bugünkü cami, bu vasıfları göstermez.

bluekeys™
11-28-2006, 02:36 PM
SÜLEYMAN ÇELEBİ
( ? – 1422 )


Türk Osmanlı dünyasının değil, bütün İslâm dünyasının saygı duyduğu, hayranlık duyduğu bir şair... Bir samimî Müslüman...

Süleyman Çelebi'nin hangi yılda ve nerede doğduğu bilinmiyor. Babasının Ahmet Paşa olduğuna dair bir söylenti varsa da, bu Ahmet Paşa'nın, hangi Ahmet Paşa olduğu da belli değildir. Yine bir söylentiye göre, dedesi, Sultan Orhan zamanında yaşamış Şeyh Mahmut'tur. Bilinen gerçek, Süleyman Çelebi'nin Bursalı olduğu ve Yıldırım Beyazıt günlerinde yaşayıp, onun tarafından yaptırılmış 20 Kubbeli Ulu Cami'nin imamı olduğudur.

Bu samimî Müslüman, imam Süleyman Çelebi, yazdığı Mevlid'den de kolayca anlaşılabileceği gibi, iyi bir eğitimden geçmiş, zamanın edebiyatını iyi anlamış, dinî bilgileri kuvvetli bir insandı. İlk gençlik yıllarında Bursa'da büyük şöhreti olan Buharalı Şeyh Emir Sultan'ın yanında ders gördü. Emir Sultan, derin bilgisi ile çağın ulularından sayılır. Bugün de kendi adını taşıyan caminin yanındaki türbede gömülüdür. Osmanlı devlet yapısına, Şeyh Edebâli'den sonra en çok etki yapmış bir bilgin olarak bilinir. İşte Süleyman Çelebi, bu derin hocadan dersler görmüş bir din adamıdır.

İYİ EĞİTİM GÖRMÜŞTÜ VE GENİŞ BİR BİLGİSİ VARDI

Eldeki bilgilere göre yapılan tahminler, Süleyman Çelebi'nin 1359-1364 arasında doğmuş olduğunu gösteriyor. Demek 55 -60 yıl kadar yaşamıştır. Tek eseri, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat”dır. Fakat, nazmı bu kadar ustalıkla kullanmasını bilen bir insanın, yazmadığını düşünmek oldukça güçtür. Belki, Timur'un ordusu Bursa'ya girdiği zaman, yakılıp yıkılanlar arasında Süleyman Çelebi'nin diğer eserleri de yok olmuştur. Süleyman Çelebi'nin iyi bir eğitim gördüğü ve geniş bir bilgisi olduğunun başka bir kanıtı, Mevlid'de tasavvufî bazı deyimlerin kullanılmış oluşudur:

"Zâtıma mir'at edindim zâtını
Bile yazdım adın ile adımı."

beytinde görüldüğü gibi Ahmet Yesevi'yi hatırlatan ifadeler, onun sıradan bir kişi olmadığını açıklar. Emir Buhari'den çok şeyler öğrendiği anlaşılıyor. Mevlid'in yazılmasına sebep diye gösterilen bir olay vardır. Söylendiğine göre Süleyman Çelebi, imamlığını yaptığı Ulu Cami'de, İran'dan gelen bir müderrisin vaazını dinlemiş. Bu müderris vaazında, dinler arasında da bir fark olmadığını, bütün kitaplı dinlerin hak din, bütün peygamberlerin hak peygamber olduklarını anlatmış.

Süleyman Çelebi, hayranı olduğu Hz. Peygamber'in öteki peygamberler safhında değerlendirilmesine son derecede üzülmüş ve sevgili Peygamber'ine karşı duyduklarını, manzum olarak yazmaya başlamış... İşte bu sonsuz aşktır ki, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat”ı ortaya çıkarmış....

DOĞU SÜRREALİZMİNİ ÇOK YERDE YANSITTI

Altı yüz yıldır, bütün İslâm dünyasının her dinî günde, doğumda, ölümde, bayramda okuduğu bu lirik eserin, bugün okunan biçimi ile, Süleyman Çelebi'nin yazdığı biçimin aynı olduğu söylenemez. Zamanla bazı mısralarda kelimeler, bazan da mısralar değiştirilmiş, Türk halkının duygu ve düşünce kalıbı içinde yeniden oluşturulmuştur.

Mevlid'in bazı parçaları, ne kadar realist bir üslûpla yazılmışsa, bazı parçaları da sürrealist bir üslûpla kaleme alınmış gibidir:

"Hem hava üzre döşendi bir döşek
Adı Sündüz, döşeyen ân ı melek."

beytinde olduğu gibi, doğu sürrealizmini yansıtan birçok parçalar vardır. Süleyman Çelebi'-den sonra birçok şairler ve büyük şairler birer mevlid yazdılarsa da hiçbiri Süleyman Çelebi'nin eriştiği noktaya erişemedi. Çünkü Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i "Sehl-i Mümteni" denilen bir sanat örneğidir.Çok kolay yazılmış gibi göründüğü halde, taklidi son derece de güçtür.

15. YÜZYIL EN BÜYÜK OSMANLI ŞAİRLERİNDENDİ

Bu yüzden taklitleri tutmamış, halk yazılanların hiçbirini benimsememiştir. Oysa yazılan Mevlidlerin arasında, çok sanatkârane olanları vardır.

Süleyman Çelebi, 1422'de Bursa'da hayata gözlerini yumdu. Mezarı Bursa'da, Çekirge yolundadır. Uzun yüzyıllar, basit bir parmaklıkla çevrili olan mezarını Bursa Valisi Haşim İşcan, Güzel Sanatlar Akademisi'nin fikrini alarak Teknik Üniversite'ye çizdirdiği bir proje ile Türk mezarı haline koymuş ve bulunduğu yeri park haline getirmiştir.

Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, Rumca, Bulgarca, Sırpça, Arapça'ya çevrilmiş ve dili konuşan Müslümanlar arasında her dinî günde, bayramda, ölümde, doğumda okunagelmiştir. Süleyman Çelebi, 15. yüzyılı Osmanlı şairlerinin en büyüklerinden biridir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:36 PM
ŞAH CİHAN
( 1593-1666 )



Timuroğulları hanedanın Hindistan'daki 5. hükümdarıdır.Babası, Cihangir Selim Şah, dedesi Ekber Şah'tır. Lâhur'da 1593'de doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Zamanın en ünlü bilginleri kendisine ders verdiler. İyi ok atar, iyi ata binerdi. İyi bir edebiyat ve musiki bilgisi vardı.

Daha genç denilecek çağlarında Dekkan ve Gucarat'da genel valilik yaptı. Genel valiliği sırasında bu şehirleri imar etti. Kendi zevkiyle yaptırdığı binalar, bugün de Hindistan'da Türk mimarisinin sanat eserleri olarak hayranlıkla seyredilir.

1637'DE TİBET ÜZERİNE BİR SEFER DÜZENLEDİ

Babası Cihangir Selim Şah ölünce, tahta geçti. Devlet işlerindeki büyük tecrübesi ile, kısa bir zamanda halk tarafından çok sevildi. İmparatorluğu güçlendirmek ve son zamanlarda komşu devletlerin başlayan saldırılarını durdurmak için, Özbek Türkleri üzerine bir sefer düzenledi. Özbekleri, Afganistan'dan çıkardıktan sonra, geri döndü ve Güney Hindistan'daki Nizam-Şah Devleti üzerine yürüdü (1631). Şah Cihan'ın üstün güçleri karşısında Nizam-Şah, Timuroğulları’nın egemenliğini tanıdı ve onların hâkimiyetleri altına girdi. 1633'de tamamen imparatorluğa katılmışlar ve Şah Cihan devletinin sınırlarını Güney Hindistan'a kadar genişletmişlerdir.

Güney Hindistan'da Nizam Şah devletinin dışında da Türk şahlıkları ve krallıkları vardı: Kutb-Şah Krallığı ile Adil-Şah İmparatorluğu... Cihan Şah, Nizam Şah'ın topraklarını kendi ülkesine kattıktan sonra Kutb-Şah'a, oradan da Adil-Şah'a sarktı. Her ikisini de yendikten sonra, bu ülkeleri kendi egemenliğine bağladı.

1637'de Tibet üzerine bir sefer düzenledi. Tibet'i ele geçirdi ve imparatorluk sınırlarını böylece doğuya doğru genişletti. Batıda Şah Cihan için, İran gailesi vardı. Türk Safevi İmparatorluğu, Kandehar'a saldırmış ve bu eski şehirlerini geri almıştılar. Bu sefer Şah Cihan, İran üzerine bir sefer düzenledi. Safevi orduların bozup perişan etti,. Kandehar'ı geri aldı. Böylece, batıda bozulmaya yüz tutan devlet prestijini yeniden kurdu ve morali yükseltti (1637}.
1639'da Şah Cihan, Kâbil'e geldi. Ne yapacağı bilinmiyordu. Atalarının ülkesi olan Türkistan üzerine sefer yapabilir ve orada kurulmuş Türk devletlerini ezebilirdi... Nitekim Özbekler, büyük telaşa düştüler, hazırlıklara giriştiler. Fakat Şah Cihan, kendi soyundan sayılan Özbeklerle, arasını bozmak istemedi ve geldiği gibi sessizce Agra'ya döndü

1647'de Özbekler, Belh'i, bir hücumla geri aldılar. Bunu, Safevilerin Kandehar’a saldırısı izledi. Şah Cihan'ı rahat bırakmıyorlardı, karşılık vermesi gerekliydi. Tekrar Kâbil'e geldi ve 110.000 kişilik bir ordu ile İran üzerine saldırdı. İran ordusu yenilmiş, zaferi Şah Cihan kazanmıştı ama, Kanderhar’ı geri alamadı (1652).

Bu sırada Kutb-Şah Krallığı harekete geçmişti... Savaşlar iki yıl sürdü: (1655-1656) Şah Cihan, Haydarabad’ı tekrar geri aldı. Fakat bu Türk krallığının bağımsızlığına dokunmadı.

OĞLU İLE TUTUŞTUĞU SAVAŞI KAYBETTİ

Şah Cihan artık hem yaşlanmış, hem hastalanmıştı. Savaşlara katılamıyor, ordularının yendiği düşmanlarına bile merhamet edip onları bağışlıyordu. Bu ve benzeri olaylar, hem halk arasında, hem oğulları arasına tartışılmaya başlandı. Ve oğulları, tahtı ele geçirmek için kavgaya tutuştular. Şah Cihan, bu kavgaların önüne geçmek için boşuna yoruldu. Oğlu Evrengzip Alemdar Mirza, kardeşlerini yenmiş, ortadan kaldırmış, babasına dönmüştü. Oğlu ile tutuştuğu savaşı kaybetti ve tahttan indirildi (1658).

Şah Cihan'ın bundan sonraki hayatı acıklıdır. 7.5 yıl, Agra Sarayı'nda gözaltında yaşadı ve öldü. Öldüğü zaman, sevgili eşi Bâdşâh Begim için yaptırdığı şaheser türbeye, "Taç Mahal "e gömüldü (1666).

TAC-MAHAL'IN YAPILMASI İÇİN ELİNDEN GELENİ YAPTI

Şah Cihan'ın Hindistan imparatorluğu, Batıda kurulmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü zamanlarına rastlar. Nitekim Osmanlı hükümdarları, Hindistan'ı elinde bulunduran bu hükümdar ile yakından ilgilenmişler ve ona destek olmaya çalışmışlardır. Sevgili eşi Bâdşâh-Begim'e yaptırdığı Tac-Mahal'in inşası için, Osmanlı hükümdarları en kıymetli nakkaşlarını, mimarlarını, ustalarını göndermişler ve bu büyük eserin kusursuz ortaya çıkmasını yardımcı olmuşlardır.

Timuroğulları’nın Hindistan hükümdarlığı, Şah Cihan döneminde en yüksek sanat ve bilgi seviyesine ulaşmıştır. Günün her saatinde ayrı bir renge bürünen, dünyanın en büyük eserlerinden biri olan Tac-Mahal'den başka, bir çok cami, medrese, sebil, kervansaray hep Şah Cihan döneminin kıymetli eserlerindendir. Tac-Mahal'in 50 milyon altına çıktığı hesaplanıyor.Şah-Cihan'ın tahtındaki mücevherlerin kıymeti de 50 milyon altın değerinde idi. Şah Cihan'ın Agra Sarayı, şairler, sanatkârlar, bilginlerle dolup taşıyordu. Bu çağ, Çin sınırından Orta Avrupa'ya kadar bütün toprakların Türk imparatorluklarının elinde bulunduğu bahtlı bir dönemdir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:36 PM
ŞEMSEDDİN FENARİ
( 1350-1430 )

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Bursa çevresinde dikkati çekmiş, din ve
ilim sahasındaki derin bilgisi ile büyük saygı toplamış, zaman zaman Osmanlı beylerine öğütler vererek onları uyarmış değerli bir din bilginidir. Yüzden fazla yazılı eseri vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk şeyhülislâmı olmuştur.

1350'de Maveraünnehir'de doğmuştur. Doğduğu yıllar, Maveraünnehir ve çevresinin büyük kargaşalıklar içinde çalkalandığı yıllardır. Oradan kaç yaşında ve ne suretle Anadolu'ya geldiği bilinmemektedir. İlk öğrenim yıllarında, ilk öğrenimini ve gerekli bilgileri, Horasan, Taşkent çevrelerindeki yetkili hocalardan aldığı ve göç dalgaları ile Anadolu'ya geldiği sanılıyor. Osmanlı kuruluşunun çekirdek günlerinde Bursa çevresinde görülmüş, derin bilgisi, anlayışı ile hemen dikkati çekerek etrafında insanların kümelendiği bir bilgin olmuştur. Kurduğu fikrî otorite, Osmanlı beylerini de etkiliyordu. O kadar ki, Yıldırım Beyazıt, Niğbolu zaferinden sonra içkiye alışması ve sarayında içki âlemleri tertiplediğinin duyulması üzerine, Şemseddin Fenarî'nin cephe alması, padişahı frenlemiş ve daha dikkatli davranmasına sebeb olmuştur.

