DHeMLy-CHaY
12-10-2006, 03:22 PM
Ve dün, ilk defa Dr. Mehmet Öz’ü aradım. Ben sormadan Öz; “Leyla, Ahmet’i kaybettik; ama makineye bağlı kalacağı süreye ailesi karar verecek” dedi...
Ahmet Ertegün’ün, bir konserden çıkarken düştüğünü ve komaya girdiğini duyduğum zaman önce sekreterinden, sonra evindeki yardımcısından, eşi Mica’nın hastaneden hiç ayrılmadığını öğrendim. Ve dün, ilk defa Dr. Mehmet Öz’ü aradım. Ben sormadan Öz; “Leyla, Ahmet’i kaybettik; ama makineye bağlı kalacağı süreye ailesi karar verecek” dedi.
Mehmet Öz, ertesi gün Güney Afrika’ya hareket edeceğini ve ünlü televizyoncu Ophra ile bir program hazırlayacağını söyleyince can dostu Ahmet Ertegün’ün yaşama dönmeyeceğini anladım.
Böyle anlarda insanın aklından ne geçer bilmiyorum ama ben, Ahmet Ertegün’le ilk defa, elli bir yıl önce, Hilton Oteli’nde yapmaya çalıştığım ilk röportajımı düşünmeye başladım. Ve kahkahayla gülmemek için kendimi zor tuttum. Çünkü uluslararası ün sahipliği ünvanını çoktan sağlamış olan Ertegün teybimi açıp ilk sorumu sorduğum an kalkıp yanıma gelmiş ve elimi bir süre tutarak: “Size hayranım” diye fısıldamıştı.
Bir anda dehşete kapılıp ayağa fırlarken; “Utanmıyor musunuz?” diye bağırdığım zaman bir çocuk gibi kahkahalarla gülerek “Şaka yaptım, şaka...” demişti.
BU ŞAKALARDAN HİÇ VAZGEÇMEDİ
Cinsi latifin, latif olup olmadığına hiç bakmadan Ahmet’in kadınlara kur yapmasına zerre kadar aldırmazdı eşi Mica. Romanyalı ilk kocasından Ahmet için ayrıldığını yakın dostları bilirdi. Hattâ ünlü bir büyükelçimiz “Onları tanıştırdığımız gece birbirlerine âşık oldukları belliydi. Nitekim Ahmet, o günlerde New York’ta ufacık bir apartmanda yaşayan ve her gece caz kulüplerinde yetenekli müzisyenleri keşfe çıkan parasız bir gençti.” Babaları Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün’den asla ne ağabeyi Nasuhi ne de Ahmet para almazdı.
Mica, yıllar sonra Bodrum’da harikulâde bir zevkle, iki ahırı birleştirerek ortaya çıkardığı evinin bahçesinde “Ahmet” demişti, “evlendiğimiz zaman uzun süre bana bir vizon manto alamadığı için çok üzülürdü. Ama para kazandıktan sonra her yıl eve getirdiği vizonların sayısı otuzu geçti. Ve benim kürk sevmediğimi hiçbir zaman anlamadı...”
CANNES’DA BİR HAFTA...
Ahmet Ertegün’e Fransız Kültür Bakanlığı ödül vermek istemişti. Amerika’dan telefon ettiği gün sesi heyecanlıydı: “Türkiye’den en eski, sevgili dostum Selahattin Beyazıt, Güneri Civaoğlu, Bodrum’dan Süleyman Demir gelecek, sen de gelmezsen kırılırım” demişti. Tabii, dördümüz de o hafta boyunca Cannes’da geçirdiğimiz günleri unutmadık. Sokaklardaki bütün direklerde Ahmet Ertegün’ün büyük fotoğraflarının altına “Man Of The Year” (Yılın Adamı) yazılmıştı. Ve resimleri balonlarla süslenmişti.
Paris’ten gelen Kültür Bakanı (bir hanımdı) uzun uzun Ahmet Ertegün’ü övdükten sonra nişanını takarak sözü ona bıraktı.
BODRUMLULAR BENDEN NEFRET EDECEK!..
Ahmet, konuşmasının çoğunda Mica’nın yaşamındaki önemini anlatırken yanımda duran Mica ağlamaya başladı. Tanıyanların çok soğuk bulduğu Mica’nın duygusallığı karşısında çok şaşıran bendeniz bile ağlamaya başlayınca; Ahmet kürsüden “Bakın, bakın Mica ağlıyor... Leyla’yı da ağlatıyor” diye bağırdı. Ahmet’in bu duygusallığı yanı sıra inanılmaz hiddetine sadece bir kaç kere tanık olmadım ama beni bizzat hırpaladığı zaman onu bir daha görmemeye defalarca yemin ettim.
