Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : Resul Üstün


Shekil
08-22-2007, 10:10 PM
.... Bırak Yakıştığı Yerde Kalsın Öpüşlerim

Sıradağların yeşil örtüsü gibi duruyordum göğsünde.
Alaca bir bakıştım,
Belki de yıllanmış bir sarılış…
Cesur bir dokunuştum,
Mezopotamya’nın kınalı koynunda saklı bir sırdım.
Senle başlamasın kaygılarım.
Ve kaygılarım umutların olmasın sakın.
Sakın, sakın, sakın haaaaa!
Sakın ola ki dokunmayasın.
Bırak,
Bırak, öpüşlerim yakıştığı yerde kalsın.
Bırak, yârin el değmemiş al yanağında da bir gül bahçem olsun.
Yüreğimin en kanlı yerinde bir yediveren gibi yeşersin dokunuşlarım.
Zaten bir serçenin atmacadan kaçışı değil midir sevda?
Yüreği kafesine sığmayan alaca tavşanı düşün hele.
Avın avcıdan kurtulduğu an değil midir hasretlerin toplamı?
Ne kır çiçeği vazgeçer kokusundan,
Ne karanfil kızıl renginden....
Dokunma,
Bırak yakıştığı yerde kalsın öpüşlerim.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:10 PM
.....Olur musun?

Uyurken kollarımda,
Uyanırken yanı başımda,
Savaşırken göğsümün sol yanında,
Sevişirken terimin tuzunda,
Ölürken gözlerimi kapatanım olur musun?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
.....Olur muymuş?

Boş vermişliğin boşu olur muymuş,
Acı hep acıdır, hoşu olur muymuş?
Değil elli altmış, yetmişe dayansa da yaş;
Sevdadan geçen yürek olur muymuş?

Gölden hiç nehir olur muymuş,
Bunu kim görmüş, kim duymuş?
Bataklık yürekteyse eğer;
Damar kesilmeden temizlik olur muymuş?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
...Ve Yüreğe Çığ Düştü

Bir sevdanın tarihsel yolculuğunda
ben yorgun,
yürek baygın düştü.

Ben yolculuğu,
yolculuk sevdamı sınadı
ve yıllar boyu toprağa kan,
yüreğe buz beyazı çığlar düştü.

Meşale yürekli yarınların ayak sesleri
bin yıl öncesinden bin yıl sonrasına
hep çocuk yüzlü müjdeler taşıdı.

Güneş teni özlemlerimiz
yarınların sarsılmaz harcını kardı.
Saman sarısı sayfalarda sözcükler
ve çılgın uykularda düşler
çığlık çığlığa isyanlardaydılar.

Suskun toprağa kan,
yüreğe buz beyazı çığlar düştüğünde;
barut kokusu gül kokusuna gebeydi.

Ben gül kokulu sancıları,
sancılar yüreğimi sınadılar.

Saklı sözcükler
keklik kavmi ihanetlerine kucak açarken;
kelebek yüzlü sevgililer
yarasa soylu vampirlere can verdiler.
Canımdan can çıkarken;
kızıl şafak vakti toprağa kan,
yüreğe buz beyazı çığlar düştü.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
///// Ey Beynelnahreyn Yüzlü Şehir /////

Selam, selam, selam!
Sana bin selam ey kültürler âbidesi,
Ey Beynelnehreyn yüzlü şehir!
Toprağının her zerresi Asuri, Sasani kokar,
Yağmurun Dicle’de Keldanice çağlar.
Ey Kara Amidim, ey Diyarbekirim!
Sen ki ne Konstantinleri,
Ne Levon Kayserleri takmışsın.
Sen ki Roma’nın, Pers’in alnını,
Anastosyus’un yüreğini karışlamışsın.
Şimdi anladın mı seni niye bu kadar çok sevdiğimi,
Sana bağrımı neden siper ettiğimi?
Ey kara taşına kara yazgılar yazılan,
Yüreğine dünya kardeşliği kazılan şehir!
Ey gözünü sevdiğim kara sevdalı bajar,
Ey Amid ül Kadim!
Şimdi bir gece vakti tüm benliğimle yine sendeyim.
Şimdi Kırklar Dağı’nda sevgilimi koklar gibi
Seni yudum yudum içime çekmekteyim.
Görüyor musun, bak mevsim yeniden bahar.
Anzele’de tohumlanmaya gebe tüm çiçekler.
Ey yüreğine öpücükler kondurduğum uygarlık!
Şimdi sevgide hasat zamanıdır.
Ve şimdi Yedi Kardeşler Burcu’ndan
“Bir Memleket İsterim”i haykırmanın zamanıdır.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
“Allah’a Ismarladık” sız Bir Veda

Vakit geldi sevgilim.
Dallar yapraklarını,
çiçekler kokularını,
Güvercin, gökyüzlü sevdasını
ve kırlangıçlar yuvalarını terk ederlerken;
benim kalmam yakışık kalmazdı biliyorsun.
Şimdi gitme zamanıdır güzelim.
Hani öyle isteyerek falan değil bu gidiş.
Geride kalan vurgun yemiş yorgun yıllara
İhanetlerini hatırlatmak adına,
dikenli yolları dikensiz kılmak adına
darbelerden arta kalan bu kırık dökük yamalı yürekle
“Allah’a Ismarladık” sız bir yolculuğa çıkıyorum.
Belki başka bir zaman diliminde,
başka bir mekanda…
Bir daha ellerim ellerine,
yüzüm yüzüne değmeyecek,
kokunsuz yaşamak zorunda kalacağım belki.
Gözlerim gözlerinin maviliğinde kulaç atamayacak;
yüreğim, yüreğinin demir atmış limanına
bir daha uğramayacak belki.
Ama tüm bunlara rağmen sevgilim;
belki de “nedensiz ve anlamsız” nitelendireceğin
yaşamsal bir “neden” yüzünden
“Allah’a Ismarladık” sız hüzünlü bir veda ile
aslında hep bilinen bilinmezlere
sürüklenip gidiyorum işte.
Zamanaşımsız gıyabi tutuklu yüreğimin 'yargı'sını
vicahiye çevirerek gidiyorum.
Bundan sonraki durağım;
yüreğinden hançerlenmiş kanayan bir dağ mı olur,
kurşuna dizilmiş bir şehrin çıkmaz sokakları mı olur,
bilemem.
Koşullar gerektirdi ve gidiyorum işte.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
Acemi Ressam

Ilık bir mayıs ikindisi.
Akşama iki kala
ressamlık yanım depreşti.
Bir resim çizmek geldi içimden.
Önce konu,
sonra uygun bir mekan bulacaktım.
Derken
bir leylek havalandı.
Kulaç boyu kanatları
ölüm tellerine takıldı.
Yaşama,
umuda doğru yol alırken
hiç yoktan ölüme yakalandı.
birkaç acı çırpınışla
hem geçmişine,
hem de geleceğine veda etti.
'Tamam, işte bu ' dedim.
Konuyu bulmuştum,
ortam ve mekan da tamam.
Resmin konusu;
doğanın ölümü olacaktı.
Ölümün,
yok oluşun resmini çizecektim.
Adı soğuk,
kendi soğuk.
Ölüm! ...
Leyleğin,
kelebeğin,
ve çiçeğin ölümü...
Sonra kaldırıp başımı,
yeniden baktım leyleğe.
Paramparça bir gövde,
ve tiksindiren,
zamansız bir yok oluş.
Dayanamadım.
Ellerim titredi,
yürek atışlarım hızlandı.
Dünyam da,
düşüncem de tersine döndü birden.
Caydım ölümü resmetmekten.
Ölümü ölümsüzleştiremezdim.
Bu kez yaşamı seçtim.
Resmin konusu yaşam olsun dedim.
Biraz yürüdüm,
belki de kaçtım.
Zamansız ölümden,
ölümün çirkef yüzünden...
Bir sağıma
bir soluma bakındım.
Aslında biraz da yutkundum.
Suskundum,
hatta soluksuzdum.
Karşımda boyalar renksiz,
fırçalar isteksizdi.
Yine de heybetli Aras'ın
yosunlu bir kayasına
kuruverdim acemi tezgahımı.
Bir başkaydı tepeden bakış.
Öyle güzel işlenmişti ki...
Doğanın her karışı bir başka nakış.
Yemyeşil saçlı bir ova,
kara gözlü al laleler,
sanki bir Acem Halısı mübarek.
Altımda keklik gibi şakıyan
kudurmuş azgın sular,
suda idman yapan alabalıklar...
Ve tüm bunlara boyun eğip,
secdeye varan söğüt dalları.
Bunları aktarmak için,
inanın bir de
çatal yürekli bir şair gerek.
Hani derler ya;
'Zevkimden dörtköşeyim'
işte ben de aynen öyleyim.
Bak babam,
bak dedim kendi kendime.
Bak işte yaşam bu!
Zulüm yok,
kıyım yok,
ölüm hiç yok diyecekken;
çimenler arasına takıldı gözlerim.
Takılmaktan öte
çivilendi bakışlarım.
Sol yanımda
kurbağalar kelebekleri,
sağ yanımda
yılanlar kurbağaları yutuyor.
Tiksintiyle irkildim.
Usulca kaldırıp başımı
baktım nehrin karşı yakasına.
Asırlık bir çınarın üstünde
hırçın bir atmaca,
oryantal gibi raksetmekte.
kuyruk tempolu alkışta,
tırpan gaga nara atmakta.
Katil pençeler arasında bir serçe,
acıyla can çekişmekte.
Yaşamla ölüm arasında
çaresizce mekik dokumakta.
Yine irkildim.
Yine tiksindim.
Kahroldum,
utandım acizliğimden.
Güç yeter miydi ölümleri yok etmeye.
Velhasıl yaşamın tam odağında
yaşarken ölümün,
ölürken yaşamın
bir resmini çizemedim gitti.
İyisi mi dedim,
sen bu sevdadan vazgeç öğretmenim.
Bu amatörce yanın da
şimdilik eksik kalsın.
Boyaları fırlat Aras'a,
Kır fırçaları gitsin.
Uygun adım öğretmenliğe devam.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
Acılar Şahidimdir

Ben ilkim beyler!
Sevdalı toprağın döl rahmine
ilk kazmayı ben vurdum.

Sevdalar üresin diye;
tırmıkladım,
tırpanladım,
harmanladım tarihsel sevdaları.

Tırnakladım,
acıyla yoğurdum
canevinde gülücükleri.

Tüm acılar şahidimdir.
Yalanı bilmez acılar.

Ben ilkim beyler!
Benimdir zulme karşı
ilk direniş,
ilk başkaldırı.

Benimdir ilk red-i itaat.
Ben başlattım sevmeyi.
severken alnı açık,
başı dik direnmeyi.

Direnç alevleri küllenecekken,
ben avuçladım,
koynumda sakladım kor ateşleri.

Ben ilkim beyler!
Adem ile Havva'dan beri,
beni anlatır kavimler.
Beni yazar tüm tarihler.

Tüm acılar şahidimdir,
Yalanı bilmez acılar.
Sorun isterseniz;
Ben sevdayım,
sevda yüreğimdir.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
Acıların Kare Kökü

Ah ulan dostlukları kemiren,
kaypaklığın zirvesindeki adam!
Senin benden,
yani acıların varoluş sürecinden,
yani Acıların Kare Kökü'nden
ne haberin olacak ki...

Emanet bedenin kahır potasında,
oraksı burnun uçuşta, bulutlarda.
Ufacık beynin hep soygunda, talanda.
Şimdi söyler misin ey çağdaş hovarda:
Senin, dört mevsim bahar kalan bu candan;
yani benden ne haberin olacak ki...

Nerde akşam, orda berduşi bir sabah,
Senin için her yol yasal, her yol mübah.
Tüm oteller, moteller...
Beş yıldızlar, yedi yıldızlar emrinde.
Tasası sana mı düşmüş, kim acılar içinde!
Senin benden,
yani Acıların Kare Kökü'nden
ne haberin olacak ki...

sen 'gel git'lerin kudurgan köpüklerinde
martılarla kıyı kapmacada, oynaştayken;
ben dağlarımın yılgın kambur sırtında
yaralı sevdalar büyütüyorum koynumda.
Sen sabahın geceyle vuruştuğu yerde
şafakların can damarını keserken;
ben kan veriyorum özlenen muştulara.
Ah ulan, senin benden;
yani Acıların Kare Kökü'nden
ne haberin olacak ki....

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:11 PM
Adalet Durağında İnecek Var

Yüreğimi tırmalayan bir sorgu cenderesindeyim.
Sanki karşıdevrim atağında tüm zigotlarım.
........zedelerin kamburundan........zâdeler yaratılıyor.
Ceberut, alanlarda dört nala kişniyor.
Eşkin yürüyüşte çarpık adımlar.
Duygularım kanıyor,
canım acıyor.
İhtilâli bir volkan içinde yanıyor bedenim.
Kar beyazı masumluğunda
dokunulsa, eriyecek çocuksu düşlerim.
Şarkılarım renksiz, kokusuz
şiirlerim isteksiz...
Çalıntı bir yılda sonbahar gaspı yaşıyorum.
Ayaklarıma Dolunay dolanıyor.
Sendeliyor, yürüyemiyorum.
Şavksız, ışık-sızım.
Başım dönüyor,
midem bulanıyor.
Kusmuk tadında bir tökezlemede *******im.
Yollar yabani,
yollar zebani kuşatmasında.
Fahri Hemşerilik İstasyonu'nda raydan çıktı grevlerim.
Lokavt sirenleri kıyamet habercisi çığlığında...
Eylül Sokağı'nda panik atak berduşlar
Devrik tümcelerle kaba-dayı naralar savuruyorlar.
Ayyaş nefeslerine yasaklı anasonlu kan bulaşmış.
Biliyorum, akbaba pozlarında leş arayışında cüceler.
Mezarlık sessizliği sinmiş logarsız çıkmaz sokaklara.
Faili belli güvercinim can çekişiyor, peron lâl!
Mevsim derin bir uykuda.
Mevsim tanıksız kuşatmalarda.
On iki'den vurulan kücük burjuva sereserpe yerlerde.
Durdurun demokrasiyi,
Adalet Dur-ağı'nda inecek var!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:15 PM
Adam Gibi Adam

Nerede,
nasıl,
ve kiminle olursan ol.

İster fabrikada işçi,
ister hastanede dişçi...
İster inşaatta amele,
ister bir kaptan ol dümende.

Nerede,
nasıl,
ve kiminle olursan ol.
Ne alık ol,
ne de oltaya koşan balık...

İster bir öğrenci,
ister eğitimci ol.
İster kapıcı,
ister tarlada tırpancı...
ister mahkemede yargıç,
ister zanlıya savunma ol.

Nerede,
nasıl,
ve kiminle olursan ol.
Ne alık ol,
ne de oltaya koşan balık...

İster çiçeğin özünde arı,
ister telgraf tellerinde arıkuşu...
ister dert,
istersen derman ol.
sakın yalana, dolana,
fesada, üçkağıda,
hele de talana;
ne olursun aracı olma.
Her yerde,
her zaman,
yaşamın en yaşanılmaz yerinde de olsan,
inadına inadına,
insani değerleri koruma adına,
insan ol,
adam gibi adam ol.

Nerede,
nasıl,
ve kiminle olursan ol.
Emeği kolla,
alınterine kalkan ol.

İster terminalde hammal,
ister temizlikçiye peştemal ol.
Onurlu yaşamın
hep bükülmez direği ol.

İster sevdalı yüreklrde molotof,
ister üniversitede prof. ol.
Ama kurban olam,
vurguncuya,
soyguncuya sakın gözcü olma.

Nerede,
nasıl,
ve kiminle olursan ol.
Sakın neme lazımcı,
vurdumduymaz,
ve asla teslimiyetçi olma.

İnce ele,
sık doku.
Oya gibi işle,
bulmaca gibi çöz.
Ölç,
biç
ve hakka terazi ol.
Ne alık ol,
ne de oltaya koşan balık...

İster yeryüzünün bereketi,
ister gökyüzünün hakimi ol.
İster bir disko barında,
ister miting alanında ol.

Nerede,
nasıl,
ve kiminle olursan ol.
Emeğin kölesi,
alınterinin mendili ol.

İster mecliste vekil,
ister başvekil...
İster sıradan bir yurttaş,
istersen yetki odağı ol.
İnsanlık gereği
hep insan ol.
Ne alık ol,
ne de oltaya koşan balık...
Adam gibi adam ol!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:15 PM
Adı Yarındı

Özlenen,
beklenen gün' yarın' dı.
Son bir dokunuşla
ayırıverdim yüreğimi orta yerinden.
Gök ağladı,
yer yarıldı çaresizliğinden.
Gündüz geceye,
gece gündüze karıştı.
Günün adı' yarın' dı.
Uzadıkça uzuyordu.
Mezardaki soğuk ölü gibiydi gece.
Tek başına ve ürkütücü...
Gerçekler düşe,
düşler gerçeğe karışmıştı.
Aşkın adı' yarın' dı.
Ben yandıkça kor ateşte,
o rüzgar olup,
fırtına olup alevlerimi coşturdu.
Biraz kül,
bir kaç damla yağmur,
hep gelmeyen yarınlarda kaldı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Ağıt

Artık ne karlar beyaz,
ne de yağmurlar ıslak.
Bazen tersine akar oldu Aras.
Bak dikene sarılmış söğüt dalları.
Sam yelini bilmezler,
poyraza kalmış umutları.
Gitti ya yürekteki sevda yüküyle,
gitti ya, elveda bile diyemeden.
Karlı dağlara gömüldü ya öğretmenim...
Okşayamadan,
tarayamadan,
sevgilinin tütün rengi saçlarını.
Sevemeden,
anlayamadan gül kokulu tenini.
Gitti ya yürekteki özlem yüküyle;
artık ne karlar soğuk,
ne de buzlar kaygan.
Kara kış yaslı ama,
Palandöken ağlıyor mu bilmem.
Zamansız gelmiş angutlar,
karşı kayalara konmuşlar.
Duruşları bir başka,
ötüşleri başka bugün.
Aptallara! malum mu olmuş ne?
Aras'ın Alabalıkları bile isyanda:
'Sussun angutlar,
artık ötmesinler' diye.
Ama isyan boşuna,
tersine akışlar boşuna.
Dönüşü olmayan yolculuğa
zamansız yolculandı ya öğretmenim.
Artık aksa da olur,
akmasa da Aras...
Sevinsin çakallar,
halay kursun aç kurtlar.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Ah Yâr

Ah yâr, yâr, güzel yâr!
Sevildiğinden,
kutsandığından bihaber yar.
Beynime,
düşünceme tapınak gibi kurulan,
yüreğime çivilenen yâr!
Beni tohum diye
toprağın üretken karnına ekmişler,
seni de napalm diye
geleceğime döşemişler.
Yeşersem patlayacaksın,
yarınlarım infilak edecek.
Nadaslasam,
yürek çarmıha gerilecek.
Ah yâr, yâr,yâr!
Sabrımın tatlı kıyameti,
yüreğimin şarapneli yâr!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Anam

Dünüm,
yarınım,
sevdalı sıcak merhabam.
Gülümseyen cesaretim,
direngen onurum anam.

Can çekişen toprağımın bereketi,
insanlık kozalağının ak saçlı ırgatı.
Babamın keyif tarlası,
arzuların itirazsız avradı.
Mahallemizin gücü, tak / atı,
soframızın bereketi anam.

Seçimden seçime diri,
adalet paylaşımında ölü sayılan,
varım,
yoğum,
yaşamak adına
inadına çarpan yüreğim anam.

Kurtuluş Savaşı’nda kağnıydın,
mermiydin kimi zaman.
İlaçtın, sargıydın yaralı Şahin’e.
Gönderde bayrak,
damarda takviye kandın anam.

Yakıcı sıcaklarda serin gölgen,
sağanak doluda şemsiyen olamadım.
saçlarına şimşir tarak,
gözyaşlarına mendil olamadım.
Şimdi içimdeki en uzak yerdesin.
Uzat bana,
Uzat o tarihe tanık ellerini,
uzat özlemle öpeyim anam.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Anam Der ki

Aç kaldım,
uykusuz, ilaçsız kaldım bazen.
bir dağ gibi ağırdın.
Toprağa kök salmıştın sanki.
yaşatmak şarttı ya,
içimde taşıdım seni.
derken günün geldi,
doğurdum seni.
her kes ağlarken,
sanki sen
gülerek açtın gözlerini.
sardım sarmaladım,
emzirdim,
süt verdim sütsüz memeden.
Ninnilerle,
türkülerle uyuttum seni.
Bazen seni,
bazen de kendimi avuttum.
Sonra büyüdün.
Ya da ben büyüttüm seni.
kanatlandın,
alanlara saldım seni.
Uçsuz bucaksız,
kuzulu, kurtlu kızgın alanlara...
eğriden, zalimden uzak ol,
doğruya, mazluma sarıl dedim.
Ben savdım ya sıramı
istemesen de
sıra senin şimdi.
Uçar mısın,
yüzer misin,
sürünür müsün bilmem.
Ama bükülme,
sakın ola eğilme.
kırılmak şart olsa da
onur say,
şeref say kırılmayı.
haydi güzelim uğurlar ola.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Arkadaşım

Trafik canavarına yenik düşüp, zamansız bir ölüme yakalanan çocukluk arkadaşım, sevgili Mehmet İZ'in anısına.

Güleç dostum!
Sevdaydın en karasından,
sindiremediler.
Yiğittin en alasından,
çekemediler.
en merttin bu namert dünyada
kabullenemediler.
sen mert gençliğin mert yüreğiydin,
bitiremediler.
Arkadaşım!
En güzel sen gülerdin,
ağlatamadılar.
elde mendil,
en iyi sen oynardın
durduramadılar.
hazanda gazelleri,
mezarda ölüleri diriltirdi kahkahaların,
susturamadılar.
Sen gözlerde ışıltıydın,
karartamadılar.
Esmerim,
gülyüzlüm!
Varsa günahı,
günahıydın özgürlüğe kaçışların.
Beyaz geceydin mayınlı sınırda,
karartamadılar.
sevgide okyanustun,
zerresini eksiltemediler.
Çiçek çiçek bahardın,
her mevsim bir başka kokardın.
Ey güzel insan!
Giderken iz bıraktın ardından.
İzciler izini sürdüler.
Tipi,boran,kıyamet demeden
çirkin mi çirkin,
hain mi hain ittifaklar kuruldu.
Sınır antlaşmalarına konu oldun.
Hasan Keyf'li bir sürgün tarihini
Yine ölü dirilten gülüşünle yazdın.
Gülüşüne,
bakışına,
bizi hasret koydun be dostum.
Bir özgürlük tohumuydun
mücadele tarihinden arta kalan.
Sen aşkın en kısa ömrü,
umudun sonsuzluğuydun.
Ah be tatlı dillim,
güleryüzlü çocukluğum!
Sen her şafakla yeniden yeşerip,
gün batımlarında sararan
Bir yiğit başkaldırıydın.
Güneş sana hasretken,
sen güneşe hasret gittin.
Ne gecede kaldın,
Ne de gündüze doydun.
Ahhh! be ciğerim.
doyamadık sana.
Bakışına,
gülüşüne,
dostluğuna bizi hasret koyup gittin.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Aslında Tüm Ülkeyim

Bazen ak salkım akasya çiçeği,
bazen iğdenin alımlı kokusuyum.
Bazen çılgın bir şelale uğultusu,
bazen şiirleşen yaşam öyküsüyüm.
Bazen birçok kahramanlık türküsü,
Ya da göğü sırtlayan bir düş çocuğuyum.

Bazen bir ceviz ağacının dirilten gölgesi,
kamuflaj yaprakların utangaç korumasıyım.
Bazen korkusuz yiğit sevdaların kalp atışları,
bazen kızgın kumsallarda delidolu sevdayım.
Bazen dağdaki çobanın kavalındaki türkü,
bazen Nemrut'taki güneşin masum doğuşuyum.

Bazen her davullu zurnalı düğün alayı,
bazen murat almamış namusun şah damarıyım.
Bazen kirlenmemiş sabahların ta kendisi,
ekine hasret toprağın tek tohumuyum bazen.

Ankara, Edirne, Van, Diyarbakır'ım bazen,
Bazen Ölü Deniz, Marmaris, Bodrum, Çeşme'yim,
Siirt, Hakkari, Konya, Tekirdağ'ım bazen.
Aslında ben, Dünyanın ak gerdanı tüm ülkeyim.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:16 PM
Ateşti Yağmur Oldu

Ateş topuydu sanki.
Alev alev yanıyordu bedeni.
Belki de öyle sanılıyordu.
Dumanlar gökyüzüne yükseldikçe,
O büyüyordu.
Külleri rüzgarla savrulup;
dağlarda,
denizlerde,
ovalarda çiçek çiçek açıyordu.
Sonra,
yıllardan sonra bir gün,
kırlangıçlar,
güvercinler onun gibi uçtu.
Nehirler onun gibi coştu.
Ve rüzgarlar fırtına oldu,
tufanlar yarattı.
O hala yağmaya devam ediyordu.
Belki de öyle sanılıyordu.
Günlerden bir gün;
dumanlar bulut oldu,
yağmur oldu...
Ve şimdi,
doğa renklensin diye,
kış,
yaz demeden
sağanak olup yağmakta.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:17 PM
Avrasya Gelini

Beş yüz elli üç yıl oldu gelin gelişin,
Çokça tipi boran gördün, Hâlâ baharsın,
Okyanusları kıtalara bağlayansın,
Sen Yeşil Avrupa'da mavi bir elmassın,
Karadeniz Marmara'na telaşsız aksın,
Mavi dalga değilsem de, karşıla beni.

Sandallar musiki faslına hazır olsun,
Çatalca davul, Kocaeli zurna çalsın,
*******inde dolunaylar gerdan kırsın,
Dalgalar sustuğunda, martılar konuşsun,
Ak kanatlar üstünde sana geliyorum,
Seven yürek sesleriyle karşıla beni.

Giyin; altın, gümüş, pırlantalarla süslen,
Meltemlerde dalgalansın mavi saçların,
Eline kına yak, sürme çek gözlerine,
Yaslan Samanlı Dağları'nın eteklerine,
Ey Avrasya Gelini! Kalmasın eksiğin,
Sana damat geliyorum, karşıla beni.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:21 PM
Bahar Gelmiş

Akasyam,
karadutum,
caneriğim,
güzelim,
kara sevdam!
'hoş gelmiş,
sefa gelmiş,
başım gözüm üstüne.'
Bahar gelmiş duydun mu?
bastığın toprak,
erken doğum sancısında.
Karıncalar uyanmış,
hepsinde bir heyecan,
bir telaş...
Bahar gelmiş arkadaş,
bahar gelmiş duydun mu?
gökyüzü ağlarken,
bağlar, bahçeler halay kurmuş.
Uç uç böceği bile
şaha kalkmış,
dans eder dururmuş.
Yoncalar,
papatyalar,
buram buram kokmadalarmış.
Ahhh!
Ah be arkadaşım.
sırdaşım,
deli sevdam!
bahar gelmiş duydun mu?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:21 PM
Bahar Gözlü Yar

Küçüldü bu koca şehir.
Tüm caddeleri,
sokakları dar geliyor.
Dar geliyor Sur Kapıları.
Nefes alamıyorum,
yüreğim daralıyor Bahar Gözlü Yar.
Elimde değil,
gitmek istiyorum buralardan.
Dicle kenarında çiçekler solgun,
kuşlar durgun,
utangaç ve yorgun.
Yağmurlar isteksiz,
bereketsiz...
Üstelik toprak da kokmuyor artık.
Karıncalar telaşsız,
ağustos böcekleri sessiz.
Gözünü sevdiğim Bahar Gözlü Yar!
Eskiden *******i çıkarlardı,
şimdi gün ortası dolaşıyor yarasalar.
Ahhh!
Fiskaya'dan bakınca,
kükreyen o ihtişamlı Dicle yok artık.
Utancından olsa gerek,
gün geçtikçe
ufalıp yok olmakta.
Kelebekler bile şaşırdılar.
Çimen çiçek yerine,
dikenlere konar oldular.
Elimde değil Bahar Gözlü Yar!
Gitmek istiyorum buralardan.
Bu şehrin gök kubbesi bile,
bir başka kasılmakta artık.
Çünkü yıldızları
yalnız *******i değil,
gündüz de kayabiliyorlar.
Anlamsızlaştılar,
bir bir yitip gitti tüm güzellikler.
Ahhh!
Ah gözünü sevdiğim Bahar Gözlü Yar!
Daralıyorum,
nefes alamıyorum,
boğulmak üzereyim bu şehirde.
Oysa kutsal kitaplar böyle yazmaz,
peygamberler böyle demezler.
Kitaplar başka yazar,
doğa bir başka rol yapar.
Elimde değil,
gitmek istiyorum bu şehirden.
Kışlarında lapa lapa karların,
baharlarında yağmurların yağdığı,
göklerinde yıldızların parladığı
yaşam dolu diyarlara gitmek istiyorum.
Biliyor musun?
Biliyor musun Bahar Gözlü Yar?
Artık her Diyarbakır Temmuzu'nda,
Dicle'nin bakır sularında,
oksitli kardelenler açıyor.
Doğanın dengesi,
benim aklım bozuldu.
Artık bulutların çarpıştığı yerde değil,
yüreğimin orta yerinde çakıyor şimşekler.
Bir muammadır çözemedim.
Küçüldü bu koca şehir.
Sokakları, caddeleri bir yandan,
yüreğim öbür yandan daralıyor.
Nefes alamıyorum Bahar Gözlü Yar!
Boğulmak üzereyim.
Üstelik ayaklar da direnişte.
Yürüyemiyorum.
Daha kötüsü;
sevdasızlaşıyorum.
Sevdalar mı tükeniyor,
ben mi bitiyorum?
Anlayamıyorum.
Zorlanıyorum Bahar Gözlü Yar.
Gitmek istiyorum.
Sevdasızlaşan bu diyardan,
sevda yüklü diyarlara gitmek istiyorum.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:21 PM
Baharda Kış

Mevsim kış değil,
yerde ne kar, ne kırağı...
İnce buz kristallerinin
bıyıklarıma musallat oluşu niye?
Niye bu inat?
Mevsim kış değil ama,
toprak ana neden üşür?
karıncalar
neden hala kış uykusundalar?
görünürde ne bir saka,
ne bir çobanaldatan...
Kurbağalar neden saklanmaktalar?
Bu korku,
bu telaş,
Bu panik niye?
mevsim kış değil ama,
tomurcuklar neden direnişte?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:22 PM
Bakar Körler Olduk

Anlamak için görmek, görmek için de iyi bakmak gerekir. İyi bakmak için de, ayakları sağlam yere basan sağlıklı bir beyine ve çözümler üretebilen bir düşünceye sahip olmak gerekir. Başının ön kısmında iki görme duyusu olan her canlıya da görüyor diyemeyiz. Etraflarında olup bitenleri görsel olarak belki algılayabilirler, görüyor gibi görünebilirler. Daha doğrusu bu tipler, gördüklerini sanırlar. Oysa işin doğrusu hiç de öyle değildir. Bakarlar ama göremezler. Çevremizde o kadar çok bakar körler var ki… Bu gibi durumları öğretmenler çok daha iyi bilirler. Sınıfta ders anlatırken; çocuk, gözlerimizin içine bakar.Bu durum bazen bir ders boyu sürer. Ama çocukla iletişim kurduğumuz zaman, onun gerçekte dersi dinlemediğini, gözlerimizin içine bakarken bile aklının, beyninin sınıfın kilometrelerce dışında olduğunu fark ederiz. Fiziki olarak sınıfın içinde olan, ama düşüncesiyle çok uzaklarda olan öğrenciyi sınıfın içine çekebilmek için türlü yöntemlere baş vururuz ve sonunda, ya çocuk öğretmenini aldatarak dinliyormuş pozisyonuna girer,; ya da öğretmen hem çocuğu, hem de kendini aldatarak sınıfa hakimiyet kurduğuna kendini inandırır.
İşte tüm bu aldatmacaların doğal bir sonucu olarak öğrenciler, yani yarınlarımızı emanet edeceğimiz gelecek kuşaklar, zulalarında uyuşturucularla, ellerinde bıçaklarla sokaklarda ve okul önlerinde çeteler kurarak “Kurtlar Vadisi”ni sergilerler ve Polat rolüne soyunurlar. Ondan sonra da “biz nerede yanlış yaptık” gibi şikayetnamelerle dövünüp durur ve timsah gözyaşları dökeriz. Ta ki ateş bacayı sarıp, yangın söndürülemeyecek kadar büyüyünce de, önlem almanın yollarını aramaya koyuluyor gibi görünürüz. “Görünürüz” diyorum, çünkü gerçek anlamda bir önlem alma yine söz konusu değildir. Gerçekte herkes günü kurtarma ucuzluğunda ve aldatmacasındadır.
Geçenlerde bir okul müdürü arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Okulun Diyarbakır Surları’nı andıran ihata duvarının iki metre yüksekliğindeki çelik kapılarını aşıp, okul bahçesine girdim. Siz benim bahçe dediğime bakmayın. Adı bahçe, ama bu bahçede tek bir ağaç bile yok aslında. Bırakın ağacı, yeşillik adına bir tek ot bile yok. Ama adı bahçe işte. Neyse, bahçeye girdiğimde içerde öğrenciler tek kale futbol maçı yapıyorlar. Müdürün bulunduğu blok kapısına doğru yöneldim. Kapının hemen girişinde 20-22 yaşlarında iki genç merdiven basamaklarında oturmuş, esrar sarıyorlardı. Evet, yanlış anlamadınız, esrar sarıyorlardı. Hem de orada oyun oynayan onlarca çocuğun gözleri önünde… Kapıya yöneldiğimde “buyur abe, kime bakmıştın? ” diye de sordu biri pişkince. İnanın ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilememenin ezikliği içinde ufalıp yok oldum. Hiçbir şey demeden geri döndüm. Gördüklerimin bir rüyadan ibaret olması için neler vermezdim ki… Ama ne yazık ki gördüklerim gerçeğin ta kendisiydi. Şimdi varın, siz düşünün orada oyun oynayan çocuklarımızın gelecekteki sonlarını. “Hep eğitim, eğitim diye haykırdığın yetmedi mi” diye beni eleştiren eğitimcilerin kulakları çınlasın.
“En büyük kötülük, direnme yoksunluğundan gelir” der Groce. Yanlışın karşısında direnme, haksızlığın karşısında direnme, tembelliğin karşısında direnme, insanca yaşama koşullarını ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerin karşısında direnme… gibi daha onlarcasını bir çırpıda sayabileceğimiz direnme hakkı… tüm bunlardan yoksun olunduğu zaman, kötülükler ardı sıra bir sel gibi çoğalarak gelir. Ondan sonra da atı alan Üsküdar’ı geçer de, ardından yetiş yetişebilirsen.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:22 PM
Bay Avrupalı