DİN BİLGİSİNİN YANINDA MATEMATiK VE ASTRONOMİ ÖĞRENDİ

Zamanın ünlü kişilerinden ders alarak kültürünü zenginleştirdiği biliniyor. Bu
arada, Cemalettin Aksarayi ve Mısır'da Şeyh Kemaleddin gibi büyük üstadlardan dersler görmüş, din bilgisinin yanında matematik ve astronomi öğrenmiştir.

Bursa'da müderris olarak ders veriyordu. Ünü, bütün çevreye yayılmıştı. Uzak vilâyetlerden insanlar, Fenarî'den ders almak için Bursa'ya geliyorlar ve Orhan Medresesi'nde ondan ders görüyorlardı.

Bursa'da kadı olarak da hizmet vermiş ve birçok davaların adaletle sonuçlanmasını sağlamıştır.

Bir ara, hac farizasını yerine getirmek için Hicaz'a gitmiştir. Hicaz dönüşü Mısır'a uğramış ve Mısır'da dersler vermiştir. Mısır'da kısa bir sürede ünü bütün ülkelere yayılmış ve Fenarî'nin Mısır'da olduğunu öğrenen Çelebi Mehmet, kendisine haber göndererek Bursa'ya dönmesini rica etmiştir.

Bunun üzerine Fenarî, Mısır'dan kalkıp Bursa'ya geldi. O yıllarda Çelebi Mehmet Bursa'da ünlü Yeşil Cami ile türbesini yaptırmakta idi. Timurlenk askerlerinin harap ettiği Orhan Medresesi'nin tamirini de bitirmişti. Şemseddin Fenarî, bizzat padişah tarafından karşılandı ve Orhan Medresesi'nin baş müderrisliğine tayin edildi.

İLK ŞEYHÜLİSLAM LIĞI TEKLİF ETTİ

Osmanlı İmparatorluğu gelişiyor, sınırları gittikçe genişliyordu. Padişah ikinci Mu-rad, işlerin adaletle yürümesi ve şeriatın gösterdiği çizgiler içinde gelişmesi için, kendisine bu konuda yardımcı olacak bir bilgine ihtiyaç duydu. Şemseddin Fenarî'ye, Osmanlı Devleti'nin ilk şeyhülislâmlığını teklif etti.

Tarihlerin yazdığına göre, Şemseddin Fenarî, önce bu teklifi kabul etmek istememiş ve şeriat ahkâmı içinde fetva verecek bir makamın, padişah tarafından tayin ve gerektiğinde azledilmesini doğru bulmamıştı. Bunu cesaretle padişaha söyledi, ikinci Murad, tayinin bir ehliyet tercihi olduğunu, bu sebeple padişahın yapmasında yarar bulunduğunu ileri sürmüş, fakat azlinin, adaleti baskı altına alabileceğini kabul ederek, şeyhülislâmlık makamının kayd-ı hayat şartına bağlanmasını kabul etmiştir.

ADI EVLİYALARA KARIŞMIŞTI

Şemsettin Fenarî 1424'teOsmanlı mülkünün ilk şeyhülislâmı olarak göreve başladı. 6 yıl bu görevi büyük bir ehliyetle ve adaletle yürüttükten sonra, tekrar Hicaz'a gitmek istedi.Hükümdardan müsaade aldı ve yola çıktı.

İlerlemiş yaşta idi. Yol zahmetli ve uzundu. Buna rağmen Şemseddin Fenarî, zahmetlere katlanmış ve ikinci haccını da tamamlayarak Bursa'ya dönmüşse de döndükten kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yummuştur.

Bursa'da, kendi adı ile bilinen bir mahallede, kendi eliyle yaptırdığı camisinin yanındaki bahçede gömülüdür. Tertemiz hayatı, daha sonra masallaşmış ve adı evliyalara karışmıştır.

100'den fazla yazılı eseri vardır. Öldüğü zaman kitaplığında 10.000 cilt kitap bıraktığı söylenir. Yunan işgali sırasında bu kitaplık yakılmış, yağma edilmiş, bu yüzden pek çok eser ortadan yok olmuştur. Yaptığı tefsirler büyük değer taşır. Özellikle Fatiha tefsiri, yalnız Osmanlı ülkesi içinde değil, bütün Müslüman dünyası içinde ünlüdür.

Ayrıca,"Enmuzecü'l-Ulûm" adlı yüz kadar ilmin tasnifini yapan ansiklopedik eseri, değerli bir kaynaktır. En büyük eseri olarak "Hulusü'l-Bedayi fi Usulü'l-Şerayi" bilinir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:37 PM
ŞEMSEDDİN SAMİ
( 1850- 1905 )

İlk ansiklopedistimiz, ilk romancımız, ilk sözlükçümüz, ilk gazetecilerimizden Şemseddin Sami, Yanya'nın Fraşeri kasabasında doğdu. Babası, o bölgenin Timarbeyi Halit Bey'dir. Ailesi, Fatih dönemine çıkar. Devlete hizmet etmişlerdir. Çevresinin, tek söz sahibi ailesinin oğlu olduğu için, çok itinalı yetiştirildi. İlk öğrenimini özel olarak yapmıştır. Orta öğrenimini Rum gimnasyomlarında yaptı. Burada, Fransızca, İtalyanca, Rumca ve eski Yunanca’yı öğrendi.

Bundan sonra, medrese eğitimi gördü. Dinî bilgilerini burada pekiştirdi ve Arapça, Farsça öğrendi. İslâm tarihini inceledi. Türkçe’den başka, 8 dil daha bilir. Bu bildiği dilleri de sadece konuşacak kadar değil, yazacak kadar hatta bazılarında, üslûp sahibi olacak kadar bilirdi. Medrese tahsilini yürütürken, bildiği dillerden faydalanarak, edindiği kitaplardan, Batı'daki yeni bilim gelişmelerini izlerdi. 19. yüzyılın pozitivizmi üzerinde ilk araştırmaları yapan yazarlarımızdan biridir.

BATI GAZETELERİNE BENZEYEN «SABAH» GAZETESİNİ ÇIKARDI

Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, matbuat kalemine girdi. Bildiği yabancı dillerinden yararlanarak tercümeler yaptı. Fakat onun asıl istediği şey, Batı gazetelerine benzeyen bir gazete çıkarmaktı. Nitekim, bu isteğine de bir süre sonra kavuştu ve İstanbul'da kendi namına "Sabah" gazetesini çıkardı.

Şemseddin Sami, çok iyi Farsça, Arapça bildiği halde, konuşmaların ve yazışmaların sade Türkçe ile yapılmasından yana idi. Şinasi'nin başlattığı sadelik hareketini yürütmek istiyordu. Çıkardığı gazetede bu sade dili kullandı. Fakat bir süre sonra, yazdığı yazılar yüzünden, gazetesi kapandı ve kendisi sürgünü boyladı. Bu zorunlu sebeple, önce Trablus-garp'ta, sonra başka şehirlerde bulunduktan sonra bağışlandı ve İstanbul'a döndü.

Padişah Abdülhamit, Şemseddin Sami'ye karşı birçok sebeplerden ötürü dikkatli idi. Bir kere Şemseddin Sami, Arnavutluk'un en soylu ailelerinden birinin oğlu idi. Fraşerilerin oyu alınmadan Arnavutluk'ta hiç bir şey yapılamazdı. Oysa Şemseddin Sami, çıkardığı gazetesinde ilerici fikirleri tutmuş, Genç Osmanlıların başlattığı hareketin fikriyatını yapmıştı. Ayrıca Şemseddin Sami, dil biliyor, eli kalem tutuyor, güzel konuşuyordu. Bu bakımdan da Padişah'ın gözü üstünde idi. Her halde bu ve benzeri sebeplerle, sürgünden döndüğü zaman Şemseddin Sami, sarayda görev yapan "Teftiş-i Askerî Komisyonu"na katip olarak atanmış olmalıdır (1880).

TÜRKLÜK ŞUURUNUN UYANIŞINI VE GELİŞMESİNİ SAĞLADI

Sonradan başkatipliğine getirildiği bu komisyonda, hayatının sonuna kadar görevde tutulmuştur. Kendisini ''Kamus-u Türki" yazmaya teşvik edenin Padişah olduğu ve her –sayfasına bir altın ödediği, sonradan ailesi tarafından açıklanmıştır. Kamusu'l-Alâm'ın da aynı şekilde desteklendiği düşünülebilir. Çünkü Abdülhamid'in, sarayda yapacak işi olmadığı zamanlar, Şemseddin Sami'yi Erenköy'ündeki evine gönderdiği ve burada göz altında bulundurarak çalışmalarını izlediği bilinmektedir.
Nitekim Şemseddin Sami de, Abdülhamid'in bu davranışlarıdan hiç şikayet etmemiş ve hatta kardeşi, Arnavutluk'ta isyana karar verince, ağabeysinin de kendisine yardım etmesini istediği zaman, Şemseddin Sami'nin "Ben bir Osmanlıyım ve isyana karşıyım" dediği ayrıca bilinmektedir.

Şemseddin Sami, edebî çalışmalarını gençlik yıllarında yapmış, gazetecilik, hikâyecilik ve romancılık üstünde çalışırken, çağdaş fikirleri savunmuş ve dikkate değer eserler vermiştir. "Taaşşuk-u Talât ve Fitnat" adlı romanı, onun iyi bir toplum gözlemcisi olduğunu ve iyi romancı kumaşı taşıdığını gösterir. Kendisinden sonra yazılan romanların birçoğu, onun çizgisine ulaşamamıştır. Tiyatro eserlerinde de aynı başarıyı göstermiştir.

O, bütün eserlerinde,Türklük şuurunun uyanışını ve gelişmesini sağlamaya çalıştı. Türk dilinin ne kadar zengin bir dil olduğunu ispatlayan Kamus-u Türki'si, bugün de en büyük kaynak eser haysiyeti ile ayakta durur. Kendisinden sonra sözlük yapanların hepsi, bu kaynaktan yararlanmışlardır.

«BESA»,«SEYİT YAHYA»ve «GAVE» ADLI ÜÇ TİYATRO ESERİ BULUNUYOR

Kamusu’l-Alâm, başlı başına 6 ciltlik büyük bir ansiklopedidir. Bütün dünyada heyetler tarafından yapılan ansiklopedilere karşılık, Şemseddin Sami'nin tek başına 6 ciltlik büyük bir ansiklopediyi bitirmeye muvaffak olması,onun şaşılacak bir çalışma gücüne sahip olduğunu gösterir. Kamus-u Fransevî adı altında, Fransızca’dan Türkçe’ye, Türkçe’den Fransızca’ya olmak üzere tamamladığı iki ciltlik sözlük, 80 yıldır itibarlı bir lügat olarak elden ele geçti.

"Besa", "Seyit Yahya", "Gave"adlı üç tiyatro eseri vardır. Bu oyunlar, günümüzün zevklerine cevap vermese bile, zamanının gerçeklerini tamamen yansıtmışlar ve yazarın ne kadar gerçekçi olduğunun belgesi olmuşlardır. Ayrıca, Batı'dan bazı eserlerin çevirilerini yapmış ve bu arada Viktor Hugo'nun "Sefiller"ini ilk defa dilimize çevirmiştir. "Robenson Crusoe" romanını da ilk olarak dilimize çevrilen, Şemseddin Sami'dir.

1905'de hayata gözlerini yumduğu zaman, ardında 50'den fazla büyük eser ve büyük bir isim bırakmıştır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:37 PM
ŞEYH GALİP
( 1757- 1799 )

18. yüzyıl, Osmanlı devleti açısından ne kadar bahtsız ise, Osmanlı Dîvan şiiri açısından da o kadar bahtlıdır. Çünkü bu yüzyılın birinci yarısında -bir örneğini bulmak mümkün olmayan- Nedim, ikinci yarısında da -yine bir benzerini bulmak mümkün olmayan- Şeyh Galip yaşadılar ve en güzel eserlerini verdiler. Şeyh Galip Dîvan Edebiyatımızın getirdiği son büyük şairdir.

Nedim, nasıl şuh havası, neşeli edası, hayatla dolu mısraları ile Dîvan Edebiyatı içinden bir sanat fıskiyesi gibi yükselmişse, Şeyh Galip de muhayyile zenginliği, kendisinden önce gelenlerin hiçbirine benzemeyen edası ve Mevlevîliğin fikir ve yürek dolu dünyası ile yepyeni ve bambaşka bir şiir dünyası kurmuştur. Dîvan Edebiyatımıza atılan son şerefli imza, Şeyh Galip'indir.

1757 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet'tir. Babası Mustafa Reşit Efendi, şair, bilgin bir Mevlevi dervişi idi. Oğlunun iyi yetişmesine önem verdi. Önce kendisi ders verdi. Mevlevîliği sevdirdi ve bu tarikatın önemli eserlerini ona okuttu. Babasından ilk şiir zevkini ve Mevlevîliğin rind dünyasının güzelliğini alan Şeyh Galip, daha sonra çağının ünlü bilginleri ile tanıştı, onların derslerinden geçti.

«ESAT»TAKMA ADINDAN SONRA «GALİP» ADINI KULLANMAYA BAŞLADI

Ders aldığı hocalar arasında Galata Mevlevîhanesi şeyhi Hüseyin Efendi de vardır. Zamanın en tanınmış hocası Neşet Efendi'den de dersler aldı. Neşet Efendi, genç Şeyh Galip'in yeteneğini çabuk farketti ve yazdığı şiirleri beğenerek ona "Esat" takma adını önerdi. Şeyh Galip, bir ara "Esat" takma adıyla şiirler yazdıktan sonra "Galip" adını kullanmaya başladı. Böylece, asıl adı olan Mehmet unutulmuş ve daha sonraları hep "Şeyh Galio" olarak bilinmiştir.

1782'de, yazdığı bütün şiirlerini bir divanda topladığı zaman, yirmi dördünü bitirmiş, yirmi beşine basmış gencecik bir delikanlı idi. O yaşta dîvan sahibi olmak, hele "Şeyh Galip Divanı" gibi fikir derinliği, muhayyile zenginliği ve üslûp tazeliği taşıyan bir dîvan sahibi olmak, o güne dek kimsenin erişemediği bir mutluluktu.

