PDA

Tam Sürümü Görüntüle : Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)....


KέžmдИ
12-28-2006, 11:41 AM
Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı...
Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde..Deniyordu ki;"arada bir,çok bunaldığınızda,
hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"...
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum...Ama "kendi ölümümüzü ve cenazemizi"düşünmemiz tavsiye ediliyordu...

Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an...
Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...

Diyordu ki; "bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi,dünyayı
terkettiğinizde oluşacak boşluğu,sevdikleriniz ve sizi sevenler için
öneminizi anlayacaksınız...özellikle insanların sizin için neler
söyleyeceklerini,onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın...
O andan geriye dönme şansınız olmadığını,hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...

Tekrar sarılma,bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin...
Dünyadaki küslüklerin,ayrılıkların,kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...

Bırakın canınız yansın,bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz.. Orada,o musalla taşında düşünün kendinizi...Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini...Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım...

Eşimi,oğlumu,annemi,babamı,kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine...birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini...hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı...görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu...
Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu
perperişan...Koca çınar babacığım,belli belirsiz dualar okuyordu,o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla...Annem,ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını...
Kardeşlerim,akrabalarım"çok erken gitti,doyamadı oğluna.."diyordu
acıyan ses tonlarıyla...Ve dostlarım...Onlar da şaşkındı.Bazısı"daha dün birlikteydik,nasıl olur.."diyordu...Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim,burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup...Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın...

Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...Belki de hiç aklımıza
gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar...
Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı,ne de isteğim...Almam gereken dersi ve mesajı almıştım...Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum...
Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum...Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik...Biraz kendime geldikten sonra devam
ettim hayatımın en zor hayaline...Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı...Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında...Onlarda bıraktığım izleri,yaşananları ve
yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde...
İçlerini okuyacaktım,senaryo bana ait olarak...Yaşarken neler yazmıştım,ölümümle neler okuyacaktım...

Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım,ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi,deşifre etmem gereken metin...
Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...Özleyecekti,yokluğumu
hissedecekti..ağlayacaktı aklına geldikçe...Belki ölümün ne anlama
geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları...
Ama hayal bu ya,18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu..."hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni...Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle...Bak mezuniyet törenimde
de babasızdım...Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine..."
diyecek canı yanarak bir köşede...
Sevgili eşim...Benim muhteşem hatunum...Nasıl dayanır bensizliğe ?...
O ki,benim için herşeyini feda edip koşmuştu bana...Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı...Bir daha " Seni seviyorum "
diyemeyecekti...Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı...Ve her
gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne...Her sabah da bensiz
başlayacaktı koca gün...Tek cümlesi takıldı o an içime; "Oyunbozanlık
yaptın be böceğim,hani beraber ölecektik ?..."
Babam-annem,o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey
yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...Helaldi şüphesiz
hakları...Bilerek hiç kırmamıştım onları...Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım....Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak...Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek...

Diğerlerine geçmiyorum...Bu yazıyı şu an yazıyı sizlerle paylaştığıma göre"diğerlerine" artık sizler de dahilsiniz...Düşünün,birgün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza"ölmüş" diye...Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız...Eşim şu an yanımda ağlıyor,sanki gerçekmiş gibi...Oysa ki yazarın amacı "Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın
kıymetini "göstermekti...Benim de öyle...Lafı çok uzattım farkındayım...
Ama hayat dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar
girintili çıkıntılı...Ben o gün kurduğum o hayalle,canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM...Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"...Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...

Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş,oyun perde demişti..
Peki ya hayal değil de,gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak
üzere kapansaydı...İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...Belki gerildiniz,kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence...Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim...Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki...
Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın...

LÜTFEN ARADA BİR,BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN,DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI
GÖZDEN GEÇİRİN...

Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah'tan başka bilen yok... İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken
yapabileceklerinizi yapın,ertelemeyin...

Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...

Biraz Hıncal abi tarzı olacak ama,sevginizi ve verdiğiniz değeri
haykırın onlara iş işten geçmeden...

Ve en önemlisi;

VERDİĞİ -VERMEDİĞİ,ALDIĞI - ALMADIĞI HERŞEY İÇİN,TEKRAR TEKRAR
ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A...

Can Dündar

KέžmдИ
12-28-2006, 11:41 AM
Kendimi ayırt etmeden söyleyeceğim; Bazen erkek soyu midemi bulandırıyor. "Kadın kokusu", taze ete susamış bir sırtlana dönüştürüyor bizi... Gözümüzü kör ediyor; başımızı döndürüyor. Amerikan başkanından hocasına, kör cahilinden okumuşuna, kılıbığından "Taşfırın"ına kadar böyle bu...

Hele 40'ımızı geçmişsek... Hele cüzdanımızı şişirmişsek... Ve hele 40 yılı "boşa" geçirmişsek...

* * *

Sokağın çağrısını 40'larında işiten erkeğin "kaybolan yıllar" ağıtına, "televole" özentisi bir aşermenin ağız şapırtısı eşlik ediyor. Evet, "alem gezip eğleniyor". Sokakta onun karizmasına teslim olmaya hazır "çıtırlar" fink atıyor. O ise pijaması içinde "evi bekliyor". Oysa -40'lıkların yaman teşhisiyle- "Hayat hızla geçiyor" ve "Böyle mi öleceğiz?" sorusu beyni deşiyor. Bu panik, yaşanmamış yılların hıncıyla sokağa döküyor 40 yaş erkeğini...