Yazın Ertegün’ler 3-4 hafta için Bodrum’a gelir; bütün dünyadaki önem verdikleri dostlarını da davet ederlerdi.
Sabahları kahvaltıdan sonra “Leyla” adlı mütevazı fakat Mica’nın harikulâde dekoru sayesinde dünya basınında resimleri sık sık çıkan Gulet’leriyle koylarda denize girilir, akşamları 07.30’da davet ettikleri Türk dostları ile evin konukları iki uzun masada ağarlanırdı.
Bir gün Ahmet bana “Sabahlara kadar yanımızdaki gece kulübünden gelen sesler yüzünden ne biz, ne de konuklarımız uyuyoruz. Artık bu evi satıp Bodrum’a gelmeyeceğim” derken sinirden titriyordu. Ben de söylediklerini aynen gazetede yayınladım. Sabah erkenden beni aradı. Gittim; elinde gazetem, avaz avaz: “Yaptığını beğendin mi? Kaymakam diskoyu kapattı; şimdi Bodrumlular benden nefret ediyor...” diye bağırıyordu.
Ben de ilk defa sesimi yükselterek: “Gürültü herkesin canını yakan bir şey. Belki senin tepkin sayesinde yetkililer önlem alıp azaltırlar” derken duygusallığım had safhaya ulaştı. Hızla evden sokağa fırladım. Taksi ararken Mica koşarak yanıma geldi; içeri girmem için dil dökerken: “Emin ol, bana her gün daha fazla bağırır” diyordu.
Ben de “Sen kocanı çekebilirsin ama ben Ahmet’i çekmek zorunda değilim” diyordum. Ve ilk geçen taksiye atlarken, bir daha Ahmet’in yüzüne bakmamaya yemin ediyordum.
Otelime döndükten kısa bir süre sonra Ahmet telefon etti ve döktüğü dilin, yılanı bile deliğinden çıkaracağını o gün anladım.
O gece, beni İngiliz Kraliçesine lâyık bir tantanayla karşıladı. Bir dakika bile bırakmadığı elimi sürekli öperken konuklarına beni abartarak övdü durdu... Eğer o geceden sonra beni bir daha hırpalamadığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
HER ŞEYİMİ YEĞENLERİME BIRAKACAĞIM...
New York’ta verdiği bir yemeğinde şeref konuğunun yanında benim için ayırdığı koltuk boş kalmış. O konuğun daha sonra Dünya Bankası Genel Başkanı Wofelson olduğunu öğrenince gerçekten çok üzüldüm. O gün bir telefonla özür dilemeyi bile unuttuğum için haklı olarak beni telefonda avaz avaz azarlayan Ahmet’i melekler gibi susup dinledim. Ertesi gün elimdeki tek gülle yazıhanesine gidince sarılıp beni öptü.
Ertegünler’in New York’a bir saat uzaklıktaki South Hampton’da dünya basınında daima gündeme gelen muazzam bir villaları vardır. Çizimi ve dekoru Mica’ya ait olan bu villada bir hafta sonu geçirdim. Mica, kırmızı perdelerle kaplı yatak odamı aynı renkte lâlelerle donatmıştı.
Yemeklerde çok sevdiğim kum midye çorbasından tutun nefis spagettilerine kadar nefis şeyler ikram etmiş ve sahildeki ünlülerin villalarını tek tek gezdirmişti. Salonlarındaki duvarlar ünlü ressamların tablolarıyla doluydu. Özellikle, Osmanlı devrinde yapılmış iki tablo harikulâdeydi.
Ahmet, tablolarla ilgili bilgi verirken bankalarda sakladığı yüzlerce tablosu daha olduğunu söyleyince: “Ah” demiştim, “belki de onları ‘Ertegün’ adını vereceğin ve İstanbul’da babanın anısına yaptırdığın Özbek Tekkesi’nin yanında açabileceğin bir müzede halka sunarsın...”
Ahmet’in birden bire sinirlendiğini görünce korkarak “Yoksa başka bir projen mi var?” diye sormuştum. “Hepsini satıp parasını yeğenlerime bırakacağım” diye bağırırken Ahmet’in yüzü görmeye alışık olmadığım kadar hırsla gerildi. O günden sonra böyle konuları hiçbir zaman O’na açmamaya karar verdim. Ve Bodrum’a geldiğini duyduğum günlerde İstanbul’da kalmaya özen gösterdim.