ALTI AY İÇİNDE «HÜSNÜ AŞK»I YAZDI

İstanbul'un sanat çevrelerinde bir anda yıldız gibi parladı. Çevresi, hayranları ile dolup taşıyordu. Şiirleri dillerde geziyor, saraydan mahalle kahvesine kadar her yerde okunuyor, beğeniliyordu. İşte bu günlerin birinde bir sanat meclisinde söz, dönüp dolaşıp, büyük dîvan şairlerimiz arasında yer alan "Nâbi"ye geldi. Orada bulunanlar, Nâbi'nin "Hayrâbât" adlı mesnevîsini övmeye başladılar. Bu övgü o kadar ileri götürüldü ki, konuşanlardan biri, "Böyle bir mesnevî, bir daha yazılamaz" dedi.

Şeyh Galip, bu yargıya katılmamıştı. "Çok abartılıyor" dedi. Bunun üzerine sordular:
-"Peki sen yazabilir misin?"
Şeyh Galip'in şairlik gururu incinir gibi oldu:
-"Evet" dedi, "Hem de daha güzelini!"
Ve yazdı. Altı ay içinde Nâbi'nin "Hayrâbât”ını gölgeye çeken "Hüsn ü Aşk"ı yazdı. Bu kadar kısa bir zaman içinde bu ölçüde ve hacimde bir eser ortaya çıkarmak, başka bir şaire nasip olmuş değildir.

Hüsn ü Aşk, tasavvuftan kaynaklanan bir eserdir. Olaylar ve kişiler, sembolleri gerçekleştirmek için kullanılmıştır. Mesnevide kullanılan Hüsün ve Aşk, mutlak güzellik ile mutlak bilgidir. Bunlar "edep" okulunda, yani Mevlevî dergâhında okurlar. Mutlak aşk ile mutlak bilginin birleşebilmesi için, kalp şehrine giden çileli yolu geçmek gerekir. Geçerler ve muratlarına ererler.

Bu eserinde Şeyh Galip, öylesine imajlar kullanmış ve bu soyut dünyadan öylesine somut bir dünya ortaya koymuştur ki, her açıdan eşsizdir. Bakınız, 'Muhabbet' kabilesinin insanlarını nasıl çiziyor:
"Giydikleri âfitab-ı temmuz
İçtikleri, şûle-i cihansûz."
"Muhabbet" kabilesinin insanları, temmuz güneşini giyerler, can ışığını içerlermiş...

ÜÇÜNCÜ SELİM, ŞAİRİ SEVİYOR VE SAYGI DUYUYORDU

Hüsn u Aşk'ı 26 yaşında yazdı ve 28 yaşında Konya'ya giderek Mevlânâ'nın dergâhında çileye çöktü. Birkaç yıl Konya'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek çilesini Yenikapı Mevlevîhanesi'nde tamamladı. Niyeti, bundan sonra babası ve annesi ile bir eve geçmek ve orada inziva hayatı yaşamaktı.

Fakat o yıl padişah olarak tahta çıkan Üçüncü Selim Şeyh Galip'in şiirlerini tanıyor, seviyor ve şaire saygı duyuyordu. Saraya davet etti, kendisiyle görüştü ve iltifatlarda bulundu. Yine padişahın arzusu ve işareti ile Galata Mevlevîhanesi Şeyhliği'ne getirildi. Üçüncü Selim, sık sık Galata Mevlevîhanesi'ne gitmiş ve âyinlerde bulunarak Şeyh Galip'e verdiği ehemmiyeti göstermiştir. Şeyh Galip'in sarayı ziyaretinde de padişahın, "Şeyhim, şeref verdiniz" diye itibar sözü ile karşılandığı bilinir.

Galata Mevlevîhanesi'ne başladığı tarihten itibaren "Galip Dede" diye anılmıştır. Şöhretinin zirvesine ulaştığı 1799 yılında (3 Ocak) 42 yaşında iken öldü. Herhalde Türk Dîvan Edebiyatı göklerinin en parlak yıldızı o gün düşmüş olacak.

bluekeys™
11-28-2006, 02:37 PM
ŞİNASİ
( 1826-1873 )

İçlerinde "öğrenme aşkı" olan insanlar, ister düzenli bir eğitim döneminden geçsinler, ister geçmesinler, eninde sonunda muradlarına ererler. İşte, Türk gazeteciliğinin babası sayılan Şinasi, mahalle mektebinden başka bir eğitim görmediği halde, yalnız, "aydın kişi" olmamış, Türk gazeteciliğine damgasını vurmaktan başka, Türk edebiyatının Batı türlerine erişmesi, Türk dilinin zenginleşmesi yolunda "öncü" olmasını bilmiştir.

Şinasi, mahalle mektebini bitirdikten sonra, ailesi güçlük içinde olduğu için, Tophane kalemine girdi. Tophane kaleminde bir yandan kâtiplik yapıyor, bir yandan da yabancı dil öğrenmeye çalışıyordu. Birlikte çalıştığı insanlar arasında, Arapça, Fransızca bilenler vardı. Şinasi , bunlarla dostluk kurdu ve kendilerinden ders almaya başladı. Akşam karanlığında aldığı dersleri, gece yarılarına kadar mum ışığında pekiştiriyor, ertesi gün, yeniden ders alıyordu. Böylece Şinasi, Tophane kaleminde kaldığı birkaç yıl içinde, işine yarayacak ölçüde Fransızca ve Arapça öğrenmişti.

FRANSIZCASINI İLERLETMEK İSTİYORDU

Şinasi’nin içinde, öğrenmeye karşı büyük bir hırs vardı. Sonraları, annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti: "Benim hırsım, şimdiki akıl ve idrakime bakılırsa, bir parça geçinecekle, çok hünerden ibarettir. Elhamdülillâhi Tealâ, şu genç yaşımda bunlardan bir miktar hissedar oldum. Lakin hakikatte hep senin sayendedir. Zira beni okutup yazdırttın.. Senin hakkını bin yıl yaşasam ödeyemem."

Şinasi, gençlik yıllarında şiirler yazmıştır. Klasik ölçüler içinde yazılan bu şiirler, çevrede ilgi ile okunuyor, bilhassa kaside biçiminde yazdıkları pek beğeniliyordu. Abdülmecit Karaköy Köprüsü'nü yaptırdığı zaman, bir kitabe yarışması açmış ve yarışmayı Şinasi'nin düşürdüğü tarih beyti kazanmıştı.

Yabancı ülkelere gitmek, özellikle Fransızca’sını ilerletmek istiyordu. O zamanın Tophane Müşiri Fethi Paşa'ya bir dilekçe -mektup- yazdı. Bu dilekçesinde Fransızca öğrenmeye başladığını, fakat bunu ilerletmek istediğini, iyi bir dil bilen kişilerin memlekete daha yararlı olduklarını gördüğünü, kendisinin de bu yararlı kişilere katılabilmek için can attığını yazdı ve eğer kendisine bir iyilik yapılıp Fransa'ya gönderilirse, İstanbul'daki annesi bakımsız kalacağından, annesine de bir aylık bağlanmasını rica ediyordu.


TÜRK GAZETECİLİĞİNİN İLK FİKİR GAZETECİSİ ŞİNASİ'DIR

Fethi Paşa, Avrupa memleketlerinde elçiliklerde bulunmuş, dil bilir, ileri düşünür bir insandı. Dilekçeyi destekleyerek Babıali'ye gönderdi. Sadrazam Reşit Paşa, Şinasi'yi çağırıp kendisiyle görüştü ve çok çalışmasını öğütledi. Şinasi 1849 yılında Paris'e gitti, İstanbul hükümeti, maliye üzerinde uzman olmasını istiyordu. Paris'te bir taraftan maliye okudu, bir taraftan da o çağın ünlü edebiyatçıları ile görüşüp tanıştı. Tanıştıkları arasında Fransız Şairi Lamartin de vardır.

1853'de İstanbul'a döndü, eski görevine başladı. 1855'de Maarif Meclisi üyeliğine getirildi. Bir yıl sonra azledildi. Çünkü Sadrazam Ali Paşa , Şinasi'yi sevmiyordu. Belki de bunun sebebi, kendisinin adamı olmamasıydı. Ali Paşa düşüp yerine tekrar Reşit Paşa gelince, Şinasi de otomatik olarak eski görevine döndü.

Şinasi'nin gözü gazetecilikte idi. Avrupa'da gördüğü biçimde bir gazete çıkarmak hükümetten malî destek görmeyen bir gazetede yazı yazmak istiyordu. Bu sırada Agâh Efendi "Tercüman-ı Ahval"i yayınlamaya başladı. Şinasi, bu gazetenin başyazarlığını yapmıştır. Halkın konuşma dili ile yazıyor, geniş halk kitlesi tarafından okunuyordu. Böylece, yepyeni bir gazete üslûbu ortaya koydu. Aynı gazetede, "Şair Evlenmesi" adlı oyununu da tefrika etti. Gerek sanat eserinde ve gerekse günlük gazetede halk dilinin, konuşma dilini kullanması büyük bir yenilikti. Alkışlayanlarla, tepki gösterenler yan yana yaşıyorlardı.

Kısa bir süre çalıştıktan sonra Tercüman-ı Ahval'den ayrıldı ve kendi başına "Tasvir-î Efkâr" gazetesini çıkardı. Bu gazetede yazdığı yazılarla, geniş halk kitlelerine bazı fikirler aktarıyor, devletle millet arasında yeni bir dengenin kurulması gerektiğini savunuyordu. Bizde, ilk fikir gazetecisi, Şinasi'dir. Matbaasında kitap da yayınlıyor ve Türk kültür hayatında bir okuma patlaması yapmaya uğraşıyordu. Şiirlerini toplayarak "Müntehabatı Eşar" adı ile burada yayınladı. "Durub-u Emsal-i Osmanî" adı ile yayınladığı Türk atasözleri, bugün de kaynak kitap olarak bilinir.

SİNASİ, EDEBİYATIMIZIN BATI'YA AÇILAN PENCERESİ İDİ

Çıkardığı Tasvîr-i Efkâr gazetesine Namık Kemal'i de yazar olarak aldı ve bir süre sonra gazeteyi kendisine devrederek yine Fransa'nın yolunu tuttu. Adı bir suikast teşebbüsüne karıştığı için uzun süre yurda dönmedi. Abdülaziz'in Fransa gezisi sırasında, padişaha refakat eden Fuat Paşa, kendisine dönmesi için rica edince, yurda döndü ve bir matbaa kurarak Avrupa'da yapmaya başladığı "Büyük Sözlük"ü basmayı düşünürken, 1871'de öldü.

Şinasi, Türk gazeteciliğinin babası, Türk edebiyatının Batı'ya açılan penceresi ve Türk yazarlarının sadelik ve fikir öncüsüdür.

bluekeys™
11-28-2006, 02:37 PM
TEVFİK FİKRET
( 1867-1915 )

İnançlarını yaşayan ve hayatını eserine koyabilen, seyrek yaratılmış sanatkârlardan biri...

"Servet-i Fünun" edebiyatına damgasını vuran şair... Erdemli bir yönetici, devrimci bir insan... Tevfik Fikret, edebiyatımıza ve toplum tarihimize bu çizgilerle girmiş bir sanatçıdır.

24 Aralık 1867'de İstanbul'da, Aksaray semtinde doğdu. Babası Hüseyin Efendi, Çankırı'nın bir köyünden çıkmış, İstanbul'a gelmiş,Urfa mustasarrıflığına kadar yükselebilmiş bir Anadolu çocuğu... Tevfik Fikret de babası gibi, dürüst, vakarlı bir insan olarak yetişmiştir.

İlk öğrenimine, Aksaray'ın Mahmudiye Rüşdiyesi'nde başladı. Sonra Galatasaray'da okumasını sürdürdü. Okulda iken, dürüst, temiz, disiplinli bir insan olarak tanındı. Daha 14 yaşında iken, "Nazmi" takma adıyla şiirler yazdı. Galatasaray'ı, 1888'de birincilikle bitirdi.

SERVET-İ FÜNUN DERGİSİ’NDE EDEBİYAT YÖNETMENİ OLDU

İlk memuriyeti, Hariciye istişare Odası'ndadır. Burada iken, Bülbül Tevfik Paşa'nın dikkatini çekti ve onun aracılığı ile Sadaret Kalemi'ne terfî etti. Tevfik Fikret, bir taraftan Sadaret Kalemi'nde çalışıyor, bir taraftan Ticaret Okulu'nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu. Bu sırada, Galatasaray Okulu, Türkçe öğretmenliği için bir yarışma açmıştı. Buna girdi, kazandı ve okuduğu okulun Türkçe öğretmeni oldu.

Bu dönem, aynı zamanda Tevfik Fikret'in şiirde atılımlar yaptığı dönemdir. "Mirsat" dergisinde Mehmet Tevfik imzasıyla şiirler yayınladı. Daha sonra, İsmail Safa ile birlikte "Malûmat" gazetesini çıkardı. En sonra 1896'da, Recaizade Ekrem'in aracılığı ile, Servet-i Fünun dergisinin edebiyat yönetmeni oldu. Bu dergide, çağın en ünlü şairleri, romancıları, hikayecileri, fikir adamları yazılar yayınlıyorlardı.

Fikret, bu döneminde, o kendine has üslûbu, o vurucu ifadeyi buldu ve geliştirdi. Şiirlerini daha çok toplumun sorunları üzerinde yoğunlaştırıyordu. Yayınlanan ilk şiir kitabı: "Rubab-ı Şikeste"dir (1896). Büyük ilgi topladı. Kısa bir süre içinde satıldı ve Tevfik Fikret bir anda, Türkiye'nin en tanınmış, ünlü şairi oluverdi.

ESERLERİ İLE HAYATI ARASINDA KUSURSUZ BİR KÖPRÜ KURABİLMİŞTİR

Devlet yönetiminin özgürlükleri kısıtlaması ve baskıya alması, Tevfik Fikret üstünde boğucu bir etki yapıyordu. "Sis", "Bir Lahza-i Teahhür", "Tarih-i Kadim" gibi şiirlerini bu sıralarda yazmış ve bu şiirleri yayınlanamadığı için, o günün gençliği ve devrimci aydınları arasında, elden ele geçerek okunmuştur.