Altta kırmızı arabalar, belde zar zor giyilmiş kotlar, dilde demode iltifatlar, cepte karaborsa Viagra'larla... Hâlâ beğeniliyor olmanın vehmi, hala yapabiliyor olmanın hazzına karışıyor. Tatmin edilen ego şiştikçe şişiyor. Nefis uyanınca göz, ne iş ne ev görüyor. Bitap evliliklerin tozunu, sevgisiz ilişkiler alıyor. Her dişlenen "taze et", yenileri davet ediyor. Ev zulaları, günahların çetelesini tutuyor. İhanet kol geziyor.

* * *

Kim bilir kaç erkek, gömlekteki bir ruj izi, cepte unutulmuş bir mektup ya da ansızın gelen bir telefon mesajı yüzünden kan ter içinde hesap verdi, çocukça boyun eğdi, beceriksizce yalan söyledi, öfkeyle terk etti, terk edildi bugünlerde...

Kaçı, pişman gözler, yalvaran sözlerle geri döndü eşine, döndürdü eşini...
Kaçı, ertesi gün unuttu, "ebediyen" verdiği sözleri...
Kaçı, haber verenleri suçladı, yakalandığında...
Kaçı, yakalanana "enayi" dedi, haberi duyduğunda...
Ve kaç "kutsal kadın", aile denilen kumdan kalenin sınırboylarını bekledi, kızarak, ağlayarak, utanarak, yine de diş bilediği kale reisini savunarak; ...ve göz yumarak... bazen sevgiden, çoğu kez çaresizlikten...
...aynı saatlerde erkek, bir kahvede, becerdiklerini anlatırken...

* * *

Yanlış anlaşılmasın. Garipsediğim, 40 yaş erkeğinin kadını sevmesi değil; sevmemesi... Ve şaşırtıcı olan, ihanet etmesi değil; ihanet ettiği hayatı aynen sürdürmesi... Yaşadığının bedelini ödemeye cesaret edememesi... Harcına yalan kattığı kaleyi terk edememesi... "Ben de karımın kaçamağını, ondan beklediğim tevekkülle karşılayabilirim" diyememesi...

Hep kendine yontarak diktiği ikiyüzlü bir ahlak totemine her daim secde etmesi... Ne ihanet ettiği, ne ihaneti paylaştığı kadına karşı dürüst olabilmesi... 40'ında hala para karşılığı çiftleşmeyi, geceden kalma pudra izini banyoda gizlice çitilemeyi, cep telefonunu her an patlayabilecek bir el bombası gibi gizlemeyi kendine
yedirebilmesi...

* * *

Kabul edelim: Evlilik bitti!

Çağ yorgunu aile, ancak başka kadınların (ya da erkeklerin) kolunda yürüyebiliyor. Yalan, bir mecburiyetler rejimi sayılan evliliğin temellerini oyuyor. Ve herkes her şeyi bilerek, gönülsüzce boyun eğerek bu oyunu oynuyor. Çare, eşlerin birbirinin hayatını yaşamaktan vazgeçip her hayatı, sahibinin nefsine, iradesine, vicdanına, insafına terk etmesidir. Sevgi varsa, aile ilelebet sürecektir. Yoksa, böyle sürdürmek rezilliktir.

Yalansız yaşamayı özlemediniz mi?

KέžmдИ
12-28-2006, 11:41 AM
Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.

Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?

Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.

Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.

Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur" diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.

Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...

Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

KέžmдИ
12-28-2006, 11:42 AM
En sevdiğin elbiseni giydim
Bu gece kokunu sürdüm
Solgun yüzünü okşadım
Sessizce saçlarından öptüm
Yazdığın mektupları okudum
Kana kana su içer gibi
Plaklarını çaldım ah!
En çok o şarkıda özledim seni.

Issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum
gece yarısı
Şehir uykuya daldı, baktım dışarıya
katran karası
Rüzgar telaşla kokunu getirdi bana
aldım koynuma
Buseni hafızamdan koparıp
iliştirdim dudaklarıma
Üşüdüm karanlıkta
Tenine dokundum hissetsin diye
Aç gözlerini

Erguvanlarına su verdim
İçerken benimle konuştular
Yastığını okşadım, kokladım
Anılar uçuştular
Soluğun saçlarımı yaladı sanki yine
bir meltem gibi
Teninin kokusu karıştı kokuma
Yakıştılar

Boğuldum karanlıkta
Yanı başımdasın benden çok
uzaklarda
Ellerimi tut dokun bana
Aç gözlerini.

Attım kendimi caddelere
Yeşil ceketin sardı beni
Yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz
Tuttum ellerini.

KέžmдИ
12-28-2006, 11:42 AM
SİL

Yeni cep telefonuma eskisinin rehberini geçiriyordum dün...

Baktım, bazı isimlerin numaraları duruyor; kendileri yok...

Bir deprem sonrasının hazin sınıf yoklaması gibi:

"- Cem Karaca?"

"- Yok!"

"- Barış Manço?"

"- Yok!"

"- Erol Mutlu?"

"- Yok!".

"- Melih Kibar?"

"- Yok!"