Ahmet Ertegün’ün, bir konserden çıkarken düştüğünü ve komaya girdiğini duyduğum zaman önce sekreterinden, sonra evindeki yardımcısından, eşi Mica’nın hastaneden hiç ayrılmadığını öğrendim. Ve dün, ilk defa Dr. Mehmet Öz’ü aradım. Ben sormadan Öz; “Leyla, Ahmet’i kaybettik; ama makineye bağlı kalacağı süreye ailesi karar verecek” dedi.
Mehmet Öz, ertesi gün Güney Afrika’ya hareket edeceğini ve ünlü televizyoncu Ophra ile bir program hazırlayacağını söyleyince can dostu Ahmet Ertegün’ün yaşama dönmeyeceğini anladım.
Böyle anlarda insanın aklından ne geçer bilmiyorum ama ben, Ahmet Ertegün’le ilk defa, elli bir yıl önce, Hilton Oteli’nde yapmaya çalıştığım ilk röportajımı düşünmeye başladım. Ve kahkahayla gülmemek için kendimi zor tuttum. Çünkü uluslararası ün sahipliği ünvanını çoktan sağlamış olan Ertegün teybimi açıp ilk sorumu sorduğum an kalkıp yanıma gelmiş ve elimi bir süre tutarak: “Size hayranım” diye fısıldamıştı.
Bir anda dehşete kapılıp ayağa fırlarken; “Utanmıyor musunuz?” diye bağırdığım zaman bir çocuk gibi kahkahalarla gülerek “Şaka yaptım, şaka...” demişti.
BU ŞAKALARDAN HİÇ VAZGEÇMEDİ
Cinsi latifin, latif olup olmadığına hiç bakmadan Ahmet’in kadınlara kur yapmasına zerre kadar aldırmazdı eşi Mica. Romanyalı ilk kocasından Ahmet için ayrıldığını yakın dostları bilirdi. Hattâ ünlü bir büyükelçimiz “Onları tanıştırdığımız gece birbirlerine âşık oldukları belliydi. Nitekim Ahmet, o günlerde New York’ta ufacık bir apartmanda yaşayan ve her gece caz kulüplerinde yetenekli müzisyenleri keşfe çıkan parasız bir gençti.” Babaları Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün’den asla ne ağabeyi Nasuhi ne de Ahmet para almazdı.
Mica, yıllar sonra Bodrum’da harikulâde bir zevkle, iki ahırı birleştirerek ortaya çıkardığı evinin bahçesinde “Ahmet” demişti, “evlendiğimiz zaman uzun süre bana bir vizon manto alamadığı için çok üzülürdü. Ama para kazandıktan sonra her yıl eve getirdiği vizonların sayısı otuzu geçti. Ve benim kürk sevmediğimi hiçbir zaman anlamadı...”
CANNES’DA BİR HAFTA...
Ahmet Ertegün’e Fransız Kültür Bakanlığı ödül vermek istemişti. Amerika’dan telefon ettiği gün sesi heyecanlıydı: “Türkiye’den en eski, sevgili dostum Selahattin Beyazıt, Güneri Civaoğlu, Bodrum’dan Süleyman Demir gelecek, sen de gelmezsen kırılırım” demişti. Tabii, dördümüz de o hafta boyunca Cannes’da geçirdiğimiz günleri unutmadık. Sokaklardaki bütün direklerde Ahmet Ertegün’ün büyük fotoğraflarının altına “Man Of The Year” (Yılın Adamı) yazılmıştı. Ve resimleri balonlarla süslenmişti.
Paris’ten gelen Kültür Bakanı (bir hanımdı) uzun uzun Ahmet Ertegün’ü övdükten sonra nişanını takarak sözü ona bıraktı.
BODRUMLULAR BENDEN NEFRET EDECEK!..
Ahmet, konuşmasının çoğunda Mica’nın yaşamındaki önemini anlatırken yanımda duran Mica ağlamaya başladı. Tanıyanların çok soğuk bulduğu Mica’nın duygusallığı karşısında çok şaşıran bendeniz bile ağlamaya başlayınca; Ahmet kürsüden “Bakın, bakın Mica ağlıyor... Leyla’yı da ağlatıyor” diye bağırdı. Ahmet’in bu duygusallığı yanı sıra inanılmaz hiddetine sadece bir kaç kere tanık olmadım ama beni bizzat hırpaladığı zaman onu bir daha görmemeye defalarca yemin ettim.