Hey gidi günler!
Hey gidi Avrupalı hey!
Düşünüyor
ve anımsıyor musun dünü?
Anımsarken
bilmem utanıyor musun?
Dün neydin,
bugün nesin?
Kim bilir yarın ne olacaksın?
Yıllarca kahve köşelerinde
odunsuz,
kömürsüz soğuk evlerde,
tarihi ahkamlar kesiyordun.
Nice 'kağıttan kaplanları' devirip,
onları yerle bir ediyordun.
O körpecik beyinlerimizde
devrim üstüne devrimler yapıyordun.
Peki ya bugün Bay avrupalı?
Korkuyu yenemedin ya,
kendini yenip kaçtın Avrupalı.
Ya sonrası...
Sen oralarda keyif çatarken,
unutttuğun buralarda
biz kanımızla,
canımızla,
hatta namusumuzla bedeller ödüyorduk.
Bunları sana neden anlatıyorum ki...
Bedel nedir,
namus nedir bilir misin ki?
eğilmeyi rededip,
şerefle,
onurla kırılmayı anlar mısın ki...
Hey gidi Avrupalı hey!
Aslında biz meselenin
'Büyük görünmek' olmadığını biliyorduk.
Büyük olmak için,
gerçekten büyük işler yapmanın
şart olduğunu ta çocukken öğrenmiştik.
Ve biz ilerici olmanın
'İlerici görünmek' olmadığını da biliyorduk.
Gerçek ilericiliğin
gerçekten ilerliyor olmaktan geçtiğini öğrenmiştik.
Biz şimdi ilerledik Bay Avrupalı.
Peki ya sen...?
Ahh be,
Ahh be Avrupalı!
Her taraf güllük gülistanlık iken,
sen de iyi bir bahçıvandın.
Ya da biz saflar! öyle sanıyorduk.
Ne zaman ki ülkemin göklerini
kara bulutlar kaplayınca;
ve şimşekler bir biri ardına çakıp,
yıldırımlar düşmeye,
alevler etrafı sarmaya başlayınca;
ve fidanlarımız cayır cayır yanıp
yok olmaya direnirken,
sen pılını pırtını toplayıp,
terkeyledin Diyar-ı Vatanı.
Oysa kaçmanın,
ve de satmanın da bir adabı,
bir yolu yordamı olmalıydı.
Yol yordam,
adap senin neyine be Avrupalı!
Gerçi fidanlarımız yeniden yeşerdi,
Vatan toprağımız güllerle donandı ama,
ama sen var ya sen...
oralarda dikenler yeşertsen de,
buralarda kuruyup gittin.
artık bir bahçıvan değil,
bir kenger kurusu bile değilsin.
Ahhh be!
Ah eski dost.
Keşke hep
eskimez dost olarak kalaydın.
Hala köşede bucakta kalmışsa,
hala varsa birazcık yüreğin,
taş olur örülür,
yol olur yürünürsün be Avrupalı.
Bilmem anımsar mısın,
bazen mertliği,
bazen de insanlığı anlatırdın bizlere.
ama biz biliyoruz ki,
insan olunmadan mert olunamazdı.
Bedende yürek olmadan
yiğit olunamazdı.
Of be eski dost!
Keşke sen eskimez dost olarak kalaydın.
Tehlike anında hindi bile kabarır,
köpürür,
saldırıya karşı duvar olur,
çelikten siper olur.
Ama sen var ya sen...
Sen hindi bile olamadın Bay Avrupalı.
Ahlarla vahlarla olmuyor ama,
belki de sen,
kendine yakışanı yaptın da,
biz kabullenemiyoruz anla işte.
Keşke kalsaydın.
Kaçakları oynamasaydın keşke.
Bu halk için,
bu vatan için ölmenin de
şeref olduğunu anlasaydın keşke.
Kümesin gerisinde de kalsan,
bazen öterdin şafaksız.
Biliyor musun eski dost?
Kolaydır zamansız ötmek.
Horozsuz çöplüklerde kabarmak kolaydır.
Ama iş başa düşüp,
korku yüreğe egemen olunca da
bırakıp kaçmak daha kolaymış meğer.
Ah be Avrupalı!
Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş.
Ama davulcunun karşısında
diz kırıp mendil sallamak,
harcın değilmiş bilemedik.
Harcın değilmiş lorkéde,
deliloda başı çekmek.
Ah be eski dost!
Keşke sen,
hep eskimez dost olarak kalaydın da,
bir 'hedef-engel' tahtasında
nişangah olarak kalaydın.
Ve bir Türkiye'nin
bin Avrupa olduğunu erken anlayaydın.
Ekim 1983 Erzurum

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:22 PM
Bebeğim

Olan oldu bir kere.
Artık sen
nadasa bırakılmış bir tarlada
hesapsız yeşeren tohumsun.
Geri dönüşün de olanaksız.
Senin de bir sayfan oldu bu evrende.
Belki sana sorulmadı,
'Tarlada yerin var mı' diye.
Ama sen,
güneşin bulut sanıldığı bir günde
gökten nadaslı tarlaya düşen,
bir bereket damlasısın artık.
İstemesen de,
geri dönüşün olanaksız bebeğim.
Kim bilir nerelerde,
hangi yarınlarda,
nasıl boy vereceksin bilmem ama,
bir dere yatağında,
ya da bir dağ yamacında,
yaprakları yolunmuş,
tohumlanmaya hasret,
kokusu çalınmış bir çiçek olmamak için
direnme hakkını
şimdiden kullanmaya başla bebeğim.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:22 PM
Belki Bir Gün

Belki bir gün uyanır gökler.
Ve Diclem yeniden kükrer.
Kızıl karınca uyanır,
Toprağa karanfiller eker.
Kelebek çanak yapraktan,
Güneş yüreğimizden öper.
..................................

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:23 PM
Ben

Ben,
o merhum şehrin
yarınlarsız sokağının
elit delikanlısıyım.
Ben,
sabahsız *******in soğuk koynunda,
güneşi emziren ananın
'sabır' isimli çocuğuyum.
Ben,
sevdalı yüreklerde,
yiğit düşlerde kalan
ve toprağı bıktıran yağmurun
çekilmez nazına inat
yağmak üzere olan kar tanesiyim.
Ben,
ateş çemberinin orta yerinde,
direnmeyi yaşam sayan,
henüz yaşanmamış
bir karasevdayım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:23 PM
Ben Acıların Şahıyım

Davullar çalınmasın,
halaylar,
peşrevler gereksiz.
Zılgıtlar anlamsız artık.
Koşullar gerektirdi ya,
nasılsa gideceğim.
Ben gidince,
siz kalanlar paylaşın mirasımı.
biraz suç,
bir kaç hata,
kucak kucak da sevgi bırakıyorum.
Zulada biraz acı,
biraz keder de var ya...
Birkaçınız acıların,
can alıcı sancıların;
geri kalanlarınız da
sevinçlerimizin bekçisi olun.
Hatta
rehin alın ben gidince.
hem acıları,
hem sevinçleri...
Olur ya;
bir gün ararsanız,
özlerseniz beni
azat edin tüm acıları.
Zerresi kalmasın sancıların.
Çıkıp gitsinler yüreklerinizden.
Gülmeler,
sevinçler tutsak kalsınlar.
Ses geçirmez duvarlar,
çelik kapılar ardına kilitleyin.
Hatta sevinçlerin tümünü
bir bir zincirleyin.
Ben sevgilerin şahıyım.
Bakın o zaman
kelepçelerimi nasıl kırar,
firar eder uçarım size.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:23 PM
Ben İnsanım

Riyânı görmezden gelmemi,
Yanlışına doğru dememi,
Yalanlarına baş koymamı,
Bekleme benden, ben insanım.

Çaldıklarına göz yummamı,
Tufanlarına esinti dememi,
Batağını bahçe görmemi,
Bekleme benden, ben insanım.

Yüreğim örsteyken susmamı,
Midem bomboş iken kusmamı,
Dal kuru iken çiçek açmamı,
Bekleme benden, ben insanım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:24 PM
Ben Seni Anladım da...

Ben seni anladım da...
Seni anlayan kendimi anlayamadım.
Yüzündeki anlamsız gülümsemeyi,
Bakışlarındaki küçümsemeyi,
Dudaklarındaki kekremsi bilmeceyi çözdüm de...
Bunları çözebilen kendimi çözemedim.
Bakışları,
Dokunuşları,
Sevişleri,
Ve hatta yüreğin derin dehlizlerini okuyabildim de...
Bunları okuyabilen kendimi okuyamadım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:24 PM
Ben Sevdamı Erteledim

Ben sevdamı erteledim.
Hele şu bahar bir gelip
karıncalar uyansın da;
kara gözlü gelincikler,
açılıp saçılsınlar da,
ben nasılsa yaşıyorum.

Ben sıramı erteledim.
Hele dağlar bir yeşillenip,
al basmalar giyinsinler de;
Dicle şiirler okuyup,
Fırat için kudursun da,
ben nasılsa yaşıyorum.

Ben yüreğimi susturdum.
Hele kuzular yaylanıp
nağmeler melesinler de;
kara çadırlar kurulup,
atlılar kuşansınlar da...
Ben nasılsa yaşıyorum.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:24 PM
Bencil Sevdam

Seni kimselerle paylaşamıyorum.
Nerelere,
nasıl gizlesem be güzelim.
Sevgiler talan edilirken,
bir de sen talan olmasan derim.
Seni tohum diye toprağa işlesem,
ekin olur boy verirsin.
Günün birinde
birileri biçer diye korkarım.
Seni kara bulutlara gizlesem;
bir gün yağmur olur,
kar olur yağarsın.
Toprağa sızar,
denizlere karışır dalga olursun.
Seni yıldız diye göğe salsam,
güneş çıkar kaybolursun.
O zamanda yavrucağım
gündüzleri göremem seni.
Seni nerelere,
nasıl gizlesem be güzelim.
Selvi diye ormana diksem,
yaramaz birileri keser,
yakar diye korkarım.
Seni turnalarla göçlere salsam,
avcı yaralar,
ölümlere gidersin.
Paylaşmak bir yana,
korumaya bile korkarım.
Kelebek olup çayır çiçek dolaşsan,
ve her çiçeği ben diye koklasan,
kolay değil be aşkım;
buna da yüreğim dayanmaz.
her nefeste yanar, kül olurum.
Ahhh! Ah.
Seni nerelere,
nasıl gizlesem be güzelim.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:24 PM
Beni Bağışlar mısın Çocuk

Tüm cesaretimi toplayıp
utanmadan,
sıkılmadan,
bağışla dersem;
beni bağışlar mısın çocuk?
Sana vadettiğim
'hak,
hukuk,
adalet,
aş ve iş,
eğitim,
sağlık,
hakça paylaşım,
dostluk,
kardeşlik,
saygı,
sevgi bileşkesinde
savaşsız,
sömürüsüz,
kaygısız
ve yaşanır bir dünya'
sözlerimi tutamadım.
Geçmişten geleceğe,
dünden yarına uzanan
dolambaçlı,
dikenli,
ve tuzaklı yolunu açamadım.
Özür yetmez biliyorum.
Yine de
kırılgan bir cesaretle
sıkılmadan,
utanmadan
bağışla dersem;
öğretmenini bağışlar mısın çocuk?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:25 PM
Beni Yedirme Kurban

Ben yol yordam bilmem ki...
Ellerimi bırakır, geri dönersen eğer;
inan bana; ölürüm, biterim.
Beni yarı yolda bırakma kurban.

Ben dil, lisan bilmem ki...
Gözüm, kulağım, dilim olmazsan eğer;
kurda kuşa yem olurum.
Beni çakallara yedirme kurban.

Ben Lahey, Paris neredir bilmem ki...
İşi Adalet Divanına bırakırsan eğer,
belki savunmasız, desteksiz kalırım.
Beni yokmuşum gibi saydırma be kurban.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:25 PM
Bırak, Yüreğimin Aktığı Yöne Gideyim Baba (Mektup)

(Mezopotamya’nın kar beyazı çiçeğinden yükselen bu çığlık; geçmiştekilere yetişemediğinden; gelecekteki tüm “Sevgililer Günü” ve “Dünya Kadınlar Günü” ne armağanımdır.)

Merhaba baba. Sana bu tümceleri bitişik odadan, yani hapis olduğum dünyamdan yazıyorum. Seninle benim aramda sadece kerpiçten bir duvar var. Ses tonumu yükseltip bağırmama gerek kalmadan fısıltı halinde konuşsam da duyarsın sesimi. Ama ne acıdır ki dünyanın öbür ucundaymışsın gibi, bana uzak ve ulaşılmazsın baba. Seni böylesine ulaşılmaz kılan kerpiç yüreklere lanet olsun baba!
Önceleri çocuktum ve sen “ayıptır,kız çocukları bağırmaz, konuşmaz” diyerek sesimi kısıyor, düşüncelerimi yüreğimin derinliklerine hapsediyordun. Şimdi yaş kemâle erdi ve bir kadınım, üstelik bir anayım baba. Şimdi de bana “eksik etek” diye bir ad yakıştırmışsın. Oysa etek yerine upuzun bir Karacadağ Fistanı var üzerimde. Eteğimin neresi kısa anlayamadım, ama sözlerinden ne demek istediğini anlıyorum baba. “Kadın kadınlığını bilmeli, erkek duymamalı sesini” diyerek yine gün ışığında boğuyorsun sesimi. Bu nasıl bir bakış açısı, nasıl bir yaklaşım baba? İyi, güzel de; siz erkekler neden özgürce konuşup haykırabiliyorsunuz da; kendisinden yaratıldığınız karşı cinslerinize bu hakkı tanımıyorsunuz? Yoksa doğum anında bizim gibi siz de ağlamadınız mı, ananız ağlamadı mı baba? Erkek egemen anlayışın biz kadınların tepesindeki balyozunu ne zaman yere indireceksiniz baba?
Aaah baba! Ben ve hemcinslerimin üzerindeki kara bulutu ne zaman dağıtacaksınız, ne zaman gün yüzü göreceğiz baba? Ne zaman başımızı kaldırıp karanlıktan ışığa doğru uzansak; serçenin üzerine çullanmaya hazır atmacalar misali tepemizde bitiverirsiniz. Aaah, ah baba! Ne ben sana ulaşabildim, ne de sen bana inebildin.
Merhaba, merhaba baba! “Şimdi ben de bir anayım” dedim ya; ama hâla sana ulaşabilmenin bir yolunu aramaktayım. Adına “örf, adet, geleneksel terbiye” dediğiniz öyle çıkılmaz bir labirent yaratmışsınız ki aramızda... Yazısı sadece beyninize kazılmış olan kitapsız öyle zalim yasalarınız var ki... Öyle görünmez mayınlar döşemişsiniz ki yollarımıza... Nereye dönsek karanlık kuyular, nereye baksak cehennemi uygulamalar...
Aaah! Ah canım, ciğerim, yüreğimin orta yeri babam. Yarınlarım, kanadı kırık bir yavru kuş misali ellerinizdeki keskin bıçağın sırtında her an parçalanmak üzere tir tir titremekteyken; şanslı bazı hemcinslerim (hasbelkader aydın anne babadan doğanlar mı demeliydim acaba?) “Sevgililer Günü”nü kutlamanın heyecanı içindedirler. Sahi nedir bu “Sevgililer Günü baba? Kim kimi nasıl seviyor; sevgi nasıl bir şeydir, kızına anlatır mısın? “Sevinçten uçmak” nasıl bir duygudur baba? ” Sakın baba sakın! Bana Sekiz Mart’tan da söz etme. “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”ymüş, cins ayırımcılığının lanetlendiği günmüş; hak, hukuk, adalet günüymüş; Sevgilerin güneşle buluşup yüreklerde dans ettiği günmüş... hay tek taraflı dansınızı seveyim sizin.
Arkamda feodalizmin cehalet karanlığı, önümde kapitalizmin dişli çarkları... Uçmaktan vazgeçtim, yürümekte zorlanıyorum, adım atamıyorum baba!
İnsan hiç sevmekten korkar mı baba? Ama ben; bırakın sevmeyi, sevmeye yeltenirken bile korkuyorum. Nefret alabildiğine serbest iken, sevmek neden kuytu bir karanlığın çıkmaz sokağı gibi dışlanmakta baba? Bu nasıl bir anlayış, kimden, kimlerden miras aldınız bu içinden çıkılmaz cehennemi karanlığı? Oysa ne çok seviyorum bir bilseniz... Dokunsam, her hücrem binlerce çiçeğe dönüşecek dallarımda. Ben sana sarılamıyorum, ne olursun sen bana sarıl baba.
Çocuğuma senin adını verdim biliyor musun? Neden mi? Onu kucağımda kundaklarken, emzirirken senmişsin gibi sevmek, senmişsin gibi koklamak, senmişsin gibi doyasıya sarılmak için baba. Ama ben kadınım ya; üstelik de uygarlığın beşiği Mezopotamya’nın kar beyazı çiçeğiyim ya! Ve yüzyıllar boyu öyle dikte ettirilmiş ya; saygısızlık olarak algılanmasın diye erkeğin yanında yapamıyorum, öz babam olsan bile sarılamıyorum baba.
Aaah! Ah babam.Uzat doyasıya öpeyim o nasırlı ellerini. Kısma, özgür bırak sesimi, özgür bırak yüreğimi, Karacadağ’ın ar damarından kopup gelen berrak bir nehir edasıyla coşayım baba. Bırak canımın istediği dilde, istediğim şarkılarla, türkülerle sesleneyim sana. Bırak, yüreğimin aktığı yöne gideyim baba.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:25 PM
Biliyor musun

Bulut gözlü yar!
Güneşin mor dağlardan,
dalgaların mavi denizlerden,
yağmurların Nisan'dan bıktığı gün,
ben de senden bıkıp gideceğim.
Giderken aklım sende,
yüreğim sende kalacak biliyor musun.
Nasıl ki çocuk oyuncaksız,
serçe kanatsız,
ağaçta dal yapraksız olmazsa;
öyle anla ki,
ben de asla sensiz,
sevdasız olamam biliyor musun.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:25 PM
Bir Aykırılık Var Sende

Uzlaşıdan uzaksın.
Yürüyüşün başka,
duruşun bambaşka.
Havalısın,
bulutlarda gibisin.
Çıtı pıtı ayakların
toprağa basmıyor sanki.
Uçuyorsun,
kelebekler gibisin.
Bir aykırılık var sende.

Konmadığın dal,
koklamadığın çiçek yok gibi.
Nasıl desem bilmem ki...
Bir aykırılık var sende.

Gündüzün güneşi,
gecenin yıldızı gibisin.
Bazen aydınlatır,
ışık istersin bazen.
Her sabahın çelişkili bir başlangıç.
Nasıl desem bilmem ki...
Bir aykırılık var sende.

Ağlarken gülüyor,
gülerken ağlıyor gibisin.
Kimi gün zirve,
kimi gün çukur gibisin.
Çözemedim gerçekte nesin.
Dağ mısın, ova mı,
Deniz misin, dere mi?
Çınarda kök müsün,
kavakta dal mı?
Söyler misin nesin sen?
Arı mısın,
petek petek bal mı?
gökyüzünde bulut musun,
Bir yangının dumanı mı?
Gürlüyor, yağmıyorsun.
Nasıl desem bilmem ki...
Bir aykırılık var sende.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:26 PM
Bir Başkadır Mezopotamya'da Bahar

Mezopotamya’da bir başkadır bahar. Coşkudur, sevgidir, renklerin doğayla egzotik dansıdır. Henüz yirmisine yeni basmış bir köy delikanlısının hoyratça hayata bağlılığının doruk noktasıdır. Hele de ömrünün son demini güneşe armağan eden Mayıs’ın, görevini tamamlayarak kayıtsız şartsız Haziran’a bir teslim oluşu var ki…
Karacadağ’ın yaralı bağrını yarıp volkanik kayalar arasından yılan sessizliğiyle inceden inceye tıslayıp cana can katan Hamravat Suyu’nda yıkanan Zozan’ın barışa ve kardeşliğe gülümseyişidir Mezopotamya’da bahar.
Kulaklarda yılların kambur yorgunluğunun tiksindiren zonklamasının yüreklerde kuş cıvıltılarına, mis kokulu gül bahçelerine dönüşmesidir Mezopotamya’da bahar.
Sabah güneşinin Diyarbakır’ın çıkmaz dar sokak pencerelerinden bazalt örgülü tarihi evlerin eyvanına sevgi ışıkları taşırken, doğanın kaygılı çelişkilerine çıkarsız, aldatmacasız; ama umutla ev sahipliğine soyunmasıdır Mezopotamya’da bahar.
Bir yandan Theodaora’yı gülümsetirken bin yılların gerisinden, bir yandan Zeus kararlılığıyla Zeynel Abidin’in doğurgan toprağında çiçekler yeşertir Mezopotamya’da bahar.
İşte budur Mezopotamya’da bahar. Sardunyalar dilsize dildir. Papatyalar beyaz gül kokar dağ başlarında dikenlerini çoğaltan kenger inadına. İnadına Zerdüşt, inadına Yahudi, inadına Hıristiyan, inadına Yezidi, inadına Müslüman ve inadına dinler, kültürler cennetidir Mezopotamya’da bahar.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:26 PM
Bir Gece Vakti

Eğer evrensel uygarlığın ve bilimselliğin felsefi ölçüsü, birilerinin ölçüsüz ve doyumsuz çıkarlarını korumak adına yaşamı yaşanmaz kılıp ölümlere, öldürmelere odaklanmaksa; ben o evrensel uygarlığın, bilimselliğin karşısındaki cephede yer almalıyım. R.Üstün

Bir gece vakti vuruldum.
Bir gece vakti yandı yüreğim.
Bir gece vakti damla damla eridim.
Bir gece vakti yağmur yerine
Sızım sızım etlerim sızdı toprağa.

Önce kara bir bulut sardı gökyüzünü.
Sonra evrensel ışığım gasp edildi.
Yıldızlar saklandı, dünya karardı ardından.
Ve serçeler atmacalara,
Güvercinler şahinlere sarıldılar!

Ooof! Ne zormuş kuzularla meleşirken
Ve gökkuşağı renkli özgür uçurtmalara özenirken
Aniden okyanuslar gibi buharlaşmak...

Ağaçların dalsız yapraksız,
Çiçeklerin renksiz, kokusuz kalmaları ne zormuş! ...
Ne zormuş fidanların tutuşup kavrulmaları.
Hiç var olmamış gibi
Bir gece vakti hiçlerden sayılmak ne zormuş!

Bir gece vakti tutuştu bedenim.
Kaşlarım kirpiklerime,
Kirpiklerim gözlerime,
Gözlerim yüreğime aktı bir gece vakti.
Sonra?
Sonra etlerim lime lime ayrıldı eriyen kemiklerimden.

Eridim canlar!
Yağmur yerine canım sızdı toprağa.
Yüz binlerce can,
Bir atoma kurbandı bir gece vakti.
Bir atom,
Yüz binleri buharlaştırıyordu bir gece vakti.
Sinsi yaşam,
Utanmazca sırıtırken katil bir parmağın ucunda;
Ölüm acı bir uyku gibiydi Nagazaki'de, Hiroşima'da.

Sonra?
Yarım asır sonra;
Senaryo yeniden sahnelendi bir gece vakti.
Bu kez Halepçe'de buharlaştım
Uygarlık adına bir gece vakti.
Evrensel bilim tadında!

Oooy yanıyordum!
Kanım yüreğime akıyordu bir gece vakti.
Ve birileri 'başardık' diye haykırıyordu.
Zafer naraları atıyordu bir gece vakti.
Uygar olmayan 'uygar bilim' adına.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:27 PM
Bir Ödünç Dokunuştur Sevda

Bizim için hayat,
Yarım kalmış bir öyküdür sevgili.
İki ucu keskin bir bıçak,
Dikenleri yürek kanatan bir gül…
Senin anlayacağın,
Sayfalarına ayrılık kokusu sinmiş
Geri dönüşsüz birkaç tümcedir hayat.
Hani yalnızlık bir dağ olur da
Düşmanca oturur ya sinesine insanın.
Hani tam uçmaya hazırlanırken,
Vurulur ya ana kucağında bir serçe yavrusu;
Ve bir delikanlı düşer ya toprağa sorgusuz sualsiz,
Upuzun, sere serpe…
İşte sevgili;
İşte bizim için hayat,
Bizim için sevda:
Yâr sinesinde darağacına çekilmeyi bekleyen
Öyle yarım yamalak ödünç bir dokunuştur işte.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:27 PM
Bir Ütopik Sevda

Herkes oradaydı.
Seven,sevmeyen herkes...
Dost,düşman,cümbür cemaat...
Bir tek sen yoktun hemşerim.
Onlarca kahkaha arasında
yapayalnız,
tek başımaydım.
Sesin,
nefesin,
bakışın,
gülüşün yoktu ya;
bir sürgün çölünde gibiydim.
Herkes şen şakraktı o gece.
Bir ben dumanlı,
bir ben hüzün yüklüydüm.
El ele,
göz gözeydi herkes.
Onlarca anlamsız kahkaha,
zehirli birer kurşun gibi
yüreğimin orta yerine saplanıyordu sanki.
Tüm gülücükler anlamsızdı,
anlamsızdı tüm şarkılar.
Sen yoktun ya;
uğultudan öte değildi sözcükler.
Bedenim kor ateşte,
yüreğim yanardağ misali patlamaktaydı.
Ama neylersin ki
bencil,
umursamaz,
lakayttı herkes.
Ahhh be hemşerim!
Sen yoktun ya yanımda,
ömrümün belki de en çekilmez,
en boynu bükük gecesiydi o gece.
Öyle zor,
öyle çıkılmazdı ki sensizlik...
Meçhuller sokağında
çapraz ateşte gibiydim.
Bir yanım serseri mayın,
bir yanım Vezüv'dü sanki.
Ahhh hemşerim ah!
Sen var ya sen;
varla yok arasında
ütopik bir sevdanın
yüreğimdeki uzlaşmaz çelişkisiydin sanki.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:27 PM
Bizim Deli

Yanımdan geçerken bizim deli,
hafiften yana eğip başını,
saygı ile selamladı beni.
Durdurup konuşmak istedim,
tınmadı devam etti yoluna.
Sonra isteksizce
'boş ver ciğerim' dercesine,
omuz silkip lanet okudu güne.
Bir kaç adım daha ilerleyip,
güneşin doğuşuna çevirdi yüzünü.
Derken şimşek gibi çakıp,
yıldırım gibi gürledi.
Sesi cadde cadde,
sokak sokak
uykulu şehrin yüreğinde yankılandı.
'Yeterrr! Yeterrr!
Bitsin artık bu acıyan,
küçümseyen bakışlarınız.'

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:28 PM
Bizim Şair Dostlar

Geçenlerde bizim 'düşün'daşlar
Şair çıkmazı'nda buluşmuşlar.
Baharı bir güzel karşılayıp
Dosta düşmana nispet yapmışlar.
Hekim, bir de telefon bırakmış.
Altına da şöyle bir not düşmüş:
'İsteyen dostlar, buyursun gelsin,
gelemeyen 'alo' deyiversin.'
Ben Diyar'da, onlar İstanbul'da,
Gitmek ne mümkün, karda çamurda...
Bir de cep delik, cepken delik ya;
Mecburen bir 'alo' deyiverdik.
Kıskançlıktan falan sanmayın ha!
'Gözü olanın, gözü çıkmasın,
Sevdalı yüreğiniz pek olsun,
Sofrada şiiriniz bol olsun.'
Şairlere başka ne denir ki...