* * *



Sanki mazinin kumsalına yazılmış isimler... Eninde sonunda geleceğini adımız gibi bildiğimiz halde hiç gelmez zannettiğimiz bir dalga geliyor ve yıllar yılı özene bezene sahile işlediğimiz o güzelim yazıları bir darbede siliyor. Kum gibi dağıtıp ummana sürüklüyor.

Sonrası boşluk... Sonsuz bir boşluk...


* * *



Yitik dostların, tanışların ekrandaki isimleri üzerinde geziniyor parmağım... "Sileyim mi" diye soruyor telefon...

Başparmağın ucunda bir ömür...

Can, bir tuş mesafesinde...

"Sil" komutuna elim varmıyor.

"Sil"mek ihanet gibi geliyor.



* * *


Rehberim isim dolu... Kimi canlı, kimi ölü... "Sil"meye kıyılamamış nice isim, yaşayanlarla birlikte duruyor orada... "Yaşayanlar" dediğim, sırasını bekleyenler... Kim bilir hangisi, hangisinin ardı sıra... "Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra..."

Kimi vakitli, kimi apansız, bir anda...

Rasgele arıyorum yitenlerden birini...

Gençten bir kadın sesi yanıtlıyor:

"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor."

Gelecekte ulaşılması da mümkün görünmüyor. "Daha sonra tekrar deneyiniz" tavsiyesine gülüyorum.

Denemeye söz veriyorum.

Ölmüş de hafızadan silinmemiş dostlar, ölmeden silinenlerden daha uzun yaşıyor bu rehberde...


* * *


Hep merak ederim:

Nereye gider bu bilgisayarların, cep telefonlarının posta kutularından silinen mesajlar, mektuplar, yazılar...

Onca harf, cümle, satır?.. Sanal âlemin görünmez kablolarına tutunup bir ekrandan yüreklere ulaşan haykırışlar, özlemle tuşlanmış, mesaj kutularında saklanmış aşklar... ne olur silinince?..

Uzay boşluğunda dağılır mı?

Yoksa bir yerlerde saklanır mı?

Bir gün yeniden toplanır mı?

Silinmiş yazılar diyarında...

Bir pişmanlık kurultayında...

Ya ölenler?

Onlar hangi keşfedilmemiş ülkeye gider?..



* * *


Galiba hayattan kayıt sildirdikten sonra ilkin gelip sevenlerinin hafızasına kaydoluyorlar.

Bilgisayar gibi değil insan hafızası...

Bir tuşluk "sil" komutuyla silmiyor sevdiğini... silemiyor.

Emir, ferman dinlemiyor.

Hatıralara sarıp saklıyor orada... anıyor, yâd ediyor, "yaşatıyor".

Belki hiç unutmuyor ve yanına gidene dek orada koruyor. Belki -5-10 yıl sonra- bir gün "hafızası doluyor", onu silip yerine bir başka ismi yazıyor.

İşte insan asıl o zaman "sil"iniyor.

Sözün özü, demem o ki;

Unutmazsak yaşatırız!

KέžmдИ
12-28-2006, 11:42 AM
ACININ KANATLARI

Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz?

Kendi idam sahnesi...

Çar'ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.

Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi.


"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine...


Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.


Böylece "ölüm"le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı.


Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı:


Yaşama sevinci...


Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir:


"Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar".


* * *


Evet, gemimiz su alıyor!


Daha iki ay evvel, mutluluk diyarına doğru pupa yelken yol aldığını düşündüğümüz o emektar vapurun gürültüyle batmakta olduğuna inanıyoruz şimdi...


Halbuki iki ay evvelki sevinç dalgası kadar bugünkü kasvet tufanı da aldatıcı...


Yegane gerçek şu:


Bu gemi su alıyor.


Batmamak için de yenilenmek durumunda...


Bu gerçeği görebilmek, maziyle yüzleşebilmek, sahip olduklarımızın kıymetini anlayabilmek için bugünkü acıları çekmemiz gerekiyordu.


Zamanla o sancılar olgunlaştıracak bizi... acının bilgeliği, gözümüzdeki mili çekip alacak.


Göreceğiz ki çare, kafileler halinde suya atlamak değil, gemiyi baştan aşağı yenilemektir.


Umutsuzluk her yanı kuşattığında, umudun vakti gelmiş demektir.


* * *


Sözü yeniden Nitzsche'ye bırakalım:


"Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir. Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst oluştur".



* * *


Keşke kalemim yaralarınıza ümidin merhemini sürebilecek kadar güçlü olsa...


Keşke şu 20 - 30 satır, dağıtabilse bezginliğinizi; sözcüklerim dertlerinizden azat edebilse sizi...


Bu yazı, bunları yapamasa da şunu söyleyebilir:


Artık finali gördük; infaz mangasının önünden döndük.


Şimdi hayatı daha iyi tanıyoruz. Ona, yeni doğmuş bir bebeğin memeye sarıldığı andaki kadar tutkuyla sarılabiliriz yeniden...


2011 yılı geldiğinde geriye dönüp şöyle diyeceğiz:


"Yıl 2001'di, hiç unutmam; acılarımız o yıl başlamıştı. Her şeyin bittiğini sanıyorduk. Meğer kurtuluşun başladığı tarihmiş.


