Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : Kadın Filozoflar


вσυя∂¢αη
08-17-2007, 09:57 AM
Kadın Filozoflar

--------------------------------------------------------------------------------

Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar bütün tasvirlerde felsefeyi bir kadin simgeler “SOPHIA” -- bilgelik Tanriçasi.

İlk kez tek tanrılı dinler ortaya koydugu simgelerle kadınları bilgeliğin dışında bırakmış ve “sadece erkeklerle tanrı anlaşma yapar, sadece erkekler, tanrı ile insanlar arasında aracı olabilir” denmiştir.

Aynı şey Batı Felsefesinde de geçerliydi. Neredeyse kadınların sözü bile edilmezdi. Metzler 1989’da hazırladığı 300 biografik yapıt içinde sadece 6 kadın düşünüre yer vermiştir. Bunlar : Hannah Arendt, Simone de Beauvoir, Hildegard von Bingen, Agnes, Heller, Rosa Luxemburg ve Margaret Mead’dir.

Kadın ve kadın düşüncesi Antik çağdan günümüze geldikçe daha az değerli görünüp kimse kadın filozoflardan alıntılamıyor, hiç bir felsefe ya da bilim tarihi bu düşüncelerden ve yazarlarından artık söz etmiyordu (Tielsh, 1984)

Felsefe tarihinde kadınların gözardı edilen çıkışlarına, yapıtlarına bir göz atarsak, Karl Marx, Hegel, Kant gibi felsefe sistemleri kurmuş kişilerden hiç de geri kalmadıklarını görürüz.

Mesela, Sosyalis Programı (Arbeiterunium, 1843) ilk olarak ortaya Flora Triston tarafından atılmış olmasına rağmen dikkate alınmamıştır. Onun bildirisi Karl Marx’ın Komünist Manifesto’sundan 5 sene önce yayınlanmış ve Marx’tan 10 kez daha fazla baskıya ulaşmıştı.

Almanya’da felsefe tarihinin mistik kadın Hildegard von Singen ile başladığını hiç bir ansıklopedi yazmaz. Felsefe tarihinde “unutulmuş” başarıların ve yanlış yükselmelerin listesi oldukça fazladır.

Mesela, Sokratik diyalogların aslında Aspasia tarafından kurulduğu, Anne Conway’ın Leibniz’i etkileyen Monadlar öğretisinin mimarı oldugu, Montaigne’den çok önce Teresa von Avila’nın ilk felsefi-yazınsal denemeleri yazdığı hep “unutulur”.

Felsefe tarihi boyunca çoğu erkek düşünürler kadınları hep sınırlayıcı, hatta - aşalayıcı sözcüklerle alan dışı bırakmaya çalışmışlardır. Aristotales’e göre “kadınlarda ruh bulunmadığı”, Kant’a göre “kadınlarda akıl yeteneğinin eksıkliği”, hatta Fichte’e göre “kadınların duygularının sınırlarını saptamak” gibi yaklaşımları hep görürüz.

Socrates, Leibniz, Erasmus von Roterdan, John Stuart Mill dışında, kadınlarda özgün bir düşünce görebilmek diğer düşünürlere göre düşünülebilir bir şey değildi. Erkek filozoflara göre düşünce erkeklerle, duygu ise kadınlarla özdeşleşmişti.

Filozof kadınların hayatları ve yapıtları üzerindeki tartışmalar, onların çok kez cinsellikle ilgili dedikodulara karşı korunmasız olmaları yüzünden daha çok güçleşmiştir.Aspasia’ya karşı Antik yazarların iftiraları ile (tanrıtanımaz, aracılık, çok eşlilik gibi) başlayarak Isolta Nogarola’ya yapılan ensest karalamasından, “bilimsel leydiler”, “mavi çoraplılar”, “erkek kadınlar” olarak adlandırmalar hep filozof kadınlara, düşünen ve düşündüğünü belli eden kadınlara gelmiştir.

“Acayip” olarak görülen, “zeki fakat kısır”, “soğuk”, “hetare (fahişe)”, “femmes fatale (felaket kadınları)” yakıştırmalarına maruz kalan filozof kadınların çoğu tam aksine çok kez bilinçli bir namus düşkünlüğüne ve geniş ölçüde “erkeksiz” hayatı seçip yalnız yaşadılar. Bunda bir başka etken de, “ kadınların eğitim görmesine ancak evlenmeden önce izin veren toplum görüşüne” uydular.

Yeni çağ’in baslangicina kadar evli ve çocuklu, yani anne olan bir kadının bilimsel çalışma yapması hemen hemen düsünülemez bir seydi.

(alıntıdır)

вσυя∂¢αη
08-17-2007, 09:57 AM
Kadın filozofların neden perde arkasında kaldıkları konusunda çok fazla şaşırmamak gerekli bana kalırsa. Henüz 1975'te kadın haklarını kabul etmiş olan birkaç avrupa ülkesi ve özellikle de Fransa buna en iyi örnek.

Zira bu tür sosyal akımların ortaya çıktığı ilk ülke Fransa, sonrasındaysa İtalya'dır. Ancak birçok kadın, kendi fikirlerine şans tanınmayacağının bilincinde olduğundan, eşlerine bu fikirleri açmakta yada kendi fikrine en yakın fikri savunan erkek savunuculara (filozoflar demiyorum...) ulaşarak, onların ismi üzerinden düşüncelerini kovalamaktadır.

Kaldı ki o dönemlerde kadının üzerine yüklenen bilinç, çocuklarını iyi şekilde yetiştiren, kocasına sadık (o dönemde de şu anda içinde olduğumuz dönemdeki gibi sadakat sorunları vardı çünkü), kiliseye bağlı birer birey olma güdülemesiydi. Bu güdüleme zaten kişiliği tam oturmamış kadınları kendi içine kapanmaya iterken, diğerlerini de az önce belirttiğim gibi başka yollara sevk etti.

Erkek egemen bir statüye sahip İtalya ve Klise ise zaten kadınları kendi düşünce yapıları içinde barındırmadıkları için, kadınlar birçok şeyin farkında olamıyor, dolayısı ile de fikir yürütemiyor yada yürüttükleri fikirler eksik yerler yüzünden diğer fikirlerin gerisinde kalıyordu...

Yine Hume örneğinde olduğu gibi, birçok kurumsallaşmış kuruluşta çalışanlar ve üst düzey yöneticiler erkekler olduğu için, böyle sivri çıkışlarında erkeklerden gelmesi çok normal bir durumdu. Kaldı ki sosyal devrimler genelinde hep sınıf farklılıkları konusuna gelip dayanmakta, sonrasında ise sosyal sınıflar arasında geçen bir düello olmaktan çıkıp, bir milli harekete dönmekteydi.

Halide Edip Adıvar'ın yazdığı yazıların günümüzde bilinmesi, H.Edip'in fikirlerini dile getirebilmesi, Atatürk gibi Cumhuriyet ve cins gözetmeksizin eşitliğe inananların çabaları ile Avrupa'dan çok daha önce Türkiye'de kadına verilen değerin en açık göstergesidir.

(Not: Çok iyimser bir tablo kurmamak adına,tabii her ülkede olduğu gibi, Türkiye'nin de değişen coğrafyasına göre bu kişisel haklara olan saygı ve destek farklılık göstermiş haldedir. )