Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : Felsefik Hikayeler ve Deyişler


jockeя
07-11-2007, 11:28 PM
Eminmisiniz

Yağmurun birgün dinmeyeceğinden, hiç bitmez görünen
hayat ırmağının birgün kurumayacağından, sizi alıp
diyardan diyara gezdiren rüzgârın duruvermeyeceğinden.
Emin misin ?

"Ben olmazsam olmaz" dediğiniz işlerin asla sizsiz
yapılamayacağından
Emin misiniz ?

Size uzanan ellerin hep yanında olacağından, yüreğinizi
verdiklerinizinbirgün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden.
Emin misin ?

Size hep açık duran kapıların birgün
kapanmayacağından ve şaşırıp kalmayacağınınızdan.
Emin misiniz ?

Güzel bir hayat yaşadığınızdan,
yapabileceğiniz herşeyi yaptığınızdan.
Emin misiniz?

Bütün bunlar için bir kere daha fırsatınız olacağından.
Sahiden emin misiniz ?

jockeя
07-11-2007, 11:28 PM
Yer yön yol

Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.

Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.

Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;
bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki
bir durumsa — kişinin durumu da,
hep, öyle, ya da, böyledir...


Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.

Yola çıkan kişi, yeni bir yer arıyordur
— ama yola hep bir (eski) yerden
çıkıldığını da unutmaz : her varılan yerin de
(yeniden) bir yola çıkış yeri olabileceğini...

Yabancılığını kalıcı kılmak isteyen kişinin,
yerleşikliğinden rahatsız olması gerekir;
ve tersi : yerleşikliğinden rahatsızlık duyan
kişinin, kalıcı bir yabancılık bulması...


Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız,
hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir
dinginliktir ancak — yani, bir sıkı
kölelik...

Ama, "mutlak kölelik" dışında, her kölelik,
köleye devinimde bulunduğu izlenimini verecek
kadar gevşek tutar onun zincirlerini
— gerginlik, zincirden zincir olarak
uzaklaşma çabasıyla belirir;
böylece de kişi, çok devingen olduğu,
sürekli etkinlikte bulunduğunu sandığı
bir edilgenlik, bir sürüklenme içinde
yuvarlanıp — gitmez...

Yerleşiklikten rahatsız olan kişinin
gezginlikte aradığı, aslında,
yerleşebileceği bir yerdir: Düzenini
bozarak gezginliğe çıkan kişi, kendi
düzeninin peşine düşmüştür.


Gezginlik de, öte yandan, hiçbir bağlantı
taşımaksızın, salt gezmek için gezmek haline
gelebilir rahatlıkla, kolayca
— bu kez de tam bir boşluk...

Zincirlerin —gergin ya da gevşek—
tam yokluğu da,
boşluğa köle olmaktır.

Köleliğe tek çare, herhalde,
zincirlerini koparmak ve zincirsiz kalmak
değil,
kendi zincirlerini kendisi yapmış,
kendisi kendi ayaklarına takmış, bağlamış
olmaktır — özgürlük de budur... (Hani,
"kendi kendisinin efendisi olmak"tan
söz edilir ya...)

Düşüncenin devinimi, düşünen kişinin devinmesidir
ancak — onunla gerçekleşebilir ancak:
Yerleşik kişinin düşünceleri de durağan olur.

Çünkü, içinde yeniye yer bırakmayan
bir 'düzenliliği' yaşayan kişi, aslında,
üst anlamda bir düzensizlik yaşıyordur
— içinde yeniye yer tanımayan bir 'düzen',
eskinin düzensiz karışımlarından başka bir
yere ulaşamaz.

Her an ayrıyı, aykırıyı, yeniyi yaşayan kişi,
düzenli bir yaşam yaşıyordur.


İnsanlar ne sanıyorlar ki 'düzen'i
— kendi dar, çarpık açılarından bakarak :
sabah-akşam, gidiş-gelişlerini 'düzenleyen'
bir 'seyrüsefer nizamnamesi' mi?! — Oysa,
asıl düzen, düzensizlikten çıkarak
düzene ulaşmağa çabalayan bir düzenleme
uğraşısında bulunabilir ancak.

'Verilmiş', 'varolan' düzen,
yoz bir düzensizlik biçimidir.
yer,yön ve yol


Düzenlilik gereksinmesinden
—yani, düzensizlikten— çıkmayan
'düzen', beş para etmez, düzen olarak...


Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
"...daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...")

Bir yerde ('bir süre için' diyerek)
dinelen kişi için en büyük tehlike,
o yere yakınlık duyması; o yeri,
bütün yollarının sonu,
bütün yönlerinin ereği sayması;
yerleşebileceği bir yer saymasıdır
— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...

Her bir yorgun yolcunun dineldiği yer,
dinlenmiş bir yolcunun yola çıktığı yerdir.


Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce,
kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar
— kendi yürümek isteyebileceği yola benzer
bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur —
ama, acaba, o bulduğu yol(lar),
tam da bulduğu yol(lar) olarak,
kendi aradığı yola aykırı değil mi? —
Yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi
— ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş)
yollarda?!

Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...

Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...

jockeя
07-11-2007, 11:28 PM
Ateş Yakana Kılavuz

1.
En son, en kalın odunu yakarsın.

2.
Deniz'in taşıdıklarını da kesip kesip yakmıştın,
o birzamanların şimdi uzakta kalmış ocağında —
ne kalır ki, geriye?...

3.
Ateşinin dumanını da biriktirirsin——

4.
Herşeyden önce unutmaman gereken,
ateşinin hiçbirzaman tek bir düzeyde yanmadığıdır :
ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir —
ya yükseliş, ya iniş…

5.
Ateş, yanmakta olan odunlarla değil,
yeni yanmağa başlayan odunlarla yanar.
Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir;
yalnızca eski —yanan— odunları olan ateş,
inişe geçer.

6.
Yanan odunlar tüten odunların dumanını da yakarlar.

7.
Yanamayan odun, tüter.

Ateşin, bazen, yalnızca tüter : yanamamaktadır…

Dikkat etmen gereken, ateşe yanyana ve üstüste koyduğun odunların
biribirlerine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbirzaman
bitişik ve binişik olmamalarıdır : ateşi yakan, ısı olduğu kadar,
havadır — belki daha da çok…

8.
Ateşin tütüyorsa, bil ki birşeyleri yanlış yapıyorsun.

9.
Tek bir odunu yakamazsın : odunlar ancak başka odunlar
yanıyorsa, yanar — her bir odunun yanması, öteki her bir
odunun yanmasına bağlıdır : hepsi için ayrı ayrı; ve,
hepsi birlikte, karşılıklı…

10.
Alttaki odunun yanması, üstünde yanmaya başlamış bir odunun
bulunmasına — ve üstteki odunun yanması, altında yanmakta olan
bir odunun bulunmasına, bağlıdır.

Odunlar yalnız yanmazlar.

11.
Ateşini yakmağa başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli
kullanmalısın : fazla koyarsan, ya gereksizce büyük alevler
elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin
tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları
tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar
tütmeğe başlarlar — tam ölçüsünü, tam yerini, tam zamanını
bulmalısın, ateşini yakmağa başlarken.

12.
Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden
çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline
bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama,
kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine
girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.

Bu yüzden, ateşini 'beslemen' gerekir : tam zamanında, tam yerine,
yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe
yüztutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak
tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen
— bir sürü düzenleme, ayarlama…

Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner…

Ateşinden sorumlusun.

jockeя
07-11-2007, 11:28 PM
Hayatı tersine yaşamak

Hayat tersine yaşanmalıydı bence..
Önce ölümü savuşturmalıydık başımızdan.
Yirmi yılımızı huzurevinde geçirip,
Çok gençleştiğimiz için atılmalıydık.
Altın bir saatimiz olduktan sonra işe başlamalıydık
Kırk yıl çalışmalıydık, ta ki emekliliğin tadını
çıkarabilecek denli gençleştiğimiz güne kadar.
Üniversiteye gitmeliydik sonra, liseye hazır hale
gelinceye dek PARTİ yapmalıydık.
İyice ufalmalıydık, oyun oynayıp sorumlulukları unutmalıydık...
Küçük bir kız ya da erkek bebek olunca annemize
dönmeli, son dokuz ayımızı yüzerek geçirmeli,
ve.. sevgi dolu bir bakışta son bulmalıydık.

Norman GLASS

jockeя
07-11-2007, 11:28 PM
Gül Yaprağı

Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı, kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçerideki budist rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı, tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabin içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı içerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

ewet sizce zaman ayıramadıgımız yada sadece zaman diil herhangi bir biçimde hayatımızda
yer edinebilecek ama bizim izin wermediğimiz neler war.dışarıda çok fazla gül oldugunu unutmamak lazım dimi?

jockeя
07-11-2007, 11:28 PM
Dünyanın en güzel adını taşıyan tablo





Dünyanın En

Güzel Adını

Taşıyan Tablo



•John Minum- The World of Art•



Tabloları ile ün yapmış bir ressam, günün birinde en güzel yapıtını yapmaya karar verdi. Konu bulmak için kent dışında dolaşmaya çıktı. Ressamı tanıyan biri, “Böyle nereye gidiyorsun, dostum?” diye sordu.

Ressam, “Bilmiyorum, dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmak istiyorum” diye yanıt verdi. “Belki siz dünyanın en güzel şeyinin ne olduğunu söyleyebilirsiniz.”

Adam biraz düşündükten sonra, “Kolay” dedi. “Dünyanın neresine giderseniz gidin, en güzel şeyin inanç olduğunu göreceksiniz.”

Ressam yanıt vermeden yoluna devam etti. Daha sonra çok saygı duyduğu bir adama rastladı. Ona dünyanın en güzel şeyinin ne olabileceğini sordu. İkinci adam da bir süre düşündükten sonra şunları söyledi:

“Dünyanın en güzel şeyi aşktır. Yoksulları zenginleştiren, gözyaşlarını tatlılaştıran, azı çok yapan o değil midir? Aşksız hiçbir şey güzel olamaz.”

Ressam dünyanın en güzel şeyini aramaya devam etti. Yolda giderken rastladığı yorgun bir askere de aynı şeyi sordu. Asker kendisine şunları söyledi:

“Dünyanın en güzel şeyi barıştır. En çirkin şeyi de savaş... Barış olan yerde her zaman güzellik bulabilirsiniz.”

O zaman ressam şöyle düşünmeye başladı.

“Dünyanın en güzel şeyleri; inanç, aşk ve barış ise onların resmini nasıl bulabilirim?”

Başını sallayarak evine döndü. Kapıdan içeri girince dünyanın en güzel şeyini bulmuştu. Çocukların gözünde inanç, eşinin gözünde aşk, evinde barış ve mutluluk hüküm sürüyordu.

Bunlardan ilham alan ressam dünyanın en güzel şeyinin resmini yaptı.

İşi bitince boyalarını ve fırçalarını topladı. Daha sonra tuvalin örtüsünü kaldırarak, uzun uzun seyretti yapıtını; kendine güvenen bir aile reisi, mutlu bir kadın ve böyle mutlu bir ortamda yüzleri pırıl pırıl parlayan çocuklar, ışık oyunlarıyla dolu sıcak bir ortamda resmedilmişlerdi.

Ressam, daha sonra tablosuna “Evim” adını verdi.•

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Dava

Avukat Petroçelli'nin kaybettigi tek dava:

Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu..Futbolcu yakalanmıstı... Ama karısının cesedi ortada yoktu..
Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi.. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu..
Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:
"Sayın jüri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum..
Buna az sonra sizler de inanacaksınız.. Neden mi?
Bakın, şimdi 1'den 10'a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek..
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..."
Bütün jüri kapiya döndü... Kimse girmedi içeri..
Avukat bir savunma dehasıydı; öldürücü hamlesini yapti..
"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz.. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız.. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum.."

Jüri, ünlü futbolcuyu suçlu buldugunu bildirdi ve dava bu sekilde sonuçlandı..
Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı:

"10'a kadar saydığımda siz de diger üyeler gibi kapıya bakmıştınız.. Neden böyle bir karara imza attınız?"
"Doğru" dedi jüri başkanı;
"Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
O müziği duydunuzmu

"18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman,
New York'ta, Lincoln Center'daki Avery Fisher
Salonunda bir konser vermek üzere sahneye çıktı.
Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız
bilirsiniz ki onun için "sahneye çıkmak"
hiç de küçümsenecek bir başarı değildir.
Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan
Perlman'ın her iki bacağında da destekleyici ateller
vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir.
Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım
atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş
yürüken görmek unutulmayacak bir görüntüdür.
Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir,
sandalyesine erişinceye kadar.
Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere
koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar,
bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır.
Daha sonra yere eğilerek kemanını alır,
çenesinin altına koyar, orkestra şefine
başıyla işaret verir ve çalmaya başlar.

Şu zamanda değin, izleyiciler bu ritüele alışmışlardır.
O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken
sessizce otururlar. Bacaklarındaki klipsleri açarken
inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler.
Çalmaya hazır olana dek beklerler.
Ancak o konserde bişiler ters gitti. Daha ilk birkaç
satırı çalmıştı ki, kemanın tellerinden bir tanesi koptu.
Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü,
salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun
gibi gitmişti ses. O sesin ne anlama geldiği
konusunda yanılmak imkansızdı. Ve bunun
akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da...
O gece orada olan insanlar kendi kendilerine
şöyle düşündüler: "Anlamıştık ki, yeniden
ayağa kalkması, atelleri yeniden takması,
koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne
arkasına gitmesi ve ya yeni bir keman bulması
ya da yeni bir tel takması gerekecekti"

Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika
kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra
şefe yeniden başlaması için işaret verdi.
Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti.
Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç
ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki;
senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkansızdır.
Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir...
Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti.

