Giriş

Tam Sürümü Görüntüle : süper aşk hikayeleri!!!


Kéan aRs
08-28-2007, 12:43 PM
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış: Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim! Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler. Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle 'yolun sonu'na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: 'Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir' Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş. O cevap vermiş: Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor.' Ve eklemiş: Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.Ama ben gitmek istemiyorum' diye haykırmış kardeşi. Hep burada kalmak istiyorum. Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır. Bize hayat sağlayan kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki? diye cevaplamış öteki. 'Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin sonu olacak.' Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: 'Hem, belki de anne diye birşey de yok!' 'Olmak zorunda' diye itiraz etmiş kardeşi. 'Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?' 'Sen hiç anneni gördün mü?' diye üstelemiş öteki. 'O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.' Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:43 PM
Konfüçyüs, Hükümdar'ın isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Şao-Çeng'i idam ettirdi, cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.

Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: "Şao-Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur. Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı..." Konfüçyüs "yaptığımın nedenlerini size anlatayım" dedi ve anlattı: "Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:

Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik; İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık; Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık; Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek; Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.

Şao-Çeng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim."

Kéan aRs
08-28-2007, 12:44 PM
Kendine ait olmayan bir yerde, kendinle savaşın öyküsü bu. Belki de biryüzleşme bunalımı. Kayıp değerlerinin ; vaktiyle elinden istemesen de alınan budeğerlerin, tekrar bir arayışı. Yabancılık kalelerini üstlenmiş, bayrağınısancağa çekmiş, yorgun ve yalnız bir savaşçının öyküsü.

İşte ben. Adım Tahir. Hatırlıyorum da yalnızlık kalesini ilk keşfettiğimde, yani kendimi ilk defa yendiğim anda, o görkemli surlarını bana nasıl da açmıştı. Hayranlığımı gizleyemediğim bir andı ve sonraları ise kimseyle paylaşmak zorunda kalmadığım, sonsuz topraklardı oralar.

İsterseniz size bahsedeyim biraz buradan. Yüksek kapıları, bana ilkdefa açılmıştı. En son hiçbir şeye tutunamadığımı hatırlıyorum. İşimden dahayeni çıkarılmıştım. Ve gerçekten kendimi çok kötü hissediyordum, yani ; işeyaramaz.Uzun bir süre iş aradım ama sonuç neydi? Başarısız. Tanıdığım insanlaryavaş yavaş perdelerini kapamaya başlamıştı. Her geçen gün dünyam daha daküçülüyordu. Biliyordum ki en sonunda beni de yok ederek küçülmesinitamamlayacaktı. Bir şeyler yapmalıydım. Kurtulmak, kendi farkındalığıma ulaşmakiçin bir çaba vermeliydim. Ruhumun daha önce hiç görmediği, duymadığı bir çabaolmalıydı bu. Çünkü gittikçe çürüyordu, erimeye yüz tutmuştu. Eskisi gibidışarıya çıkamaz oldum ve tabii ki eskisi gibi de para harcayamıyordum. Sonuçtakonumum işi olmayan, işe yaramayandı. Uzun bir süre evden dışarı çıkmadım,ihtiyacım olan telefonlar, gün geçtikçe daha az çalmaya başladı. Ve en sonundaiflas etti. Bir gün evde ; alıştığım sıkıntı bulutları üzerindeki ara!yışımda, bir çıtırtı beni kendime getirdi. Bu sesin kaynağını merak eder oldumbir anda. Belki de evimde, istemediğim bir misafir beni mutlu etmek için evinbir yerlerinde bekliyordu. Bütün evi talan ettim, her yerde o sesi aradım.Şaşırdığım an ; o unuttuğum kütüphanemdeki, bir kitabın benimle iletişime geçmekiçin intihar ettiğini gördüm andı. O koca tahta blokların arasında,arkadaşlarının yanından ayrılarak yere bırakmıştı kendini. Ve tabii ki o andada, aradığım çıtırtıyı çıkartıvermişti. Onu ilk elime aldığımda, kendimi çok garip hissettim. Aklım bir anbana oyun oynadı ; beni terk edip, vahşi bir yerlerde huzur vermişti ban****itabın ismine bakmadan okumaya başladım. Eski bir kahramanın, savaşçınınöyküsüydü bu. İnancın ve vicdanın savaşıydı. Her gece işten çıktığımda yaşadığımsavaş gibiydi. Kitabı bitirdiğimde bir şey olmuştu ; Bir sihir, hiç beklenmeyen,olmasına bile ihtimal verilmeyen bir rüya. Kitabın kahramanı karşımda, elindebüyük bir anahtarla huzurlu bir şekilde bana bakıyordu.

En başta ondan ölesiye korktum, fakat yalnızlığımı paylaşan bu adam,içimdeki bütün korkuları bir savaş arenasındaki gibi yok edivermişti.Şaşkınlıktan da öteydi her şey. Bir anda, ne olduğunu anlayamadan, kendimidevasa bir kalenin önünde buluverdim.

- İşte bu senin eserin, dedi kahramanım. Şimdi sana elimdeki anahtarıvereceğim ve sende sonunda, savaşa başlayacaksın.

Böyle bir iletişimin gerçek olabileceğini düşünmemiştim. Geneldepatronlarımla konuşmaya alıştığım bir edayla yanına yaklaştım. Korkak ve ürkektavırlarım, kendilerini hissettiriyorlardı, kalbimin çarpışları beni aşıyordu.

- Af edersiniz ama size bir sual sormak istiyorum. Hangi savaştanbahsediyorsunuz siz?, dedim. Kendimi kıstırılmış hissediyordum.

Kahramanım, ufak bir gülüşle karşılık verdi soruma. Huzur veren sesisanki her yerdeydi, her yeri kaplıyordu.

- Uzun süredir farkında olmasan da seni izliyorum. Ne zaman kapılarınıaçacaksın, kendinle olan savaşa başlayacaksın diye. Şu anda sana, kendi ürününolan bu kalenin anahtarlarını bırakacağım. Neden dersen ; Bana özgürlüğümüvermenin yeterli bir sebep olduğunu söyleyebilirim. Birazdan gideceğim ve seninsavaşın başlayacak. Silahlarını her kuşandığında, ister istemez kendine bir adımdaha yaklaşacaksın. Ve sonunda, ya kaybedeceksin ya da galip geleceksin.

Gözümü kırptığımı ve en son kendimi yatakta bulduğumu anımsıyorum.Karanlık, gündüzle savaşıyordu ve tabii ki galip gelecekti. Kitap bitmiş vevücudum yorgunluktan kendini yatağa bırakmıştı her halde. Hava almak içindışarıya çıktım. Kitabım elimde ve kahramanım yüreğimdeydi.

İşte yalnızlık kalesiyle ilk böyle tanıştım. Zaman içerisindeyansımalarımla bir çok savaşa girdim. Bazen yenildim, bazen kazandım.Topraklarıma toprak ekledim , yeni yüzlerle tanıştım. Ve kendi çapımda küçük birordu kurdum. Kendim için. Komutan olarak "inanç" geldi ,. peşinden de "vicdan" ,"duyarlılık", "cesaret" ve "sevgi" geldi. Yalnızlık kalesi, her geçen günbenimle doluyordu, gittikçe güçleniyor ve sınırları alabildiğince uzuyordu.Bazen kendimi Çin Seddi gibi hissediyordum.

Kendimle olan bu savaşta çok üzücü anlar da geçirmedi değilim. Kaleningüçlü savunucularından olan bazı yansımalarım bana ihanet etti. Beni terk edipsavaş açtılar bana. Amaç ben miydim, yoksa yalnızlık kalem miydi? Bunu hiçbilemeyeceğim ama ortadaki savaşta çok kan döküldü, çok masum yaşamını yitirdi."Hırs" , "nefret", "kusur", "korku", "acı", "kin" ve hatta bazen "inanç" ım.Bunların hepsi birleşmiş, kılıcı kalbime saplamak, bayrağımı sancaktan indirmekiçin, içinde bulunmaz bir istekle yanıp tutuşuyorlardı. Hepsiyle savaştım, hiçvazgeçmedim, hep denedim. Ve büyük bir özveriyle, özenle korudum yalnızlıkkalemi. En kıskançları, "aşk" tı ve en yaratıcıları. Hayal gücü o kadar büyüktüki, günlerce meleklerin ağladığını hatırlıyorum. Kendimle olan savaşım, benolduğum sürece devam edecekti. Derken bir gün : Uzun yolculuklarla ve büyük biraşkla yarattığım "yalnızlık kalesi" ; yok oldu. Günlerce, aylarca aradım. Panikhali, hunharca üzerime geliyordu, vazgeçmiyordu.

İşte kahramanımın tekrar çıkış öyküsü. Bir çıtırtı duymuştum evde ;aramaya başladım her yeri ve kütüphaneme geldiğimde yine karşımdaydı. Yaşlanmış,yorgun görünümü beni şaşırtmaya yetti. Eskisi gibi genç değildi ve tabii ki okadar dayanıklı görünmüyordu. Elbiseleri göz kamaştırmıyordu artık. Yok olmayayüz tutmuş gibi bir ifadesi vardı. İçimdeki merak zaafına yenik düşmüştüm, onadoğru birkaç adım attım,

- Yalnızlık kalesini arıyordum kahramanım, onu kaybettim. Lütfen banayardım et. Gördün mü onu, biliyor musun nerede?, dedim.

Kahramanım diz üstü yere çöktü. Sanki etrafı soluk almaz bir siskaplamıştı. Ortalık bulanıklaşmıştı. Ayağa kalkamadı, yanına gelmemi istedi. Zoradımlarla isteğini yerine getirdim, iyice sokuldum ona. Kısık ve çatallı birsesle :

- Yalnızlık kalesini artık arama boşuna, dedi. Çünkü yıktın surlarını.Yaşadığın dünyan ; senin "yalnızlık dünyan" oldu. Artık çok daha büyüksün.

- Peki ya sen, dedim. Onun için gerçekten endişeleniyordum. Kahramanımölüyordu. Sen niye böylesin?

- Ben ölüyorum, dedi. Görevimi teslim vaktim çoktan geldi de geçiyor.Başka bir ruhta ve başka bir zamanda tekrar çıkacağım gün ışığına. Lütfen benidüşünme artık. Yapacak çok ama çok işin var.

Bu cümlelerin bitmesiyle, büyük bir çıtırtı duyuverdim. Önümedöndüğümde kahramanım yoktu artık. İçimde tarif edilemez bir acı yaşadım.Gözlerimi açtığımda, kendimi, lüks bir lokantada, aynı masada tanımadığım birçok insanla beraber buluverdim. Yeni işimi kutluyorduk. Küçük bir gülümsemeyle,ruhumdaki bütün çiçekleri, kahramanımın anıtına yağdırdım. Onun da dediği gibisavaş bitmez. Her şey sadece bir yüzleşme bunalımı. Ve şimdi kendimle değil,kendime ait olmayan bir dünyayla olan savaşım başlıyor, hatta çoktan başladıbile...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:44 PM
Genc adam yoresindeki bilge ve yasli kisiler hakkinda sagda solda atip tutuyordu Bir gun Dhu Nun ona kucuk bir ders vermek istedi ve genc adami yanina cagirarak parmagindaki yuzugu ellerine tutusturdu ve
"Simdi pazara git ve bu yuzugu 1 dolara sat " dedi.
Genc adam yuzugu satmak icin pazara gitti fakat kimse yuzuge 10 centten fazla vermiyordu Caresiz Dhu Nun' un yanina geri doner ve olanlari anlatir.
Dhu Nun ona soyle der "Simdi kuyumcuya git ve yuzugunun degerinin ne kadar oldugu sor "
Genc adam kuyumcuya gider , kuyumcu yuzuge tam 1000 dolar paha bicer.Genc adam sasirmistir dogru Dhu Nun' un yanina geri doner ve bu kez de ona kuyumcuda olanlari anlatir. Dhu Nun genc adama doner ve
" Dunyadaki her varligin gercek degerini anlaman icin cok calisip okuman , o isin uzmani olman gerekir " der

Kéan aRs
08-28-2007, 12:44 PM
Çook zengin bir Hintli, geleceğini öğrenmek istedi ve sarayına bir falcı çağırttı. Falcı, önce bu zengin kişinin avucuna baktı, sonra yüzünü göğe çevirdi, yıldızlara baktı, daha sonra da cam küresine baktı ve gördüklerini tek tek söyledi:

- Efendimiz, üzülerek söylemek zorundayım, sizi çook büyük bir felaket beklemektedir dedi. Altı oğlunuzu da kaybedeceksiniz ve altısının da ölümlerine tanık olacaksınız.Zengin Hintli,"felaket habercisi bu falcıyı sarayından kovdurdu. Kendisine bir kese altın veril-mesini beklerken kovulan falcı, söylenerek dışarı çıktı.Zengin Hintli adam larına, geleceği doğru dürüst görebilen başka bir falcı bulmalarını söyle-di. Adamları kentte ünlü bir başka falcı bulamayınca, bir önceki falcıya gittiler, ona danıştılar. Ben kılık kıyafetimi değiştiririm, başka bir falcı gibi sizlerin huzununuza gelirim dedi. Siz de efendiniz karşısında, başka bir falcı bulamamış beceriksizler durumuna düşmekten kurtulursunuz.

Birinci falcı, iki gün sonra başka bir falcı görünümünde yeniden saraya gitti ve bu kez yeni kimliğiyle zengin Hintli’nin karşısına getirildi. İlk geldiğinde yaptığı gibi yine önce zengin Hintli’nin avucuna baktı, sonra yüzünü göğe çevirdi, yıldızlara baktı, daha sonra da cam küresine baktı ve gördüklerini yine tek tek ama bu kez değişik biçimde söyledi:

- Efendimiz, Tanrı’nın nimetleri üzerinizden hiçbir zaman eksik olmayacak dedi.Sizin altı oğlunuz var ama, siz onların tümünden daha çok yaşaya-caksınız, onların tümünden daha uzun ömürlü olacaksınız. Ne kadar talihli bir babasınız ki, evlatlarınızın hiçbiri, babalarının ölümünü görmeyecek, hiçbiri yaşamında baba acısı tanımayacaktır...Falcının, geleceği böyle görmesinden çok mutlu olan zengin Hintli, adamlarına emir verdi ve onlar da falcıya bin altın verdiler.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:44 PM
Çok büyük bir ağacın yüksek dallarının birinde, yaprakların arasında bir zeytin tanesi varmış. Minicik, simsiyah bir zeytin tanesi. Bu zeytin o kadar güzelmiş ki, etrafını saran yapraklar onu seyretmeye doyamazlarmış. Bir rüzgar esse üşümesin diye hemen etrafını sarar, onu rahat ettirebilmek için ellerinden geleni yaparlarmış. Sıcak yaz günlerinde ise, zeytin tanesi yine onu çok seven yaprakların gölgesine sığınırmış. Susadığı zaman, etrafındaki yapraklar yağmurlardan biriktirdikleri damlacıkları kendi elleriyle ona içirirlermiş.

Aylar, yıllar böyle geçmiş. Diğer ağaçlar hep onu taşıyan ağacı kıskanmış durmuş. O küçük zeytinin mutsuzluğunu görmeden.

Zeytinin yalnızlığını, herşeyini paylaştığı yapraklar bile anlamamış. Onlar, isteyebileceği herşeyi kendisine verdiklerini düşünüyorlarmış. Zeytin ise yapraklardan gizlenip saatlerce ağlıyormuş hep. *******i gökyüzüne bakıp yıldızların birbirine göz kırpmalarını seyrediyormuş. Ve onlardan biri olmayı hayal ediyormuş. Sabah olduğunda ise, başını gökyüzünden indirip, yaprakların arasında yıldızlar kadar güzel bir zeytin görebilir miyim diye aranıp duruyormuş.

Yıllar geçmiş. Ama tek bir zeytin tanesi dahi görememiş. Ve bir sabah, artık aramaktan vazgeçmiş. Kendisini tutan o incecik sapını bırakıvermiş. Yere düştüğünde son bir kez gökyüzüne bakmış, ve sonra yine son kez gözlerini yummuş...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:45 PM
Yılbaşı ailece kutlanması gereken bir mutluluktur. Fakat öyle insanlar varki...

30 Aralık 1995 tarihinde, saat 23.30'da, Sümbül sokak -herzamanki gibi- bomboştu. Bu sokağın başında, bir sokak lambası vardır. Başlangıcı geniş olup, sonuna doğru daralır. Sümbül Sokak'ta bulunan on iki evin hepsi de tek katlıdır.

Saatler on ikiye yaklaştığı halde, sokak hâlâ aydınlıktı. Bunun tek bir sebebi vardı: Kar. Akşam üstü başlayan kar, beyaz bir örtü gibi sokağı örtmüştü. Kar ve rüzgar birleşerek, Sümbül sokağın geceyarısı sessizliğini bozuyordu.

Sabah olduğunda, çocukların ilk işi sokağa çıkıp, karın tadını çıkarmak oldu. Kardanadam yapmaya en elverişli yer Cemil Bey'in bahçesi olduğundan, gizli olarak bahçeye giren dört çocuk kardanadam yapmaya koyuldu. Cemil Bey'in evinden saat tam sekizde çalar saatin sesinin geldiğini duyan çocuklar korkuya kapıldılar. Korktukları başlarına geldi: Cemil Bey onları görmüştü. Hiç vakit kaybetmeden çil yavrusu gibi dağıldılar. Dağıldıklarını gören Cemil Bey bahçeye girdi ve kardanadamı dağıttı. Çocukların, kaçarken çıkardıkları sesten dolayı, Cemil Bey'in komşusu olan Cumali de uyanmıştı. Cemil Bey'in mırıldandığını duydu:

- Kahrolası veletler.

Cumali yatağından kalkarak pencereye doğru ilerledi. Perdeyi açtı ve tülün ardından, bembeyaz olan Sümbül Sokak'a baktı. Görüntü onu sevindirmişti. Bu günün yılın son günü olduğunu hatırlayınca daha da sevindi. Ve hemen kahvaltısını hazırlamaya koyuldu.

***

O gün sabahtan akşama kadar, durmadan kar yağdı. Cumali, günün çoğunu evde geçirdi. Yalnızca biraz yemiş ve kola almak için dışarıya çıktı. Hava çok soğuk olduğundan, alışverişini yapıp hemen eve döndü. Dışarının soğukluğuna karşın evde gürül gürül sobanın yanması hoşuna gitmişti.

Cumali, arkadaşlarını arayarak hepsinin yılbaşını kutladı. Bütün gün evde oturup akşama kadar televizyon izledi. Arasıra da perdeyi aralayarak, dışarıda eğlenen çocukları seyretti.

Akşam saat sekizden sonra dışarıdan gelen çocuk sesleri kesildi. Cumali, saat 23.00'e kadar televizyon izledi ve kuruyemiş yedi. Biraz canı sıkıldı ve uyumanın daha iyi geleceğini düşünerek televizyonu kapattı. Yatağını hazırladıktan sonra yatmak üzere ışığı söndürdü. Evin içi karanlık olduğu halde dışarıdan ışık geliyordu. Büyük bir şaşkınlık içinde perdeyi araladı. Geceyarısı olduğu halde karın ışıltısı sebebiyle dışarısı gündüz gibi aydınlıktı.

Uykusunun olmadığını farkeden Cumali, televizyonu tekrar açtı. Canı yine sıkılmaya başladı. Birden aklına bir çam ağacı bulup onu süslemek geldi. Evin, yaklaşık 300 metre ilerisinde bir kaç çam topluluğu vardı. Ayrıca, etrafı aydınlatan kar, bu yolculuğu müsait kılıyordu. Cumali paltosunu giyindi, kaşgola sarındı ve soğukkanlı bir biçimde dışarı çıktı. Uzaktan çam topluluğu görülüyordu. Hava da bayağı soğuktu. Dışarı ilk çıktığında biraz titremişti; fakat esen rüzgar ve kar ona ılık geliyordu.

Sümbül sokaktaki bütün evlerin ışıkları yanıyordu, saat 24.30 olduğu halde. Anlaşılan herkes yılbaşını kutluyordu. Cumali, Sümbül sokağın başında bulunan sokak lambasının aydınlattığı kaldırıma oturdu ve rüzgarı dinlemeye koyuldu. Rüzgarın uğultusu, kendisine bir musikiyi andırdı.

Sokak lambasının olduğu alan dört sokağa bağlıydı. Buradan sokaklara teker teker bakan Cumali bu güzelliği hafızasına kazıdı. Bir müddet sonra yolculuğuna devam etti.

Cumali, çam ağaçlarına doğru ilerledikçe ev sayısı azalmakla beraber, etraf iyice ıssızlaşıyordu. Rüzgarın uğultusu artık kulağına fısıldamıyordu. Yolu yarıladığında, uzun kavak ağaçlarının oluşturduğu bir caddeye geldi. Kavak ağaçlarının biraz arkasında ıssız bir ahşap ev vardı. Görüntüsü bile ürkütücü olan bu yere kim girebilirdi. Cumali, yolun daha fazla karlı olduğu bölümlerden geçmeyi daha çok istiyordu; çünkü karın çıkardığı ses, yolu aştıkça artan korkusunu hafifletiyordu.

Bir müddet sonra toprak yol başladı. Yolun çamurluk bölümlerini geçerken ayaklarına su sızdı.

Nihayet, evden çıkışından yarım saat sonra çam ağaçlarının olduğu yere geldi. Artık çevrede ev yoktu sadece uzaktan sadece birkaç ev seçiliyordu.

Cumali ilk olarak güzel bir çam ağacı seçti. Yolculuk sırasında kendisini yoran baltasını çıkardı ve ağacı kesti. Sonra ağacın baş kısmından, yaklaşık iki metre daha kesti. Ağacı sırtına yükledi, geri dönüş başladı.

Çamurlu yoldan geçerken iyice çamura bulandı ve artık ayakkabıları çamur haline geldi. Ayakları da çamurdan nasibini aldı.

Asfalt yola geldiğinde biraz rahatladı. Yol daha düz devam edecekti. Ayakları üşümeye başlamıştı. Bir yandan sırtındaki ağaç, diğer yandan elindeki balta onu yormuştu. Elinde eldiveni yoktu ve sardığı kaşgol rüzgarın iyice sertleşmesiyle yere düşmüştü.

Evler yoğunlaşmaya başladığında, korkusu her dakika daha da arttı. Evden çıktığı anda ılık esen rüzgar, şimdi bütün gücüyle esiyor, sanki karın daha fazla soğuması için çalışıyordu. İlerlerken yolunu aydınlatan kar, şimdi onu karanlıklara itmişti.

Kavak ağaçlarının bulunduğu caddeye gelen Cumali, öteden kendisine doğru gelen birkaç tane sokak köpeğinin sesini duydu. Havlama sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Etrafına baktı, beş dakika saklanabileceği bir yer aradı. Kavak ağaçlarının arkasında köpekler görebilirdi. O halde tek bir yer kalmıştı: Ahşap ev.