Acılarımızdan feyz alarak, onlarla kanatlanarak silkindik suskunluğumuzdan... Ayakta durmaya mecali kalmamış köhne bir sistemi değiştirmeye o yıl başladık. Yaralı parmaklarımızdan zincirleri çıkardıklarında yaşama sevincimizi hala kaybetmemiştik.


O sayede kederimizin üstesinden geldik. Ve kaderimizi yendik".

KέžmдИ
12-28-2006, 11:42 AM
İKİZLER


Oburum. Akşam oturayım televizyon karşısına... Bir kanalı izlerken, ille öbüründe ne olduğunu merak ediyorum; orada da aşağı yukarı aynı şeyi göreceğimi adım gibi bilmeme rağmen...

Bir şehirde yaşarken, diğerinde aklım; o şehirler ki, çok da farkı yok birbirinden...

Doymak bilmez bir çocuk gibiyim; yetinemiyorum.

Islığım, bütün şarkıları aynı anda çalmak istiyor; uçurtmam, kainatın tüm semalarında birden kanat çırpmak...

Gemlenmez bir merak duygusu, "her yemeği tat," "her çiçeği kokla" diye ha babam kamçılıyor beni... Telaştan ne tadını ayırt edebiliyorum yemeklerin, ne kokusunu çiçeklerin...

Her akarsuya karışıp gitmek geliyor içimden; hangisine karışsam, gözüm ters akıntıda... Halbuki her akarsu, aynı denize karışıyor sonunda...

Sinemadaysam gelecek filmi, izleyeceğimden daha fazla merak ediyorum; ki onun da sonu aynı, biliyorum.

Hangi mektubu açsam, açılmayan için meraklanırım...

Kulağım çalacak telefonda; en sıkıldığım anda dahi gelen telefonlarda...

Kış boyu baharı iple çekmişken...

...Şimdi sonbaharı özlemem neden?..



* * *



Çünkü yüreğimin iki yanına yerleşmiş ikizler, yıllardır durmaz tepişirler. "Kalk gidelim" derken biri... "Halt etme otur" diye eteğinden çeker diğeri...

Biri karınca, öbürü ağustos böceği...

Oysa yaş kemale erdi: "nihai tercih"in vakti geldi.

Gördünüz mü bilmem, gazetede resmi çıkan yapışık ikizleri...

10 aylık Sema ile Seda...

Aynı deri kuşatır bebek tenlerini...

Yüreklerini aynı zar sarmalar.

Tek bedende iki sevimli başlar...

Hassas bir ameliyat, onları birbirine iliştiren kaderi parçalayacak; ikizleri yek diğerinden ayıracak...

Lâkin denen o ki, bu operasyon ikisinden birinin canına mal olacak.

Çünkü birinin yaşayabilmesi için diğerinin ölmesi gerekiyor.

Ve aile, içi yanarak, ikizlerden birini feda ediyor.





* * *



Zordur ikizler için tercih...

Bir yanını seçmek, çoğu zaman öbüründen de vazgeçmektir.

Çünkü birini feda ettiniz mi, "ikiz" değilsinizdir artık...

Sizi siz yapan, içinizdeki tepişmedir.

Değeriniz, "diğeriniz"dedir.

Bütün Haziran doğumlular bilir bunu...

O yüzden kıyamaz içinde tepişen ikizlerden birine...

Ne kahkaha saçan neşeye, ne ansızın bastıran hüzne...

Ne iyimser güne, ne karamsar geceye...

Ne ciddiye, ne muzibe...

Ne çocuğa, ne büyüğe...

Ne sadeliğe, ne debdebeye...

Kıyamaz herhangi birini elleriyle öldürmeye...

Bilir ki yazılmış nice yazıda, dizilmiş onca notada, boyanmış bunca tuvalde, söylenmiş sözde, yakılmış türküde o tepişmenin sancısı vardır.

Sancı durdu mu ne akarsu, ne ters akıntı kalır.

Ölü bir denizde tek kürekle döner durursunuz.



* * *



Dedim ya; oburum...

...Ve bazen kızdırıyor sevdiklerimi bu huyum.

Varsa bir kusurum: Haziran doğumluyum.

Ne garip şimdi bile: bir yanım bunları yazıp hicvederken bendenizi...

"Sil de ciddi bir şeyler yaz" diye yırtınıyor ikizi...

KέžmдИ
12-28-2006, 11:42 AM
Yarim Haziran!



Kimbilir kaç baharı birlikte uğurladık seninle...
Kimbilir kaç yazı karşıladık kan ter içinde...
İlhamısın ergenlik şiirlerimin, o ilk Haziran’dan beri...
Yaşgünlerimin fener alayı, ilkyaz günahlarımın tanığısın...
Tanığısın yüzüme düşen gözlerin, tenime değen ellerin...
Senle başlayıp, sende bitirdim bunca yılı...
Sendin hararetli yılsonu muhasebelerimin değişmez takvim yaprağı...
Tutkunum sana... sadık, itaatkar ve hayran.. ...
Yarim Haziran...!