1908 devriminden sonra bu şiirleri "Tanin" gazetesinin birinci sayfasında yayınladı. Fakat "İttihat ve Terakki" fırkasının yönetimi de Fikret'in düşüncelerine uygun düşmüyordu. Bir avuç aydın, birbirine düşmüştü. Osmanlı Devleti’nin başında tehlike bulutları dolaşıyordu. Politikadan nefret etti ve bu sırada, teklif edilen Galatasaray Sultanisi'nin müdürlüğünü kabul ederek, kendisini eğitime verdi.

Tevfik Fikret'in şairliği, kültürü, düşünce yapısı tartışılabilir; üzerinde çeşitli yorumlar yapılabilir; fakat, Tevfik Fikret'in karakteri üzerinde hiçbir tartışma yapılamaz. Dürüst, faziletli, inandığı gibi konuşan, inandığı gibi yazan ve inandığı gibi davranan ve yaşayan bir insandı. Birçok şairler, yazarlar, sanatçılar, hayatları ile eserleri arasında tam bir köprü kuramamış olabilirler ama Tevfik Fikret, eserleriyle hayatı arasında tam ve kusursuz bir köprü kurabilmiş seyrek insanlardan biridir.

"Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol,
Ey hak yaşa, ey sevgili Millet, yaşa, varol!.."

diye yazıyordu; fikirleri ve duyguları da budur. Abdülhamit'e suikast yapan Ermeni'ye "Şanlı avcı" demek zaafını mı gösterdi; bu zaafı da hayatında taşır... Velhasıl Fikret, dış planında ne gösteriyorsa, iç planında da onu yaşamıştır.

Galatasaray Sultanisi, onun zamanında en ileri ve örnek bir okul haline geldi. Öğrencilerini de kendisi gibi dürüst, ahlâklı, temiz yetiştirebilmek için çok çalıştı. Okulu istediği duruma getirmek için, hem Maarif Vekâletiyle boğuşuyor, hem okuldaki Fransız öğretmenlerin fanatikliği ile uğraşıyordu.

Bu sırada devletin bütçesi açık veriyordu. Açığı kapatmak için hükümet, memurların maaşlarından yüzde 10 kısıntı yaparak bütçeyi denkleştirme kararı aldı. Tevfik Fikret: "Memurların maaşından yüzde 10 keserek denk bütçe yapan devlete hizmet etmem" dedi, Galatasaray müdürlüğünden ayrıldı.

ÇOCUK ŞİİRLERİNİ «ŞERMİN» ADLI KİTABINDA TOPLADI

Parası yoktu, sıkıntı çekiyordu. Devletin bütün memurları gibi, Fikret'in de birikmiş aylıkları vardı, fakat hazinede para olmadığı için alamıyordu. Bu sırada Fikret'in arkadaşları harekete geçtiler ve özel bir emirle Fikret'in birikmiş aylıklarının ödenmesi kararını çıkardılar. Kendisine bu haberi getiren arkadaşlarına, Fikret'in cevabı şu oldu: "Hayır!... Herkes sıkıntıda iken, ferahlamak istemem... Onların sıkıntısını paylaşmak, ferah olmaktan çok daha iyidir. Parayı kabul etmiyorum."

Robert Kolej 'de hocalık etti. Çok sevdiği oğlu Halûk için yazdığı şiirleri, "Halûk" adı altında yayınlamıştır. Daha sonraları, 1914'te hece vezniyle yazdığı çocuk şiirlerini "Şermin" adlı kitabında topladı. 19 Ağustos 1915'te öldü. Kendisini anlatan bu kıt'ası, hayatına tıpatıp uyar:

"Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perri-bal,
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tairim.
İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma,
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim."

bluekeys™
11-28-2006, 02:38 PM
TİMUR
( 1336-1405 )

Türk-Moğol soyundan gelen büyük bir cihangir. Ayağından ve kolundan aldığı yaralarla hayatını topal ve çolak olarak yaşadığı halde, hayatında yenilginin tadını tatmamış, gittiği her yere zaferi beraberinde taşımış yaman bir komutan. "Tüzükât-ı Timur" adlı eseriyle, hayatını ve devlet yönetme üstüne düşüncelerini yazan bir hükümdar.

"Cengiz"e kadar uzanan bir soykütüğü var. Babası Togay, Barlas adlı bir kabilenin başkanı idi. Timur, Semerkant çevresinde Yeşilşehir (Keş) kasabasında doğdu (1336). İlk gençlik çağına ait bilgiler karışıktır. Hırçın bir delikanlı olarak bilinir. Ata biner, ok atar, avlanmayı severdi. Vuruşmak, döğüşmek, mizacında yatıyordu. Nitekim çok genç günlerinin birinde bir gece baskınına katıldı ve bacağından aldığı bir yara yüzünden, bütün hayatınca topal yaşadı. Bir başka vuruşmada da kolu sakatlanmıştı.

Fakat çolak ve topal olmak, Timur'a ne aşağılık duygusu vermiş, ne hırslarına bir gem olabilmişti. Gözü pekliği, ataklığı sayesinde çabucak çevresinde kendisini tanıttı. Çağatay Hanlığı valilerinden Kaşgan Han'ın emrine girdi ve az sonra da kızı Olcay Türkân hatunla evlendi.

Bir süre sonra Kaşgan Han, düşmanlarının bir tuzağına düştü ve öldürüldü. Kayınpederini öldürenlerden öç almak Timur'a düşmüştü. Timur, tuzak kuranları bir bir tuzağa düşürerek öldürdü. Bu başarısı Çağatay hükümdarı Kutluk Han'ın dikkatinden kaçmadı. Timur'u 10.000 kişilik bir ordusuna komutan tayin etti.

AMAÇ, TİMUR' U BEYAZIT 'LA KAPIŞTIRMAKTI

Timur, ikbal merdivenlerini adım adım çıkıyordu. Kutluk Han'a başarılı hizmetler gördü ve günün birinde de Belh şehrinde bağımsızlığını ilân etti. Hırslıydı, gözü pekti, acımasızdı. İyice güçlendiğine kanaat getirince, kurultay toplayıp kendisini hükümdar seçtirdi.

Timur, ülkenin dizginlerini ele geçirince, çevresindeki devletlere saldırmaya başladı. Her birini bulduğu bir sebeple savaşa zorluyor, topraklarını, kendi topraklarına katıyordu. Doğu'da Çin sınırına kadar genişledikten sonra, İran ve Azerbaycan üzerine yöneldi ve buralarını da ele geçirdi.

O sıralar, Osmanlılar, Yıldırım Beyazıt günlerini yaşıyorlardı. Gerek Yıldırım gerekse babası ve dedesi, Anadolu'daki birtakım beylikleri ele geçirmişler ve Anadolu birliğini kurma yoluna girmişlerdi. Beyliği elinden alınanların arasında Karakoyunlu hükümdarı Yusuf Han da vardı. Yusuf Han, kaçmış ve Timur'a sığınmıştı. Beyliğini ele geçirmek için Timur'u, Beyazıt ile kapıştırmaya çalışıyordu.

Bahane bulmakta üstüne olmayan Timur, Beyazıt'a bir mektup yazarak, Anadolu'daki beylere topraklarını geri vermesini istedi. Fakat asıl maksadı, Osmanlıların kendi himayesine girmelerini sağlamaktı. Yıldırım ile Timur arasında hakaret dolu yazışmalar yapıldı. Sonunda iki tarafın ordusu, Ankara'ya yakın bir yerde Çubuk ovasında karşılaştılar.

PAPANIN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMÜŞTÜ

Yıldırım Beyazıt komutanlarının ihaneti yüzünden Timur'a yenildi ve esir düştü. Bu esaret sırasında Timur'un Yıldırım Beyazıt'a karşı davranışı çeşitli tarihlerde başka başka anlatılmıştır. Bazı tarihçiler, Timur'un, Yıldırım'ın karısı ile evlendikten sonra Yıldırım'ı demir kafese koyduğunu ve gözü önünde karısı ile âlemler yaptığını yazarlar. Bazı tarihçiler de Yıldırım'a iyi davrandığını, itibar ettiğini söylerler. Fakat nasıl davranılmış olursa olsun, Yıldırım Beyazıt kahrından öldü. Timur, Anadolu'yu baştan başa ele geçirdikten ve eski beylere yerlerini vererek kendisine bağladıktan sonra Semerkant'a döndü.

Timur'un hırsı, Yıldırım'ın gururu yüzünden tarihin en büyük hatası işlenmiştir. İki büyük Türk devleti, hiçbir ciddî sebep olmadığı halde, meydan savaşı vermiş ve biri, diğerini yok etmiştir. O tarihte Avrupa'nın Belgrad'a kadar olan toprakları, Osmanlı hakimiyeti altına girmişti. Avrupa'nın Türk ordularına karşı direnme gücü yoktu. Asya, Avrupa kıtalarını kaplayan büyük bir Türk imparatorluğu kurulmak üzere idi. Timur'un, Çin'e döneceği yerde, Osmanlı Türklerine dönmesi, kendi imparatorluğunun da işine yaramamış fakat Papa'nın ekmeğine yağ sürmüştü. Çünkü Papa, Osmanlı orduları ile başa çıkamayınca, Timur'a heyetler göndermiş ve ona Osmanlılar üzerine yürümesini ve kendisini kurtarmasını rica etmişti. Nitekim Timur'un Anadolu'yu ele geçirmekle yetinmesi ve asıl bereketli Balkan topraklarına geçmemesi de bu yorumun berkitir.

TEŞKİLATÇI, STRATEJİST OLARAK BÜYÜK BİR KOMUTAN

Kimin doğru, kimin yanlış bir iş gördüğünü tarih ortaya koymuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun, sadece 30 yıl gibi çok kısa bir duraksama döneminden sonra, yeniden ve eskisinden daha güçlü olarak kurulabilmesi buna karşılık Timur İmparatorluğu’nun, Timur'un ölümünden kısa bir zaman sonra eriyip gitmesi, hangi imparatorluğun fikir temeline, hangi imparatorluğun kör güce dayalı olduğunu ortaya koymuştur.

Timur 1405'de öldü. Timur'un kan yağmuru altında kurduğu imparatorluğu, yüzyıl bile sürmemiş, kardeş kavgaları, komutan başkaldırmaları içinde yüzerek, sönüp gitmiştir. Timur, bir teşkilâtçı, bir stratejist, bir komutan olarak büyüktür. Fakat acımasız olduğu için çok kan dökmüştür. Sağlığında, savaş ve politika hakkındaki görüşlerini, Moğol geleneklerini, kendi hayatını ve çocuklarına öğütlerini içeren bir kitap yazdı: "Tüzükât-ı Timur".

bluekeys™
11-28-2006, 02:38 PM
TİRYAKİ HASAN PAŞA
( ? – 1611 )

Kimin oğlu olduğu, nerede ve ne zaman doğduğu hiç belli değil. Afyona düşkünlüğü bilindiğinden adı Tiryaki Hasan Paşa olmuştur.

Enderun'da yetişti. Uzun süre saray çevresinde görev aldı. Sonradan dış görevlere verildi. En uzun kaldığı görev, Zigetvar Beylerbeyliği’dir. Burada sürekli olarak 20 yıl kaldı. Macaristan'ı ve Batılıları çok iyi tanımıştı. Palangalardaki hayatı iyi biliyordu. Osmanlılar, belki de bu yüzden uzun yıllar Hasan Paşa'yı hep sınır-boyu valiliklerinde bulundurdular. 1594'de Bosna Valiliği'ne atandı. Kısa bir zaman sonra da Kanije muhafızlığına getirildi.
Kanije Macaristan'ın 5 sancağını birleştiren bir genel valiliğin merkezi idi. Berkitilmiş kalesi ile, Batı'dan gelecek akınları göğüslüyordu. Bu yüzden, Batı sınır hayatını çok iyi bilen Hasan Paşa, bu valiliğe getirilmişti. Fakat getirilişinin üstünden pek bir şey geçmeden Almanlar, yanlarına Macarları da alarak 100.000 kişilik bir ordu ile Kanije üzerine yürüdüler. Yanlarında, 47 ağır top taşıyorlardı. Kanije'yi kuşattılar.

KALEDE NE YİYECEK NE DE BARUT VARDI

Tiryaki Hasan Paşa, gafil avlanmıştı. Kalede ne yeterli kadar yiyecek, ne de barut vardı. Almanlar, her gün kalelere bir iki bin gülle savuruyorlar, Hasan Paşa açılan gedikleri örüyor ve karşılık veriyordu. Kaledeki bütün asker 3000 kadardı. Kış bastırmıştı, İstanbul'dan yardım gelmesi olanaksızdı. Hasan Paşa'nın da kalede 100 kadar topu vardı ama,
barutu çok azdı. Nitekim bir an geldi barut da tükendi.

Hasan Paşa kalede barut yapmanın çarelerini aramaya başladı. Buldu da... 5. bölüğün ağası Ahmet Ağa, barut yapmasını biliyordu. Gerekli maddeler bulundu ve barut yapımı başladı . Fakat bu da yetmedi. Çünkü bir süre sonra yiyecek de tükenecek ve kaledekiler aç kalacaklardı. Fakat Hasan Paşa, kurnazlık ediyor, geceleri kale dışına saldığı adamları ile ölülerin ceplerine mektuplar koyduruyor , bu mektuplarda güya büyük bir ordu ile Hasan Paşa'nın imdadına gelen sadrazama bilgi veriyordu. Düşmanın eline geçen bu mektuplar, kale dışındakilerin moralini bozdu, çünkü mektuplara göre, kalede bol yiyecek vardı ve bitmez tükenmez barutları ile yıllarca dayanabileceklerdi.

Yüz binlik ordunun başındaki Arşidük Ferdinand, kendi askerini heveslendirmek için, kalenin yakında düşeceğini söylüyor ve Hasan Paşa'nın kellesini getirene, Kırk köyünü bağışlayacağını ilân ettiriyordu. İçerdekiler başka sıkıntı içinde, dışardakiler, başka sıkıntı içindeydiler. Çünkü Almanlarla kuşatmaya katılmış bulunan Macarlar, Türklere karşı dövüşmek istemiyorlar, silahlarını gelişigüzel boşaltıyorlar ve Almanları çileden çıkarıyorlardı.