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:28 PM
Bu Nasıl Bahar

Canlansın artık,
gürlesin istiyorum,
şu soluk yüzlü bahar gökleri.
Her şey zamanında güzel derler.
Gürleyecekse,
tam zamanı değil mi?
gökkuşağını özledim.
Uzun zaman oldu,
sayamadım renklerini.
Bıktım soluk ve boğuk bulutlardan.
Sırlarla yüklü masallar gibi,
karamsar kara örtüler gibi,
boğmasınlar bir daha aydınlıkları.
Işıksızım,
daralıyor yüreğim.
Soluk alamıyorum.
Ve gün geçtikçe,
biraz daha soluyorum.
Ben soldukça,
varoşlarım da bir bir soluyor.
Artık canlansın,
şu yer, şu gök.
Sahiplensin suskun ölü şehri.
Canlansın,
açsın gözünü hareketsiz şehir ışıkları.
Aydınlansın istiyorum,
uzun kara *******.
Sabah olsun.
Bir daha boğulmasın ay ışığı,
yıldızların kaypak kucağında.
Artık gürlesin,
kükresin istiyorum,
şu soluk yüzlü bahar gökleri.
Dirilsin artık,
yaşama koşsun,
şu suskun ölü şehir.
Geleceğe taşısın,
çekik gözlü
güzelim tılsımlı bakışları.
Patlamadan,
bölünmeden orta yerinden,
bendeki bu volkanik yürek.
Issız ve kimsesiz kalmasın,
halaylar kursun,
yıldırımlarla yarışsın.
Şu soluk yüzlü bahar göklerine
ve suskun ölü şehre inat.
Düşsel söylevlerde kalmasın,
yeşersin,
büyüsün,
boy versin umutlarım.
Haber bakleyen çocuklarıma
müjdeler taşısın kırlangıçlar.
Varsın dolsun,
taşsın nehirler, dereler.
Yeter ki canlansın artık,
gürlesin şu soluk yüzlü bahar göklerim.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:28 PM
Bu Yürek

Gün batar,
gece hüküm sürer.
Kuytularda bir yıldız
gizlice gözyaşı döker.
Işığı doğuran karanlığa karşı
bu yürek;
daha nice sevdalar eker...
Yeter ki güneşte ışık,
bu yürekte kan eksilmesin.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:28 PM
Bulutsuzluk Özlemi

Kaç eylül geçti farkında mısın?
Dicle'nin haram suyunda
kaç kez yıkandı dolunay?
Bu kaçıncı eriyişi karacadağ'ın?
Sen gideli kaç kez doğdu,
kaç kez battı güneş?
Sayabildin mi,
Bu kaçıncı göçü sevda kuşlarının?
Sindiremedim,
kabullenemedim puştluğunu ayrılığın.
Hasret nedir,
dalda yaprak niye sararır,
Düşündün mü hiç?
Ben bulutsuzluk özlemi çekerken,
kurt neden bekler sisli havayı?
Yalvarmak,
yakarmak ters düşerken yapıma
diz çöküp,
el açmam nedendir?
nasihatçılara rest çekip,
sahiplenebilmen için beni;
ille de ölmem mi gerek?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:29 PM
Canlar Arıyorum

Canlar Arıyorum

Dostluğa,
Kardeşliğe
Ve sevdaya uzanan ellerimi tutacak,
Temmuzda üşüyen yüreğimi ısıtacak,
Nehir olup akacak canlar arıyorum.
Kurumamak için direnen köklerime yağmur,
Dallarıma hayat suyu olacak,
Yaralı kanatlarımı saracak,
Üzerimdeki ölü toprağını kaldıracak,
Canıma can katacak canlar arıyorum.
Soğuk ölüm şarkılarını
Davul zurnaya çevirecek,
Sırtında ayazlar taşıyan fırtınaları
Kızıl yağmur bulutlarına dönüştürecek,
Akarsu olup
Kokuşmuşluğu silip süpürecek,
Ve yüreği aslanlar gibi kükreyecek
Can dostlar arıyorum.
Hastayken başucumda duracak,
Sevincimde halay başı çekecek,
Sevgisi candan, yürekten olacak
Ve Allah’ına kadar sevecek
Bahar kokulu canlar arıyorum.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:29 PM
Çelişki

Kör,
sağır,
ve dilsiz olsa da bir yanımız;
Öbür yanımız dipdiri,
tetikte vatan bekler.
saman alevi,
ölü toprağı olsa da bir yanımız;
öbür yanımız dalda tomurcuk,
sabırla çiçeklenmeyi bekler.
Kaypak pazarlarda,
tellal elinde olsa da bir yanımız;
öbür yanımız Nemrut gibi,
Hilar gibi uygarlık yuvasıdır.
Sinsi,
hain,
ve korkak olsa da bir yanımız;
öbür yanımız
çatal yürekle tarihler yazar.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:29 PM
Çiy ve Kırağı

Sesim,
baharda çiy,
kışta kırağı saflığındadır.
Bağırsam,
haykırsam,
duyar mısınız sesimi?
Kar altında dimdik,
eğilmeden,
kırılmadan,
gülümseyen
yürekli bir akzambaktır sesim.
Ne çığlar gördü
yığın yığın üzerine çöken...
Ne lodoslar,
ne fırtınalar sıyırdı geçti.
Yağmur eritemedi,
kar donduramadı gülümseyişlerimi.
Bin yıllardan gelip,
bin yılları kucaklayan
bir yürüyüşün simgesidir.
Çığdan,
kırağıdan arta kalan bu yürek.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:30 PM
Çocuklara Kıymayın Efendiler

İnsanın en değerli varlıkları, hatta kendi canından bile değerli saydıkları, gerektiğinde uğruna seve seve canını verebileceği tek varlık, elbetteki çocuklarıdır. Kime sorsanız vereceği yanıt bellidir:
“Ben çocuklarım için yaşıyorum. Tüm çabalarım, onlara mutlu olabilecekleri yaşanası huzurlu bir gelecek hazırlamak içindir” der.
Bu teorik söylem elbette doğrudur. Ama gerçekte bu teoriyi pratiğe geçirebilen insan sayısı çok azdır. Çocuklarını okula kaydedip (okul yüzüne hasret olanları saymazsak) , ceplerine de gücümüzün yettiği kadar harçlık koyup babalık ve analık görevimizi yaptığımızı sanırız çoğu zaman. Tüm anne ve babaların çocuğun öğretmeni kadar kendi çocuğuna zaman ayırdıklarını söyleyebilir miyiz acaba? Sanmıyorum. Her öğretmen öğrencilerine günde en az altı ders saati (240 dakika) zaman ayırmakta, onları eğitmek için çaba sarf etmekte, onları geleceğe hazırlamak için kendi sağlıklarını severek ve isteyerek feda etmektedirler.
Peki ya anne ve babalar? Hangimiz çocuğumuza severek ve isteyerek, sıkılmadan günde iki saatimizi ayırıyoruz? Bu soruya “evet” diyebilecek çok az sayıda insan çıkacağını, olayların içinde yaşayan biri olarak çok iyi biliyorum. Çocuğumuz okuldan geldikten sonra, hangimiz merak edip “acaba çocuğum dışarıdaki zamanını kimlerle, hangi ortam ve koşullarda ve nasıl geçiriyor” diye araştırıyoruz? Bu soruya “ben” diyebileceklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. O zaman? Ne verdik ki, ne bekliyoruz?
İzin verirseniz, konuyu pekiştirmek adına yaşanmış kısa bir öyküyü sizlerle paylaşmak istiyorum.
Baba, bir akşam üstü yorgun argın bir şekilde işten eve dönüyor. Aceleden lavaboya gidip, elini yüzünü yıkadıktan sonra iş giysilerini çıkarıyor ve kanepeye uzanıp televizyon izlemeye koyuluyor. İlköğretim üçüncü sınıfta okuyan oğlu, babasına duyduğu özlemi az da olsa gidermek için koşarak boynuna sarılıyor ve:
“ Babacığım seni çok özledim! ” diyor.
Baba, yorgunluğun da verdiği bir ruh hali ile isteksizce:
“Ben de seni… oğlum” diyor çocuğun yüzüne bile bakmadan.
Çocuk bunun üzerine:
“Baba sana bir soru sorabilir miyim” diyor ürkek bir edayla.
Baba yine çocuğun yüzüne bakmadan:
“Tabi ki sorabilirsin oğlum! Neden soramayasın? Sor bakalım, neymiş? ”
Çocuk sıkılarak biraz utangaçça:
“Baba, günde ne kadar para kazanıyorsun? ” diye sorar.
Baba bu soruya çok sinirlenmiştir. Zaten yorgunluktan gergin olan sinirleri büsbütün gerilmiştir artık. Sinirli bir şekilde:
“ Yine oyuncak mı alacaksın? Bıktım senin bu fuzuli giderlerinden! ” diyerek, tersler çocuğu.
Çocuğun geri adım atacağı falan yok. Tekrar sorar:
“ Lütfen söyler misin baba, günde ne kadar para kazanıyorsun? ”
Baba uzandığı yerden hiddetle doğrularak:
“ Oğlum ne yapacaksın kazandığım parayı? Sen neden gidip ödevlerinle ilgilenmiyorsun? Bırak artık beni sıkboğaz etmeyi.”
Çocuk üstüne üstüne gidip, babasına aynı soruyu tekrar sorar:
“ Baba ne olursun haydi söyle, günde ne kadar para kazanıyorsun? ”
Baba artık pes etmiştir ve günde ne kadar para kazandığını söyler: ” Günde 20 YTL.” der.
Çocuk babasından aldığı bu yanıtla çok mutlu olur ve koşarak kendi odasına çıkar. Aylardır biriktirmeye çalıştığı harçlığını sevinçle yatağın üzerine döker ve sayar. Biriktirdiği para, 20 YTL’ yi çoktan aşmıştır. İçinden sadece 20 YTL alarak, büyük bir sevinçle aşağıda televizyon izlemekte olan babasına koşar ve:
“Al babacığım! Sayabilirsin. Tamı tamına 20 YTL. Yani bir günlük ücretin. Artık bir gününü bana ayırır mısın babacığım? ” der.
“Bir musibet bin nasihatten iyidir” demiş atalarımız. Ama musibetten ders çıkarmasını bilenler için…
(Gazete köşe yazılarımdan bir seçki)

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:30 PM
Depreşen Arzularım

Çocukken
çok istediğim,
özlemini ta iliklerimde duyumsadığım,
dokunsam;
tüm sözcükleri darmadağın olup
hece hece yerlere dökülecek sandığım;
gül gibi,
çiçek gibi koklamak istediğim,
ama bir türlü dokunamadığım
o güzelim çocuk öykülerini;
yani baştan sona beni anlatan,
ama benim olmayan kitapları
yeniden özledim.

Neredeyse torunlarım olacakken;
yani
yaş kemâle ermişken;
yeniden çocuk olma,
son bir kez çocukluğa dönme isteğimin
neden,
nereden
ve nasıl depreştiğini ben de bilmiyorum.
Oysa her 21 Mart sabahı sonrası
irili ufaklı tüm ağaçların dalları
yağan kara,
dinmeyen fırtınaya inat;
yeniden ve daha gür tomurcuklanıp
yüzlerini güneşe dönmek üzeredirler.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:30 PM
Dokunsanız Dağılacak Yüreğim

Dokunsanız dağılacak,
paramparça olacak bu emanet yüreğim.
İsyan derseniz değil,
teslimiyet hiç değil.
Kahreden bir yakamozun parıltısında
kurşunlanan bir delikanlı gibi
sereserpe uzanmışım bir kumsala usulca.
Aç bir çocuğun sararmış çıplak cesedi
göğsümün orta yerinde filizlenmekte yeniden.
Zehir zemberek bir yalnızlık sarmış dört yanımı.
Tüm gökyüzü yıldızları tanıktır ki;
Mavinin yaladığı kumlar kan kırmızı şimdi.
Ve çığlık çığlığa gecenin meltemi.
Üfleseniz sönecek tüm umut fenerleri.
Dokunsanız dağılacak
Özenle taranmış damat stili saçlarım.
Ay çatlayacak,
karanlığa gömülecek hırsından.
Bir ben kalacağım
kan kırmızı kumların soğuk kucağında,
bir de sararmış çıplak çocuk cesedi göğsümün üstünde.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:30 PM
Dört Mevsim Bahardık

Birlikte yola koyulurken
tek bedende birleşen canlar,
bir çınarda yüzlerce dallar gibiydik.
Umuttuk,
kara sevdaydık yüreklerde.
Şimşek şimşek bilinçtik serde.
Sarptı,
dolambaçlıydı,
aşılmaz bir labirentti yolumuz.
Gencecik fidanlardık.
Duyguların en safı,
en temizi vardı yüreklerimizde.
Ve bu duygularla âşıktık bir çoğumuz.
Nedense aşk yasaktı lisede.
'Olsun dedik,
yasaklar baş göz üstüne'dedik.
Ama yeminler olsun ki...
Yeminliydik en güzel sevdalar üstüne.
Ferhat'la Şirin gibi,
Mem û Zin gibi sevda yüklüydük.
Kaypaklığı bilmezdik hiç birimiz.
Belki eski püsküydü giysilerimiz,
ama bahar kadar yeni,
filiz kadar tazeydik tümümüz.
Mutlu
ve umutluyduk yola koyulurken.
Çelik çomak,
kartopu oynamak yerine
tarihi yargılardık lisede.
Tarihi yazanların
yargıç olduğunu düşünemeden.
Henüz yarılamışken yolu,
iflas etmiştik birçoğumuz.
Umutlarımızı,
sevdalarımızı,
ve yeminlerimizi unutmuş gibiydik.
Kasırgalara meydan okurken,
basit esintilerde
yelken bile olamadık bazılarımız.
Dökülenler,
kopan tespih taneleri gibi
sağa sola dağılanlar...
ayak bağı olanlar oldu zaman zaman.
Hatta;
sabahsız *******in
lümpen serserileri oldu bazı dostlarımız.
Kolayı seçtik beyler,
yazık ettik sevdalarımıza.
Hani ya ağalar
biz sevgilerin simgesiydik!
Hani ya biz;
gökyüzünün yağmuru,
yeryüzünün bereketiydik...
Hani ya ağalar,
hani ya biz dört mevsim bahardık...?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:31 PM
Dünya Dönüyor

Bir tur daha,
bir tur daha derken;
yerküre başladığı yere geri döndü.
Ya da geri döndüğü yerden
yeni bir başlangıç için start aldı.
Dön babam dön.
İnenler erken de olsa,
düşüyorlar yarı yolda.
Çocuklar gençliğe,
gençler olgunluğa,
yaşlılar kara toprağa
ne yazık ki
bir yıl daha erken yaklaşıyorlar.
Uyuyanlar uyusun, iyi ******* de;
uyuşanlar, mayışanlar ne alemdeler?
Dünya geri dönse de başladığı yere,
yollar tükenip, ömür bitince
umutlar kışa dönüşür,
toprak soğuk bir döşektir yerde sere serpe.
acı da olsa,
yaşamın güç yetmez realitesidir bu dönence.
Yoksa deryada gemi
nasıl varırdı menzile?
Yağmur kara, kar doluya nasıl dönüşürdü
bu yolculuk olsaydı bir bilmece...
Canlısı, cansızı,
gecesi, gündüzü
bir maraton yarışında belli ki.
Yaklaşınca son çizgiye yarışanlar,
yürekte sevinç yerine, başlar bir sızı.
Kış baharın,
bahar yazın,
yaz ise güzün takipçisi.
İster kabullen,
reddet istersen.
Güz, yaprak dökümünün habercisi.
Dökülen her yaprak da
yeni doğuşların müjdecisidir şüphesiz.
Varsın bir yıl daha geçsin.
Otlar sararsın,
ağaçlar soyunsun.
Varsın şakaklara karlar yağsın,
bıyıklara yıldızlar konsun varsın.
Yeter ki geleceğe umut,
yarınlara kucak kucak sevgi taşıyanlar
bahar seli gibi coşsunlar.
Varsın dünya, bir yerine bin dönsün.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:31 PM
Düşeş Zulada

Has ekmek,
kör memleket.
Ye babam ye Şevket.
Hey yavrum hey!
Kafatası Helmut,
kuşamı elberbat.
Beyni Şaronvari,
Duruşu; mübarek Gorbi sanki...
Vatanseverlikte hep yek dubara,
yine başta,
yine en önde bir numara.
Düseler,
düşeşler yan cepte,
yedekte zulada.
İhtiyaç anında,
bir bu yanda,
bir o yanda.
Hey yavrum hey!
Yozgat'tan Satılmış Bey,
Urfa'dan Sato Ağa,
binmişler bir kel kabağa.
Ya Allah, bismillah,
ilk hedef:
kısmetse Cello Ağa'ya
bir kaç Bez-men ısmarlamaya.
Belki de buradan oradan,
biraz börtüböcek,
biraz da iş olsun diye
köşe bucak kapmağa...
Hey yavrum hey!
Kuralsızlık kural olmuş,
bizim çoban kral olmuş.
Kavaldaki Derdo Paşa,
metropolde bir hoş neyzen olmuş.
Etrafında üç beş zibidi,
hem sağı yedi, hem solu bitirdi.
Şimdi ortada bir iki hindi,
gulu gulu bindi,
sulu sulu sindi.
Heeeyt be hey!
Neye niyet,
kime kısmet.
Serde nakış nakış kispet,
cepte birkaç peksimet.
Stockholm'da demet demet,
biraz senet,
biraz sepet.
Londra, Newyork, Lahey,
Çantada keklik adalet!
Acelen ne yavrum?
Çalış seninde olur elbet.
Sabret sabret.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:31 PM
Düşten İçeri Kadına

Ben dağları vurulmuş,
toprağına kan kokusu sinmiş
hücreleri paramparça diyarlardan
sana gelen bir gemi olsam...
Sen de bir kuytuda unutulmuş,
zalim bir tecridin yalnızlığında
ıssız sessiz bir liman olsan...
Son bir çırpınışla ablukayı yarar
yorgun bitkin yanaşırdım kucağına.
Yüreğimi maviyle zincirleyip
demir atardım rıhtımına.
Ama gördüğün gibi kurban
ben yüreği örste dövülmüş,
vurgun yemiş bir insanım işte.
Sen de ne bir limansın,
ne de kuşatılmış bir rıhtımın var.
Şimdi söyler misin kurban?
Böyle perişan,
böyle ezik,
böyle paramparça düşsem ocağına
yüreğinde yer var mı yüreğime?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:31 PM
Emzirilen Umutlar

Güneş batıp
kaybolunca aydınlıklar,
ve cümle yıldızlar
birer birer parladıkça gökyüzünde
bir hüzün,
bir özlem esir alır bedenimi.
Ne kadar gizlesem de
sensiz olmuyor,
Özlüyorum seni bir tanem.
O gülüşünü,
yürüyüşünü özlüyorum.
Bazen geçmişimi,
çocukluğumu anımsıyorum.
anamın ninnilerini,
türkülerini özlüyorum.
anam emzirirken bizi,
düşlerini de emzirirdi büyüsünler diye.
Biz büyüdük,
düşlerimiz küçüldü yıllar geçtikçe.
Düşlerimin içinde
sadece sen,
bir tek sen büyüyorsun bir tanem.
Ve sen büyüdükçe,
uzaklaşıyorsun nedense.
Meraklanıyorum,
Hayıflanıyorum gidişine.
Her gece gökyüzüne dikip gözlerimi,
kayan yıldızları izliyorum.
Her biri senmişsin gibi algılıyorum.
Bir de
gece şahinlerini izliyorum bazen.
Gündüz olsa,
bulutları bıçak gibi kesip geçerler.
Ya *******i?
*******i neyi biçtiklerini göremiyorum.
Meraklanıyor ve ürküyorum.
İstemeden,
tekrar çocukluk günlerime dönüyorum.
Umutlarımız vardı o zaman.
Kocaman kocamandılar.
Anam umutlarımızı da emzirirdi,
Bizimle birlikte büyüsünler diye.
Biz büyüdük,
Umutlar küçüldü yıllar geçtikçe.
Ama;
Özlemlerim büyüdü biliyor musun?
küçülen umutlara,
umutsuzluklara inat,
özlemlerimin ardından sana geliyorum.
Sen tüm dişiliğinle
kara bulutların ardında bekleye dur.
Saçlarınla set çek
pusudaki yağmur bulutlarına.
İzin verme sakın,
sönmesin yüreğindeki kıvılcımlar.
Fırtınalar yaratsın sevdan.
Benim her karanlık gecede
özlemleri emzrdiğim gibi,
Sen de benim için
sevdamızı emzir bir tanem.
Daha sonra bulutların ardında,
Yıldızların en tepesinde bekleye dur.
Ben,
Emzirilen sevdamızın ardından
Bulutlara tırmanıp geliyorum.
Bekle beni.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:31 PM
Erganim

Ya sabır! ...
Ya sabır dedik.
Sen bizi dışlarken,
biz seni hep sahiplendik.
Zalim *******in kara koynunda
tir tir titrerken bile,
ihanetlerine inat
seni lanetlemedik.
Yazın tozlarınla,
kışın çamurunla beslendik.
Nice yeni dünyalar kurulurken,
biz toprağını eşmekle yetindik.
Sen ekşittikçe yüzünü,
biz sabırla gülmeye çalıştık.
Ya sabır,
ya sabır dedik.
Hilar'daki tarihini,
ilk yerleşik düzenini,
Makam'daki rivayetini,
öpüp öpüp başımıza koyduk.
Sen ütopyalarda gezinirken,
biz seni taçlandırmaya çalıştık.
Milyonlarca ton ağırlıktaydın.
Kimimiz çocuk,
kimimiz genç yaşlardaydık.
Gün oldu birer birer,
gün oldu onar onar sırtladık seni.
Geleceğin aydınlık günlerine,
seni umut yapmaya çalıştık.
Yürekten sevdik seni.
En kutsal varlık sayıp,
sana hizmeti ibadet saydık.
Bazen ter olup,
yiğit alınlardan aktık.
Bazen damla damla yaş olup,
kara gözlerden süzüldük.
Artık bıraksan somurtmayı,
gülmeye başlasan artık.
Gecede kalmayı reddedip
aydınlığa koşsan,
Ve birazcık sırtımızdan inip
bizleri kucaklasan diyorum.
Bulanık düşüncelerden sıyrılıp
Çiftepınar gibi,
Minto'nun suyu gibi,
artık berraklaşsan;
Gülbaran gülleri gibi
allı yeşilli koksan...
Ve artık,
yüreklerimize aksan diyorum.
Ahhh Erganim!
Sen şu yaralı yüreklerde
ne sevdalar yeşerttin biliyor musun?
Sen,
hançerlenen sevdalara
ne diyarlar gezdirdin görmüyor musun?
Sen sevdaların en güzel bakışı,
sen doğanın özenli bir nakışı,
sen kardeşliğin gülümseten yarışı...
Artık aç o güzelim koynunu da,
doyasıya emzir yarınlarımızı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:32 PM
Eskimezler

Birkaç eksiğimizle
yıllar sonra yine bir aradayız.
O günlerden bu güne
ne değişti be dostlar?
Tutkularımız aynı tutkular,
özlemlerimiz aynı özlemler.
Her şey olduğu gibi,
her şey yerli yerinde.
Sadece biz 'eskimezler' eskidik.
Şakaklarımıza karlar yağdı,
yüzlerimizde çukurlar oluştu.
Biraz da diz ağrılarımız,
sırt ağrılarımız arttı galiba.
Şimdiki mevsimler de bir başka.
Kar daha şiddetli yağıyor,
rüzgârlar daha bir sert esiyor.
Yüreklerimizde tipi,boran...
Rüzgârlar ekip
fırtınalar mı biçiyoruz ne!
Anlaşılan,
bir tek mevsimler değişti.
O da çirkinlikten yana...
Söylencelerin Sürgün Yahudisi gibi,
Bir ucdan öbür uca savrulduk.
Geçmişi sanık,
geleceği yargıç yaptık.
Davayı savunmasız mı bıraktık ne!
Geçmişle geleceğin kavgasında,
taraflar bir başka acımasız.
Sevda yanıbaşımızda inlerken,
biz sevdasızları oynadık.
Söyleyin be dostlar.
Karanlığın karası,
akrebin zehiri mi azaldı?
Denizin balığı,
arının balı mı çoğaldı?
İstanbul'daki işçinin,
Harran'daki köylünün
ellerinin nasırı mı yok oldu?
Yoksa sahipsiz ak başaklar,
umut dalındaki tomurcuklar
bire on,
bire yüz mü verdi?
Ne değişti be dostlar?
Anamın türkülerinde aynı ezgiler,
'kılam'ları notasız.
Uyduruk masallarda hep aynı dev.
Yine bir dudağı yerde,
öbür dudağı gökte...
Yine kocaman elleri ensemizde.
Değişmedi be 'eskimez' dostlar,
değiştiremedik işte.
Sazlarda hep aynı repertuar:
yine 'Bir Başkadır Benim Memleketim'
yine 'Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar'
ve yine 'seré çiya bı dumane.'
Ne iki adım ileri,
ne bir adım ileri...
Bence biz,
hep aynı yerdeyiz be dostlar.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:32 PM
Ey İnsanlık

Mavisi ablukaya alınıp
gasp edilirken gökyüzü,
nerelerdeydin ey insanlık?
Kutup yıldızı kurşunlanıp
cümle yıldızlar karartılırken,
ve gümüşi gözlere kan bulaşırken
nasıl dayandın ey insanlık?
Göğüs kafesimi daraltırken yüreğim,
hiç hesapta olmayan
zamansız can çekişmelerim
yıldırım gibi düşerken toprağa,
nasıl diri kalabildin ey insanlık?
Şimdi zamanı değil gitmelerin.
Terk edişlerin zamanı değil.
Böyle sorgusuz sualsız,
böyle hesapsız nereye insanlık?
Sahipsiz yeşerir mi sanıyorsun,
dalında kurumaz mı tomurcuklar?
Bu gidişler boğar güneşi,
geceyi egemen kılar kaçışlar.
Cemre bu kadar yakınken toprağa,
buz dağlarına sığınmak,
yürekleri dondurmak niye?
Şimdi zamanı değil gitmelerin.
Avuçlarımızda karanfiller yeşertip,
boy vermenin zamanıdır ey insanlık!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:32 PM
Eyvallah

Eyvallah 'demokrat' kralım eyvallah!
Sana da,
seni doğurana da...
Şimdilik eyvallah!

'Güler yüzlü' saltanatına da,
yüreğimde tepinen düzenine de,
havada vurup tavada yemene de,
'doldur boşalt'çı teorik söylemine de,
kırk yamalı görünmez yüreğine de....
Şimdilik eyvallah!

Eyvallah 'halkçı' sultanım eyvallah!
Bulutlara kadar uzanan eline de,
coğrafyayı doladığın kambur beline de,
içinde binbir tilkinin dolaştığı beynine de...
Eyvallah sultanım.
Şimdilik eyvallah!

Uzak ettiğin tüm yakınlara,
yakın ettiğin puşt tuzaklara,
yarınlarımı oturttuğun kazıklara da...
Eyvallah babam.
Şimdilik eyvallah!

Yalanına,
dolanına,
talanına da...

Beleşlerine de,
kalleşlerine de,
leşlerine de...
Eyvallah karanlığım.
Şimdilik eyvallah!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:33 PM
Fırtına İle Talaz'ın Maceralari

(Diyarbakır şivesiyle kaba-dayi şiiri)

Ula derdımın dermani Derdo kardaş,
Bu gece ele bi ruya görmüşem ki...
Sankim diyesen bi Holivıd filmi.
Söyle heyrola babacan.
Heyr içinde kalasan kurban.
Şımdi sahan nasıl anlatam,
Seni nasıl inandıram bılmiyem ki...
Bızım Fırtına Ahmo'yla
Talaz Heme'yi ruyamda görmüşem.
Serkeşler kaşkaşok'a kaçağ biniler.
Saklana saklana Şehr-i İstanbul'a gidiler.
Bu İstanbul da ele bi şeher, ele bi şeher ki...
Bızım Diyarbekir'e heç mi heç benzemi kurban.
Yunan devleti kimin böyyük mübarek.
Ne âlimi belli, ne zalimi...
Ne serhoşi belli, ne de berduşi...
Her durak başında bi kara sakalli,
Her küçe girişinde bi kaba-dayi duri.
Ellerde tespih, tespihler otuz bir hebbeli.
Üstelik de saf gümüş işi Olti taşi...
Sankim bızım kehribara kıran girmiş!
Onlar orda voltalaşi,
Burda benım başım dolaşi.
Fırtına'yla Talaz'i kim tani?
Beyoğli, Tarlabaşi artist kayni.
Kız oğlana, oğlan kıza benzi.
Hepsi de saçlari tokali, kulaklari küpeli.
Bızım kontaklar da bunlara özeni.
İkisi de berberde bi güzel bezeni
Ati şali şalvari, geyi kısa tumani.
Sonra da denize sari koşi.
Şeltolar koca Marmara'yi Papaz Göli sani.
Tospağa kimin mavi sulara dali.
Bereket ki, her yerde cankurtaranlar duri.
Tam gulu guludayken elleri, gözleri,
Kurtarıcilar imdada yetışi.
Bahan ele hayın hayın bakma Derdo kardaş
Yalanım varsa, iki gözüm avucuma aka.
Ben ruyamda gördığımi anlatiyam babam.
Sonra ne mi oldi?
Bızım hemşolar beleşten kurtuliler ya,
Soyındıklari yere geri döniler.
Önce Beyoğli deyiler,
Sonra Tarlabaşı'na kazık dikiler.
Yolın bi başında Fırtına duri,
Öbürki başıni de Talaz tuti.
Fırtına burayi sahapsız dingonun ahıri sani.
Hemen kürtçe bi nara basi
Talaz da çeketin altından hıştoyi çeki
Dalaklar havada,
cigerler yerde dolaşi.
Anlayacağın Bizans degıl amma,
Resmen hur û pızur meydan savaşi.
Derdıne kurban Derdo kardaş,
Bıliyem bahan inanmisan kadan alam
Allah şahat ki, heç yalanım yok.
Yalan söyliyen Beko olsın canciger.
Bunların tamamıni ruyamda görmüşem.
Keşke sen de yanımda olaydın kurban
Olaydın da bahan inanaydın.
Ula hele görisen bızım çapağli Heme'yi
Erğeni'de 'pışt' desen altına sıçidi.
Metropol şeherde uyanmış hakkın kerizi.
Horozsız kümeste kaba-dayi kesılmış çillaka.
Kele ya o kalayci Ahmo'ya ne diyesen?
Köy yerınde fistanli imam,
Şeherde ne din, ne iman...
Şimdi şehr-i İstanbul'da havada vuri,
Tavada yeyimiş zıkkımın köküni yiyesi.
Daha sahan nasıl anlatam Derdo kardaş?
'Beterın de beteri var' demışler ya;
Ne diyem, Allah daha beterınden sakliya.
Ula ele puşt tuşt gülme bıyığ altından.
Bıliyem, gene bahan inanmisan.
Eger yalanım varsa Derdo kurban;
Nemrut kimin beynime sinekler dola.
Başıma taşlar, ataşlar yağa.
Ula hetta fetvaci fetva vermiye,
Zerda Baci'nın kızi üçten dokuza benden boş ola.
Ben sadece ruyamın saf, temiz yalancısiyam.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:33 PM
Filinta Yüreklim

Özlemişsen
ve özlem koca bir dağ gibi
oturmuşsa yaralı körpe yüreğine;
kır esaret zincirlerini
yüreğini avuçla da gel.

Bak bulutlar toplanıyor,
Karanlıklar eylem hazırlığında
ve göğü kuşatmak üzereler.

Bak ve dinle.
Duyuyor musun çakal ulumalı rüzgârın sesini?

Koptu kopacak fırtına.
Yarın geç,
çok geç olabilir.
Geleceksen eğer;
çiçek goncadan,
yaprak dalından düşmeden...
Gecenin yosun yeşili bir sabahında,
güneş bakışlı bir şafakta gel.

Özlemişsen
ve dönmekse eğer kararın;
şimdi tam zamanı filinta yüreklim.

Düğüne gider gibi süslen
ve namluya sürülmeye hazır
delikanlı bir şark dilberi gibi
yüreğini yüreğime hedefle de gel.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:33 PM
Geçer Elbet

Bekle sen,
bekle ey sevdasız.
Can pazarından döner gelirim elbet.
Bu yollar,caddeler
bu dağlar unutmaz ihaneti.
Bu ölü şehir canlanır elbet.
bekle sen,
bekle ey sevdasız.
ay tutulması geçer,
gökte yıldızlar parlar elbet.
Bu çığlık biter,
bu yangın söner elbet.
Bu yürek,
bu bilek
daha ne sevda tohumları eker.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:35 PM
Gelmedin

Belki gelirsin diye,
her tatilde aklım sende,
gözlerim yollardaydı.
Gelmedin.
Belki yakın değildin,
ama çok uzak da sayılmazdın.
İstesen gelirdin ya;
nedense gelmedin.
Gene aklım sende,
gözlerim yollarda kaldı.
Ordan gelen de yoktu.
soramadım kimseye.
Sesini duyamıyorum,
yüzünü göremiyorum.
Ellerine,
saçlarına dokunamıyorum.
Sen oralarda bensiz,
ben buralarda sensizim.
İyi misin bari?
Her görüş gününde,
sabırla bekledim seni.
Gelmedin işte!
Yine sessiz,
yine sensizim.
Diğerlerinden farksız,
bir yıl daha geçti acımasız.
Ve yaşam ağacımızdan
bir yaprak daha düştü,
Sessiz sedasız...
İstesen gelirdin ya;
yine gelmedin işte.
Bedenim
demir parmaklıklar ardında,
gözlerim yollarda,
aklım ve yüreğim sende kaldı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:35 PM
Gidiyorsun İşte

Yaptın yine yapacağını.
Güvercinin kanadını,
zeytinin dalını,
ardına bakmadan
kırıp gidiyorsun işte.
Bulutları yarıp
yüreğime akan şimşek gibi,
gündüzü kovalayan gece gibi,
toprağa sızan yağmur gibi,
zaman gibi,
ardına bakmadan
akıp gidiyorsun işte.
Biliyorum.
Biliyorum ki dönüşün olanaksız.
Sen olmasan;
denizin mavisi,
ormanın yeşili,
gülün kokusu da olmaz.
Biliyorum.
Biliyorum sen olmasan;
tekler bu yürek,
bu can toprağa düşer.
Ah be insafsızım!
Yaptın yine yapacağını.
Öldürmeden
gömüp gidiyorsun işte.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:35 PM
Gören Kör, Duyan Sağır

Önüm arkam arsızlık.
Sağım solum hırsızlık.
Bir tek gökyüzü kaldı
çalınıp satılmadık...
Yeminliyim dostlarım,
düzeltmeye andım var.

Dürüstsen adın salak.
Değerler allak bullak.
Talana merak sardık,
emekler tepe taklak...
Yola çıktım dostlarım,
yoldaşa ihtiyaç var.