***

Hasretle bekleyip iple çektim gelişlerini çoğu zaman...
Sen hep iki bahar arasında, hazlar zamanı çıkageldin; eteklerinde ilkyaz
coşkuları ve isyanlarla...
Haziranlarda aşık, haziranlarda pişman, haziranlarda ergen olxdum.
İşte burada yıllar yılı getirip, iadesiz taahhütsüz önüme atıverdiğin eski yaşlar... kimi hakkınca yaşanmış, kimi belki hiç yaşanmamış... kimi çocuk, kim genç, kimi olgun...
Her serin baharın ardından yaz kokulu yıldız müjdeler taşıdın bana... hararetli ve çıplak Temmuz akşamları vadettin... peşisıra hazan geldiğini hissettirmeksizin bir süre...
Gün oldu tomurcuk olup çiçek çiçek boy verdin; gün oldu şiddet yüklü bir öfke buluxtuna tutunup seller yağdırdın gecikmiş bahar dallarının üzerine... hazırlıksız... insafsız...
Öncesiz ve sonrasız aşklarda oyaladın beni...
Kimi gerçek, çoğu yalan...
Zamanla ibadet eder gibi sevmeyi öğrettin...üzerine kırağı düşmüş beyaz bir gül kadar taze... bir o kadar kusursuz...
Anladım ki, Haziran'da sevmek yaman...
Yarim Haziran..!

***

Ocaklar kurdum sıcacık... Aşım, eşim, işim oldu katıksız, riyasız... Oğullar ve gecikmiş heyecanlar verdin bana...
Gidemediğimiz uzak denizleri çocuklarımıza isim yaptık... onlar yüzsün diye yüzemediklerimizi...
Geride kırık dökük onlarca Haziran bırakarak karşıladık yarınları... Ve sen bağışladın hatalarımı yılsonu bilançolarında... Sorguda ele vermedin beni... Tanıyamadılar kimlik tesbitinde bedenimi, kalbimi...
Kimbilir kaç sırrı sakladın... kaçını ele verdin... o gecikmiş hesaplaşmalarda...
Sen ilkyazdan alıp güze açarken kapılarını... ben yazın sarhoşluğundan sonbahar serinliğinde aydım.
Seni beklerken kendime vardım.
Yadsıyamam: Sevildim ve sevdim çoğu.. zaman...
Müsebbibi sensin... Yarim Haziran...!

***

Kalbim büyüse de büyümedi içimdeki çocuk..
... ama zamanla olgunlaştı Haziranlarım
Yeni gelenler sonbahara daha yakın şimdi...
Eski mektuplar ve sepya renkli fotoğraflarla dolu bir albümde hayatım... Haziran doğumlu...
Kulağımda bir şiir Hasan Hüseyin'den artakalan:
'"Sokaktayım/gece leylak ve tomurcuk kokuyor/yaralı bir şahin olmuş yüreğimi uy anam anam.../Haziran'da ölmek zor"...
Lakin doğmak da zor Haziran'da...
Yaz kapıyı çalsa da;
... biliyoruz sonu hazan...
Yine de seviyorum seni...
Yarim Haziran..!

KέžmдИ
12-28-2006, 11:43 AM
Bir Dost


Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...

'Nereden çıktın bu vakitte' dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; gözünün dilini bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...

Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.

Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...

En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...

Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli. Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi... Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..

Gözbebekleri bulutlandığında, yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş...

Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...

'Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız' diyebilmeli...

Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:

'Bunu da aşacağız!

İmza: Bir dost!...'

KέžmдИ
12-28-2006, 11:43 AM
Tıkanıp Kaldığında Hayat

Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde,

Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını,

Dağlara dönmeli yüzünü insan.

Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak;

Yeni insanlarla 'tanışmalı, yeni keşifler yapacak....

Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, Gerçekleştirmeyi denemeli!

Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; zamanın bir nehir,

Kendisinin bir sal olup da, O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.

Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler,

Her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa,
Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri;

Küçük şeylerle başlamalı belki; örneğin, bir kaç durak önce inip

Servisten, otobüsten; yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini;

Gördüğünü hissedebilmeli!

Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce,

Değerli olabilmeli hayat!

İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!

Başkasının yerine koyabilmeli kendini;

Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!

Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli!

Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; Sevgisiz, soysuz kalarak!

Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden,
Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...

Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...

Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda; Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!

Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği;

Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli! Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu Olmayı beklememeli!

Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı; Bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı!

Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, hiç Çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin; ağlamayı bilmiyorsan, Neşesizdir kahkahaların;

Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların...

Ne, herkesi düşünmekten kendini, ne; kendini düşünmekten herkesi unutmamalı!

Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın; hep vermek ya da hep almak için...

Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,
Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli!

Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...
Hafızası olmalı insanın; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için!

Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak! Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!

Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi;
Ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin;

Zaman bulabilsin; Bir teşekkür, bir elveda için...

Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer; Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten;

Ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!

Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...

Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...!

KέžmдИ
12-28-2006, 11:43 AM
Aşk Budur!
Öyle tesadüfler vardır ya: Bir otobüs durağında poşetlerle beklerken, rastlaşırsınız aniden...

"Bu o..." diye içiniz titrer. Bir zamanlar yüreğinizi yakan aşık, sarkmış göbeği, ağarmış saçlarıyla karşınızdadır... İki elinde iki çocuk...

- Nasılsın?

- İyiyim... Ya sen?...

- Kızın amma da büyümüş... Benim de var 10 yaşında...

- Annen, baban?..

- Babamı kaybettik. Annem hasta...

- Mutlu musun?

Sessizlik...

- Telefonumu vereyim, ararsın belki...

İki yanakta iki masum buse; biri eski sevgiliye, diğeri onunla birlikte yitip giden maziye...