Yetmiş üç günlük kuşatmadan sonra, Hasan Paşa'nın dayanacak tarafı kalmadı. Çünkü yiyecek de bitiyor ve barut yapmak için malzeme bulamıyorlardı. Tiryaki Hasan Paşa, son oyununu hazırladı. Düşmana yakalattığı son mektubunda, sadrazamın çok yakınlara geldiğinden ötürü duyduğu memnuniyeti bildirdi. Arşidük, tedirgin günler geçirmeye başladı.

18 Kasım 1601 gecesi, Hasan Paşa bir baskın hareketi düzenledi. Birkaç bin kişiden ibaret kuvvetlerini, iyice hazırladı ve bir anda kale kapılarını açarak düşman üzerine saldırdı. Bir yandan da mehter takımı, gökleri dolduran davul sesleri ile cehennemi bir gürültü koparmıştı. Mehter seslerine, Allah Allah sesleri karışıyor, bu gürültü ile uykularından uyanan Almanlar, başta Arşidükleri olduğu halde, atlarına atlayıp kaçıyorlardı. Çünkü beklenen serdarıâzamın ordusunun yetiştiği mehterden belli idi!

Akıncı taburu Komutanı Kara Ömer Bey, bir avuç atlısı ile düşmanın peşine düştü. 18.000 kelle uçurulmuştu. Arşidükün karargâhı, olduğu gibi ele geçti. Tiryaki Hasan Paşa, Arşidük'ün çadırında altın ve gümüşten iki taht ve 12 kürsü buldu. Ordunun hazinesi ve mücevherlerini götürememişlerdi. Alman müttefik ordusu, bu savaşı 80.000 ölü ile kapattı. 47 top, 14.000 tüfek ele geçirilmişti. Artık Hasan Paşa'nın, yıllarca dayanacak malzemesi vardı.

HASAN PAŞA , ZEKASI VE ÇABUK KARAR VERMESİYLE TANINMIŞTI

Haber İstanbul'da padişaha ulaştığı zaman, III. Mehmet, son derece memnun oldu. "Tiryaki Hasan Paşa'ya mareşallik rütbesini vermekle kalmadı, mücevherli bir kılıçla, yine mücevherli 3 at takımı gönderdi ve savaşta yararlığı görülen Kara Ömer Beyi, tümgenerallik rütbesi ile, Beç Valiliği'ni verdi. Tiryaki Hasan Paşa, zekâsı , cesareti, keskin kavrayışı ve çabuk karar verme yeteneği ile tanınmış bir Türk komutanıdır. Bulunduğu bütün görevlerde bu hassalarını iyi kullanmış, yenilgi görmeden uzun yıllar yaşamıştır. Kanije'den sonra Bosna Valiliği'ne, oradan da Rumeli Valiliği'ne gönderildi. Celâli eşkıyalarından Canbulat'ın üstüne düzenlenen ordunun komutanlığına yine Hasan Paşa getirilmiş ve bu işi de başarı ile sonuçlandırmıştır.

Yeniden Budin Valiliği'ne tayin edildi. Bu görevi sırasında hayata gözlerini yumdu.

bluekeys™
11-28-2006, 02:38 PM
TURGUT REİS
( 1490-1574 )

Yiğitlerin harman olduğu 16. yüzyıl Akdeniz'inde, yiğitlerin baş eğdikleri bir
yiğit!.. Barbaros'un "benden üstündür" dediği denizci... Batı'nın en büyük amirali olan
Anderya Dorya'yı yenmiş, hem yenilmiş bir amiral... Akdeniz kıyılarını adı ile titretmiş bir
bahadır... Frenk gemilerinde forsalığın bile çürütemediği yaman bir Osmanlı...

1485 yılında Muğla'nın bir köyünde doğdu. Babası fakir bir çiftçi... Turgut, gözünü budaktan esirgemez, attığı taşın altına koşan bir haşarı çocuk... iyi ok atıyor, iyi güreş tutuyormuş... Kabına sığmadığı için, köyüne de Muğla'ya da sığmamış; günün birinde, limanlardan birinden bir Türk gemisine levend yazılıp Akdeniz'e açılmış... Böylesine bir yiğidi, ancak deniz paklar...

BARBAROS'UN KARDEŞLERİ İLE BİRLEŞTİ

Kısa bir zamanda Turgut, kendisine bir gemi uydurmuş ve adamlarını topladığı gibi, ver elini Cerbe adası!.. Cerbe Adası, o yıllarda, korsanların harman olduğu yer... Her milletten bileğine güvenen, Cerbe adasındadır. Burada, Barbaros Hayrettin'in kardeşleri de var. Turgut, Barbaros'un kardeşleriyle arkadaş olur. Birleşirler, Hıristiyan sahillerini velveleye verirler. Artık, Barbaros'un büyük filosundadır.

Gemi bağlamaları, sahil yağmaları gırla gider. Turgut'un adı artık bütün Akdeniz kıyılarını tutmuştur: Dragot... Derken, 1538 yılının 27 Eylülüne geliriz. Anderya Dorya, bütün Hıristiyan devletlerinin donanmasını arkasına takmış, Ehli salip donanması halinde Preveze önlerine gelmiştir. Tarihin en büyük kalyon savaşı yapılacak. Barbaros, bütün gemicilerini toplar. "Düşman sayıca üstün. Biz Preveze limanında mı kalalım, açıkdenize mi çıkalım?.. Ne dersiniz?.." deyince, Turgut Reis, Barbaros'un yürekten dilediği cevabı patlatır:

"Açık denize!" Sonunda karar da öyle çıkar. Turgut Reis, gönüllü gemileri yönetir bu savaşta ve Anderya Dorya'nın koca kalyonlarını, baştardalarını biçer geçer...

Turgut'un Akdeniz günlerinde bütün Avrupa sahilleri, dehşet yıllarını yaşamıştır. Fakat, bir gün, "Leventler, az biraz soluklansınlar, gemiler yağlanıp perketilsin, ben de birkaç gün 'Gerallata'nın hamamlarında kemiklerimi yumuşatırım" deyip Korsika adasının limanına yanaşınca, Anderya Dorya'nın gemilerini de limanı da kapatır. 1540 yılının 15 Haziranında bir baskın!.. Turgut yenilir ve tutsak edilir. Akdeniz'i tir tir titretmiş koca Turgut, şimdi bir baştardanın küreklerinde forsalık ediyor!

Gemilerin kürekleri çürür ama, Turgut'un çelikten bilekleri çürümez. Sonunda gemide kalmasını sakıncalı bulanlar, Turgut'u götürüp Cenova zindanlarına kapatırlar...

BARBAROS, TURGUT REİS'İ KURTARIR

Derken, 1543 yılı gelir. Piyale Paşa komutasındaki Türk donanması, Fransız Kralı'na yardım için İspanya sahillerini hallaç pamuğuna çevirdikten sonra, Barbaros, gemilerin bir bölümünü alır, Cenova limanına dayanır: "Verin Turgut'u!.." Cenovalılar bakarlar ki, çare yoktur. Barbaros'un isteğini yerine getirirler ve zindandan Turgut Reis'le, Salih Reis'i çıkarıp Barbaros'a teslim ederler! İki büyük dost, iki büyük denizci, kucaklaşırlar böylece...

1546'da Barbaros ölünce, Kaptanıderyalık, Turgut Reis'e düşerdi. Ama saray fitneleri ve fiskosları yüzünden bu makam Turgut Reis'e verilmedi. Elbette, yüreği burkulmuştur Turgut'un... Fakat sesini çıkarmadı. Tam bu sırada, Haçlılar'ın şerrinden Cezayir tehlikeye
düşmüştü. Koştu Turgut, bunu padişaha haber verdi. Padişah bu hizmetine karşılık Kariyeli Sancak Beyliği'ni verdi Turgut'a... Bu üçüncü sınıf bir hizmet yeri idi. Memnun kalmadı. Fakat Kanunî, "Kim Tunus'u alırsa, beyliğini ona vereceğim" demişti.

DİN GÜCÜ, MİLLET AŞKI İLE VURUŞTU

Turgut Reis, donanma ile birlikte Malta adasına geldi. Burası bir korsan
yuvası idi. Kuşatıldı. Eğer Sinan Paşa, Turgut'un dediklerine kulak verseydi, ada alınmış, devletin bayrağı kalenin burcuna çekilmişti. Ama olmadı. Tunus'a varıldı ve Turgut, din gücü, millet aşkı ile vuruştu. Tunus alınmıştı. Fakat yine saray oyunları başladı. Tunus Beyliği'ni Turgut Reis'e vermediler.

Ama Turgut, bu sefer kararlı idi. Atladı, Edirne'ye gitti. Edirne'de selâmlık alayında iken Kanunî'nin önüne çıktı: "Bize Tunus Beyliği vaad etmiştin Sultanım... İşte sana Tunus'u getirdik... Hani beylik?.." deyiverdi.

Padişah, vaadini de, sarayda dönen oyunları da hatırlayıverdi Gülümsedi yaşlı deniz kurduna, geçti. Ertesi gün ferman çıkmış, Turgut Reis, Tunus Bey'i olmuştu. Koynunda fermanıyla geldi, oturdu. Ama İtalyanlar, hele İspanyollar telâşa düştüler. Korsanken başede-medikleri Turgut'la, Osmanlı beylerbeyisi olarak nasıl geçineceklerdi. Büyük bir donanma topladılar. Haçlı sefer hazırlandı. 14 Mayıs 1560 tarihinde Cerbe sularında iki donanma kozlarını pay etmek için karşılaştılar. Kaptanıderya, Piyale Paşa'nın komutasındaki donanma, Turgut Reis'in aklı ve ustalığı ile, Haçlı donanmasını parça parça etti.

Malta Kuşatması'na katıldığı sırada, ateş hattında "Ha yiğitlerim" diye askeri yüreklendirirken şehit oldu (22 Haziran 1576). Onunla Akdeniz, en yiğit ve savaş ustası dostunu kaybetmiştir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:38 PM
ULUĞ BEY
( 1344- 1449 )

Bilgin bir hükümdar!.. Halkı gibi, gökteki yıldızları da gözleyen, anlamaya çalışan bir devlet başkanı... Doğu Rönesansını yapan büyük kafalardan biri... Uluğ Bey, Timuroğullarındandır. Tarihin en tanınmış astronomlarından biridir. Semerkant Rasathanesi'nde yaptığı sürekli gözlemlerle, o güne kadar geliştirilmiş yıldızlar bilgisindeki yanlışları düzelten bu hakan, daha sonra Batıda gelişmeğe başlayan Astronomi bilimine büyük katkılarda bulundu.

Timur'un küçük oğlu Şahruh, Uluğ Bey'in babasıdır. Onu, büyükannesi Imparatoriçe Saray Mülk Hanım himayesine aldı ve yanında büyütüp, eğitti. 22 Mart 1394'de İran'ın Sultaniye şehrinde doğdu. Çağın bilginlerinden ders aldı. 17 yaşına bastığı 1411 yılında, Maveraünnehir eyaletine, imparatorluk naibi olarak görevlendirildi. Maveraünnehir eyaletinin başkenti, Semerkant'tır.

ÇAĞININ EN İLERİ FİKİRLERİ İLE DOLU İDİ

Semerkant, Buhara, Fergana, yani Maveraünnehir havzası, tarihin büyük fikirlerine ve fikir adamlarına yataklık ve kaynaklık etmiş bir bölgedir. Çok değerli din, tasavvuf, fikir ve sanat adamı yetiştirmiştir. Daha 17'sinde iken, böyle bir bölgeye imparator naibi atanan Uluğ Bey, çağının en ileri fikirleriyle dolu idi. 38 yıl bu bölgede, gerçek bir imparator gibi yaşamış ve çevresine, çağın en ileri bilginlerini, sanatkârlarını toplamış, sarayını bir üniversite haline koymuştur.

Tarih felsefecilerinin, "Timuroğulları Türk Rönesansı" adını verdiklerini uygarlık hamlesinin gerçek kurucularından biri olmuştur. Yalnız çevresinin değil, çağının en ünlü matematikçilerinden, astronomlarından biri idi. Osmanoğullarının 2. Murad döneminde yaşıyordu. 2. Murad, Semerkant hükümdarının fikir ve sanatta açtığı çığırı yakından izliyor, bu hareketlerden yararlanıyor, Uluğ Bey de, 2. Murad'ın Osmanlı ülkesinde başlattığı fikir ve sanat hareketlerini dikkatle izliyordu.

ORDUSUNU DÜZENLEDİKTEN SONRA KENDİNİ BİLİME VERDİ

Hükümdarlığının ilk yıllarında, bölgesindeki asayişi sağladı, çevresini düzene soktu, ordusunu caydırıcı bir güç haline getirdikten sonra, kendisini bilime ve uygarlığa verdi. Dünyanın ve insanların, savaşla değil barışla düzeleceğine, bilim, sanat ve fikrin savaş değil, barış aradığına inanıyordu. Uygar bir dünya kurmadan, insanların mutlu olacaklarına inanmak hayaldi.

Bir taraftan Çin'e, bir taraftan Osmanlılara heyetler göndererek, oralardaki bilginleri kendi ülkesinde, toplamaya çalıştı. Kendisi de, Semerkant'ta kurduğu rasathanede çalışıyor, Arapların bir yere kadar geliştirdikleri gökbilgisini, hem daha da geliştiriyor, hem yanlışlarını düzeltiyordu.

Babasının ölümü üzerine Uluğ Bey, Doğu Türk Hakanlığı tahtına oturdu. (1446) Fakat üç yıl geçmeden oğlu, Uluğ Bey'e başkaldırdı.

Etrafına topladığı insanlarla Semerkant'a yürüdü. Oğlunun bu hareketi, duygulu, bilgin babayı çok üzdü. Fakat o da ordusu ile oğlunun karşısına çıktı ve onu yendi. Merhametli idi. Oğlunu bağışladı.

Baba, oğlunu bağışlamıştı ama, oğlunun hırsı babayı bağışlamamıştı. Yeniden bir ordu topladı ve yeniden babasına saldırdı. Bu sefer talih oğlundan yana idi. Uluğ Bey 1449'da öldürüldü. Baba katili oğlu da tahta geçti.