Onu, parçayı kafasında molüde ederken,
değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz.
Bir noktada, telleri nerdeyse yeniden tonlamışçasına
sesler çıkarmaktaydı kemandan, daha evvel hiç
vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için...
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı.
Ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar.
Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı.
Hepimiz ayaktaydık... Bağırıyor, ıslık çalıyor,
alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi,
beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk.
Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını
kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil
ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi :

"Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir,
elinde kalanlarla ne kadar daha
müzik yapabileceğini bulmak..."
Bu ne güçlü bir cümledir. Duyduğumdan
beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir?
Belki de bu bir yaşam tarzıdır,
sadece sanatçılar için değil hepimiz için.
Burada, tüm yaşamını bir kemanın 4 teli ile
müzik yapmak üstüne kuran ve birden bire,
bir konserin ortasında kendini sadece 3 tel ile
bulan bir adam vardır. O da 3 tel ile müzik
yapmayı seçer... Ve o gece yaptığı; sadece
3 telle yaptığı müzik, daha evvel yaptığı,
4 teli varken yaptığı herşeyden daha güzel,
daha kutsal, daha unutulmazdı...

"O zaman belki de bizim görevimiz,
yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen,
ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır;
önce elimizde olan herşeyle ve daha sonra bu artık
imkansız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla..."


Jack Riemer

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Bir Kartal Hikayesi


Bir rivayete göre; dört tavuk bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çaldılar.
Yumurtayı kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşündüler.Zaman geçti, yumurtayı getirenler de unuttu,onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğunu inandılar...

Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka başladı.Kısa bir zaman sonra yumurta kırıldı.İçinden simsiyah kanatlı,ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıktı.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüşlerdi.Anne tavuk, dersler vermeye başladı yavrusuna: "Bak yavrum,yerden bulduğun böceği şöyle ye!Arpayı buğdayı böyle ye!."Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretiyordu yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söylediğini yapıyordu. Tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da öğretti annesi: "Bak yavrum, eğer kedi buradan gelirse aksi istikamete doğru kaç,şuradan gelirse buraya kaç..."

Büyük tavuk büyüdükçe güzelleşiyordu.Oldukça uzun kanatları vardı. Ara sıra diğerleri onun kanatlarına bakmak için geliyorlardı...

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken büyük tavuğun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtişamla geçiş yapan başka bir canlıya ilişti.

-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk.
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuşların padişahı.
-Ne de güzel uçuyor!
-Evet yavrum! Ama sen sakın ona özenme.Asla onun gibi olamazsın!Sen bir tavuksun.Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı..SEN BİR TAVUKSUN VE BİR TAVUK GİBİ YAŞAMALISIN.

O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çekti...ve her seferinde "keşke bende bir kartal olup uçabilseydim." Dedi.Yine bir gün siyah kanatlı büyük tavuk ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gitti...O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldı..

"Bir kartal gibi doğup,bir tavuk gibi yaşayan ve kartallara özenip sonunda bir tavuk gibi ölen binlerce kartal var.Yıl 2004, yer DÜNYA..Şu anda kendi gücünün farkına varamayan,milyonlarca hatta milyarlarca insan var yeryüzünde.NE BÜYÜK ACI!!

HİÇ BİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR...
HİÇ BİR ŞEY ANLATILDIĞI GİBİ DEĞİL...
HER DUYDUĞUNA İNANMA....(BUNA BİLE )
GELECEĞİNİ ŞEKİLLENDİREN DÜNÜN GEYİĞİ DEĞİL, YARININ HAYALLERİDİR..

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
İyi ve Kötü
Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.

Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu...

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:
'Ben bu resmi daha önce gördüm...'
'Ne zaman?' diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.
'Üç yıl önce' dedi adam..
'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'

İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

Paulo Coelho-Şeytan ve Genç Kadın'dan

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Derviş kaşığı

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş; "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine, "Şimdi..." demiş ermiş, "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
küçük istavrit


"İşte" demiş ermiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."


Küçük istavrit, yiyecek birşey sanıp hızla atıldı çapariye. Önce müthiş bir acı duydu dudağında, gümbür gümbür oldu yüreği. Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü, neye benzerdi acep gökyüzü

Bir yanda büyük bir merak, bir yanda ölüm korkusu. "Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar, hani görüp de gökyüzünü, insanı, oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu; küçük istavrit anladı yolun sonu; koca denizlere sığmazdı yüreği, oysa şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende, cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden; bir kedi yalanarak baktı gözünün içine;yavaşça karardı dünya başı da dönüyordu. Son bir kez düşündü derin maviyi, beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu; yürüdüm deniz kenarına; bir öpücük kondurdum başına. İki damla gözyaşından ibaret sade bir törenle saldım denizin sularına. Bir an öylece bakakaldı; sonra sevinçle dibe daldı gitti, tüm kederimi söküp atarak teşekkürü de ihmal etmemişti; birkaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme; sorar gibiydiler neden yaptın bunu niye? "Bir gün" dedim, "Bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz, son ana kadar hep bir umudum olsun diye"

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Kurbağa Masalı...


Günlerden birgün ... kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir
kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek
için toplanmış.Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri
yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu
sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!"
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker
yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve
yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış:
"...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.."
Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış
ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele
ederek
kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl
başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu
işi nasıl başardın diye.O anda farkına varmışlar ki....
kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

Olumsuz düşünen insanları duymayın... Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar!

Olumsuz düşünceler ne kadar etkiler yaşamımızı, peki ya siz; çevrenizde başaramayacağınızı düşünen insanlar varken nereye kadar devam edersiniz, ümitlerinizin kırılma noktası nedir? Ümit etmek başarıyı nasıl böylesine etkiler? Ve olumsuz düşünceler hedeflerimizden nasıl uzaklaştırı bizleri?

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Büyü Dükkanı


Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyeşil tepelerin arasında, kışın bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kır çiçekleri ile kaplanan bir vadi vardı. Ortasından küçük bir ırmağın geçtiği bu vadi "büyülü vadi" olarak anılırdı. Ona bu adı veren ise, vadideki ilginç bir dükkân ile, bu dükkânda yaşananlardı. Ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı "büyü dükkânı" idi.

Büyü dükkânı�nın sahibi, ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyardı. Burası, aynı zamanda onun yaşadığı yerdi. Bu nedenle dükkânın dışarıdan görüntüsü, tıpkı bir ev gibiydi. Üç tarafında da yeşil çerçeveli pencerelerin olduğu, tamamı ahşaptan yapılmış olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. İçeri girer girmez, ilginç eşyalarla donanmış oldukça geniş bir oda ile karşılaşıyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayıda eşyanın bulunduğu raflar, masa ve konsollar, dükkânın dört bir tarafını kaplıyordu.

Ancak bu kalabalık görüntü içinde çok etkileyici bir düzen göze çarpıyordu. Bütün eşyalar, belli bir estetik içinde duruyor ve bu estetik hiçbir zaman bozulmuyordu.

Büyü dükkânını çevreleyen pencereler, içerdeyken bile günün aydınlığına ve vadinin güzelliğine hakim olmanıza izin veriyordu. Dükkânın içinde, arka taraftaki bölmeye açılan bir kapı vardı. Bu bölmede mutfak, banyo ve yatak odası bulunuyordu. Dükkâna gelen müşteriler, arka tarafa açılan kapıyı daima kapalı görürlerdi.

Her insanın yaşamında çok istediği ancak sahip olamadığı birşeyler vardır ya da sahip olup kaybettiği şeyler. Bazen de sahip olduğu ancak kurtulmak istediği şeyler. İşte bütün bunlar, o ülkede yaşayan insanların bir kısmı için, büyü dükkânına gelme nedeniydi. Bu dükkânda, isteklerinizi sınırlamak zorunda değildiniz. Müşteriler, hayal edebildikleri her şeyi isteme ve alma hakkına sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı.

Bu bedelin ne olacağı, dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, büyü dükkânında yapılan pazarlıklar, günlük yaşamdakilerden biraz farklı olur ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.

Dükkân sahibi yaşlı adam, her sabah gün ağarırken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanın isteyebileceği her şeyin var olduğu dükkânıyla gurur duyarak kahvesini yudumlardı. Kahvenin ardından gelen zevkli bir kahvaltıdan sonra da pencerenin perdelerini sonuna kadar açarak, sallanan koltuğuna oturur ve içeri dolan gün ışığının yardımıyla okumaya başlardı.

Büyü dükkânında satıcı olmak bilgelik isterdi. O güne kadar dükkâna gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmemisti dükkân sahibi. Herkes, çok istediği birşeye sahip olmak uğruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabileceği en iyi şeyi almış olarak çıkardı. Ama genellikle aldığı şey, istediği şeydençok farklı olurdu.

Yaşlı adam ara sıra, okuduğu kitaptan başını kaldırır, yolu gören pencereye bir göz atardı. Sabah dışarı baktığında, yağan karın yolu iyice kapattığını gördü. Bu havada gelen giden olmaz diye düşünüp, hüzünlendi.

Büyü dükkânı, hemen her gün bir müşteri ağırlardı. Ancak, yılda birkaç kere de olsa kimsenin uğramadığı günler olurdu. Yaşlı adam, o günün de bunlardan biri olmasından korktu. Nedense işsizlik içini ürpertmişti. Tam o sırada uzakta bir karartı gördü. Kar beyazının kamaştırdığı gözlerini kırpıştırıp tekrar baktığında, bunun yaklaşmakta olan bir insan olduğunu anladı.

İçini bir sevinç kapladı. Gidip sobasına bir odun attı ve tam pencerenin karşısındaki sallanan koltuğa oturup, müşterisini beklemeye koyuldu.

Kış mevsiminin bu soğuk gününde epeyce üşümüş, yorgun düşmüş olmalıydı. Kapının önüne gelinceye kadar, gözlerini hiç ayırmadan izledi onu. İyice kulak kabarttı. Üç basamakla çıkılan, ahşap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı.Beklediği kişinin ayak sesleri, ikinci basamakta kesilirdi. Müşteri çalmadan, kapıyı açmamayı prensip edinmişti yaşlı adam. Çünkü, hemen herkes o kapının önünde durup, bir kez daha düşünürdü.

Kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı. Sonunda kapı çalındı. Açtığında, karşısında soğuktan kızarmış elleriyle atkısını çıkarmaya çalışan bir erkek gördü. "İyi sabahlar, girebilir miyim?" diye sordu müşteri.

Dükkân sahibi, müşterisini içeri aldıktan sonra, ısınması için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafı seyreden adam, karşısında oturan yaşlı satıcının ikna edilmesi pek güç olmayan biri olduğunu düşündü. Herhalde o da müşterisini anlar, onun haklı isteğini geri çevirmek istemezdi. Acaba büyü dükkânından çıkarken istediği gibi bir alışveriş yapmış olacak mıydı?

Bir süre söze nasıl başlayacağını bilemedi. Belki de dükkân sahibinin birşeyler söylemesi gerekirdi. Ancak karşısında sabırlı bir ifade ile müşterisinin gözlerinin içine bakarak oturan satıcının, alışverişi başlatmaya niyetli olmadığını anladı. Bu sabırlı bekleyiş, onda hem cesaret hem de yumuşak bir etki oluşturdu. Anlaşılan, başlangıç sözleri kendisinden bekleniyordu.

Sonunda, fazla düşünmeden aklından ilk geçeni söyleyiverdi;

"Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi, bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım."

"İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?"

"Bakın, ben elli beş yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor ama yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadar ki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?"

"Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz?"

Dükkân sahibinin sorduğu soru, müşteriyi iç dünyasına döndürmüştü. Gözünün önünden geçen sahnelerin kendi yaşamına ait olduğunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar.

Hüznünün yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, yaşlı satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi;

"Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum. Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat yanımdan geçip gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ama hiçbiri kâr etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün birisi bana sizden ve büyü dükkânından söz etti. Bunu duyar duymaz sanki içimde bir ışık yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli beş yılımı bana geri verin."

"Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?"

"Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım."

"Herhalde bunu çok istiyorsunuz."

"Evet, hem de her şeyimi verecek kadar."

"Peki, benim size vereceğim elli beş yılın karşılığında siz bana ne verebilirsiniz?"

"Ne isterseniz?"

"Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz."

"Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin."

Yaşlı adam, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendinisallanan koltuğunun devinimlerine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin, sabırsızlıkla, pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler, genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Bu nedenle, yaşlıadam, pazarlığın başındaki düşünce yolculuklarında yalnız kalırdı. Şu anda da, sessizliğin yalnızca kendi işine yaradığını biliyordu.

Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı;

"Beyefendi, her ne kadar siz elli beş yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da, ben sizden bir tek şey isteyecegim."

"Dileyin benden ne dilerseniz."

"Belleğinizi..."

"Anlamadım?"

"Belleğinizi dedim. Elli beş yılın yaşantısını içinde barındıran belleğinizi istiyorum."

"Ah evet anladım. İlginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alın belleğimi."

"Emin misiniz?"

"Neden olmayayım? Elli beş yıl kazanacağım."

"Belleğinizi, içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz. Elli beş yılın tek bir anını hatırlamayacaksınız, buraya neden geldiğinizi bile."

"Daha iyi ya. Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişi hatırlamak istemiyorum ki."

"O halde, korkarım elli beş yıl sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime bir başkası size yardımcı olur."

"Hayır hayır. Emin olun ki, şu dakika belleğimi size bırakıp elli beş yılımı geri alacağım ve dükkânınızı bir daha dönmemek üzere terk edeceğim. Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiçbirini tekrar etmeyeceğim."

"İsterseniz başka sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleğinizle birlikte bütün hepsini burada bırakıp gideceksiniz."

Yaşlı adamın son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

"Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarimızı bile, öyle mi?"

".................................."

"Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta..."

"Ne yazık ki!"

Yaşlı adam, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissediyordu. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Bu seferki sessizliğin, müşterisinin işine yaradığından emindi. Onun aydınlanan yüzünün ortasında parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden çıkacak sesli bir coşkunun habercisi gibiydi.

Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı;

"Sanırım ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Eğer elli beş yılın bedeli bu ise, pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı, saçları karşılığında satın almasına. Çok ilginç bir insansınız. Bana, büyü dukkanından almak istediğimden çok farklı birşeyle çıkacağımı söylemişlerdi de inanmamıştım. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı almak için gelmiştim, ancak bugünden sonraki yaşamımı alıp gidiyorum. Size teşekkür ederim."

"Birşey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşçakalın."

biras uzun ama okuyanlar olursa böle bi dükkana girmek isticeklerdir eminim...yada en azından gidemiceğimisi biliorus ama belki bu hikaye o dükkanı bi nebze anlamamızı sağlar...kim bilir belkide pazarlığı kendi kendimize yapmayı öğreniris...

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Hayatın Armağanı
İki gezgin melek, geceyi geçirmek için, son derece varlıklı bir ailenin evinin kapısını çalmışlar. Aile, pek kaba bir üslupla, meleklere yatacak yer olarak koca malikanenin konuk odalarından birini vermek yerine, soğuk bodrumdaki küçük bir köşeyi göstermiş.

Melekler, buz gibi odanın soğuk ve sert zemininde kendilerine yatacak bir yer hazırlamaya çalışırlarken, yaşlı melek duvarda bir delik görmüş ve kalkıp deliği onarmaya girişmiş. Genç melek, yaşlı meleğe bu hareketinin nedenini sorunca, yaşlı melek hafifçe gülümsemiş:
- Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir...

Sabah malikaneden ayrılan melekler, gece bastırınca, bir kez daha kalacak yer bulmak umuduyla, bu defa çok fakir bir çiftçi ailesinin kapısını çalmışlar. Son derece misafirperver olan fakir karıkoca, sofralarında ne var ne yoksa meleklerle paylaştıktan sonra, onlara rahatça uyumaları için kendi yataklarını vererek yanlarından ayrılmışlar. Sabah güneş doğduğunda, melekler, zavallı karıkocayı gözyaşları içinde bulmuşlar: Yegane geçim kaynakları olan tek inek de tarlalarının ortasında cansız yatmaktaymış.

Genç melek, bu sefer iyice öfkelenerek yaşlı meleğe isyan etmiş:
- Bunun olmasına nasıl izin verebildin? O varlıklı kaba adamın her şeyi vardı; ama sen kalktın, ona yine de yardım ettin. Bu iyi yürekli fakir ailenin ise o tek inekten başka hiçbir şeyleri yoktu. Buna rağmen onu bile paylaşmaya gönüllü oldular. Ama sen, o ineği de yitirmelerine izin verdin!

Bunun üzerine yaşlı melek, genç meleğe dönerek şu cevabı vermiş:
- Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. O zengin malikanenin bodrumunda kaldığımız gece, duvardaki deliğin dibinde külçe külçe altın saklı olduğunu fark ettim. Malikanenin sahibi, bu kadar açgözlü olduğu ve kendisine verilmiş şans sayesinde edindiği zenginliğin bir parçasını bile paylaşmaya yanaşmadığı için, ben de o deliği öyle bir kapatıp mühürledim ki artık arayıp bulsa da açamaz.

Ve devam etmiş:
- Sonra, dün gece biz çiftçi ailesinin yatağında uyurken, ölüm meleğinin o çiftçinin karısını almaya geldiğini gördüm. Ben de onun yerine, ölüm meleğine ineği verdim.

Yaşlı melek, gülümseyerek bir kez daha eklemiş:
- Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. Bazen işler istediğimiz gibi sonuçlanmadığında, aslında bizim de başımıza gelen tam da budur işte. İnanıyorsanız, yapmanız gereken şey, sadece her sonucun her zaman sizin lehinize olduğuna güvenmektir. Bunun böyle olduğunu, ancak belirli bir zaman sonra öğrenebilecek olsanız bile. Bazı insanlar, hayatımıza girerler ve çabucak çıkarlar. Bazıları ise dostumuz olur ve bir süre orada kalırlar. Yüreklerimizde o güzel ayak izlerini bırakarak… Ve bu, iyi bir dost kazandığımız için, bir daha asla eskisi gibi olmayacağız demektir!

Dün, tarih oldu.
Yarın, bir gizemdir.
Bugün ise bir armağan. Bu yüzden İngilizcede “present”, hem “şu an”, hem de “armağan” anlamına gelir!
Her anı doyasıya yaşayın ve tadını çıkarmaya bakın.
Hayat, bir kostümlü prova değildir!..

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Öyle bir hayat yaşıyorum ki

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım, hem güldüm halime,
Sonra dedim ki “söz ver kendine”
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundan,
anladım...

jockeя
07-11-2007, 11:29 PM
Tavla ve Satranç

Pers imparatorunun basverziri Büzur Mehir tarafindan

1400 yil önce tasarlanan tavla oyunu; Dünyanin en

popüler oyunlarindan biridir. Zaman kavramindan alinan

ilhamla tasarlananan oyunun zamana böylesine direnmesi

son derece etkileyici.

Senenin birligi olarak tavla bir tanedir.

Tavlanin içindeki karsilikli 6'sar hane

12 ayi temsil eder.

15 açik ve 15 koyu renkli pul,

Ayin 15 gece ve 15 gündüzünü simgeler.

Karsilikli 12'ser hane günün 24 saatidir.

Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranç oyunun Pers

Imparatoruna, yaninda bir mektup ile hediye olarak

göndermistir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir

açiklama yapmazken söyle bir mesaj yazmistir.

Pers Imparatoruna;

Kim daha çok düsünüyor,

kim daha iyi biliyor,

Kim daha ileriyi görüyorsa

O kazanir.

Iste hayat budur...



Pers Imparatoru dönemin en alim veziri olan Büzur

Mehir ile bu mesaji paylasarak, ondan oyunu çözmesi ve

kendisinin de karsilik olarak Hint Imparatoruna hediye

edilmek üzere baska bir oyun icat etmesini ister.

Vezir haftalarca çalistiktan sonra gönderilen

satrancin her tas hareketini ve oyunu çözer daha sonra

da on günde tavlayi icad eder ve imparatora sunar.

Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek

üzere söyle bir mesaj hazirlanir.

Hint Imparatoruna;

Evet, Kim daha çok düsünüyor,

kim daha iyi biliyor,

Kim daha ileriyi görüyorsa

O kazanir.

AMA BIRAZ DA SANSTIR.

Iste hayat budur.

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
Kavanozdaki Taşlar

Zamanın iyi ve üretken olarak kullanımı konusunda zaman zaman kurslar düzenleniyor. İşte bu kurslardan birinde zaman kullanma uzmanı öğretmen, çoğu hızlı mesleklerde çalışan öğrencilerine, "Haydi, küçük bir deney yapalım" demiş. Masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonrabir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş.

Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş; "Kavanoz doldu mu?" Sınıftaki herkes, "Evet, doldu" yanıtını vermiş. "Demek doldu ha" demiş hoca. Hemen eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş.

Kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler. Yeniden sormuş öğrencilerine; "Kavanoz doldu mu?" İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler; "Hayır, tam da dolmuş sayılmaz" demişler.

"Aferin" demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir kova dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden; "Kavanoz doldu mu?" "Hayır dolmadı" diye bağırmış öğrenciler.

Yine "Aferin" demiş hoca. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış. Sormuş sonra; "Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?"

Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış; "Şu dersi çıkarttık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz."

"O da doğru ama" demiş zaman kullanma hocası; "Çıkartılması gereken asıl ders şu: eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız."

Ve ardından herkesin kendi kendisine sorması gereken soruyu sormuş; "Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri, onları ilk iş olarak kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?

birçoğumuzun bildiği bir hikaye,ama ben hatırlatmak istedim.Sizce gereken önemi gereken yerlere verebiliyormuyuz?
Bu kadar hızlı akıp giden hayatta sewdiklerimize ne kadar zaman ayırıyoruz hayatımızdaki en büyük kayaların onlar olduğunu anlayabiliyormuyuz?

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
Bakış açısı

Arjantinli ünlü golfçü Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü
alıp kameralara poz vermiş. Ardından klubüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.
Vincenzo'yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğinin olduğunu, bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her
gün biraz daha ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.
Kadının anlattıkları Vincenzo'yu çok etkilemiş.
Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış.
Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.
Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği'nin bir üyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş.
"Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip?".
"Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış. Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış.
" Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu?" demiş.
"Yok" demiş adam.
"İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo.
İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir.
Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri
gökyüzündeki yıldızları görebilir.
Seçim bizlere aittir.

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
.: Gece Gündüz :.

Bir bilge kisi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;

- "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

- "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş;

- "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, "kardeşim" sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
Önyargi


Okulun ilk gununde 5 nci sinifin onunde dururken, ogretmen cocuklara bir
yalan soyledi. Cogu ogretmen gibi, ogrencilerine bakti ve hepsini ayni
derecede sevdigini soyledi. Ancak, bu imkansiz idi, cunku on sirada,
oturdugu yerde bir yana kaykilmis, ismi Teddy Stoddard olan kucuk bir
oglan vardi.

Bayan Thompson bir yil once Teddy'yi izlemisti ve diger cocuklarla iyi
oynamadigini, elbiselerinin kirli oldugunu ve surekli olarak kirli
dolastigini gozlemisti. Ilave olarak, Teddy tatsiz olabiliyordu. Bu oyle
bir noktaya geldi ki, bayan Thompson onun kagitlarini buyuk kirmizi bir
kalemle isaretlemekten, kalin carpilar (X) yapmaktan ve kagidinin ustune
buyuk "F" (en dusuk derece) koymaktan zevk alir oldu.

Bayan Thompson'un okulunda, her cocugun gecmis kayitlarini incelemesi
gerekiyordu ve Teddy'nin kayitlarini en sona birakti. Ancak, onun hayatini
gozden gecirdiginde, bir surpriz ile karsilasti.

Teddy'nin birinci sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy gulmeye hazir
parlak bir cocuk. Odevlerini derli toplu ve temiz yapiyor ve cok
terbiyeli. Onun etrafta olmasi cok eglenceli.

Ikinci sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy mukemmel bir oğrenci, sinif
arkadaslari tarafindan cok seviliyor, ama annesinin olumcul bir hastaligi
oldugu icin sikinti icinde ve evdeki yasami mucadele icinde geciyor."

Ucuncu sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy'nin annesinin ölümü onun
İcin cok zor oldu. Teddy elinden gelenin en iyisini yapmaya calisiyor, ama
babasi ona ilgi gostermiyor ve eger bazi adimlar atilmazsa evdeki yasami
yakinda onu etkileyecek."

Teddy'nin dorduncu sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy icine kapanik ve
okulda derslere cok fazla ilgi gostermiyor. Cok fazla arkadasi yok ve
bazen sinifta uyuyor."

Simdiye kadar, Bayan Thompson problemi kavradi ve kendinden utandi.
Ogrencileri ona guzel kurdelelerle ve parlak kagitlarla sarilmis Noel
hediyeleri getirdiginde bile cok kotu hissetti, Teddy'nin ki haric.
Teddy'nin hediyesi bir marketten aldigi kalin, kahverengi ambalaj kagidi
ile beceriksizce sarilmisti, Bayan Thompson onu diger hediyelerin ortasinda
acmaktan aci duydu. Bayan Thompson paketten taslarindan bazilari dusmus
yapma elmas tasli bir bilezik ve ceyregi dolu olan bir parfum sisesi
cikarinca cocuklardan bazilari gulmeye basladi. Ama o bilezigin ne kadar
guzel oldugunu haykirdiginda cocuklarin gulmesini engelledi, bilezigi takti
ve parfumu bileklerine surdu. Teddy Stoddard o gun okuldan sonra
ogretmenine sunu soylemek icin kaldi, "Bayan Thompson, bugun ayni annem
gibi kokuyordunuz". Cocuklar gittikten sonra, bayan Thompson en az bir
saat agladi.

O gunden sonra, okuma, yazma ve aritmetik ogretmeyi birakti. Bunun yerine,
cocuklari egitmeye basladi. Bayan Thompson Teddy'e ozel dikkat gosterdi.
Onunla calisirken, zihni canlanmaya basliyor gorunuyordu. Onu daha fazla
tesvik ettikce, daha hizli karsilik veriyordu. Yilin sonuna kadar, Teddy
siniftaki en zeki cocuklardan biri oldu ve tum cocuklari ayni derecede
sevdigi yalanina ragmen, Teddy onun gozdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Bayan Thompson kapisinin altinda Teddy'den bir not buldu,
ona hala tum yasaminda sahip oldugu en iyi ogretmen oldugunu soyluyordu.

Alti yil sonra Teddy'den bir not daha aldi. Liseyi bitirdigini, sinifinda
ucuncu oldugunu ve onun hala hayatindaki en iyi ogretmen oldugunu
yazmisti.

Bundan dort yil sonra, bazi zamanlar zor gecmesine ragmen okulda kaldigini,
sebatla calismaya devam ettigini ve yakinda kolejden en yuksek derece ile
mezun olacagini yazan baska bir mektup aldi. Yine Bayan Thompson'un tum
yasamindaki en iyi ve ne favori ogretmen oldugunu yazmisti.

Sonra dort yil daha gecti ve baska bir mektup geldi. Bu kez fakulte
diplomasini aldiktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdigini
acikliyordu. Mektup onun hala karsilastigi en iyi ve en favori ogretmen
oldugunu acikliyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu. Mektup soyle
imzalanmisti, Theodore F. Stoddard, MD. (tip doktoru).

Oyku burada bitmiyor. Goruyorsunuz, ortaya cikan baska bir mektup var.
Teddy bir kizla tanistigini ve onunla evlenecegini soyluyordu. Babasinin
birkac hafta once vefat ettigini acikliyordu ve evlenme toreninde Bayan
Thompson'un damadin annesine ayrilan yere oturup oturamayacagini soruyordu.

Suphesiz Bayan Thompson bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu? Taslari
dusmus olan o bilezigi takti. Dahasi, Teddy'nin annesinin surundugu
parfumden surdu.