"- Kimdi o amca anne?.."

Yüreğinizde belli belirsiz bir iç çekme ve aklınızda hınzır bir soru işareti:

"Acaba?.."

*****

Aliye ile Ramazan' in aşk hikayesinde buna benzer bir hüzün gizliydi. Gerçi öyküleri, önce hakli olarak bir "tip rezaleti" olarak yansıdı Milliyet' in manşetine...

Ancak Ayşegül Aydoğan' ın haberi en az ilki kadar hazindi: Polis memuru Ramazan Bey, öğretmen Aliye Hanım'a 1954'te Karabük'te evlenme teklif etmiş. Annesine bakmak zorunda olduğundan kabul edememiş Aliye... Bir başkasıyla evlenmiş Ramazan... Üç çocuğu olmuş, ancak Aliye' yi hep aklında, göğsünde saklamış.

Gün gelmiş, eşi göğüs kanserine yenik düşmüş. Ailesi "3 çocukla bir başına bas edemezsin, evlen" diye tutturmuş. O da "Yıllar önce bir sevgilim vardı, evlenirsem onunla evlenirim" demiş.

17 yıl sonra gençliğinin Karabük' üne dönmüş ve Aliye'nin peşine düşmüş. Öğretmenlik yaptığı okulda bulmuş onu... Müdürün odasında beklemeye koyulmuş. Aliye odaya girip de eski aşkını karşısında görünce şaşkınlıktan dışarı kaçmış. 17 yıl önceki teklifi yinelemiş Ramazan:

"- Evet" demiş bu kez Aliye öğretmen...

28 yıl evli kalmışlar. İkinci baharı yaşamışlar. Malum, ikinci bahar, "son" bahardır. Orada aşk, hayatla cilveleşmekten çok, hayat denilen çileyi birlikte göğüslemektir.

71 yıllık yorgun kalbi teklemiş bir gün Aliye'nin... Ramazan bir ambulansla hastaneye yetiştirmiş eşini... Kabul etmemişler, paraları yok diye... Sonra bir başkasına... Yine ret... Aliye Hanım ölümün eşiğinde duyuyormuş Ramazan Bey' in çırpınışlarını; "Allah'ım bunlar ne yapıyor" diye ürperiyormuş. Ramazan Bey "ilk göz ağrım gidiyor" diye sızlanıyormuş için için...

"Ona bir şey olursa ben ne yaparım?.."

Sonunda Ramazan Bey'in yeğenlerinin parasıyla bir özel hastaneye yatırabilmişler. Sağ eli sımsıkı eşinin avucunda...

"İlk bahar"da çoğunlukla imkansızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; "son bahar"daysa fedakarlık...

Bütün Dünya dergisinde vardı; çocuklara "Aşk nedir" diye sormuşlar. Söyle demiş afacanlardan biri:

"Anneannem sırtından hasta olmuştu. Eğilemediği için ayaklarına oje süremiyordu. Dedem devamlı elleri titremesine rağmen ananemin ayaklarına oje sürüyordu. Bence aşk budur."

KέžmдИ
12-28-2006, 11:43 AM
Aşka ve Terke Dair

Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...

En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişlerinizin sebebi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.

Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...

Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur.

Lakin gün gelir anlarsınız içten içe bir şeyin kanadığını...

Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından burasından eleştirmeye koyulursunuz: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..."

Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.

Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya..." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirilerin kapısı; açıldıkça bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından.

Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.

O, sevgisizliğinize yorar bunu. İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.

"Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler...

Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya,bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...

Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder.

Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden...

"İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.

İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz...

"Madem öyle"nin çağı başlar ondan sonra...

Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde günah sizden gitmiştir.

Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...

Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni. Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini...

Gurur duyar onlarla, koynunda besler gözünü oysunlar diye...

Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... "Bana ne... Kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre. Ama sonra... Ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da bir kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...

Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz, türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi...

Karşı nehrin kıyısından hasret şiirler haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...

Dönüp "Seni hâlâ seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.

Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...

Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.

Sürünür gidersiniz.

KέžmдИ
12-28-2006, 11:44 AM
Bahar Getirdim Sana

“Neyi arıyorsan sen, O’sundur” der Mevlana.. Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık.... Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sürükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır. Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslında, her sevda ruhumuzun bir başka yüzü... Her aşkta kendimizi ararız, o yüzden bulduklarımız benzerimizdir.

Resimlerini yan yana koyun sevdiklerinizin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size... Aşk denilen kaleydoskobun buzlu camına gözünüzü dayadığınızda, binbir cam rengarenk ışıklar saçarak döndüğünde, her seferinde bambaşka şekiller ördüğünü görürsünüz. Her camda, farklı bir renginiz vardır; her şekilde sizden bir parça...

Aşklarınız hülasanızdır. Sevdiginiz her adam, beğendiğiniz her kadın farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskobu, cam paralar yer değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz... Sevgilinizin gözlerindeki dolunay, sizdeki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki sizin ilhamınız, tenindeki sizin yansımanızdır.

Yoksa halâ bir sevdiğiniz, o henüz kendinizi bulamadığınızdandır... Aşk, narsizmdir. Sevda, çevrildikçe içinizin farklı ışıklarını yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi başımızı döndürüyor.

Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz. Narcissusu’u bilirsiniz; Öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanazmazmış kendine... Gün boyu ayna karşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran... Bir gün ırmak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp, iyice bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendisini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya... Yeryüzünün en güzel insanının
öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O’nu her bahar açan gözel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş, Narcissus, nergis olmuş.

Kıssadan hisse, benden size tavsiye, taze bir nergis verin bugün sevgilinize... Sonra da, nerede baharsa mevsim, rotasını oraya çevirip içinizdeki eski baharlara koşan bir gezgin gibi “Bahar getirdim sana” deyin.

Baharın elinizde olduğunu unutmadan.. Gözlerindeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz; dikkat edin de hayran olup düşmeyin... Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin...


Can DÜNDAR

KέžmдИ
12-28-2006, 11:44 AM
EĞER


Eğer ;

O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...

sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,

ve O, her durduğunuz yerde duruyor,

her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,

hüzünlendikçe ağlıyorsa...

dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu

bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...

hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,

O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...

her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...

her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...

bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez

özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,

iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...

iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...

eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın

O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...

kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...

özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...

hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...

O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,

vuslat sehere denkse...

gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;

bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...

uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...

dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,

bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...

Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,

sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...

...o halde bugün sizin gününüz!..

"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.


Can Dündar

KέžmдИ
12-28-2006, 11:45 AM
Öylesine Bir Mektup


Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların. Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla, belki de her zamankinden daha yanımdasın. Yani öylesine, o kadar bensin ki. Ah nasıl anlatsam. Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım. Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var. Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor. Kelimeler eksik, kelimeler yaralı. Kelimeler cılız.

Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu. Ben de. Çok başka bir şey. Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken? Gözlerine buğu,diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?

Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu. Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde. Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine.

Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım. Paylaşamadım yanlış yaptım. Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.

Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor. Tutunamıyorum. Renklerim, gün içinde değişiyor. Soluyorum, soğuyorum. Güneş ulaşmıyor içerilerime. Küfleniyorum, yaşlanıyorum. Yalnızlıklar peşimde. Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme. Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.

Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum. Yollar, gitgide uzadı ve karıştı. Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var. Ah onun ne olduğunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her şeyin başı içinde ve sonundasın. Bu değişmiyor. Öyle içimdesin ki. Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.

Çok mutluydum. Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım. Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.

"Yine zamansız yağmurlar" dedim, "Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları" dedim, "Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim. Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum da.

Neler yazmışım diye merakımdan.

Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım. Büyük harflerle, yalnızca adını. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüreğime yakın. Yüreğim sende. Sen yüreğime yakın. Öyleyse mektup sende.

KέžmдИ
12-28-2006, 11:45 AM
Aşk Deprem Gibidir


Ne zaman kimi vuracagini asla bilemezsiniz.

Gece yarisi aniden, dipten yukselen coskulu bir dalga gibi kabarir içinizde.

Toprak ayaginizin altindan kayiyor gibi olur ve en hazirliksiz oldugunuz anda bütün siddetiyle vurur.

Sarsilir, neye ugradiginizi sasirirsiniz.

Heyecan,korku, kararsizlik, cesaret, aci, ofke,huzun,merhamet, siddet kaplar bir anda dunyanizi. Es dost yardima kossa da kolay toparlanamazsin.

Bittiginde agir bir enkaz birakir geride.

Daha kotusu, "tamamen bitti" sandiginiz sarsinti, hafif bir siddette artci soklar halinde yillarca surebilir.

Kalbinizdeki kirik hat ara sira yoklar yeniden...

Can Dündar

KέžmдИ
12-28-2006, 11:45 AM
Ruhumuzla Buluşmak


Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.

Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “

Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetismesini bekledik...”

Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve “niye” ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar’ın yaşlı torunu.

Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki cok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hic kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur. Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?

Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden icimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz. İşte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz... Gerçekte hIz çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe , ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!

Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor. Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; ”yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor.

Telefon hızlılık mesela, konusulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor bana ”Küt” diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler, daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul’da olmak sahiden de cok tatsız. Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalması da cok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler... Dağları bölen, nehirlerle yarışan, köprülerden geçen, agaçları selamlayan, cocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan, yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de.

Uçak değil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrılmaz. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, basarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

Can DÜNDAR

KέžmдИ
12-28-2006, 11:46 AM
Vazgecis...


Enstrüman seçmek için bir karar almam gerekiyordu.
Ya keman çalacaktim ya piyano; ya flüt çalacaktim ya da akordeon....

Olmadi, hepsini istedim, hiçbirinden vazgeçemedim.
Yillar geçtikten sonra her enstrumani iyi
çalabiliyorum; ama hiçbirinde virtüöz degilim.

Bir enstrümanla isim yapamadim. Ne kemanla taninan
bir eserim var, ne de piyanoyla..
Bütün enstrumanlari iyi çaliyorum, ama kimse tanimiyor beni.

Basarili olmak için her sey degil, bir sey lazimmis.
Basari bir verismis; bir seyi alabilmek için
birseyi vermek, digerlerinden vazgeçmek gerekiyormus.
Keske kemani seçseydim ve digerlerinden vazgeçseydim.

Karima da hayati zindan ettim, sevgililerime de...
Hiçbirinden vazgeçmedim.
Yani... Evlilik sadece birisi için karar almak ya,
digerlerinden vazgeçmek... iste evlenirken ben bunu anlamadan
evlenmisim.
Evlendikten sonra baska kadinlarin da oldugu
bir hayati yasamaya devam ettim.
Içlerinden bazilarini daha çok sevdim;
ama ne onlardan birinde, ne de karimda karar kilabildim.