İnsanız, hayvan değil.
Yürümeyi bilmeden
uçmaya sardık meyil.
Gören kör, duyan sağır...
Işığı yakın dostlar.
Görmeye ihtiyaç var.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:36 PM
Gül Dalından Koptu Bir Kere

Seni düşünmenin kurşuni rengini yaşasam da;
Çocuksu yanımı aşırdım dağlardan.
Gençliğimi rüzgâr sonrası tufana saklıyorum.
Bireysellik askıda şimdilik.
Özlemler sağanak şeklinde yığınla...
Artık seni hiç özlemiyorum Perişan.
Biliyor musun?
Sızlanmayı da sızıda bıraktım.
Hayır hayır!
Seni unuttuğumdan falan değil.
Keşke öyle olsaydı Perişan.
Umursamazlığım;
Sıradanlığa kayıtsızlığımdandır bilesin.
Bilesin, ben Ernesto...
Sen de Katyuşa değilsin.
Şimdi sen orada,
Hülyalarınla küçük dünyanda kal.
İster kar tanesi narinliğinde,
İster bahar goncası tazeliğinde...
İstersen yedivereni ol dağların.
Yağmur buluttan düştü Perişan.
Gül dalından koptu bir kere.
Ne yağmur damlası döner buluta,
Ne kopan gül yapışır dalına.
Bilirsin;
Ben seni ben gibi,
Ben seni benden içeri severdim.
Şimdi seni biz gibi düşünüyorum.
Mavi, sende bir çift gözdü Perişan.
Mavi şimdi koca bir gökyüzü,
Mavi, şimdi deniz çağlayanı,
Mavi, şimdi yürek çarpıntısıdır Perişan.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:36 PM
Gülmek Zor İş

Keşke sanıldığı kadar basit olsa,
ve istendiğinde gülünebilse.
Olmuyor arkadaş,
olmuyor işte.
Gülemiyorum.
İçime sinmiyor bir türlü.
Ödünç verileni var mı?
Ya da;
satılanı var mı pazarlarda?
Gülmelerin haraç mezat olanı...
Hele de yetim *******in
öksüz koynunda pusuya yatanı...
var mı *******e inat,
puştluğa zula yatanı?
Ya da,
zulasında umut kırıntısı yeşerteni...
Yok işte biliyoruz.
******* utanmaz,
******* arlanmaz,
******* hain ve fırsatçı.
Her gün batımında kanlı pusudalar.
Ta ki;
tan yeri ağarıncaya,
ta ki o çığlık,
karanlık pusuları dağıtıncaya dek...
doğuma beş kala,
çığlık çığlığa bir ana.
Umutsuz,
karamsar,
ve kan revan içinde duygular.
ve sinsi bir kuytuda,
utangaç bir çocuk,
bak nasıl da titriyor
oyunsuz,
oyuncaksız,
ve de kimsesiz.
Olmuyor,
anlayın işte.
Puşt bir zulada
tanıdık bir fail,
yine gülümsüyor utanmazca,
ve sinsice.
Ahhh! Ah be.
Gülemiyorum, anlayın işte.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:37 PM
Günaydın

Günaydın!
yeni güne,
yeni günlere...
Günaydın!
Karanlığa karşı
çelik siper olmayı
ilke edinmişlere...
Günaydın!
Sevgiye sevgiler katmak için
yola çıkmışlara...
Günaydın!
Emeğe,
emekçiye...
Alınterini katık yapanlara,
binlerce,
onbinlerce günaydın!
Günaydın!
Mayınsız yollara,
koynunda çiçek saklayan
yüce dağlara günaydın!
Ateşe su,
yüreğe sevgi besleyenlere günaydın!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:37 PM
Güneşin Ardına Dek Uzanacağım

İhanetin rengi,
Ölümün soğuk kara rengidir.
Peki ya soyu, sopu,
yeri yurdu,
coğrafyası nere ihanetin?
Yürekten girip
damarda kamp kuran,
kurşunu besleyen kim?
Gülistandan gülleri,
kırdan çiçekleri,
yürekten sevileri koparan kim?
İyiyi kötüyle,
çirkini güzelle,
aşkı nefretle besleyen kim?
Kim gözlerini dikti gülen gözlere?
Kim?
Kim niye pusu kurar
sevgiyle tutuşan ellere?
.............
Daha nice sorular,
nice nice sorular sordum düne.
Dün 'bu güne sor' dedi.
Bu gün 'yarın gelecek, ona sor' dedi.
Yarın uzaklarda,
çok uzaklarda
ve hep bir adım önde ya;
yakalarsam sormayacağım.
Kökünden değiştireceğim yemin olsun.
Yemin olsun,
Güneş'in ardına dek uzanacağım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:37 PM
Harput Sultanı

Kör bir sabah vakti
Güneş uykudayken henüz
gözleri yollarda,
elleri koynunda
bir Harput güzeli vuruldu.
Ardında bir sızı,
tarifsiz bir acı,
yüreklerde dağ gibi bir köz bıraktı.
Bir sabah ezanı öncesi,
henüz uykulu iken yer, gök,
hain bir karanlıkta
kalleş bir kurşun uludu.
Hazar kudurdu,
kumsalda kumlar ayaklandı.
Ve gözleri yollarda,
elleri koynunda
bir Harput güzeli vuruldu.
Sağır baykuş yardakçı,
çiy tanesi tanıktı.
Baykuş havalandı,
çiy eridi utancından.
Ve karadan kara bir örtü,
yıldızların üzerine serildi.
Söğüt dalları bir yandan,
toprak öbür yandan
sarmak için kucak açtı.
Bir sıradağ çöktü sanki.
Kör bir şafak vakti
Güneş'ten habersiz
bir Harput güzeli vuruldu.
Hazar kudurdu,
Kumsalda kumlar ayaklandı.
Ve tarihe işlenmiş aşkların,
sevdaların biricik sultanı
Güneş'ten habersiz son kez gülümsedi.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:38 PM
Haydi Gülümse Gülüm

Haydi gülümse gülüm!
Gündüzleri Güneş,
*******i Ay kıskansın.
Haydi gülümse gülüm!
Bulutlar gürlesin,
yıldızlar halay kursun.
Haydi gülümse gülüm!
Dünya dursun,
dört mevsim bahar kalsın.
Haydi gülümse gülüm!
Kin ve nefret bitsin,
kardeşlik kök salsın.
Haydi gülümse gülüm!
Eller birleşsin,
yürekler sevgi dolsun.
Haydi gülümse gülüm!
gülümseyen yüzlerde
yeni bir dünya kurulsun.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:38 PM
Haydi Yine İyisin be Gözüm

Duydum ki medyatik olmuşsun.
Bedenin tahliye,
yüreğin tutuklu kalmış.
Seni 'içerideki dışarıdan,
dışarıdaki içeriye' salmışlar.
Haydi yine iyisin be gözüm!
Gazetelerde manşet olmuşsun.
Fotoğrafın eski meski de olsa,
Allah var yakışıklı çıkmışsın.
Ulusal medyanın gözdesi,
reytinglerin şahıymışsın.
Kafandaki gözler görse de,
kalp gözün körmüş, neye yarar?
Kör ve sağır duvarlardan,
sağır ve kör caddelere terfi etmişsin.
'Olsun, ne fark eder' dermişsin.
Biri diğerinin simetrisi ya,
'ona da şükür' diyormuşsun.
Fakat her ne hikmetse,
Simetrisiz bir yaşamın
olmazsa olmazıymışsın.
Haydi yine iyisin be gözüm!
Olmayan pencerene kuşlar,
yapraksız dallarına kelebekler konmasa da,
varsın ya, yaşıyorsun ya;
Böyle yaşamın yarını olaydım!
Ölüden farksız yaşasan ne yazar?
Sen dışarıda,
dışarı içerde olduktan sonra...

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:38 PM
Her Sabah Yeniden Sev

Bakışların bahar uyanışında,
gülüşlerin Haziran sıcaklığında.
Bu uyanış,
bu sevda tükenmeden
Her sabah yeni baştan sev
ve her Haziran yeniden gülümse.
Gülümse ki;
dalımızda çiçekler,
kapımızda serçeler kudursun zevkinden.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:39 PM
Hizan Çiçeği (Beyaz Cehennem)

Gecenin ürkütücü karanlığını
yılan kıvraklığıyla yararak,
sana akan bir kayan yıldızım şimdi.
Görmezden gelinen sevmelerimin
yol haritasında izdüşümler yaratıyorum.
Senin anlayacağın dağ lalem;
beyaz cehennemde cennet peşindeyim.
Bitlis Deresi heyelana,
ben sana teslimim.
Tut ellerimden
deşifre etme yalnızlığımı.
Kansıza, soysuza rezil etme beni.
Dayanamam, ölür biterim sonra.
Hazro Geçidi'nde kurt ulumalarına
kınalı keklik ötüşleri karışmış.
Ürkek bir alaca tavşan burnundan can soluyor.
Avcının umurunda mı sanki, yaşam devam ediyor.
Sevda göçüğü altında sürgün bir bakış
yalnızlık türküsüne odaklanmış,
yüreği kelepçede kan ağlıyor.
Uzat, uzat ellerini,
ellerim ellerini özlüyor.
Örtme, gölgeleme ışığımı.
Karanlığı egemen kılma dağ lalem.
Tut ellerimden,
kimsesizin kimsesi ol.
Yani benim kimsem,
yani eşim,
yani dostum ol.
Deşifre etme kimsesizliğimi.
Katmerleşmiş kar kütleleri altında
başı dik, alnı açık boy veren
isyankâr bir Hizan Çiçeği'yim.
Cesaretimi savurma rüzgârınla,
darmadağın etme,
bitirme yarınlarımı.
Yaşayamam,
tarihe gömme beni.
Yoluma harami gibi dizilen sıradağlara
sarı tütün tiryakiliği sinmiş.
Dört yanım beyaz cehennem kokuyor.
Ben ise, sadece sen kokuyorum.
Tut ellerimden.
Senli kokularımı dağıtma,
talan etme özlemlerimi.
Soysuza, kansıza rezil û rüsva etme şimdi.


.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:39 PM
Hoş Geldin Gülüm

Hoş geldin gülüm!
Gülüm hoş geldin!
Duygularıma,
düşünceme,
dünyama,
yüreğime hoş geldin!
Yüce dağların
kirlenmemiş ak karı,
zümrüt gerdanlı ovaların
el değmemiş ar'ı,
esareti red eden
özgür sevdaların şah damarı...
Hoş geldin gülüm!
Gülüm hoş geldin!
Gerçeğime,
düşüme,
korkuma,
cesaretime...
Hasretime hoş geldin!
Anlam verdin,
biçimlendirdin,
değer kattın.
Yaşam hevesim,
canım ciğerim
dünyama hoş geldin!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:39 PM
Hüzün Kuyusu

Kısa bir süreliğine de olsa,
özel yaşamımın anlık bir kesitini ayırıp
halklar denizinde yüzmeyi denedim.
Ve insanlığın hüzün kuyusuna daldım.
Milyonların arasında bir devri âlem yaptım dün gece.
Hepsi de boynu bükük duruyorlardı, sessizdiler.
Fırtına öncesi durgunluğunun son durağında,
sanki yeni bir Nuh Tufanı bekliyorlardı.
Onları cayır cayır yakan yangının küllerinden
yeniden yaratılmak,
topraktan özgürce fışkırmak için sıradaydılar.
Duruşlarını önce garipsedim doğrusu.
Yüz yüze değil, sırt sırtaydılar.
Ve dargın gibiydi duruşları.
Düşleri dağınık,
umutları bulanıktı.
Çocukların uykusuz buğulu gözlerinden yaş,
yüreklerinden yıldızlar damlıyordu.
Kimi beyaz,
kimi sarı,
kimi esmer,
kimi de kara deriliydi.
İngilizce, Fransızca,
Almanca, Yunanca,
İtalyanca, Leh'çe,
Türkçe, Kürtçe,
Arapça, Farsça... konuşuyorlardı.
Hatta kuş dili,
kurt dili bile konuşanlar vardı.
Dünyanın tüm dilleri,
birer çiçek gibi bir bahçede buluşmuşlardı.
Aynı kökten üreyen ağacın
ayrı renklerdeki meyveleriydiler sanki.
Ayrı gibi dursalar da;
yarınlara ilişkin idealleri aynıydı:
Yer yüzünü hakça paylaşmak;
gökyüzündeki dolunayı
ve yıldızları eşitçe sahiplenebilmek...
Sorgusuz, sualsiz yaratılmışken;
'insan' gibi yaşayabilmek.
Renkleri ve dilleri ayrı da olsa,
hüzün kuyusundaki tüm yüzler tanıdıktılar.
Ebeveyndiler,
kardeştiler,
kuzendiler,
hısım akraba, kirveydiler.
Uyandığımda her biri ayrı bir yerde,
yine gırtlak gırtlağaydılar.
Oooof ulan vampir doyumsuzluğum!
İçtiğin tüm kanlar,
damarındakiyle aynıdır, uyan artık!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:40 PM
Hüzün Yüklü Bir Sevda

Ona yıllar sonra
bir tren garında
metali oksitlenmiş,
boyası dökülmüş,
kırık dökük bir bankta rastladım.
Dizlerinde yerel bir gazete,
elinde ucuzdan bir kalem...
Bulmaca mı çözüyordu,
borçlarını mı hesaplıyordu,
tam anlayamadım doğrusu.
Sol eliyle bazen saçlarını,
bazen kırlaşmış sakalını kaşıyordu.
Durgundu.
Belli ki yorgundu.
Aşk mağlubu bir yaralıdan çok,
iflas etmiş bir esnafı andırıyordu.
Şakaklarına sisli bir hava,
bıyıklarına yıldızlar konmuştu.
Alnında acıların derin çizgileri,
yüreğinde bir sevda yanığı vardı.
Ürkek adımlarla yaklaşıp yanına,
usulcadan'merhaba' dedim ona.
Hafiften kaldırıp başını,
aşağıdan başlayarak
yukarıya doğru süzdü beni.
Sonra baygın gözlerle
yüzüme bakıp,
'Sen de kimsin' der gibi
dertli başıyla yanıtladı beni.
'Sakıncası yoksa
oturabilir miyim' dedim.
İsteksizce sağa kayıp,
sol yanında yer açtı bana.
Çocukken yaptığımız gibi,
yer kapmaca oynuyorduk sanki.
Sonbahar kasırgasına direnen
yaşlı bir çınar gibi titriyordu.
Düşmemek için
direnişteydi yorgun bacakları.
Kalem tutan parmakları
bahar yağmurlarına hasret,
kızıl karanfiller gibi
cılız ve solgundular.
Suskundu.
Derin sular gibi durgundu.
Belli ki sevdalı yüreciği
bir napalm gibi,
volkanik bir dağ gibi
patlamak üzere tetikteydi.
Perondan ağır ağır giren tren
sanki çelik raylar üzerinde değil de,
yüreğinin içinden ilerliyordu.
Tren ilerleyip,yaklaştıkça ses,
O, iliklerine kadar titriyordu.
Beş on metre ilerisinde
bir sarsıntı ile durdu paslı vagonlar.
O ise,
hala elindeki kalemiyle
ne olduğunu anlayamadığım
hesaplar yapmaya devam ediyordu.
Ben görmeye çalıştıkça yazdıklarını,
O,benden sır gibi saklıyordu.
Tüm yolcular dağılıp
etrafa çökünce sessizlik,
adamım son noktayı koyar gibi
sertçe dikine vurdu kalemi.
Sonra,
özenle katlayıp buruşuk gazeteyi
en değerli varlığını gizler gibi,
yıllanmış soluk yüzlü ceketinin
yırtık astarından içeri
itiverdi özel bilgilerini.
Kısa bir süre suskunluğunu,
ve yılgınlığını korudu adamım.
Nedense sonra kaldırıp başını,
tüm acıları sindirircesine yutkundu.
Yüzündeki hasret çizgilerine inat,
sağaltıcı acı bir gülümseme yolladı trene.
'Hani ya canım sırdaşım,
hani ya yalnızlık yoktu?
Şimdi sen de
yalnız ve bir başına kaldın mı benim gibi?
Her yanın buz kalıbı,
her yanın zehir zemberek ya şimdi!
Ahhh! Ah seni yalancı!
Seni gamsız,
Seni utamnaz demir yığını!
Artık dile gel ve söyle.
Bu nasıl bir aldatış öyle!
Bu gelen kaçıncı eylül?
Hani ya en son o inecekti vagondan?
Hani ya yıllar önceki gibi
elleriyle saçlarımı tarayacak,
sakalımı okşayacaktı...
Davullu zurnalı halaylar kurulacak,
şenlenecekti buralar...
Hani ya yalancı?
Bir harabeden
panayır yerine dönecekti bu yürek?
Ahhh! Ah seni aşklar gömen
sevda düşmanı kara tren!
Yine hasretle sözleşip,
yine bir olup ektiniz beni.
Yine kalakaldık tek başımıza.
Sen sır yüklü raylar üzerinde,
ben bu kırık dökük bankta,
kim bilir daha kaç sabahsız gece,
kaç kısır mevsim eskiteceğiz.'

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:40 PM
İhanetin Ödülü

Ardına bile bakmadan
çiseleyip geçtin ya bir yağmur bulutu gibi,
ıslattın ya,
sırılsıklam ettin ya...
Bir çamur deryasına buladın ya bu yüreği;
Helâl olsun sana!
İhanetin ödülü sana helâl olsun!

Sensizliğin acımasız girdabındayım artık.
Dalgaların yonttuğu koca bir dağım,
yavaş yavaş erimekteyim şimdi.

Hayalleri kurşunlanmış bir çocuk misâli
duvar dipleri sarhoşuyum artık.
'Erkekler ağlamaz' safsatası beynimde zonklarken,
söyle, sensizliğe nasıl ağlarım,
göz pınarlarım kurumaz mı şimdi?

Dalları tırpanlanan bir karanfilden farksızım.
Kurumak üzereyken damarlarım,
söyle nasıl kokarım şimdi?

Beni kokusuz,
beni dilsiz bıraktın ya şimdi,
Helâl olsun sana.
İhanetin şiiri
hain şairliğine helâl olsun!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:41 PM
İlk Tekme Senden Gelmesin

Hani yalnızlıklar olur ya
en acısından,
en katmerlisinden...
Bir miting alanında en coşkulu anda bile
kendini bir başına,
yapayalnız hisseder ya insan...
En anarşist sloganlar bile
birer vızıltı gibi gelir geçer ya...
Gündüzlerin kâbusa dönüştüğü,
*******in ihanet kurşunu gibi delip geçtiği...
İşte öyle bir ruh hâli çaprazındayım şimdi.
Melikahmet'te bir mal pazarı değil bu,
resmen can pazarında haraç mezatım anlayacağın.
En önemsendiğin anda beni görmezden gelip
sırtını döner gidersen eğer;
on şiddetinde deprem yemişe dönerim,
bir sıradağ gibi çöker, yıkılır bedenim.

Hani dört bir yandan şimşekler çakar da
yıldırımlar düşer ya toprağın rahmine...
Kara bir çözümsüzlük çöker ya yeryüzüne;
rahmet niyetine
binlerce Fırat birden düşer ya gökyüzünden...
Ve Toprak Ana döl düşürür ya ağır tecavüzden.
Köklerinden koparılmış maske yüzlü bir cellat
kimliksizlik seceresini darağacına asar ya Kopuk'luğundan;
İşte şimdi senli bir ben olmalı yanımda.
En önemsendiğin anda beni görmezden gelip
bir başıma bırakır gidersen eğer;
sendeki beni de bitirirsin biliyor musun?

Hani bir yavru ceylan vurulur da
düşer ya usulcadan bir kaya dibine umutsuzca...
Yitik bir yok oluş türküsü çalınır da
kimsesizliğin boğucu kokusu yayılır ya etrafa;
Ve sonrasında salya sümük
sinsi bir çakal sürüsü belirir ya ışıldayan vampirimsi gözlerle.
Egemenlik el değiştirir ya kayıtsız şartsız...
Ve gökkuşağının tüm renkleri kararır ya utancından.
Hani sonun başlangıcının ilk basamağı olur ya...
İşte şimdi sendeki benle sensiz o basamaktayım.
İçindeki beni görmezden gelip gidersen eğer;
yarınlarıma ilk tekme senden gelmesin istiyorum,
şimdi anlıyor musun?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:41 PM
İstanbul *******i

İstanbul *******i zorbadır, bilirsiniz.
Sazı sözden, sözü canandan eder insafsız.
Tan yeri ağarırken vurulduk kuytularda.
Ayasofya ağlıyordu, derinden ve sessiz.
Nasıl ağlamasın, tarih sancı çekiyordu.
Bahar geldiğine pişmandı, güller solgundu.
Uluyan karanlık öylece sırıtıyordu.
Lâkin farkındalıklar o gece uyuyordu.

Gemiler Galata'dan sessizce geçiyordu.
Ecel taşıyormuş gibi, kırgın ve yorgundu.
Canımdan can gidiyorken, İstanbul sağırdı.
Ezelden ebede yoculuğumuz ağırdı.
Lakayttı sokaklar, dilsiz ve umursamazdı.
Ey haraç mezat satılık şehir, ey İstanbul!
Rıhtımları sürgün kokan, ey gamsız İstanbul!
İkilem yok, inadına güller açacağım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:42 PM
Kaçak Sevdam

Ben, toprağı yaratan topraksız Toprak Ana'nın
gözleri nemli,
dudakları nar kırmızısı yaman çocuğu...
Sen, insan avcısı serseri sokakların
selvi nazında, kömür gözlü göçer kızı...
Sana yaklaştığımı sandığım her anda
koyu kızıl bir gün batımı kaçışlarınla
yitip giderdin çocuksu nemli gözlerimden.
Ama bilmediğin,
hiç bilemeyeceğin
köklü bir miras kalırdı yüreğimde,
pazarlıksız el koymaların tacir mezatında
yine gül bahçesi mi,
yoksa hayal meyal uykularda mı gülmelerin?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:43 PM
Kadınım

Gözlerini sakla gözlerden.
Göze gelirsin sonra.
Ben yokum ya yanında,
sarıl benli anılara.
sakla onları,
sakla gül kokulu koynunda.
Canın gibi,
ruhun gibi koru.
Biliyorum özledin beni.
'Saatler ay,
aylar yıl oldu' demişsin gelenlere.
Esir alıp zamanı,
hapsetmişsin yüreğinin derinliklerinde.
Sabret kadınım.
Belki birkaç hafta,
belki birkaç ay sonra gelirim.
Belki de benim yarınlarım olmaz,
hiçbir yarın gelemem.
Sen yine de,
gözlerini sakla gözlerden.
Göze gelme sakın.
Ve sarıl benli anılara.
Koru,
canlı tut,
eskitme sakın.
Hep diri kalsın umutların.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:44 PM
Kahretsin Yoksunuz

Kahretsin!
Kahretsin, en özlendiğiniz zamanda
yoksunuz, yoksunuz yine.
Dağınıklık dağ gibi,
ölüm gibi çöküyorken üstüme,
dağıtmak için yoksunuz işte.
Dünyanızın içindeki ikinci bir dünyada,
cehennemi bir senaryo uygulamada.
Ve üzülüyorum, bitiyorum yoksunuz.
Bulunması gereken yerde değilsiniz yine.
Orta yerde can çekişirken sevdalarımız,
Bakarkör olmanın ötesinde değiliz işte!
Ve yokuz, yoksunuz, yoklardayız yine.
Zil takıp oynayanlar ışıklı sahnede,
oynatanlar koyu karanlıktalar.
Düzensizliğin adını düzen koyup,
pervasızca üstümüzde tepiniyorlar.
Sonra sinsice ve yavaş yavaş,
kıyım kıyım yüreklerimizde çörekleniyorlar.
Derken ayak oyunlarıyla,
elenseyle başlıyor gece içinde dalaş.
Çarkın dişlilerinden biri biçerken ışığı,
Bir diğeri Şark Çıbanı oluveriyor soframızda.
Kahretsin, durulması gereken yerde değilsiniz işte!
Ve paslı mengenede sıkıştırılmaktayız yine.
Katre katre sıkılırken yaşam suyumuz,
Acıları seyrusefadayız her nedense.
Ellerim ellerinize uzanıyor hasretle.
Ve siz içimdeki en yakın uzaktasınız.
Tutunamıyorum.
Diken gibi batıyor, acıtıyor dallarınız.
Kanıyor yüreğim, işte yoksunuz yine!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:45 PM
Kapıldım Gidiyorum İşte

Ne eşiğim vardı, ne de pencerem...
Nereye, nasıl konacaktı bilmem
Kanadı kırık o yaralı serçem.
Oysa nasıl, nasıl da özlemiştim...
Duvarımın her taşına düşünü,
Yastığıma ismini işlemiştim.

Siz bakmayın bana dostlar.
Şöyle bir duygu seline
Kapıldım gidiyorum işte.

Yetmiş iki can, yetmiş iki umut.
Bir mezar içinde canlı bir tabut.
Şarkılar suskun, şiirler belalı.
Oysa nasıl da gelmişti duyasım;
Saz kırık, tel kopuk, akort yaralı.

Siz bakmayın bana dostlar.
Şöyle bir duygu seline
Kapıldım gidiyorum işte.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:46 PM
Karanlığın Ardı Türküsü

Bir sonbahar kasırgasıydı kopan.
Ey yaratan! Neydi o kara gün?
Nasıl yarattın öyle bir tufan?
Şimdi kurtlar sofrasına düşmüşüz.
Ne arayan var, ne de soran...

Karanlığın ardı aydınlık derler.
Aydınlıktır bizi kendine çeken.

Koca dağlar bile titrerken,
gökyüzü hırsından ağlarken,
bu kayıtsızlık niyedir bilinmez.
Henüz yaşamın başındayken
bu erken yaprak dökümü neden?

Karanlığın ardı aydınlık derler.
Aydınlıktır bizi kendine çeken.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:47 PM
Kekliğim

Kekliğim

kekliğim,
kar beyazım,
yüreği yaralım!
Evsiz,
yurtsuz kekliğim.
yarası derin,
yolları kapalı,
çaresiz kuşum.
Bu ne inlemedir,
ne figandır böyle?
Kekliğim,
kar beyazım,
sevdalı kuşum benim.
Gece karanlık,
gece soğuk,
gece dondurucu.
Gökteki yıldızlar bile
birer şimşek gibi,
kudurmuş damlalar gibi,
zehirli birer hançer gibi,
acımasızca yaramıza saplanmaktalar.
Ahhhh kekliğim!
Güzelim,
yüreği yaralım.
altımızdaki toprak,
üstümüzdeki gök kubbe bile
yazgımızı adım adım izlemekte.
Gözlerimiz kan çanağı,
yaşlar sel gibi akmakta.
Kekliğim,
kar beyazım,
yüreği yaralım benim.
Sen gurbette yaban ellerde,
ben gurbette yaman çelişkide...
Görüşmemiz,
kavuşmamız ne zaman
ne zaman gerçekleşecek kekliğim?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:47 PM
Kısır Şafaklar

Gün batımlarımız hep sancılı olur.
Hele bir de gece olup
karanlıklar egemen olunca;
bir işkencedir değme gitsin.
İniltilerimiz taa ana rahminden duyulur.
Yağmur bir yağmaya görsün.
Gökkuşağı bile sinsileşir,
ürkütür,
korkutur,
birer dev ahtapot olur renkler
Tanınmaz olur sarılar,kırmızılar.
Gün batımları,
sıkıntılı olur buralarda.
Ne Dicle Dicle gibi akar;
Ne de Fırat Fırat gibi kükrer.
Güneş dağları devirdikten sonra,
iniltilerimiz Bağdat'tan,
taa Şam'ın göbeğinden duyulur.
Mezra Botan kördüğümdür artık.
Binlercedir,
onbinlercedir,çözemezsin.
Maden köprüsü kızarır,
arlanır bakır suları.
Tarih sancılanır,
utanır şahadet etmekten.
Feryattır,
figandır,
su verilmiş çeliktir,
cehennem ateşidir gün batımlarımız.
İlmik ilmik boğar doğacak güneşi.
Gebe kalır,
sancılanır kısır şafaklar.
Ne sancı biter,
ne gün doğar buralarda.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:54 PM
Kıyameti Aratmaz mıyım

İnceden mavileşerek esen
yosun kokulu bir meltem mi,
sığırcık katarında serin bir yel mi?
Ne sanırsın bu yüreği?
Bilmez misin ki...
Kasırgalar yaratan,
Sıradağları Sahra'ya çeviren
Delidolu bir tufan var içerimde.

Böyle bir başına habersiz,
Böyle yalın yürek, izsiz
Koşar adım nereye?

Gülü dalda,
Bülbülü zorda...
Aşkı darda bırakıp
Tek başına gidiş nereye kadar?

Bilmez misin ki bulut olur gürlerim.
Yağmur olur yollarına yağarım.
Dayanır mıyım,
Engel tanır mıyım sanırsın?
Sel olup yıkmaz mıyım,
Ateş olup yakmaz mıyım cihanı?
Kıyameti aratmaz mıyım sanırsın?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:54 PM
Kim

Hangi zalim şehir,
hangi kaypak cadde,
hangi utanmaz kır çiçeği,
hangi şerefsiz ağaç tanık değil?
Ayrılığımız onaylanırken,
hangi sevdasız zil takıp oynadı?
Gökteki hangi yıldız uyudu?
Bir daha Güneş doğmasın,
sabah olmasın diye,
hangi alçak el açıp
yalvardı Allah'a?
Oyyyy! Göz yaşlarına kurban olduğum.
Oyyyy! Sevdasını öpüp başıma koyduğum.
Bu yürek kan revan içindeyken,
canevimden canım giderken,
tempolu alkış tutan kim?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:55 PM
Korkuyorum

Dün korktum.
Bugün de korkuyorum.
Yarın da korkmaya
devam edeceğim diye korkuyorum.
Ellerin kelepçede,
ayakların prangada,
bedenlerin hücrede olması değil beni korkutan.
Korkum;
yüreklerin prangadan,
beyinlerin kelepçeden kurtulamamasındandır.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:55 PM
Kumru Gözlüm

Berrak gök mavisi sevdamın
ışıldayan biricik meyvesi.
Güle güle sana.
yolun açık,
şansın bol olsun.
Gittiğin şehirler,
yürüdüğün yollar,
güller, çiçeklerle donansın.
Sakın ola Kumru Gözlüm,
sakın ola üzülme sen.
Gözün arkada,
yüreğin acıda kalmasın.
Benim yüreğime karlar yağsa da,
seninki dört mevsim bahar kalsın.
İhanet dağ dağ olup
çığ gibi üzerime çökse de,
sen merak etme Kumru Gözlüm.
Sakın ola gözün arkada kalmasın.
Fırtınanın acımasızca savurduğu,
Ateşin zevkle yaktığı,
kuru bir yaprak misali,
çiğnensem de ayaklar altında,
sakın ola Kumru Gözlüm,
sakın ola sen üzülme.
İzin verme sakın,
solmasın umudun tomurcukları.
Sahipsizlerce sahiplenmiş yarınlarda
umut çiçeklerimiz
sevda bahçeleri yaratsın.
O bahçede ben olmasam da,
bendeki ben mutlaka,
mutlaka yaşayacaktır Kumru Gözlüm.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:55 PM
Meyro Ana Özentisi

Diyarbakır şivesiyle bir sevda şiiri

Kız fırıldak, sen hangi dindensen,
İslam misan, yoksam gavur misan
Bu garibi niye heç anlamisan
Geliyem yoksan, döniyem yoksan
Bahan ne uzaksan, ne de yakınsan
Bele de olmaz ki, kız yaradana kurban!
Ne kucak açisan gelem,
Ne siktiri çekisen gidem.
Ma sen kendini ne sanisan
Sankim Hezreti Nebi'nin tornisan

Kız sen hangi dağın ceylanisan
Sekisen, daği taşi fır dolanisan
Hava atisan, sankim kıyamet kopartisan
Hey boyni devrilesi, ma her dem yağisan
Yoksam sen Allah'ın kuli değilsen
Vurisan silleyi, torpaği öptürisen
Anlamadım yar misan, neyar misan
Minare koymadın, kılıf uydırisen
Kız zalımın kızi, yoksam sen
Melege bürünmüş şeytan misan

Tarisan saçlari, örük örük yapisan
Örükleri yılan kimin meydana salisan
Açisan ak gerdani, nadasa bırakisan
Deyisen sankim Harran Ovasi'san
Ulan ne öptırisen, ne de koklatisan
Biraz dokundurtsan, sankim geberisen
Hoşma sen de bızden bir fanisan
Yarın, öbürsi gün nallari dikecaksan
Kız yoksam sen de Meyro Ana'ya mi özenisen
Öbür tarafa kız oğlan kız mi gidecaksan?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:56 PM
Namus Şimdi Yaman Bir Talanda

İnce vücut hatlarını çiziyorum tarihi kadim şehrimin
Kara yazgılı taşlarına cansız bedenleri de ekleyerek
Avrupai bir düş yaratıyorum sefil merakımdan.
İçinde son kez yıkanılan cenebet su yüzeyine
Rastgele darbeler indiriyorum rakkase kalemimle
Baş kaldıran barış aktivistlerini de unutmayarak...

Şehrimi resmediyorum çimler üzerine öksüz bir gecede
Sur diplerinin ışıksızlığına kırık bir ayna tutarak
On beşlik çocuk '******lar' beliriyor peş peşe
Saldırıya uğramış karıncalar misali panikteler
Bahar kokuyor, sevda kokuyor Karacadağ basması fistanları
Façası bozulmuş al yanaklarına öpücükler konduruyorum gizliden
Vampir gülüşlü yarasaların aç bakışları arasında.

Aşk tanrıçalarının kahkahaları yankılanıyor bin yılların gerisinden
Ter yerine iki damla kan sızıyor kasıklarımdan.
Tarihi bir tiksinti mide bulandırıyor; utanıyor, pare pare dağılıyorum.
Namus şimdi ekmek kırıntıları arasında yaman bir talanda
Kan kusuyorum kadim şehrimin utangaç bâkir surlarına.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:56 PM
Nasıl Oynar Ölü Çocuklar

Oyuncaklarıma kıymayın,
kan doğramayın düşlerime.
Bana ölümlerle gelmeyin,
umut katın gülüşlerime.

Kitaplarıma dokunmayın,
kanatmayın öykülerimi.
Şiirlerimle oynamayın,
ağlatmayın imgelerimi.

Yaşıma başıma bakmayın,
ben yarınım, ben geleceğim.
Işığımı kurşunlamayın,
dünyayı aydınlatacağım.

Ben Mehmet'im; Onur, Dicle'yim.
Fırat'ım ben; Yonca, Rengin'im.
Ben yanık yüzlü coğrafyayım.
Karnıma mayınlar döşemeyin.
Beni yok etmeyin büyükler!
Nasıl oynar ölü çocuklar?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:56 PM
Ne Haddime

Vay kır çiçeğim,
kızıl nar çiçeğim vay.
Vay iki gözüm,
yarınları hapsedilmiş,
sevdaların en karası,
kara sevdam vay!
Bir tufan koptu ki içimde,
direnmek ne haddime.
Sen Etna mısın be insafsız?
Silip süpürmektesin yine.
Vay yanardağ ifrazatım,
cehennem ateşim vay!
Vay canım ciğerim,
yitirilen direncim vay.
Vay gasp edilmiş sevdam.
Bir zehir akıttın ki içime,
panzehir olmak ne haddime.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:57 PM
Ne İşe Yarar

Kan olmazsa, yürek;
yürek olmazsa
can ne işe yarar?

Kök olmazsa, gövde;
koku ve renk olmazsa
dalda çiçek ne işe yarar?

Tarla olmazsa, tane tohum;
biçeni olmazsa
ekin ne işe yarar?

Sevgili olmazsa, kara göz;
sırma saç olmazsa
altın tarak ne işe yarar?

Sevgi olmazsa, sevda;
öpülecek ten olmazsa
dudaklar ne işe yarar?

Karanlık olmazsa, ışık;
düşünce olmazsa
beyin ne işe yarar?