TÜRK KÜLTÜRÜNÜN EN BÜYÜK İNSANLARINDAN

Uluğ Bey, Semerkant Rasathanesi'nde bir ömür boyu yaptığı gözlemlerini "Ziyc" adlı bir eserde toplamıştır. Bu eser, daha 15. yüzyılda Latince'ye çevrildi ve 16. yüzyılda hemen bütün Batının astronomi ve matematik kaynağı olarak elden ele geçti. 17. yüzyıl Avrupa üniversitelerinde okunan ders kitabı olmuştur.

Galile'den çok evvel, Galile'nin vardığı yere varan ve dünyanın döndüğünü fark ederek hesaplarını buna göre yapan Uluğ Bey, Türk kültürünün en büyük insanlarından biridir. Yazık ki, ömrünün en verimli bir çağında 55 yaşında iken evlât ihanetini görerek öldü.

Uluğ Bey'in 38 yıllık hükümdarlığı sırasında Semerkant, Buhara, Fergana, Kâşgar ülkelerinde bilim, sanat, edebiyat ve fikir, en yüksek doruklara ulaşmıştır. Bir uygarlık öncüsüydü. Türk soyunun büyükleri arasındaki yerini, gelecek zamanlarda da şerefle koruyacaktır.

bluekeys™
11-28-2006, 02:38 PM
YAHYA KEMAL BEYATLI
(1884- 1958)

Türkçe’ye, ana sütü aklığını getiren şair. Divan edebiyatını taze bir nefesle canlandırmaya çalışan ve bu edebiyatı yücelten bir sanatçı. Türk ve Osmanlı tarihini yeni bir açıdan inceleyen ve yaşadığı çağa ışık tutan bir düşünür. Düzyazıda ve şiirde, ulaşılmaz büyük usta...

1884'de Üsküp'te doğdu. Babası Naci Bey icra memuru idi. Ayrıca, ünlü şair Leskofçalı Galip Bey'in yeğenidir. Annesi de babası da, soy olarak, Sancakbeyi Şehsuvar Paşa'ya bağlanır. Şairin soyadı, "Şehsuvar" adının Türkçeleştirilmesidir. İlk ve orta öğrenimini Üsküp'te tamamladıktan sonra İstanbul'a geldi. Vefa İdadisi'ne yazıldı (1902). İlk şiirini "İrtika" adlı bir dergide yayınladı.

10 YIL PARİS’TE KALDI

Yahya Kemal'in İstanbul'da bulunduğu sıralar, Jön Türkler'in Avrupa'da hareket halinde bulunduğu yıllardı. İstibdada karşı olmak, genç bir insan için doğaldır. Bir süre sonra, içinde sıkıntılar duymaya başladı ve Avrupa'ya gitmeyi kararlaştırdı. Bu kararına, Göçmen şivesiyle konuşmasının çevrede bazı iğnelemelere yol açmasının da payı yok değildir. Çok sonra, şiirleri herkes tarafından beğenilmeye başlandığı günlerde, bu duygusunu da açıklamıştır.

Paris'te, önce Fransızca öğrendi (1903). Sonra "Ecole Libre" deSeiences Politigus okudu. O çağın en ünlü şairlerinden Jan Moreans, en çok adı duyulmuş tarihçilerden Albert Sorel gibi otoritelerden öğrenim yaptı. Paris'te 10 yıl kalmıştır. Bu 10 yıl içinde birçok ünlü kişilerle tanışmış, onların dostu olmuş, fikirlerini öğrenmişti. Özellikle Albert Sorel'in tarih anlayışı, Yahya Kemal'i derinden etkiledi. Kendi anlatımına göre, bu öğrendiklerinden sonra, dünyayı başka türlü görüyor ve değerlendiriyordu. Bir gün, Michele'nin bir kitabını okurken, "Fransız milletini 500 yıllık Fransız toprağı meydana getirdi" diye bir cümle gözüne çarptı. Ve düşünmeye başladı: Acaba kaç yüzyıllık Anadolu toprağı, Türk milletini yaratmıştır?..

Türkiye'ye döndü (1912). Önce tarih üzerinde geniş bir araştırma yaptı. Sonra edebiyat metinlerine girdi. Böylece, sade bir şair olarak bazı manzumeler yazmakla işe başlayan Yahya Kemal, usta bir şair olup çıkmıştı. Çünkü Paris'ten, parnasyenlerin dil titizliği ile mısra ustalığını getirmiş, buna bir de tarih derinliği yerleştirmişti. Onun için tarih, uzun ve sonsuz yaşamak demektir. Bir sohbetinde, "Ben tarih okuyorum... Tarihî devirleri öğrendikçe yaşım üç yüz, beş yüz, bin oluyor. Yaş, hatıralardan ibaret değil mi?" diyor.
İstanbul'da edebiyat ve tarih araştırma ve çalışmalarını bir taraftan sürdürürken, bir taraftan
da edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında şiirlerini, Ziya Gökalp'in çıkardığı "Yeni Mecmua"da yayınlıyordu. Türk Ocağı'ndaki çalışmalara katılıyor, buralarda konferanslar veriyor ve etrafına toplanan gençlere öncülük ediyordu. Yine bu dönemde, İstanbul Darülfünunu'nda edebiyat tarihi dersleri vermeye başladı.

MİLLETVEKİLLİĞİ VE BÜYÜKELÇİLİK YAPTI

Mütareke yıllarında gençlerin çıkardığı "Dergâh" adlı dergide hem yazılarını yayınladı. hem de gençleri yönetti. Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra Lozan Konferansı'na müşavir olarak katıldı. Büyük Millet Meclisi'nin ikinci döneminde milletvekili olarak Meclis’te bulundu. 1923'de Urfa milletvekili, 1934'de Yozgat milletvekili, 1943'de Tekirdağ milletvekili ve 1946'de İstanbul milletvekillikleri...

Ayrıca, 1925 Varşova Büyükelçisi, 1929 Madrid Büyükelçisi, 1947 Pakistan büyükelçiliklerini yaptı. 1948'de "Hayal Şehir" adlı şiiri ile İnönü Sanat Armağanı'nı kazanmıştır.

Türk dili, Yahya Kemal'in şiirlerinde ana sütü beyazlığına ve temizliğine kavuşmuş, en güzel örneklerini bulmuştur. Fransız parnasyenlerinden getirdiği mısra temizliğini Türk edebiyatına sokmuş, neo-klasizmin bizdeki öncüsü olmuştur. Yahya Kemal, divan şiirini klasik şiirimiz olarak kabul etmiş ve bu şiirin iyi taraflarını alarak, kötü ve eskimiş taraflarını atarak bir neo-klasik şiir denemesine girişmişti. Buna örnek olacak güzel gazeller, şarkılar, rubailer yazdı.

"Şehzadeyi hapseyledi zalim pederi
Bir kasra ki gözler göremez gökle yeri
Akseyledi kasrın der-ü diyarından
Her saniye bin bir gece efsaneleri."

Doğunun bütün bin bir gece masallarının sembolünü, dört satıra sığdırabilecek kadar bu usta şair, okuyanları büyülüyordu.

Şiirlerini aruz vezni ile yazdı. Fakat hece vezniyle yazdığı şiirleri de vardır. Özellikle hece veznini kullanan gençleri savunmuş ve hecenin millî bir vezin olduğunu ileri sürerek geliştirilmesi için emek verilmesini istemiştir.

ATATÜRK ŞAİRE ÖNEM VERMİŞ, ÇEVRESİNDE BULUNDURMUŞTUR
Yahya Kemal, Batıyı iyi anlamış bir doğulu idi. Millet realitesine, inanıyor, düşüncelerini hep bu realiteye düğümlüyordu. Yahya Kemal'e göre, milleti, mazisi yaratırdı. Mazisi olmadan millet olmak mümkün değildi. Onun için her insan, kendi tarihini dikkatle okumalı, geçmiş olayların içinde düşüncesi ile yaşamalı ve bir derinlik kazanmalı idi. ' Onun için uygarlık, insanın tarihten kazandığı bu derinlikten başka bir şey değildi.

Cumhuriyet döneminde Atatürk, bu değerli ve büyük şaire önem vermiş, milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi'nde, diplomat olarak büyükelçiliklerde bulunmasına dikkat etmiş, çevresinde bulundurmuştur. 1948 yılında, Pakistan Büyükelçiliği'nden emekli olmuş ve bundan sonra kendisini yalnız şiire ve tarihe vermiştir. Evlenmedi. 1 kasım 1958 yılında öldü ve Rumelihisarı Mezarlığı'na gömüldü.

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şirazi hayal ettiren ahengi ile.

Yahya Kemal Beyatlı, edebiyat dünyamızın sönmeyecek yıldızlarından biridir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:39 PM
YAVUZ SULTAN SELİM
( 1470-1520 )

Adı gibi, hükümdarlığı da YAVUZ bir padişah... Yaman iki devletle boğuşmuş, Şah İsmail’i de, Toman Bey'i de yere sermiştir...

1470 yılının 10 Ekiminde Amasya'da doğdu. Babası ikinci Beyazıt, anası Dulkadiroğlu Bozkurt Bey'in kızı Gülbahar Hatun'dur. Kişilikli, ölçülü, cesur bir kadındı. Oğlunu da öyle yetiştirmiştir. Sağlam bir öğrenim görmüştü. Cengiz töresinin "At, Kılıç, Avrat" felsefesini benimsemiştir. Çok genç yaşta, Trabzon Sancak Beyliği'ne getirildi.

Babasının gevşek yönetimi Anadolu'yu, çeşitli yıkıcı akımların cirit attığı bir alan haline getirmişti. Doğu'da, İran'ın başında bulunan Türk asıllı Şah İsmail, yazdığı Türkçe şiirler, gönderdiği halifelerle Şiî'liği yayıyor, kendi adını, Şiî'liği kullanarak efsaneleştiriyordu. Yıl geçmiyordu ki, bir Şiî ayaklanması patlamasın...

Öte yandan, Anadolu'nun güneyindeki Dulkadiroğulları'nı himayesi altına alan Mısır Memlükü, Hilafet sancağı ile Anadolu'daki Müslümanları ayaklandırmaya çalışıyordu. Bir yandan Hilafet, bir yandan Şiî'lik, Anadolu'yu tehlikeli bir bölge haline getirmişti. Yavuz Selim, bütün bunları görüyor ve babasının, olaylara seyirci kalması onu kahrediyordu.
Bu durum, yeniçerileri de, saray ileri gelenlerini de üzmekte idi. Yeniçerilerin gözü Yavuz Selim'de, bazı saray erkânının ümidi Şehzade Korkut'ta idi. Selim, Sancak Beyliği'nin değiştirilmesini ve İstanbul'a yakın bir yere alınmasını istedi. Arkasından, babasının elini öpmek bahanesiyle İstanbul'a geldi ve yeniçerilerin yardımı ile tahtı ele geçirdi. Bu sırada babası öldü. Kardeşleri, taht üstünde hak iddia ettiler. Yavuz, bütün bunların içinden sıyrılmasını bildi, kardeşlerini bertaraf etti ve devleti tek başına eline aldı.

Gözüpek ve amansızdı. Bağışlaması yoktu. Yanılan, yanılgısını kellesiyle ödüyordu. İran'a bir sefer hazırlandı. Ordunun gerisini güven altında bulundurmak
için Anadolu Şiî'lerini kılıçtan geçirdi. Oysa, kendi askerleri arasında da Şiî'ler vardı ve Şah İsmail'in üstüne gitmek istemiyorlardı. Şah İsmail ise, bütün umudunu mesafeye bağlamıştı. Durmadan geri çekiliyordu. Sonunda ordudaki bütün huzursuzluk yüze çıktı. Padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler.

Yavuz, çadırından çıkarak kendisine kurşun sıkan askerlerine kısa bir konuşma yaptı. "Karılarının koynunu özleyenler, geri dönsün, er olan peşimden gelsin. Ben tek başıma da düşmana giderim" deyip atını tepikledi. Yeniçeriler, yaman bir serdarları olduğunu fark-etmekte gecikmediler. 23 Ağustos 1514'de Şah İsmail'in ordusu ile Osmanlı ordusu Çaldı-ran'da karşılaştılar. Yavuz, askerini dinlendirmeden İran ordusuna çullandı. Sabahtan akşama kadar devam eden, tarihin en korkunç imha savaşından sonra, İran ordusu parça parça oldu. Şah İsmail,tahtını, karısını bile bırakarak kaçtı. Yavuz, 6 Eylül 1514'de İran'ın merkezi olan Tebriz'e girdi. İran, dize gelmiş, Anadolu'nun fethi tamamlanmış, Şiî gailesi ortadan kaldırılmıştı.

DEHŞETLİ BİR SAVAŞ OLDU

Sıra Hilâfet propagandası ile Anadolu'yu kaynatan Mısır'a gelmişti. 5 Haziran 1516'da ordusu ile Üsküdar'a geçti ve 24 Ağustos 1516'da iki ordu Mercidabık'da karşılaştılar. Tarihin en dehşetli savaşlarından biri oldu. Mısır Memlükü Kansu Gavrî, savaş meydanında öldü. Zafer, yine Yavuz'da idi. Sinan Paşa komutasındaki ordunun bir parçası, Mısırlıların peşine düşmüş, Gazze'de parlak ve yeni bir zafer daha kazanmıştı.

Şimdi sıra, düşmandan daha korkunç bir düşman olan, Tih çölünden geçmeye gelmişti. Yol uzundu, su yoktu, güneş ordunun beyninde kaynıyordu. Bugün de modern orduların örnek olarak benimsedikleri bir ikmal teşkilâtı planı yapıldı. Sahra geçildi. Osmanlı ordusu, Kahire'ye 15 kilometre mesafedeki Ridaniye'de Memlûk ordusu ile karşı karşıya geldi.