Vakit kaybetmeden ahşap eve girdi. Dış kapı o kadar çürümüş ki, Cumali'nin açmak için ittiği kapı yere serilmişti. Evin içi rutubet kokuyordu. Cumali sırtındaki ağacı bir köşeye koydu. Köpekler, evin önüne geldiler ve biraz durdular. Kırık camdan onları izleyen Cumali, köpeklerin iki dakika sonra oradan uzaklaştıklarını gördü. Biraz rahatlayarak evin koridoruna çıktı, çam ağacı ve baltayı evde bırakarak oradan ayrıldı.

Kavak ağaçlarının bittiği noktaya kadar gelen Cumali aniden karşısındaki büyük köpeği farketti. Kendisini bayılacak gibi hissetti. Köpeğin hızla koştuğunu görünce, o da köpekten kaçmaya başladı. Bir an durdu ve yerde bir kar yükseltisi gördü. Elini attığında, yükseltinin kaya parçası olduğunu anladı. Bütün gücüyle taşı sıçramak üzere olan köpeğin başına indirdi. Köpek anında öldü.

Artık, gece tam bir kâbusa dönüşmüştü. Bununla beraber yol da azalıyordu. Darca bir sokak olan Hasret Sokağı geçtikten sonra; Sümbül sokağın başındaki meydana çıkılıyordu. Bunun bilincinde olan Cumali, adımlarına biraz daha hareket kazandırdı. Hasret Sokakta bulunan evlerin bir kısmından hiç ışık gelmiyor, bir kısmı ise hâlâ yılbaşı eğlencelerini izlemeye devam ediyordu.

Saat 1.30'a geliyordu. Hasret sokaktan geçen Cumali, sokağın tam ortasında birden irkildi. Arkasında birisinin olduğunu düşündü. Adımlarını biraz daha hızlandırdı. Soluk alışları hızlanmıştı. Aniden koşmaya başladı. Hasret sokağı süratle geride bıraktıktan sonra, sokak lambasının bulunduğu alanda durmak istedi. Fakat durmak istediği yer buzul olduğundan ayağı kaydı ve süratle yere düştü. Bir sarhoş gibi temkinli olarak doğrulmaya uğraştı. Doğrulunca, cesaretini topladı ve Hasret sokağına bir göz attı; fakat birşey göremedi. Sümbül sokak karanlığa bürünmüştü. Kendi evinin sokak lambasından başka, hiçkimsenin ışığı yanmıyordu.

Cebinden anahtarı çıkarırken yerdeki kırmızılılık gözüne ilişti. Elini başına götürdü. Başı yarılmıştı. Başının, düştüğü sırada yarıldığını anladı. O zaman, o kadar korkmuştu ki başının acısını hissetmedi bile. İçeri girdiğinde sıcaklık içine işledi. Hemen paltosunu çıkardı ve sobanın yanına geçti. Başının hâlâ kanadığını, çıkan kanın sızlamasından anlıyordu. Saatler 2.00'ye gelirken Cumali banyoya, duş almak için girdi.

***

Geceyarısını çoktan geçen saatler, sabahı vurmak için acele ediyorlardı. Hasret sokağından müthiş bir rüzgar esti ve Sümbül sokağın sonuna değin etkisini gösterdi. Bu şiddetli rüzgarın etkisine dayanamayan Cumali'nin evinin sokak lambası patladı. Bununla birlikte Cumali'nin Hasret sokağında bulunan, derin karların sayesinde epey direnen ayak izleri de silindi. Tabi, bu ayak izlerini izleyen ve Sümbül sokağın başındaki meydanda aniden yokolan ayak izleri de. Bu ayak izlerinin sahibini Cumali sezmişti; fakat arkasına baktığı an geride hiçbirşey göremeyince bunun kendisinin abarttığı boş korku olduğunu zannetti. Bu izlerin bir özelliği vardı ki; Cumali'nin ayak izlerinin tam tersi şeklindeydi. Geri geri gelen bir insanın ayak izleri gibi. Fakat bu izleri yapanın geri geri gelmediğini de söyleyebilirim.

Günün aydınlanmasına yaklaşık dört saat vardı. Duştan yeni çıkan Cumali, üstünü başını kuruladı. Başı artık kanamıyordu. Fazla beklemeden hemen yattı. Fakat bir türlü uyuyamadı. Gecenin 3.30'unda dışarıdan sesler gelmeye başladı. Sesler Cemil Bey'in bahçesinden geliyordu. Işığı yakmaya cesaret edemedi. Yavaş yavaş pencerenin yanına yaklaştı. Perdeyi çok az araladı ve dışarıda çocukların kardanadam yaptıklarını gördü. Cumali şaşırdı. Ayrıca içine bir sıkıntı düştü. Birden Cemil Bey'in çalar saati çalmaya başladı. Çocuklar, kulakları çınlatan bu sesi duyunca çil yavrusu gibi dağıldılar. Cemil Bey bahçeye geldi ve homurdanmaya başladı.

- Kahrolası veletler.

Cumali, perdesinin arkasından izlediklerine bir türlü anlam veremiyordu. Sabah gördüğü olayların aynısı tekrar ediyordu. Fakat dikkatini çeken iki ayrıntı vardı. Birincisi, olaylar bu defa gece yaşanıyordu ve Cemil Bey'in çalar saati 3.35'te çalmıştı. İkincisi ise, Cemil Bey'in ağzından çıkan "Kahrolası veletler" lafının, sabahın aksine çok boğuk olarak, bozuk bir plak gibi çıkmasıydı.

Olayları titreyerek izleyen Cumali, kardan adamı dağıtan Cemil Bey'in birden kendisine baktığını gördü. Göz göze gelmişlerdi. Cumali'nin kalbi çatlarcasına atıyordu. Perdeyi kapattı ve yatağına giderek hemen yorganı üzerine çekti.

***

Gün, yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Bulutlar, batıya doğru kayarken, yerlerini, doğudan doğmaya başlayan güne bırakıyordu.

Sabah 10.15 civarında, Cumali, kapının vurulmasıyla aniden yataktan fırladı. Üstü sırıl sıklam olmuştu. Gündüz olduğundan, korkmasına gerek yoktu. Soğukkanlılıkla kapıyı açınca karşısında Cemil Bey'i gördü. Onu süzmeye başladı. En çok da gözlerini süzmüştü. Cemil Bey biraz şaşkınlıkla:

- Neyin var senin. Sanki hayalet görmüş gibisin.

- Hiç birşey canım.

Biraz düşünen Cumali:

- Bugün ayın kaçı, dedi sabırsızlıkla,

- Yılın son günü.

- Hay Allah. Demek ki hepsi rüya imiş.

- Ne rüyası, dedi Cemil bey, cevap almak istemeyen bir tavır takınarak.

- Önemli değil.

- Fazla şekerin var mı Cumali. Bakkal bugün açmamış. Benim de misafirlerim var.

Cumali gözlerini ovuştura ovuştura mutfağa gitti. 1 kg şekerinin olduğunu gördü. Hepsini alıp Cemil Bey'e verdi. Cemil Bey de teşekkür edip gitti.

Dışarıda kar yağmaya devam ediyordu. Cumali, üstünü giyindi, dışarıya çıktı. Vücudunu büyük bir soğuk hava sarmıştı. Cumali, çocukların birbirine kartopu atarak, eylendiklerini gördü. Bunun üzerine:

- Hey çocuklar. Bugün Yılbaşı. Sakın Cemil Bey'in bahçesine girmeye kalkmayın.

Çocukların içinden Küçük Ahmet soluk soluğa gelerek:

- Neden Cumali Abi.

- "Kim bilir. Belki de bahçesinde -bugün için- gizemli bir şeyler vardır." diyerek alana doğru yürümeye başladı. Gözleri evin dış lambasına takıldı. Lambanın kırılmış olduğunu görünce çocukların yaptığını zannetti. Yılbaşı olduğu için çocuklara kızmak aklından bile geçmedi.

Bugüne hazırlık yapmak amacıyla kuruyemişçiye uğradı. O gün hiç üzerinden gitmeyecek olan şaşkınlığının tesiriyle kuruyemişçiden, yemiş ve kolanın dışında 1 kilo da şeker istedi. Kuruyemişçiden çıkarken yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Onun yüzüne bakan, bugünün güzel geçeceği duygusuna kapılabilirdi.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:45 PM
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış: Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim! Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler. Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle 'yolun sonu'na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: 'Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir' Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş. O cevap vermiş: Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor.' Ve eklemiş: Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.Ama ben gitmek istemiyorum' diye haykırmış kardeşi. Hep burada kalmak istiyorum. Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır. Bize hayat sağlayan kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki? diye cevaplamış öteki. 'Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin sonu olacak.' Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: 'Hem, belki de anne diye birşey de yok!' 'Olmak zorunda' diye itiraz etmiş kardeşi. 'Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?' 'Sen hiç anneni gördün mü?' diye üstelemiş öteki. 'O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.' Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:45 PM
Bir akşam Jeremy okuldan eve sıkıntılı bir şekilde geldi. İngilizce öğretmeni ona bir ev ödevi vermisti : "Televizyonu bir hafta boyunca kapat ve bu deneyimini kaleme al." Ne kadar düşündüyse içinden çıkamadı çocuk. Tam bir hafta televizyonsuz yaşamak aklın alacağı şey değildi. "Oğlum paniklemişti" diyordu Jeremy'nin babası. "Ödev üzerinde düşündükçe, korkusu bakışlarından anlaşılabiliyordu." Aslında Conrad ailesi televizyon bağımlısı değildi. Fakat profesyonel basketbol maçları onların en zayıf yönleriydi. İşin aksi tarafı, tam o sıralarda NBA maçlari oynanıyordu. Daha da kötüsü, o bir hafta içinde, yaşadıkları şehrin takımı bir dizi maç oynayacakti. Bu yüzden "öğretmen bu ödevi sanki Jeremy'e değil de bana vermis gibi ağır geldi" diyordu Jeremy'nin babası. Sonuç herkes için sürpriz oldu. Bütün aile çok farklı bir hafta geçirdi. Televizyondan seyredemedikleri iki önemli maçı tribünlerde seyrettiler. Tiyatroya gittiler, arkadaslarını ziyaret ettiler. Evde o zamana kadar yapamadıkları meşgaleler buldular. Örneğin; mutfakta anneye yardım ettiler. Dahası Jeremy piyano derslerine başladı. Emekli ögretmen olan baba "meğer ne kadar çok vaktimiz varmış" derken, ilginç bir benzetme yaptı: "Bir haftalık tecrübemle herkese diyorum ki, televizyonunuzu kapatın. Bu küçük iş, sizin beyninizi mısır lâpası olmaktan kurtaracaktır." Jeremy'nin öğretmeni, verdiği ödev için nereden esinlenmişti bilemiyoruz. Fakat bir haftalığına televizyonu kapatmak, son yılllarda gittikçe yaygınlaşan bir eylem. Dünyada televizyonun tuzağına ilk olarak ve en yaygin biçimde düşen Amerika içinde bazı sivil gruplar, şimdi bu tuzaktan kurtulmayı amaçlayan eylemlerin öncülüğünü yapıyorlar.Bu eylemlerden en dikkat çekici ve yaygın olani ise "TV Turn off Week" yani "TV kapatma haftası". Bu eylemin temel amacı, insanların yılda bir hafta için de olsa televizyon karşısında harcadıklari zamanı azaltmak ve insanların zihnine daha faydalı şeyler yapabilecekleri anlayışını yerleştirebilmek. Bu haftayı düzenleyenler ve destek verenler, insanlara şu mesajı aktarıyorlar: "Sadece bir haftalığına televizyonunu kapat, sonra bak neler olacak!" TV kapatma haftası ilk olarak 1995 yılında kutlanmaya başlanmış. Daha ilk yılında bu faaliyete 45 bin okul ve 8 milyondan fazla insan katılmış. Bu uygulamayı örgütlü olarak ilk başlatan ise sonradan TV-Turnoff Network TV Kapatma Yayın Ağı) ismini alan TV Free America (TV'den Bağımsız Amerika) isimli özel bir kuruluş. Bu kuruluş faaliyetlerinde kâr amacı gütmüyor,herhangi bir siyasi eğilimi yok. 1995 yılından beri TV yi kapatma haftasına doğrudan katılan Amerikalıların sayısı ise 25 milyon cıvarında.TV-Turnoff Network'ün çok çarpıcı bir sloganı var."Turn off TV - Turn on Life!"yani "Televizyonu kapat, hayata katıl!" TV kapatma haftası Amerika'da doğduktan sonra diğer ülkelere de yayılmaya başladı. Fakat bu eylem şatafatlı bir şekilde duyurulma imkânından yoksun. Bir defa televizyonlar bu eylemle ilgili ne bir haber yayımlıyor, ne de bir reklâm kabul ediyor. Zaten bu eylemi organize eden gruplar büyük sermaye sahibi olmadığı için, bir tanıtım kampanyasına ayıracak geniş imkânları yok. Bununla beraber hareket derinden derine yayılıyor ve çeşitli ülkelerde kendisine tutunacak bir zemin buluyor.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:46 PM
Microsoft şirketinde temizlikçi olarak işe kabul edilen bir kişiye şirket yetkilisi, giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyledi.

"Bana e-posta adresinizi veriniz ki" dedi. "Ben de size, getirmeniz gereken belgelerin listesini göndereyim."

Temizlikçi adayı, boynunu büktü:

"Benim e-posta adresim yok, efendim" dedi. "Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok."

Microsoft yetkilisi bu yanıttan hiç memnun kalmadı.

"Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, ben de sizi, yaşayan bir kişi olarak kabul edemeyeceğim" dedi. "Bu durumda sizi işe almamız söz konusu olamaz."

Bir iş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan cebindeki on dolarıyla ne yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrıldı ve...Gitti, on dolarlık domates satın aldı, sonra da kapı kapı dolaşarak bunları satmaya başladı. "Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki on doları, yirmi dolara çıkmıştı. Adam, bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra, servetini 160 dolara çıkardığını görünce, bundan böyle geçimini domates alım satım işinden sağlamaya karar verdi. Her sabah evden biraz daha erken çıkıyor, eve biraz daha geç dönüyor ve parasını ise her gün bir kat daha artırıyordu... Kısa bir süre sonra işini daha da büyüttü. Önce bir el arabası, daha sonra ise bir kamyon satın aldı. Aradan beş yıl geçtikten sonra öykümüzün kahramanı kişi, Amerika'nın en büyük gıda dağıtımcısı olmuştu. Şimdi sıra, milyonlarca doları bulan serveti yanısıra, tüm aile bireyleri ve kendinin sağlığını koruyabileceği bir sigorta yaptırmaya gelmişti. Sigorta poliçesini hazırlayan acente görevlisi, gerekli kağıtların doldurulmasından sonra ondan, e-posta adresini istedi:

"Bize e-posta adresinizi bırakınız ki, hazırlayacağımız ödeme çizelgesini size hemen gönderebilelim" dedi.

Adam, büyük bir içtenlikle, büyük bir eksiğini açıkladı:

"Fakat benim e-posta adresim yok ki..."

Sigortacı, gözlüğünü indirdi ve adamın yüzüne şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir ifadeyle baktı:

"Çok tuhaf, e-posta adresiniz olmadan bir imparatorluk kurmuşsunuz" dedi ve kafasında biçimlenen soruyu açık açık sordu:

"Ya bir de e-posta adresiniz olsaydı" dedi. "Kim bilir o zaman ne olurdunuz?"

Adam, buruk bir gülümsemeyle yanıt verdi:

"Ne olurdum, çok iyi biliyorum" dedi. "Microsoft şirketinde temizlikçi..."

Kéan aRs
08-28-2007, 12:46 PM
Bir gün bir tanıdığı büyük filozofa rastladı ve dedi ki; "Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?"

"Bir dakika bekle" diye cevap verdi Sokrat. Bana birşey söylemeden önce senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna "Üçlü Filtre Testi" deniyor.

"Üçlü Filtre?"

"Doğru," diye devam etti Sokrat. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir.

Birinci filtre: "Gerçek Filtresi"

"Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"

"Hayır," dedi adam "Aslında bunu sadece duydum ve ...

"Tamam," dedi Sokrat

"Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim,"

"İyilik Filtresini"

"Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi birşey mi?"

"Hayır, tam tersi ..."

"Öyleyse," diye devam etti Sokrat,

"Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı."

"İşe yararlılık filtresi"

"Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"

"Hayır, gerçekten değil."

"İyi," diye tamamladı Sokrat,

"Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?"

Bu, Sokrat'ın iyi bir filozof olmasının ve büyük itibar, saygı görmesinin sebebiydi.

Yakın ve sevgili herhangi bir arkadaşınız hakkında başıboş konuşmalar duyduğunuz her sefer bu üç filtre testini kullanmanız sizlere hararetle tavsiye edilir.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:46 PM
Bir zamanlar dağda bayırda hep birlikte gezen üç öküz varmış. Akça öküz, sarı öküz ve kara öküz hiçbir sürüye katılmazlar ve birbirlerinden ayrılmazlarmış. Birlikte otlar, yemeklerini paylaşır, aralarında zaman zaman anlaşmazlık çıksa da herhangi bir düşman saldırısı karşısında birlikte savaşırlarmış. Karşısında altı sivri boynuz gören saldırgan da fazla uzatmadan arkasını döndüğü gibi kaçarmış. Ünleri iyice yayıldığından fazla saldıran da olmaz, üç öküz istedikleri çayıra gider, rahat rahat otlarlarmış. O sıralarda ormanlar kralı aslan biraz sıkıntılıymış. Bölgesindeki av hayvanlarının sayısı iyice azalıyor, kurtulanlar uzaklara kaçıyormuş. Üstelik başka yırtıcı hayvanlar da aslana rakip olmaya başlamışlar. Bir gün aslanın yolu üç öküzün otladığı çayıra düşmüş. Üçü de birbirinden besili öküzleri görünce aslanın ağzı iyice sulanmış, "Bunların her biri beni bir hafta idare eder" diye düşünmüş. Öküzler de tehlikeyi hissedip birbirlerine sokulmuş, boynuzları ileri çıkarmışlar. İşinin kolay olmayacağını kestiren aslan yumuşak ve barışçı bir sesle "Merhaba öküz arkadaşlar, nasılsınız?" diye seslenmiş. Öküzler de tedbiri elden bırakmadan "İyiyiz sayın kralımız, sağolun" diye cevap vermişler. Öküzlerin yine de gevşemediklerini gören aslanın aklına bir fikir gelmiş. "Korkmayın öküz arkadaşlar" demiş "Buraya sizi yemek için gelmedim..." Sonra inandırıcı sesiyle devam etmiş: "Tam tersine, siz bu otlaktayken dışarda beliren tehlikelere karşı sizi uyarmaya geldim. Haberiniz olsun, son günlerde kaplan, panter ve sırtlan çok azdı. Herkese saldırıyorlar. Üstelik insanoğlu da buraları keşfetti ve yiyecek bulmak için hergün gelmeye başladı. Ben de kralınız olarak sizleri uyarmaya geldim." Bu sözler üç öküzün üzerinde gereken etkiyi yapmış, öküzler gevşemiş ve dışardan gelecek tehlikelere karşı kendilerini koruma planları yapmaya başlamışlar.

Birkaç gün sonra aslanın midesi iyice kazınmaya başlamış. O sırada akça öküz ilerdeki dereden su içmeye gitmiş. Aslan kara öküzle sarı öküzü yanına çağırıp fısıldayarak ve sesine korku ifadesi vererek şöyle demiş: "Arkadaşlar büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu akça öküzün beyazlığı çok uzaklardan dikkat çekiyor, *******i bile görünüyor. Düşmanlarımız bunu görür ve yerimizi bulursa mahfoluruz. Benim düşüncem şu ki, bu akça öküzden kurtulalım, böylece kendimizi güvenceye alalım. Ne dersiniz ?" Uzun süredir aynı otlakta kaldıkları için yiyecekleri de azalmaya başlamış olduğundan sarı öküzle kara öküz hemen aslanın fikrine katılmışlar."Aslan kralımız haklıdır" derken bundan sonra otlakların ikiye bölüneceğini düşünüyorlarmış. Aslan devam etmiş: "Şimdi bunu otlaktan dışarı gönderirsek hem yerimizi belli etmiş oluruz hem de akça öküz düşmanlara yem olur. Yani hem tehlike yaratmış hem de düşmanlarımıza iyilik yapmış olacağız. Diyorum ki akça öküzü ben yiyeyim de düşmanlara yar olmasın." Kara öküzle sarı öküz bu fikre de katılmışlar ve akça öküz hemen aslanın midesine göçüvermiş.

Aradan birkaç gün daha geçmiş, bu kez kara öküz ırmağa su içmeye gittiğinde aslan sarı öküzle konuşmuş ve kara öküzün karalığının yarattığı tehlikeleri anlatmış. Sarı öküz çabuk ikna olmuş ve kara öküz de aslanın midesine gitmiş. Birkaç gün sonra aslan yine acıkmış ve sarı öküzü yanına çağırmış. Sarı öküz gelmiş ve meraklı bakışlarla aslanın karşısında durmuş. Aslan kükremiş: "Ey öküz oğlu öküz! Niye öyle bakıyorsun? Sıranın sana geleceğini hiç düşünmedin mi? Üstelik sana renginin sarılığıyla ilgili hikaye anlatmama da gerek yok!" Sonra bir pençede sarı öküzü devirmiş ve midesine indirmiş. Üç öküzün hikayesi de böylece sona ermiş.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:46 PM
XXX Kongre salonuna giden bütün yollarda trafik akmıyordu. Yolların kenarları park yeri bulamayan arabalarla dolmuştu. Araçlar trafikte yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyorlardı. Yolda bekleyen ve trafiği açmaya çalışan polislerin çabaları bile bir işe yaramıyordu. Hatta ana caddeden Kongre salonuna giden sokağa giren simsiyah bir resmi araba ve onun etrafında üşüşen eskort araçlar bile trafiğe takılmış , sadece korna çalmakla yetiniyorlardı. Bazı insanlar arabalarını sokak ortasında bırakıp koşa koşa kongre salonuna gitmeye başladılar. Programın başlamasına çok az kalmıştı. Zaten çok kısa sürecek tarihi bir olaya şahit olmak herkesin kısmeti değildi. Zaten salona davet edilenler başta bu ülkeden olmak üzere önemli bilim adamları , profesörler , yazarlar , aydınlar ve bazı siyasetçilerdi. Ve tabi medya... Yazılı olsun görsel olsun tüm basın kuruluşları bugün kongre salonuna davetliydiler. Bazıları canlı yayın ekiplerini getirerek otoparkta küçük üsler kurmuş bazıları bütün yazar kadrosunu kongreye göndermiş bazıları ise en önemli isimlerini bu tarihi olaya şahit olmak için kongre salonuna yollamışlardı. Salona doğru yaklaştıkça yollardaki insan sayısı artıyor. Sakallı , entel tipler ellerinde pipoları koştura koştura salona girmek için uzadıkça uzayan kuyruğun en arkasında yer kapıyorlardı. Salon girişinde güvenlik birimleri girenleri hızla arayıp içeri girmelerine izin veriyorlardı. Salona giren kişi tarihi olayın gerçekleşeceği amfiye doğru hızla ilerliyor , bir yanda da yanındaki arkadaşlarıyla , meslektaşlarıyla böyle bir şeyin gerçekten olup olamayacağını tartışıyordu. Bu kadar kişiyi meraklandıran , yüzlerce insanı yollara döken bu olay neydi? Her şey 2 hafta önce XXX Üniversitesi öğretim görevlilerinden Bay A.'nın bir televizyon programında yaptığı bir açıklamayla olmuştu. Bir anda insanların dikkati bu yönde toplanmış , herkesin kafasında birer soru işareti oluşmuştu. Bay A. Kendinden o kadar emin konuşmuştu ki herkes ona inanmıştı. Tabii ki ona inanmayan ve böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimali olmadığını ileri sürenler , kendisini iddiasını kanıtlamaya zorlamışlar. Bay A. da bunun üzerine bugünün tarihini vermiş ve bugün XXX Kongre Salonunda herşeyi kanıtlayacağını iddia etmişti. İşler bununla da kalmadı , medyanın büyük ilgisi bu olayı kamuoyunun da gündemine taşımış , bu konuyla hiçbir alakası olmayan , yaşamlarında hiçbir yer tutmayan bu gerçeğin değişebileceği herkesi ilgilendirmişti. O günlerde XXX ülkesinde bulunan ünlü bir yabancı bilim adamı da bu olayı duymuş önce kendi ülkesinde daha sonra da tüm dünya da açıklamış , böylece herkesin ilgisi bir anda bugüne ve birazdan kongre salonunda açıklanacak daha doğrusu yanlışlığı açıklanacak bir gerçeğe yöneltilmişti. Kongre salonunun hemen girişinde XXX International televizyon kanalına bir açıklama yapan Mr. D. ''Bugün eğer Bay A. dediklerini kanıtlayabilirse dünya bilim tarihi hayatının en büyük yarasını alır, dünyada bugüne kadar yapılan tüm hesapların yanlış olduğu yani bugüne kadar ki tüm bilgilerin geçersizliği ortaya çıkar. Bu da büyük bir kaos yaratabilir. Her şeye baştan başlanması bütün kuralların yeniden yazılması gerekir. Açıkcası ben 2 haftadır kendi kendime bu gerçeğin yanlışlığını Bay A. gibi kanıtlamaya çalıştım ama başaramadım. Ama bence böyle bir gerçeğe yanlış demek ve bu gerçeği ortadan kaldırmaya cürret edebildiğine göre Bay A. büyük bir dahidir ve bir şekilde bize yanlışımızı gösterecektir. Umarım bu kadar ilgi çeken bu olay bir şarlatanın düzenbazlığı olmaz. Eğer öyle bir şey ise Bay A.nın derhal tutuklanması ve çok ağır bir cezaya çarptırılması gerekir'' diye konuştu. Bir başka bilim adamı '' Bay A.' ya güveniyorum , aynı konu da bende bazı çalışmalarda bulunmuş ama bu gerçeği somut bir şekilde değil felsefi bir yolla çürütmüştüm.'' diyerek Bay A.ya şimdiden inandığını belirtiyordu. Kongre salonu artık tamamen dolmuştu. Dışarı da koşuşturan insanlar azalmış salonun etrafını bir sessizlik kaplamıştı. Birazdan Bay A. çıkacak ve bu tarihi kanıtı yapacaktı. Amfiyi aydınlatan ışıkları kısılmaya başladı. Işıkların kısılmasıyla beraber içerde tartışan davetlilerinde sesi giderek azalıyordu. Işıklar tam olarak kapandığında sesler de tamamen kesilmişti... Çıt çıkmıyordu...Biraz sonra kürsünün olduğu bölgeye güçlü bir ışık geldi ve sadece orayı aydınlattı. Daha sonra Bay A. kürsünün orda belirdi. Herkes onu alkışladı... Heyecan giderek artıyordu...Dünyanın tarihinin değişeceği dakikaya saniyeler kalmıştı. Bay A ellerini kürsünün kenarlarına dayadı ve konuşmaya başladı. '' Bugün burada toplanan değerli misafirlere ve sanırım televizyonlardan bizi izleyen herkese bizi dikkate aldığınız ve bize kulak verdiğiniz için teşekkür ederim. Önce size bu çalışmamızda görev alan arkadaşlarımı da takdim etmek istiyorum'' Arkasına dönüp öğrencilerini çağırdı. Öğrencileri Bay A.'nın arkasında toplandılar. Bay A. konuşmaya devam etti '' Öncelikle kamuoyunda yapılan bir yanlışa değinmek istiyorum. Bu kadar bilinen bir gerçeğin yanlışlığını ispat etmek bizim amacımız değildi. Zaten bir yanlışlığı ispat ediyorsan ve bir gerçeği ortadan kaldırıyorsanız yerine yeni bir gerçek koymak zorundasınızdır. Biz sadece yaptığımız küçük araştırmalar sonucu bir gerçeğin aslında yanlış olduğunu ortaya koymak istiyoruz. Ve eğer bunu sizler de kanıtlayabilirsek , bazı dengeler bozulacağı için ve ortaya yeni bir gerçek veya geçici bir gerçek koyamayacağımız için tüm kamuoyundan ve özellikle de değerli bilim adamlarından şimdiden özür dilemek isterim. Sanırım sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. Hepimiz burada milattan önce bulunmuş ve kanıtlanmış , dünyanın vazgeçilmez gerçeklerinden birine bulunan bir istisnayı görmek için toplandık. Eukledis geometrisine göre bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Tabi Eukledis 'çi olmayan geometrilerde bu özellik geçersiz kılınmıştır. Hiperbolik geometri de veya eliptik geometri de bu açı toplamının 180den büyük veya 180den küçük hatta sıfır bile olduğunu biliyoruz. Ama bugün burada Eukledis geometride de üç iç açı ortayın 170 derece olduğunu gösteren birkaç örnek göstermek istiyorum. Evet arkadaşlar resmi duvara yansıtırlarsa göreceğiz. Evet işte gördüğünüz fotoğraf XXX gölündeki üç küçük adacığın birbiriyle yaptığı açılar sonrası oluşan bir üçgendir ve bu üçgenin iç açıları toplamı 170 derecedir. Şimdi bunu ölçmek için Sayın Noter Beyi buraya davet ediyorum.'' Bay A. kürsüden indi Noter Bey'in elini sıktıktan sonra ölçüm için gerekli olan aletleri vermeleri için asistanlarına işaret etti. Asistanlar ve Noter Bey üçgenin açılarını ölçmeye çalışırken Bay A. kendinden emin bir şekilde duvara yansıyan bu mucize üçgeni hayretle izleyen ve sonucu merak eden davetlilere bakıyor ve gururlanıyordu. Noter Bey ilk yaptığı ölçümde açılar toplamını 180 derece buldu , herhalde bir yanlış yaptığını düşündü ve ikinci kez ölçtü sonuç gene 180 dereceydi. Sonucun açıklanmaması davetlileri iyice meraklandırmıştı , Bay A. işlemin uzun sürmesinden endişelendi ve Noter Bey'in yanına gitti Noter Bey kendisine sonucun 180 derece çıktığını söyleyince Bay A. sonucu kabullenmeyip Noter Beyden tekrar denemesini ve bir hata yapmış olacağını söyledi. Noter bey 3 kez ölçtüğünü ve sonucun 180 derece çıktığını söyledi ama Noter Bey de Bay A. 'ya inananlardan biriydi. Ölçümü yapması için birkaç matematik profesörünü çağırdı. Ölçümler gene 180 derece çıkıyordu. Noter Bey Bay A. ya kesin sonuç olarak 180 dereceyi açıklayacağını üzülerek söyledi . Bay A şok olmuştu. Bu imkansızdı daha önce kaç kez ölçtüğü halde hep 170 derece bulmuştu. Asistanlarını yanına topladı tam konuşmaya başladı ki baş asistanı üzgün bir ifadeyle Bay A'ya kendilerinin de sonucu 180 derece bulduklarını ama onun hiçbir zaman kabullenmediğini ve bir şekilde 170 dereceye ulaştığını söyledi. Bay A. sinirlendi bu sırada Noter Bey sonucu açıklamak için kürseye çıktı. Herkes heyecanla Noter Bey'in ağzından çıkacak sözlere bakıyordu. '' Yaptığımız ölçümler sonucu bu üçgenin açılarının toplamının 180 derece olduğunu bulduk yani Bay A. yanılmıştır. Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir ve bunun bir istisnası yoktur. '' Bay A. Noter Bey'in sözünü kesip kürsüye çıktı '' Hayır hayır bu imkansız lütfen bakın projektor üzerinden hep beraber ölçelim 170 derece çıkıyor inanın bana'' Daha sonra ölçmeye başladı .. ''62 Derece... 57 Derece ve 51 Derece işte bakın 170 ediyor.'' O sırada davetli profesörlerden biri kürsüye atladı '' 61 Derece son ölçtüğünüz açı 61 Derece'' Bay A. tekrar üçgene baktı '' Hayır efendim 51 derece bakın buradan buraya ölçtüğümüzde 51 derece çıkıyor.'' Profesör güldü '' İyi de efendim oradan ölçemezsiniz ki orası adacığın orta noktası değil bakın şu küçük taş parçası kesişim noktasıdır ve buradan ölçtüğümüzde de 61 çıkıyor.'' Bay A. tekrar üçgene yani adacıklara baktı. Aynı anda tüm davetliler de üçgene heyecanla bakıyorlardı. Bay A. asistanlarına baktı asistanları profesörü onaylarmış gibi kafalarını üzgün bir şekilde salladılar. Bay A. baş asistanı yanına çağırdı '' Madem biliyordunuz neden beni uyarmadınız? Tüm dünyaya rezil oldum ama kaç kez ölçüm yaptım hep doğru çıktı!'' Baş asistan biraz yutkundu '' Efendim size söyledik ama dediğim gibi ilk başlarda kabullenmediniz daha sonra da kendinizi dünyayı değiştirmeye o kadar kaptırmıştınız ki hevesinizi kırmak istemedik. Böyle bir fiyaskonun bir parçası olarak akademik kariyerimiz bitebilir ama sizin doğrunuzu izledik , bu büyülü havayı bozmak istemedik efendim'' Bay A. duygulandı '' Anlıyorum , çok büyük bir fiyasko keşke engelleseydiniz beni neyse bütün insanlar benim yapacağım açıklamayı bekliyor. Onlara bir şeyler söylemeliyim'' Bay A. tekrar davetlilere döndü. İnsanlar gülerek ve merakla Bay A.'nın açıklamalarını bekliyorlardı. Bay A. derin bir nefes aldı '' Sayın davetliler açıların toplamı 170 derece değil 180 derecedir. Büyük bir hata yaptığımı kabul ediyorum. Sanırım kendimi bu gerçeğe o kadar kaptırmışım ki hep 170 derece ölçmüşüm. Bu kadar insanın ilgisini ve zamanını harcadığım için tüm kamuoyundan özür diliyorum Ama sanırım bugün bize bir ders oldu. Bugün yüz binler hatta milyonlar bizi izlediyse yani bu kadar bilinen bir gerçeğin bile doğruluğundan şüphe edilebiliyorsa demek ki insanlar değişim istiyor. İnsanlar eski gerçeklerin yerine yenilerinin gelmesini istiyor. Bugün bu bir üçgendi yarın belki başka bir şey olur. Sanırım hepiniz benim artık emekliye ayrılmam ve insan içine çıkmamam gerektiğini düşünüyorsunuz ama dediğim gibi madem en bilinen gerçeklerden bile şüphe edebiliyorsak, şüphe etmek istiyorsak değişim istiyoruz demektir ve ben bundan sonra bunun için çalışacağım yeni gerçekler yeni doğrular bulmak için. Hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim. İyi günler '' Bay A. kürsüden indi ve doğruca amfiden çıktı. Tüm davetliler Bay A'yı sessizce dinledikten sonra gene tartışmaya başladılar tıpkı Bay A.'yı dinlemeden önce yaptıkları gibi...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:47 PM
Bir zamanlar bir üstat varmış. İnsanlar konuşmasını dinlemek için toplanırmış. Söyledikleri harikulade imiş. Sevgi sözcükleri ona kulak veren herkesin, ta yüreğine işlermiş.

Kalabalığın arasından bir adam, üstadın ağzından çıkan her sözcüğü dinlemiş.Gönlü yüce olduğu kadar, alçakgönüllüymüş de. Üstadın sözleri bu adamı öylesine derinden etkilemiş ki, onu evine davet etmek istemiş.

Üstat konuşmasını bitirdiğinde adam, kalabalığın içinden geçerek karşısına çıkan üstadın gözlerinin içine bakarak; "Meşgul olduğunu, herkesin senin ilgini istediğini biliyorum" demiş,

"Biliyorum, sözlerimi dinleyecek pek zamanın yok. Ama yüreğim öylesine açık, sana duyduğum sevgi öyle büyük ki, seni evime çağırmak, senin için en güzel yemekleri hazırlamak istiyorum. Çağrımı kabul etmeni beklemiyorum ama, içimdekileri sana bildirmeden edemedim.

Adamın gözlerinin ta içine bakmış üstat. Yüzü gülüşlerin en güzeliyle aydınlanmış ve "Hazırlığını yap" demiş, "Evine geleceğim."

Bu sözcüklerin adamın yüreğinde yarattığı sevinç çok büyükmüş. Üstada hizmet etmek, sevgisini dile getirmek için zamanın geçmesini sabırsızlıkla beklemiş.Yaşamın en önemli günüymüş bu; Üstat evinde, onunla birlikte olacakmış ya.

Yiyeceklerin, şaraplarin en iyisini almış. Üstada armağan edeceği giysilerin en güzelini seçmiş. Sonra da, hazırlıklarını tamamlayıp, üstadı ağırlamak için evine koşmuş. Bütün evi temizlemiş, yemeklerin en lezizlerini pişirmiş, güzel mi güzel bir sofra kurmuş. Üstat çok geçmeden orada olacağı için yüreği sevinç doluymuş.

Kapısı çalındığında kaygı içinde beklemekteymiş adam. Yerinden fırlayıp kapıyı açmış. Açmış ama, üstat yerine yaşlı bir kadın durmaktaymış karşısınd****adın gözlerinin içine bakarak; "Açlıktan ölüyorum" demiş, "Bana bir parça ekmek verebilir misin?"


Gelen üstat olmadığı için hafifçe düş kırıklığına uğramış adam. Kadına bakıp, "Buyur, gir içeri" demiş. Kadını, üstat için hazırladığı yere oturtup, üstat için pişirdiği yemekleri sunmuş. Adamın cömertliği yaşlı kadına dokunmuş.Teşekkür etmiş, çıkıp gitmiş.

Adam sofrayı üstat için dara dar yeniden düzenlemiş ki, yine kapısına vurulmuş. Bu kez de, çölü geçen başka bir yabancı imiş karşısındaki.Yabancı, adamın yüzüne bakıp; "Çok susadım" demiş, "Bana içecek bir şeyler verebilir misin?"

Gelen üstat olmadığı için adam bu işe yine bozulmuş biraz. Yabancıyı evine buyur edip, üstat için hazırladığı yere oturtmuş. Üstada ikram etmeye niyetlendiği şarabı sunmuş. Yabancı gittiğinde ortalığı üstat için bir kez daha düzenlemiş.

Kapı yeniden çalınmış. Açtığında küçük bir çocuk görmüş adam. Çocuk yüzüne bakıp; "Üşüyorum" demiş,
"Sarınabileceğim bir battaniye verebilir misin bana?"

Gelen üstat olmadığı için adam biraz bozulmuş. Ama çocuğun gözlerine bakmış ve sevmiş onu. Üstat için aldığı giysileri çabucak toparladığı gibi çocuğu bunlarla sarıp sarmalamış. Çocuk teşekkür edip, yoluna devam etmiş.

Adam, üstat için her şeyi bir kez daha hazır etmiş, geç saatlere dek
beklemeye koyulmuş. Üstadın gelmeyeceğini anladığında, yüreğinde düş kırıklığı duymuş ama üstadı hemen bağışlayıvermiş.

Kendi kendine,

"Üstadın benim yoksul haneme gelmesini beklememem gerektiğini biliyordum" demiş.

"Gerçi geleceğini söylemişti ama başka bir yerde çok daha önemli bir şey onu alıkoymuş olmalı. Üstat gelmedi ama en azından geleceğini söyledi. Yüreğimin mutlulukla dolması için bu da yeter."

Yavaş yavaş yemekleri ve şarabı kaldırmış, yatmaya gitmiş.

O gece düşünde, üstadın evine geldiğini görmüş. Onu gördüğü için mutlu olmuş adam. Gördüğünün düş oldugunu bilmiyormuş."Geldin üstadım! Sözünü tuttun."

"Evet" diye karşılık vermiş üstat.
"Ama ben buraya daha önce de geldim.Açtım, doyurdun.Susuzdum, şarap verdin bana.Üşüyordum, bedenimi giysilerle örttün.
Başkaları için ne yaparsan benim için yaparsın."

Adam uyanmış. Mutluluk doluymuş yüreği. Çünkü üstadın kendisine ders
verdiğini anlamış. Üstat onu öyle çok seviyormuş ki, derslerin en büyüğünü vermek için üç insan göndermiş.

Üstat herkesin içinde yaşar.

Açlık çeken birisine yiyecek, susayana su verdiğinde, üşüyeni sarıp sarmaladığında, sevgini sunduğun üstattır.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:47 PM
Son dört aydir bacagina çelik bag takan küçük çocuk, evinin ön kapisindan
içeri, kucaginda yeni aldigi köpek yavrusuyla girdi. Köpegin kalçasinda
bir kemik eksikti ve yavru yere birakildiginda ciddi biçimde topalliyordu.
Çocuk kendi durumundan ümitsizdi. Ama yaninda yeni arkadasiyla umutlari
canlanmis ve yepyeni bir çoskuyla dolmustu. Ertesi gün çocuk ve annesi
küçük köpege nasil yardim edebileceklerini ögrenmek için bir veterinere
gittiler. Veteriner, çocuga eger her sabah yavru köpegin bacagina masaj
yapar, sonra da onu en az iki kilometre yürütürse, o zaman kalçasindaki
kaslarin güçlenecegini, yavrunun artik aci çekmeyecegini ve daha az
topallayacagini anlatti. Yavru köpegin yürürken rahatsizligini inleyerek
ve havlayarak belli etmesine ve çocugun da kendi bacak bagindan aci ve
zorluk çekmesine karsin, programi iki ay sabirla sürdürdüler. Üçüncü ay,
artik her sabah okuldan önce bes kilometre yürüyorlardi ve artik ikisi de
yürürken aci duymuyordu. Bir Cumartesi sabahi çalismadan dönerken
çalilarin arasindan önlerine bir kedi çikti ve köpegi korkuttu.
Tasmasindan kurtulan köpek hizla caddeye segirtti. Hizla gelen bir kamyon
köpege yaklasirken çocuk da caddeye firladi, köpegini yakalamak istedi ama
yolun kenarina yuvarlandi. Geç kalmisti. Kamyon köpege çarpmisti köpegin
agzindan kan geliyordu. Çocuk köpegine sarilmis aglarken kendi bacagindaki
bagin çikmis oldugunu gördü. Kendisi için üzülecek zamani yoktu. Hemen
ayaga kalkti, köpegini kucagina aldi ve eve dogru yola koyuldu. Köpek
küçük küçük havlayarak çocuga umut veriyor ve onun heyecan içinde elinden
geldigince hizli kosmasina neden oluyordu. Annesi onu ve aci çeken
köpegini hemen hayvan hastanesine götürdü. Anne ogul merak içinde köpegin
ameliyati atlatip atlatmadigini ögrenmek için beklerken çocuk, hem de
çelik baglari gevsemisken simdi nasil olup da hizli hizli yürüyebildigini
ve kosabildigini sordu. Annesi söyle dedi: "Sende osteomiyelit vardi. Bu
bir kemik hastaligidir. Bu hastalik bacagini zayiflatti ve sakat birakt,
bu nedenle de topalliyor ve aci çekiyordun. Bacagindaki çelik bag destek
içindi. Eger aciya ve saatlerce sürecek tedavilere dayanmaya razi
olsaydin, bu geçecekti. Ilaçlara iyi cevap verdin, ama fizik tedaviye her
zaman karsi koydun. Baban ve ben ne yapacagimizi bilemiyorduk. Doktorlar
bize bacagini yitirmek üzere oldugunu söylediler. Sonra eve köpek
yavrusunu getirdin. Sanki onun gereksinmelerini anliyor gibiydin, sen ona
yardim ederken aslinda büyümek ve güçlenmek için kendine yardim
ediyordun." Tam bu sirada ameliyathanenin kapisi agir agir açildi.
Veteriner yüzünde bir gülümsemeyle disari çikti. "Köpeginiz iyilesecek"
dedi. Çocuk insanin verirken, aslinda aldigini ögrendi. Vermek almaktan daha
kutsaldi..

Kéan aRs
08-28-2007, 12:47 PM
Halife Bağdat'ta sarayının balkonunda otururken başvezirinin büyük bir heyecanla koşarak geldiğini görür. Hemen yanına gelmesini ister, merak eder bu heyecanın nedenini. Vezir ellerine yapışıyor, ağlamaklı bir sesle
-Yalvarıyorum, bana izin ver, hemen şehirden gideyim.
-Neden? -Az önce saraya gelmek için büyük meydandan geçiyordum, yürürken bana birinin baktığını hissettim, döndüm ve tam arkamda Ölümü gördüm!
-Ölümü mü gördün? der iyice meraklanan Halife...
-Evet O'ydu, hemen tanıdım...Simsiyah giyinmisti, boynunda yine siyah bir atkısı vardı... Gözlerini bana dikmişti, sanki beni korkutmak istiyor gibiydi... Çok eminim beni arıyordu. Ne olur izin ver hemen gideyim buradan. En iyi atı alacağım ve doğru Semerkand'a gideceğim... Hemen yola çıkarsam akşama varmadan Semerkand'da olurum...
-Gerçekten Ölüm müydü gördüğün, emin misin?'
-Çok eminim, Halifem. Şimdi seni nasıl görüyorsam O'nu da öyle gördüm. Senin sen olduğundan nasıl eminsem, onun da ölüm olduğundan o kadar eminim. Ne olur izin ver hemen gideyim... Vezirini seven Halife çok ikna olmamasına rağmen izin vermiş
gitmesi için. Vezir koşarak kendi evine gitmiş, en iyi atını eyerlemiş ve dörtnala şehirden çıkmış, karanlık basmadan Semerkand'a ulaşmak kararındaymış... Veziri gittikten sonra Halife'nin içi hiç rahat etmemiş, biraz sarayında dönüp dolanmış, sonra birden karar vermiş. Zaman zaman yaptığı gibi kıyafet değiştirmiş ve sarayın arka kapısından çıkıp halkın arasına karışmış...Yabancı bir gezgin gibi ağır ağır büyük meydana gelmiş, biraz yürüdükten sonra bir köşede durmuş ve tam o sırada o da tanımış Ölümü.. Anlamış ki Veziri yanılmamış, Ölüm, tanınması çok kolay bir kılık içinde yavaş yavaş yaklaşıyormuş... Yaklaşırken zaman zaman bir yaşlı adamın sırtına dokunuyor, elinde yükleriyle giden bir kadının kolunu hafifçe tutuyormuş. İnsanlar hiçbir şey farketmiyorlarmış.. Bazen koşan bir çocuk fazla yanına yaklaşınca Ölüm ona dokunmamak için kenara çekiliyormus... Halife Ölüm'e doğru yürümeye baslamış... Ölüm de onu kılığını değistirmiş olmasına rağmen tanımış ve saygıyla eğilerek selam vermiş. Halife iyice yanına yaklaşıp kulağına eğilmiş.
-Sana bir şey sormak istiyorum, demiş...
-Seni dinliyorum Sayın Halife...
-Benim başvezirim henüz gençtir, sağlıklıdır ve bildiğim kadarıyla çok namuslu ve dürüst bir insandır. Bu sabah saraya gelirken onu çok korkutmuşsun... Neden öyle baktın ona.. Ölüm sakin bir sesle cevap vermiş:
-Ben onu korkutmak istemedim. Onu korkutacak bakışlarla da bakmadım. Meydanda kalabalığın arasında tesadüfen yanyana geldik, onu aramıyordum. Ama birdenbire karşılaşınca şaşırdım ve ona bakarken şaşkınlığımı gizleyemedim. Onun gözlerimde gördüğü sadece şaşkınlıktı...
-Neden bu kadar şaşırdın? diye sormuş Halife...
-Onu burada Bağdat'ta göreceğimi hiç sanmıyordum. Onun Semerkand'da olacağını sanıyordum, çünkü onunla randevumuz bu akşam hava karardığı sırada Semerkant'da...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:48 PM
Adamın biri bir gün rüyasında ;ellerinin,ayaklarının ,ağzının ve beyninin midesine karşı isyan ettiğini görmüş. Eller: “Sen işe yaramaz tembel!Biz bütün gün çalışıyoruz; testereyle kesiyoruz,çekiçle duruyoruz,taşıyoruz,kaldırıyoruz,akşam olunca da şişlikler,yaralar ve çiziklerle dolu olarak eve geliyoruz.Eklemlerimiz ağrıyor,her tarafımız kirleniyor.Ya sen!Bütün gün burada oturup,atıştırıp duruyorsun.”demişler. Ayaklar: “Evet aynı görüşteyiz.Bütün gün sağa sola yürümekten nasıl ağrıyoruz.Sense hep tıkınıp duruyorsun.Tıkındıkça seni taşımamız zorlaşıyor.” Demişler. Ağız: “Evet doğru.O sevdiğin bütün yiyeceklerin nereden geldiğini soruyorum.Onları çiğneyen benim.Ben bitirir bitirmez sen yutuyorsun.Bu adalet mi?”diye bağırmış. Beyin: “Peki ya ben?Burada olmak kolay mı sanıyorsun,senin bundan sonra ne yiyeceğini düşünmek?Hala bunların hiçbir karşılığını almış değilim.” Ve böylece vücudun bölümleri hiç sesini çıkarmayan mideye karşı şikayetlerini sürdürmüşler Beyin: “Benim bir fikrim var.”demiş “Hadi hepimiz bu tembel organa karşı isyan edip,onun için çalışmayı bırakalım.” Diğer tüm organlar “Harika!”demişler “Senin için ne kadar önemli olduğumuzu sana göstereceğiz.Belki böylece biraz da olsa çalışmaya başlarsın.” Hepsi çalışmayı bırakmışlar.Eller ,kaldırma ve taşıma işlerinden vazgeçmiş.Ayak yürümemiş.Ağız, çiğneyip yutmayı bir süre bırakmış.Beyin bu parlak fikirler için bir süre çalışmamaya karar vermiş. Mide,aç olduğu zamanlardaki gibi biraz guruldamış önce ama bir süre sonra sesi kesilmiş. İsyan birkaç gün sürmüş.Gün geçtikçe adam kendini daha kötü hissetmeye başlamış. “Bu isyan bence daha uzamamalı :Yoksa açlıktan öleceğim.”diye düşünmüş. Bu arada eller,ayaklar ,ağız ve beyin oldukları yerde günden güne zayıflamaya başlamışlar. Önceleri mideyi kızdırmak için biraz canlanıyorlarmış ama sonraları onu yapmaya halleri kalmamış. En sonunda adam ayaklarından gelen çok cılız bir ses duymuş. “Acaba yanılıyor olabilir miyiz?Yoksa mide kendi görevini yapıyor muydu?” Beyin: “Ben de aynı şeyi düşünüyorum.Evet yiyecekleri aldığı doğru ama sonunda gene bize yolluyormuş.”diye mırıldandı. Ağız: “Hatamızı itiraf etmeliyiz. Mide ;eller,ayaklar ,dişler ve beyin kadar görevini yapıyordu.”demiş. “O zaman hadi hepimiz iş başına”diye bağırmışlar. Ve o anda adam uyanmış. Ayaklarının yürüyor olması,ellerinin yakalayabilmesi,ağızının çiğnemesi ve beyninin berrak bir şekilde düşünmesi onu rahatlatmış.Kendini çok daha iyi hissetmeye başlamış. Kahvaltıda midesini doldururken şöyle demiş: “Bu bana bir ders oldu.Ya hepimiz çalışırız,ya da hiçbir şey tek başına çalışamaz.”

Kéan aRs
08-28-2007, 12:48 PM
Nedense herkes yanlış bilir, Yakamoz Ay ışığının suya, denize vuran yansıması değildir.

Yakamoz aksine Ay olan *******de olmaz. Yakamoz bir canlıdır, latince ismi Noctulica Milliaris olan bu canlı aynı bir ateş böceğinin denizde yasayan versiyonudur. Limunisans maddesini vücudunda barındıran bu canlıya dokunulduğunda bir ışık saçar. Bu canlı bir planktondur, yani milimetrik boyutlarda bir canlı.. Bunlardan milyonlarcasi bir araya geldiginde *******i bir kayık geçerken, veya bir balık sürüsü geçtiginde bu canlılara çarparak ışık çıkarmalarını sağlar. O yüzden balıkçı sandallarında yüksek bir direk ve bu direğin ucunda oturulacak bir yer vardir. Balıkçılardan biri buraya oturarak ay olmayan *******, balıkların yakamoz yaparak geçtikleri yolları görüp dümenciyi oraya yönlendirirler. O yüzden Lüfer avlarken Lüx ışığı kullanılır, balık gelsin diye değil misinanin değdiği yakamozlarin çıkardığı ışıktan Lüfer korkmasın diye Lüxışığı yakamoz ışığını söndürmek için kullanılır. Aslında Yakamoz (eğer göreniniz varsa bilir) olağan üstü bir seydir, Yakamoz olduğunda denizde uzun floresan lambalar yanıyormus gibi olur. Ama bunun için ay ışığı olmaması gerekir. Ay ışığı (daha baskin oldugu için) gerçek yakamozu göremezsiniz. Bir de Yakamozlu ve Ayışıksız *******de denize girince pırıl pırıl gümüşe bulanmış gibi olursunuz.

*******

İşte hep böyle kelimeleri harcarken yanlışlara düşeriz. Yakamozla ilgili ansiklopedik bilgiyi dostluk kelimesine örnek olarak vermek istedim. Romantik duygularla sarılı bir yanlış kavrama yükleriz yakamoza. Dostluktan anladığımız yanılma gibi. Herkes olmasını istediği gibi yorumlar dostluğu. Düşlediği insanı dost kimliğiyle yanına yerleştirir. Oysa gerçek insan karmaşadır. Bugün dört elle sarıldığımız, onsuz olmaz dediğimiz insan gün gelir çekilmez olur. İşte o zaman dosta sarılır. O dost bir düş olur, bir umut olur, bir bilinmezdir. Onu yeniden sevmek, yeniden tanımak gerekir. Bunun için de dostluk önce karşılıklı paylaşım gerektirir. Tek taraflı vermek dostluğun yalancı beslenmesidir. Kısa zamanda bu tür dostluklar tükenir. İnsan doğası gereği yeni dostlar arar kendine. Eski dostlar birer anıdır artık. Hoş anıların denizdeki pırıltıları.. yakamozlar.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:48 PM
Caddelerde sisli, puslu bir kış ikindisi. Ağaçlarda salkım salkım eski zamanlardan kalma anılar... Yapraklarda yere düşmeye hazırlanan yağmur damlaları... Bir yaprak kıpırdıyor işte, gümüşi bir damla usulca yere düşüyor. Sen sanki, yaprakların arasından bana müzipçe gülüyorsun. Beni her zaman şaşırtırsın zaten. Beni her zaman güldürmeyi bilirsin. Farkına bile varmadan bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan "Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var."

Rüzgâr keskin ıslığı ile şarkıma eşlik ediyor. İstasyon Caddesi'nin tenhalığı nedense ilk defa içime dokunuyor. Arabaya binsem ve birlikte gezdiğimiz yerlere gitsem, evimde şiirler okuyarak telefonunu beklesem, telefonunun gelmediği zaman seni başka yerlerde arasam. Sonra sen gelsen yanıma, yine "seviyorum" desen, ben yine senin gözlerinde sonsuzluğa mahkum edilen aşkımı görsem. Ayrıca şarkılar gerçek oldu bu kez. Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var.

Yalnızım, üşüyorum, özlediğimse çok uzaklarda. Bahçeme melekler yağıyor, hepsi de tanıdık. Senden doğan, gözlerinde hayat bulan, bizi koruyan, kollayan ve en önemlisi ikimizi bir araya getiren melekler... Son kez yine seninle gezmiştik oraları. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Benimse herşeyim aynı. *******i bodrum katlarına yağmur daha çok yağıyormuş, bugünlerde bir tek bunu ögrendim. Bir de *******i daha uzun sanki, bitmek bilmiyor. Bana anlatmak için neler biriktirdin içinde? Benim sana anlatacağım yeni birşeyler yok. Dedim ya, her şey aynı. Ama sanki biraz mahsunluk çöktü üzerime, bir de gülüşlerim sanki biraz azaldı. Sen olsaydın hemen anlardın. Sen benim herşeyimdin. Arkadaşım, dostum, öğretmenim, talebem, sevdiğim.

Koşulsuz bir sevgiyle sevdim seni, bağlandım. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, Uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse içimde kocaman bir boşluk var. Hayır, Üzülmüyorum, içimdeki boşlukta birtek özlemin yankılanıyor. Hayır, sana anlatmak için yeni şeyler biriktirmiyorum içimde, çok istesen hikayeler uydururum. Ama hikayelerimden önce itiraflarım olacak. Kendimden bile gizlediğim duygularımın itirafları. Sana aşık olmaktan delice korktuğumu, sana bakarken içimin titrediğini. Daha pek çok, sırrımı anlatacağım sana.

Gerçi anlatmama gerek yok, sen zaten hepsinin çoktan farkındasın... Sen kimbilir, belki de uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Bense odamda senden uzak. Hayır beni merak etme, üzülmüyorum. Biliyorum, ikimizde yoktuk bu aşk başladığında ve çok iyi biliyorum, sonsuzluğa mahkum edildi bizim aşkımız. Dedim ya, beni merak etme. Üzülmüyorum. Yalnızca biraz, biraz üşüyorum...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:49 PM
Merhaba…

-Yine ben…

-Geldim işte…
-Bu aralar çok sık görüşemiyoruz seninle

-Merak ediyorum son sınavını verebildin mi?
……
-Ah bir de duysan işte.
-Güzel bir kahvede muhabbet haybeye ehi ehi… İyi kafa dağıtırdık be seninle…
-En azından böylesine yalnız olmazdım.
-Hem yalnız hem geçici varolmak düşünebilen bir insanı benim olduğum gibi yaralardı biliyorum…
..
-Biliyor musun ani ve hızlı olsa da senin yanında kaldığım sürece duyguların benimle oldu. Seni tüm anlamlarınla öğrendim: Çünkü ben seninim, sana aitim.
-Seninle ve senin için varoldum ve seninle birlikte yok olacağız.
-Sensin benim doğduğum yer ve ben seninim.
-Seni sevmem için yaratılmış varlığımdan fışkıran iyilik ve koruma içgüdüsü ile seninleyim. -Bir anlık da olsa sana dokunmak, seninle ve her şeyin senin için olduğu yerde sonsuz bir zaman dilimi içinde mutlu olmak hissi veriyor.
………..
-İşte o kısa anlarda kurtulan senin için et yığını basit bir hayat mı yoksa benim için tüm evren yeniden mi kuruluyor, bilemiyorum. Her şeyin sen olduğu bir varlık ya da yokluk…Hepsinin içinde sen…
-Şu an duyamadıklarınla birlikte en sevdiğin renkler ve papatyalar dahil her şey sen olduğunun bilincinde…
……………..
………….
-Duy beni artık, sana masallar üretirim, bütün payım senin olsun ürünün bereketinde…
-Kısa anlardan kurtulalım artık daha sık ve tanıdık olalım birbirimize ve tüm aynalar zihinlerimizde kırılsın , kurtaralım seni+bizi yani her şeyi ve aramıza küçük de olsa bir negatiflik girmesin hiçbir zaman, sonra tükürelim yüzüne maskaralar sürmüş palyaçoların anlamı tek olan hikayelerine…
….
……….
………………
-Ah keşke daha fazla kalabilsem, bizliğimiz ayrılmasa kendi içinde, duymayı öğrensen ve hatta alışsan…
-Senin içinde senin için bir başka küçük sen, hiç hissetmediğim kadar sevgi diyeceksin alışkanlık olma ihtimalinin yüksekliğinde, başın dönerken fark eden ne var ki diyeceğim koyu sarı renkte şeritler dizini üzerinde küçük bir hayat gibi akan rakamlar için.

Üçe oynama dedim, dedi içinde birisi ve sen ikincide benimle her şeyin sen olduğu bir biçimde kalakaldın. Sana dokunmak güzel…Acı fren sesi iğrenç oluyor, mesai bitti zili çalıyor, seninim, seninleyim, ama gitmeliyim…

Kéan aRs
08-28-2007, 12:49 PM
Barbara süpermarket çalışanlarına hitap ettikten yaklaşık üç ay sonra bir akşam üstü telefonu çaldı. Arayan kişi adının Johny olduğunu ve marketlerden birinde kasada müşterilerin torbalarını doldurmalarına yardım ettiğini söyledi. Ayrıca Down sendromu olduğunu belirtti ve "Barbara, anlattıkların hoşuma gitti!" dedi. Johny, konuşma yaptığı günün gecesi eve gittiğinde babasından kendisine bilgisayar kullanmayı öğretmesini istemişti. Bilgisayarda, babasıyla birlikte üç sütunlu bir tablo yaptılar. Şimdi her akşam eve gittiğinde bir "günün sözü" buluyor. Bulamadığı zaman da bir tane "uyduruyor!" Sonra bu sözü bilgisayarda yazıyor, bir kaç tane çıktı alıyor, onları kesiyor ve her birinin arkasına ismini yazıyor. Ertesi gün müşterilerin torbalarını "zevkle" doldururken, her birinin torbasına günün sözünden bir tane koyuyor ve böylece yaptığı işe içten, eğlenceli ve yaratıcı bir biçimde imzasını atıyor. Bu konuşmadan bir ay sonra marketin müdürü beni aradı. "Barbara bugün olanlara inanamayacaksın" dedi. Sabah markete gittiğimde Johny'nin kasasının önündeki kuyruk diğerlerinin üç katıydı! Bağıra çağıra etrafa emirler yağdırmaya başladım: 'Daha fazla kasa açın. İnsanları buradan daha çabuk çıkarın!' Ama müşteriler 'Hayır. Biz Johny'nin kasasında beklemek istiyoruz. Günün sözlerinden almak istiyoruz!' dediler. Müdürün söylediğine göre bir kadın müşteri onun yanına kadar gelmiş ve "Eskiden markete haftada bir gelirdim, ama şimdi buradan her geçişimde uğruyorum, çünkü günün sözlerinden almak istiyorum" demişti. Son olarak müdür bana "Marketteki en önemli kişi kim biliyor musun?" Diye sordu. Elbette Johny'di. Aradan üç ay geçti ve marketin müdürü beni yeniden aradı. "Sen ve Johny marketimizde büyük bir değişim yarattınız" dedi. "Şimdi çiçek bölümündeki bütün sapı kırık çiçekleri ve kullanılmayan yaka çiçeği buketlerini yaşı geçkin kadınların ya da küçük kızların yakalarına iliştiriyorlar. Et paketleme bölümündeki bir elemanımız Snoppy seviyormuş ve 50.000 tane Snoppy çıkartması getirmiş. Her et paketinin üzerine bir çıkartma yapıştırıyor. Hem biz, hem de müşterilerimiz çok eğleniyoruz . "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo'nun resim yaptığı, Bethooven'in beste yaptığı veya Shakspeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes ,durup "Burada işini çok iyi yapan büyük bir çöpçü yaşıyormuş " desin.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:49 PM
Rasim, bir aksam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kağıt üstüne, su satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, Ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin kariniz olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nisanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canim sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yas büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz misiniz?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia ayni zamanda meraklı bir kızdı. Bazen söyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendigimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mi gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yasar ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Esber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...
" Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona söyle darıldı: "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın sevgilisi olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena halde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikayet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların pesinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sindan başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. Bir aksam, Rasim'in annesi Nedime Hanim kocası Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:

"Ah Bey,başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:

"Korkma Hanim," dedi, "oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen, ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.

Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."

Kéan aRs
08-28-2007, 12:50 PM
YAŞ 5 Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.
YAŞ 7 Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.
YAŞ 12 Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.
YAŞ 13 Annemle babamın elele tutusmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu ettiğini öğrendim.
YAŞ 15 Bazan hayvanların kalbimi insanlardan daha fazla ısıttığını öğrendim.
YAŞ 18 İlk gençlik yıllarımın keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret olduğunu öğrendim.
YAŞ 24 Aşkın kalbimi kırabileceğini ama buna değer olduğunu öğrendim.
YAŞ 33 Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun ona ödünç para vermek olduğunu öğrendim.
YAŞ 36 Önemli olanın başkalarının benim için ne düşündükleri değil benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim.
YAŞ 38 Eşimin beni hala sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü almasından anlayabileceğimi öğrendim.
YAŞ 41 Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda belirlediğini öğrendim.
YAŞ 44 Annemin beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu öğrendim..
YAŞ 46 Yalnızca minik bir kart göndererek bile birinin gönlünü aydınlatabileceğimi öğrendim.
YAŞ 49 Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim.
YAŞ 50 Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerde öğrenmenin çok güç olabileceğini öğrendim.
YAŞ 53 İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim.
YAŞ 55 Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almam gerektiğini öğrendim.
YAŞ 64 Mutluluğun parfum gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına veremeyeceğimi öğrendim.
YAŞ 70 İyi kalpli ve sevecen olmanın, mükemmel olmaktan daha iyi olduğunu öğrendim.
YAŞ 82 Sancılar içinde kıvransam bile başkalarına basağrısı olmamam gerektiğini öğrendim.
YAŞ 90 Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar olduğunu öğrendim.
YAŞ 95 Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim.

"Dün sabaha karşı kendimle konuştum.Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum"

Kéan aRs
08-28-2007, 12:50 PM
.Mucizelere inanın ama asla onlara bel bağlamayın.
.Durum ne olursa olsun nezaketin size zarar vermeyeceğini unutmayın.
.Bir geziden döndüğünüz gün harcamalarınızın listesini yapın.
.Küçük şeyleri iyi yapmaktan dolayı mutlu olmasınıi bilin.
.Her yıl, çocuklarınızın okula başladığı ilk gün onların fotoğrafını çekin.
.Bir arkadaşınız hakkında iyi bir söz duyduğunuzda bunu ona iletin.
.Doğru olduğunu bildiğiniz şeyi yapmaktan asla çekinmeyin.
.Dikkat çekmek için iş yapmayın dikkat çekecek iş yapın.
.Çocuklarınızı kardeşleri ya da sınıf arkadaşlarıyla kıyaslamayın.
.Sivil örgütlere katılın.
.Büyük zarar getirmeyecekse bırakın çocuklarınız bildikleri gibi yapsın.Çünkü yaptıkları hatalardan, başkalarından öğrendiklerinden daha fazlasını öğreneceklerdir.
.Her başarının bir bedeli olduğunu asla unutmayın.
.Çocuklarınızın önünde eşinize kötü bir söz söylemeyin.
.Çocuklarınız çoktan uyumus olsalar bile onlara iyi ******* öpücüğü verin.
.Can sıkıntısını egzersiz yaparak dağıtmaya çalışın.
.Boğaza takılan bir şeyi çıkartma yöntemlerini öğrenin.
.Yolculuk ederken cüzdan, otomobil anahtarı, gözlük ve ayakkabılarınızı yakınınızda bulundurun.
.Eleştirmekle geçirdiğiniz zamanın iki katını övmeye ayırın.
.Çocuklarınıza engelli bir kişiyi asla küçümsememeyi öğretin.
.Gazetenin ekonomi sayfasını düzenli bir biçimde okuyun.
.Yolculukta temel gereksinimlerinizin listesini yapın ve bavulunuzda tutun.
.Çocuklarınızın televizyon izleme süresini ve programlarını sınırlayın.
.Zarafeti modaya yeğleyin.
.Kendinizi geliştirme konusunda her bulduğunuz fırsatı değerlendirin.
.Kızınıza ya da oğlunuza da yemek yapmasını öğretin.
.Her terslikte saklı olabilecek iyi fırsatı arayın.
.Eve bir eşya alırken deneyim kazanmaları için cocuklarınızı da yanınızda götürün.
.Evde yapılan börek ya da kurabiyeleri iş yerine de götürün.
.Deneyimli insanları asla dikkate almazlık etmeyin.
.Yolunuza çıkan aksiliklerin, sizi amaçlarınızdan alıkoymasına izin vermeyin.
.Her gün mutlaka olumlu bir şey söyleyin.
.En sevdiğiniz sözü yazın ve görebileceğiniz bir yere asın.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:50 PM
Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırk üçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan? Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek Zahmet etmenize gerek yok... dedi. İki üç adımlık yolum kaldı.Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı. Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım dedi. Nişanlım, parmağıma nişan yüzüğünü bu ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz? Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak Bırakın ağacımı diye bağırdı. Dokunmayın benim ağacıma... İşçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadını saygıyla selamladı: Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi dedi. Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.Yaşlı kadının gözleri, su tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı adına takıldı.Fakat ben sizi çağırmadım ki? dedi.Kim gönderdi sizi buraya?Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim dedi.Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:51 PM
1997 yılının aralık ayıydı yeni ev arkadaşımla ilk günlerimdi. Yaşca benden büyük olan bu insanla anlaşmak oldukça zor geliyordu ilk günlerde, daha taşındığı ilk gün hemen odamdaki benim kitaplığımın, yerine kendi kitaplığını kurmuş benim tüm eşyalarını kendi düzenine göre ayarlamıştı, aslında şimdilerde Tanrının bir hediyesi gibi kabul ettiğim bu insan o günlerde bana oldukça garip gelmişti. Kitaplığını çay koleksiyonunu saklamak için kullanması, yaşına göre çok sıradışı duran pala bıyıkları, daha büyük bir tezat olan uzun saçları, giyimi, davranışları, konuşmasıyla tümüyle garip bir insandı. Sanırım üniversitede tanımayan yoktu, heleki kalpağını sabah ayna karşısında özenle giymesi bizim için sabahları seyirlik bir sosyal aktiviteydi. Bu garipliklere zamanla öyle alışmıştım ki, akşamları çay sohbetlerinde yapılan ateşli felsefe tartışmaları, kendisinin değişik sosyolojık tesbitleri, doğunun ve de batının değer sistemlerini barıştırmayı başarmış kafa yapısı, sürekli aşağılayan, sorgulayan, anlaşılması güç espri anlayışı sanki benim üzerime de siniyordu yavaş yavaş. Sıradışı hayat tarzı, çayları, kitaplarından sonra arkadaşlarını da taşımaya başladı evimize. Önce Biftek ve Bonfıle taşındı, evimiz büyük olduğu için onlara yer bulmakta zorlanmadık, itiraf etmeliyim ki çoğu zaman varlıklarını bile hissettirmezlerdi. En büyük zorluk hangisinin Biftek hangisinin Bonfıle olduğunu anlamaktaydı, birbirlerine o kadar benziyorlardı ki...

Biftek ve Bonfıle yani tavşanlarımız evimize daha da bir neşe katmıştı doğrusu, evin içinde koşuşturan, çoraplarımızı, çiçekleri, halıları kemiren, en umulmadık istenmedik yerlerde karşınıza çıkan, en sevdiğimiz, en kıymetli eşyalarımızı umursamadan yok eden birilerinin olması güzeldi. Sonra bir gün, sanırım ilk dönemin bittiği final sınavlarının haftasıydı, yeni bir ev arkadaşımız daha oldu. Bu herkesten, hepimizden farklı birisiydi, ilk günden itibaren evdeki herkesin gözbebeği olmuş, herkesin önyargılarını kırmış ve sevgilerini o kadar kısa zamanda kazanmıştı ki. İlk geldiği günleri hatırlıyorum da, evde herkes herşeyi unutmuş sadece onunla ilgileniyordu, onunla olmak için sıra beklediğim, hatta diğerlerini kıskandığım olurdu. Herkes evde onunla ilgilenmek için yarış halindeydi, evimize neşe gelmişti; saf, katıksız, kor halinde kıpır kıpır minik tecrübesiz bir neşe kaynağı...

Sabahları güneşle birlikte uyanır, ve “Ne yapsam da bu insanları delirtsem diye işe koyulurdu hemen, ilk günlerinde bizi o uyandırırdı, kolumuzun altına ya da ayak parmaklarımıza başını gömmüş aklınca emmeye çalışırken uyanırdık. Ben Hakan'ın yatağına bırakırdım, o da benimkine, tabi bunun intikamını daha sonra dişleri çıkınca sabahları kulaklarımızı, burnumuzu ısırıp uyandırarak alacaktı. Ama benimle arası hepsinden iyiydi, en azından anlıyor gibi saatlerce
benim o günlerde baş gösteren aşk problemlerimi dinlerdi, sanırım bazen bu oldukça sıkıcı oluyordu zira beni dinlerken hareketleri gitgide ağırlaşıyor ve sonunda uykuya dalıyordu. Sanırım konuşmasını bilseydi beni mehvedebilirdi benden dinledikleriyle.

Çoğu zaman da sanki o bizimle oynuyor gibiydi, çoraplarımızı çalıp saklar, ya da namaz kılarken tam karşıma geçip boş boş yüzüme bakıp beni güldürmeye çalışırdı, bunu beceremezse ayaklarımı tırmalardı mutlaka. Onunla birlikte evin düzeni değişmişti, her ne kadar bizim felsefe sohbetlerimize sözlü olarak katılamasa da bizimle birlikte ona özel hazırladığımız bir bardak soğuk çayı bitiriyordu. Evin odak noktası o idi, ve de öyle olmaktan memnundu, kıskançtı da üstelik bu konuda, sadece onu sevmemizi istiyordu, tavşanlarımıza gördüğü yerde saldırıyor zavallı hayvanaları korkutup kaçırıyordu, bir de benim o zamanlar en büyük tutkum olan çiçeklerimi mahvedecekti tabi.. Önce camgüzelim gitti, ardından menekşemin cesedini koltuğun arkasında buldular ve en son, salondaki büyük Japon Şemsiyesi çiçeğimi paramparça edip parçalarını tüm salona yaydı... Biz onunla oyun oynamak istediğimizde genelde ilgilenmez gider uyurdu ama kendi oyun oynamak istediğinde bizim derslerimiz dahil hiçbirşeyle ilgilenmemize izin vermezdi. Özellikle Endüstri Mühendisliği bölümünde okuyan arkadaşımız Mehmed'in proje çizimlerine karşı daha bir sempatisi vardı, tuvalet ihtiyacı için onları kullanıyordu... Bugün hayretle ve de hayranlıkla düşünüyorum da bize ve de ona rağmen Mehmet bölüm birincisi olmuştu.

Evde bir tek Yüksel den korkardı çünkü Yüksel in onu eğitmek gibi ütopik bir amacı vardı, belki de onu hep Yüksel yıkadığı için ondan çekiniyordu. Biz de sınıftaki arkadaşlarımız da alışmıştık yüzümüzdeki, ellerimizdeki çiziklere.

Hep onun rahatlığını, bu kadar sürede üstümüzde kurduğu hakimiyeti kıskanmışımdır, sanırım Tanrı vergisi birşeydi bu, ve de o kadar rahattı ki... Final sınavlarına çalıştığım *******de onun yanımda uyuması beni deli ederdi... Dedim ya, onda Tanrıdan birşeyler vardı... Bir tek sorunumuz vardı ki ona bir isim koyamamıştık, dilini bilmediğimiz için kendi ismini de bilmiyorduk, herkes kendince bir isim kullanıyordu, onun pek umursadığı da yoktu aslında.
Velhasıl, güzeldi ortalıkta dolaşan, istediğini yiyen, izinsiz her yere girip çıkabilen, istediğini yırtan, döven, istediği saatte uyuyup uyanabilen, vandal, egoist, hiperaktif bir dişinin olması. İlk geldiği günü hatırlıyorum da, o günle bugün arasında çok az değişmişti. İlk geldiği gün.... Ne gündü ama....

Hakan, herzamanki gibi “Sürpriiiizz” diyerek girdi kapıdan, ancak ortada görünen birşey yoktu.... Belki de sürpriz buydu diye düşünmüştüm, ama sonra ceketinin kolunun içinde kıpırdayan birşey olduğunu farkettim, sanki dışarıya çıkmaya çalışıyordu, nihayet minik başını kararsız ve de ürkekçe dışarı çıkardı ve yeni evine, ev arkadaşlarına baktı ilk kez yarı kapalı gözlerle...

Evimizin yeni ortağı minik, bir haftalık bir kedi yavrusuydu... İşte bu bambaşka birşeydi, çünkü kedi gerçekten doğası itibarıyla çok farklı, eski zamanlardan beri insanoğlunun saygısını kazmış dahası birçok peygamberce kutsanmış ender hayvandır, hele bir yavru... saf sevgidir... kusursuzluk, sevgi, bağımsızlık, farklılık... Bana gördüğüm her kedi Tanrının bir mesajı gibi gelirdi. Onda Tanrının özenisini ve de iyimserliğini görürsünüz...

Mayısın başlarında yağmurlu bir öğleden sonra, büyük beklentilerimin olduğu, yağmurdan daha sıkıcı Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi ne gömülmüş, üşümüş ayaklarımla dikkatle kitabı okumaya çalışıyordum. O da odadaydı sakin sakin her zamanki umursamaz miskinliğiyle benim yatağımda uyuyordu. Aniden uyandı ve doğruca kapıdan çıktı gitti, ben ne olduğunu anlamamıştım, hani korku filmlerinin sonunda kötü karakteri öldü zannettiğiniz bir anda aniden kalkıp, son bir hamle ile saldırırması gibi aynı çeviklikle kapıya koştu, belki de hala gördüğü rüyadan uyanamamıştı, kimbilir... Dış kapıyı tırmalayarak açmamı istiyordu ısrarla ama açmadım, zorla onu odaya geri götürmeye çalışmam ellerimde açılan bir sürü yeni çizik, yaraya maloldu. İzin vermemekle iyi yapmıştım çünkü daha önce bir kere kapıyı açık bulduğunda kaçmıştı ve onu bulmamız saatlerimizi almıştı. Bütün akşam ben arkadaşlarıma gidene kadar bana surat asmış, stresli stresli homurdanarak evde deli gibi dolanmıştı. Hatta öyle asabiydi ki gönlünü almama bile saldırarak karşı koymuş izin vermemişti. Eve geç döndüğümde herkeste bir telaş vardı çünkü o gitmişti... Kapıyı açık bulduğu bir anda kaçmıştı demek, üstelik gecenin bu geç saatinde aramaya da çıkamazdık, tek ümidimiz başına kötü bir şey gelmemiş olmasıydı o kadar. Sabah, ilk derse yetişmenin telaşıyla, henüz uyanmamış dağınık bir suratla asansörü beklerken kapıcımız onun kömürlükte olduğunu söyleyince sevinmemiş kızmıştım aslında. İlk derse geç kalmıştım zaten, ama onu da yanıma alacak, derse götürecek, büyük ihtimalle de dersin öğretmenine onun hastalandığını söyleyecek, sonrada onu derste çıkaracaktım çantamdan böylece dersi kaynatıp diğer arkadaşların hayatlarını da kurtarmış olacaktım. Büyük Çoğunluğunu kızların oluşturduğu bir sınıfta çantadan kaçan(?) bir kedinin yaratacağı karmaşayı bir düşünsenize! Planımı çok beğenmiştim, kömürlüğün basamaklarını üçer beşer atlayarak indiğimde, karşımdaki manzara planımın işe yaramayacağını söylüyordu. Bir sürü küçük belki de birkaç günlük yavru, kararsız titrek hareketlerle diğerleri arasından kendine bir yer açıp emmeye çalışıyordu. O ise tüyleri yapış yapış bu minik yavruları yalıyor, kimine yardım ediyordu. Geldiğimi görünce dönüp istifini bozmadan bana baktı, gözlerindeki o yeni, bambaşka pırıl pırıl ifadeyi anlamak hiç de zor değildi.

Manzaranın kutsallığı karşısında ne diyecek bir sözüm vardı ne de yapacak bir şeyim, dönüp dışarı çıktım. İlk dersi kaçırmıştım üstelik mazaretimi de kaybetmiştim, acele adımlarla ıslak asfaltta kampüse doğru yürürken aklıma takılmıştı... Kedimizin akşamki hırsının, dışarı çıkma isteğinin sebebi anlaşılmıştı şimdi ama bunlar onun kendi yavruları olamazdı; geldiğinden beri hep bizde yaşamıştı ve de dışarıya neredeyse hiç çıkmamıştı, balkondan kaçması imkansızdı zira altıncı katta oturuyorduk, komşularımızın da kedisi yoktu, öyleyse bunlar kimin yavrularıydı?..... Birkaç adım sonra aklımdaki tüm soruların cevabını ve de yavruların gerçek annesini yolun kenarında gördüm. Bir gece önce bir arabanın çarpıp ezdiği bir kedi ölüsü...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:51 PM
Olay, Sezar doneminde geciyor. Julius Sezar, takvimdeki karisikliklari
cozmesi icin Misirli astronomi bilgini Sosigenes'e emir veriyor. O
zamanlarda 1 yilin 365 gun 6 saat surdugu biliniyor.
Sosigenes de cozuyor :
HER YIL 365 GUN CEKECEK. HER YILDAN 6 SAAT ARTACAK. ARTAN SAATLER 4
YILDA BIR TAKVIME EKLENECEK O YIL 365 + 24 SAAT = 366 GUN OLACAK.
366 gün 12 esit parcaya bolunmedigi icin 6 ay 30 gun, diger 6 ay 31 gun
cekecek. Peki 365 gun ceken yillarda aylara gore dagilim nasil olacak ?
Yüce Sezar emir veriyor : 365 GUN CEKEN YILLARDA EN SON AYDAN 1 GUN
DUSULSUN.
O zamanlar yilbasi, Mart ayinda. Yani Subat, yilin son ayi.
(September=7, October=8, November=9, December=10 da buradan geliyor)
boylece Subat ayi, 4 yilda bir 30 gun,diger yillarda 29 gun olmus.
Yüce Sezar, bununla da yetinmeyip aylardan birine kendi ismini vermis :
JULIUS, yani JULY(temmuz). Sonradan imparator olan Augustus, Sezar'dan
asagi kalmamis ve sonraki aya kendi ismini vermis :
AUGUSTUS, yani AUGUST. Ancak Julius Sezar'in ayi 31 gunken Augustus'un
ayi 30 gun olur mu ?
O da emir vermis : YILIN SON AYINDAN 1 GUN DAHA ALIN, BENIM AYIMI DA 31
GUN YAPIN.

Zavalli Subat'tan 1 gun daha alinmis ve Agustos'a eklenmis. O gun bu gundur
Subat ayi, 4 yilda bir 29 gun, diger yillarda 28 gun, Sezar'in ayi Temmuz
ve Augustus'un ayi Agustos da pespese 31 gun ceker oluvermis.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:51 PM
Siva ve Sakti , Hinduizmin kutsal çifti , gökyüzünden bir yandan yeryüzünü
seyrediyorlar , bir yandan da insan yaşamını tehdit eden unsurları , insan
davranışlarındaki karmaşayı , insan olmanın acılarla dolu bedeline
hüzünleniyorlarmış.

Birden Sakti ara sokakların birinde ayakta zorlukla duran perişan yoksulu
farketmiş. Kalbi merhametle burkulmuş. Yaşamak için verdiği savaş , dürüst ve iyi bir insan olması onu etkilemiş olmalı ki , kocasına , bu zavallıya biraz altın
vermesini söylemiş. Siva adamı bir an gözlemiş , sonra karısına dönerek :
Yapamam " demiş.
Sakti şaşırmış.
" Ne demek ? " diye isyan etmiş kocasına. " Senin için bu kadar basit bir
şeyi nasıl yapamazsın ? "
" Bunu ona veremem , çünkü almaya hazır değil . " demiş Siva.
Sakti çıkışmış.
" Yani , yolunun üzerine bir kese altın bırakamayacağını mı söylüyorsun ? "
" Tabii , bırakabilirim " demiş Siva. " Ama bu başka bir şey "
" Lütfen... " diye yalvarmış , Sakti. " Lütfen.. "
Ve Siva bir kese dolusu altını yoksul adamın yolunun üzerine bırakmış.
Zavallı yoksula gelince ; o akşam iki lokma bir şey bulup yiyip
yiyemeyeceğini , yoksa yine aç mı uyuyacağını düşünerek yoluna devam ediyormuş.
Köşeyi dönünce , " Şuna bak " demiş , " Koca bir taş parçası iyi ki gördüm. Çarpsaydım ,partalı çıkmış sandaletlerim iyice elden çıkacaktı."
Ve dikkatle altın dolu kesenin üzerinden atlayarak yoluna devam etmiş.
Şimdi yaşamımıza dönüp bir bakalım.. Üzerinden doğru zamanı yakalayamayıp
geçip gittiklerimiz var mı ?

Kéan aRs
08-28-2007, 12:52 PM
Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti.

Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin ayakları altında ezilen kahverengi toprağa sıcak ışıltılarını saçıyordu. Yakıcı bir rüzgâr, öğle güneşi altında kavrulan yaprakların, tarlaların, buğday ve otların kokusunu odaya dolduruyordu. Çekirgeler, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor, panayırlarda çocuklara satılan tahtadan yapılmış oyuncak çekirgelerin gürültüsüne benzer bir çatırtı sesi yayıyorlardı ortalığa.

Doktor, sesini yükselterek:
- Honoré, dedi, annenizi bu halde tek başına bırakamazsınız. Her an ölebilir!
Köylü ise, üzgün bir şekilde sızlanıyordu.
- Fakat buğdayı toplamam gerek. Uzun zamandır toprakta duruyor. Şimdi tam zamanı. Sen ne dersin anne?
Hâlâ Normandiyalılara özgü cimriliği üzerinden atamayan yaşlı kadın, gözüyle ve başıyla "evet" işareti yapıyor ve oğlunun buğdayı toplamaya gitmesine ve kendisini tek başına ölüme terk etmesine ses çıkarmıyordu.
Doktor kızmıştı, tepinerek haykırdı:
- Siz hayvandan başka bir şey değilsiniz. Anlıyor musunuz, değilsiniz. Bunu yapmanıza izin vermeyeceğim. Eğer buğdayınızı bugün toplamaya mecbursanız, gidin La Rapet'yi bulun; annenize o baksın. İşitiyor musunuz? Eğer dediklerimi yapmazsanız, hastalandığınızda sizi köpek gibi ölüme terk ederim, anladınız mı?

Zayıf, ağır ağır hareket eden, doktorun korkusu ve paraya olan düşkünlüğünün etkisiyle kararsızlık içinde kıvranan köylü, tereddüt ediyor, hesaplar yapıyor ve "La Rapet bakım için kaç para alır acaba?" diye söyleniyordu.

- Ne bileyim ben? diye bağırdı doktor. Bu, onun ne kadar çalışacağına bağlı. Onunla halledin. Bir saate kadar La Rapet'nin burada olmasını istiyorum, anladınız mı?

Köylü, kararını vermişti. “Tamam, gidiyorum. Kızmayın” diye söylendi. Doktor, "Sizi uyarıyorum, öfkelendiğim zaman şaka yapmam" diyerek çıkıp gitti.

Köylü, yalnız kalınca, annesine döndü ve kaderine boyun eğmiş bir ses tonuyla, "Mademki bu adam istiyor, gidip La Rapet'yi getireyim. Ben dönene kadar sakın yerinden kalkma" diyerek gitti.

Yaşlı bir kadın olan La Rapet, ütücüydü. Köyde ve çevrede ölüm döşeğinde olanlara ve yaşlılara bakardı. Ölenlerin kefenlerini diktikten sonra hemen işine döner ve bu kez yaşayanların giysilerini ütülerdi. Çürük bir elmanın kabuğu gibi eli yüzü kırışık, kıskanç, katı yürekli, şaşılacak derecede cimri ve sürekli olarak çamaşır ütülemek yüzünden beli bükülmüş olan La Rapet'nin, can çekişmeye iğrenç denecek bir sevgi duyduğu söylenirdi. Bir avcının tüfeğini nasıl ateşlediğini anlatması gibi, can çekişen insanları, tanığı olduğu ölümleri en ince ayrıntılarına kadar anlatırdı.

Honoré Bontemps, La Rapet'nin evine geldiğinde, gömlek yakaları için çivit suyu hazırlarken buldu onu.
- İyi akşamlar, işler yolunda mı? diye sordu.
La Rapet, başını ona çevirerek:
- Evet, ya sizin işler? diye cevap verdi.
- Benimkiler de iyi, diye yanıtladı Honoré, ama annem iyi değil.
- Anneniz mi?
- Evet annem.
- Nesi var?
- Ölmek üzere!

İhtiyar kadın ellerini sudan çıkardı; maviye çalan saydam su damlacıkları ellerinden parmaklarının ucuna kadar kayıyor, yere damlıyordu.

La Rapet, beklenmeyen bir cana yakınlıkla, "Durumu çok mu kötü?" diye sordu.

- Doktor artık umut kalmadığını söyledi.

Honoré duraksadı. Ne istediğini söylemek için birkaç giriş sözcüğü gerekliydi; fakat hiçbir şey bulamadığı için hemen kararını verdi:
- Ölümüne kadar anneme kadar bakmak için kaç para istersiniz?" diye sordu. "Bizim zengin olmadığımızı bilirsiniz. Bir hizmetçi bile tutamadım. Zaten zavallı annem bu duruma o yüzden geldi. 92 yaşında olmasına rağmen tarlada çalıştı; çok yoruldu. Buğday daha fazla kazandırmıyor ki...
La Rapet, büyük bir ciddiyetle yanıt verdi:
- İki fiyat var. Hali vakti yerinde olanlar için gündüz iki frank ve gece için de ayrıca üç frank. Diğerleri içinse, gündüz için bir frank ve gece için de iki frank. Siz, bir ve iki frank ödersiniz.

Honoré düşünmeye başladı. Annesini iyi tanıyor, onun nasıl dayanıklı ve güçlü olduğunu biliyordu. Doktorun söylediklerine rağmen, annesi bir hafta daha yaşayabilirdi.
- Hayır, diye konuşmaya başladı Honoré. Bana bu işin sonuna kadar bir tek fiyat vermenizi istiyorum. İkimiz de şansımızı deneyelim. Doktor, çok yakında öleceğini söyledi. Böyle olursa, bu sizin yararınıza. Yarına kadar veya daha çok yaşarsa, bundan da ben kârlı çıkarım; siz de şansınıza küsersiniz!

İhtiyar kadın şaşırmış, adama bakıyordu. Şimdiye kadar ölüm döşeğindeki hiçbir insan için böylesi bir pazarlık yapmamıştı. Tereddüt ediyordu; yine de şansını deneyebileceğini düşündü. Oyuna da gelmek istemiyordu.
- Annenizi görmeden bir şey söyleyemem, diye cevap verdi.
- O halde gelin görün, dedi Honoré.

La Rapet ellerini kuruladı ve hemen çıktılar.

Hiç konuşmadan yürüdüler. Yaşlı kadın acele adımlarla yürürken, köylü her seferinde sanki bir dereyi aşarmışçasına büyük adımlar atıyordu.

Tarlalarda sıcaktan bunalmış halde yatan inekler, ağır ağır başlarını kaldırıyor ve yürüyüp giden bu iki insana doğru taze ot istercesine böğürüyordu.

Honoré Bontemps, eve yaklaşırken, kendi kendine "Belki de bu iş çoktan sona erdi" diye mırıldandı. Sesinin tonunda, böyle olmasını isteyen bilinçsiz bir arzu kendisini belli ediyordu.

İhtiyar kadın daha ölmemişti; hasta yatağında sırtüstü yatıyordu. Alacalı basmadan dikilmiş yorganın üzerinde duran yengece benzer ürkütücü zayıf elleri, romatizma ağrılarının, yaklaşık yüz yıllık çalışmanın ve yorgunluğun etkisiyle bükülmüştü.

La Rapet, yatağa yaklaştı ve ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını incelemeye başladı. Nabzına baktı, göğsüne elledi, soluk alışını dinledi, konuşmasını duymak için sorular sordu ve onu uzun uzun seyrettikten sonra Honoré ile dışarı çıktı. Artık bir fikir edinmişti. Yaşlı kadın geceyi çıkaramazdı.

- Ee, ne düşünüyorsunuz? diye sordu Honoré.
- İki belki de üç gün sürer, dedi La Rapet. Her şey dahil altı frank ödersiniz.
- Altı frank mı? diye bağırdı köylü. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Annemin en fazla 5-6 saat yaşayacağını söylüyorum size; daha fazla değil!

Uzun bir tartışmaya giriştiler. Sonunda Honoré, bakıcı kadının bu işten vazgeçmek istemesi, vaktin ilerlemesi ve buğdayın hâlâ tarlada durması üzerine razı oldu.
- Tamam, dedi, her şey dahil cenazenin kalkmasına kadar altı frank.
- Tamam, altı frank.

Honoré, koşar adımlarla, kızgın güneşin altında bekleyen buğdaylarına doğru yürümeye başladı.

Bakıcı kadın da, içeri girdi.

Yanında kendi işini de getirmişti. Cenazenin veya ölüm döşeğinde olanların başında beklerken kimi zaman kendi işini yapar, kimi zaman da hastasını beklediği ailenin işlerini görür, böylece ek gelir de sağlardı.

Birden yaşlı kadına dönerek:
- Sizin son duanız yapıldı mı Bontemps ana? diye sordu.

İhtiyar kadın başıyla, "hayır" anlamına gelen bir işaret yaptı. Bunun üzerine, iyi bir dindar olan La Rapet, çevikçe ayağa kalkarak, "Aman Allahım, nasıl olur? Hemen gidip papazı bulayım" diye söylendi.

Papazın evine doğru öylesine hızlı yürümeye başladı ki, onun böyle acele acele gittiğini gören meydandaki çocuklar, yine bir felâketin geldiğini düşündüler.

Cübbesinin üzerine dizlerine kadar inen beyaz üstlüğünü giyen papaz, güneşin altında kavrulan tarlalardan yürürken, kilise korosundan bir çocuk da, elinde küçük bir çanı sallayarak onun gelişini haber veriyordu. Uzaklarda çalışanlar erkekler şapkalarını çıkartıyor ve beyaz giysili papazın bir evin arkasında kaybolmasını beklerken hareketsiz duruyorlardı. Ekin demetlerini toplayan kadınlar, istavroz çıkarmak için doğruluyor, ürken tavuklar da, iki yana sallana sallana hızla yolun kenarındaki hendeğe doğru koşuyor ve çukurun içinde aniden kayboluyorlardı. Çayırda bağlı olan bir tay, papazın beyaz giysisinden ürküyor, bağlı bulunduğu ipin ucunda daireler çizerek, çifte atarak koşup duruyordu. Kırmızılar içindeki korodaki çocuk, hızla ilerliyor, kare şeklinde bir takke giymiş olan ve başı bir omzuna doğru eğik duran papaz, dualar okuyarak onu izliyordu. La Rapet ise, sanki yere kapanacakmış gibi, ikiye katlanmış yürüyor ve elleri kilisede olduğu gibi birbirine bitişik duruyordu.

Uzaktan onların gidişini gören Honoré:
- Papaz nereye gidiyor acaba? diye kendi kendine sordu.
Yanında çalışan ve durumu daha tez kavrayan işçi:
- Papazı annene götürüyor diye cevap verdi.

Honoré, hiç şaşırmadı ve "Olabilir" diye mırıldandı. Sonra tekrar işine başladı.

Bontemps ana günah çıkardı; papaz yaşlı kadının günahlarını bağışladı ve şaraplı ekmekten yedirdi, sonra da, iki ihtiyar kadını boğucu sıcak evde bırakarak dışarı çıktı.

La Rapet, bu işin ne kadar süreceğini düşünürken ihtiyar kadını da incelemeye başladı.

Gün yavaş yavaş batıyor, serin hava eve giriyordu. İki iğneyle duvara tutturulmuş bir resim, içeri giren taze havayla sağa sola savruluyor; daha önceleri beyaz olduğu anlaşılan sinek lekeleriyle dolu sararmış perdeler uçuşuyor ve ihtiyar kadının ruhu gibi çıkıp gitmek istercesine çırpınıyordu.

Bontemps ana, hareketsiz, gözleri açık yatıyor; yanı başında olan ama gelmekte geciken ölümü büyük bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Soluk alıp verirken boğazından ıslık sesi çıkıyordu. Sanki her an soluğu kesilecek ve ölmesinden kimsenin üzüntü duymayacağı bir kadın daha eksilecekti bu dünyadan. Gece çökerken Honoré geldi. Yatağa yaklaştı ve annesinin hâlâ yaşadığını gördü.

- Nasıl? diye sordu. Sonra da, sabah saat 05.00'te gelmesini söyleyerek La Rapet'yi evine gönderdi.
- Sabah 05.00'te, diye cevap verdi La Rapet.
Gerçekten, ertesi sabah güne doğarken geldi.
Honoré, tarlaya gitmeden önce, kendi hazırladığı çorbasını içiyordu.
- Ee, anneniz öldü mü? diye sordu La Rapet.
Honoré, muzipçe gözünü kırparak:
- Daha iyi, diye cevap verdi ve sonra çıkıp gitti.

Kaygılanan La Rapet, elleri yorganın üzerinde büzülmüş, gözleri açık, kayıtsız ve canından bezmiş durumda yatan ihtiyar kadına yaklaştı. Bu durumun, iki gün, dört gün, sekiz gün böyle sürüp gidebileceğini anlamıştı. Cimri yüreği korkuyla sıkıştı. İçinde, kendisini aldatan bu çok bilmiş köylüye ve ölmek bilmeyen ihtiyar kadına karşı bir öfke dalgası yükselmeye başladı.

La Rapet, bununla birlikte, yeniden işe koyuldu. Gözünü hiç ayırmadan Bontemps ananın kırış kırış olmuş yüzüne bakarak beklemeye başladı.

Honoré, öğlen yemeğe eve geldi. Memnun gözüküyordu, hatta bakışlarında alaycı bir hava vardı. Yemeğini yedikten sonra yine tarlaya gitti. Hiç kuşkusuz, en uygun koşullarda buğdayını topluyordu.

La Rapet ise, gittikçe çileden çıkıyordu. Her geçen dakika, ona artık parasının ve zamanının çalınması gibi geliyordu. Bu inatçı ve ihtiyar kadının boğazına sarılmak, zamanını ve parasını çalan o zayıf ama hızlı soluk alış verişini durdurmak istiyordu.

Böyle bir şeyin tehlikeli olacağını düşündü ve kafasında bin bir düşünceyle Bontemps ananın yatağına yaklaştı.
- Daha önce hiç şeytanı gördünüz mü? diye sordu ona.
- Hayır, diye mırıldandı yaşlı kadın.

La Rapet, bunun üzerine, ihtiyar kadınla konuşmaya, ölmekte olan güçsüz ruhunu korkulara salmak için uydurma hikayeler anlatmaya başladı.

"Ölmeden birkaç dakika önce, şeytan ölüm döşeğinde yatanlara görünür, diyordu La Rapet. Elinde bir süpürge, başında tencere vardır, bağırır durur. Onu görenlerin işi bitmiş demektir; artık birkaç saniyeden fazla yaşamazlar".

La Rapet, sonra da, daha o yıl baktığı Joséphin Loisel, Eulalie Ratier, Sophie Padagnau ve Séraphine Grospied'ye gözlerinin önünde şeytanın nasıl göründüğünü bir bir anlattı.

Nihayet heyecana kapılan Bontemps ana, huzursuzlanıyor, çırpınıyor ve ellerini sallıyor, başını çevirip odanın öte yanına bakmaya çalışıyordu.

La Rapet, birdenbire yatağın yanından kayboluverdi. Dolaptan bir çarşaf alıp sarındı, kafasına bir tencere geçirdi. Tencerenin kısa ve eğri üç ayağı, kafasının üzerinde üç boynuz gibi yükseliyordu. Sağ eline bir süpürge aldı, sol eliyle de teneke bir kovayı havaya fırlattı.

Kova, yere düşünce korkunç bir gürültü çıkardı. Sandalyenin üzerine fırlayan bakıcı kadın, yatağın ucunda asılı duran perdeyi havaya kaldırdı, keskin çığlıklar atıp el kol hareketleri yaparak, üzerinde çarşaf, kafasında yüzünü gizleyen tencere ve elindeki süpürgeyle, ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını tehdit eden acayip bir kukla gibi ortaya çıkıverdi.

Çılgına dönen, delice bakan ihtiyar kadın, yerinden doğrulup kaçmak için insanüstü bir çaba gösterdi. Omuzlarını ve göğsünü yorganın altından çıkarmayı bile becerdi fakat derin derin iç çekerek birden yığılıverdi. Ölmüştü!...

La Rapet, sakin sakin her şeyi yerine yerleştirdi. Süpürgeyi dolabın köşesine dayadı, çarşafı dolaba yerleştirdi, tencereyi ocağın üzerine koydu, sandalyeyi duvarın önüne çekti ve kovayı yerine bıraktı. Sonra, alışık olduğu hareketlerle, Bontemps ananın gözlerini kapadı, yatağın üzerine bir tabak yerleştirdi ve içine, kilisede okunmuş su kabından su koydu.

Konsolun üzerindeki şimşir parçasını bu suyla ıslattı; yatağın yanına çömelerek, işi gereği ezbere bildiği duaları büyük bir aşkla şevkle okumaya başladı.

Akşam Honoré eve geldiğinde bakıcı kadını dua ederken buldu. Hemen bir hesap yaptı ve La Rapet'nin kendisinden bir frank alacaklı olduğunu fark etti; üç gün ve bir gece annesine bakmıştı. Bunun karşılığı beş frank ederdi; oysa La Rapet ile altı franka anlaşmıştı.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:53 PM
Birkaç yıl önce, Süleymaniye Camii'sinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış. Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş. Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış. Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş. Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış. Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş. Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan'ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar tercüme ettirilince ortaya şöyle bir metin çıkmış. "Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz." Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Heyet Sinan'ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarılmış.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:53 PM
Olay;
Herkes,Birisi,Herhangibiri,ve Hiçkimse arasında geçiyor.
Hikayeye göre yapılması gereken önemli bir iş vardı...
Ve...
Herkes;Birisi nin bu işi yapabileceğinden emindi...
Gerçi işi Herhangibiri de yapabilirdi ama Hiçkimse yapmadı....
Birisi buna çok kızdı,çünkü bu iş Herkesin işiydi...
Herkes herhangibiri nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu.
Ama...Hiçkimse Herkesin yapamayacağının farkında değildi.
Sonunda Herhangibiri nin yapabileceği işi Hiçkimse yapmadığı için
Herkes Birisi'ni suçladı

Kéan aRs
08-28-2007, 12:53 PM
Şimdi sen "su" olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez... İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın...
Unutma; daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin... Gürültünün parçası olursun sadece!.. Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü; "Su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler... Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler; Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda...
Sen, hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez...Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol ; Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!.. Sen bir su ol... Ama rahmet ol; afet değil! Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; Sana "felaket" denmesin! Su isen bir bardağa sığabil ki; damarlara giresin!..
Su; yüce Tanrı'nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri... Ve suya benzediğini unutma! Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu da unutma.
Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparıcı olabileceğini unutma...
Unutma; Senin işin rahmet olmak, afet değil! Vadiler varken önünde ve ovalar varken yayılabileceğin; küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe... Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi... Tercih elindeydi hep ve hep de "senin" ellerinde olacak... Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken şu değil mi?
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin... Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın... Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin !.. Demeyeceksin; "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.."
Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.."
Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil... Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavsan gördün mü hiç?..Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her yaratık gibi!
Hadi... Sen şimdi "su olduğunu" düşün, ve kendini "su gibi" hisset...
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı...
Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla... Ama yine su gibi "bir küçük bardağın içine" sığdır ki kendini; girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Hayat ver...
Vazgeçilmez ol !..

Kéan aRs
08-28-2007, 12:53 PM
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör''ün bürosundan içeri girer girmez,sekreter masasındanfırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksagidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard''da okuyan oğullarını bir yıl öncebir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard''da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner...""Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard''a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunubiliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör''ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California''ya,Palo Alto''ya geldiler. Ve Harvard''ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.Amerika''nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD''u..

Kéan aRs
08-28-2007, 12:54 PM
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse
tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur
bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı.
Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı.
Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken
o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir"; arkasindan
"on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardina "sekiz" ve "yedi".
Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki
tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş,
yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaışna "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi.
"Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı.
Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı.
İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."
"Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları.
Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum.
Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü
görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gidecegim." diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama
ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama.
Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen
arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş
gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen
rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi
tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak,
yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.

"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma
yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı
hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra
arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan
olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.

Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya
bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.
Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama
daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.

Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi.
O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki
yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken
bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir
haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti
kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene
sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine
karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça
bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman
bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam,
son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştır.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:54 PM
Son perde oynanıyordu artık. Genç çok sevdiği arkadaşından ayrılacaktı bu bölümde. Geçmişi bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirdikten sonra derin bir nefes aldı. Evet hala onu seviyordu. Ama artık birşeylerin koptuğunu da biliyordu. Kararlı adımlarla ona doğru yürüdü, tam ona herşeyi söyleyecekti ki gözleri doldu. Boğazına da ne olmuştu, sanki birşeyler dizilip duruyordu.

Kendini silkti ve güçlü olmaya çalıştı. Söylemeliydi herşeyi. Sevgilisinin gözlerinin gözlerinde birleştiğini gördü. Evet tam zamanıydı, şimdi söylemeliydi, söyleyecekti ki kalbi ebediyen onun sevgisini yüreğinde saklasın.

Kız birşeyler sezmişti artık, yüreği sanki yerinden fırlamış taa uzaklara çok uzaklara gidivermişti birden. Durmadan eli titriyor, gözleri kısılıyor, ayakları buz kesiyordu. Belki de sevgiliye son bakışın titrekliğiydi bu.

Genç, kalbindeki duyguları dikkate almadan, mağrur bir sesle ayrılmalıyız artık dedi. Kız beklenen hazin sonun geldiğini anlayarak sevgiliye son bir defa göz ucuyla baktı. Hala gözlerinde kendini görüyordu. Biliyordu o da gencin onu sevdiğini. Neden bu sebepsiz fırtına diye düşündü durdu.

Bu arada gencin gözlerinden sakladığı göz damlaları inci gibi akmaya başladı. Sanki gözyaşlarını sevgilinin içine akıtıyordu. Silmedi gözlerini genç, sanki hep o damlalarla yaşamak istiyordu.

Ani bir kararla arkasını dönüverdi. Gözlerinde yaş, dudaklarında hep beraber dinledikleri o şarkı vardı. Adımlarını git gide hızlı atmaya başladı. Kız da saklayamazdı artık gözlerindeki yaşları. O da ağladı. Elini ona doğru uzatıp gitme diyecekti ama diyemedi. Yere çöküp buz oldu. Tıpkı gencin kalbinin buz olduğu gibi. Artık ışıklar sönmüş, perde çekilmiş, çünkü senaryo sona ermişti

Kéan aRs
08-28-2007, 12:54 PM
Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk, birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. "Kullanılmış kağıt var mı bayan?" Meşguldüm.Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada gözüm ayakkabılarına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi. "İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım" dedim. Birşey demediler. Islak sandaletleri şöminenin önünde izler bıraktı. Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm.Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Oğlan,düz bir sesle sordu:
"Bayan siz zengin misiniz?"
Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım.
"Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim" dedim.
Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi.
"Fincanlarınızla tabaklarınız takım da" dedi.
Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi. Sonra kağıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi.Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı.Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar. Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım. Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım.Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Küçük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. Onları temizlemedim. Ne kadar zengin olduğumu unutmamak için, onların orada kalmalarını istedim..

Kéan aRs
08-28-2007, 12:55 PM
Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk, birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. "Kullanılmış kağıt var mı bayan?" Meşguldüm.Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada gözüm ayakkabılarına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi. "İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım" dedim. Birşey demediler. Islak sandaletleri şöminenin önünde izler bıraktı. Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm.Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Oğlan,düz bir sesle sordu:
"Bayan siz zengin misiniz?"
Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım.
"Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim" dedim.
Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi.
"Fincanlarınızla tabaklarınız takım da" dedi.
Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi. Sonra kağıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi.Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı.Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar. Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım. Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım.Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Küçük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. Onları temizlemedim. Ne kadar zengin olduğumu unutmamak için, onların orada kalmalarını istedim..

Kéan aRs
08-28-2007, 12:55 PM
Satılık Köpek Yavruları" ilanının altında küçücük bir çocuğun kafası gözüktü.

Çocuk dükkan sahibine sordu;
"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"

Dükkan sahibi;
"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi.

"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk, "Bir bakabilir miyim yavrulara?" Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve kulübeden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu.

Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu; "Bunun nesi var?"

Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı.

Küçük çocuk heyecanlanmıştı. "Ben bu yavruyu satın almak istiyorum."

Dükkan sahibi;
"Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan, o yavruyu sana bedava veririm."

Küçük çocuk birden sinirleniverdi.

Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak; "Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında, size şimdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent olarak tamamlayacağım."

Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı; "Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiç bir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.

Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip tatlı bir sesle,

"Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var" dedi.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:55 PM
Küçük bir zenci çocuk, kentin büyük sergisinde bir satıcının elindeki
balonları seyre dalmıştı. Her renkten ve her biçimden balonlar ışıl ışıl
boşlukta parlıyordu.

Derken aniden kırmızı bir balon, kazara kurtularak havada uçtu, uçtu, uçtu ve
sonunda aşağıdan seçilemeyecek denli yükseldikten sonra gözden kayboldu. Bu
manzarayı seyretmek için öyle bir insan kalabalığı toplanmıştı ki satıcı bir
tane daha bırakmanın iyi bir reklam olacağını düşünerek havaya parlak sarı
renkte bir balon daha bıraktı. Arkasından bir tane de beyazını çözdü.

Küçük zenci, olduğu yerden büyük bir hayranlık içerisinde, ardı arkasına uçan
balonları bir süre daha seyrettikten sonra:
"Baloncu amca" dedi. "Acaba bir de
siyah renk bıraksaydınız, ötekiler kadar yükselir miydi?"

Baloncu amca anlayışlı bir bakışla çocuğa gülümseyerek,siyah renkli bir balonu
boşluğa doru bırakırken yanıt verdi:

"Yavrum bizi yükselten, dışımızdaki renk değil, içimizdeki cevherdir"

Kéan aRs
08-28-2007, 12:56 PM
“Cehennem Nişanı”nda beş sandaldık. Güzel bir Ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki hayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor.

Otuzsekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayalara yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit baba dönermi avdan. Pırıl pırıl, eleğimsağma rengi pullariyle ağır ağır, muhteşem, bir İlkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kimbilir. Altunu, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp yanıp sönen sarayını özlemiş acele mi ediyordur.

Sinağrit baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir. Sinağrit baba ne oltalar koparmıştır.

Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken; dahi eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos”un bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisimi muhteşem bir sofraya kurmalı bu zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir kıllı mahluka (yaratığa) kendisini teslim etmeli.

Sinağrit baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur; kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, o fıkaradır ama kibirli değildir. Sinağrit baba fıkaralıkta gururu sever, öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı “Hasan”dır. Geç. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit baba cesur insanlardan hoşlanır. Bir başka oltaya baş vurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit baba. Geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmağa değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis oltasını hızla topladı.

“Vay anasını be Nikoli,” dedi, “iğneyi dümdüz etti.”

Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğiyle sarsmakta olan Sinağrit baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fıkara idi. Kibirli idi de. Sinağrit baba kibirli fıkarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsan oğlunda o başka bir şey, gurura benziyen şey, yerinde bir gurur, o da değil, insan oğlunun insanlığından, ta saçının dibinden oltasını tutuşundan beliren, istiyerek olmıyan, ama pek istemiyerek de gelmiyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fırdöndüsünden alıp gidemezdi.

Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.

Sinağrit baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saraymeydanı seyrediyordu. Oltalar gitgide çoğalıyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan onbeş tane fener vardı. Ötede kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarıya çıkarlarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı. Sinağrit babaya büyüyen gözleriyle “bizi kurtar şu lanetlemeden,” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu mu idi, tamamdı. Ama hiçbirini kurtaramıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemiyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman bu hareketin bir neticesi ve faydalı olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?...

O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit baba büyük gözleriyle kendisini yakalıyana sevinçle baktı. Sinağrit baba etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilmediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde : Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinağrit babanın adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim görmediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihli yaver gitmiş birisi idi. Kimdi, ne idi: Sinağrit baba da bilemezdi. Ama, belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam, o kadar talihli idi ki daha, iki yüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit baba yakalanır mıydı: Sinağrit baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.. Sinağrit baba son nefesini, böylece bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:56 PM
Hafif sisli bir havada ve güneşin apartmanların arasından yeni yeni güne merhaba dediği bir saatte, vapura dogru ilerleyen genç adam; jeton gişesinde, yaklaşık iki ay önce ayrıldığı kız arkadaşını görür ve titrek bir "merhaba" ile konuşmaya başlar. Bu konuşmalar vapurda da devam eder.

Adamın; "Hava o kadar da soğuk değil, dışarıda oturalım mı?" sorusuna, kızın "Olur" cevabı vermesiyle birlikte vapurun en üst katına doğru yol alırlar.

Birkaç dakika havadan sudan muhabbetlerle geçtikten sonra, adam kıza bir sigara uzatır ve kendisine de bir tane alır. Daha sonra, genç adam birden lafa girer:

- Biliyorum, bu konuları daha önce hiç konuşmadık ya da konuşamadık diyeyim.Merak etme ama, "Neden ayrıldık biz" sorusunu sormayacağım. Sadece sana söylemek istediğim birkaç şey var, onları konuşmak istiyorum.

Genç kız; adama bakarak, - "Evet seni dinliyorum, devam et" dedikten sonra adam, konuşmasına kaldığı yerden devam eder:

- Biliyor musun? Ayrıldıktan sonra, seni sigaraya benzetmeye başladım.

Kız, hiç tahmin etmediği, alakasız bir konuyla lafa girmesinin verdiği şaşkınlıkla,

"Ne? Nasıl yani?" der.

Adam, önce kıza uzattığı sigarayı ve sonra kendi sigarasını, çantasından çıkardığı çakmak ile yaktıktan sonra:

- Mesela bir tane sigara yakıyorum ve kül tablasına koyup izlemeye başlıyorum. Kül tablasına dökülen külleri gördükçe; anılarımız aklıma her biri kül olup acılarıma dönüşüyor sonra. Arada bir elime alıyorum sigarayı ve içime çekiyorum seni. Kendimi zehirlemek için; daha çok, daha çok çekiyorum. Bazen de anıları silkiyorum kül tablasına. "Sen zehiri" hoşuma gidiyor, içimi acıtıyor, vazgeçemiyorum; içime çekmeye devam ediyorum. Ağzımdan çıkan her dumanda, ayrılırken bana bıraktığın; son bakışının silueti beliriyor. Her sigaranın olduğu gibi, senin de sonun yaklaşıyor. Ve ben yavaş hareketlerle; ne zaman seni söndürmek için, elimi götürsem kül tablasına, aptalca bir umutla "Ne olur yapma!! " diyeceğin zamanı bekliyorum. Ama hiçbir zaman duyamıyorum sesini. "Ve işte bitirdim seni" diyorum. Hayır hayır kendimi kandırıyorum galiba, "Seni böyle bitiremem" diyorum sonra. Ama bakıyorum kül tablasına; evet! Sen oradasın, evet! Anılar orada. Ancak, elimde hala kokun var. Yıkasam da, hiç çıkmayacak bir koku. Anlıyorum ki; bu sigarada, senin çok az bir kısmını bitirmişim. Senden bağımsız bir sen, hep içimde yaşıyormuş. Ve anlıyorum ki, sadece sönüyorsun. Seni atesleyecek bir "Ben" bekliyorsun sabırla. O "Ben", çok da bekletmiyor seni. Bir daha yanmaya başlıyorsun. Anılar acılar derken yine bitiyorsun. Yeniden yanıyor ve bitiyorsun. Bu hep böyle devam ediyor; sonunda alışkanlık oluyorsun.

Genç kız anlatılanları dinlerken; tarif edilmeyecek bir duygu yoğunluğu içindeydi. Bir yandan, birisinin bu kadar acı çekmesine üzüntü duyarken; diğer yandan da, kendisinin hala unutulmamış olmasından, haz alıyordu. Aslında kendisi de unutamamıştı genç adamı. Kendi isteğiyle ayrılmıştı ama; sevmediği ya da artık bir şeyler hissetmediği için değil, en yakın kız arkadaşının da, o insana karşı bir takım duygular beslediği için gerçekleşmişti bu ayrılık. Bunu; ne erkek arkadaşı, ne de en yakın arkadaşı biliyordu. Erkek arkadaşına, "Bu ilişkide bir şeyler eksik, ben daha fazla sürdüremeyeceğim, ayrılmalıyız." diye bir mesaj atarken; kız arkadaşına, "Ilgisiz bir sevgili olmaya başlamıştı günler geçtikçe; çok bunalmıştım. Ve bir gün onu, başka biriyle sarmaş dolaş gördüm. Bu yüzden ayrıldım." demişti. Böylece, hem erkek arkadaşından, kendine göre, makul bir sebeple ayrılmış; hem de arkadaşına, erkek arkadaşını kötüleyerek, ondan soğumasını sağlamıştı. Kendisinin çok acı çekeceğini bile bile, arkadaşını kaybetmemek için, böyle bir yalanlar zincirine başvurmuştu. Artık hayatını,bu yalanlara göre düzenlemeliydi. Bu yüzden; bu karşılaşmalarında duygularını bir tarafa bırakıp, mantığı ile karar vermek zorundaydı. Geri dönüşü yoktu ve kız da bunun farkındaydı. Bütün ayrıntıları, olası bir karşılaşma için düşünmüştü daha önceden. Adamın anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve sözünü bitirmesini bekliyordu. Ve adamla göz göze gelip, "Bitti, bu kadardı!" dermişçesine bakmasından sonra, kız konuşmaya başladı:

- Açıkçası bu söylediklerin, hiç beklemediğim şeylerdi. Benim, bu açıklamalarına bir yorum yapmamı bekleme. Çünkü bunlar; senin kendi düşüncelerin. Her biten ilişkiden sonra, yaşanabilecek duygulardan bu anlattıkların. Sunu söyleyebilirim ama; yaşadığımız ilişkide, elimden gelen fedakarlığı gösterdiğime inanıyorum. Seni hiçbir zaman suçlu görmedim, herşey benden kaynaklıyordu. Sonuç olarak, bir şekilde bu ilişki yürümedi ve bitti. Bu kadar basit.

- Bu kadar mı yani?

- Evet...

Genç adam şok olmuştu. Belki, daha ılımlı bir yaklaşım bekliyordu kızdan. Ancak, kesin ve kararlı konuşmuştu kız. Hiçbir umudun kalmadığına, kendini inandırmaya çalışıyordu. Vapur yanaşmışti iskeleye. Tek bir kelime bile konuşmadan vapurdan indiler. Iskelenin sonunda; genç kız, adama sarılarak "Hoşçakal" dedi. Ancak adam, ayrılırken ne sarılmıştı kıza, ne de bir kelime çıkmıştı ağzından. Bir heykel gibi duruyordu kızın karşısında. Kız da, bir tepki gelmeyince; hızla oradan uzaklaşmayı tercih etti. Arkalarına bile bakmadan ayrıldılar. Kız, işyerine ulaştı. Yerine oturduktan hemen sonra, cep telefonuna bir mesaj geldi. Mesaj, eski sevgilisindendi ve söyle yazıyordu:

- "Hep bu karşılaşmayı ve sana sigara hikayesini anlatacağım günü beklemiştim. Ve o gün, gözlerimin içine bakıp; söyleyeceklerine göre, hayatıma bir yön çizeceğime..."

Genç kız, bu mesajdan hiçbir anlam çıkaramamıştı. Bu mesajı düşünürken; bir mesaj daha geldi:

- "... kendi kendime söz vermiştim. Bugün duyduklarım; beni hayal kırıklığına uğrattı ve ben kararımı verdim:"

"SİGARAYI BIRAKTIM..."

Kéan aRs
08-28-2007, 12:56 PM
Özel kadınlar; her girdikleri ortamda erkeklerin hemen dikkatini çeken, gizemli,
her zaman bakımlı, zor elde edilen, her an avucunuzun içinden uçup gidecek
intibayı veren, fazla konuşmadıkları için iç dünyalarını bilemediğiniz
kadınlar...

Sıradan kadınlar ki etrafımızda sayıca çoğunlukta bulunan, kendilerine
ayıracaklari vakti genelde başkaları için harcamayı adet edinmiş, kuaföre sadece
özel günlerde giden, hiç kimsenin kolay kolay ilgisini çekmeyen, ismi üstünde
sıradan kadınlar...
Kolayca aşık olabilen, terk edildikleri zaman günlerce yataktan çıkmayan sıradan
kadınları, erkeklerini kolay kolay hayal kırıklığına uğratmayan, ama kolay mutlu
edilebilen kadınlar olarak da özetleyebiliriz.

Sıradan kadınlar özel kadınlara göre çok daha güçlüdür.Sevebilen, sevgilerini
göstermeyi esirgemeyen,kendilerini olduğundan farklı göstermeyi beceremeyen bu
kadınlar, kayıtsız şartsız bağlılıklarıyla erkeklerinin her dönem yanındadır. Bu
sağlamda her erkeğin sıradan bir kadına ihtiyaç duyduğu söylenebilir.

Halbuki özel kadınlar özel günler içindir. Hiçbir erkek ekonomik darboğaza
girmiş şirketiyle boğuşurken, evde onu özel bir kadının beklediği düşüncesiyle
yanıp tutuşmaz.

Sıradan kadınların çoğunluğu özel kadınlara özenir, onlar kadar dikkat çekici
olmayı hayal eder, tıpkı özel kadınların içten içe sıradan bir hayat arzulayıp
gerçekleştiremedikleri gibi.

Sıradan kadınlar çok özeldir, sıradan yasamayı kabullendikleri ve aslında hiç
keşfedilemedikleri için...

Bu yazıyı okuyan bir erkeğin notu :

Bu nedenlerle erkekler sıradan kadınlara sahip olup, hayatları boyunca onun
aslında çok özel olduğunu fark edemeden hala o özel kadını arar dururlar...

Kéan aRs
08-28-2007, 12:56 PM
Genç kız nihayet uyanmıştı. Tüm gece boyunca uyumuştu. Gözlerini ovuşturdu. Elbiselerini düzeltti. Şaşkındı.

- Neredeyim ben? Siz kimsiniz?

- Demek dün gece neler olduğunu hatırlamıyorsun?

- Çok içtiğimi hatırlıyorum o kadar...

- Evet, kapıyı sana açtığımda çok sarhoştun gerçekten. Kapıyı açar açmaz bana ilk söylediğin söz suydu:

"Ben Tanrı'nın hediyesiyim" Genç kız bu söz karşısında utancını gizleyemiyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Şaşkınlığını biraz olsun gizlemek için:

- Peki ya sonra ? dedi.

- İşin doğrusu ben Tanrı'dan böyle bir hediye beklemiyordum. Şaşırdım bir an. Gerçeği arayan birisine senin gibi bir serabın gösterilmesi doğal gelmedi bana. Ben bunları düşünürken sen de şu anda yattığın yerde sızıp kaldın zaten.

- Dün geceden beri yerde mi yatıyordum? Diye sordu şaşkınlıkla.

- Evet, düşüp sızdığın yerden kaldırmadım. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrı'nın seni almasını bekledim. Ama görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrı'nın hediyesisin böyle?

Ferda sitem dolu bir utangaçlıkla:

- Lütfen benimle alay etmeyin, dedi.

- Alay etmiyorum. Sadece seni anlamaya çalışıyorum. İstersen önce sana bir kahve yapayım da kendine gel. Kemal kahveleri getirdiğinde Ferda biraz olsun kendine gelmişti. Üzerindeki yabancılığı atmaya, doğal olmaya çalışıyordu.

- Benim adim Ferda. İki sokak ilerideki sitelerde oturuyorum. Dün gece için özür dilerim. Arkadaşlarla yasadığım bir çılgınlıktı o kadar. Çok utanıyorum.

- Ben de Kemal. Bu evde tek başıma yaşıyorum. (Bir an duraksadı Kemal). Senin hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun değil mi?

- Biraz öyle...

- Hiç... Hiçbir şey düşünmedim.

- Neden?

- Özel olarak hiçbir insan üzerinde düşünmem pek.

- Gecenin yarısında kapını çalıp evinde yatan bir kız hakkında bile mi?

- Evet...

- Çok garip bir insansın.

Kemal sustu... ve sonra

- Söylesene maskeli bir baloda insanların gerçek yüzlerini tanımak mümkün müdür sence?

- Tabii ki değil.

- İşte şu toplumda gördüğün bir çok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yaşıyorsunuz. Su toplum maskeli bir balodan farksızdır bence. Hem de zamana, kişilere ve olaylara göre her an değişen maskelerin kullanıldığı bir balo... Bu yüzden pek anlamlı gelmiyor bana insanlar üzerinde düşünmek.

- Kendini soyutluyorsun insanlardan.

- Öyle de denebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düşmanıdır bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir şey almamayı yeğliyorum. Buna rağmen her şeyimi vermeye de hazırım onlara.

- İnsanların sevgisini de reddeder misin, örneğin?

- En başta onu. Bugünün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.

- Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki...

- Bunda yanılıyorsun. İnsan sanıldığının aksine sevilerek değil severek yaşar. İnsan sevilmek ihtiyacında olan zayıf bir varlık değildir. Kısacası sorun bence sevilmek değil sevmektir.

- Sevdiğin halde sevilmiyorsan?

- Sevilmek senin sorunun değil onun sorunu. Bence sevmek bir insanı kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanin içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginleştirir, sevilmek değil. Bunu evreni kapsayacak şekilde de düşünebilirsin.

- Nasıl yani?

- Evrensel anlamda sevmek kainatı kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kainatta seyretmektir. Ferda'nın kafası karışmıştı. Hiç bu kadar derinlemesine düşünmemişti sevgi üzerine.

Bunu fark eden Kemal:

- Bunları bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düşünürsen umarım anlayabilirsin. Şunu unutma ki insanlık bugün ikinci tas devrini yaşıyor. Birinci taş devrinde insanlar yumuşacıktı. Sevgi sayesinde her şey yumuşacıktı. Sadece evleri ve aletleri taştandı. Simdi ise her şeyimiz yumuşacık, yüreklerimiz taş gibi. Hatta taştan da katı. Çünkü öyle taslar vardır, üzerlerinde otlar yetişir ve öyleleri de vardır ki... Kemal'in gözleri nemlendi bunları söylerken. Yılların acılarını, ihanetlerini, buruklukların, kelimelere döküyordu aslında. Ağlamaklı bir hale dönüşüyordu sesi kesik kesik...

Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat şeridi geçti Ferda'nın gözleri önünden. Eğer Kemal'in anlattıkları doğruysa sevgi hiç olmamıştı hayatında. Bir anda gözleri duvarda bir çerçevede olan mısralara takıldı:

"Donuk sevgiler çağındayız Sıcak sevgiler cehennemde yanıyor Sevgi... Yaşanmayacak kadar güzel, Fark edilmeyecek kadar sade, Duyulmayacak kadar doğaldır."

Kemal duvarda ağlayan bir çocuk portresi gösterdi Ferda'ya:

- Biliyor musun bir çocuğa verilecek en değerli besin şefkattir. Ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu işte şu insanları görürsün karşında... Şefkat ve cesaret kurbanları... Kimileri aşırı şefkatin yanında cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kırılırlar. Dünya çok acımasızdır öylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yoğunlaşırlar ki bazen şiddetli bir arzuyla birine doğru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti öğrenememiştir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayı bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yıkılıverirler. Dünyayı titretecek cesareti taşıyan bu insanlar kalplerine dokunan bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve su sözleri duyar gibi olursun onlardan: " Dağ düştü üstümüze Yıkılmadık ama İnsan değdi tenimize Acısı yıktı bizi...! Cesaret onları o kadar sertleştirmiştir ki sevdikleri insanı kolları ile kalpleri arasında neredeyse öldürür.

Kemal sustu birden. Ferda bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Çözmek istiyordu Kemal'i.

- Niye sustun?

- Bana ne şefkati öğrettiler nede cesareti.

- Ama tüm bunları biliyorsun sen

- Nasıl olduğunu merak ediyorsun değil mi, anlatayım. Bir an durdu sonra:

- İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.

- İnsanlar bu kadar acımasız mi? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç?

- Bırak sevgilerini gülmeleri bile doğal değil onların. Seni senin için değil kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki hayran olmamak elde değil biliyor musun? Sevgi ve ihaneti sanatsal bir uyarlamayla o kadar güzel sahneye koyarlar ki son sahnede öleceğini bile bile seyredersin oyunu. Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarından sevgi sözcükleri yükselir. Yapacağın tek şey gözlerini kapatıp sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin sağanak yağmuru altında ölümü beklemendir. Anlıyor musun?

- Sen sevilmekten korkuyorsun

- Belki...

- Neden? - Neden mi? Ben her insani kalbime misafir edebilirim, sevebilirim yani. Kalbimden eminim çünkü. Sevdiğim insani rahatsız edecek hiçbir şey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karsılaşacağımı. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bunlardan haberdar mı?

- Fikirlerimi alt üst ettin. Her şey karıştı. Sevmek sevilmek, nefret sevgi... Hatta şu ana kadar gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünüyorum.

- Aslında sana anlattığım her şeyi kendinde bulabilirsin.

- Nasıl?

- Kendini tanıyarak... Yalnız kaldığın anlarda...

- Yalnızlıktan kaçmışımdır hep...

- Yalnızlıktan kaçmak kendinden kaçmaktır. Bir düşünsene, doğarken de yalnızsın, ölürken de. O halde yasarken yalnızlıktan kaçmak anlamsız değil mi?

- Yalnızlıkta insan ne bulabilir ki sıkıntı ve boşluktan başka?

- Kendini gerçekten tanıyabilseydin uzaydaki derinlikten daha derin bir iç uzayın olduğunu görebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra başına geçip ağıt yakıyoruz... Benliğindeki zenginliği fark etseydin dünyada ikinci bir insan aramazdın biliyor musun?

- Anlamadım!

- Dünyada bir tek kişi vardın aslında. O bir tek kişinin içinde beş milyar insan.

- Benliğim bu kadar kalabalık mi?

- Evet. Benliğin tüm varlığın merkezidir. Tüm acılar ve sevinçler yüreğinde gizlidir senin. Ölenleri yüreğine gömdüğün gibi doğacak çocuğun kalbi de senin içinde atar. Hem acıyı hem sevinci yaşarsın iç içe, yan yana... Hatta o kadar acı çekersin ki acı, acı olmaktan çıkar...

- Sözlerin çok karışık.

- Belki haklısın bu konuda. Bazı insanlar başlı başına paradokstur. Düşünceleri de öyle. İnsanlar paradoksal düşünmeye alışık değiller. Bu yüzden anlaşılmıyoruz. Zaman bir hayli ilerlemişti. Ferda izin istedi. Zihni o kadar dağılmıştı ki hiçbir şey söylemeden çıktı evden. Bütün gece boyunca Kemal'in sözleri ile uğraştı Ferda. Bazen onu anladığını düşünüyor, bazen saçmaladığına karar veriyordu. Her şeye rağmen hayranlık duyuyordu ona. Ara sıra arkadaşlarına anlatmak istiyordu onu. Ama kimsenin anlamayacağından emindi. Günler geçiyor, yüreğinde Kemal'e, karşı konulmaz bir sevgi taşıdığını hissediyordu Ferda. Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi. Aylar geçmiş ama bir türlü ona gitmeye karar verememişti. Çekiniyordu. İnsanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kızı ciddiye alır miydi? "Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölmüş değildir hiçbir zaman". Evet, bu söz de onun değil miydi? Nihayet karar verdi Ferda. Gitmeli ve ona sevdiğini söylemeliydi.

Ferda Kemal'in evine gittiğinde büyük bir şaşkınlık geçirdi. Evde kimse yoktu, taşınmıştı... Evin bekçisi yaklaştı Ferda'ya:

- Kızım, adinizi öğrenebilir miyim?

- Adım Ferda, Kemal Bey taşındı mi?

- Evet kızım, taşındı. Ve kimseye söylemedi nereye gittiğini, bana bile. Bir mektup bıraktı sana. Gelirse verirsin dedi. Ferda mektubu aldı. Tereddütlü adımlarla evine gitti. Yıkılmıştı. Derin bir boşluk hissetti yüreğinde. Birden ümitle doldu yüreği. Belki de onu yanına çağırıyordu.

Sabırsızlıkla mektubu açtı. "Ey sevgili, Seni sevip sevmediğimi söylemeyeceğim. Ama sevgiyi öğretebildim sana sanırım (ne kadar öğretilebiliyorsa). Dilerim kalbine kalbimden verdiğim şey yüreğinde yeşerip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksın, ne de ben sende. Sen beni kendinde, ben seni kendimde bulmuş olacağım. O zaman hiç ayrılmayacağız.

Sakin sevgimle seni tuzağa düşürdüğümü sanma. Sevgi hayatin hem çekirdeği hem de meyvesidir. Bir ağaç, meyvesiyle seni kendine çağırıyorsa bu bir aldatma sayılmaz. Unutma ki ağaç meyvesine çağırır, kendisine değil.

Ey sevgili, Sen bir sığınak arıyorsun ama ben durulmaz bir fırtınayım. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen olmayacak bir barışı arıyorsun. Bense tüm kötülüklerle savaşmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun. Ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yıldızlara sığınmak istiyorsun. Bense kendimi yeryüzüne karşı sorumlu tutuyorum. Sen bir ağacın gölgesine sığınıp yaşamak istiyorsun. Bense ülkemi arıyorum. Yolları aydınlık, insanları ümitli ve huzur dolu olan bir ülke. Sen bende kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun, bense haykırıyorum.

Sakin unutma:

Kalbim paylaşılamayacak kadar senindir. Seninle bile. (Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?)

Kéan aRs
08-28-2007, 12:57 PM
Adam yorgun argın eve döndüğünde, beş yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş.

Çocuk babasına; "Baba, bir saatte ne kadar para kazanıyorsun?" diye sormuş.

Zaten yorgun gelen adam; "Bu senin işin değil" diye yanıtlamış.

Bunun üzerine çocuk; "Babacığım, lütfen bilmek istiyorum" diye yanıt vermiş.

Adam, "İllaki bilmek istiyorsan 20 dolar" diye yanıt vermiş.

Bunun üzerine çocuk, "Peki bana 10 dolar borç verir misin?" diye sormuş.

Adam iyice sinirlenip "Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok.
Hadi derhal odana git ve kapını kapat" demiş.

Çocuk sessizce odasına çıkıp, kapısını kapatmış.

Adam sinirli sinirli, "Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder?" diye düşünmüş. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmis ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını anımsamış. Belki de gerçekten lazımdı, o para.Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış.

Yatağında olan çocuğa "Uyuyor musun?" diye sormuş.

Çocuk, "Hayır" diye yanıtlamış.

"Al bakalım istediğin 10 doları. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" demiş.

Çocuk sevinçle haykırmış; "Teşekkürler babacığım"

Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış.

Bunu gören adam iyice sinirlenerek; "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun. Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok" demiş.

Çocuk, "Ama yeterince yoktu" demiş ve paraları babasına uzatarak "İşte 20 dolar. Bir saatini alabilir miyim?" demiş )

Kéan aRs
08-28-2007, 12:58 PM
Delikanlı yiyecek bir şeyler almak Burger King standına yaklaşınca, standın
arkasındaki bir kız dikkatini çekti. Siyah saçlı,beyaz tenli genç kız,
müşterilerine siparişlerini verirken daima güleryüzlü, sıcacık bir şekilde
hizmet veriyordu. Nur yüzlüydü. Delikanlı bu kızdan çok etkilenmişti. Neredeyse
ilk bakışta aşık olunabilecek bir kızdı. Yaşı olsa olsa 17-18 idi. Siparişleri
yetiştirebilmek için bir o yana, bir bu yana koşuşturuyordu. Bu arada yüzündeki
gülücükler hiç eksik olmuyordu.

Delikanlı standa iyice yaklaştı. Özellikle de genç kızın olduğu standa
gelmişti. Genç kız ona siparişini sorduğunda, elindeki kağıdı ona doğru uzattı.
Kağıda ne almak istediğini yazmıştı: "Bir Tavuk Burger menü, Sprite, bir ketçap
ve bir acı sos istiyorum, lütfen." Genç kız delikanlıya biraz buruk ama
yüzündeki gülümsemeyi hiç kaybetmeden "-Hemen efendim" dedi. Ardından da
"150.000TL fark ödeyerek büyük seçim ister misiniz?" diye sordu. Delikanlı ise
"Hayır" anlamında başını salladı. Kredi kartını uzatıp hesabını ödedi.
Siparişlerini alıp uzaklaşırken "Teşekkür ederim" misali bir gülücük attı kıza.
Tavuk Burgerini alıp masasına giderken, arkasına baktığında, genç kızın tatlı
bir gülümsemeyle arkasından bakmakta olduğunu farketti. Belli ki kendisi sıradan
bir müşteri olmamıştı. O gün yemeğini yerken,genç kızla bir iki defa göz göze
geldi. Her ikisi de bundan gayet hoşnut olmalıydı ki, birbirlerine bakarlarken,
yüzlerindeki gülümseme hiç eksik olmamıştı.

Delikanlı akşam eve döndüğünde aklı genç kızda kalmıştı. Göğsündeki plakadan
kızın adının Selma olduğunu öğrenmişti. Aslında delikanlı konuşabiliyordu,ama
neden böyle bir şey yaptığını da anlamamıştı. Yine de hiç renk vermemiş, bu oyun
hoşuna gitmişti. Sanırım Selma'dan hoşlanmıştı.

Aradan iki gün geçmişti. Tekrar Bakırköy-Galleria'ya gitmiş ve yine elinde
bir kağıtla doğruca Burger King'e gitmişti. Bu sefer kağıdın başına "Merhaba
Selma" demeyi unutmamıştı. Selma'nın olduğu kasaya gitti ve gülümseyerek kağıdı
ona uzattı. Genç kız onu gördüğünde hayli sevinmiş bir halde kağıdı aldı;
"Merhaba, hoş geldiniz" diyerek siparişini hazırlamaya koyuldu. İki gün önceki
durumu arkadaşlarına anlatmış olacaktı ki, herkes onlara bakıyordu. Siparişi
hazır olunca, tekrar kredi kartını uzattı ve hesabı ödedi. Selam vererek oradan
ayrılıp, masalardan birine oturdu. Bu durumun gün geçtikçe hoşuna gitmeye
başladığını farketti. Gerçi daha önce aynı yerden alışveriş yapmıştı ama
Allah'tan kimse bunun farkına varmamıştı.

Bir yandan sevinirken,diğer yandan genç kıza karşı dürüst olmadığını
üzülmüştü. Aslında kötü bir niyeti yoktu. "Bakalım nereye kadar sürecek" diyerek
bunu devam ettirmeye karar verdi. Galleria evine yakın olduğu için sürekli oraya
gidiyordu.

Bu durum iki hafta bu şekilde sürdü. Ama artık sipariş için kağıt uzatmasına
gerek kalmamıştı. Selma'yı gördüğünde, doğrudan onun yanına gidiyordu. Selma da
sanki onu beklermiş gibi, karşısında onu görünce birden gözleri parlıyor, hemen
"Hoş geldin" diyordu. Delikanlının kağıdı uzatmasına fırsat vermeden "Bir tavuk
Burger menü, normal seçim, sprite, ketçap ve acı sos...; hemen hazırlıyorum." Bu
durumdan her ikisi de çok memnun görünüyordu. Delikanlı kısa zamanda Burger
King'de tanınan biri haline gelmişti.

O gün siparişini aldığında genç kıza bir kağıt uzattı ve oradan ayrıldı.
Masalardan birine oturduğunda, Selma'nın küçük not kağıdını okuduğunu gördü:

"Özür dilerim Selma. Beni lütfen yanlış anlama. Eğer yemek paydosun
varsa,biraz beraber oturabilir miyiz? Bu teklifimi kabul edersen çok mutlu
olurum."

Selma notu okuduktan sonra Emre'ye bakarak "Evet" anlamında başını salladı.
Eliyle de "Yarım saat sonra" diye işaret yaptı. Bunu gören Emre çok sevinmişti.
Kısa bir süre sonra da Selma'nın kendisine doğru geldiğini görünce, eli ayağının
birbirine dolandığını hissetti. Çok heyecanlanmıştı. Nasıl davranacağını
bilemiyordu. Her ne kadar bu oyunu kendisi başlattıysa da, işin buralara
varabileceğini tahmin etmemişti. "Acaba nasıls davransam" diye düşündü. Selma o
kadar tatlı, o kadar sıcakkanlı biriydi ki, onu kesinlikle kırmak, üzmek
istemiyordu. Yine de şimdilik hiçbir şey açıklamamaya karar verdi. Selma gelip
de yanına oturduğunda, 'ağzımdan bir şey kaçırırım' diye çok korkuyordu. Umarım
kendisini tanıyan biri çıkmazdı. Bu arada selma gelmeden cep telefonunu da
kapatmış ve saklamıştı.

Fazla zamanı yoktu genç kızın. Şefinden ancak yarım saat için izin
alabilmişti. Masanın üzerine kağıt kalem koymuştu Emre. Genç kız konuşarak biraz
kendisinden bahsetti. 18 yaşına yeni girmişti. Üniversite sınavına
hazırlanıyordu. Dersane parasını ödeyebilmek ve ailesine yük olmamak için de
burada çalışıyordu. Fındıkzade'de oturuyordu. O da delikanlı gibi sigara
içiyordu. Birer sigara yaktılar. Delikanlı kağıdı, kalemi alıp kendisiyle ilgili
bir şeyler yazmaya başladı. 25 yaşındaydı, üniversiteden mezun olalı birkaç yıl
olmuştu. Genç kızın üniversiteye hazırlandığını öğrenince, belki yardımcı
olabilirim diye düşündü. Ancak daha sonra bunu açıklamaktan vazgeçti. Öyle ya,
konuşamıyordu. Ona nasıl yardımcı olabilirdi ki! Bu yüzden üniversite mezunu
olduğundan bahsetmedi. Yazdığına göre herhangi bir yerde çalışmıyordu.

Bu şekilde yaklaşık yarım saat konuştuktan sonra, Selma kalkması
gerektiğini söyledi. İki gün sonra Pazar günü tekrar buluşmak üzere ayrıldılar.
Aslında bir işi vardı ve o gece de işe gidecekti. Birkaç yıldır turistik bir
otelde çalışıyordu.

Pazar günü buluştuklarında delikanlı durumu açıklamaya karar verdi. Günden
güne ondan hoşlanmaya başlamıştı ve bu yüzden onun duygularıyla oynamak
istemiyordu. Çünkü bu durum ileride daha kötü sonuçlar doğurabilirdi. Hem daha
ne kadar saklayabilirdi ki! Ya da neden saklama gereği duysun. Artık arkadaş
olmuş,çıkıyorlardı. Ayrıca kendisi henüz söyleyemeden, Selma bu durumu
başkasından öğrense; işte o zaman çok kötü olurdu.

Kışın en soğuk günleri yaşanıyordu. Delikanlı arabasına binip, Selma'yla
buluşacağı yere erkenden gitti. Bu soğukta onu bekletmek istemiyordu. Oraya
vardıktan kısa bir süre sonra Selma da geldi. İlk defa biniyordu Emre'nin
arabasına. Kağıt kalem her zamanki gibi hazır duruyordu. Sinemaya gitmeye karar
vermişlerdi. Sinemada "Meet Joe Black" isminde, Brad Pitt'in oynadığı bir film
gösterimdeydi. Filmi izlerken Emre genç kızın ellerinden tuttu. Selma da başını
Emre'nin omuzuna koymuş,bu şekilde filmi izliyorlardı. Tam üç saat sürmüştü
film. Sinemadan çıkarlarken hava biraz kararmıştı. Saat henüz dörttü ama günler
o kadar kısaydı ki! Çok duygusal ve güzel bir filmdi. Her ikisi de filmi çok
beğenmişlerdi. Filmin etkisiyle öyle mutlu görünüyorlardı ki, eve dönene kadar
hiçbir şey konuşmadılar, yazmadılar. Emre de bu güzel anı bozarım korkusuyla
yine hiçbir şey açıklayamamıştı. Tam o sırada delikanlının cep telefonu mesaj
sinyali verince, yüzü sapsarı olmuştu. Onu arabanın torpido gözünde unutmuştu.
Neyse ki sadece mesaj gelmişti. "Ya telefon çalsaydı" diye düşündü. Selma
Emre'nin telefonunu görünce, o da çantasından bir telefon çıkardı. Telefon
ablasına aitti. Artık eve varmışlardı. Birbirlerine telefon numaralarını
verdiler. Mesaj göndereceklerdi. Vedalaşıp ayrıldılar. Daha arabadayken ilk
mesaj gelmişti: "Seni özledim." Dışarıdaki buz gibi havayı ısıtan sıcacık bir
mesajdı bu.

Tarih 14 Şubat 1998; yani Sevgililer Günü. Emre ve Selma tanışalı iki buçuk
ay olmuştu. Ve genç kız hala onun konuşabildiğini bilmiyordu. Bu şekilde tam iki
buçuk ay geride kalmış, birbirlerine öyle bağanmışlardı ki! Kah cep telefonuyla
birbirlerine mesaj yolluyorlar, kah ellerinde kağıt kalem anlaşıyorlardı.

İki buçuk ay önce, belki de bir muziplik olarak başlayan oyun sayesinde,
bugün birbirlerini çok seven ve her ne olursa olsun ayrılmamaya karar veren iki
sevgili olmuşlardı. Ve delikanlı bu süre içerisinde, bu oyunu biraz da
'Selma'yı kaybederim ' korkusuyla açıklamaya korkmuş, bugünlere kadar
gelmişlerdi.

O gün sevgililer günüydü. Her sevgili gibi onlar için de çok önem
taşıyordu. Kış olmasına rağmen hava o gün çok güzeldi. Kendilerini hemen şehrin
gürültüsünden uzak, kırlarda bir ağacın altına attılar. Güneş ara sıra
bulutların arasından parlayarak ortaya çıkıyor, sanki onları ısıtmak istercesine
çabalıyordu. Ancak onlar zaten birbirlerine sarılarak ısınıyorlardı. Her ikisi
de Sevgililer Günü için hediye almışlardı. Selma üzerinde "Seni Seviyorum"
yazılı, kalp şeklinde kırmızı bir yastık almıştı. Arabasına koymasını istemişti.
Emre ise, camdan yapılmış şeffaf, içinde kurutulmuş kırmızı bir gül bulunan kalp
şeklinde bir biblo almıştı. Yanına da duygularını ifade eden bir mektup
koymuştu:

"Sevgilim,
Şu anda o kadar mutluyum ki, bunu ifade edebilmem mümkün değil. Aslında bir o
kadar da endişeliyim. Bu mutluluğu bozacağımdan korkuyorum. Sana nasıl
anlatacağımı bilemiyorum.(Mektubu okudukça genç kızın yüzünde gittikçe
şakınlaşan bir ifade beliriyordu.) Öncelikle senden özür dilemek istiyorum.
Umarım beni anlarsın. Ne olursa olsun,benim için ne kadar değerli olduğunu
bilmeni istiyorum. Seni işyerinde ilk kez gördüğüm gün, öylesine tatlı duygular
içerisine girmiştim ki, o gün ne yapacağımı şaşırmıştım. Sanırım ne olduysa bu
şaşkınlığım yüzünden oldu. Belki hayatım boyunca normal bir şekilde
yapamayacağım bir şeyi, sırfa sana yakın olabilmek için bu yolla yapma
cesaretine girdim. Şu anda, bu okuduklarından bir şey anlamamış bir şekilde
yüzüme şaşkın şaşkın baktığını tahmin edebiliyorum. Ama ina ki hiçbir kötü
niyetim yoktu. Amacım ne seninle oyun oynamaktı,ne de duygularını incitmek. Her
geçen gün sana ne kadar yakınlaştıysam, sana ne kadar bağlandıysam, içimde de o
kadar yoğunlaşan bir korku oluştu. Çünkü seni gerçekten kaybetmekten korktum.
Ama artık benim için de,senin için de böyle bir haksızlığa dayanamıyorum. Bana o
kadar sevgi dolu yaklaştın ki, hep bu sevgine layık olmaya çalıştım. Senden her
ayrılışımda, her tarafta gülümseyen yüzünü, gülen gözlerini gördüm. İşte ben de
bu gülen gözlerde ve seven kalbinde kaybettim kendimi. Şimdi kendimi bulabilmem
için lütfen yüzüme bak."

Selma, okuduğu mektuptan bir şeyler anlamaya çalışırcasına Emre'nin yüzüne
baktı. Emre Selma'nın ellerini avuçlarına alıp, tüm cesaretini toplayarak genç
kıza:

" Seni seviyorum Selma, seni çok seviyorum. Sevgililer Günün kutlu olsun."
der. Az önceki şaşkınlığı iki kat artan Selma, ne yapacağını, ne diyeceğini
bilmez bir halde Emre'nin yüzüne bakakalır. Emre konuşabilmektedir. Bir an
ellerini Emre'nin avuçlarından çekmek istese de bunu başaramaz. Tam ağzını açıp
bir şey söylemeye yeltenir ki, Emre parmağıyla onun dudağına dokunup, bir şey
söylemesini engeller. Ancak, genç kızın, o her zaman gülen gözlerinden iki damla
gözyaşının akmasına engel olamaz; şaşkınlığın, mutluluğun, sevginin
gözyaşlarına... Birbirlerine sımsıkı sarılarak arabaya doğru yönelirler.

Kéan aRs
08-28-2007, 12:59 PM
"Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı." Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız. Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız.Biz hiç ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız. Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düşlerimizde sessizce. Onları hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa.Gizli bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız.Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç sevgiyle dokunmak birine. Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve avucumuza yanar bir top gibi düşen.Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çoçuk gibi varolduğuna şükrederek.Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel kanıtı.Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yalamln kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla birgün bize hiç lazım olmayacak. Vakit olmaz yaşamak için. Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına.Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz kavgalarda tükenir nefesler. Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda.Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız *******de gözyaşlarımız bizi affetmez. Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç ümit vaad edilmez çorak topraklarda.Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini görmeden kapanır gönül gözü. Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine. Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından.Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için. Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü.Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen. Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan. Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek yaşamın hecelerini yanyana dizer.Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere? Bir kelebek misali yorulur kanatcıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz.*******e düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak. Bırak! Ruhun öldüğü anlaışlsın.Bırak! Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan. Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain, sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri. Kader değildir sevgisiz yaşamak. Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama yine de kutsaldır Ganj. Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka.İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz’in ruhu çırpınır beyaz köpükleriyle yüreğimizde.

Eğer zaman varsa yaşanacak.
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni
Seni düşündükçe
Gül dikiyorum ellerimin değdiği yere.

Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene, söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine..

Kéan aRs
08-28-2007, 12:59 PM
"Bebegimi görebilir miyim" dedi yeni anne. Kucağına yumusak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeginin minik yüzünü görmek için kundağını açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya basladi.

Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmedigi, sadece görünüsü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula basladi. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı.

Hıçkırıyordu... Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; Ağlayarak "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafindan seviliyordu ve oldukça da basarili bir ögrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı.Annesi, her zaman ona

"Genç insanların arasina karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreginde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.Delikanlinin babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

"Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.

Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. Iki yıl geçti bir gün babası "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır" dedi.Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmisti, bir gün babasına gidip sordu:

"Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım... Bir şey yapabilecegimi de sanmıyorum" dedi


Babası, "fakat anlaşma kesin, şu anda ögrenemezsin, henüz degil..."

Bu derin sır yillar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açıga çıkma zamanı geldi... Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavasça annesinin başına elini uzanttı; Kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye dogru itti; annesinin kulakları yoktu."Annen hiçbir zaman saçın kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babasi "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir!
Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir...Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!"

Kéan aRs
08-28-2007, 12:59 PM
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: 'Bir hayat deneyimine katılmak istermisiniz?' Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.

'O zaman' der öğretmen. 'Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin' Öğrenciler bunu da yaparlar. 'Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!'

Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:

'Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.' Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine 'Peki şimdi ne olacak?' der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:

'Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar.'

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: 'Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.' 'Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?'

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 'Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.'

Kéan aRs
08-28-2007, 01:00 PM
Sevgi...

SEVGİYİ TARİF ETMEYE KALKSAM, SENİ ANLATIRDIM DÜNYAYA . . .

Korkunun olduğu yerde aşk yoktur. Cesarettir sevmek. Düzenlere,oyunlara,kötülüklere meydan okumaktır. Sevmek; uzaklaşmaktır yalandan,bencilliği hiçe saymaktır. Bir başka açıdan da inanmaktır sevmek.Gerçekten inanmaktır, tümden inanmaktır. İnsan sevince; sevdiğine bütünvarlığı ile teslim olmamışsa, yeteri derecede sevmemiş demektir. Ve ona kayıtsız şartsız inanmıyorsa, sevgiden bahsetmeye bile hakkı yoktur.

Kıskançlık; inancımızın bütünlüğü ölçüsünde besler aşkı. Şüpheyse öldürür.Şüphenin olduğu yerde inancın yeri olmaz. Sevgiden bahsedilemez orad****ıskançlıksa; kutsal bir duadır, dudağında sevenlerin.

Sevmek; var olmaktır bir bakıma,derinden bakılınca yokluğa benzer.Sevmek bütünlenmektir. Çok seven eksildiğini zanneder,oysa artmaktır sevmek, çoğalmaktır. Çevrenin gözlerimizden silinmesi, önce bir eksilme hissi verir insana. Fakat o her şeyimizi varlığı ile doldurdukça arttığımızı anlarız. O bir tek kazanç, bütün kayıplarımıza bedeldir.

Bir an gelir; her şeyi onunla değerlendirmeye başlarız. O bugün mutluysa yaşamak güzeldir. Kabımıza sığmayız. Şarkılar söylemek gelir içimizden. O kederliyse, gözlerimizde herşey kederlidir artık. Bütün güzellikler bir bir yitirirler anlamlarını. O anlarda ölümü düşünür de, yine ölemeyiz kurtulamamak için.

Yanmaktır, tutuşmaktır sevmek ve yaşadıkça hiç sönmemektir. Dinle, sana sevmenin ne olmadığını söyleyeceğim önce. Ne olduğunu sonra anlayacaksın.

Dinle, sevmek alışveriş değildir. Geometri değildir, aritmetik değildir. En değerli şeydir belki, ama karşılığında hiçbir şey alınmaz. Karşılıksız bir çeke atılmış kuru bir imza değildir sevmek. İskambil kağıdı değildir, zar değildir, bir dilim değildir, hesap pusulası değildir sevmek.

Sevginin bedeli yine sevgiyle ödenir, altınla değil. Sevilmekse; sevmenin mükafatıdır ancak, karşılığı değil. Bir sevgiye eş bir başka sevgi olamaz. Çünkü her sevgi birbirinden büyüktür. Sevgi tartılamaz, sevgi ölçülemez. Sevgi; gram değildir, mesafe değildir. Derinlik sanırsınız, yüksekliktir o. Sevgi; dudak değildir, göz değildir, saç değildir. Sandalye değildir sevgi, yatak değildir, çarşaf değildir. İçki değildir, içemezsiniz fakat herşeyden güzeldir sarhoşluğu. Geçip karşısına seyredemezsiniz, manzara değildir, tablo değildir, heykel değildir. Okuyamazsınız kitap değildir. Bilmece değildir, çözemezsiniz. İsteseniz de içinizden atamazsınız. Kan değildir, kesip damarınızı akıtamazsınız. Siz ağladıkca o güçlenir içinizde. Akmaz, gözyaşı değildir. Kuş değildir uçmaz, çiçek değildir koklanmaz. Bitmez çile değildir. Ne desen o değildir sevmek.

Kéan aRs
08-28-2007, 01:00 PM
Sevgisiz insan, bir gün şans eseri bir çiçek bahçesinde bulmuş kendini, bahçedeki çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre. Bir düzlüğün ortasında mola vermiş bir ara. Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek bir şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan bir ağaç görmüş ve onun yanında bir papatya. Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan ağacın yanında çıkan rüzgara göğüs geriyormuş.Papatya o kadar güzelmiş ki...Sevgisiz insan sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış,
ne yapması gerektiğini bilememiş. Pek tabii bildiğini sanmış... Papatyayı sevmiş, okşamış, rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş oturmuş... Papatya bir süre tekrar dikleşmiş. Papatyanın zarar görmesinden öylesine korkuyormuş ki, böylesi bir güzelliğin sonsuza dek sürmesini, o kadar çok istiyormuş ki... Papatyanın, ellerine dokunduğu her an, onu hissettiği her an kendini dünyanın en mutlu insanı hissediyormuş... Sevgiyi öğrenen adam, gerek papatyayı korumak için gerekse ona olan doyumsuzluğundan dolayı papatyayı koparmayı ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden koparmak ona çok doğru gelmiş çünkü, onu yanında hep koruyabilecek, sevebilecekmiş. Papatyayı hiç düşünmeden çekmiş, koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş, direnmiş. Seven adam anlayamamış bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya. Aklı o zaman neredeymiş, kim bilir...
Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş... Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki, soluk almasını engelliyormuş. İşin garibi adam bunu görsede anlayamıyormuş, papatya soldukça üzerine daha çok titriyor, iyice kapıyormuş güneşini. Sevmeyi yanlış öğrenen adam, en sonunda dayanamamış ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş. Tüm dünyaya ne mutlu.. Ve o salak adama ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen direnebilmiş gücü kalmasa da. Ama bu direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki, o herşeyden çok sevdiği papatya boynu bükük kalmış... Seven adam işte o noktada her şeyi
görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere düşmüş. Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam. Hayatta kendini ilk defa haksız, ilk defa bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak para etmezmiş, üzülmekte. Güneş de hemen fayda etmezmiş papatyaya. Sevmiş adam, bir çiçeğe nasıl davranması gerektiğini görmüş gözündeki perdeler kalkınca... Ağlayarak çiçeğin yanında durmuş, rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama çiçeği ne koparmaya çalışmış bir daha, ne de üzerinde gölge etmeye... Papatya, tekrar mutlu bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik ayakta durana kadar bekleyecekmiş öylece, yakınında olacakmış çünkü, çiçeğin ona ihtiyacı olacağı bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin, papatyasının yanında olacakmış. Seven adam, papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu sonsuza dek sevecekmiş, çiçek isterse uzakta, çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam için değerli olan tek şey varmış, o da çayırda tek başına ayakta durmaya çalışan eşi benzeri olmayan güzellikteki o tek papatya.