Ne işe yarar dostlar?
Yara olmazsa, merhem;
ölüm olmazsa
yaşam ne işe yarar?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:57 PM
Ne Olur Sanki

Küskün dağlardan bir rüzgar esse bu tarafa,
Ve bir sevda tufanı kopsa.
Yağmur yerine sevgiler düşse yüreğimize.
Akasyalar sararmış saçlarıyla baharı müjdelese,
Kısır şafaklar, inadına doğurganlaşsa
ve avuçlarıma utangaç yıldızlar düşse sabahla birlikte.
Ben yıldızları saysam gözlerinin denizinde yüzerek.
Sen bal dudaktan öpücükler kondursan kavrulan yüreğime.
Dudaklarımda dudakların,
Yüreğimde inadına sen yeşersen…
Ne olur sanki!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:58 PM
Ne Zor Şey

Güneş, sıcak yüzünü gösterirken mor dağların ardından
Çiçekler dağ, taş, bayır ve tarlalardan bir bir fışkırırken;
Ve doğa yeniden canlanıp canlara can katmaya hazırlanırken,
İnsan yüreğinin acılar içinde üşümesi ne zor şey...
Ne zor şey, bahar biterken hüzünlenememek.
Her haziran cehenneminde buz gibi terler dökmek...
Gidenin ardından el bile sallayamamak ne zor şey!

Bir tutam ışığıyla geceyi aydınlatan ateş böceğinin
Küçücük yüreğindeki kocaman sevdasını avuçlayamamak,
Dokunamamak hüzünle yoğrulan umut çiçeklerine…
Ölürken binleri diriltememek ne zor şey!
Ne zor şey, üstümü örten toprakta kızıl karanfiller yeşertememek.
Nâzım Hikmet gibi,
Ahmed Arif gibi çiçeklerden yastık,
Bulutlardan yorgan yapamamak ne zor şey!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:58 PM
Nedenimiz Var

'Yolcu yolunda gerek' derler ya;
Eh işte, bizde yolcuyuz
ve yürüyoruz anlayacağınız.
Bazen toprağa cemre düşüp
umutlarımız filizlenirken,
bazen de solgun eylülde ağaçlar soyunup
dalda yapraklar sararırken;
zoraki bir saklanbaç oynuyoruz.
Ve anlayacağınız kör topal yürüyoruz işte.
Çünkü yürümek için nedenimiz var.
' Sevmek var olmanın diğer adıdır' derler ya;
Sevgiyi azık eyleyip yürüyoruz.
Ve varlığımızı kanıtlamak için
var gücümüzle seviyoruz anlayacağınız.
Kurt inine, kuş yuvasına;
tomurcuk çiçek dalına yakışır.
Yakışanlar yakıştığı yerde yaşasınlar diye
umudun adını kardeşlik koyup
sevgiliye can adadık anlayacağınız.
Çünkü adak olmak için nedenimiz var.
' Direnmek yaşamaktır,
ve yaşamak direnmektir' derler ya;
kırlangıçlar özgür uçsunlar diye
göç yollarına ölümsüz bahçeler döşedik.
sevgide yağmur olup suluyoruz anlayacağınız.
Çünkü yaşamak ve yaşatmak için nedenimiz var.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:58 PM
Nedir Doğru Olan

Yürümek mi,
koşmak mı,
sürüklenmek mi doğru olan?

Bir dakikalık da olsa
birliktelik mi,
acı çekmek mi doğru olan?

yormak mı,
yorulmak mı,
durup izlemek mi doğru olan?

Acıyı ekmek,
gözyaşını katık yapmak mı,
sabra sığınmak mı doğru olan?

Yardakçılık mı,
özenmek mi,
kendin olmak mı doğru olan?

Mücadele mi,
teslimiyet mi,
şakşakçılık mı doğru olan?

Nedir doğru olan?
Sevmek mi,
sevgiyi yaratmak mı,
yaratıp yaşatmak mı doğru olan?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:59 PM
Neredesiniz

Neredesiniz hanımlar, beyler?
Neredesiniz?
Nar ağaçları
dar ağaçları olmuşlar.
Neredesiniz?
keten, kenevir,
pamuk tarlaları neredesiniz?
bağrınızda yetişenler,
birer giyotin olup
boyunlar keserler.
Neredesiniz?
Hanımlar beyler neredesiniz?
Ana dediğiniz topraklar bile
hırsından çatlamak üzereler.
Neredesiniz?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:59 PM
O Yer

O yerin orta yerinde
bir ben vardım,
bir sen vardın,
bir de onlar vardı.
çarmıhı aratmayan o yerde,
zehir zıkkımdı yaşamak.
Ama panzehir olmak için,
şarttı yaşamak.
Ben direndim,
sen direndin,
bizimle yaşam direndi.
Ve dünyanın en güzel çiçekleri,
bir bir yüreğimizde filizlendi.
Umut karanlıklar ardına gizlendikçe,
biz ısrarla izini sürdük umudun.
Delikanlıydık,
babacandık.
Cehennem ateşinin orta yerinde
namusun şah damarıydık.
Kopmadık,
kopamazdık.
Ve hiçbir zaman
sevgilere,
sevdalara
sıkılan kurşun olmadık.
Adımız avcıya çıksa da bir zamanlar,
ürkütmedik yaralı ceylanı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:59 PM
Oy Lımın Havar

'Senin adın neden sevda,
karlar niye soğuk beyaz,
söyle, deniz neden mavi,
ulan orman niye yeşil,
anlat, ateş niye yakar? '
Sordular, sorguladılar.
Sonra da çekip gittiler.
Oy oy oy lımın havar oy!

Üçer, beşer, onar geldiler.
'Sen, sen değilsin' dediler.
Yüreğime el koydular.
Kanattılar, dağladılar.
Üzerine tuz bastılar.
Ağlattılar, sızlattılar.
Sonra da gülüp geçtiler.
oy oy oy lımın havar oy!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:59 PM
Öğretmenim

Beni sev öğretmenim.
Çünkü sen,
beni sevdiğin kadar öğretmensin.
Ve ben,
sevildiğim sürece severim.
Bana kavgayı ve kini değil,
bana sevgiyle bakmayı
ve insancıl olmayı öğret öğretmenim.
Uzak durma öyle.
Nolursun tiksinme benden.
ellerinle,
bilincinle,
yüreğinle
beni yeniden yarat öğretmenim.
ellerimi tut,
saçlarımı okşa.
Gözlerini gözlerimden
kaçırma nolursun öğretmenim.
Öyleki,
bakışların yüreğimi ısıtsın.
Sınıfta rehberim,
oyunda arkadaşım,
genel yaşamda onurum ol öğretmenim.
Çağdaşlıkta en önde,
sevgide
gönderdeki bayrak ol öğretmenim.
Çünkü ben;
senin gibi bakmak,
senin gibi gülmek,
senin gibi konuşmak,
senin gibi yürümek,
senin gibi 'adam' olmak,
geleceğe umut olmak istiyorum.
Ne olursun,
karşımda çatık kaşlı,
ekşi suratlı,
hele hele eli sopalı
durma öğretmenim.
Sözde değil elbet,
özde rehberim ol.
Sözünle özün çelişmesin.
Dayanamam,
dayanamam öğretmenim.
Matematiği bilmezsem kızma,
Türkçe'yi biliyorum ya;
güzel resimler yapıyorum ya,
şarkılar söyleyip,
arkadaşlarımla elele
oyunlar oynuyorum ya! ...
Ağustos Böceği ile Karınca'yı,
Kırmızı Başlıklı Kız'ı,
Keloğlan'ı,
Nasrettin Hoca'yı biliyorum ya...
Belki ileride
bilmediklerimi de öğrenirim.
Yeter ki beni sev,
beni destekle,
bana güven öğretmenim.
Sen bana,
sana güvenenler de
geleceğe güvensinler öğretmenim.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 10:59 PM
Ölüm

Sinsi bir düşman gibi
sessizce ve derinden
adım adım yaklaşmakta ölüm.
Tuzaklardan birini aşsan,
geride onlarcası duruyor.
En derin kuytularda
korkak bir yaşam,
yitirmiş direncini titriyor.
Yiğitliğin ar damarı çatlamış,
teslimiyete kader deniyor.
Hangi ucundan tutsan,
elinden kayıveriyor.
Ne yer, ne yurt...
Nereye bassan
keskin bir bıçak,
nereye baksan
kör edici bir zehir...
Tüm değerler
kalburdan farksız.
Her yanımız delik deşik.
Tutsan yakıyor,
bıraksan çürütüyor, kokutuyor.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:00 PM
Ölüm Zamanı Değildi Canlar

Bu akşamki haberlerde duydum yolculuğunuzu.
Sonbaharda sararıp dökülen yapraklar misali
Sürüklendiniz çamur deryasına kapılarak…
Acınız bir dağ gibi çöktü yüreğime.
Henüz sekizdi,
Henüz dokuzdu,
En çok ondu yaşınız.
Birer gül fidesiydiniz,
Bahçeye dikilmek için tetikteydiniz.
Yengilere odaklanmışken körpecik yüreğiniz;
Hazır değildiniz biliyorum;
Hazır değildiniz yenilgilere.
Kaypak tuzaklara hazır değildiniz.
Kırık kalemleriniz masada sahipsiz,
Gazete kaplı defterleriniz
Yarım yamalak kaldı hıçkırıklar içinde.
Ve hıçkırıklar kurşun gibi battı yüreklerimize.
Dört mevsimin ortak goncasıydınız,
Dört yürek atımıydınız.
Hazır değildiniz yolculuğa,
Böyle azıksız,
Böyle susuz, uykusuz…
Dönüşü olmayan zorunlu göçlere hazır değildiniz.
Elleriniz ellerimden,
Yüreğiniz ömrümden koptu ansızın.
Bu gece ben de göçtüm,
Ben de tükendim dördünüzle birlikte.
Güle güle özge canlar!
Güle güle bahar kokulu yarınlarım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:00 PM
Ölümün Adı

'Yaş Otuz Beş,
yolun yarısı eder'
demiş Cahit Sıtkı Ustam.
Demek ki kırklı yıllarda,
yetmişmiş ortalama ömür.
Şimdilerde otuz beş yaş,
ömrün üçte ikisidir bizde.
Neredeyse elliye varmadan,
eyvallah öbür tarafa.
Ver bedenini
doyumsuz karatoprağa.
Bazen sabah,
bazen gün ortası...
Bazen de gecenin
herhangi bir yarısı,
ansızın başlar ölüm sızısı.
Kirli rant savaşlarını saymazsak eğer,
Şeker,ülser, ya da kanser...
açlık,stres
kalp krizi falan...
Sel, deprem, trafiktir bazen,
Bazen de yangındır ezrailin adı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:01 PM
Ölüyorum Nerdesin Annem

Ölüyorum Nerdesin Annem

Dargın bakan gözlerinde nem,
Yüreğinde buğu var annem.
Seni sordum, 'gitti' dediler.
Yüreğimi kesip biçtiler.
Eriyorum, nerdesin annem?

Bir hasret tarlasıyım sensiz.
Ne ekenim var, ne biçenim...
Öyle deştiler ki yaramı,
Sargı tutmuyor, çaresizim.
Sahipsizim, nerdesin annem?

Bu şehrin *******i soğuk.
Tüm sokaklar buz dağı annem.
Şimdi başka üşümekteyim.
Nisanda yaprak dökmekteyim.
Bitiyorum, nerdesin annem?

Ellerim avucunda değil,
Düşler hiç ısıtmıyor annem.
Sensiz her saat, yüzyıl sanki.
Hayat katran karası şimdi.
Ölüyorum nerdesin annem?

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:01 PM
Özgürlük, İntihar Yüzlü Bir Yaşamdır

O geldiğinde, doğayla birlikte içimizin de kıpır kıpır olduğu, çoluk çocuk ailecek coştuğumuz baharlardan değil bu bahar.Kara bulutlarla kaplı gökyüzünün mavimsi gözyaşları kudurmuş deli bir sel gibi çağlamakta. Önüne katıp silip süpürmekte, güzellikten yana gördüğü ne varsa alıp götürmekte. Bir yanımız çamur deryası, bir yanımız küllenmiş köz içinde yangın yeri anlayacağın.
Bildiğimiz toprak ana; analıktan uzak; aşılması olanaksız ıslak bir tuzak… Zemin, iki uçlu keskin bir bıçak gibi kıyıcı ve kaygan. Dokunsan uçuracak, kan gölüne çevirecek pamuk ipliğine bağlı intihar yüzlü yaşamı.
Adına yeni yeni alışmaya çalıştığımız bulvar boyunca esas duruşta sıralanan bulanık çimen yeşili rengiyle iğne yapraklı çamların kırılgan dallarında, artık Mayıs cıvıltılarıyla ortalığı ayağa kaldıran tanıdık yüzlü, ürkek dost serçeler de yoklar. Küçücük yüreklerini daha bir güvende hissedebilecekleri başka diyarlara mı göçtüler, yoksa buna fırsat bile bulamadan ölümlere doğru yolculandılar da, biz insancıklar mı anlayamadık?
Özlemle beklediğimiz yüreği avucunda soğuk sabahlarımızın tiryakilik yaratan nargile kokulu, yetim ötüşlü guguk kuşlarının kızıl kahverengi gözlerindeki korku ve telaşı görmemek için, deve kuşları gibi başlarımızı olmayan kumlara mı gömdük acaba? Uluorta yerde saklanmaya mı çalışıyoruz? Bilinen gerçeklere ne zamana kadar, nasıl sırt dönülebilir ki…? İnsanın kendi kendisinden kaçması ve gizlenmesi kadar daha saçma bir düşünce olabilir mi?
Tarlaların derin toprakaltı labirentlerinin başına buyruk hükümdarları olan gözden yoksun fareleri gibi kör müyüz, yoksa kör görünmek hoşumuza mı gidiyor?
Aaah, dünyanın çarkını kaygısızca feleğin çemberinden geçiren, iş başa düşünce de yürümeyi bile beceremeyen biz duyarsız, umursamaz insancıklar ah! Yürek yangınlarına yakalanıp cayır cayır yanan canlara “bir tekme de benden” deyip, sonra da kurtarıcı ilah pozları takınan doyumsuzlar ah!
Terkedilmiş sahipsiz, oymalı bazalt duvar yıkıntıları altında yumruk kadar yüreğinde ormanlar büyüten; gerçekte ise, ak yapraklı bir papatya çiçeğine hasret, göz pınarları kurumuş bir anne ağlıyor sessiz sedasız.
Yüzlerce acıya ev sahipliği ve tanıklık etmiş duvarda sallanan gazsız, kokusuz uyuz bir şinanay, Kermanşah Bağası’nın sarımtırak rengiyle edepsizce göz kırpıyor donmak üzere olan okulsuz bir okul çocuğuna. Anne yüreği bu, dayanır mı hiç? O ormanlar büyüten koca yüreğinde bir yanardağ volkanı tetikte beklerken; sarılmadan, koklamadan, öpemeden doyasıya, içini doldurmadan evlat kokusuyla; yedi düvel yetmiş bin topla gelse ne yazar? Yüzlerce kez, binlerce yıkıntı altından doğrularak başı dik durmayı ve sendelemeden yürümeyi başarmış bir toprak anadır, bir Mezopotamya kadınıdır o.
Şakaklarına karlar yağmış otuzunda bir üniversiteli şoför, yavan kuru ekmeğe sarılan kimsesiz aç bir çocuk gibi iki eliyle sımsıkı sarılmış direksiyona. Gözleri dikiz aynasında, beyni son dersin son sınavında. Dörtyol’un göbek refüjüne yaklaştığında, hızını 60’tan 120’ye çıkararak otosunu uçuruyor adeta. Kırmızı ışık, yeşil ışık… Trafik kuralları kimin umurunda? O, geç de olsa hayallerini gerçekleştirebilme olasılığının son durağında gözlerini kırpmadan ilerliyor.Onun için asıl can pazarı, sabahsız gecenin bir türlü gelmeyen uzak yarınlarındadır.
Dilinde “yarınları kuracak olanlar sizlersiniz” özlü sözü, sırtında yıllanmış şarap değerinde pörsümüş sakosu, gözlerinde güneşin tükenmez ışığı, bir eğitim emekçisi yürüyor. Yüreği, ciğerci ustasının mangalındaki közde pişiyor, o bunun farkında değil. Hayallerinin peşine takılmış, ayaklarının götürdüğe bilinmez yere doğru sürükleniyor. Ah öğretmenim! Senin düşünü kurduğun dünya böyle değildi biliyorum. Biliyorum bahar gelmez, otlar yeşermez sen olmasan. Nehirlerin akışı tersine döner emeğin olmazsa.
Bir köşe başında üstü başı perişan trilyonluk bir dilenci “Allah rızası için bir sadaka” dileniyor. Onur, şeref... tüm değerler ayaklar altında inliyor. Mecliste bir vekil şeref, namus andı içiyor. Bir metropolde kurşunlanmış öğrenci cesetleri bulunuyor ve Bağdat’ta bir cami bombalanıyor. Bir kuytuda yüzleri ve yürekleri maskeliler boyunlar kesiyor. Yaratana rağmen, yaratan adına canlar alınıyor. Bakarkörler dünyasında doyumsuz bir lider renkli camlardan haykırıyor: Yakarak, yıkarak, çirkinleştirerek ve yok ederek dünya insanlarını özgürleştiriyor! Yaşasın özgürlük!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:01 PM
Pisagor Da Bılmez Bu Hesabi

Gece oli, ay dolani.
Ay dolananda ay yüzli olisan.
Sabah oli, gün dolani.
Gün dolananda gün yüzli olisan.
Söyle bahan çayır gözli;
Şimdi sen nesen?
Ay misen, güneş mi?
Yoksam Samanyolında şop mi...?
Bi görünisen, bi kaybolisen.
Ne gülisen, gülem;
Ne ağlisan, ağliyam.
Bele sevda da olmaz ki kadan alam.
Ya ben gelem, düşman çatlasın,
Ya sen gel, göynüm bayram etsın.
Yok, eğer çekıp getmaksa kararın;
De hade durma get, ne durisan?
Daha bu gaybanalığ,
Daha bu zalımlığ niye ki...?
'Uğurlar ola,
Bastığın torpağlarda güller yeşere' demesem de;
Sahan 'kör olsan kız,
Kısır ömür olasan,
Heç mırad almayasan' da diyemem.
Niye, bıli misen çayır gözli?
Çünki seni seviyem ulan zalımın kızi!
Hemi de çarpmanın en zor işlemi ile...
Seni çok kere çok seviyem.
De hadi çarp bakayım.
Neyi neyle çarpacaksan bi göreyim.
Düşüniyem, taşıniyem olmi.
Heç bi çığar yol bulamiyem.
Kırtlegime kadar dolmuşam.
Aşaği top sakal,
Yuğari kaytan bıyığtır.
Geri yutan da kıcığoğli kıcığtır.
Eeeeeee?
Peki şımdi ben nere tükürem?
Seni anlamakta zorlaniyem.
Kimsen, nesen?
Yağmur yağanda sel olisan,
Kar yağanda tipi, boran...
Güneşte de cehennem ataşi olisan.
En eyisi daha çok yorma beni.
Diri diri mezara gömme.
Madem ki getmaktır niyetın;
O zaman durma, hedi çek git.
Nasılsa geçmişimize dinamit,
Gelecağımıza da Sırat'i döşemişsen.
Sankim kalsan, ne değgişecak ki...?
Nasılsa üregim şimdi kan çeşmesi.
Ne dikiş tuti, ne de kör tıpa...
Ele ki kırtlegime kadar dolmuşam.
Boğuldum, boğulacam, tüküremiyem.
Niye, bıli misen sosyete saçli?
Çünki seni çok seviyem ulan zalımın kızi.
Hemi de çok kere çok...
İstersen M.Ö. altı yüzlere git.
Pisagor'a sor.
İstersen Renê Deskartes'i çıkar mezardan.
Yapsınlar bakayım bu hesabi.
kaç edimiş 'çok kere çok.'

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:02 PM
Probus'tan Gelen Sevgili

Güneşin turuncu saçlarına tutunarak
yüreklere şenlik bir miras uzanır.
Asur'lardan, Hitit'lerden,
Probus'tan taaa Bekilli'ye...
Tırnakla kazılan toprak anadan,
Ege'nin yeşili İrem bağlarına...
Yârin dudağına işlenen bir şarab-ı bigaş,
Yanaklarına nakışlanan bir şarab-ı erguvan...

Tadı Hamravat'tan, Hevsel'den,
Adı doğurgan Hilar bağlarından...
Bazen hasretten damıtılan kanlı gözyaşları,
Bazen dudaklardan dökülen efsunlu bir şiir...
Gizemli sözcüklerin şarab-ı rozesi,
Ah-u zarlı bülbülün şarab-ı tahuru...

Söyler misin ey güneşin kızıl saçlı kızı!
Sen misketten misin, pirinçten mi?
Duttan mısın, ahudududan mı...
Vişneden misin, kirazdan mı?
Yoksa güzelim, sen üzüm habbesinden misin?
Ulaşılmaz sevgilinin kar beyazı sinesi misin;
Yârin al yanağı,
Kızıl dudağı şarab-ı ruhi misin?


Şiirle ilgili açıklamalar:

Probus: İ.S. 282'de Roma'da üretilen bir şarap.
Bekilli: Denizli İline bağlı, İle 86 km uzaklıkta, üzüm bağları ve şarabıyla ünlü şirin bir ilçe.
İrem: Cennet
Şarab-ı bigaş: Hilesiz, katıksız şarap.
Şarab-ı erguvan: Erguvan renkli şarap
Hamravat: Diyarbakır'da bir semt (eskiden şarabi üzümlerin yetiştirildiği bağ,bahçe)
Hevsel: Eskiden Diyarbakır'da üzüm bağlarıyla meşhur olan bir yer (şimdi semt, bahçe)
Hilar: İnsanoğlunun ilkel yaşam biçiminden, yerleşik aile düzenine geçtiği ve dünyada ilk tarımın yapıldığı, bu tarımla şarap üzümlerinin yetiştirildiği, Ergani'de tarihi bir sit alanı.
Efsun: Sihir, büyü
Şarab-ı roze: pembe renkli şarap
Şarab-ı tahur: İçilmesinde dince sakınca olmayan içecek.
Şarab-ı ruhi: Yıllanmış şarap

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:02 PM
Protesto

Karanlığın gönüllü bekçileri,
ve ölüm şakşakçıları
bir bir sustu.
Dolunay hızla uzaklaşmakta.
Gece sessiz sedasız çekilip
yerini sabah ışıklarına bırakmakta.
taptaze umutlarla birlikte,
günahsız yeni bir gün doğmakta.
Karanlık sokaklar aydınlanırken,
tenhalar hızla canlanmakta.
Ve karamsar bir yaralı
yine yok yerine,
biraz daha sevdalanmakta.
Bir kadın çığlık çığlığa,
acılar içinde can çekişmekte.
Eros bin yılların kurnazlığıyla,
sinsice ve haince gülümsemekte.
ve inadına
düşman gibi üstümüze düşmekte.
Rüzgarlar kasırga olmuş,
tufanlar yaratmakta.
Kalan umutları da silip süpürmekte.
Ve bir kuytuda ıslak bir serçe,
uçmayı boşuna denemekte.
Çırpındıkça çamura batmakta.
kanatları güçsüz ve dermansız.
Telekleri yakışıksız bir direnişte.
Pusuda aç gözlü bir atmaca,
iştahla fırsat kollamakta.
Bir yediveren çiçeği
anlaşılmaz bir protestoda.
'Yer Demir, Gök Bakır' misali
yine çelişkiler ardı sıra yoğunlaşmakta.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:02 PM
Sabotaj

Dilim dilinize,
Yüreğim yüreğinize bağlandı.
Gökyüzündeki yıldız sayısınca sırlarım,
Gözlerinizde tutsaklığın esaretini yaşadılar.

Böyle de olmaz ki…
Damar damar içinde sarmaşıklara döndük.
Ya azat edin gideyim,
Ya öldürün aslıma döneyim.

Yangın yerinden arta kalan
Firari bir köy türküsüyüm şimdi.
Bülbüller dokunamazken notalarıma
Baykuş diline mahkum ettiniz beni.

Paslı bir çivi gibi beynime çakılı kaldınız.
Düşüncelerimden söküp atmak,
Kurtulmak ne mümkün sevdanızdan.
Bir yandan şah damarıma,
Öbür yandan bedenime egemen oldunuz.
Bahar kokulu düşlerime sabotaj kurup
Yarınlarımın tam ortasında infilak ettiniz.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:07 PM
Sakıncalı

Yurduma,
insanlarıma,
dağlarıma, ovalarıma,
kuşlarıma, ormanlarıma,
nehirlerime, derelerime,
göllerime, denizlerime,
ve bir avuç da olsa toprağıma,
bir çakıl da olsa,
taşıma sevdalıyım.
Öyleyse ben sakıncalıyım.
Sakının benden.

Tan yeri ağarırken kumrunun,
seherde gül dalında bülbülün,
bahçede nar çiçeğindeki serçenin,
karlı dağdaki kınalı kekliğin,
sevdalı ötüşlerini seviyorum.
Öyleyse ben sakıncalıyım.
Sakının benden.

İşçimi iş başında gülümserken,
patronumu ekmeğini bölüşürken,
ağamı ırgatıyla el ele yürürken,
aydınlığın karanlığa egemenliğini görürken,
kanatlanır, uçarım sevincimden.
Öyleyse ben sakıncalıyım.
Sakının benden.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:08 PM
Sanal Söyleşiden Kalıcı Dostluğa Yolculuk

SANAL SÖYLEŞİDEN KALICI DOSTLUĞA YOLCULUK

Sanırım 2005’in Kasım’ıydı. Aynı şehirde yerleşik olmamıza rağmen, aylardır görüşemediğim çocukluk arkadaşım İsa’yı çalıştığı kendi ofisinde görmeye gitmiştim. Kısa süreli bir hal hatır ve gidişat sorma muhabbetinden sonra ikimizin de yoğun ilgi alanı olan şiire getirdik konuyu. İkinci şiir kitaplarımızı karşılıklı imzalayıp birbirimize armağan ettik. Şiirlere kısa bir göz gezdirme etkinliğinden sonra İsa bana “ yahu kardaş, neden Antoloji’ye üye olmuyorsun? ” diye sordu. Üyeliğin nasıl olacağı konusunda beni yeterince aydınlattıktan sonra vedalaşıp İsa’nın Ofisi’nden ayrıldım.
Eve geldiğimde yaptığım ilk iş Antoloji Yetkili Şairliği’ne üye olmak oldu. Sonra şiirlerimi kaydederek, duygu ve düşüncelerimin daha geniş kitlelerle buluşmasını sağlamaya çalıştım. Şiirlerim yurt içinden ve yurt dışından bir çok kişi tarafından okunmaya, eleştirilmeye ve yorumlanmaya başladığında kendime olan güvenim artmış, mutluluğum katlanarak artmıştı. Hiç tanımadığım, bilmediğim uzak diyarlardaki kişilerden övgü dolu ve cesaretlendirici iletiler aldıkça, yazmaya olan düşkünlüğüm vazgeçilmez bir tutku haline dönüştü. Adına “Sanal Âlem” dedikleri ortamda kişilikli, kişiliksiz, kültürlü ve cahil bir çok insanla tanışma ve tartışma olanağına kavuşmuş, karşılıklı bilgi alış verişinde bulunma olanağı yakalamıştım.
Günün birinde netteki elektronik posta adresime gelen bir ileti beni bir şiir grubuna davet ediyordu. “Değerli şairim, sizi yeni kurduğumuz Cemre Şiir Grubu’na davet ediyorum. Aramıza katılmanız bizleri onurlandıracaktır” deniyordu. Bu çağrıyı yapan kişi, adını ilk defa duyduğum ve Londra’da yaşayan Ahmet Güven isimli gurbetçi bir halk ozanımızdı. Herhangi bir endişeye kapılmadan çağrıldığım gruba hemen üye oldum. Bu benim sanal yolculuktaki ilk durağım, ilk mola yerimdi. İlerleyen zaman süreci içerisinde diğer dostlarımla olduğu gibi, Ahmet’le de sık sık yazışmaya, bilgi alış verişinde bulunmaya başladık. Ben ona Diyarbakır’ı, o bana Londra yaşamını anlatıyordu. Derken, birbirimizin geçmişini deşmeye, karşılıklı geleceğe ilişkin düşüncelerimizi aktarmaya başladık. Dört dörtlük bir düşünce birliği olmasa da, ülke ve dünya geleceği ile ilgili birbiriyle çakışan düşüncelerimiz vardı. Daha sonraki günlerde birbirimizin aile bireylerini isimleri ile tanıma şansını da yakalayarak, onlarla da söyleşmeye başlamıştık. Fiziki ve coğrafi olarak birbirimizden binlerce km. uzakta olmamız, birbirimize ısınıp candan bağlanmamızı engelleyememişti. Artık Ahmet bizim aileden biri, biz de onun ailesinin birer bireyiymişiz gibi yakınlaşmıştık. Öyle ki çocuklarım ona “Ahmet amca” diyorlar, Ahmet amcaları da onlara “yeğenlerim” diyordu. Her ne kadar sanal bir ortam da olsa, adeta birbirimizin tiryakisi olmuştuk. Haberleşmediğimiz, söyleşmediğimiz günü yaşanmamış sayıyorduk.
Zamanın ve kokuşmuş sistemlerin gazabına uğramış, çile çekmiş, en yoğun acıları yaşamış biz mağdurlarına hazırladığı karanlık pusuları, kurulan yeni ve candan dostluklarla yıkmaya çalışıyorduk. Sanal ortamda ilerleyen günlerle beraber onlarca şair ve yazardan oluşan yeni arkadaşlarımız ve dostlarımız olmuştu. Fiziki, coğrafi, dini ve siyasi inanç farklılığı olan bu dostlarımızla adeta geniş bir aile sistemi, demokratik bir sanal yaşam biçimi oluşturmuştuk. Sanki “sanal dostluklar ciddi dostluklar değildir” diye direten birilerinin inadına aksini kanıtlamaya çalışıyorduk. Kişisel ve siyasal çıkar kaygılarından uzak bir yaşam biçimini bu sanal ortamda gerçekleştirmek için her birimiz ayrı ve yoğun bir çaba harcıyorduk.
Bunun en güzel örneğini 2006 Temmuz’unun ilk yarısında gösterdiğimizi sanıyorum. Ahmet uzun yıllar sonra, özlemiyle yanıp tutuştuğu toprağına, baba ocağı Afşin / Gözpınar’a geliyordu. Ahmet’im bu olayı, büyük bir düğün sonrası zifaf gecesine hazırlanan bir damat heyecanıyla biz dostlarına şöyle müjdeleyerek haykırıyordu adeta: “ Dostlar, yaklaşık bir hafta sonra baba ocağım Gözpınar’dayım! ” Ardından bana özel iletiler gönderip “Amedi ve sizleri çok seviyor ve merak ediyorum. Keşke olanağım olsaydı da, birkaç günümü bu kadim

şehirde sizlerle birlikte geçirebilseydim” diyerek, yüreğinde kanayan derin özlemini ve bu özlemini giderememenin yarattığı üzüntüsünü dile getiriyordu.