Birbirlerini kucakladilar ve Dr. Stoddard, Bayan Thompson'un kulagina soyle
fisildadi, "Bana inandiginiz icin tesekkur ederim Bayan Thompson. Bana
onemli oldugumu hissettirdiginiz ve bir fark yaratabilecegimi
gosterdiginiz icin cok tesekkur ederim"

Bayan Thompson, gozlerinde yaslarla fisildadi, soyle dedi, "Teddy, yanlis
seylere sahiptin. Bir fark yaratabilecegimi bana ogreten sensin. Seninle
tanisincaya dek, nasil ogretecegimi bilmiyordum".


(Bilmeyenler icin, Teddy Stoddard, Des Moines'teki Stoddard Kanser Binasi
olan Iowa Methodist'te doktordur.)


Bugun birinin yuregini isitin .. Bunu iletin. Bugun birinin hayatinda bir
fark yaratmaya calisin, sadece "onu yapin"

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
bilge ve köpek

Bir bilge bir goletin basinda oturmaktadir.
susuzluktan kirilan bir kopegin devamli olarak golete kadar gelip, tam su icecekken kacmasi dikkatini ceker. dikkatle izler olayi... kopek susamistir ama golete geldiinde sudaki yansimasini gorup korkmaktadir. bu yuzden de suyu icmeden kacmaktadir. sonunda kopek susuzluga dayanamayip kendinig golete atar ve kendi yansimasini gormedii icin suyu icer. bilge dusunur:

"benim bundan ogrendiim su oldu. bir insanin istekleri ile arasindaki engel, cogu zaman kendi icinde buyuttugu korkular ve engellerdir. insan bunu asarsa, istediklerini elde edebilir."

fakat biraz daha dusununce aslinda gercek ogrendii seyin bundan farkli olduunu gorur. asil ogrendii sey, insanin bir bilge bile olsabir kopekten ogrenebilecegi bilginin var oldugudur.

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
"Tanrı ve İnsan hikayesi"


Hikaye uzun ama tartışmaya değer. Tanrı varlığının hayatımızdaki pratik sonuçları nelerdir?

Bu hikayeyi okumadan önce insanlık tarihi boyunca hep milli ve/veya dini gerekçelerle dökülen kan ve göz yaşlarını bir kez daha hatırlamaya çalışın.

SORGU-SUAL

K. işinden yorgun argın eve dönmüştü. Hemen yatıp uyumak istiyordu. Ailesiyle birlikte yemek yedikten sonra yarım saat kadar televizyon izledi. Daha sonra kızını ve karısını öperek onlara iyi ******* diledi ve yatağının yolunu tuttu. Yorganı üzerine çekti, başını yastığa koydu. K. başını yastığa koyar koymaz uyumuştu. Çok geçmeden rüya da görmeye başladı. Rüyasında ölmüş olduğunu ve öteki dünyada sorgulanmak üzere Tanrı`nın karşısına çıktığını görüyordu. Ve rüyasında Tanrı ona sordu:

T: Söyle bakalım dünyadayken benim için ne yaptın?
K: Sizin varlığınıza, birliğinize inandım; bütün evreni Sizin yarattığınıza inandım; bağışlayan olduğunuza, mükemmelliğinize inandım. Peygamberlerinize, kutsal kitaplarınıza inandım. Sizin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim, hacca gittim, kurban kestim, dua ettim; her an Sizi düşündüm, sürekli Sizin adınızı andım, “”isimlerinizi anlamaya çalıştım””, “”rahmetinize ve rızanıza talip olmak için çalıştım””, yapılması gerektiğini söylediğiniz her şeyi yapmak için çaba harcadım; sadık bir kulunuz olmaya çalıştım.
T: Başka?

K. Tanrı`nın bu ikinci sorusu karşısında çok şaşırmıştı. O an uykusundan kan ter içinde uyandı, tuvalete gidip yüzünü yıkadı ve tekrar yatağına döndü. K. gördüğü rüya üzerinde düşünmeye başladı. Daha sonra gözkapakları yavaş yavaş ağırlaştı ve tekrar uykuya daldı. Tekrar aynı rüyaya dönmüştü. Tek fark, bu sefer kendisi değil, hiç tanımadığı, daha önce hiç görmediği, belki de başka bir milliyetten olan E isimli başka bir kişi sorgulanıyordu ve nasıl oluyorsa K. bu sorgulamaya tanıklık ediyordu. Kulak kabarttı ve dikkatle dinlemeye başladı. Ve Tanrı E.`ye sordu:

T: Söyle bakalım dünyadayken benim için ne yaptın?
E: Sizin için mi? Biraz düşünmeme izin verir misiniz?
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra E cevap verir.
E: Düşündüm de ben Sizin için hiçbir şey yapmadım galiba dünyada. Dürüst olmam gerekirse varlığınızdan şüpheliydim, asla %100 emin olamadım. Ama şu an görüyorum ki gerçekten de “var”mışsınız. Bundan dolayı şu anda çok mutluyum.
T: Varlığıma şüphe duymadan inanmayı becerebilmen için neler yapman gerektiğini sana gayet açık ve net bir şekilde bildirmiştim, bana nasıl inanman gerektiğini sana bildirmiştin. Bunları biliyordun ve benden şüphe mi duydun? Oysa ki ben sana, bu anlattıklarımı anlayabilmen ve gerçekleştirmen için özgür bir irade ve akıl da vermiştim. Bunları niye kullanmadın E.?
E: Gençken bir kıza aşık olmuştum. Çok güzeldi, çok iyiydi. Yardımseverdi, anlayışlıydı, sevecendi. Onu sevdiğimi hissetmiştim...
T: Şu anda Benim karşımda olduğunu unutuyorsun galiba, senden bana aşklarını anlatmanı istemedim. Bu anlattığının benim sorumla ne ilgisi var?
E: Lütfen bana izin verin, sorunuzu cevaplandırmam için bunları anlatmam gerekiyor.
T: Devam et öyleyse.
E: Nerde kalmıştım. Evet, o kızı sevdiğimi hissetmiştim. Evime gittiğimde düşünüyordum. “Onu neden seviyorum” diye düşünüyordum. Cevap bulamıyordum. Neden sevdiğimi bilmeden seviyordum onu. Günler geçtikçe onu neden sevdiğimi daha çok düşünür olmuştum. Aklım bu soruya gerçek bir yanıt bulamıyordu. Sadece “onu sevdiğim” gerçeği konusunda fikirler üretiyor, tahminlerde bulunuyordu. İçimden diyordum ki “belki de sıcak gülüşüdür onu sevmemin nedeni veya o eşsiz güzelliğidir. İnsanlara güvenmesidir, onlara yardım etmesidir, belki de ismimi tonlama şeklidir, gözlerindeki parıltıdır belki de”. Böyle milyonlarca düşünce geçiyordu aklımdan. Aklım durmadan düşünceler üretiyor, nedenler oluşturuyor, tahminlerde bulunuyordu. Hepsi de toplanıp “onu sevdiğim” gerçeğinde son buluyordu.
T: Umarım konuyu bağlayabilirsin, çünkü senin aşk hayatınla o kadar da ilgilenmiyorum şu an. Beni, varlığımdan neden şüphe duyduğun ilgilendiriyor.
E: Emin olun bağlayacağım, biraz daha müsaade edin lütfen.
T: Devam et bakalım.
E: Bu düşüncelerle o kadar yoğundum ki artık her an bu konuyu düşünüyordum. Bir gün karşıdan karşıya geçerken sırf bu yüzden ezilme tehlikesi geçirdim.Tam karşıdan karşıya geçiyordum ki üzerime doğru bir kamyonun geldiğini farkettim, son anda kendimi kenara attım. Çok korkmuştum, hem de çok... Hızlı adımlarla eve yürüdüm, kapıyı açtım, doğruca yatağa gittim, yorganı kafama kadar çekip yattım. Üzerimdeki korkunun geçmesini bekledim. Sonra o anı düşündüm, neden korktuğumu düşündüm. Ama gene cevap bulamıyordum. Ölmekten korktum belki de ya da yaralanıp çok acı çekmekten. Belki de ailemi, dostlarımı yalnız bırakıcam diye korkmuşumdur. Bilmiyordum. Yine bir sürü neden, bir sürü düşünce tek bir noktada toplanmaya başladı. Neden korktuğumla ilgili bütün düşüncelerim “sadece korkmuş olduğum” gerçeğinde son buluyordu. Bu olaydan birkaç gün sonra da en yakın arkadaşımın öldüğü haberiyle sarsıldım. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Cenazesinden dönünce onu düşündüm, anılarımızı, beraber geçirdiğimiz zamanları, paylaştıklarımızı... Sonra neden üzüldüğümü düşündüm. Onu kaybettiğim için üzülmüştüm belki de, belki de planladığımız şeyleri birlikte yapamayacağız diye üzülmüştüm, belki de bir daha hiç birbirimizi kızdıramayacağız diye üzülmüştüm, belki de... Neden, bilmiyordum.İşte yine “üzülmüş olduğum” gerçeği üzerinden fikirler üretiyordum. Sonu gelmeyen tahminler, düşünceler, varsayımlar... Ve sonra...
T: Ve sonra... Ne?
E: Sonra birdenbire her şey aydınlandı, her şeyin farkına vardım.
T: Neyin farkına vardın?
E: Neden üzüldüğümüzü, neden sevindiğimizi, neden korktuğumuzu ve duygularımızın neden kaynaklandığını bilemeyeceğimizin farkına vardım. Karşılaştığımız bir kişiyi “sevsem mi sevmesem mi” diye, bir olay karşısında “korksam mı korkmasam mı” ya da “üzülsem mi üzülmesem mi” diye düşünmediğimizin farkına vardım. Sadece seviyorduk ya da sevmiyorduk, sadece korkuyorduk ya da korkmuyorduk, sadece üzülüyorduk ya da üzülmüyorduk. Bu noktadan sonra yaptığımız şey ise bir kişiyi neden sevip sevmediğimiz, bir olay karşısında neden korkup korkmadığımız ya da neden üzülüp üzülmediğimiz konusunda fikirler üretmek, varsayımlarda bulunmak ya da tahminler yapmak oluyordu.Ama bu fikirlerin, varsayımların, tahminlerin, düşüncelerin hiçbiri “içsel bir şeyler yaşadığımız gerçeği”ni değiştirmiyordu.
T: Yani?
E: Yani içsel olayları, korkuları, üzüntüleri, inançları, sevinçleri, korkuları, mutlulukları, sevgiyi, nefreti, tüm duyguları aklımızla değil, kalbimizle yaşıyorduk. Daha sonra yaşadığımız bu içsel süreçler üzerinde kafa yoruyor; fikirler, düşünceler, tahminler üretiyorduk. İçsel olarak yaşadığımız bu duygular ve inançlar; aklın ve bilincin etkisinden çok uzakta bir yerlerde yer alıyordu. Bütün her şeyi aklımızla algıladığımız gerçeği bir yana; önemli olan nokta, aklın, algıladıklarını bilinçli mi yoksa bilinçdışı bir şekilde mi algıladığıydı.
T: Düşüncelerini gayet iyi anlatıyorsun; ama hala cevap vermiş değilsin. Varlığıma inanıp inanmama konusunda nasıl emin olamazsın?
E: Düşündüm ki eğer içsel olaylarımızı aklımızdan bağımsız, bilinçdışı olarak yaşıyorsak, kalbimizle yaşıyorsak, inancımızı da bu şekilde yaşıyor olmalıydık. Yani aklımız neye inandığımızı, nasıl inandığımızı, neden inandığımızı bize söyleyemezdi. Sadece inanır veya inanmazdık. Ama düşünerek de inanamazdık. Sadece inandığımız şey hakkında düşünebilirdik. Onun için ben hayattayken, inandığım şeyi ya da inanacağım şeyi keşfetmeye çalıştım, onu hissetmeye çalıştım. Düşünerek bir inanca sahip olamayacağımı, düşünerek inanılacak bir şeye ulaşılamayacağımı bildiğim için sadece bekledim. İnandığım şeyi keşfetmeyi bekledim. Aslında daha doğrusu onun beni keşfetmesini, onun beni bulmasını bekledim. Biliyordum ki kalbimin inanması gereken bir şey varsa, inanmaya ihtiyaç duyduğum bir şey varsa, eninde sonunda beni bulacaktı ve bulduğunda da ona nasıl ulaştığımı, onu nasıl bulduğumu ya da onun beni nasıl bulduğunu bilmeyecektim. Sadece onu “hissedecektim”. İşte ben bunu zaman zaman hissettim. Belki de hissettiğim Sizdiniz. Ama, dediğim gibi asla emin olamadım, hep şüphe duydum. Bazılarına mucizeler gösterdiniz Size inansınlar diye, ölüleri dirilttiniz, Kızıldeniz`i ikiye ayırdınız. Ben Size inanmak için Sizden asla bir mucize istemedim. Sadece bu dünyada varlığınızı bana kanıtlayacak adaleti hissetmek istedim. Birazcık olsa hissedebilseydim,en ufak şüphe duymadan Size inanırdım, bundan eminim. Bazıları “hayatın kendisi mucizedir” dedi bana. Ben de dedim ki onlara “Adaletsiz bir mucize, nasıl mucize olabilir ki?” Bazılarının “burası bir sınav yeri, burada adalet bulamazsın, adalet diğer tarafta” deyişlerine bir an olsun kulak asmadım. Her an adaletinizi hissetmek için hazır oldum, adaletinizi birazcık hissedebilseydim, eminim kalbim Sizinle dolup taşardı.Varlığınızdan şüphe duyduğum için suçluyum; ama varlığınızı bana bu kadar geç hissettirdiğiniz için, kalbimin Sizi bu kadar geç keşfetmesine neden olduğunuz için Siz de suçlusunuz...
T: Beni zaman zaman hissettiğini söylüyorsun. Söyle bakalım, varlığımı ne zamanlar hissettin?
E: “”Bir elmayı dünyadaki aciz mahluklar için nimet olarak yarattığınızda bunu gökten düşürmeyip, bir ağacın dallarında toprak, su ve güneşle her anı bir mucize olacak şekilde yarattığınızda””; ““bu dünyaya gelmiş tamamen aciz bir bebeğin rızkını ona yoktan değil de, belki onun kadar muhteşem bir şekilde annesinin vücudundan kan ve et arasından tam ihtiyacına uygun mükemmel bir gıda, tam da onun anne karnında çalıştığı şekilde emmesiyle en kolay şekilde ona verdiğinizde””; küçücük bir çocuğun annesinin kucağında ağlayışında; küçücük bir çocuğun annesine gülümseyişinde; insanların birbirlerine “seni seviyorum” deyişinde; doğan güneşte; bir ağacın dalında açan çiçekte; sağlıkla aldığım her nefeste; susadığımda içtiğim suda; acıktığımda yediğim ekmekte; ağaçlardan dökülen sonbahar yapraklarıyla kaplanmış bir patika yolu seyrettiğimde, karla kaplı bir doğa manzarası izlediğimde hep Sizi hissettim; ama...
T: Ama ne?
E: Ama çöplükten ekmek toplayan çocukların yüzünde; kan kanseri olan küçücük çocuğunun, gözlerinin önünde eriyip gitmesini seyreden annenin gözyaşlarında; annesine “n`olur anne ölmeme izin verme” diye yalvaran gözlerle bakan çocuğun çaresizliğinde; Afrika çöllerinde 1 km.` lik uzaklıktaki kampa su bulma ümidiyle ulaşmak için çırpınan ama sıcaktan, açlıktan, susuzluktan bitkin düşen çocuğun ölmesini yanı başında bekleyen akbabanın iştahında, Nazi toplama kaplarında gaz odalarından sağ kurtulduktan sonra, öldü sanılıp diğer cesetlerle birlikte krematoryumlarda canlı canlı yakılan Yahudilerin acı dolu çığlıklarında; masum insanların boğazını din adına kasaturalarla kesip başını gövdesinden ayıran “insan”ların soğukkanlılığında; Endonezya`da sahil kıyısında dinsel ayinlerini yapmakta olan insanları tsunaminin yutuşunda; aynı dinden insanların birbirini acımasızca katledişinde; farklı dinden insanların birbirini katledişinde; acılarda; çaresizliklerde, işkencelerde Sizi hiçbir zaman hissedemedim. Ama şimdi bu konuda hata yaptığımı anlıyorum. Bütün o güzelliklerin yanında böylesine acımasızlıkları ancak Sizin gibi mükemmel bir varlığın yaratabileceğini ve bunlara ancak Sizin gibi mükemmel bir varlığın göz yumabileceğini hissetmiş olmalıydım. Ve böyle bir şeyi hissettiğimde de varsın insanlar bana “”Sen Allah`ın sana binbir güzellikle verdiği kafayı gidip milletin suratına çarparsan, milletin gözünü çıkartıp köpeklere yedirirsen burada zalim olan Allah değil sensin”” desinlerdi, hiç üzülmez, hiç pişman olmazdım. Eğer beni cezalandıracaksanız, böyle bir şeyi hissedemediğim için cezalandırın beni...
T: Bütün bunları söylüyorsun; ama varlığıma inanman için bütün bunları hissetmeyi beklemen gerekli miydi? Ben sana; bana inanman için kutsal bir kitap ve peygamber gönderdim. Bunlar bana inanman için yeterli değil miydi?
E: Siz kutsal bir kitap gönderdiniz; ama ben bunu okumadım, kapağını bile açmadım. Kutsal kitabınızı okuyarak, düşünerek, aklımı kullanarak Sizin varlığınıza ulaşabileceğim, varlığınızı anlayabileceğim fikrine bir an olsun bile inanmadım. Duygularımızı aklımızın esaretinden kurtaramadığımızda bu duygularımız doğallığını kaybedip yapmacıklaşıyor ve işin kötü tarafı insan aklının esaretinde yaşadığı bu yapmacık duyguları hala doğalmış gibi yaşamaya devam ederken, kendini kandırdığının farkına varamıyor. İşte bu nedenle ben duygularımı ve inançlarımı aklımla yaşamayı her zaman reddettim. İnancımı yapmacıklaştıracak her şeyden uzak durdum. Ben hiçbir zaman kestirme yolu seçmedim. Zor olanı seçme cesaretini gösterdim. Varlığınıza inanmak için, adınızı anmak için önce Sizi tüm benliğimle keşfetmiş olmayı bekledim yani Sizin gelip beni bulacağınız zamanı bekledim. Ve bu keşif sürecinde hiçbir zaman aklıma yenik düşmedim. Çünkü insanoğlunun aklının kandırılmaya, dayatmalarla şekillendirilmeye ve tahrip edilmeye çok müsait bir olgu olduğunu algılayabilmiştim. Sizi keşfetme sürecinde tek yol göstericimin kendi içsel benliğim olduğunu kavrayabiliyordum. Biliyorum ki Size ihtiyacım varsa, inanmaya ihtiyacım varsa Sizi keşfetmeme yardım edecektiniz, gelip beni bulacaktınız. İnancımı aklımın değil, kalbimin yönetmesine izin verdiğim sürece Size daha yakın olabileceğimi biliyordum. Ve ancak Sizi keşfettiğimde Sizi düşünebileceğimin, Sizin hakkınızda fikirler üretebileceğimin farkındaydım. Ama Sizi keşfetmeden bunu nasıl yapabilirdim? Keşfedilmemiş, varlığı kalbin derinliklerinde hissedilmemiş bir kavram hakkında, temelinde akıl ve düşünce yatan eylemlerde nasıl bulunulabilirdi ki? İnancımı hiçbir şeyle sınırlamadım, bunu asla yapmadım. Bir ciltlik kitaplar öyle diyor diye değil; annem, babam, akrabalarım, yakınlarım öyle yapıyor diye değil; toplum bunu öyle dayatıyor diye değil; kalbim istediği, kalbim arzuladığı için inanmayı tercih etmek istedim. “Toplumsal alışkanlıklar”ın benim inancım olmasına izin vermedim. Yaşanılacaksa, bu inancın toplumdan bağımsız, herkesten bağımsız, sadece Sizin ve benim aramda yaşanacak “ruhsal bir arınma”, “ruhsal bir huzura kavuşma” süreci olsun istedim. Sadece ben ve Siz olun istedim. Toplumsal alışkanlıklara “işte bu benim inancım” demek o kadar kolay bir yol olurdu ki... Ama ben bu yolu seçmedim. Ve şu anda da bunun için en küçük bir pişmanlık duymuyorum. Eğer bu yolu seçmiş olsaydım, ulaşmak istediğim o tek mutlak güce, Size, ulaşamayacağımı çok iyi biliyordum. Başkalarına, başka şeylere endekslenen; kendi içsel benliğinizin dışında, kendi varlığınızın dışında herhangi bir şeye endekslenen bir inanç, nasıl bir “inanç” olabilirdi ki? Olsa olsa bir dayatma olurdu. Mükemmelliğinizi hissetmenin, sonsuzluğunuzu hissetmenin tek yolu, inancımı dayatmalardan, sınırlardan, dört duvar arasından kurtarmaktı. Sizi ve inancımı tek ciltlik kitaplara hapsedemezdim. Sizi ve inancımı sınırlar arasında yaşayamazdım, sonsuz olanı sınırlayamazdım. Kimsenin, hiçbir şeyin bana nasıl inanmam gerektiğini öğretmesine izin veremezdim. Zaten ”inanmak” öğretilebilir miydi ki? “İnanç” öğretilebilir miydi ki? Nasıl anneye duyulan sevgi; bir kız arkadaşa , bir erkek arkadaşa duyulan sevgi öğretilemiyorsa, hüzün, mutluluk, öfke, nefret, sevinç, coşku, aşk, intikam öğretilemiyorsa, sadece yaşanıyorsa, inancı da kimse öğretemezdi. İnanç sadece yaşanırdı. Ama öyle çok insan bu aldatmaya, bu cahilliğe kurban gidiyor ki... Nasıl inanmaları gerektiğinin öğretilmesini o kadar doğal karşılıyorlar ki... Ve öğretilen şeylere “işte bu benim inancım” diyerek öyle sıkı sıkıya sarılıyorlar ki başka hiç bir şeyi gözleri görmüyor. Başkalarından “öğrenilen” şey nasıl “inanç” olabilir ki? Doğal olarak yaşayamadığın, başkaları öyle öğrettiği için yaptığın şey nasıl inanç olabilir ki? Bu şey olsa olsa “din” olur. Keşke insanlara nasıl inanmaları gerektiği değil de sadece din”ler” öğretilebilse. Keşke bu dinlerin temel felsefelerini öğretmekle yetinilebilse, keşke insanlara bunların içinden sadece birini seçip ona göre inanmaları gerektiği konusunda zorlamalarda, baskılarda, dayatmalarda bulunulmasa. Keşke insanlara diğer insanların nasıl inandıklarına dair bilgiler verilip, insanların kendi inançlarını kendilerinin, sadece kendilerinin yaşamasına izin verilse ve doğal olanın bu olduğu söylenebilse. Belki de böylece kimse kimseyi etkilemeye çalışmaz; inançları daha samimi olarak yaşayabilirlerdi. Belki de Siz din kurumunu yaratmamış olsaydınız her şey çok daha güzel olabilirdi dünyada. İnsanlık tarihindeki bütün savaşların kökeninde “din” olgusunun yattığı düşünülürse, belki de din olgusu yaratılmamış olsaydı, milyarlarca insan acı çekmek, birbirlerine acı çektirmek zorunda kalmazlardı. Ama tabi ki de Sizin insanları sınamanız gerekiyordu. Ama insanların doğru yolu bulması için, güzel olanı, iyi olanı keşfetmesi için yarattığınız bu din kurumu bütün savaşların, acıların, işkencelerin, kötülüklerin, zulümlerin temelini oluşturdu, ne kadar da ironik. Keşke insanoğlu inancını bir din çatısı altında, bir din sınırlaması altında yaşamak zorunda kalmasaydı, keşke insanoğlu inançlarını bir din çatısı altında yaşamayı seçtiğinde de bu dini başkalarına da dayatmaya kalkmasaydı, keşke insanoğlu Allah`ına, Tanrı`sına, Yehova`sına, Nirvana`sına, Doğa` sına, Evren`ine artık o mutlak güce ne ad veriyorsa ona toplum olarak değil de bireysel olarak ulaşmaya çalışsaydı. Keşke insanoğlu, inancın “Tanrı`yla Birey arasında” özel olarak yaşandığını kavrayabilse ve inancına kimseyi karıştırmamayı becerebilseydi. Ne annesini, ne babasını, ne kardeşini, ne çocuğunu, ne akrabasını, ne yakınını, ne arkadaşını, ne de toplumu. Keşke insanoğlu “İnsanlık” dininde buluşup inançlarını özgür olarak yaşayabilseydi. Kendi dinlerini; başkalarına dayatılacak, başkalarına empoze edilecek bir kavram olarak değil de, sadece Tanrı ve içsel dünyaları arasında gerçekleşen bir arınma, bir ruhsal huzura kavuşma sürecinin yaşandığı bir kavram olarak algılayabilselerdi. Kendilerine “sen nesin?” diye sorulduğunda; “ben Müslüman`ım, ben Yahudi`yim, ben Hristiyan`ım, ben Budist`im, ben Ateist`im” yerine “ben İnsan`ım” diyebilselerdi.
T: Ben bütün kullarıma bana ibadet etmeleri gerektiğini bildirdim. Onlardan benim için namaz kılmalarını, oruç tutmalarını, hacca gitmelerini, zekat vermelerini, varlığıma, birliğime, mükemmelliğime inanmalarını, dua etmelerini, kurban kesmelerini, adımı anmalarını, beni selamlamalarını istedim. Ama sen bunların hiç birini yapmadın. Bu konuda kendini nasıl savunacaksın?
E: Evet hiç birini yapmadım. Kulunuz olmayı yeterince beceremedim. Çünkü insan “kul” olmadan önce “insan” olmayı becerebilmelidir.İnsanlara bağışladınız insani özelliklerin farkında olması; bu özellikleri hiçbir dayatma, zorlama, emrivaki olmadan kendi doğallığı içinde yaşamayı becerebilmelidir. İnsan olmanın gereklerini yerine getirebilmelidir. Size, en mükemmel olana, yaradanına inanmadan önce kendi insani kimliğine inanmayı becerebilmelidir. Kendilerine inanmayı beceremeyen; insan denen sıradan, aciz bir varlığa inanmayı beceremeyen insanoğlu nasıl olur da Sizin gibi mükemmel bir varlığa inanma cesaretini gösterebilir ki? Nice insanlar tanıdım, kendine inanmadan Size inanmaya yeltenen. Kim bilir bunun hesabını Size nasıl verecek onlar? Ben “İnsan” olmayı becerebilmek için çaba harcamadan, kendimi “Kul Olma” gibi kutsal bir mertebeye çıkaracak kadar yüzsüz değildim, hiçbir zaman da olmadım. Onun için, eğer beni cezalandıracaksanız, kulunuz olmayı beceremediğim için değil, insan olmak için yeterince çaba sarf edemediğim için cezalandırın. Daha kendi “tür”ünü selamlamaktan aciz bir insan, nasıl olur da Sizi selamlamaya cesaret edebilir. Bunun hesabını Size verebilir mi ki? Ne adınızı anmak ne de başkalarına yardım etmeniz için Size dua ettim. Evet belki varlığınıza inandım, ama insanlara müdahale ettiğinizi düşünmüyordum. Çünkü insanlara veya doğaya bir şekilde müdahale ediyor olsaydınız, iyi insanlar mutlu ve kötü insanlar mutsuz olurdu. Ama hayattayken gördüm ki hep bunun tersi oluyordu. Eğer yardım ediyor olsaydınız, çöplerde yiyecek arayan çocuklara yardım ederdiniz ya da çocukları o duruma getirenleri engellerdiniz ya da o çocuklar için ve acı çeken daha birçok insan için dua edenlerin, iyi insanların dualarını kabul ederdiniz. Ama emindim ki Siz hiç birini yapmıyordunuz. Çünkü böyle şeyler yapmayarak Tanrı olmanın birinci şartını yerine getiriyordunuz. Yani adaletli oluyordunuz. Bazılarına yardım edip bazılarına yardım etmemiş olsaydınız, bu, adaletli olduğunuz gerçeğiyle zıt düşerdi. Onun için hiç kimseye yardım etmeyerek herkese eşit davranıyor, böylece de herkese eşit adalet sağlamış oluyordunuz. En azından böyle olabileceğini düşünüyordum. Belki de böyle düşünmeyip kestirme yolu seçmeliydim. “Bu dünya bir sınav yeri, acı çekenler ve çektirenler olacak, ama herkes hakkettiğini diğer tarafta alacak, onun için bizim yapacağımız tek şey elimizden geleni yapıp, dua edip herşeyin sonucunu O`nun takdirine bırakmaktır, O`nun neyi neden yaptığını sorgulamak haddimiz değildir; “”benim yapabileceğim tek şey sebeplere başvurup gayret gostermektir, Allah`ın Hakiim isminin tecellisi için gayret etmektir ama her zaman sonucu Allah`tan beklemek kulluğun gereği olduğuna göre, sonuçları yaratmak Allah`ın takdiridir, orası bizim görevimiz değildir””
diye düşünmeliydim. Ama benim, kestirme yolu seçmemi gerektirecek bir acelem yoktu. Uzun yoldan da ulaşabileceğim yere ulaşabileceğimi biliyordum. Bir şeyi başaramadığımda, elimden gelen her şeyi yaptığım halde başarısız olduğumda “demek bunun böyle olması gerekiyormuş, Tanrı böyle olmasını istiyormuş” deyip kestirip atmadım hiçbir zaman. Hiçbir zaman bir kabullenilmişlik içerisine girmedim. Elimden gelen her şeyi yaptığım halde başarısız olduğum bir konuda düşünürken daima “başarısız olduğuma göre elimden geleni yeterince yapamamış” demeyi tercih ettim ve tekrar denedim, daha büyük çabalar harcayarak yine denedim. Yine başarısız olduğumda “anlaşılan yine yeterince çaba gösterememişim” diyip tekrar denemeye giriştim. Her başarısız olduğumda, kollarımı tekrar sıvayıp işe tekrar daha büyük bir çabayla girişiyordum. Ama asla ve asla “Ben elimden geleni yaptım, ama Tanrı bu işin de böyle olmasını istiyormuş demek ki” deyip, “herşeyde bir hayır vardır” deyip, kabullenilmişlik zırhının içine kendimi sokmuyordum. Çünkü kolay olandı bu zırha sığınmak, zor olansa bu zırhı kullanmadan mücadele etmek, en azından zırhsız mücadele etme cesaretini gösterebilmekti. Sorumluluğun yükünü sırtımdan atıp Size yüklemek benim için de o kadar kolay olurdu ki; ama ben hiçbir zaman bu kadar alçalmadım. Onun için beni cezalandıracaksanız, çaba harcadıktan sonra tevekkül etmediğim için değil, başaramadığım konularda gereksiz yere daha fazla çaba harcadığım için cezalandırın beni. Evet Sizin için hiç ibadet etmemiş, gönderdiğiniz kitapların hiçbirini okumamış olabilirim; ama o kitapların hiçbirinde bencilliği destekleyen ifadeler kullandığınızı zannetmiyorum. İnsan, sadece kendini düşünerek, sadece kendi çıkarlarına yararlı olacak şekilde davranışlarda bulunduğunda buna Dünya üzerinde “Bencillik” adını veriyorlardı. Ama aynı amaçla yapılan davranışlar Sizin uğrunuzda yapıldığında insanlar bunu “İbadet” olarak adlandırıyordu. Ne kadar da ironik. Düşündüm ki oruç tutmanın, namaz kılmanın, hacca gitmenin, dua etmenin insanın kendisinden başka kime ne yararı vardı? Bütün bunlar kimin çıkarına hizmet etmekteydi? İnsan, kendinden başkasına yararı olmayan bir etkinlikte bulunmayı nasıl olur da “İbadet” denen kutsal kavramla örtüştürme çabası içine girebilirdi, buna nasıl cesaret edebilirdi? Bunların hepsi cennete giden bileti kapabilmek için, cehennemin direğinden dönebilmek için gerçekleştirilen yapmacık tavırlardı. Ayağa kalkıp yere kapanmanın, insanın kendisinden başka kime ne yararı vardı? İnsanların Sizin ne kadar yüce, ne kadar mükemmel bir varlık olduğunuzu Size hatırlatmasının ne gibi bir mantığı olabilirdi, Siz zaten biliyorsunuz herşeyi yaratanın, en yüce olanın Siz olduğunuzu ve biz nasıl unutabiliriz ki Sizin en yüce olduğunuzu, yaradan olduğunuzu? Niye oruç tutayım ki? Kendimden başka kime yararı var oruç tutmanın? Nefsime hakim olmak için mi, açların halinden anlamak için mi oruç tutmalıyım? Sahurda kuş sütü eksik olmayan sofralarda yemek yiyip, akşam ezanı okunduğunda yine kuş sütü eksik olmayan sofralarda oruç açıp karnımı doyuracağımdan emin olarak mı, bu güvenceyi hissederek mi açların halini anlayacağım? İnsanlar iftarda “pastırma mı yesem, salam mı yesem; yemekten sonra kaymaklı ekmek kadayıfımı yoksa kazandibimi yesem; normal ekmek mi kepekli ekmek mi yesem” sorularına cevap ararken, çöpleri karıştıran çocuklar “acaba bu akşam ekmek bulabilecek miyim” sorusuna cevap arıyor maalesef. Ve emin olun ki onlar “normal ekmek mi bulsam, kepekli ekmek mi bulsam” diye düşünmüyorlar. Köpeklerin koklayıp bir kenara ittiklerini bulduklarında sevinç çığlıkları atıp mutlu oluyorlar. “Belki bunların birazını aileme de götürebilirim” diye düşünüyorlar. Sen iftardaki yemeklerin garantisini bilerek aç kalmışsın kalmamışsın neye yarar. Bu şekilde mi açların halinden anlarız. Çöpte ekmek arayan çocuklar, “bulduğum ekmeğin hepsini mi yesem yoksa birazını da yarına mı saklasam” hesapları yaparken, sen “niyet ettim Allah rızasıyla oruç açmaya” diyerek yemeklere gömüldükten sonra üzerine bir de Allah`ına şükürler sunarsan, “Allah`ım olmayanlara da ver” deyip sevap haneni kabarttığını düşünürsen, yarın Allah`ın sana bunun hesabını sormaz mı? Allah sana “O zengin sahur, iftar sofralarından yiyeceğin kadar yemeği tabağına doldurduktan sonra, o yiyeceklerin zerresine dokunmadan o çocukların çöplüğüne gidip o yiyecekleri onların önüne koydun mu, onların bu yemekleri yerken yüzlerindeki mutluluğu seyrettin mi, sana başkalarını doyurma fırsatı verdiğim için hiç aç karnına bana şükrettin mi?” diye sormaz mı? “Bunları yapabilseydin sevap hanen kabaracaktı” diyecektiniz belki de onlara Tanrım. “İşte ibadet budur” diyecektiniz o zaman kullarınıza. Yanlış mı düşünüyorum? İbadet, öyle yalandan açlık yaşayıp, bir oyun misali cennet piyangosunda ön saflarda yer almak için çırpınarak yapılmaz. Ne anlamı var dört duvar etrafında dönüp durmanın, kendinden başka kime ne yararı var bunun? Ne anlamı var kurban kesmenin? Sadece “kan akıtmış olmak” için Tanrı`nın binbir mükemmellikle yarattığı canlıları katletmenin? Daha sonra etlerin en güzel parçalarını kendine ayırıp, geri kalanını sevap haneni kabartsın diye sağa sola dağıtmanın? Sevap kazanmak için zekat vermenin ne anlamı var? Bu yardım mıdır, yoksa sevap satın almak mıdır? Cennete gitmenin bir şartı olarak yapılıyorsa bu yardım, yapmayın o zaman yardım, eminim daha çok sevap kazanırsınız kendinizi bencillikten kurtarabildiğiniz için. Özür dilerim Tanrım, bazen üçüncü şahıslara vaaz veriyormuşum gibi oluyor konuşmalarım, inanın bana isteyerek değil, bilinç dışı oluyor, beni affedin bunun için, biliyorum haddim değil, ama...Televizyonda görmüştüm onları. Amazon Ormanları`nın derinliklerinde, Afrika`nın ıssız çöllerinde, Avustralya`nın engin düzlüklerinde yaşayan yerliler, kabilelerdi onlar. Sorsanız, ne kutsal kitapları var ne de peygamberleri. Tek yol göstericileri kalpleri. Hepsi de yüce olana, mutlak olana, yani Size tapıyor, törenler yapıyor, ayinler düzenliyorlardı. Demek insan isteyince, ihtiyaç duyunca kutsal bir kitap olmadan da, peygamber olmadan da bulabiliyordu Tanrı`sını. Neden o zaman bu sınırlamalar, bu özgürsüzlükler. Cezalandıracaksanız beni ibadet etmediğim için değil, özgür olmanın peşinden sürüklenmeme engel olamadığım için cezalandırın.
T: Beni kullara şikayet etmen, bana kızman, bana öfkelenmen, bana isyan etmen... Bunları nasıl savunacaksın?
E: Siz değil misiniz insanı yaratan? İnsan sahip olduklarını Sizden ödünç almadı mı tekrar Size vermek için? Sahip olduklarının asıl sahibi Siz değil misiniz? İnsanı “insan” yapan Siz değil misiniz? Sizi bütün benliğimle yaşadığım için şimdi beni mi suçluyorsunuz? Belki de “ne cüretle bana soru soruyorsunuz” diyorsunuzdur içinizden; ama unuttunuz mu Tanrım şu anda K.` nın rüyasını yaşıyoruz, fantezi bir hikayenin parçalarıyız şu an. Ama Siz değil misiniz bana özgür irade veren, düşünmem için akıl veren. Bu irademi, düşünme yeteneğimi kullanmam için şu an en iyi yer ve zaman değil mi ki? Sonuçlarına katlanacak olan benim ne de olsa öyle değil mi? Ne annem, ne babam, ne kardeşim, ne çocuğum, ne akrabam, ne yakınım, ne de beni hiç tanımayan insanlar. Sadece benim, sonuçlara katlanacak olan. Sizi öz benliğimle, tüm varlığımla yaşadığım için beni suçluyorsunuz. Sevgimle, korkumla, hayranlığımla, saygımla, mutluluğumla, kızgınlığımla, öfkemle, küfürlerimle, isyanlarımla... İnsan olmak ne demekse o şekilde yaşadım Sizi. Ne anlamı var bana verdiklerinizi Size öldükten sonra iade etmemin, ben hayattayken paylaştım Sizinle bana verdiklerinizi. Bana verdiklerinizi Sizinle paylaşma mutluluğunu yaşadım. Bunun için mi suçluyorsunuz beni? Cennete gitmek uğruna, cehennemden uzak durmak uğruna “Sizi yaşamayı” sınırlara koyamaz, kalıplara sokamazdım. Cennete gidicem diye kukla olamazdım. İnsan olmayı tercih ettim ve bunun için kalbimde en küçük bir pişmanlık duymuyorum. Ve hala da inanıyorum ki en güzel ben yaşadım Sizi. Tüm varlığımla, tüm ruhumla, tüm insanlığımla yaşadım Sizi. Yine şansım olsa, yine öyle yaşardım Sizi. Bütün duygularımı yansıttım Size. Sadece sevgimi, saygımı, hayranlığımı, korkumu değil. Ne varsa içimde onu yansıttım Size, bana ne verdiyseniz onu yansıttım Size. Ne eksik ne fazla. Dürüstçe. Dürüst olmaktan başka çıkar yol var mı ki? Siz zaten bilmiyor muydunuz her şeyimi, içimdekini, dışımdakini, aklımdakini, yüreğimdekini? O zaman ne anlamı olurdu öfkemi, kızgınlığımı, küfürlerimi, isyanlarımı saklamanın... Açığım ben her şeye... Özgürüm ben, Sizi özgürce yaşayabildiğim sürece. Ne isem oyum ben. “Ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün”... Ne güzel bir sözdür bu öyle değil mi? Cennete gidicem diye, cehennemden uzak durucam diye ikiyüzlü, dalkavuk, çıkarcı olamazdım. Yeri geldi Size küfürler ettim, yeri geldi Size isyan ettim, yeri geldi Size methiyeler düzdüm. Ve arkasındayım hala bu yaptıklarımın. Bu yaptıklarım özgürleştirdi beni, bu yaptıklarım insanlaştırdı beni. Cenneti bir çıkar olarak göremezdim, cenneti bir amaç olamaz göremezdim. Beni bütün bu duygularla yarattınız ve ben de Sizi bütün bu duygularımla yaşadım. Bundan doğal ne olabilirdi ki? Ne mutlu bana Sizi doğal olarak yaşadım. Bana “”Bize düşen Allah`ın rahmetini itham ve onu kullara şikayet değildir”” dediler. Ben yine de özgürce yaşamayı tercih ettim Sizi, benim seçimim değil mi, sorumlusu ben değil miyim? Ayrıca Siz değil misiniz çeşitlilikten hoşlanan? Milyonlarca çeşit hayvan, milyonlarca çeşit bitki, milyonlarca çeşit insan, sayısız kişilik özelliği, sayısız düşünce şekli yaratan Siz değil miydiniz? Bunca çeşitliliği yaratan Size neden tek bir kalıp da ibadet edeyim ki, Sizin hakkınızda neden tek bir kalıp da düşüneyim ki, Sizi neden tek bir kalıp da yaşayayım ki? Ben Sizi Sizin sevdiğiniz şekilde yaşadım. Bütün çeşitleriyle yaşadım sizi. Belki “Benim neyi sevdiğimi sen nerden biliyor olabilirsin?” diye sorabilirsiniz. Böyle hissettim, insan hislerini, duygularını, inançlarını engelleyebilir mi? Böyle hissettim, böyle inandım.. Evet ben Size hiç ibadet etmedim ve Size ibadet eden o kadar çok insan vardı ki. Nice insan tanıdım namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, zekat veren, kurban kesen, dua eden. Kimileri öyle gerektiği için, cennete gidebilmek için, cehennemden uzak durmak için yapıyordu tüm bunları, ve dayatıyorlardı diğerlerine. Ama kimileriyse sadece ruhsal bir arınma yaşamak için, ruhsal bir huzura kavuşmak için yapıyordu aynı ibadetleri, çıkar olarak cenneti düşünmeden yapıyorlardı. Kimseye dayatmadan, kimseyi buna zorlamadan. Tanrı`yla kendi aralarında yaşıyorlardı her şeyi, kimsecikleri buna karıştırmadan. İşte gıpta edilecek, imrenilecek insanlardır bu şekilde Tanrı`sını yaşayabilenler. Ne mutluydu onlara, kim leke sürebilirdi ki onların bu inançlarına, saygı duyulur, hayranlık beslenirdi onlara...
T: Son olarak ne söylemek istersin bana?
E: Size asla Sizin istediğiniz gibi ibadet etmedim. Hiçbir kitabınızı okumadım, namaz kılmadım, oruç tutmadım, hacca gitmedim, zekat vermedim, dua etmedim. Kimileri sırf bu ibadetlerden kaçmak için bu şekilde düşündüğümü söyledi, bu düşünceleri bir kılıf olarak, bir zırh olarak kullandığımı söyledi, varsın öyle söylesinler. Beni yine dünyaya gönderseniz yine hiç birini yapmam. Size ibadet ederek değerli zamanımı harcayamazdım. Size harcayacağım vakti, ne yazık ki çalışarak harcadım, yeni şeyler öğrenerek, yeni bilgiler keşfetmeye çalışarak harcadım, bu bilgilerle dünyayı daha iyi bir hale getirmeye çalışarak harcadım. Sıradan bir kulunuzun bir ömür boyunca Size ibadet etmek için ayırdığı zamanı ben para kazanmak için harcadım, Size ayıracağım bu zamanda kazandığım paraları dünyayı daha güzel hale getirebilmek için harcadım. Bu paraları birkaç çocuğun eğitimine katkı yapmak için harcadım. Karnı aç olan bir çocuğu doyurmak için harcadım. Özür dilerim Size karşı geldim, o çocuğun rızkını Sizin vermenizi beklemeyerek Size karşı geldim. O paraları çocuklar çöplükte buldukları ekmeğin yanında bir yudum süt de içebilsinler diye harcadım. Ne de olsa fani dünya... Hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu. Bu kısacık zamanı Size Sizin istediğiniz gibi ibadet ederek harcayamazdım. Şimdi düşünüyorum da insanlık tarihinden bu yana Size Sizin istediğiniz gibi ibadet eden bütün insanlar bu amaç uğruna harcadıkları zamanda para kazanmak için çalışsalardı ve bu parayı bu boktan dünyayı güzelleştirmek için harcasalardı, belki şimdi cennetinize ihtiyaç olmayabilirdi. Böylece Siz de zahmete girmemiş olurdunuz. Keşke insanlar ”” Mazlumlar için de mutluluk, kudretin hükmedeceği ahirette tam anlamıyla yaşanacaktır”” diye düşünmeyip, mazlumlara mutluluğu tam anlamıyla bu dünyada yaşatmak için çaba sarf etselerdi. O zaman ne mazlum kalırdı ne de acılar. Tabi o zaman da Size ihtiyaç kalmamış olurdu. Ve Siz de sıkılmış olurdunuz. Onun için herkes için en iyisi buydu galiba. Hakkedenler eninde sonunda mutlu olacaktı, Siz de Tanrı`lığınızı devam ettirmiş olacaktınız. Belki de gerçekten de en iyisi buydu. Ama ben yine de Size hiç istediğiniz gibi ibadet etmedim. Sadece başkalarına yararlı olmaya çalıştım, bu boktan dünyayı insanca yaşanabilecek hale getirmek için küçücük de olsa çaba harcadım. Ve işte bu çabalardır benim ibadetim. Kusura bakmayın, Size Sizin istediğiniz şekilde ibadet etmek için zamanım yoktu. Sizin istediğiniz ibadetleri, beni cennetinize kabul edin diye Size rüşvet olarak sunamazdım. Kendimi değişmeyene hapsedip, değişim özgürlüğünden mahrum bırakamazdım kendimi. Demir atamazdım hiçbir yere...Onun için beni Size ibadet etmediğim için değil, bu dünyada adınızı bir kere bile anmadan kullarınıza kötü örnek olduğum için, zamanımı gereksiz şeylere harcadığım için cezalandırın.

Ve K. uykusundan uyandı. Birazcık düşündü, yatağından kalktı, yüzünü yıkadı. Ailesiyle birlikte sahur sofrasına oturdu. Yemeğini yedi ve tekrar yatağına gitti. Gözleri yavaş yavaş kapandı. Bu sefer K. rüya görmedi. Sabah kalktı. Namazını kıldı ve evden çıktı, artık K. işe doğru ağır adımlarla yürümekteydi...

İşte bu fantezi hikayeyi 3 kişiye gönderirseniz hayatınızda hiçbir şey değişmeyecek. 5 kişiye gönderirseniz hayatınızda yine hiçbir şey değişmeyecek. 10 kişiye, 50 kişiye , 250 kişiye, 1000 kişiye gönderseniz de hayatınızda hiçbir şey değişmeyecek. Ne maaşınız artacak ne terfi alacaksınız ne piyangodan para çıkacak ne bir peri gelip size bir müjde verecek ne de bir melek gelip en çok istediğiniz dileğinizi sizin için gerçekleştirecek. Çünkü bu mail`i okumak gibi fuzuli bir iş konusunda bu kadar sabırlı olduğunuza göre; siz zaten istediğiniz dileği gerçekleştirmenin tek yolunun kendi çalışmalarınızdan, kendi emeğinizden ve kendi alın terinizden geçtiğini bilecek kadar mantıklısınızdır da aynı zamanda.

Ama eğer bu hikayeyi okumadan silerseniz ya da okuyup da kimseye göndermezseniz hayatınızda yine hiç bir şey değişmeyecek. Ne para kaybedeceksiniz ne işten çıkarılacaksınız ne de bir yakınınız kaza geçirecek. Eğer bu fantezi hikayeyi okursanız, sadece sıradan bir yazarın sıradan düşüncelerini okumuş olacaksınız. Dolayısıyla yeni düşünceler, yeni bir şeyler öğrenmiş olacaksınız. Bir insanın bu şekilde de düşünüyor olabileceğini öğrenmiş olacaksınız. Veya “bazı konularda yazarla benzer düşünüyoruz” diyerek bu benzerlikten dolayı küçücük de olsa mutluluk yaşayacaksınız; veya “hayır, bu konularda benim düşüncelerim bu yönde değil” diyerek biraz daha derinlemesine düşünmenizin sebebi olabilecek bu hikaye; veya “bunlar benim düşüncelerimle taban tabana zıt, böyle şeyler yazabilen biri ancak cahildir, ahlaksızdır, kafirdir, aptalın tekidir” diyerek yazara küfürler edeceksiniz. Olsun, her halükarda yazar yararlı bir şeyler yapmış olacak. Kimileri yazarın sayesinde yeni bir şeyler öğrenmiş olacak, kimileri az da olsa mutlu olacak, kimileri düşünme fırsatı bulacak, kimileriyse yazara küfredip üzerlerindeki olumsuz enerjiyi boşaltmış olacak. Sonuçta yazar yararlı bir amaca hizmet etmiş olacak ve başkalarına yararlı olduğunu hissettiği için mutlu olacak. Her şeyden önemlisi, yazar kendi düşüncelerini farklı düşünen insanlarla medeni bir şekilde paylaşmış olabileceği düşüncesiyle daha da büyük bir mutluluk yaşayacak.

SON

jockeя
07-11-2007, 11:30 PM
ülkenin birinde

ülkenin birinde kral birgün çok güzel bir deniz manzarası çizmesi için ülkenin en iyi iki ressamını çağırır...
resimlerden hangisini beğenirse onu alıcak ve ressama yüklü bir meblağ ödeyecektir...
ressamlardan biri yaşlı ve tecrübeliyken diğeri çok gençtir...
yaşlı ressam tecrübelerinden faydalanarak göz alıcı, cafcaflı bir deniz manzarası çizmeye başlar, genç ressamsa tek tek her damlayı çizmeye çalışmaktadır...
bir ay sonra yaşlı ressam resmini bitirmişken genç ressam henüz resmin binde birini bile tamamlayamamıştır...
kral resimlere baktıktan sonra yaşlı ressamın yaptığı resmi beğenir, diğeri zaten bitecek gibi gözükmemektedir...
kral biten resmi alır ve genç ressama çizmesine gerek kalmadığını, diğer resmi aldığını söyler...
fakat genç ressam çizmeye devam eder, balıkların pullarına kadar tek tek uğraşmaktadır...
aradan yıllar geçer, genç ressam artık iyice yaşlanmıştır, ölüm fazla uzak değildir ancak hala resmin yarısı bitmemiştir...
bir arkadaşı daha fazla dayanamaz ve ressama sorar...
- artık iyice yaşlandın, bu resmi bitirmeye ömrün yetmeyecek, neden sen de diğer ressamlar gibi resmini bitirmiyorsun..?
ressam şöyle der...
- ben; bu resme bakıp deniz zannetsinler diye değil, denize bakıp resim zannetsinler diye çiziyorum...

jockeя
07-11-2007, 11:31 PM
NERGİS İLKESİ
Kızım defalarca telefon edip, "Anne, zamanları geçmeden gelip nergisleri görmelisin" demişti. Aslında gitmek istiyordum, ama Laguna'dan Arrowhead Gölü neredeyse iki saatlik araba mesafesindeydi. Biraz gönülsüzce, "Haftaya Salı geleceğim" diye söz verdim. Çünkü bu üçüncü telefon edişiydi.
Ertesi Salı yağmur ve soğukla birlikte geldi. Ama ne çare, söz vermiştim bir kere ve bu yüzden arabaya atlayıp gittim. Carolyn'in evine girip kızımı kucakladıktan ve torunlarımla hasret giderdikten sonra dedim ki, "Nergisleri boş ver Carolyn! Yol sisten görünmüyor. Zaten şu anda seni ve çocukları o kadar çok özlemiş durumdayım ki bir metre daha araba kullanmayı
düşünmüyorum!"
Kızım sakince gülümsedi ve "Biz her zaman böyle havalarda araba kullanıyoruz, anneciğim" dedi. Bense, "Hava açılmadan dünyada tekrar yola çıkmam. O zaman da doğru evime döneceğim!" diye kararlı bir şekilde konuştum. Carolyn, "Arabamı almak için beni garaja kadar götürebileceğini düşünmüştüm" deyince "Ne kadar mesafede?" diye sordum. "Sadece birkaç yüz
metre ötede" dedi Carolyn. "Tamam o zaman, götürürüm. Nasılsa bu kadar yola alışığım" dedim. Yola çıktıktan birkaç dakika sonra "Nereye gidiyoruz biz? Bu yol garaj yolu değil!" diye sordum. Carolyn gülerek, "Garaja uzun yoldan
gidiyoruz" dedi, "Nergislerin yolundan." "Carolyn!" dedim sert bir sesle, "lütfen geri dön." "Tamam anne", dedi Carolyn, "inan bana; bu fırsatı kaçırırsan kendini asla bağışlamazsın."
Yirmi dakika kadar sonra küçük bir çakıl yola saptık ve ileride bir kilise gördüm. Kilisenin diğer ucunda elle yazılmış "Nergis Bahçesi" yazısı vardı. Arabadan çıkarak her birimiz bir çocuğun elinden tuttuk ve patikadan aşağı
doğru yürüyen Carolyn'i takip etmeye başladım. Patika yolun dönemeç yaptığı yeri döner dönmez gördüklerim karşısında nefesim kesildi. Dünyanın en göz alıcı görüntüsü gözlerimin önünde uzanıyordu. Sanki birisi koca bir kazan
dolusu altını alıp dağın zirvesinden aşağıya, yamaçlarına doğru boca etmişti. Çiçekler görkemli bir şekilde, helezonlar halinde, koyu turuncu, beyaz, limon sarısı, somon pembesi, hardal ve krem, rengarenk, adeta kurdeleler gibi ardarda dizilmişlerdi. Aynı renkteki çiçekler bir arada ekilmiş olduğundan, her biri kendi rengindeki bir ırmağı andırırcasına akıp gidiyordu.
Beş dönüm çiçek vardı. "Fakat, bütün bunları kim yaptı?" diye sordum Carolyn'e. "Sadece bir tek kadın" diye cevapladı, "Kendisi de burada yaşıyor; burası onun evi." Tüm o ihtişamın ortasındaki küçük ve mütevazı, iyi bakılmış, A şeklindeki bir evi gösterdi. Eve doğru yürüdük. Evin girişindeki bahçede bir tabela gördük.
"Cevaplayabildiğim Kadarıyla Soracaklarınızın Yanıtları" yazıyordu tabelada. İlk yanıt basitti, "50.000 çiçek soğanı" diyordu. İkinci yanıt, "Hepsi birerbirer, bir kadın tarafından. İki el, iki ayak ve birazcık akıl ile." Üçüncüsü, "1958'de başlandı" idi. İşte bu, Nergis İlkesi buydu. O an benim için hayatımı değiştirecek bir deneyim oldu. Hiç görmemiş olduğum bu kadıncağızı düşündüm, aşağı yukarı kırk yıl önce bu işe koyulan, her seferinde bir çiçek soğanı ekerek, görülmesi bile zor bir dağa göz zevkini
ve neşesini getirmiş olan o kadını. Ama, her seferinde tek bir çiçek soğanı ekerek, yıllar boyu süren çabası sonucunda dünyayı değiştirebilmişti. Bu bilinmeyen kadın, içinde yaşadığı dünyayı ebediyen değiştirmişti. Tarifi zor bir büyülü ortam, güzellik ve ilham yaratmıştı.
Onun nergis bahçesinin öğrettiği ilke, en çok bilinen prensiplerden biriydi. Yani, amaçlarımıza ve arzularımıza doğru her seferinde bir adım atarak -daha çok küçük birer adım atarak- ulaşmayı öğrenmek, bir iş yapmayı sevmesini öğrenmek ve zaman birikiminin nasıl kullanılacağını öğrenmek.
Zamanın küçük parçacıklarını ufak günlük çabalarımızla çarptığımız zaman, kendimizin de muhteşem şeyler yapabileceğimizi görürüz. Biz de dünyayı değiştirebiliriz. "Yine de bu beni biraz üzüyor" dedim Carolyn'e. "Düşünüyorum da, otuz beş-kırk yıl önce böyle güzel bir amaçla ben yola çıkmış olsaydım, şu anda ne kadarına ulaşmış olabilirdim acaba?" Kızım, günün anlamını, kendine has tevrıyla kısaca, "Bunu öğrenmeye hemen yarın başla!" diyerek özetledi.
Dün kaybettiğimiz saatleri düşünmenin hiçbir yararı yok. Pişmanlığımızın nedenlerinden bahsedeceğimize kutlanacak bir ders almak istiyorsak, "Bunu bugün nasıl işe yarar hale getirebilirim?" sorusunu sormamız yeterlidir.

jockeя
07-11-2007, 11:31 PM
Kurabiye hırsızı


Bir kadın havaalanında bekliyordu. Uçağının kalkmasına epeyce zaman vardı. Havaalanındaki kitapçıdan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp, kendisine oturacak bir yer buldu. Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, bir ara yanında outran adamın oldukça cüretkar şekilde aralarındaki paketten birer birer kurabiye aldığını gördü ama görmezlikten geldi. Bir yandan kitabını okurken, bir yandan da saatine bakıyordu. “Kurabiye hırsızı” bu arada kurabiyeleri yavaş yavaş tüketiyordu.

Kadının kulağı satin tik taklarındaydı ama bunlar sinirlenmesini engelleyemiyordu. Kendi kendine düşünüyordu: “Kibar bir inisan olmasam şu adamın gözlerini morartırdım”. Ama kurabiyeye her uzandığında adam da elini uzatıyordu.

Sonunda pakette tek kurabiye kalınca kendi kendine, “Bakalım şimdi ne yapacak?” dedi. Adam yüzünde asabi bir gülümsemeyle son kurabiyeye uzandı, kurabiyeyi ikiye böldü. Yarısını ağzına atarken, diğer yarısını kadına Verdi. Kadın, kurabiyeyi adamın elinden ‘kapar gibi’ aldı. “Aman tanrım,, ne cüretkar ve kaba bir adam. Teşekkür bile etmiyor” dedi içinden. Hayatında bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu.

Uçağı anons edilince derin bir nefes aldı. Eşyalarını topladı ve çıkış kapısına yöneldi. “Kurabiye hırsızı”na bakmadı bile. Uçağına bindi ve rahat koltuğuna oturdu. Sonra bitirmek üzere olduğu kitabını almak üzere elini çantasına uzattı.

Gözleri şaşkınlık içinde açıldı. Bir paket kurabiye çantasında duruyordu. Çaresizlik içinde inledi, “Bunlar benim kurabiyelerimse, ötekiler de onundu ve kurabiyelerini benimle paylaştı.”

Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle. Kaba ve cüretkar olan “kurabiye hırsızı” kendisiydi. (Valerie Cox)


"Hayat, başkalarını suçlamadan önce kendimize dönüp bakmamız gereken yerdir."

jockeя
07-11-2007, 11:31 PM
RESSAM'IN HATASI
Eski bir Hint masalı şöyle sürer gider.
Bir zamanlar çok büyük bir ressam varmış.Eserleri herkes tarafından beğenilirmiş.Ülkenin kralı bile onu Onur madalyası ile ödüllendirmiş.Ona Hint'çe de renklerin ustası anlamına gelen "Ranga Charya"adı verilmiş.Ama hayranları ona kısaca "Ranga Guruji"derlermiş.
Ranga,yıllar içinde,alanındaki ustalığını kanıtlarcasına kendine özgü bir renk stili geliştirmiş.Çok çalışması,yorumu ve konuya kendini vermesi,kendinden sonra gelenlerin takip etmesi için örnek olmuş.
Bir sanat okulu açmış ve orada müritlerine sanatın inceliklerini öğretmeye başlamış.Belli bir müfredatı ve süresi yokmuş okulun.Öğrencinin,yeteneğinden ve bilgisinden kendisi tatmin olduktan sonra onu sanat dünyasına takdim etmesi okulun özelliğiydi.
Kendince bir "Öğrenci Değerlendirme "yöntemi geliştirmişti.Bu,onun çalışma yöntemi gibi,
dünyada eşi olmayan bir yöntemdi.
Okulunda bir öğrenci olan Rajeev çok aceleciydi.Allah vergisi bir yeteneğe sahipti ve Ranga'nın aradığı özellikler doğrultusunda;diğer öğrencilerden çok daha hızlı bir başarı gösteriyodu.
Ranga ondaki bu gelişmeden çok memnundu.Çok övgü ve teşvik almaktan dolayı Rajeev merakla Ranja Guruji'nin onu artık bir ressam olarak ilan edeceği ve hayatının bu şekilde devam etmeye başlayacağı günü bekliyordu.
Bir g,çok kibar bir şekilde Ranga Guruji'ye final uzmanlık sınavını ne zaman alacağını sordu.Ranga gülümsedi ve dedi ki: "Rajeev,sen benim gelecek vaad eden öğrencilerimden birisin.Çok kısa sürede sanatın inceliklerini öğrendin.Sanırım şimdi final sınavının zamanı geldi."
"Sınav konumun ne olduğunu söyler misiniz,Guruji?"Rajeev mutluluğunu ve heyecanını saklamakta zorlanıyordu.
Ranga "Rajeev,bir resim yapmanı istiyorum,bu senin en iyi resmin olmalı ve herkes hayran kalmalı.
Şimdi acele etme ve hayatının şaheserini yap."dedi.
Rajeev gece gündüz çalıştı;en güzel resmini yaptı ve Ranga Guruji'ye getirdi.
Ranga: "Şimdi bunu şehrin meydanında halkın beğenisine sun."dedi. "insanların senin eserini görmelerine izin ver.Resmin altına büyük ve koyu harflerle,bu resmin halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve resimdeki hataların izleyenler tarafından resmin üzerine bir X çizerek belirtilmesini yaz."
Rajeev Ranga'nın dediklerini yaptı..Resmi şehrin en merkezi yerine koydu.Birkaç gün sonra Ranga gidip onu getirmesini söyledi.
Rajeev meydana giderken çok heyecanlıydı.Ancak oraya vardığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı.Tüm resim baştan aşağı X işaretleriyle doluydu.Başarısızlığı böylece anlaşılmıştı.Büyük bir kalp kırıklığıyla
resmi Guru'ya gösterdi.
Ranga O'na asla umutsuzluğa kapılmamasını ve yeniden bir resim yapmasını tavsiye etti.
Rajeev yeni bir sanat şaheseri daha yaptı.Ranga daha önce söylediği şeyleri tekrarladı.Ancak en son satırda değişiklik yaparak.Bu kez Rajeev'e resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi Resmin altına yazdığı mesajda izleyicilerin hataları bulması ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti. Birkaç gün sonra Rajeev resmi almaya gittiğinde şaşırdı.Çünkü resmin üzerinde hiçbir işaret olmadığı gibi aynına konulmuş olan malzemelere de hiç dokunulmamıştı.
Rajeev resmi Guru'suna sunarken çok mutlu olmuş ve kendine güven dolmuştu. Ranga yine gülümsedi,ve"Rajeev bugün öğrenmiş olduğun bu dersle birlikte artık senin eğitimin tamamlandı."dedi.
"Sevgili oğlum,eğer bu dalda mükemmellik ve yücelik istiyorsan sadece sanatta ustalaşmış olman yetmez. Ama insanların,eline fırsat verildiğinde hiçbir şey bilmedikleri bir konuda bile eleştirip,değerlendirme eğiliminde olduklarını da öğrenmen gerekir."
"Eğer dünyayı seni yargılayacak kişi olarak kabul edersen hep hayal kırıklığına uğrarsın.insanlar hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olamadan yargılamalarda bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler.Senin ilk resmini X lerle doldurdular.,çünkü onları engelleyecek hiçbir risk yoktu.Ve çogunun bu konuda hiçbir yeteneği ve bilgisi de yoktu.Ama onlara sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler.Ama aynı insanlar,hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde hiç biri bunu yapmadı.Çünkü bu kez onların bilgisi ve yeteneği risk altındaydı;bu konudaki eksikliklerini göstermekten çekindiler.Uzak durmayı tercih ettiler."
Ranga devam etti:"Böylece sevgili oğlum,senin çalışman,senin yeteneklerin,senin bilgin,senin sanat alanındaki çabaların,senin çok çalışmanın ve içten uğraşılarını değerli bir ürünüdür.Bunu dünyaya bedava sunma.O zaman çalışman ilk resminin uğradığı sonuca uğrar."
"Kendinin yargıcı ol ve değerini kendin belirle ama bunu adalet ve eşitlik ilkeleriyle yap.Ve böyle davrandığında seni temin ederim ki asla ne kendin ne de eserinle hayal kırıklığına uğrarsın."
"Son olarak bir de bu; başkalarının eserlerini de senin değerlendirme hakkın olmadığı anlamına gelir.
"Tanrı seni korusun!Oğlum."
Rajeev'in gözlerinde saygı ve neşe dolu yaşlar vardı.Kalbinin derinliklerinde;eğer bu son dersi almasaydı eğitiminin eksik olacağını hissediyordu.

Nitin KULKARNi

jockeя
07-11-2007, 11:31 PM
HAYAT
Zamanın birinde, bir adam çalismak amaci ile çok uzaklara gitmis ve yillarca çalismis. Sonunda memleketine dönme zamani gelmis. Bu çalisma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmis ve evinin yolunu tutmus.

Evine dogru giderken yolu büyük bir sehirden geçmis.
Yolda yürürken köse basinda birisi "Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe" diye bagiriyormus. Adam düsünmüs: 'Nasil olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yillarca çalistim ve sadece 3000 akçe biriktirdim'
Bu ise pek akli ermemis ama merak iste. Duramamis ve adama bin akçe vererek o nasihati satin almis. Nasihat "KADERDE NE VAR ISE O ÇIKAR" ve yoluna devam etmis...Ilerde yine köse basinda baska bir adam bagiriyormus "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamis bin akçe de o adama vermis ve ikinci nasihati da satin almis. Ikinci nasihat da: GÖNÜL KIMI "SEVERSE GÜZEL ODUR"
Son kalan bin akçesi ile de yoluna devam etmis. Tam sehrin çikisinda yine köse basinda bir adam bir nasihati bin akçeye satiyor. Adam bir parasina bakmis, bir de nasihati satan sahsa, dayanamamis ve kalan son akçesiyle de o nasihati satin almis. Son nasihatte: "HIÇ BIR IS ACELEYE GELMEZ".
Parasiz yoluna devam etmis.
Sehrin çikisinda büyük bir topluluk ile karsilasmis. Topluluk telas içindeymis. Yaklasmis ve radakilerden birine neler oldugunu sormus. Oradan birisi açiklamis, demis ki : Burada sehrin tüm su ihtiyacini karsilayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmus, göndermiyor. Asagiya kim indiyse bir türlü çikamadi. Simdi herkes korkuyor asagi inmeye" Adam düsünmüs ve ilk satin aldigi nasihat aklina gelmis. "Kaderde ne var ise o çikar" asagi inmeye karar vermis. Aslinda bu nasihatleri herkes bilir ama uygulayabilmemiz için belli bir bedel ödememiz gerekiyor.
Inince canavar hemen yakalamis ve yerine götürmüs. Demis ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eger sen bilirsen seni serbest birakirim." Bir dizine sarisin ve dünya güzeli bir kadin, diger dizine de kurbaga koymus ve "söyle bakalim hangisi güzel?" demis. Adam düsünürken aklina ikinci aldigi nasihat gelmis ve "gönül kimi severse güzel odur" demis. Bu cevap canavarin çok hosuna gitmis. Zira canavar,kurbaganin gözlerine asikmis. Adami salmis ve suyu birakmis. Almislar krala götürmüsler ve agirliginca altin vermisler.
Adamimiz yoluna devam etmis ve nihayet evine varmis. Evinin camindan içeri bakmis. Bir de ne görsün; karisi genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kilicini çekmis ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklina gelmis "Hiçbir is aceleye gelmez". Kilicini kinina koymus ve içeri girmis. Hos besten sonra karisina o genci sormus. Kadin da: "bey sen gittiginde ben hamileydim ve bir oglumuz oldu. Bu genç senin oglun" demis.

MEVLANA

uyuzsultan
09-10-2007, 08:27 PM
Bu konular müthiş okurken kendimi gizli mağarada içi hazine dolu bir sandığı açıp onlara daldığımı hissettim :)
Sanki bir servetin ışığıyla aydınlandım gibi geldi :)

¢яєαмιηg
09-13-2007, 08:23 PM
saol kankam ....