Memlüklerin yeni hükümdarı Toman Bey, ordusunun bir kanadını Nil nehrine dayamış, bir kanadını da El Mukaddem Dağı'na yaslamıştı. Derin bir hendek de orduları birbirinden ayırıyordu. Yavuz, beklenmedik bir şey yaptı. Çok sarp olan El Mukaddem Dağı'nı gece dolanarak aştı ve 22 Ocak 1517'de Mısır ordusuna arkadan saldırdı. Mısırlılar, cepheden yapılacak bir saldırıyı beklerken, arkalarından hücuma uğramaları karşısında afalladılar, iki taraf da ölüm kalım savaşı veriyordu. O kadar ki, Toman Bey Türk ordugâhına kadar girmiş Yavuz Sultan Selim sandığı birisinin kellesini bile almıştı. Fakat, Yavuz'un kuvvetlerine dayanamadı ve Osmanlı kılıçları altında can verdiler. 30 Ocak 1517'de Kahire düştü.

KAHIRE'YI YENİDEN İMAR ETTİ

Yavuz, kışı Mısır'da geçirdi. Kahire'yi yeniden imar etti. Elyazması kitapları İstanbul'a gönderdi. İstanbul'a dönerken, "Emanat-i Mukaddese" (Kutsal Eşyalar) ile birlikte, son Abbasi Halifesi Mütevekkil’i de beraberinde getirdi. Mütevekkil, Hilafeti, Yavuz Sultan Selim'e gönül rizasıyla devrettiğine dair bir belge imzalamış, böylece Hilâfet, Osmanlılara geçmiştir.

Yeni bir sefere hazırlanırken, Yavuz, 21 Eylül 1520'de hastalanarak öldü. Tarihin en büyük hükümdarlarından, komutanlarından biri daha böylece dünyadan göçtü.

bluekeys™
11-28-2006, 02:39 PM
YILDIRIM BEYAZIT
( 1360- 1403 )

Büyük bir politikacı ve büyük bir savaş ustası... Büyük politikacı, çünkü zamanının nice Hıristiyan devleti varsa, Bizans'ı, Sırb'ı, Macar'ı, Yunan'ı, Bulgar'ı Venedik'i ve Papalığı karşısına alıp her biri ile savaştığı halde, ayrıca, Anadolu'daki birçok Türk beylikleri ile savaş haline düştüğü, kalelerini alıp beylerini öldürmesine rağmen, bu devletlerin hiçbir zaman tam birleşmelerine fırsat vermedi. Gerek Hıristiyan devletlerin ve gerekse Türk devletlerinin sadece birleşmelerine, fırsat vermemekle de kalmamış, bu devletleri zaman zaman yaptığı savaşlarda destek güç olarak kullanmış ve Bizans gibi bir devletin ordusunu, kendi savaşlarına, yardımcı güç olarak sokmuştur.

Sırp kralının kızı ile evlenip, Sırp ordusunu kendi emrinde bulundurmak, Bizans imparatoru Manuel'in taht meşruiyetini tanıyıp, ordusunu, savaşlarda kullanmak, çok üstün bir politikacının başarabileceği bir işti. Yıldırım Beyazıt, bunu hakkı ile başarmıştır.

KARDEŞLERİNİ ORTADAN KALDIRDI

Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş dönemindeydi. Ele geçirdiği topraklarda teşkilât olarak tam anlamı ile yerleşmemişti. Bu toprakların eski sahipleri, her an başkaldırıp topraklarında yeniden egemen olmak istiyorlardı. Böyle bir durumda kardeş kavgasına meşruiyet tanımak, imparatorluğu batırmakla birdi. Yıldırım, buna izin vermedi. Asker ve beyliğin ileri gelenleri kendisine biat eder etmez, kardeşlerini ortadan kaldırdı. Dünyada hiçbir kardeş katilini hoşgörmek mümkün değildir. Fakat kardeş kanı, devletin bekası için akıtılmışsa, bir başka deyişle, toplum çıkarı uğruna bir iş görülmüşse, mazeretini beraberinde getirir. Yıldırım Beyazıt'ın tek kusuru, Timurlenk gibi usta bir savaşçıyı ve büyük bir Türk ordusunu karşısına almak ve papanın oyununa düşmektir. Bunu da hayatı ile ödedi.

1389 yılında Bursa'da doğdu. Babası, Kosova savaşında şehit düşen yiğit hükümdar 1. Murad, annesi Gülçiçek Hatun'dur. Çocukluğu Bursa'nın yeşil ile yıkanmış topraklarında ve Bursa Sarayı'nın sade dekorları içinde geçti. Ata, silaha, cenge meraklıydı. Cıva gibi hareketli bir şehzade idi. Hızlı düşünür, hızlı karar verir, verdiği kararı hızla gerçekleştirirdi. Çevresindeki beylik ileri gelenleri, onun ilerde yaman bir padişah olacağını çabuk farkettiler. Nitekim babası, savaş alanında bir yaralının hançeri ile şehit olunca, hemen Beyazıt'ın etrafında toplandılar ve savaş sancağının gölgesinde kendisine biat ettiler.

Önce, kardeşlerini ortadan kaldırarak taht kavgasının kapısını kapadı. Gençliğinden yararlanmak için başkaldıran Anadolu beylerini kısa bir zamanda tepeledi. Fakat doğuda bu işini güvenle görebilmesi için, batıdan emin olması lâzımdı. Bu yüzden, Sırp kralının kızı ile evlendi ve Sırp ordusunu, müttefik ordu haline koydu. Böylece, bir taşla iki kuş vurmuş, hem doğuda, hem batıda güvenliğini sağladıktan sonra Bizans'ı ele aldı.

Bizanslılar Türklerle başa çıkamayınca, onları müttefik olarak kullanmayı çıkarlarına uygun görmüşlerdi. Nitekim Orhan Bey'i damat edinmişler ve Türk kuvvetlerini, kendi toprakları üzerindeki nüfuzlarını sürdürmekte kullanmışlardı. Fakat Türkler de bu hizmetlerine karşılık, Bizans tahtı üzerinde söz sahibi idiler. Türk ordusu, Bizans'ın gailelerini nasıl ortadan kaldırıyorsa, Bizans ordusu da Türklerin savaşlarına katılıyorlardı.

HIZLA ORDUSUNU RUMELİ'YE GEÇİRDİ
Yıldırım Beyazıt, Anadolu'da hâkimiyetini pekiştirirken, akıncıları da Orta Avrupa'- ya akınlar düzenliyorlardı. Evrenos Bey, Kitros ve Vodina'yı ele geçirdi, Tesalya'ya sarktı. Firuz Bey, Eflak üstüne akınlar düzenliyor,

Şahin Bey, Arnavutluk topraklarında ilerliyordu. Bu akınlarından kurtulmak isteyen Eflak Beyi Mirce ile, Macar Kralı Sigismond ortak bir ordu ile Osmanlı üzerine yürümeyi denediler. Fakat Yıldırım, adına yakışır bir hızla ordusunu Rumeli'ye geçirince, hemen silahlar bırakıldı ve Osmanlılar savaşsız anlaştılar. Venediklilerin, Macar kralı ile ortaklaşa yaptığı deneme de, fiyasko ile sona erip, Osmanlı ordusu Tırnova'ya girince, Çar Şişman, Osmanlı'ya bağlı bir prens haline düştü.

Yıldırım, İstanbul kuşatmasına başlamıştı. Anadolu Hisarı'nı yaptırmış, Boğaz'ı kontrolü altına almıştı. Avrupalılar telâşa düştüler, bir Haçlı ordusu kuruldu. Niğbolu kalesi kuşatıldı. Yıldırım gerçekten bir yıldırım gibi davranıp İstanbul kuşatmasını bıraktı ve Niğbolu'ya erişti. Haçlı ordusu perişan olmuştu (1396).

KARAMANOĞLU'NU ÖLDÜRÜP TOPRAKLARINI ÜLKESİNE KATTI

Bizans'la, İstanbul'da bir Türk mahallesi kurulması, adlî işlerin bir kadı tarafından yürütülmesi ve bir cami yaptırılması şartları ile anlaştı. Karamanoğlunu öldürüp topraklarını ülkesine kattı. Mısır Memlüklerine bağlı, Elbistan'ı, Malatya'yı ve Divriği'yi aldı.
Anadolu beyleri, Timurleng'e sığınmışlardı. Yıldırım ile Timurleng arasında sert yazışmalar oldu. Yıldırım, Timur'un papa tarafından teşvik edildiğini, Anadolu beylerinin de kendisini kışkırtmakta olduğunun hesabını yapmadan savaşa karar verdi. İki Türk ordusu Ankara civarında karşılaştılar. Yıldırım'ın ordusundaki Türk komutanlar, Türklerle savaşmak istemiyorlardı. Nitekim Timur'un ustaca düzenlenmiş propagandalarına kandılar ve Timur tarafına geçtiler. Yıldırım Beyazıt'la sonuna kadar dövüşen, kendi yakın güçleriyle, Sırp ordusu oldu. Yıldırım hem yenildi, hem esir düştü. (1402 - 28 temmuz) Bir yıl sonra da bu yiğit serdar, tutsaklığa dayanamayıp öldü.

bluekeys™
11-28-2006, 02:40 PM
YUNUS EMRE
( ?- 1320-21)

Türk edebiyatının yetiştirdiği en büyük şairlerden biri... Adı üstüne çeşitli söylentiler, hikâyeler uydurulmuş, hayatı efsanelere karıştırılmış bir Derviş... Tanrı âşkı ile insan sevgisini, ölümsüz bir örgü içinde mısra, mısra söylemiş bir halk adamı...

Hangi tarihte, nerede doğdu, kesin olarak bilinmiyor. Söylentiler çeşitli. En kesine yakın tahmin, Sakarya dolaylarında doğmuş bir Türkmen köylüsü olduğudur. Yaşadığı 13. yüzyıl Anadolusu, o kadar karışık akınların Arap saçına döndüğü bir zamandır ki, kimin nereden geldiğini bulup çıkarmak mümkün değil... Şiirlerinde kendisine "Miskin", "Cahil" terimlerini kullandığı için, bazı edebiyat tarihçileri Yunus’u, okur-yazar olmayan biri gibi görmek isterler. Oysa bu terimler, dervişliğin gereği alçak gönüllülükten gelmektedir. Yunus, belki ilk yıllarında okur yazar değildi ama, Tekkeye girdikten sonra okuma yazmadan başka, zamanının bilgilerini öğrendiği, hatta tasavvuf bildiği bugün için tartışmasızdır.

BİTİP TÜKENMEZ ANADOLU GEZİLERİNE ÇIKMIŞTI

Yunus, her halde doğup büyüdüğü çevrede kurulu olan Taptuk Emre'nin tekkesine kapılanmış olmalıdır. Bu dergâhta Yunus'un odun taşıyarak şeyhine hizmet ettiği ve en küçük mertebeden başlayarak, en ileri mertebeye kadar yükseldiği biliniyor. O kadar ki, sonunda Taptuk Emre'nin kızı ile evlenmiştir.

Yunus, Taptuk Emre'nin dergâhında piştikten ve tarikatın önemli fikir ve yollarını başkalarına açıklayacak ölçüye geldikten sonra, bir söylentiye göre, Şeyhinin emri ile, bir söylentiye göre, kendi isteği ile, bitip tükenmez Anadolu gezilerine çıkmıştır. Yunus, her uğradığı köyde, handa, konakta, tanrı sevgisi ve insan muhabbeti üzerinde konuşmuş, şiirler söylemiş, çağının kargaşalığını, beraberlik potası içinde eritmeye çalışmıştır.



Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni;
Ben yanarım dünü, günü,
Bana seni gerek seni,..

Aşkın, âşıklar öldürür.
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni.

Sofilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leylâ gerek
Bana seni, gerek seni.

Yunus durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni...

Böyle söyleye, konuşa, köy, köy, kasaba, kasaba Anadolu’yu gezmiş ve bu arada Konya'ya giderek zamanın büyük mutasavvıfı Mevlânâ Celaleddin Rumî ile görüşmüştür. Yunus, Doğu Anadolu'yu gezmiş, Şam’a kadar uzanmış, sonra tekrar doğduğu topraklara dönüp, ömrünün gerisini burada tamamlamıştır. Mezarı, Porsuk Suyunun Sakarya'ya döküldüğü kavşakta, Sarıköy'dedir. Fakat öylesine sevilmiş bir şairdir ki, birçok yerlerde "Bu, Yunus'un Mezarıdır" diye aslı astarı olmayan hikâyelerle Yunus'a mezar tayin ederler. Belki bu mezarlar da bir başka Yunus'a aittir ama, herkes o Yunus'un, Yunus Emre olmasına özenir.

EN BÜYÜK TASAVVUF ŞAİRLERİNDENDİR

Son yıllarda Yunus'un Sarıköy'deki mezarı onarılmış, bir park içine alınmış, anıt ha-line getirilmiştir. Giriş kapısında: "Sevelim, sevilelim" sözü vardır. Mezarının altındaki çeşme taşına da: "Haktan inen şerbeti, içtik elhamdülillah" kazılmıştır.

Yunus, Ahmet Yesevi'den kaynaklanıp 13. yüzyılda Anadolu'ya atlayan Tasavvuf edebiyatının yetiştirdiği en büyük şairlerden biridir. Tasavvufu, halkın anlayabileceği arı bir dille yazıyor ve o yüzyılın Türkçesi ile, günümüzde bile ifade edilmesi güç fikirleri kolayca anlatabiliyordu. Yunus Emre, şiirleriyle, Türkçe’nin büyük ve zengin bir dil olduğunu ispatlamış şairlerin başında gelir. Tanrı, insan ve ölüm problemleri tarihler boyunca insanları düşündürmüştür. Böylesine bir metafizik konu, Yunus'un dilinde sular seller gibi akıp söylenmektedir. Yunus, felsefi şiir yazan öteki şairlerin sıkıntısını hiç çekmemiş, çünkü, bütün soyut düşünceleri somutlaştırarak anlatmasını bilmiştir.

BAZI ŞİİRLERİ BESTELENMİŞTİR

Yunus, mistik bir şairdir. Fakat realist bir anlatıma sahiptir. Bu yüzden, tasavvufla hiç ilişiği olmayan insanlar bile, onun şiirlerini zevkle, lezzetle okuyabilirler, anlayabilirler. Yazarken, hiç özentili değildir. Bazen kafiyeyi ihmal ettiği, yarım kafiyeleri bol bol kullandığı görülür. Onun için şiir, objektif birlikte değil, sübjektif birliktedir.