SEN DİYARBAKIR’A GELEMİYORSAN, DİYARBAKIR SANA GELİR

Ahmet’in bacaklarından bir rahatsızlığı olduğunu ve yürüme güçlüğü çektiğini daha önceki yazışmalarımızdan öğrenmiştim. O yüzden Diyarbakır’a gelse bile, istediği gibi gezip dolaşamayacağını da biliyordum. Gerçi her yazışmamızda, severek ve isteyerek onun ayakları olabileceğimi, hatta onu sırtımda gezdirebileceğimi söylemiştim. Ama o bana böyle bir yük yüklemek istemediği için mi, yoksa zaman darlığından mı bilemiyorum; bu önerimi kabul etmemişti. Ancak her ne pahasına olursa olsun bu buluşma ve yüz yüze görüşme mutlaka gerçekleşmeliydi. Kendisine “sen Diyarbakır’a gelemiyorsan, Diyarbakır sana gelir” diye yazdığımda sevincinden adeta havalara uçtu. “Gerçekten sen gelir misin? Bu olası mı? Haydi yap böyle bir güzellik de gönlümüz bayram etsin be dostum! ” Ahmet’im bu tümceleri yazarken, sözcüklerinin yaydığı dostluk kokusu sanalın dışına taşarak, ta buralara kadar yayılıyor, bedenimi çalıştıran yüreğimi bu sevgiye bağımlı kılmaya yetiyordu.
Karar verdim, Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’ne, Ahmet’imin köyüne gidecektim. Ama tek başıma değil, Cemre Şiir Grubu’ndan birkaç şair dostumu da yanıma alarak gitmeyi düşünüyordum. Bunu gerçekleştirebilirsem, Ahmet için çok güzel ve anlamlı bir sürprizi de yaşama geçirmiş olacaktım. İlk iş olarak, Hakkari Yüksekova’dan şairliğe onurlu bir giriş yapmış olan sevgili dostum İrfan’a bu düşüncemi bildirdim. Sevgili İrfan, bu düşünceme olumlu yaklaşmakla birlikte zaman konusunda kaygılar taşımaktaydı. “İşlerimi yoluna koyup, zamanı denk getirebilirsem neden olmasın” diyordu. Kendisine, önümüzde daha iki hafta gibi koca bir zaman dilimi olduğunu söyleyip, Temmuz’un 25’ine kadar işlerini ayarlayabileceğini yazdım. O da “tamam abi. Ayarlamaya çalışacağım. Zaten seni de görmek ve tanımak için bir fırsat kolluyordum. Bu arada bir taşla iki kuş vurmuş olurum” diyerek bu gezi projeme destek sunuyordu.
İrfan tamamdı. Ama bununla yetinmemeli, dostlar buluşmasının sınırlarını daha geniş tutmalıydım. Diyarbakır’dan çocukluk arkadaşım, şair dostum sevgili Serçe Yüreği (İsa Tekin) de arayarak bu düşüncemi ilettim. İsa da bu tanışma ziyaretine olumlu bakınca, sıra öğretmen arkadaşım Mikail’e gelmişti. Mikail de grubumuzun atak, canlı ve yazmaya meyilli bir üyesiydi. Onun bu yanını geliştirmek ve kendisine güvenini artırmak için onu da bu geziye dahil etmeliydim. En azından şair ve yazar kimliklerle bir araya gelerek, yazmaya olan eğilimi daha da artacaktı. Mikail de bu düşüncemi sevinçle karşıladı. Artık tek başıma değil, üç değerli şair dostumla birlikte yola çıkacaktım. Ama bu değişikliği Ahmet’e bildirmeyecek, sadece bir sürprizim olduğunu söylemekle yetinecektim. Çok diretse bile bu sürprizi kendisine açıklamayacaktım. Öyle de yaptım.
Sabah saat beş gibiydi. Güneş Diyarbakır’ın üzerine yakıcı bir şemsiye gibi açılmaya başlamıştı ki, telefonum çaldı. “Sabahın köründe bu da kim” diye bakarken, sevgili İrfan’ın sesiyle kendime geldim. “Hocam ben İrfan. Diyarbakır’a vardım. Şimdi otogardayım” dedi telefonda. Sevincimden kanatlanacak gibi olmuştum. “Bekle geliyorum” dedim ve adeta uçarcasına yola koyuldum. Şehirlerarası otobüs terminali ile evimizin arası yaya olarak yaklaşık on beş dakika kadar sürüyordu. Ama ayaklarım beni öyle hızlı sürüklemişlerdi ki… Beş altı dakika sonra oradaydım. Şimdi sıra İrfan’ı tanımaya gelmişti. Öyle ya. O güne kadar birbirimizi hiç görmemiştik. Bakalım önce kim kimi tanıyacaktı. Otobüsler arasında dolaşarak, kafamda canlandırdığım İrfan tipini arıyordum. Bulamayınca, bir kenara çekilip telefonla aradım. Güya bir köşeye gizlenip beni görmesini engelleyecektim. Ama telefondaki ses “abi ben dışarıdayım. Anayol üzerinde bekliyorum” dedi. Terminalin her gün binlerce insanın ayakları altında ezilmeden dimdik ayakta duran kara bazalt taşlarından örülü merdiven basamaklarını heyecanla birer birer çıktım. Anayola çıktığımda uzun boylu, esmer tenli, güleç yüzlü bir delikanlı benden yirmi metre kadar uzakta bekliyordu. Bunun sevgili kardeşim İrfan’dan başkası olmayacağını biliyordum. Çünkü resimlerini görmüştüm ve tam da kafamda yarattığım şekildeki gibiydi. Üstelik elinde telefonu, sağa sola merakla bakınıyordu. Gülümseyerek yaklaştım ona. O da bana doğru yürüyerek, adımlarını hızlandırdı. Aynen bazı Türk filmlerindeki yavaşlatılmış çekim karelerinde olduğu gibi yaklaşıyorduk birbirimize. Ben “İrfan? ” diye sorunca, o da “Resul abi! ” diye büyük bir sevinçle haykırdı ve bedenlerimiz, çok uzun yıllar öncesinden tanışıyormuşuz gibi birbirine kenetlendi. Sonra ilköğretim çocuklarının heyecanını ve sevincini aratmayan bir biçimde el ele tutuşarak evimize doğru yola koyulduk. Yolda yürürken, İrfan bir itirafta bulunmayı da ihmal etmedi. “Abi ya, eğer kızmazsan sana bir itirafta bulunmak istiyorum” dedi ve cevabımı beklemeden “valla ne yalan söyleyeyim, ben seni oldukça iri yapılı, en az bir seksen boyunda biri olarak bekliyordum. Çünkü resimlerin bende öyle bir intiba bırakmıştı” dedi. “Eeee? Diye sorunca da “ Çıka çıka karşıma küçük bir dev adam çıktı. Şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum” dedi. Birlikte attığımız kahkaha ile belki onlarca kişiyi de sabahın tatlı uykusundan uyandırmıştık. Olsun! Biraz da biz keyfimize göre takılıp, kural dışı davranmış olalım.
Eve vardığımızda sevgili eşim Yaşayan, konuğumuza yer sofrasında sabah kahvaltısı hazırlamıştı. Biraz utangaç ve mahcup bir şekilde “ne gereği vardı yenge? Zahmet etmişsiniz” diyerek mütevazılığı da elden bırakmadı İrfan kardeşim. Birlikte bir iki bardak tavşan kanı Nusaybin çayı yudumlayarak, söyleşimize kaldığımız yerden devam ettik. Bu arada birbirimizle ilgili kafamızda hiçbir soru işareti kalmayacak şekilde sorular sorduk, doyurucu yanıtlar aldık. O arada telefonumun kulakları sağır edercesine öten müziğiyle o hoş ortamdan uyandırıldık. Arayan okul müdürümdü. “Bugünkü direksiyon sınavında size görev yazılmış. En geç saat dokuzda Mardin Karayolu’nda bulunmanız gerekiyor. Arkadaşlar dün size ulaşamamışlar. Bunun için de ayrıca özür diliyorum” demiz mi. İşin ucunda sarı bir ellilik duruyordu. Bizim gibi bordro mahkumları için bulunmaz bir fırsattı ve kaçırmak doğru olmazdı. Üstelik tam da yolculuk yapacağımız ve paraya gereksinim duyduğumuz bir zamanda… Ama bu durumu, konuğum sevgili İrfan’a nasıl açıklayacaktım. Ya yanlış anlarsa, ya “daha ilk saatlerimizde benden kurtulmaya çalışıyor” gibi bir düşünceye kapılırsa… Bir yanda görev aşkı (pardon para aşkı) , öbür yanda konuğum. Siz olsaydınız nasıl davranırdınız? Elbette ya, ben de aynen öyle yaptım. Durumu açıkça İrfan’a izah edip izin istedim. Bereket versin ki sevgili İrfan da benden farklı düşünmediğini söyledi de, böylece fire vermeden bu kâbustan kurtulmuş oldum. Hemen sevgili arkadaşım Mikail’i arayıp durumu ona da anlattım ve sınavdan dönünceye kadar İrfan’ı kısa bir süreliğine konuk olarak ağırlamasını istedim. Mikâil bu duruma çok sevinmişti. Sanki İrfan dostu benden çalmak için bir fırsat kollamaktaymış zaten. Hemen gideceğim yolun üzerinde bulunan evlerine doğru yola koyulduk. Mikail’lerin evi bizden iki yüz metre kadar uzaktaydı. Yolun karşı tarafına geçtiğimizde Mikail dostumuz küçük kızı ile birlikte konuğumuzu bekliyordu. Konuğumu teslim ederken “ona gözün gibi iyi bak, İrfan benim için çok değerlidir” diye tembihte bulunmayı da ihmal etmedim.

CİĞER MÜPTELASI HIRSIZ BÜCÜR TAVUKLAR

Sınav dönüşü Mikail’i telefonla arayarak, nerede ve nasıl görüşebileceğimi sordum. “Biz şimdi Belediye Konuk Evi’nin yanındaki çay ocağındayız. Sen nereye dersen, biz de oraya gelelim “ dedi. Ben de, öğlen yemeği için iyi bir yer sayılan Batıkent Çay ve Yemek Bahçesi’ni önerdim ve “Orada buluşalım” dedim. Dostlarım yaklaşık yarım saat sonra verdiğim adresteydiler. Çınar, dut, meşe ve çam ağaçlarının arasına kurulmuş olan otantik kanepelere kurulup yemek siparişlerimizi verdik. İrfan ısrarla “ acılı ciğer kebap yiyeceğim” diye tutturdu. Ne de olsa konuk. Başımızın üstünde yeri var, kıracak değiliz ya! Mikâil “benim için fark etmez, ne olsa yerim. Yeter ki taştan yumuşak olsun” dedi. Doğrusunu isterseniz ben de ciğer özlemiştim. Yemeyeli uzun süre olmuştu. Malum, doktorlar orta yaş ve üstü yaştakiler için sakıncalı buluyordu sakatatı. Olsun! Yılda bir defa bazı kuralları ihlal etmekle dünya yıkılmaz ya. Zamanın birinde bir başbakanımız da “yasayı bir defa ihlal
etmekle bir şey olmaz” dememiş miydi? Üstelik bizimkisi yasa falan da değildi. Bir sağlık uzmanının öngörüsüydü sadece.
Bugün bizim buraların rüzgârı da bir tuhaftı doğrusu. Sanki sırf İrfan’a muhalefet olsun diye ha bire esiyordu. İnadına inadına homurduyor, tarladan topladığı kurumuş otları gelin başına dökülen rengarenk konfetiler gibi başımıza serpiştiriyordu. Aslında o güne kadar hava bayağı iyiydi. İrfan dostum bu inatçı fırtınayı Yüsekova’dan mı getirmişti, ne! Biz üstümüzü başımızı temizlemekle meşgulken, yemek bahçesinin müdavim yerli bekçileri (tavukları) da etrafımızı sarıp, çemberi iyiden iyiye daraltıyorlardı. Biz “kışkış”ladıkça, onlar inadına masamızın altına doğru ilerliyorlardı. Bunlar nasıl tavuklardı, anlamakta zorlandım doğrusu. Korku falan da bilmiyorlar. Ya da korkutula korkutula korkularını yenmişlerdi galiba. Hele içlerinde biri vardı ki; bizim Kürtçe “cure” dediğimiz cinsten… Ufacık tefecik boyu ile bir civcivden farksızdı, ama yaptığı yaramazlıklar kat be kat boyunu aşmıştı. İrfan konuk ya; yaramaz tavukları da ev sahibi falan bellemiş olacak herhalde ki, ayıp olmasın diye “çıt”ı bile çıkmıyordu. İlk etapta sadece yaramazlıklarını uzaktan izlemekle yetiniyordu.
Bahçenin şef garsonu velimdi. Beş yıl boyunca çocuğunun kahrını çekmiş, okutmuş, “ilim irfan” öğretmiştim (bizim İrfan’dan söz etmiyorum tabii ki) . Adamcağız, emeklerimin karşılığını kendi mekânında yaptığı hizmetle ödemeye çalışıyor gibi bir tavır içindeydi. Oldukça kibar olmaya çalışıyordu. “ Buyurun hocam efendim, siparişleriniz… Başka bir emriniz var mı efendim hocam? ” demeyi de ihmal etmedi. Ben “ közde pişmiş birkaç acı Urfa Biberi istiyorum., zahmet olmazsa” diyerek, velimin o nazik ve kibar yaklaşımına kibarca karşılık vermeye çalıştım. Ama olmadı. Adam “ zahmet ne demek baba, yani hocam, yani efendim, emriniz olur. Başımla beraber” diye iltifatlarda bulundukça; valla ne yalan söyleyeyim, kendimi kabarık yıldızlı turistik lüks otellerde sandım bir ara. (doğrusu oraları da hiç görmedim ya) .
Biz büyük bir ustalıkla, on sekizlik yöresel gelinlerimizin beyaz gerdanına dizilen kara inciler misali, şişlere dizilmiş olan kara ciğerleri sıcacık lavaş ekmeğinin arasına dürüm yapıp iştahla yiyoruz. Gören de, bizi kıtlıktan çıkmış sanacak. Biz ciğerlere böyle iştahla yumulmuşken, İrfan “ yahu hocam bunlar nasıl tavuk? Vallah içlerinden biri önümdeki ciğeri kızgın şişiyle birlikte kapıp gitti. Ağzı falan da yanmıyor bunların. Şişlerin sıcaklığına, ciğerlerin acılığına nasıl dayanacak bu yaratıkların o küçücük işkembeleri? ” diye takıldı. Başımı şöyle hafiften eğip masanın altına bakındım. Gerçekten de bizim alaca “cure” tavuğun küçücük gagaları arasında kocaman bir ciğer şişi… Nefes almakta zorlandığı her halinden belliydi. Mikail, oturduğu kanepeden tavuğa seslendi
“Şşşş hey tavuk kardeş! Ciğerin tadı nasıl, beğendin mi bari? Anlaşılan acıyla ve sıcakla da aran iyi ” diye takıldı tavuğa. Tavuk, Mikail’in söylediklerini anlamışçasına başını bir yukarı, bir aşağı sallamaz mı? Gül babam gül… Bin bir emekle dokunmuş Siirt El Dokuma Halılarını aratmayacak biçimde bahçenin toprak zeminine serildik gülmekten.
Artık kalkıp gitmenin zamanıydı. Yemek bedelini kasaya öderken “ Bir şiş parası eksik al kardeş” dedi Mikail. Kasacı tuhaf tuhaf yüzümüze bakıp Mikail’in ne demek istediğini anlamaya çalışırken, İrfan devreye girdi:
“ Valla baba, bir şiş ciğeri sizin alaca tavuk kaçırdı. İstersen onu da bizim konuğumuz say, önemli değil. Zaten Mikail arkadaşım tavuğa “kardeş” diye de seslendi ya…” deyince adam Mikail’in ne demek istediğini anlamakta gecikmedi ve başladı gülmeye. Sonra da:
“ Bizim tavuklar öyle rast gele herkesle yemek yemezler kurban. Mutlaka sizi aileden saymışlar ki birlikte yemek yemeyi kabullenmişler” deyince, İrfan biraz kızgınca:
“ Ne yani, şimdi biz tavukgiller familyasına mı girdik dostum? Öyle sizin tavuklara benzer bir tarafımız mı var? ” dedi. Adamımız bilmeden pot kırdığının farkına vardı ve kibarca özür diledi bizden.
Şimdi artık Serçe Yürek İsa’nın yanına gitme zamanıydı. İsa, Hazar Gölü’ndeki yazlığında bizi bekliyordu. Onu da oradan alıp öyle yola çıkacaktık. Neyse ki fazla zaman kaybetmeden Göl’e günü birlik yolcu taşıyan bir minibüs denk geldi de, binip uzun yolculuğun ilk adımını atmış olduk.

YİRMİLİ YAŞLARDAKİ EBEVEYNLERDEN DÖRT ÇOCUKLU BİR AİLE

Minibüste bulunan on altı yolcunun büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyordu. İçlerinden sadece biri kitap okuyor, diğerleri de kendi aralarında havadan sudan bahsediyorlardı. Konuşurken öyle çok gürültü çıkarıyorlardı ki… Kitap okuyan genç, birkaç defa şöyle bir göz ucuyla onları süzerek kibarca uyarmaya çalıştıysa da, tüm iyi niyetli hamleleri boşa gitti. O arada İrfan, yayınevinden birkaç ay önce çıkmış olan Zaman Pusuda isimli şiir kitabımı istedi okumak için. “Bu gürültüde nasıl okuyacaksın? Okusan bile ne anlayacaksın ki” dedimse de ikna edemedim. İlle de “sen ver hocam, ben tiyatroda bile kitap okumuş adamım, bana ne bu gevezeliklerden. Hiçbir gürültü benim konsantrasyonumu bozamaz” dedi. Çaresiz, biraz da sevinerek verdim kitabı.
İrfan arada bir şiirlerimle ilgili sorular soruyor, kafasında hazırladığı yanıtlarla çakışanlara “evet” anlamında başını sallıyor, çatışanlara da “haaa, öyle mi? ” diye söyleniyordu. Ergani’ye vardığımızda, yolcuların su ve benzeri gereksinimleri için kısa bir dinlenme arası verildi. O arada dört çocuklu bir aile daha bindi hınca hınç dolu minibüsümüze. Çocukların aralarında en fazla bir yaş fark vardı sanırım.Çünkü en büyüğü altı yaş civarıydı. Sanırım bu genç çiftler hiç dinlenmeden, ara vermeden her yıl bir çocuk yapmışlardı. Ne aceleleri olduğunu doğrusu ben de merak etmiştim. Oturdukları koltuğa zor sığıyorlardı. Tabi buna oturma denirse… Anne ve baba ikişer çocuk kucaklarına almış, öyle sıkışık bir durumda koltuklara yerleşmeye çalışıyorlardı. Bu durumdan hepimiz rahatsız olmuştuk, ama bir şey de diyemiyorduk doğrusu. Ya adam “size ne kardeşim, ekmeğimizi siz mi veriyorsunuz” dese ne olacak? Çünkü birkaç yıl önce yine buna benzer bir manzara ile karşılaşmış ve eğitimci olmamın da verdiği cesaretle adama çıkışmıştım da boyumun ölçüsünü fazlası ile almıştım. Adam, çocuk sayısının fazla oluşunu işsizliğe bağlamış ve şöyle demişti: “ Valla kardaş, karım işsiz, ben işsizim. Kışın evde boş boş oturmaktan canımız çıkıyor. Öyle sosyal yaşantımız falan da yok… nasılsa boş zamanımız da çok ya… ne yapalım, biz de can sıkıntısından çocuk yapıyoruz. Varsa torpilin falan, babanın hayrına bir iş bul da; zaman darlığından ve yorgunluktan çocuk yapacak zaman bulamayalım”
O yüzden bu adama da “bu genç yaşta neden ara vermeden bu kadar çok çocuk yapıyorsunuz? ” diye soramamıştım. Ama İrfan kardeşim benden daha mı cesaretliydi, yoksa benimki gibi bir deneyim yaşamadığından mıydı bilemiyorum. Adamın duyabileceği yüksek bir ses tonuyla “bu ne ya kardeşim? Koca en fazla otuz, kadın da yirmi, bilemedin yirmi iki yaşında. Ama kucaklarına aldıkları çocuk sayısına bakın hele! Bunların yarınları ne olacak? Beslenme, barınma, sağlık, eğitim … gibi sorunlarla ilgili hiç mi kaygıları yok bu insanların” diye çıkıştı. Ben her ne kadar “sus, duyacaklar” dedimse de, kafasını kurcalayan birikmiş soruları çekinmeden bir çırpıda döküverdi. Adamcağızın sorunları zaten başından aşkın. Ağlayan çocuklarına “susun” demekten İrfan’a yetiştirecek cevabı mı kalmış sanki. Sadece kaşlarını çatarak sinirli bir bakış fırlattı İrfan’a. Gerçi susup sinmemize o bile yetmişti ya, neyse… Elazığ’ın Maden İlçesi’ni birkaç kilometre geçince, genç çiftin çocuklarından biri kustu, diğeri de altına kaçırdı. Baba kusan çocukla, anne de altını kirletenle ilgilendi. Yolcular karşı karşıya oldukları bu manzarayı görmemek için yüzlerini pencereden yana, dışarıya doğru çeviriyorlar. Hepsinin de yüzlerinde buruk, kekremsi bir ifade. Ama başka çare de yok, bu çocukların üstleri başları temizlenecek ve gereksinimleri karşılanacak. Baktık olacak gibi değil, İrfan olaya el koyarak minibüsü durdurdu. Bu sayede dolmuşun kapıları açık tutularak içerdeki ekşimsi kötü koku azaltılmaya çalışıldı ve bu arada biz yolcular da fırsattan istifade ederek biraz temiz hava almak için dışarı ile serin bir bağ oluşturmuş olduk.

HAZAR BALIKLARININ GÜNEŞLE VALS DANSLARI

Hazar Gölü’ne üç kilometre kala telefonla Serçe Yüreği aradım. “Fırının yanına geldiğinizde inin, ben sizi orada bekliyor olacağım” dedi. Minibüsümüz fırının hizasına geldiğinde durdurup indik. Van Gölü’nden sonra en güzel dinlence yerimiz burasıydı ve bu göl bölgemiz insanı için herhangi bir denizden farksızdı. Çok temiz ve serin bir havası vardı buranın. Hatta ülkeyi iyi bilen bizim bazı yerli turistlerimiz buranın havasını Karadeniz Bölgesi’nin havasına benzetirlerdi. Eskiden ben de her yaz buraya gelirdim. Hatta bende öyle bir tiryakilik yaratmıştı ki bu göl, gelmediğim zamanlar o yaz dinlencesini hiç yaşamamış gibi sayardım. Ama artık gelemiyordum buralara. Tam beş yıl oldu gelmeyeli. Neden mi? Biri üniversitede, ikisi lisede okuyan yetişkin üç çocuğu olan tek maaşlı bir öğretmen baba nah gidebilir bu tür yerlere, biraz sıkar.
Neyse biz yine Serçe Yürek’i alacağımız yere, yani fırına geri dönelim. Minibüsten indiğimizde etrafta serçeye benzeyen bir insan göremeyen İrfan “işte Serçe Yürek bu arkadaşlar” diyeceğim anı sabırsızlıkla bekliyordu. İrfan’ın bu heyecanını sezmek, onun o merakla yüzüme bakan gözlerinden anlamak o kadar zor değildi. Biz kendi aramızda böyle kısa süreli sorgulayıcı bakışlarla bakışırken, Serçe Yürek İsa’da küçük kızı Sevgi ile birlikte yolun karşı tarafından bize yaklaşmaktaydı. Üzerinde oranın giyim tarzına uygun bir tişört ve bizim “don” diye tabir ettiğimiz bir şort vardı. Mikail ile İrfan’a “İşte bizim Serçe Yürek de geliyor” dediğimde; İrfan işaret ettiğim yöne şaşkın şaşkın bakınıp “ hani nerede kekê? Ben öyle serçeye benzer bir adam göremiyorum” diye takıldı. Haksız da sayılmazdı hani. Çünkü o, İsa’yı Serçe Yürek adından ötürü kafasında kısa boylu ve zayıf, cılız biri olarak kurgulamıştı. Ama karşıda bu tanıma uyan kimseyi göremeyince de şaşkınlığını soru sorarak giderdi doğal olarak. “İşte, şu küçük kızın elini tutan şortlu bizim Serçe Yürek” dedim. İki arkadaşımın da şaşkınlığı ve heyecanı bir kat daha artmıştı. Tanışmışlıkları sanal ortamdan öteye gidememiş olan dostlarımız artık yüz yüze ve beden bedene fiziki bir ortamın yarattığı maddi koşullar altında da tanışmış oldular böylece.
İsa, konukları için fırına bizim yöresel yemeklerimizden çömlek içinde güveç attırmıştı fırına. Onun çıkmasını beklerken fırın önündeki masalardan birinin etrafına dairsel oturarak koyu bir söyleşiye daldık. Bu arada İsa’nın sevimli küçük kızına takılmaktan zevk aldığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. Yine her zamanki bu rutin takılmalarımdan birini gerçekleştirmek için atağa geçtim:
“Kız Sevgi. Baban doğru dürüst bir pantolon bulamadı mı ki don giymiş. Ayıp değil mi? Bu kadar insan içinde de bu giyilir mi” dedim.
Küçük Sevgi bir babasına, bir bize bakıp kısa bir süre sessiz kaldı. Sanırım bu sorumu babasının yanıtlamasını bekliyordu. Ama babadan bir yanıt gelmediğini görünce, yaşından beklenmeyen bir olgunlukla:
“O don değil bir kere. Biz ona şort diyoruz akıllım” dedi sinirlenerek.
Hep birlikte gülüştük Sevgi’nin bu beklenmedik yanıtına. Sevgi’nin bu agresif tavrı İrfan’ın da hoşuna gitmiş olacak ki, o da küçük kıza takılarak tansiyonun iyice yükseltilmesine, ortalığın gerilmesine adeta çanak tuttu:
“Sen birinci sınıfa mı gidiyorsun cici kız” diye sordu gülümseyerek.
Bu soru Sevgi’yi çıldırtma noktasına getirmeye yetmişti. Birden haykırarak:
“ Ne birinci sınıfı be! Ben dördüncü sınıftayım.” dedikten sonra babasına dönerek:
“ Baba ya! Şu arkadaşlarına bir şey söylesene! Neden benimle dalga geçiyorlar? ”
İsa, kızının üzüldüğünü görünce dayanamayıp ses tonunu da biraz yükselterek:
“ Lütfen arkadaşlar, artık kızımı kızdırmaktan vazgeçin. O dördüncü sınıfa gidiyor ve sınıfının da en çalışkan öğrencisidir. Ben kızımla gurur duyuyorum.” deyip gergin ortamı da yumuşatmak için sol elinin işaret parmağını dudaklarına götürüp “sus” işareti yaptı bizlere. Neyse ki o arada da fırıncı çırağı “İsa abi, güveciniz hazır” diye seslendi de, küçük Sevgi’nin olası başka bir gazabından da böylece kurtulmuş olduk.
Fırından çıkan güvecimizi ve sıcak ekmeklerimizi alıp İsa’nın yazlığına doğru yola koyulduk. Yazlık, bulunduğumuz yerden iki kilometre kadar uzaktaydı. Otomobille, sığ iğde, söğüt ve meşe ağaçlarıyla kaplı stabilize yoldan geçerek beş dakikada eve ulaştık.
Otomobilden inerken, İsa’nın eşi Berfin hanım, dünya güzelleri diğer iki kızı ve eniştesi İsmail, konukseverliğin verdiği içten bir gülümseme ile karşıladılar bizi. Sırayla, oldukça sıcak ve dostane bir yakınlıkla ellerimizi sıkarak “hoş geldiniz” dediler.
Gölün berrak mavi sularına kuşbakışı bakan bir tepede kurulmuştu ev. Balkonun sağlı solu iki yanına değişik koku ve renkte güller ekilmişti. Güllerin aralarında da mavi gök yüzüne doğru selviler uzanmıştı boylu boyunca. Çok güzel ve iç açıcı bir görsel mutluluk manzarası vardı.Tıpkı Nazım Usta’nın büyük ressam Abidin Dino’ya sorduğu şu ünlü “ Abidin, mutluluğun resmini yapabilir misin” diye sorduğu sorunun yanıtı gibiydi gördüğümüz o muhteşem tablo. Gökyüzünde en ufak bir bulut lekesi bile yoktu. Gölün masmavi berrak sularına dikey yansıyan güneş ışınları mavinin tüm değişik tonlarını gözler önüne sererek adeta bir mavi müzayede salonu oluşturmuştu. Öyle ki göl balıklarının yüzeye çıkarak güneşle yaptıkları o muhteşem vals danslarını bile net bir şekilde görebiliyorduk. Mikail, doğanın bu davetkâr tutumu karşısında kendini tutamayıp:
“Yahu arkadaşlar, şu Afşin yolculuğunu bir gün erteleyemez miyiz? Baksanıza; göl bize kucağını açmış resmen davet ediyor. Mavi gelinlikli bu müstehcen apak kucağı görmezden gelmemiz delikanlılığa sığar mı sizce? ” diye söylendi.
“Delikanlılığa elbette sığmaz. Ama Ahmet’e verdiğimiz sözü de unutmamak gerek. Adamcağız iki ayağı bir pabuçta sabırsızlıkla bizleri bekliyor. Üstelik en ufak bir gecikme gurbetçi kardeşimizin tüm planlarını alt üst edecek. Bu da bize yakışmaz doğrusu. Ben de tüm işlerimi öylece bırakıp geldim. Valla ne yalan söyleyeyim, benim için birkaç saatin bile önemi çok büyük.” diye Mikail’e karşılık verdi İrfan.
Bunun üzerine masadaki tüm bakışlar İsa’nın üzerinde odaklaştı. İsa, kısa bir paniklemeden sonra hemen toparlandı ve:
“Yooooo! Olmadı şimdi. Sizler benim konuklarımsınız. Burada “kalalım veya gidelim” gibi bir düşünceye yön vermek bana düşmez, üstelik yakışık da kalmaz. Ama bir gece bende konaklamanızı isterim doğrusu. Yer çok, yatak çok… Bizde her şey “eşirki”dir (Aşiretvaridir anlamında) . Buranın mehtabı da bir başka güzel olur valla. Gece, aslan sütü eşliğinde “Mehtaplı *******, Sana Mehtabım Diyerek, Derdo Derdo… ne güzel gider bilemezsiniz” diyerek aslında kendi oyunun rengini de çaktırmadan belirtmiş oldu. Mikail ile İrfan her ne kadar İsa’nın üstü kapalı bu düşüncesini sessiz kalarak onaylamaya yönelik bir tavır içine girseler de; Ahmet’i köyde daha fazla bekletmemek adına bu düşünceye karşı çıkmak durumundaydım. Üstelik köyde Ahmet’in amca kızının düğünü de vardı ve bu düğüne de bir şekilde yetişmeliydik.
Güveçli, pilavlı ve ayranlı yemeğimizi aceleden atıştırdık. Yolumuz uzaktı ve kaybedecek zamanımız yoktu. Yemeğin üzerine birer bardak tavşan kanı çayı da yudumladıktan sonra yola koyulmak üzere aile bireylerine “Allah’a ısmarladık” diyerek vedalaştık.
İsa direksiyona, ben İsa’nın yanına, İrfan ve Mikail de arka koltuklara… Acil durumlar dışında Afşin’e kadar durmak yoktu. Neden mi öne ben oturdum? Onun da geçerli bir nedeni ve bir öyküsü vardı elbette. Yolculuğun sıkıcılaştığı anda, canımız sıkılmasın diye öyküyü arkadaşlarıma anlatmayı düşünüyordum. O yüzden daha gerçekçi olsun diye öne oturmalıydım. Çünkü öykünün kahramanı, bizim “şoför mahalli” diye tanımladığımız
EVCİL HAYVAN SESLERİNDEN CANLI KONSER DİNLETİLERİ