Yazın Ertegün’ler 3-4 hafta için Bodrum’a gelir; bütün dünyadaki önem verdikleri dostlarını da davet ederlerdi.
Sabahları kahvaltıdan sonra “Leyla” adlı mütevazı fakat Mica’nın harikulâde dekoru sayesinde dünya basınında resimleri sık sık çıkan Gulet’leriyle koylarda denize girilir, akşamları 07.30’da davet ettikleri Türk dostları ile evin konukları iki uzun masada ağarlanırdı.
Bir gün Ahmet bana “Sabahlara kadar yanımızdaki gece kulübünden gelen sesler yüzünden ne biz, ne de konuklarımız uyuyoruz. Artık bu evi satıp Bodrum’a gelmeyeceğim” derken sinirden titriyordu. Ben de söylediklerini aynen gazetede yayınladım. Sabah erkenden beni aradı. Gittim; elinde gazetem, avaz avaz: “Yaptığını beğendin mi? Kaymakam diskoyu kapattı; şimdi Bodrumlular benden nefret ediyor...” diye bağırıyordu.
Ben de ilk defa sesimi yükselterek: “Gürültü herkesin canını yakan bir şey. Belki senin tepkin sayesinde yetkililer önlem alıp azaltırlar” derken duygusallığım had safhaya ulaştı. Hızla evden sokağa fırladım. Taksi ararken Mica koşarak yanıma geldi; içeri girmem için dil dökerken: “Emin ol, bana her gün daha fazla bağırır” diyordu.
Ben de “Sen kocanı çekebilirsin ama ben Ahmet’i çekmek zorunda değilim” diyordum. Ve ilk geçen taksiye atlarken, bir daha Ahmet’in yüzüne bakmamaya yemin ediyordum.
Otelime döndükten kısa bir süre sonra Ahmet telefon etti ve döktüğü dilin, yılanı bile deliğinden çıkaracağını o gün anladım.
O gece, beni İngiliz Kraliçesine lâyık bir tantanayla karşıladı. Bir dakika bile bırakmadığı elimi sürekli öperken konuklarına beni abartarak övdü durdu... Eğer o geceden sonra beni bir daha hırpalamadığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
HER ŞEYİMİ YEĞENLERİME BIRAKACAĞIM...
New York’ta verdiği bir yemeğinde şeref konuğunun yanında benim için ayırdığı koltuk boş kalmış. O konuğun daha sonra Dünya Bankası Genel Başkanı Wofelson olduğunu öğrenince gerçekten çok üzüldüm. O gün bir telefonla özür dilemeyi bile unuttuğum için haklı olarak beni telefonda avaz avaz azarlayan Ahmet’i melekler gibi susup dinledim. Ertesi gün elimdeki tek gülle yazıhanesine gidince sarılıp beni öptü.
Ertegünler’in New York’a bir saat uzaklıktaki South Hampton’da dünya basınında daima gündeme gelen muazzam bir villaları vardır. Çizimi ve dekoru Mica’ya ait olan bu villada bir hafta sonu geçirdim. Mica, kırmızı perdelerle kaplı yatak odamı aynı renkte lâlelerle donatmıştı.
Yemeklerde çok sevdiğim kum midye çorbasından tutun nefis spagettilerine kadar nefis şeyler ikram etmiş ve sahildeki ünlülerin villalarını tek tek gezdirmişti. Salonlarındaki duvarlar ünlü ressamların tablolarıyla doluydu. Özellikle, Osmanlı devrinde yapılmış iki tablo harikulâdeydi.
Ahmet, tablolarla ilgili bilgi verirken bankalarda sakladığı yüzlerce tablosu daha olduğunu söyleyince: “Ah” demiştim, “belki de onları ‘Ertegün’ adını vereceğin ve İstanbul’da babanın anısına yaptırdığın Özbek Tekkesi’nin yanında açabileceğin bir müzede halka sunarsın...”
Ahmet’in birden bire sinirlendiğini görünce korkarak “Yoksa başka bir projen mi var?” diye sormuştum. “Hepsini satıp parasını yeğenlerime bırakacağım” diye bağırırken Ahmet’in yüzü görmeye alışık olmadığım kadar hırsla gerildi. O günden sonra böyle konuları hiçbir zaman O’na açmamaya karar verdim. Ve Bodrum’a geldiğini duyduğum günlerde İstanbul’da kalmaya özen gösterdim.