Yillar sonra simdi yapayalnizim...Ne karim kaldi, ne de digerleri...
Keske birini gerçekten seçebilseymisim, ama, yapamadim.

Tipki enstruman seçimi gibi hepsini istedim ve sonuçta elim bos
kaldi.
Almak için birakmak gerekiyormus.
Dolu dolu bos yasamak.
Hayatim boyunca yapacak çok isim oldu; hepsini yapmayi istedim.
Hangisinde 'en iyi' yim? simdi bakiyorum,
kazananlar, basarili olanlar hep bir tek þey yapmislar.
En iyi olmak için önce seçmek ve digerlerini birakmak gerekiyor.
Iste de böyle, özel yasamda da...
Bu seçimi yapmamiz gerekiyor; çünkü mutlaka bazilari daha uygun...

Bir ara ekonomik sIkintiya düstüm. Tasarruf gerek.
Basladim her seyden %10 kesmeye, ne
anlamsiz bir ugrasmis bu. %10 daha az peynir yemek, çay içmek..
Bu tasarruf çok aci verdi bana, her an
hissettim. Her seyden %10 kesmek tabiatima uygundu tabii.
Çok sonradan anladim; sadece taksiyle dolasmayi
biraksam yetermis! Her kalemden %10 degil, etkili kalemi
bulmak gerekiyormus.
Yani, orada da seçim yapmak gerekiyormus...
'Her seçim bir kaybedistir' Her tercih bir vazgeçistir çünkü...
Sabah ise gitmekle, yatakta nefis bir
miskinlik firsatindan vazgeçmis olursunuz.
Kalkar kalkmaz hayat bin seçenegi dayar burnunuzun ucuna...
'Ne giysem' telasindan, ögle yemeginde
'Ne alirdiniz? ' diye basucunuzda biten garsona,
hangi kanaldaki filmi izlesem' kararsizligindan 'bize oy verin' diye
bagirisan partilere kadar her sey, herkes, her an sizi israrla bir
tercihe zorlar.
Yastiginiza teslim olmussaniz, belki disarda
isil isil bir günden vazgeçmis olursunuz.
Bahar esintileri tasiyan bir elbise belki o gün
yasaminizi isildatabilecekken agirbasli bir sadelige karar
vermekle muhtemel bir tanisikligi tepersiniz.
Belki yemediginiz musakka, ismarladiginiz Izmir köfteden daha
lezzetlidir.
Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha uygundur.

Ama yasam, vazgeçtiginiz seye iliskin ipucu vermez.
Geri dönüp, o günü gökkusagi desenli
bir elbiseyle yeniden yasama sansiniz yoktur.
Bu seçim oyununda vazgeçtiginiz sey, seçtiginizden
daha degerliyse pismanlik kaçinilmazdir.
Ama neyin degerli oldugunun karari da yine size aittir.
Ve vazgeçtiginiz sey bazen bir saray, bazen söhret sahnesinin
pariltili neonlari da olsa, çogu zaman gözünüz hiç arkada kalmaz.
Çünkü duvarlarina sevdiginizin kokusu sinmis bir
ev ya da sevdiginiz kadinla paylasamadiginiz
bir saray, sizin icin borsada kolay feda edilebilir degerlerdendir.

Hayata bir baska gözle bakmayi ögrendiyseniz, bu seçimde
kazandiklarini sananlara yalnizca aciyarak gülümsersiniz.

Her seyin siradanlastigi bir dünyada
bazen kaybetmek en dogru seçimdir.
Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçistir.

Can Dündar....

KέžmдИ
12-28-2006, 11:46 AM
Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim,

yeni
yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş.

İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak
için de kölelerini hiç dinlenmeden
çalıştırıyormuş.

O zavallı kölelerden biri, birgün pek bitkin
düştüğü için

dayanamaz ve zalim krala:
- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz
efendim?

Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı
hiçbir zaman içemeyeceksiniz ki !.. deyivermiş.


Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış.
Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten
sonra,
kral köleler de dâhil herkesin hemen
toplanmasını emretmiş.
Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden
yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet
gösterisinde

bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış.
Şarap bardağını eline alarak:
Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiçbir zaman
içemeyeceğimi

tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.
köle Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi
söyleyemem.

Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok
uzundur.

O arada başınıza neler gelebileceğini de
bilemem!
Köle sözlerini bitirir bitirmez,

içeri kralın
adamlarından biri girmiş.
Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve

asmaları kırıp döktüğünü söylemiş.

Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden

hemen dışarı fırlamış.

Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş.

Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele
başlamış.


Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle,

Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep
olmuş. Kral bostanda, bardak masada kalmış...
Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:

Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den,

Nasip değil ise ne gelir elden?"

Kalbinize yakın
bulduklarınızı çantada keklik sanmayın.

Sıkıca asılın onlara tıpkı hayata asıldığınız
gibi...

Çünkü onlarsız hayat da anlamsızdır..

Hayatı çok hızlı
koşmayın,

nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi
unutmayın.

Hayatın bir yarış değil, her saniyesinin tadı
çıkarılması
gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan
çıkarmayın.

can dündar...