sürücünün yanındaki ön koltukta oturuyor ve olay burada gelişiyor.
Elazığ’ı geçtikten sonra bu trajikomik öyküyü arkadaşlarıma anlatmaya başladım:
“1970’li yıllarda, ulaşım araçları şimdiki kadar gelişmemişti. Köy ile ilçe arasındaki ulaşım hizmetleri üstü açık kamyonlarla yapıldığından; “şoför mahalli”nin önemi büyüktü. Hele köy ağası, köy imamı ve şeyh söz konusu olunca, daha da büyük bir önem taşıyordu bu mevki. Anlatacağım bu yaşanmış olay, bizim Ergani’nin Gevran Ovası’ndaki köylerden birinde geçiyor arkadaşlar.
“Köylüler, henüz tan yeri ağarmadan sabahın erken saatinde kamyonun dededen kalma üstü açık külüstür kasasını tıka basa dolduruyorlar. Pazara götürüp satmak için de beraberlerinde keçi, koyun, hindi, tavuk… yani paraya dönüştürülebilecek canlı ne malları varsa, onları da yanlarına, ya da kucaklarına istiflemişler. İnsan sesleri ile değişik türdeki evcil hayvan seslerinin birbirine karıştığı canlı bir mızıka orkestrası yaratılmış kendiliğinden. Konuşanlar, meleşenler ve vak-vak-layanlar… Bir de arada bir cıyaklayarak bu yurttan sesler korosuna vokal yapan bebekleri de unutmamak gerek. İşte böyle bir ruh haliyle Ergani ilçe merkezine yolculuk başlıyor. Ha, bu arada şoförün kendi yanına kimseyi almadığını, yani şoför mahallinin boş olduğunu da söylememde yarar var sanırım. Neden mi? Allah korusun! Yolda ağa, şeyh, imam gibi değerli müşteriler binerlerse “yerimiz yok” dememek için şoför önceden kendi önlemini alıyor. Şimdilerde bu değerli! müşterilerin arasına bir de köy korucuları eklendi, haberiniz olsun. Bunu neden mi ekledim? Olur ya; aklı başında bir vatandaşın şoför olarak buralara yolu düşerse; önceden önlemini alsın diye…
Yağmurun gökyüzünden çiseleyerek yeryüzüne düştüğü armonikalı, mazot kokulu yolculuk ağır aksak devam ederken, yol güzergahındaki ikinci köye ulaşılır. Sırılsıklam ıslanmış bir vatandaş, çamur deryası içinde sabırsızlıkla kamyonun gelmesini beklemektedir. Şoför Çolo, hemen acı bir frenle durur adamın yakınıda. Kamyonun tıka basa istifli kasasında yer olmadığı için, ıslak adam daha fazla ıslanmasın diye çarçabuk şoför mahalline alınır..
Bizim şoför asla müziksiz yola çıkmaz. Kendi boynuna asmış olduğu küçük kasetçaların düğmesini tıklayarak, yörenin meşhur dengbêjlerinden Termılli Hesen’den “Lawukê Metinê’yi dinleyerek yoluna devam eder.. Henüz birkaç yüz metre yol almışlardı ki, şoför mahallindeki Bitlis Tütünü kokulu sigara ısısının da etkisiyle bizim ıslak adamın dili çözülür ve:
“ Ula şofor baba! Sen benim Zilanli oldığımi bıliydin, onun için mi hemen durup, beni şofor mahline aldın? ” diye sorar yerel şivesiyle.
Islak yolcunun bu kışkırtıcı sorusundan dolayı Çolo amcanın tepesi atsa da, pek renk vermemeye çalışır. Ne de olsa müşteri velinimetti. Adam Zilanlı ya; ille de insanı çileden çıkaracak bir şeyler bulur. Yine kendinden emin bir edayla:
“He, lo kurban, niye demedın? Sen benım Zilanli Dedo olduğumi bilidin, korkudan mi durup beni şofor mahline aldın” demez mi?
Bunun üzerine beyin fonksiyonları devreden çıkıp iyi niyet ve akıl sigortaları atan şoför, yine acı bir fren yaparak avazı çıktığı kadar bağırır:
“İn ulan aşağıya! Ben sahan acıdığım için aldım. Yolda tir tir titriydin, çamaşır ipine asılmış bir fistan gibi sallaniydin de, onun için seni aldım. Bahan ne ulan senin nereli olduğun? Çabuk in, gözüm görmesin seni” diye azarlayarak, bizim ıslak yolcuyu ite kaka atar aşağıya ve yoluna devam eder.
İşte arkadaşlar, şoför mahallinde oturmanın ayrıcalığını hep birlikte gördünüz. Şimdi benim neden şoför mahallinde oturmak istediğimi anladınız mı? dedim.
Hep birlikte kahkahalarla gülüştük. İrfan; “abi bilmemizde yarar var. Yoksa sen de mi Zilanlısın? diye takıldı. Yine gülüştük. Hatta İsa o kadar çok güldü ki, neredeyse direksiyon hakimiyetini kaybediyordu. Neyse ki çabuk toparlandı da, o daracık yolda kaza yapmaktan kurtulduk.
Böyle güle eğlene, hiç sıkılmadan Malatya’ya vardık. Hem biraz soluklanmak, hem de Lavabo, su… gibi acil ihtiyacımızı gidermek için ana yol üzerindeki bir dinlenme tesisinde kısa bir mola verdik. Masadaki yerimizi alırken, yanımıza güler yüzlü, sempatik biri geldi ve selam verip boş bir sandalyeye oturdu.
“Diyarbakırlı mısınız kardeşler? Plaka 21 de…”dedi.
“Evet, Diyarbakırlıyız” dedi İsa.
“Yolculuk nereye? ”
“ Doğrusu, biz de konuşacak birini arıyorduk. Yolculuk, Afşin’e. Ama yolu tam bilmiyoruz. Bize yardımcı olursanız seviniriz” dedi İsa.
Meğer adam tesisin sahibiymiş, üstelik de şoförmüş. Tüm yolları avucunun içi gibi biliyormuş. Nasıl bilmesin ki… Her gün onlarca yolcu otobüsü ve diğer özel araçlar buradan geçiyordu. Sağ olsun, hem sözlü anlatımla, hem de tam anlaşılır bir vücut dili kullanarak, Afşin’e nasıl ve hangi yollardan gideceğimizi anlattı.
Yolumuz uzun, süremiz kısıtlıydı. O yüzden hiç zaman kaybetmemeliydik. Tesis sahibinden izin isteyerek yola çıktık. Malatya – Maraş arasında bir yerde İrfan’ın telefonda biriyle konuştuğunu fark ettim.
“Biz şu anda yoldayız. Ben, Mikail, Serçe Yürek ve Resul Abi… Afşin’e Ahmet Güven’in köyüne gidiyoruz. Bir isteğin var mı” diye sordu telefonda konuştuğu kişiye. Sonra da telefonu bana uzatarak:
“Abi telefon sana” dedi.
Ben, “telefondaki kim” diye soracakken, “Zeynep’tir abi, Zeynep Güngör… İstanbul’dan arıyor” dedi
Zeynep arkadaşımızı hiç görmemiştim. Telefonda bile görüşmüşlüğümüz yoktu o ana kadar. O’nu da Londra’dan Ahmet’i, Yüksekova’dan İrfan’ı, Yalova’dan Hekim’i, Adana’dan Melih’i ve İstanbul’dan Hülya’yı ve diğer dostlarımı sadece sanaldan tanıdığım gibi tanıyordum. Bir an ne diyeceğimi, söze nasıl başlayacağımı bilemeden kısa bir panik yaşadımsa da, “alo, merhaba Zeynep kardeş” diyebildim ve diğer sözcükler daha önceden çalışılmış gibi bir bir dökülüverdi ağzımdan:
“ Nasılsınız, İstanbul’da havalar nasıl, yeni şiirleriniz var mı…? gibi soruları peş peşe soluksuz bir şekilde sordum. Sanırım kızcağızın bir an kendini sınava girmiş gibi hissetmesine de neden oldum.
Konuşma, yanıt verme sırası Zeynep’e gelmişti. Öyle ya; hep ben konuşacak değildim her halde.
“Sağ ol abi, ben iyiyim. Siz nasılsınız? “ diye başlayan konuşma, sonrasında bir siteme dönüşüverdi.
“Abi alacağınız olsun! İstanbul’da canı sıkılan, sıkıntıdan bunalan Zeynep adında bir kardeşiniz olduğunu nasıl unutursunuz? Bana da haber veremez miydiniz? Sözde kadın – erkek ayırımı yapmayan eşitlikçi dostlarım vardı.Yoksa size yük olacağımı sandınız da; onun için mi bensiz gidiyorsunuz? ” diye dert yandı.
Gel de sitem dolu bu haklı serzenişlere yanıt ver şimdi! Bir ara ne diyeceğimi bilememenin ezikliğiyle durakladım. Sonra, karşımda bir toplantı salonunu doldurmuş kalabalık bir kitle varmış da, onlara sesleniyormuşum gibi hissettim kendimi.
“ Haklısınız kardeş. Ne deseniz yeridir valla. Ama size haber vermeme nedenimiz, bu sıraladığınız gerekçelerden hiç biri değil. Kaldı ki haftalardır Cemre’den duyurular yaparak Afşin’e gideceğimizi tüm dostlara bildirmiştik. Ne yazık ki kimseden olumlu bir yanıt alamamıştık. Fakat şunu unutmayın sevgili Zeynep kardeş. Her ne kadar fiziki olarak yanımızda değilseniz de; sizi yüreğimizde taşıdığımızı ve oraya gidecek olan bu dört yürekle birlikte sizi de taşıdığımızı sakın unutmayın” dedim.
“Bundan hiç şüphem yok Resul abi. Beni ve diğer dostlarımızı da yüreğinizde taşıyarak Afşin’e sevgili Ahmet’in köyüne götürdüğünüzü biliyorum. Ahmet dostumuza ve oradaki herkese selam ve sevgilerimi iletin lütfen. Hepinizi çok seviyorum. Ne olur, arabayı dikkatli kullanın. Kazasız, belasız gidip dönün olur mu? ”dedi Zeynep.
“Abi helal olsun sana! Bir hatip gibi konuştun valla. Sana boşuna ustam demiyorum herhalde. Sözcüklere adeta dans ettirdin kurban” diyerek, iltifatlarda bulundu İrfan.
Dağlar, tepeler arasından aşağıya doğru yılan gibi kıvrılan yoldan ilerlemeye devam ediyorduk. Yolda rastladığımız koyun güden çobanlara, ekin toplayan köylülere, araç bekleyen yolculara… kısacası, gördüğümüz insana el sallayarak onları selamlıyorduk. Yol çok eğimli ve dardı. Öyle ki, bazen karşıdan gelen araca yol vermek için otomobilimizi kenara çekmek zorunda kalıyorduk.
Güneş dağların ardına gizlenip o muhteşem doğayı gece karanlığının kucağına atmıştı artık. Arada bir baykuşların arabanın farına takılan gözleri dışında bir şey göremez olmuştuk. Havanın kararmasıyla birlikte ısı da düşüş göstermişti. Otomobilin içinde olmamıza rağmen üşüyorduk. Bir tek İrfan’ın soğuktan şikayeti yoktu. Ne de olsa karlı dağların çocuğuydu o. Kışı, Yüksekova’da altı ay kesintisiz yaşıyordu. Bizim gibi kırk beş dereceyi bile aşan çöl sıcaklarını hiç görmemişti. O yüzden “siz yumurta çocuklarısınız abiler. Bana bakmayın, siz önleminizi alın” diye takılmaktan geri kalmadı. Haksız da sayılmazdı hani. Diyarbakır’dan çıktığımızda kırk derecenin üzerinde bir sıcaklık vardı. Maraş’ın bu mevsimde bu kadar soğuk olacağını bilemediğimizden, üzerimize kalın giysi de almamıştık. Arkada oturan Mikail’in çenesinin zangırtısı leyleğin yavrulama dönemindeki gagasının şakırdayan sesini aratmıyordu. Öyle ki, İsa bir ara kendini tutamayıp “yahu arkada leylek mi var arkadaşlar” demekten kendini alamamıştı.

AFŞİN GÖZPINAR’DAYIZ
Artık Afşin topraklarındaydık. Ahmet’i telefonla arayıp bulunduğumuz yeri bildirdik. Bölgeyi Ahmet’ten daha iyi bilen köyün muhtarı ve aynı zamanda Ahmet’in de amcasının oğlu olan Hasan telefonu almış ve bize yolu tarif ediyordu:
“ Şu anda seyretmekte olduğunuz yoldan hiç ayrılmayın. Dört kilometre kadar ilerledikten sonra, sağ tarafta kullanılmayan eğreti eski bir petrol karşınıza çıkacak. Biz arabamızın farlarını yakarak sizi orada bekliyor olacağız” dedi.
Gerçekten de dört kilometre kadar ancak gitmiştik ki; farları yanıp sönen bir otomobil yol kenarında duruyordu. Farların aydınlattığı ön tarafta, yol kenarında dört kişi bize el sallıyordu. Diğer arkadaşlarımı bilmem ama, itiraf edeyim ki ben çok heyecanlıydım. Tıpkı çok sevdiği bir oyuncağını kaybedip sonradan bulan bir çocuğun yaşadığı sevincin doruk noktasındaki heyecanı gibi… Sanki Ahmet’le önceden çok samimi iki arkadaşmışız da; uzun yıllar sonra yeniden karşılaşıyormuşuz gibi çocuksu bir heyecan içindeydim. Bizi bekleyen bu dört kişi arasından onu tanıyabilecek miydim? Ya da o beni tanıyabilecek miydi? Eğer o da İrfan gibi beni iri yapılı biri olarak kurgulamışsa; elbette tanıyamayacaktı. Neyse, tüm bu soruların yanıtını az sonra alacaktım zaten.
Onların otomobili kolay dönüş alsın diye, birkaç metre geçtikten sonra durduk. Ben önde, diğer arkadaşlarım da benim arkamda, dostlarımıza doğru ilerliyoruz. Gecenin ürkütücü karanlığı ve Afşin Temmuzu’nun son günlerindeki soğuk esintisi bacak ve kol kaslarımızı iyice germişti. Ama gergin kaslarımıza inat, sımsıcak bir karşılaşma yaşandı buğday tarlasını ikiye bölen şose yolda.
Kimsenin bizleri tanıştırmasına gerek kalmadan, ben “Ahmet” dedim. O da “Resul abi” diyerek sarıldık birbirimize. Sonradan da diğer dostlarla ayak üstü tanışarak otomobillerimize atladık. Hareket etmeden önce Muhtar Hasan bizim otomobile, ben de Ahmet’in bulunduğu otomobile bindim. Köye vardığımızda çok büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Boş, geniş bir alan elektrik direklerine ve evlerin damına takılan lambalarla gündüz gibi aydınlatılmıştı. Ahmet’in baba tarafından akrabası olan bir yakınının düğünüymüş. Davul zurna eşliğinde oynamayalı çok olmuştu. Ama çok istememe rağmen, oynamaya fırsat bulamamıştım, çünkü düğün dağılmıştı. Düğünde bulunanların azımsanmayacak sayıdaki konukları Avrupa’dan gelen gurbetçilerdi. Hemen hepsi de geleneksel konukseverliğin gereklerini yerine getirircesine Diyarbakır’dan gelen biz konuklarına “hoş geldiniz” inceliğinde bulundular.
Bizim de içinde bulunduğumuz on beş kişilik bir konuk grubu, Muhtar Hasan’ın evine yönlendirildi. Diğerleri de, evleri konuk ağırlamaya uygun olan öbür köylülerin evlerine götürüldüler. Önce bir odaya alındık. Odaya sığmayacağımız, daha doğrusu sıkışık oturacağımız anlaşılınca balkona çıkmamız önerildi. Balkona çıktık. Balkon odadan daha geniş olmasa da oldukça uzundu. Gökyüzünde parlayan yıldızlar ve bizleri selamlar gibi gülümseyen ay dede balkondaki lamba ışığının yanında sönük kalsa da, buluşmamıza ayrı bir hava ve renk katıyordu.
Hemen masalar, masaların etrafına da sandalyeler yerleştirildi. Ben ve İrfan, kuzeyden esen rüzgâr yönündeki sandalyelere; sağ tarafıma Ahmet, onun yanına da Mikail oturdu. Balkonun güney tarafında, yemyeşil ağaçlarla çevrili yana da İsa, muhtar Hasan ve daha önceleri Diyarbakır’da hizmet vermiş olan bir emekli öğretmen arkadaş oturdu. Onların yanına, odanın balkona açılan kapısı tarafına da diğer konuklar oturdular. Böylece sabaha kadar sürecek olan söyleşimize başlayabilirdik. Biz karşılıklı soru ve yanıtlarla birbirimizi daha iyi tanımaya çalışırken, masamız da çeşitli yiyecek ve içeceklerle donatılıyordu. Bal, tereyağı, yoğurt, yoğurt kaymağı, eritme peynir, çökelek, et kavurma, turşu… gibi. İçecek olarak da meyve suyu, kola, doğal kaynak suyu, rakı, viski, bira ve şarap getirildi. Tüm bu yiyecek ve içeceklerin hepsini bir arada görmek sık rastlanan bir durum olmasa da; konuksever halk geleneğin masamıza yansıyan bir realitesiydi.
Masanın sakiliğini konuksever ev sahibimiz Muhtar Hasan, gönüllülük esasına dayalı bir şekilde üstlendi. Bu işi zevkle yapmak istediğini, hatta sakiliği ondan daha iyi yapabilecek başka birini bulmanın mümkün olmadığını söyleyerek, içki konusundaki tercihlerimizi söylememizi istedi bizden. Masada bulunanlardan sadece ikisi içkiyle aralarının iyi olmadığını söyleyerek, içki içmeyeceklerini söylediler. İrfan ve Mikail viski, ben ve İsa rakı, Ahmet ve yeğeni bira, diğerleri de şarap içeceklerini söylediler.
Muhtar Hasan bu istekler doğrultusunda bardakları doldurdu. Ahmet, ilk yudumlarımızı almamız için bardağını havaya kaldırarak:
“Köyüme hoş geldiniz dostlar! Bu buluşmayı kalıcılaştırıp her yıl başka bir diyarda, dost sayımızı da artırarak devam ettirmeye var mısınız? ” diye gür bir sesle sordu.
Sanki Ahmet’in ne diyeceğini önceden tahmin ediyormuşuz gibi hep bir ağızdan “eveeeet! ” diye karşılık verdik. Ve bardaklar bir biri ardına tokuşturuldu:
“Haydi öyleyse, en kötü günümüz böyle geçsin dostlar” temennisinde bulunan Muhtar Hasan’ın gözleri sevinçten güneş gibi parlıyordu. Bir insanın bu kadar içten bir konukseverlik gösterebileceğini görmeden, yaşamadan kabullenebilmenin çok zor olduğunu biliyorum. Ve yine biliyorum ki; bu coşkulu konukseverliğin temelinde Ahmet yatıyordu. Bu temel babadan, deden kalma en büyük zenginlikti onlar için. Bu kültürün yerleşmesi ve yaygınlaşması için ayrı bir çabanın harcanması da gerekmiyordu aslında. Tarihin değişik evrelerinde bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan Mezopotamya uygarlık geleneğinin vazgeçilmezleri içinde en başta gelenidir konukseverlik. Çok şiddetli yozlaştırma dayatmalarına rağmen, bu güzel yönümüzden bir zerre bile eksiltememiş olmamız çok sevindiriciydi benim için.
Ahmet bir ara dışarı çıktı ve sazıyla birlikte geri döndü. Âşık Mahsuni’den iki türkü çalıp söyledikten sonra “sıra şiir okumaya gelmedi mi dostlar? Hem de üç şairi bir arada yakalamışken…” dedi.
Masadakilerin gözleri benim üzerimde odaklanmıştı. Bakışları sanki bana “önce sen oku” der gibiydi. “Tamam” dedim ve Ahmet’ten sazıyla bana eşlik etmesini istedim. Ben şiir okurken, Muhtar Hasan da bu geceyi ölümsüzleştirmek için kamerayla çekim yapıyordu. Benim şiirim bittikten sonra, İsa aldı sırayı. Ondan sonra da İrfan… Geri dönüşümlü bir şekilde okuduğumuz şiirlerin ve türkülerin yarattığı renk cümbüşü gecenin soğuk koynunda izdüşümler yaratarak yankılanıyordu.
Tüm köy halkı çoktan uykuya dalmıştı. Sadece karşımızdaki kavak ağacının üzerine tünemiş olan bir baykuş, esen rüzgarın yapraklardan çıkardığı hışırtıya nispet yaparcasına kısık sesiyle arada bir öterek coşkumuza katılıyordu.
Neredeyse gün ağarmak üzereydi. Bize ayrılan odadaki yataklarımıza çekildik. Hiç olmazsa bir iki saat kadar uyuyabilseydik… Bizim uykusuzluğumuz bir şey değil de; otomobili kullanan İsa arkadaşımızın uykusunu alması gerekiyordu. Ne de olsa yüzlerce kilometrelik şehirlerarası bir yolda şoförlük yapacaktı. Lambaları söndürüp birbirimize “iyi *******” diledik. Tam uykuya dalacakken bir horlamadır başladı. Ama nasıl horlama… Evdeyken eşim benim de horladığımı söyler, hep şikâyet ederdi. Ama böylesini hiç görmemiştim. Koyun sürüsü çobanının koyunlarını suya çağırışını andıran bir ses… “horrrr pışşşşş”. Ardından da ıslığı andıran bir üfleme… Uyu uyuyabilirsen. Sesin kimden geldiğini anlamak için biraz kulak kabarttıysam da sesin sahibini anlayamadım.
Saat sabahın altısı gibiydi. Güneşin ilk ışıkları penceremizden odanın içine nazik bir “uyanın” daveti gibi sızmıştı. O ara İsa’nın “haydi arkadaşlar! Yolcu yolunda gerek” diyen sesiyle yataklarımızdan fırladık. Uykusuzluğun verdiği sersemliği üzerimizden atmak için evin bahçesindeki musluğa yöneldik. Gül bahçesinin içindeki musluktan akan suyun rafine her damlası da sanki gül kokuyordu. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra ev dışına çıkıp, hemen yanıbaşımızdaki dağın dibindeki büyük kayaya yaslanıp güneşin ilk ışıklarını ve esen rüzgârın getirdiği temiz havayı yüreklerimize çektik.
İsa “ben sabah kahvesi içmeden kendime gelemem arkadaşlar. Çabuk bana bir kahve bulun. Ya da sıcak su…” diye tutturmaz mı! Bu dağ başında, tüm köylüler uykudayken kaynamış suyu ve kahveyi nereden getirecektik? Şaşkınlıkla ve soran ifadelerle birbirimizin yüzüne bakarken Ahmet de çıka geldi. “Günaydın dostlar! Nasılsınız? Umarım geceniz iyi geçmiştir” dedi.
İsa’nın isteğini sevgili Ahmet’e ilettik ve hamile kadın gibi aşeren arkadaşımızın sorununa acilen bir çözüm bulması gerektiğini, aksi halde arkadaşımızın kendine gelemeyeceğini ve bu gidişle direksiyona geçemeyeceğini söyledik.
Ahmet “bundan kolay ne var ki… Demliğimiz mutfakta kaynamak üzere arkadaşlar. Bir iki dakika sonra suyumuz da, kahvemiz de hazır, merak etmeyin” dedi.
Gerçekten de dediği gibi iki dakika sonra elinde kahve fincanı olduğu halde yanımıza döndü Ahmet. Bizim İsa fincandaki kahveyi her höpürdetişinde derin bir “oohhhhh” çekerek ne kadar çok rahatladığını bize kanıtlamaya çalışıyordu sanki. Onun rahatladığını görmek bizi de rahatlatıyordu doğrusu. Çünkü o dümende bir kaptandı ve hayatımız onun parmakları arasındaki direksiyonun ucundaydı. O kahveyi höpürdettikçe, biz kahkahalarla gülüyorduk.
Çıkardığımız aşırı gürültüden olacak ki, artık tüm ev halkı da uyanmıştı. Ahmet’in eşi sevgili Turna yengemiz kahvaltının hazır olduğunu gayet nazik ve kibar bir şekilde haber verdi. Hep birlikte mutfaktaki kahvaltı sofrasının çevresindeki yerimizi aldık. Sofrada yumurta, zeytin, bal, peynir ve tereyağından tutun da; bir köy yerinde bulunması gereken tüm doğal besinler vardı.
Artık yola çıkmanın zamanı gelmişti. Ahmet kardeşimizin ve amcasının oğlu, güzel insan, örnek muhtar sevgili Hasan’ın “gitmeyin, bugün de kalın, bir gece daha konuğumuz olun” diye direten ısrarlarına rağmen gitmemiz gerektiğini söyledik. Gitmeden önce günün anlam ve önemini kalıcılaştırmak adına hep birlikte birkaç poz fotoğraf çektirdik. Ahmet’in tüm akrabaları ve neredeyse tüm köy halkı bizleri uğurlamaya gelmişlerdi.
Bir dahaki sefere daha geniş kapsamlı bir buluşmayı Diyarbakır’da gerçekleştirmek için sözleşerek ve sanal söyleşiden kalıcı dostluğa doğru yaptığımız yolculuktaki o güzel dostluk anılarını da yüreğimizde taşıyarak Diyarbakır’a doğru yola çıktık.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:09 PM
Sarılmış Dört Yanım -Desteğim Ol

Güçsüz sanma beni.
Hele yüreksiz, hiç değilim.
Ama öyle dumanlı ki başım;
Bir pusu kurulmuş ki yoluma,
yürümek ne mümkün.
Adım atamıyorum.
Her yanım bir Nagazaki,
bir Hiroşima sanki...
Sırtımda koca bir ülke sevdası.
Sendelememek,
düşmemek ne mümkün.
Bağışla beni gülüm.
Yüküm oldukça ağır.
Zorlanıyorum.
Tek başıma sırtlamak,
taşımak zor geliyor.
Bu iş;
mitinglerde slogan atmaya,
kampüslerde bildiri dağıtmaya,
dergi- kitap satmaya,
üç beş gün uykusuz kalmaya,
hiç mi, hiç benzemiyor.
Benzemiyor be gülüm.
dedim ya;
güçsüz değilim.
Hele yüreksiz, hiç değilim.
Ama sarılmış dört yanım,
cehennemde gibiyim.
Önüm mayın tarlası,
arkam napalm yarası...
Tutuşmamak ne mümkün.
Patlamak üzereyim be gülüm.
Her şeye rağmen,
sen yine de uzat ellerini.
Desteğim ol.
Azalt,
hafiflet yükümü.
sokakları ışıksız,
yüreği emanet bu şehri
diriltmeme yardım et.
tut ellerimden gülüm.
Desteğim ol.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:09 PM
Sen Bensiz Yapamazsın

Kırlangıç baharsız,
çiğdem yağmursuz yaşayamaz.
Sen kırlangıçsan,
ben baharım.
Sen çiğdemsen,
ben yağmurum.
Sen bensiz yaşayamazsın.

Güneşsiz günün gölgesi,
bulutsuz göğün kıvılcımı olmaz.
Sen gölgeysen,
ben Güneş'im.
Sen kıvılcımsan,
ben yıldırımlar yaratan bulutum.
Sen bensiz olamazsın.

Ben varım ki sen varsın.
Çeker gidersem eğer;
adın suya yazılır,
köpükten ibaret kalırsın.
Bensiz yapamazsın,
üşürsün sen.
Ellerin, gözlerin...
Yüreğin donar biliyorsun.
Dalından kopan yaprağa dönersin,
Sürünürsün, çiğnenirsin biliyorsun.

Ben gidince aklın karışır, çıldırırsın.
Sen bensiz yapamazsın.
Ben senin toprağın,
sen bağrımda bir tohumsun.
Bensiz yeşeremezsin biliyorsun.
Hareketsiz, bereketsiz kalırsın.
Ben senin baharın, yazınım anla artık.
Alnına kazılan yazgınım.
Sen bensiz bir ölüsün biliyorsun.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:10 PM
Sen Ne Baş Balesı Şeysin Öyle

Seni hiç mi
hiç sevmedim ki ben.
Sana yazdığım tüm şiirlerim,
*******i uyutmayan düşlerim,
hayallerim,
gerçeklerim...
Hepsi de çocukça bir oyundan ibaretti.

Seni hiç mi
hiç sevmedim ki ben.
Hatta bırak sevmeyi;
yüreğimde kopan tufanların da,
bireysel aşka duyduğum nefretin de
başlıca nedenisin sen.
Toprağın karnına döşenen mayın gibi,
soğuk namluya sürülen kurşun gibi
yaşamla ölüm arasındaki mesafemsin sen.

Seni hiç mi
hiç sevmedim ki ben.
Ellerini tutan ellerime,
gözlerinde yitip giden benliğime,
adadığım tüm kutsal sevmelerime...
Bin kere,
milyon kere yazıklar olsun derim!
Desem de
sakın inanmayasın ha!
Sen ne baş belası şey,
sen ne iyileşmez yarasın öyle!

Seni unutamıyorum,
senden geçemiyorum,
seni çok seviyor, çok istiyorum.
Tapınmak ters düşse de yapıma;
Öyle bir ruh halindeyim, anla işte!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:10 PM
Seni Diyarbakır Sevdası Gibi

Sen sıkma o canımdan içeri canını.
Yorma güzelim gözlerini.
İster gör, ister görme beni.
Ben seni hep görüyorum ya!
Denizi sıyırıp usulcadan,
maviye öpücük konduran
deniz sevdalısı martı gibi,
seni senle, senden habersiz
usulcadan öpücüklere boğuyorum ya!
Sen sıkma güzelim canını.
Ben sana sevdamı,
Diyarbakır sevdası gibi haykırıyorum ya!
Sen gecenin kuytu ıssızlığı gibi,
tıka istersen kulaklarını.
İster duy, ister duyma sesimi.
Yeter ki dalda bir yaprak kıpraşsın,
yılan gibi inceden tıslasın rüzgar,
Ben seni duyarım, meraklanma sen.
Bülbülün güle şarkılar dizdiği gibi,
sana en içli şiirler diziyorum ya!
Tüm güzellikleri sen gibi diliyorum ya!
adını dağlara, taşlara değil ama;
bir Diyarbakır sevdası gibi,
yüreğimin en derinine işliyorum ya!
Sen sıkma güzelim canını.
Sevmek için yorma zihnini.
İster sev, ister sevme beni.
Ben seni yarınlarım gibi,
ben seni halkım gibi,
ben seni Diyarbakır gibi seviyorum ya!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:10 PM
Sergır

Bağdaş kurmuşsun ağa sofrasına,
ekmek topraktan, ayran inekten,
alınterimizi de tuz niyetine,
ye ha ye sergır, iç ha iç sergır.

Bir elin ensede, bir elin göbekte.
harmana sürü mü dalmış, neyine.
Nasılsa her kış bir bahara gebe,
ye ha ye sergır, iç ha iç sergır.

Açlıkmış, sefaletmiş bu ne masal,
vur hançeri, vur gitsin yüreğime.
Sakın ola acımak nedir bilme.
Ye ha ye sergır, iç ha iç sergır.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:10 PM
Serseri Sevda

Serseri ruhludur bu sevda.
Ne dününü kutsamış,
ne yarınını umursamış.
Durulmak bilmeyen,
inatçı ve umursamaz...
Bir kördüğümdür bu sevda.
Yumak yumak çelişkidir.
Bir yanı Fransız İhtilali,
bir yanı Mata Hari...
Talan edilmiş sevilerin,
direnebilmiş tek varisidir bu sevda.
Adem ile Havva'dan günümüze,
ne cins tanımış,
ne din,
ne dil,
ne de ırk bilmiş.
Dedim ya,
serseri ruhludur bu sevda.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:10 PM
Sevdadan Yana Bir Şeyler Fısılda

Haydi aş kendini,
Yen şu suskunluğunu.
Konuş benimle ne olursun;
Bana bir şarkı,
Ya da bir şiir…
İçinde sadece sevgi sözcüklerinin,
Bahar kokan dizeleri olsun.
Haydi durma,
Kulaklarımdan girip
Yüreğimin derinliklerine kadar in.
Muhalif çığlıklar arasından,
Sadece ruhuma fısılda.
İçinde acının,
Kederin,
Ve gözyaşının olmadığı…
Özenle seçilmiş sözcüklerden oluşan
Yaşam kokulu dizeler olsun.
Haydi be arkadaşım;
Haydi be ne olursun!
Aşır suskunluğunu şu dağlardan.
Tüm insanlığın duyacağı sessiz bir çığlıkla;
Bana bir şiir,
Bana bir şarkı….
İçinde açlığın, yoksulluğun, garibanlığın
Ve ihanetlerin geçmediği...
İnsanca...
Zengin dizeler diz belleğime.
Mezopatmya’nın Asuri Bağları’ndan
Midyat Şarabı renginde olsun;
Kabulümdür, istersen mahzen koksun.
Haydi artık,
Haydi be arkadaşım!
Çiseleyen yağmur damlalarının
Palamut yaprağındaki parıltısı gibi,
Sevdadan yana bir şeyler fısılda kulağıma..

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:11 PM
Sevgiliye Bir Tutam Söz

Ey sevgili!
İlk gençliğimde olduğu gibi,
bu gün de
yorgun yılların gerisinde beklemekteyim.
Ve yine
sana ulaşabilmenin
olanaksızlığını yaşamaktayım.
Şayet buna yaşamak denirse...
Ölüme zılgıt çekercesine,
dünyanın göbeğine dağ gibi çökercesine...

Ey sevgili!
Sana kendi adıma,
beni temsilen,
bir deste kızıl karanfil yolluyorum.
Sana ulaşıncaya dek solarlarsa;
yılların kaypaklığına,
ve daralan çemberin saygısızlığına say.
Dalları ve yaprakları benim,
kokusu ve rengi senin olsun.

Ey sevgili!
Can sevgili!
Acı,
keder,
gözyaşı ve özlemler benim;
sağlık,
esenlik,
müjdeler ve mutluluklar senin olsun.

Ha, az daha unutuyordum.
Sana bir de yüreğimden
bir avuç gökyüzü yolluyorum.
Kanadı kırık özgürlüğün mavisi senin,
tutsaklığın karası benim olsun sevgili.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:11 PM
Seviyorsun Kadın

Ey ıslak gözlü,
özgür bakışlı kadın!
Yüreğin kor ateş,
yüreğin bir yanardağ, biliyorum.
Dayan,
ve bastır yüreğindeki iç isyanı.
Durgunsun,
suskunsun,
en kötüsü utandırıyorlar seni
utanıyorsun kadın.
ama gizlisi zordur,
zordur saklısı sevdanın.
Ey sevda yelkenlisinin
acemi kaptanı!
Kapılmış sürükleniyorsun.
Azgın dalgalarda boğulmak üzeresin
ve uçsuz bucaksız bilinmezlere
sürüklenip gidiyorsun.
Gizlesen de,
sevdadır bunun adı.
Belli ki yangınlardasın,
kor ateşlerin ortasındasın belli ki...
ve acımasız törelerin,
yargısız infazındasın kadın.
dayan,
ve bastır yüreğindeki iç isyanı.
Bastır ki,
kan revan olmasın umudun.
Feodal yargılar adına,
yüreklerin kelepçelendiği bu evrende,
bil ki tutsaklığı yaşıyorsun.
Saklısı olmaz ki sevdanın,
gizlesen de seviyorsun be kadın!

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:11 PM
Son Çelişki

İlk yanılgım değildin elbet.
Ama ilk yürüyüşüm,
ilk gerçekçi gülüşüm,
ilk dirilişimdin.
İlk yanılgım değildin elbet.
İlk uyanışım,
ilk silkinişim,
ilk başkaldırım,
ve ilk gerçek davamdın benim.
Belki amaç değildin,
temel çelişki de değildin.
Yüreğimle mantığımın çarpıştığı,
bir türlü
tersine döndüremediğim
acayip bir dönme dolaptın benim için.
İlk yanılgım değildin elbet.
Yol yordam bilmeyen,
her adımda feriştahı kesilen,
başlangıcı belli,
sonu belirsiz bir sevdanın
son çelişkisi olacaksın.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:12 PM
Sonsuza Dek

Eğer sevdalı sunayı yüzdüren su
onu yutanla aynıysa gülüm;
sonsuza dek susuzum bilesin.

Eğer sessizlik
sonsuzluğun diliyse gülüm;
sonsuza dek sensizim bilesin.

Eğer nefret
doğru bakmayı bulandırıyorsa gülüm;
berraklığını bulandırmamak için
sonsuza dek seveceğim bilesin.

Ve eğer kavuşamamak
en tutkulu, en büyük aşksa gülüm;
bu tutku sonsuza dek sürecek bilesin.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:12 PM
Sök Sökebilirsen

Yaşam sevdası kavgamın
bahara tutkun çiçeği.
Al delikanlı yüreğimi,
hapset yüreğinde.
Utanmaz,
sıkılmaz,
ar bilmez yüreklere inat,
deş kafesinde ciğerimi.
At atabilirsen benliğimi.

Toprağa sızmış kar,
damar damar kök gibiyim.
Gökteki yıldız,
dağdaki granit gibiyim.
sök sökebilirsen.

Uslanmaz deli bir tutkunun
aşk üreten potasında,
sevdasızlığın panzehiriyim.
Erit eritebilirsen.

Gönlü tutuklu,
sevdası tutuklu yarınların
damardaki son durağıyım.
Yürüt yürütebilirsen.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:13 PM
Su da Üşür

Gözlerde yaşlar katılaşınca,
sevgide girdaplar oluşur.
Bir üşüme,
bir titreme kaplar bedenimi.
Üşürüm.
Buz kesilir, donar yüreğim.
İşte o zaman
su da üşür.
Artar,
büyür,
yanardağ olur sevdam.
Özlemlerimin sabrı köpürür.
Ölüm tuzak kurmuş,
sinsice pusuda beklerken;
yaşam
korkakça bir teslimiyeti yaşar.
Ve ihanet damarlarda dolaşırken,
Bizim Dicle'de
utanır, kızarır
ve üşür tüm sular.
Fırat Malatya'yı yalarken,
Malabadi gülmeyi utanç sayarken
elbette Diyarbekir'de
yeşil çimler üzerinde
çiğ de, kırağı da üşür.
Ben,
sen,
ve onlar...
Özlemini çekerken
dışımızdaki özlenmezlerin
sevilerin her zerresi yüreklerde
bilinmezliğin tutsaklığını yaşar.
Cehalet sokaklarda,
caddelerde külhanbeyliği yaparken;
yalnız gökyüzünden değil elbet,
yedi kat yerin dibinden filizlenmeli,
boy vermeli delikanlılık.
Utanmaz,
arlanmaz ihanetlerin
sırıtan suratında
elbette tükürük de üşür.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:13 PM
Sürgün Öğrenci

Yaşıma göre biraz büyük düşünenlerdendim.Büyük düşünmenin başıma belalı işler açacağını nereden bilebilirdim ki… Lise ikideyken, okul idaresi tarafından “siyasi” diye nitelendirilen bir olaydan ötürü (Aşık İhsani’nin “Deha” türküsünü okul bahçesinde kasetten arkadaşlarıma dinletmek) “Diyarbakır ve çevresinde okuyamaz.” belgesiyle okulumdan uzaklaştırıldım. Epeyce zorlu bir uğraştan sonra, o zamanki hatırı sayılır dostlar sayesinde kazasız belasız Batman Lisesi’ne kayıt yaptırabildim.Okulların yaz tatiline girip kapanmasına bir ay gibi kısa bir süre kalmıştı ve ben tek dersten (Milli Güvenlik) bütünlemeye kalmıştım.
İlçeme döndüğümde, ailemden hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. Özellikle babam, avına saldıran bir aslan misali adeta kükreyerek:
“Ulan sen kim, memleket meselelerini hal etmek kim? Kıçındaki yırtık doni da mi görmisen? Hele sen önce bizim karnımızi bir doyur da…”diye üzerime saldırdı. Ceviz ağacından yapılma süslü bir kürsümüz vardı. Kaptığı gibi savurdu üzerime. Ben neyse de; babam onun da canına okumuştu. Annem; kürsü darbesiyle yere yığılan oğlunu, yani beni yoklayacağına, önce koşup el yapımı süslü kürsüsünün parçalarını topladı. Sonra da babamın duyamayacağı alçak bir sesle kendi kendine söylendi:
“Kısır ömür olasan hey! Hele bu güzelim kürsiye nasıl kıydi cani çıkasi.”
Elbette kızıp, hayıflanıp üzülecek. Bundan daha doğal ne olabilir ki…Büyüklerimiz boşuna dememişler “mal canın yongası” diye.
O büyük düşünme sevdam; sadece okuldan uzaklaştırılmam, oymalı cevizden yapılma kürsüyle darbeler yememle kalmadı, üstüne üstlük evden de kovdurdu beni.
”Gurbet ellere çalışmaya gidiyorum” deyip okuluma, yani Batman Lisesi’ne geri döndüm.
Ne ev tutacak param, ne de kalacak bir yerim yurdum vardı.Tanıştığım arkadaşlarım, bir terzi hemşerim olduğunu söylediklerinde; neredeyse kanat takıp uçacak kadar sevinmiştim.Belki bir yararı dokunur umuduyla, tanışmak için terzi hemşerimin iş yerine gittik.
Kendimi tanıttım.Başımdan geçenleri sıkılarak, utanarak kısaca anlattım.O da işini bırakıp can kulağıyla beni dinledi.Adı Nazım’dı.Güler yüzlü, sıcak kanlı, babacan bir kişiliği vardı.İyi niyetli ve yardımsever biri olduğu her halinden belliydi.
“Üzülme sen hemşerim. “Her kışın bir baharı, her yokuşun da bir inişi vardır” derler. Seni buralarda aç, perişan ve sahipsiz komayız” dedi ve telefonun ahizesini kaldırıp tuşlara dokundu. Birkaç saniye sonra telefonun öbür ucundaki kişiyle başladı konuşmaya:
“Merhaba ağabey! Ben Nazım.Sana, zor durumda olan öğrenci bir hemşerimizi gönderiyorum. Onu dinledikten sonra, gereken ne varsa yapacağına inanıyorum” dedi ve telefonu kapattı.
Nazım ağabeyin telefonda konuştuğu kişi, bir okul müdürü olan ve aynı zamanda Batman’daki tek öğrenci yurdunun da müdürü olan Kazım Bey’di. Kazım Bey, terzi Nazım’ın ağabeyi idi. Yani, şansıma o da hemşeriydi.
Yanıma, yeni tanıştığım aslen Adanalı olan ve babasının işi nedeniyle Batman’da ikamet eden arkadaşım İsmail’i alarak Kazım Bey’in yanına gittik. Kazım Bey, beni can kulağıyla dinledikten sonra, öğrenci yurdunda bana bir yer verdi. Öğrenci yurdunun tek işçisi olan “ Kilink Ahmet “ de çocukluk arkadaşım çıkmaz mı? Gel keyfim gel! Öğrenimimi devam ettirecek tüm ümitlerim, geleceğe dair hayallerim tükendi derken; hiç beklemediğim yaşam dolu bir ortamla karşılaşmıştım. Artık yeniden bir okulum, *******i rahat uyuyabileceğim temiz ve sıcacık bir yatağım ve beni en samimi duygularla kucaklayan candan arkadaşlarım vardı. Artık benim için yeni bir yaşam biçimi şekilleniyordu. Sorumluluklarım eskisine oranla artmış ve daha bir ciddiyet kazanmıştı. Bana güvenenleri zor durumda bırakacak tüm davranışlardan kaçınmalıydım. Henüz çocuk da sayılsam, bir yetişkin gibi davranabilmeyi, üstelik de “sürgün” bir çocuğun omuzlarındaki ağır sorumluluğun da bilinciyle, yaşamıma yeni ve zorunlu roller biçmek durumundaydım.
Sınıf arkadaşlarımın yanı sıra, okulun diğer öğrencileri de “ sürgün öğrenci” yi görmek, onunla tanışmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Öğretmenlerimin de yaklaşımları daha farklı ve ciddiydi. Ne de olsa “sürgün bir öğrenci” idim. Sürgün olmanın, kişilere anlamlı görev ve sorumluluklar yüklediğini, “bilmiyorum” sözcüğünün kesinlikle kullanılmaması gerektiğini o ana kadar bilmiyordum. Bunları öğrendikten sonra, benim için zorunlu bir okuma ve kendini yenileme, geliştirme devri başladı. Gece gündüz demeden tüm boş zamanlarımı okumaya ayırdım. Okudukça aydınlandım, aydınlandıkça kişiliğim oturmaya başladı. Arkadaşlarımın vazgeçilmezleri arasında ilk sırayı almıştım. Deyim yerindeyse, terk edilmesi olanaksız bir tiryakilik oluşturmuştum arkadaşlarım arasında. Okul gereksinimlerim, yemeğim, harçlığım ve giysilerime kadar her şeyim okul arkadaşlarım tarafından karşılanıyordu. Öyle ki; harçlığımdan arta kalan paramın bir kısmını aileme bile gönderiyordum. Güya okulu bırakıp, gurbet ellere çalışmaya gitmişim ya; para göndermezsem, çalışmaya gittiğime kim inanırdı ki…
İlkbaharın son ayı olan Mayıs’ı da kazasız belasız ve de firesiz atlatmıştım. Okul bahçesindeki akasya ağaçlarının o güzelim salkım çiçekleri, öğrencilerin başına konfetiler yağdırma işini bir sonraki bahara bırakmışlardı. İhata duvarının dibindeki otlar gideceğimi anlamışlar gibi sararmış ve o incecik boyunlarını umarsızca bükmüşlerdi. Uzuvlarından biri haline geldiğim arkadaşlarım, beni göndermemek için bin dereden su getiriyorlardı. Kimi kahvede, kimi lokantada, kimi de otellerde bana iş ayarladıklarını söyleyip, Ergani’ye gitmemi engellemeye çalışıyorlardı. Okul müdürüm, orada kalırsam bir sonraki eğitim öğretim yılında okulun kantinini bana vereceğine ilişkin garantiler veriyordu. O dönemin sosyal ve ekonomik koşullarında, reddedilmesi pek akıllıca sayılmayacak koşullar yaratmıştı dostlarım. Tüm bu güzelliklere rağmen bu nimetleri tepip, gizlice sevdiğim esmer muhacir kıza yakın olmayı tercih ettim. Ama siz merak edip “ Niye gizliden seviyordun? “ diye sorarsanız, elbette yanıtım hazırdır. Çünkü o dönemde aşk yasaktı. Çok önemli ülke sorunları çözüm beklerken, biz devrimci gençler zamanımızı aşkla, meşkle heba edemezdik!
Diplomamı buruşmasın diye özenle iki çizgisiz kağıdın arasına yerleştirip, armağanlarımla birlikte boyası dökülmüş kel çantamın içine yine özenle yerleştirip Ergani’ ye döndüm. Hani ailem, okulu bırakıp çalışmaya gittiğimi sanıyordu ya; onları inandırmak için, arkadaşlarımın kendi harçlıklarından kısıp bana verdikleri harçlığı ben de olabildiğince boğazımdan kısıp babama verdim. Babam sevinçten dört köşe olmuş, bana iltifatlar yağdırıyordu:
“ Aferin benim aslan oğluma! Okuyup da ne olacaktın sanki? Bak; gurbet sana ne çok yaramış. Gelişmiş, serpilmiş aslanlar gibi olmuşsun.“
Aslında çalışmaya gitmediğimi, okuluma devam ettiğimi, bin bir zorlukla lise diploması aldığımı ve o gencecik yüreğimin derinliklerinde daha ne aslanlar barındırdığımı bilse tepkisi nasıl olurdu acaba? Onu da, akıp giden zaman süreci içinde anlamam pek zor olmayacaktı..

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:13 PM
Şair *******

******* şair olmuş;
şiirler yazmışlar,
uyaklar dizmişler ayrılık üstüne.
Karanlığın çirkefliğini,
ışığın çalınmışlığını haykırmışlar.
Çoban yıldızı,
samanyolu,
ve cümle yıldızlar,
aydınlatamamışlar karanlığı.
İlle de Güneş diye tutturmuş *******.
Sokak lambalarına,
ve süslü spotlara inat,
direnişe geçmiş *******.
ağlamak, sızlamak
bize yakışmaz demişler.
Yapay ışıkları devirip
güneşe sevdalanmayı
vazgeçilmez hak saymış *******.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:14 PM
Şiir Dediğin

Şiir dediğin coşmalı, coşturmalı.
Nehir gibi yüreklere akmalı.
Okuyanı ateşlerken,
dinleyeni sönmemecesine yakmalı.

Şiir dediğin okşamalı, öpmeli.
Arı olup, her çiçekten bal toplamalı.
Yarin dudaklarından
hece hece, dize dize sevenine akmalı.

Şiir dediğin cananda can olmalı.
Gerekirse dağlarda tünel açmalı.
Yiğitte çatal yürek,
hasrette bir tutam kavuşma olmalı.

Şiir dediğin kinden uzak durmalı.
Kardeşliği öpüp, başa taç yapmalı.
Sevmeli, sevdirmeli;
yol olup uzakları yakın etmeli.

Şiir dediğin şaire yurt olmalı.
Gökte Dolunay, yerde Güneş olmalı.
Yaşı tükenmiş kara gözlerde takat,
ağlatanın yüzünde tokat olmalı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:14 PM
Şimdi Zamanı Değil

Dayan!
Dayan yüreğim dayan!
Şimdi tekleyip
yolda bırakmanın zamanı değil.

Yürümediğin yol,
aşmadığın dağ,
geçmediğin handikap mı kaldı?
Dayan!
Dayan be yüreğim dayan!
Şimdi zoru görüp
'eyvallah' demenin zamanı değil.

Görmediğin ihanet,
yemediğin darbe,
yaşamadığın acı mı kaldı?
Göz yaşına boğulmak yakışmaz.
Şimdi nehir olup akmanın zamanı.

Dayan!
Dayan be çatal yürek dayan!
Şimdi hayatı yeni baştan yaşamanın,
gülün dikenine dokunmanın tam zamanı.

Şimdi tüm ******* ablukada.
Güneşin göz kırpmasına ne kaldı ki...
Karanlığı sancıda bırakıp
doğacak sabahları sahipsiz bırakmak olmaz şimdi.

Haydi dayan!
Dayan be yüreğim dayan!
Şimdi sudan bahaneler ardına sığınıp
yarı yolda koymanın zamanı değil.
Şimdi dört bir yana haber salıp
şaha kalkmanın zamanı.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:15 PM
Toprağı Avuçlar Gibi

Anka Kuşu olup
Kaf Dağı'nı aşacak değilsin ya;
masal prensesi olup
kitaplara girecek değilsin ya...
herhangi bir gün,
yurdumun herhangi bir yerinde
seni nasılsa bulacağım.
Ellerimi uzatarak
en narin yerinden tutacağım.
Toprağı avuçlar gibi,
bir gülü koklar gibi
seni yüreğimin içine çekeceğim.
Dağlarda fırtına,
denizlerde kasırga olacak değilsin ya;
gökyüzünde yıldız,
yeryüzünde ölüm olacak değilsin ya;
Herhangi bir gün,
yurdumun herhangi bir yerinde;
girilmemiş bir denizde,
veya dokunulmamış bir çiçeğin özünde;
kim bilir,
belki de ihanetçi bir şehrin
vuruşulan bir sokağında
seni nasılsa bulacağım.
Kayaları fırtınalar,
kumları dalgalar
nasıl aşındırıyorsa;
ben de yalnızlığımı,
inan ki öyle aşındıracağım.
Ve inan bana,
inan ki...
Gökyüzüne tırmanmam gerekse de,
kuşkun olmasın, tırmanacağım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:15 PM
Toprağın Oğlu

Geliyor, canım ciğerim geliyor.
Yuvasına, toprağına dönüyor
Karları eritip sele dönüyor,
Zemheride güller çiçekler açıp
Toprağın oğlu Ahmet’im geliyor..

O bir mülteciydi, gitti dönüyor.
Giderken sendelendi, yaralandı,
Aç, susuz, ilaçsız, uykusuz kaldı,
Dostu dost, düşmanı düşman belledi.
Toprağın oğlu Ahmet’im geliyor.

Londra’da Maraş dedi, Afşin dedi,
Şimdi yanan yüreğim Sivas dedi,
Otuz yedileri hep andı durdu,
Yandı yandı ateşten küle döndü,
Toprağın oğlu Ahmet’im geliyor.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:15 PM
Unutmayın

Karanlıktı her yer.
Anlamını yitirmişti zaman kavramı.
Gündüzler geceye,
******* gündüze karışmıştı.
Yıldızlar gökyüzünden inip,
gözlerimin içine yuvalanmışlardı sanki.
Uğultular,
iniltiler,
beynimi kemiren zonklamalar...
Ve
çıktığım cennet yolculuğunda
yoluma kurulan cehennemi tuzaklar.
Soldan, sağdan
aşağıdan ve yukarıdan,
yüreğimin orta yerinde tepinen,
cirit atan zebaniler...
Tek gibi görünsem de,
binlerce bedenin
binlerce yüreğinin bileşimiydim aslında.
Ve patlıyordum Çanakkale'de, İzmir'de,
Emperyalist paylaşımcıların
işgalci yüreklerinde.
Bir yanım Urfa'da, Antep'te,
bir yanım Edirne'de direnişte...
Dinlenmek haram,
uyumak ölümdü cephede.
Nazlı yardan mektuptu,
tepemizde vızıldayan kurşunlar.
Yanıtsız bırakmak,
okumadan ölmek yakışmazdı.
Kitaplar dolusu yanıttı,
her hecesi bir sevdaydı,
Yunus'tu, Pir Sultan'dı.
Karacaoğlan'dı, Mem'di
işgalcilere ay ışığında okuduğumuz.
Şimdi yaşıyorsak Erzurum'da, Kars'ta,
nefes alıyorsak Çanakkale'de, İzmir'de,
kulaç atıyorsak Akdeniz'de, Van'da,
unutmayınız ki...
Sırt sırta kenetlendiğimizdendir cephede.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:15 PM
Uslanmaz Bu Yürek

Bir avuç sevgi,
bir yudum gülümsemeydi.
Gözlerde ışıltı,
yürekte sönmeyen umuttu.
Arzuhalim;
merhamet değildi elbet.
Uzanan dost ellere,
sevgiyle açılan yüreğe,
reva değildi bu aşılmaz labirent.
sevdamın tepesinde bir kara bulut,
kuşanmış yıdırımlarıyla
döner durur uygar bir felaket.
Ha koptu,
Ha kopacak kıyamet.
Oyyy, uğruna cennetten geçtiğim,
canım, ciğerim sevdiceğim!
Diyarbakır unutmadı seni.
Yolunu gözler, durur
dönmeni bekler Dağkapı.
Oyyy, gözünün karasını sevdiğim!
Ege'de sahiller tanık,
Kumlar isyanda Marmara'da.
Ve bir avuç sevgi,
bir yudum gülümseme,
Binlerce yıldır sallanmakta beşikte.
Tarihsel sevdam büyürken,
ihanetler giderek küçülmekte.
küçülüp gidenler barut,
kalanlar sanki kurşun yürekte.
Tanık kumsalın bir yerinde
cılız bir dalga ulumakta.
Ve kara gözünü sevdiğim,
en karasından sevdam kanamakta.
Oyyy, kadasını öpüp başıma koyduğum!
Yoluna nice Keremler verdiğim!
Canım yanar,
can içinde yüreğim kanar.
Havar, havar, can havar!
Özledikçe yanar,
sevdikçe kanar,
kanadıkça azar.
uslanmak nedir bilmez bu yürek.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:16 PM
Uyut Beni

(Şarkı sözüdür.)

Anlat anlat masal anlat,
Gözlerimi bağla benim.
Gündüz yetmez, gece de sat,
Yüreğimi dağla benim.
Ağır-laştır, derin-leştir
Nasılsa yalan be-leştir.

Bir gerçeğe bin yalan kat,
Anlat anlat, uyut beni.
Yarınlara zoru dayat,
Haydi gözüm, erit beni.
Ağır-laştır, derin-leştir,
Nasılsa yalan be-leştir.

Yalan dolan masal anlat,
Haydi yavrum uyut beni.
Maval oku, hayal yarat,
Kaf Dağı'ndan aşır beni.
Ağır-laştır, derin-leştir,
Nasılsa yalan be-leştir.

Bulutlardan yorgan yarat,
Mışıl mışıl uyut beni.
Umuduma gözyaşı kat,
Yürek coşar, taşır beni.
Ağır-laştır, derin-leştir,
Nasılsa yalan be-leştir.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:16 PM
Uzat Ellerini

Hey gözünü, yüreğini sevdiğim
Şahin bakışlım hey!
Sevda çiçeğim,
Özgür yarınlarım hey!

Uzat bana,
uzat ellerini.
Ellerin ellerimde,
yüreğin yüreğimde kalsın.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:17 PM
Viran Şehrin Viran Yüreği

Viran bir şehrin
Viran sokağının
Kanayan viran yüreğiydi.
O, kaçtıkça zulümden
Üstüne üstüne geliyordu,
kurşun sağanağıydı sanki *******i.
Kan ağlasa da çatal yüreği;
hep gülümsüyordu gül kokulu,
reyhan kokulu güzelim yüzü.
Şehri viran,
kendi viran,
Sevdası kan revandı.
Zulmün kararttığı *******de;
o, ışık saçan,
yol gösteren
aydın bir bakıştı hep.
Unutulmuş bir yad elin
unutulması olanaksız delikanlısıydı.
Rüzgarın ulaşamadığı,
yağmurun ıslatamadığı
uzak diyarlara sürülmesi bile
Onu yoramamış,
usandıramamış,
küstürememişti umuda, umutlara...
Canlıydı,
can doluydu.
Suyuna kan,
ekmeğine gözyaşı doğranmıştı.
Okuluna kilit vurulmuş,
darmadağın edilmişti çocuk cıvıltıları.
Dili lâl,
Yüreği milyonların çığlığıydı.
Masmavi dünyasına kara bulutlar çökmüş,
çalınmış,
gasp edilmişti sevdası.
Kelepçelenen bilekleri değil de;
yarınlara dair tutkuları,
özlemleri,
Ve insanlığıydı sanki.
Yine de güleç,
yine de iyimser,
yine de sıcacıktı tapılası düşünceleri..

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:17 PM
Yalnız Ağaç

Kuşların konmadığı,
yolcuların geçmediği,
başı dumanlı bir yalnız ağacım.
Bazen bir fatmacık,
bazen karıncalar çalar kapımı.
Eşerler,
havalandırırlar toprağımı.
Onlarla söyleşir,
onlarla dertleşirim.
Ama onlar;
onlar duymazlar beni.
Anlayamazlar yalnızlığımı.
İlkbaharda canlanır,
süslenirim gelin gibi.
Sonbahar gelince sararır,
atarım üzerimden süslerimi.
Çırılçıplak soyunurum kış gelince.
Karlar örterler ayıp yerlerimi.
Ben sıcak bir merhabadan,
tatlı bir dokunuştan yoksun,
başı dumanlı bir yalnız ağacım.
Tek ve özgür gibi görünsem de,
yapım gereği,
bazen işgale uğramak,
tenimdeki dokunuşlarla hesaplaşmak,
sevindirir, mutlu eder beni.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:17 PM
Yanılgım

Bir zamanlar masaldın,
rivayettin,
ulaşılmazdın benim için.
Üşürdüm,
titrerdim,
dilim tutulur konuşamazdım.
Damarlarım buz kesilirdi
temmuzun kavurucu sıcağında.
Dicle'nin kumral suları bile,
hançer olup yüreğime saplanırdı.
Hep ilerde,
hep en öndeydin.
Sana ulaşmak olanaksızdı sanki.
Dağkapı'nın surları bile,
sana secde eder gibiydiler.
Çok sonra duydum ki;
metropollerin birinde
Kayan Yıldız'a çıkmış adın.
Meğer ki sen;
yanılgılar girdabında,
kurulu bir tuzakmışsın.
Ve ne yazık ki sen,
onursuz bir yaşamın
onura muhtaç kırığı,
onlarca insan kılıklı
kurt kuyruklu berduşun çerezi,
yaldızlı tepsilerde mezeymişsin.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:18 PM
Yarınlarını Özgür Kılayım

Haydi oradan, seni gidi beni bilmez seni!
Özgürlük sevdası olmasa beni sana bağlayan,
Kim takar, kim ne yapar ki sendeki ölü bakışları?
Sen ölü şehrin kaypak yüzlü kindar nabzı,
Ben, seni özgürleştiren kızıl karanfil,
Damardaki kan kırmızı.
Beni benle yoğuran su verilmiş çelik yüreğe dayan,
Dayan ki, seni ve yarınlarını özgür kılayım.

Kimin, kimin içinde olduğunun ne önemi var?
Her bireyin iki gözü, iki kulağı, bir yüreği var.
Halkların kan bağı,
kutsal emeğin öz nuru var.
Kardeş kardeşin boynunda asılı yağlı bir ilmek iken,
Altımızdaki sandalyeyi tekmelemeye dost sırada iken,
Bu utanmaz yalan yaşamın kime ne yararı var?
Haydi sevdiceğim,
Zaman geçmeden dayan bu yüreğe.
Dayan ki... seni ve yarınlarını özgür kılayım.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:18 PM
Yaşamak Zor Şey

Oooof! Ulan, of be!
Ne zor şeymiş yaşamak.
Beyinler bir yana,
ayaklar bir yana gider.
özleyenler bir yana,
özlenenler öbür yana gider.
Dertler damarda kanımız olmuş,
çareler rüya alemindeler.
Umudu umutsuzluklar,
sevgiyi korkular kelepçelemiş.
Ne mert belli,
ne de namert...
Namertler mert,
zalimler mazlum görünür.
Kurtlar kuzu postunda,
çakallar dost görünür.
Oooof! Ulan, of be!
Ne ağır bedelmiş sevdalanmak.
Bir kara çalıdır sanki ocağımızda.
Sarıldıkça,
sahiplendikçe
kurşun gibi yüreğimize saplanır.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:18 PM
Yemin

Sevdadan yana yanlış yaparsam eğer,
sevdaların en ağırını sırtlayıp
mirasçı geleceğe taşımazsam,
iki gözümün orta yerinden vurun beni.
tarih öncesi tanrısal düşlerden sıyrılıp
çocuksu mutlulukları sahiplenmezsem,
çırılçıplak beyaz bir gecede
Sahra'nın orta yerinde güller yeşertmezsem,
varla yok arasında bir rivayet sayın beni.
tüm dert yığınlarını paramparça edip
ulaşılmaz deryaların en derinine gömmezsem,
her karanlık gecenin ışığı olmazsam,
ve sevgisiz yaşamayı ölüm saymazsam,
bir damla gözyaşı gibi silin beni.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:18 PM
Yitik Bir Yaz Gecesi

Yitik bir yaz gecesinin
ay ışığı tanıklığında
ılık bir meltemle savruldum size.
Utangaç bir konuktum
göğü kuşatan yıldızlar altında.
Lal oldum
tutuldu dilim.
Çok istedim,
açılamadım size.
Tenhada karanlıklar uluyordu.
Ölüm uykusuna yatmıştı yakamoz.
Turuncu koca bir dağdım sanki.
Ve oturmuştum
mavi denizin halkalı göbeğine.
Tüm çabalarım boşa gitti,
uzanan ellerimle dokunamadım size.
Samanyolu saçlarınızın siperinde,
bulut rengi gözlerinizde boğuldum.
Sevdanız azgın bir dalgaydı sanki
yüreğimin açık denizinde.
Ve gençliğime ölümler sunuyordu kayıtsızlığınız.
Sürüklendim,
uzandım yoktunuz.
Kalakaldım öylece,
çok istedim, tutunamadım size.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:19 PM
Yol Verin Kurban

Yol verin kurban,
yol verin gidem.
Ocakta köz olam,
yanam yanam kül olam.
Rüzgar vura savrulam,
yağmur yağa yoğrulam.
Dağ başında karanfil,
yol kenarında sefil olam.
Boy verem büyüyem,
dal budak çiçek açam.
Yol verin kurban,
açılın gidem.
Gidem ki,
tez zamanda ulaşam.
Gidem çare bulam,
gidem derman olam.
saram sarmalıyam,
ısıtam can verem.
Rezil- u rüsva olmadan
biraz özlem giderem.
Yol verin kurban,
bırakın gidem.
Kanat takam uçam,
kartal olam süzülem,
gölge olam izliyem,
gidem tez zamanda ulaşam.
kucaklıyam sarılam,
hem kokliyam hem öpem.
Öpem özlem giderem.
Yol verin kurban,
yol verin gidem.
Barikatlari aşam,
tuzaklari yıkam.
Umut verem,
murat alam.
Umudum yeşere,
dal vere.
Bağlanam dalına,
tutunam gidem.
Sonra da başımla beraber,
gözüm üstüne diyem,
ölümlere süslenem gidem.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:19 PM
Yüreğimde Sevdalar Büyütüyorum

Bu bahar bildiğin baharlardan,
bu tutku bildiğin tutkulardan değil aşkım.
Kara bulutlarla kuşatılmış gökyüzünün
mavimsi gözyaşları deli seller gibi çağlamakta.

Senin yokluğunda her zemin
iki ucu keskin bir bıçak gibi kaygan ve kıyıcı.
Dokunsam uçuracak,
kan gölüne çevirecek yaşamın çocuksu yüzünü.

Bu bahar bildiğin baharlardan,
bu sevda bildiğin sevdalardan değil aşkım.
Bulanık çimen yeşili rengiyle
esas duruşta, tetikte tüm iğne yapraklılar.

Kırılgan dallarında kur yapan,
cıvıldaşan tanıdık yüzlü ürkek serçeler yok artık.
özlemle beklenen yüreği avucunda sabahlarımız,
kızıl kahverengi gözlerde çiçekler açıyorlar.

Bu bahar bildiğin baharlardan,
bu tutku bildiğin tutkulardan değil aşkım.
Toprak altı deprem yüzlü bir labirent.
Dağlar, yetim çocuk ağlamasında gizlice.

Ah dünyanın çarkını feleğin çemberinden geçiren
ayak tökezleyince de, yürümeyi beceremeyen
sarımtırak Kermanşah Bağası yüzlü cellatlar!
Bir papatyam bile yoksa da;
sahipsiz bazalt yıkıntıları altında
yumruk kadar yüreğimde koca ormanlar büyütüyorum.

Ah bu bahar bildiğin baharlardan,
bu acı bildiğin acılardan değil aşkım.
Bin bir acıya tanık badanasız taş duvarımda
gazsız, kokusuz uyuz bir şinanay
utanmazca göz kırpıyor okulsuz bir okul çocuğuna.

Çocuk bu, anlar mı?
Dilinde 'yarınları kuracak olanlar sizlersiniz' sözü,
utanıyor, sıkılıyor.
Ve ağıtlar bir türküye dönüşüyor çakmak gözlerinde.

Dayan diyorum,
dayan yüreğim!
Tetiklenen bir yanardağ gibi hazırda bekle!
Yedi düvel yetmiş bin topla gelse ne yazar?
Aaah sen yüreğim!
Sen...
Büyüttüğün ormanlarda yeni sevdalar yeşertmeye bak!

Resul Üstün

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:20 PM
Zaman Pusuda

Ne sen atmaca olup
kuşlara hükmedebildin;
ne de ben kuş olup
özgürlüklere uçabildim.
Sen ey saksağan havalı serçe!
Ne kendin uçabildin,
ne de beni özgürlüklere saldın.
Korkak yüreğin,
ve küflü beyninle düşler kurdun.
Hep karanlık,
hep fırtınalı günler gözledin.
Tufanlar kopsun,
yıldırımlar düşsün istedin.
Ben se güneşi özledim.
Yıldızlı bir gökyüzünü gözledim.
Yeryüzü çiçeklenirken,
kanat çırpıp uçmayı düşledim.
Sen beni,
ben de seni gözetledim.
ikimiz de,
bizi oyalayan zaman tuzağında
zamanı pusulamaya çalıştık.
Ne sen beni anlayabildin,
ne de ben seni savuşturabildim.
Belki senindir bugün,
ama yarınlar benim olacak inan.
Sen ve ben;
herhangi bir gün,
Yurdumun herhangi bir yerinde...
Belki bir köy meydanında,
belki de bir sanayi kentinde,
sağanak olup yağacağız bilesin.
Sen karanlıkları ve çirkinlikleri,
ben aydınlıkları ve güzellikleri...
Yarınların upuzun yolculuğunda
sırılsıklam ıslatacağız bilesin.
Velhasıl Dünya döndükçe,
sen benim için korkuları,
ben senin için
cesareti yaşatacağım bilesin.

Resul Üstün

Shekil
08-22-2007, 11:20 PM
Zoruma Gider

Sanki yaşadıklarımın farkındaymış gibi,
Bu gece dolunay da asık suratlı.

Bir bahar yansıması tül perdeli penceremden
Hüzünlü başını uzatıp,
Eskisi gibi gülümsemiyor artık.
Dolunay berbat,
Ben berbat kere berbatım bu gece.
Dokunmayın,
Bu gece ölmek zoruma gider.

Düşüncelerim dumanlı,
Her yanım darmadağın.
Yüreğim bedenimin dışında sanki,
Hücrelerim paramparça.
Beynim mantığımla arbedede bu gece.
Sorunlar deprem girdabında…
Çelişkiler işgal orduları gibi
Beynimde çember daraltıyorlar.
Ne olursunuz ilişmeyin,
Berbat kere berbatım bu gece.

Koca şehir avuçlarımda sanki.
Üflesem, kâğıttan evler gibi yıkılacaklar.
Toz duman olacak tüm sokalar.
Bu gece peygamberler şehri suskun,
Dünya suskun,
Ölüm sessizliğinde cümle canlılar.
Bir tek beynimde zonklayan yalnızlık
Dimdik ayakta tetikte.
Ve korkunun korkusuzluğu
Parıldayan zehirli hançer gibi,
Acımasızca duruyor başımda.
Ne olursunuz ilişmeyin,
Berbat kere berbatım bu gece.
Ve yaşamın ak güvercinini
Can alıcı yerinden yakmak üzereyim.
Dünü yaşanmamış sayıp
Bu gece ölmek zoruma gider.

Yüreğime yuvalanan
Göçmen kuşlarımı ürküttüler.
Uçan balonlu rüyalarımı,
Zümrüt yeşili uykularımı çaldılar.
Uykusuz, rüyasız yaşamak zor olsa da,
Bu gece ölmek zoruma gider.

Resul Üstün

HeReKeL1
08-22-2007, 11:31 PM
Saol GÜzelmİŞ...!