Şiirlerini daha çok ilâhi ve nefes biçiminde yazmıştır. Bu ilâhi ve nefeslerden oluşan kitabına "Yunus Emre Divanı" denmekte ise de, bunun, divan edebiyatı şairlerinin divanlariyle hiçbir ilgisi yoktur. Belki divan edebiyatı tarihçileri bu kadar büyük bir şairi kendilerinin dışında görmeğe razı olamadıkları için, Yunus'un kitabına divan denmesini istemişlerdir. Yunus Emre, iki eser bırakmıştır. Biri, "Risaletün Nushiyye"ydi ki, mesnevî biçiminde kaleme alınmıştır. Bu mesnevide şairin gerçek gücünü bulmak mümkün değildir. Fakat 365 parça şiirden oluşan "Yunus Emre Divanı" tasavvufun, lirizmin, söyleme sanatının zirvesidir. Ancak, bütün titiz çalışmalara rağmen, bu divanlara, Yunus'tan başkalarının da şiirleri girdiği kesindir. Çünkü o kadar sevilmiştir ki, birçok şair Yunus'tan çok sonra da bu ağızla şiirler söylemiş ve bunu Yunus'a bağlayarak bir tatmine kavuşmuştur.

Yunus'un bir bölüm şiiri, Adnan Saygun tarafından bestelenmiş ve "Yunus Emre Oratoryası" adı ile yayınlanmış ve dünyanın birçok ülkelerinde icra edilmiştir.

bluekeys™
11-28-2006, 02:40 PM
ZİYA GÖKALP
( 1875-1924 )

Fikirle hayat arasında dinamik bir köprü kurarak Osmanlı ülkesinin kurtarılması çarelerini arayan fikir adamı... Gerçek bir idealist... İttihat ve Terakki Fırkası’nın ideologu ve toplum düzenleyicisi...

1875'de Diyarbakır'da doğdu. Babası, edebiyatı seven, mahallî gazetelere başyazı yazan Mehmet Tevfik Efendi'dir. Gökalp'in asıl adı, Mehmet Ziya'dır. Yıllar sonra, Selanik'te "Genç Kalemler" dergisini yayınladığı sırada, arkadaşı Ali Canip Yöntem'in —bir yazısına— "Gökalp" takma adını kullanması, bundan sonra adını Ziya Gökalp yapmıştır.

İlk derslerini babasından aldı. Babası gibi Gökalp de, Namık Kemal hayranı olarak yetişmiştir. Diyarbakır Askerî Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra, Mülkiye İdadisi'nde okumasını sürdürdü. Kendi kendisine Fransızca öğrendi. Amcasından, Arapça ve Farsça dersler aldı. Tasavvuf felsefesini, İslâm tarihini öğrendi. 24 yaşlarında iken bir bunalım geçirdi ve tabancayı alnına dayayarak intihar etmeyi denedi. Ölmedi. Fakat ondan sonraki hayatı sürekli çalışmalar içinde geçmiştir.

MEŞRUTİYET YANLISI İDİ

Yüksek öğrenimini yapmak için İstanbul'a geldiği yıllar, Albülhamid'in saltanatı günlerine rastlıyordu. Yüksek okullarda Abdülhamit düşmanlığı moda idi. Ayrıca, Gökalp, Namık Kemal hayranı olduğu için, meşrutiyet yanlısı idi. O yıllarda kurulan İttihat ve Terakki gizli cemiyetine girdi. Bütün heyecanı ile ittihatçılığa sarıldı. Diyarbakır'daki bir arkadaşına yazdığı mektup, polisin eline geçince, okuldan çıkarıldı. Dokuz ay hapis yattıktan sonra tekrar Diyarbakır'a döndü (1898).

1908 Devrimi olunca, Diyarbakır'da "Dicle" adlı bir gazete çıkarmaya başladı. Gençleri etrafına toplayarak onları yetiştirmeye çalıştı. Bu sırada, İttihat ve Terakki Fıkrası'nın merkezi olan Selanik'te Gökalp'i genel merkez üyeliğine aldılar, ve sanat-fikir çalışmalarını kendisine bağladılar.

«TÜRKÇELEŞMİŞ TÜRKÇE» KURALINI GETİRDİ

Ziya Gökalp, başta Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin olmak üzere genç hikâyeci ve şairleri etrafına toplayarak "Genç Kalemler" adiyle bir dergi kurdu ve ilk sayısını 11.Nisan 1911'de yayınladı. Bu dergi, Türk edebiyatında ve Türk dili tarihinde önemli görevler yapmıştır. O zamana kadar kullanılan terkipli Osmanlıca dili bırakılmış, günlük konuşma diline dönülmüştü. Yâni, Şinasi'nin başlattığı sadelik hareketi, bu kadro tarafından yeniden ele alınıyordu ve akım haline getiriliyordu.

Genç Kalemler'in sade dili, edebiyat çevrelerinde, önceleri yadırgandı. Fakat gençlik, dergiyi beğenmiş ve dili benimsemişti. Edebiyat dünyası, Osmanlıca yazanlarla Türkçe yazanlar diye ikiye bölündü. Gökalp, dil konusunda ileri gitmiyor, "Türkçelesmiş Türkçe" kuralını getiriyordu. Halkın diline geçmiş yabancı kelimeler de yazı dilinde kullanılacaklar, fakat söylendikleri gibi yazılacaklardı.

Ziya Gökalp, Genç Kalemler'de, şiir, hikâye ve romanda sade bir dil kullanılması davasının yanı başında, "Türklük" davasını da yürütüyordu. Yayınladığı bir şiirde:

"Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan.
Vatan, büyük ve mûebbed bir ülkedir: Turan:"

diyordu. Turan, belli bir ülke değildi, bir idealdi. Nesillerin ruhlarını tutuşturan, gayretlerini pekiştiren, umut, sevinç, yaşamak coşkusu veren bir idealdi. Böylece sanat ve edebiyatta da yeni bir parlama oldu.

Ziya Gökalp, edebiyat ve tarih kültürünün yanı başında, kuvvetli bir felsefe ve sosyoloji kültürü ile beslenmişti. Okuduklarını, birçoklarının yaptığı gibi sadece öğrenmiş olmak için okumuyor, öğrendiklerini hayata ve memleketin ilerlemesi yolunda yapılacak devrimlere uygulamak için okuyordu. O yıllarda üç akım vardı: Türkleşmek, İslâmlaşmak, çağdaşlaşmak...

İslamcılar, bütün Müslüman ülkelerin bir araya getirilmesi ile hem Müslümanların, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtulacağına inanıyorlar, bu yolda çalışıyorlardı. Çağdaşlaşmak yanlıları ise, Batıyı olduğu gibi kopye ederek Osmanlı ülkesinin uygar bir ülke olarak hayatını sürdüreceği düşüncesindeydi. Ziya Gökalp'in önderlik ettiği çağdaş Türkçülük, hem Türk unsuruna dayanıyor, hem Batı uygarlığını, İslâm ahlâkı ve Türk töreleri üstünde geliştirmeyi amaçlıyordu.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ESASLARINI HAZIRLADI

İttihat ve Terakki'nin merkezi Selanik'ten İstanbul'a taşınınca, Gökalp de
İstanbul'a geldi. Bir yandan, İstanbul Darülfünunu'nda(Üniversite) hocalık ediyor, bir yandan, başına topladığı sanatçı ve fikir adamlariyle çağdaş Türk toplumunu yaratmanın yollarını arıyordu. Oysa, siyasî kanaatlerini paylaştığı İttihatçılar, eskiden beri devam eden Osmanlı politikasını sürdürmekte idiler. Gökalp, bu fikir çatışmasına hiç önem vermeden Türk milliyetçiliğinin esaslarını hazırladı. İstanbul'da çıkardığı "Türk Yurdu" dergisinde, "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adı altında bu üç cereyanı bilimsel açıdan inceledi. Fikirlerini, modern sosyolojiye dayatıyor, Türk toplum yapısını araştırıyor ve ayakta kalmanın tek çaresi olarak milliyetçiliği görüyordu.

Bu çalışmalarına "Türk Ocakları"nda da devam etti. Fakat Birinci Dünya Savaşı'nın patlaması, yenilgi ve İttihat ve Terakki Fırkası'nın dağılması üzerine, İngilizler İstanbul'u işgal edince, Gökalp'i, Malta'ya sürdüler. Gökalp, Malta dönüşü Diyarbakır'da çıkardığı "Küçük Mecmua"da fikirlerini yaymaya devam etti. 2. dönem B.M. Meclisi'ne Diyarbakır Milletvekili olarak katılmış ve 25 Ekim 1924'de ölmüştür. Yeri, günümüze kadar doldurulamayan bir fikir adamımız idi.

bluekeys™
11-28-2006, 02:40 PM
NENE HATUN
(1857-1955)

Mukaddesâtını, vatanım her zaman canlarından aziz bilen halkımız, vatanlarına gelen hücumlara karşı yediden yetmişe, erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle karşı durmuş ve tarihe şan veren müdafalar yapmışlardır.

Vatan müdafaasında kadınlar da erkekleri ile fedakârlık yarışına girişmiştir. Zaman olmuş cephe gerisinde yaralılara hizmet etmiş, cephane taşımış, cephane imâlinde çalışmış, zaman gelmiş düşmanı Yurdundan defetmek için cepheye koşmuştur. İşte Nene Hatun da düşmanı defetmek için cepheye koşan kahraman kadınlardan birisidir.

93 Harbinin en çetin safhalarının cereyan ettiği günlere gidiyoruz. Rus ordusu 160 bin asker ve 189 topla Kafkas cephesine hücum etmektedir. Buna karşılık ordumuzun asker mevcudu 60 bindir. Silah ve cephane de Ruslarınkinden çok çok azdır...
Doğu Beyazıt'tan Batum'a kadar uzanan 340 kilometrelik cephe boyunca ordumuz, Müşir Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandası altında düşmanla amansız bir mücadeleye girişmiştir. Düşmanın kalabalık oluşuna, silah üstünlüğüne aldıran yoktur. Lâkin ağır kış şartları askerlerimizi yıpratmaktadır.

Moskof ordularının hedefi Erzurum şehridir. Burası ele geçirildiği takdirde Doğu Anadolunun bütünüyle ele geçirileceğine inanmaktadırlar.
Düşmanın bütün hücumları kahraman askerlerimizin göğsüne çarpıp erimektedir. Mertlikle galebe çalamayacağını anlayan düşman hileye başvurur. Tabyaları baskınlarla ele geçirmeyi planlar. Bunun için de Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan Ermenilerin yardımıyla ve onlann kılavuzluğu altında 9 Kasım 1877'de Aziziye tabyasına, saldınp nöbetçileri şehit ederler. Durum anlaşılınca tabyada boğaz boğaza bir muharebe başlar.
Düşmanın siperlerimize hücum edip, tabyalarımıza girdiği haber; Erzurum'da bomba gibi patlar. Müezzinler minarelerden durumu haber vererek, herkesi cihada davet ederler.

Bütün Erzurumlular kadın, erkek ellerine ne geçirdilerse alarak Aziziye tabyasına koşuşmaya başlarlar.
Haberi duyan henüz yirmi yaşlarında olan Nene Hatun kundaktaki kız çocuğunu ve biraz büyükçe oğlunu "Sizleri Allah"a ısmarladım yavrularım" diyerek bağrına basmış, onları öptükten sonra eline et satırını alarak cepheye koşmuştur. Nene Hatun'un evinde başkaca kimse yoktur. Cepheden ağır yaralı gelen kardeşi Hasan bir gün önce şehid olmuştur.

Kocası cephede düşmanla vuruşmaktadır...
Aziziye tabyasına ulaşan Nene Hatun bacılarıyla, kardeşleriyle birlikte düşmanın üzerine atılır. Haberi duyar duymaz koşuşan Erzurumluların elinde sopa, taş, kazma, kürek ve yaralayıcı, öldürücü ev âletleri ve bir de dillerinde, kalplerinden kopup gelen "Allah Allah" sadâsı vardır. Âhirete inananlar şehâdeti en yüce mertebe bilmenin heyecaniyle cansiperane vuruşmaktadırlar.

Nene Hatun'un elindeki et satın düşman askerlerinin kafalarına yıldırım gibi inmektedir. Bir yandan da "vurun kardaşlarım, vurun bacılarım, kâfirlere aman vermeyin" diye haykıran Nene Hatun'un bu kahramanlığını gören Erzurumlular coşmuştur. Neticede Aziziye tabyasındaki düşman bütünüyle imha edilmiş ve tabya düşmandan geri alınmıştır. Yüzlerce şehit veren Erzurumluların bu cihetten gönülleri yaralı, fakat düşmanı defettikleri için kalpleri ferahtır...

Aziziye tabyasının geri alınmasında canla başla çalışan Nene Hatun bir semboldür. Müslüman kadınların yeri geldiklerinde nasıl kahraman kesileceklerine bir örnektir... O hayatı boyunca bu hâdiseden fazlaca bahsetmemiş, bahsi geldiğinde, "Biz ne yaptık ki, bizim yaptığımız ne ki yavrularım..." diyerek Anadolu insanının engin tevazuunu nur yüzüne peçe yapmıştır... O, ne yapmışsa rıza-ı İlâhi için yapmıştır. Bu yüzdendir ki kendisinden ve gösterdiği fedakârlıktan bahsetmemiştir.
1857'de Erzurum'da doğan Nene Hatun 22 Mayıs 1955'te Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

bluekeys™
11-28-2006, 02:42 PM
(Ayşe Bulut hanım efendiye sonsuz teşekkürler..)

CaKaLBoT
12-01-2006, 06:54 PM
[
Attila, bir yıl sonra, Batı Roma üzerine yürümüş, yaman savaşlar vererek Roma kapılarına dayanmıştır. Roma düşmek üzere iken, Papa Leon, yanına aldığı iki Roma konsülü ve maiyeti ile birlikte Attila’ya gitti ve kendisinden şehre girmemesini rica etti. Bu ricayı Attila'nın niye kabul edip ordularını geri çektiğini, bugüne kadar tarihler çözememişlerdir...

TÜRKLERİN yolu her zaman o taraflara düşmüştür...

lakin papaların ayağımızın altında dolaşması yenidir....

ve hayır'a alamet değildir...

yinemi bir rica vardır...:confused: :mad: