вσυя∂¢αη
08-17-2007, 09:33 AM
İçimdeki gemiler
"Anlatacaklarım vardı. Daha çıkmadan yola, bakışlar körelmeden tatlı bir yalnızlıkta ve o malum şarkı sonlanmadan dudaklarımızda, anlatacaklarım vardı..."
Yola çıktın... Saatini kontrol edip etmediğini bile hatırlamıyorum. Sen ömrü hayatında saat takmadın çünkü hiç. Belki bir ara, küçükken, heves ettin çocukluğunun verdiği şımarıklıkla. Sonra, sonra zamanın sillesini ruhunda hissetmeye başladıkça ondan da kaçtın. Kim bilir, belki de gerçekten hiç saatin olmadı ya da sana hiç kimse saat takmadı.
Renkli çizgi romanların ve kuytu köşelerdeki en tozlu kitapların müdavimi oldun hep. Okuldan eve dönerken koca bir günün yorgunluğunu dizlerindeki yaralarla taşıdın. Akranların oyunlar oynardı; hani hepimizin bir zamanlar oynamaktan ölesiye zevk aldığı oyunları... Oysa sen hep okurdun... Düşler, belki de ilk defa o zamansızlıkta büyümüştü içinde... Gözlerini kapattığında sana uzanan kadının tenine ilk o zaman dokunmuştun.
“Hatırlamakta güçlük çektiğin bir geçmişin yol üstünde duran taşlarıyım ben.
Sıcaktı.
Ağustostu.
Beni ilk defa öptüğünde kurudu dünya, bir daha ıslanmamak üzere. İklimin güçlü çekiciliğinde bıraktığım dişiliğimle, kapandım dizlerine. Gidecektin ve ben dur bile diyemeyecektim.”
Sonra ilk gençlik rüyalarında uyandın uykularından fırlayarak. Akranların gibi adam akıllı sevda düşkünü bir rüyaya hiç sahip olamadın. Koynuna alıp da uyuttuğun bir hayal, lokmalarını çiğnerken hazmedebileceğin bir anımsama, ya da ellerine dokunduğunda avuç içlerini terletebilecek bir heyecanın sahipliğini, hiç yapamadın. Varsa yoksa diş bileyerek, hırsla çevrelediğin bir evrenin katı ve soğuk duvarlarında, hayıflanarak çizdiğin sözcüklerin oldu. Kelimelerden kaleler yaparak, surlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermenin her şeyi sana getirebileceğini, en azgın silahlarını sana doğrultsalar dahi ihtişamından geri çekilip sana diz çökeceklerini, gitseler de döneceklerini, kendi gökkuşaklarını tenine dolayacaklarını ve ruhunu bir şekilde besleyebileceklerini çok iyi biliyordun. Haklıydın da. Oysa kalelerin içten fethedilebileceğini nasıl oldu da unutmuştun. Sen, kendi yaralarında boğulacaktın. Kendi taşlarının altında ezilecektin. Tüm bunları bilsen de ne fayda!
Hiç düşündün mü neden diğerlerine göre ölümü daha çok sevdiğini. Ona neden bu denli yakın durduğunu.
Tanrı’nın adını andığını.
Yıktığını.
Küllerinden yeniden bir aşkı doğurduğunu, sonra hiçbir şey olmamışçasına üzerini yeniden toprakla örttüğünü, hiç düşündün mü?
“ Geceye yaklaşırken ve sızarken düşler ellerimizde, bakışlarımızda dinlemediklerini anlatacaktım. Bir kadının neden seninleyken hep bir yanının uçuruma yakın durduğunu ve en devasa cümleleri kurabiliyorken sessizliğinde, neden varlığınla iç içeyken susup tıkandığını, yüreğine kazıyacaktım. Rüzgârlıydı.
Sonbahardı.
Kendi doğumumdan arta kalan bir sığlıkta, çığlık çığlığa baktım gözlerine. Umursamayacaktın ve ben anlatabilmek için hiçbir şey yapamayacaktım.”
Bir zaman ufak bir ateş topu gidip geldi aramızda. Üzerine bastıkça yanıp kül olan derimin her sızlayışında, kocaman bir gözyaşı düşürdüm gözbebeklerimden.
Acı geçti.
Sonra yeniden başladım yürümeye. Bu defa boyumdan büyük iğnelerden geçirdin bedenimi. Ellerim, kollarım, dudaklarım bütün bedenim sıyrıldı o delikten geçerken. Tıpkı bir ağacı ayırır gibi elbiselerinden.
Ayrıldım.
Ne çok kalıntı bırakmışız meğer. Parçalanması zor aşkları alıp içimize, her birinden intikam almışız fark etmeden; ama en çok fark eden biz olmuşuz…
" İlk kadehini doldururken sevimli bir yolculuk sonrasının, dudaklarında kalacak alkolün tadımlık damlalarında yürüyecektim. Öpüşürken neden sınırların olmayacağını ve tanıdık bir bedende tenin içinde saklı ritmin nasıl yakalanabileceğini incitmeden gösterecektim sana. Usulca işleyecektim dokularına…
Soğuktu.
Kıştı.
Yalnızca izlerken keyif aldığım kar taneleri, pencerenin uzak bir köşesinden düşerken yeryüzüne donup kaldım ardı arkası kesilmeyen haykırışlarının son noktasında. Dinlemeyecektin ve ben araya bile girme fırsatı bulamadan yalnızca ardından şaşkın şaşkın bakmakla yetinecektim.”
Elde avuçta kalan ve hep son bir sözü anımsatan kabuklarımızdan başka, paylaştıklarımızı da yaşantımızdan acımasızca ayıran, kör kütük bir yolculuktu zaman koridorunda yaşanılanlar… Merdivenlerin yol ağzında durup aşağıya baktığımda, aslında çok uzun zamandan beri orada olduğunu biliyordum. Meleklere gerek duymadık. Kanatlarımıza serpilmiş tozlar vardı biz doğmadan çok önce. Zemindeki tortular yaralarımızı iyileştirir diye düşünürken, büyük bir rüzgâr çıktı, deniz köpürdü, iskele yıkıldı, martılar sadece fotoğraf karelerinde kalakaldı. Tutunamadık...!
İçimdeki gemileri yüzdüren sendin oysa…Alabora olduk...
"Anlatacaklarım vardı. Daha çıkmadan yola, bakışlar körelmeden tatlı bir yalnızlıkta ve o malum şarkı sonlanmadan dudaklarımızda, anlatacaklarım vardı..."
Yola çıktın... Saatini kontrol edip etmediğini bile hatırlamıyorum. Sen ömrü hayatında saat takmadın çünkü hiç. Belki bir ara, küçükken, heves ettin çocukluğunun verdiği şımarıklıkla. Sonra, sonra zamanın sillesini ruhunda hissetmeye başladıkça ondan da kaçtın. Kim bilir, belki de gerçekten hiç saatin olmadı ya da sana hiç kimse saat takmadı.
Renkli çizgi romanların ve kuytu köşelerdeki en tozlu kitapların müdavimi oldun hep. Okuldan eve dönerken koca bir günün yorgunluğunu dizlerindeki yaralarla taşıdın. Akranların oyunlar oynardı; hani hepimizin bir zamanlar oynamaktan ölesiye zevk aldığı oyunları... Oysa sen hep okurdun... Düşler, belki de ilk defa o zamansızlıkta büyümüştü içinde... Gözlerini kapattığında sana uzanan kadının tenine ilk o zaman dokunmuştun.
“Hatırlamakta güçlük çektiğin bir geçmişin yol üstünde duran taşlarıyım ben.
Sıcaktı.
Ağustostu.
Beni ilk defa öptüğünde kurudu dünya, bir daha ıslanmamak üzere. İklimin güçlü çekiciliğinde bıraktığım dişiliğimle, kapandım dizlerine. Gidecektin ve ben dur bile diyemeyecektim.”
Sonra ilk gençlik rüyalarında uyandın uykularından fırlayarak. Akranların gibi adam akıllı sevda düşkünü bir rüyaya hiç sahip olamadın. Koynuna alıp da uyuttuğun bir hayal, lokmalarını çiğnerken hazmedebileceğin bir anımsama, ya da ellerine dokunduğunda avuç içlerini terletebilecek bir heyecanın sahipliğini, hiç yapamadın. Varsa yoksa diş bileyerek, hırsla çevrelediğin bir evrenin katı ve soğuk duvarlarında, hayıflanarak çizdiğin sözcüklerin oldu. Kelimelerden kaleler yaparak, surlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermenin her şeyi sana getirebileceğini, en azgın silahlarını sana doğrultsalar dahi ihtişamından geri çekilip sana diz çökeceklerini, gitseler de döneceklerini, kendi gökkuşaklarını tenine dolayacaklarını ve ruhunu bir şekilde besleyebileceklerini çok iyi biliyordun. Haklıydın da. Oysa kalelerin içten fethedilebileceğini nasıl oldu da unutmuştun. Sen, kendi yaralarında boğulacaktın. Kendi taşlarının altında ezilecektin. Tüm bunları bilsen de ne fayda!
Hiç düşündün mü neden diğerlerine göre ölümü daha çok sevdiğini. Ona neden bu denli yakın durduğunu.
Tanrı’nın adını andığını.
Yıktığını.
Küllerinden yeniden bir aşkı doğurduğunu, sonra hiçbir şey olmamışçasına üzerini yeniden toprakla örttüğünü, hiç düşündün mü?
“ Geceye yaklaşırken ve sızarken düşler ellerimizde, bakışlarımızda dinlemediklerini anlatacaktım. Bir kadının neden seninleyken hep bir yanının uçuruma yakın durduğunu ve en devasa cümleleri kurabiliyorken sessizliğinde, neden varlığınla iç içeyken susup tıkandığını, yüreğine kazıyacaktım. Rüzgârlıydı.
Sonbahardı.
Kendi doğumumdan arta kalan bir sığlıkta, çığlık çığlığa baktım gözlerine. Umursamayacaktın ve ben anlatabilmek için hiçbir şey yapamayacaktım.”
Bir zaman ufak bir ateş topu gidip geldi aramızda. Üzerine bastıkça yanıp kül olan derimin her sızlayışında, kocaman bir gözyaşı düşürdüm gözbebeklerimden.
Acı geçti.
Sonra yeniden başladım yürümeye. Bu defa boyumdan büyük iğnelerden geçirdin bedenimi. Ellerim, kollarım, dudaklarım bütün bedenim sıyrıldı o delikten geçerken. Tıpkı bir ağacı ayırır gibi elbiselerinden.
Ayrıldım.
Ne çok kalıntı bırakmışız meğer. Parçalanması zor aşkları alıp içimize, her birinden intikam almışız fark etmeden; ama en çok fark eden biz olmuşuz…
" İlk kadehini doldururken sevimli bir yolculuk sonrasının, dudaklarında kalacak alkolün tadımlık damlalarında yürüyecektim. Öpüşürken neden sınırların olmayacağını ve tanıdık bir bedende tenin içinde saklı ritmin nasıl yakalanabileceğini incitmeden gösterecektim sana. Usulca işleyecektim dokularına…
Soğuktu.
Kıştı.
Yalnızca izlerken keyif aldığım kar taneleri, pencerenin uzak bir köşesinden düşerken yeryüzüne donup kaldım ardı arkası kesilmeyen haykırışlarının son noktasında. Dinlemeyecektin ve ben araya bile girme fırsatı bulamadan yalnızca ardından şaşkın şaşkın bakmakla yetinecektim.”
Elde avuçta kalan ve hep son bir sözü anımsatan kabuklarımızdan başka, paylaştıklarımızı da yaşantımızdan acımasızca ayıran, kör kütük bir yolculuktu zaman koridorunda yaşanılanlar… Merdivenlerin yol ağzında durup aşağıya baktığımda, aslında çok uzun zamandan beri orada olduğunu biliyordum. Meleklere gerek duymadık. Kanatlarımıza serpilmiş tozlar vardı biz doğmadan çok önce. Zemindeki tortular yaralarımızı iyileştirir diye düşünürken, büyük bir rüzgâr çıktı, deniz köpürdü, iskele yıkıldı, martılar sadece fotoğraf karelerinde kalakaldı. Tutunamadık...!
İçimdeki gemileri yüzdüren sendin oysa…Alabora olduk...