mystical_waynak
10-14-2007, 12:08 PM
Kostantiniyye mutlak fethedilecektir.
Onu fetheden komutan ne güzel komutan,
Onu fetheden asker ne güzel askerdir ”
*
Söz nurlu, söz muştulu, pusulası cennetin.
Kim olmazdı neferi sorgusuz kıyametin?
Uğrunda atılacak her adım kutsal idi,
Şehitlik mecburiyet, gazilik ikbal idi.
Bu yüzden nice canlar toplandı sur önünde
Şühedâ duadaydı, olmak için düğünde
Yürüdü akın akın Eyyüp...Bayezit... Fatih,
Hedeflerinde cennet, gönüllerinde fetih
Ne taş ne çamur büktü o güçlü bilekleri,
Ne telaşlı şeytanlar ürküttü yürekleri.
“ Ya Bizans beni alır ya ben onu.”diyerek;
Çağlara yön verdiler cenk gömleği giyerek.
Zafere yürüdüler, evliyalar önderdi.
Hazreti Musa gelip Fatih’e elin verdi,
Deniz boşa bekledi, dağlarda yüzdü gemi.
Gülbank göğü titretti, tekbirler gülle gibi
Ulubatlıya ölüm; sanki düğün bayramdı...
Bayrak şehre sunulan cennetten bir selamdı.
Bizans hiç görmemişti, böyle cengaverleri
Birlikte kutladılar bu mübarek zaferi
Haçlıların aksine, gelenler pek de mertti
Halk çiğnedi serpuşu; sarığa güller serpti
Boğazın sularıyla yıkandı, paklandı ruh,
İmanın süzgecinden geçip duruldu güruh.
Yedi tepe ufkundan güneş bir başka doğdu,
Hilâl yerinden çıkıp kalpleri nura boğdu.
Gelin parmağı gibi minareler, açıp yol,
Semaya seslendiler “ İşte budur İslambol”
*
İslambol: cennetin dünyaya vuran şavkı,
Gören secdeye varır, minnetle anar Hakk’ı.
Yıldızlar huşu ile eğilir şehre doğru
Nüvesine almaya göğe yükselen nuru
Yıldız yerde, ay kalpte, cezbeden bir zarâfet...
Arzdan arşa uzanan ilahi bir keramet.
Alem gördü mü acep; böyle bir ihtişamı?
Ne Roma’sı, Bizans’ı, ne Bağdat’ı ne Şam’ı.
İstanbul, üç kıtanın boğazında gerdanlık,
Tüm şehirlere nispet övmüş, yaratmış Hâlık
Çırpınır Karadeniz, çağıldaşır Marmara,
Birleşir sükun ile İstanbul’un koynunda.
Mehtap suyla öpüşür, su, kürekte nidalar
Sultanın yazmasında oya gibi adalar
Haliç; şehrin göğsüne sokulmuş, şefkat arar,
Kıskanır güneş onu kızıllığıyla sarar.
Boğaz, kuğu boynunu uzatır Marmara’ya.
Rum’un,Sırp’ın, Moskof’un özlemleri buraya.
Haklılar; nasıl böyle bir cevher terk edilir?
Doymayan ömürlerin gözünde kalan şehir.
Her taşından bir tarih sökün eder, dirilir.
Sokakta külhanbeyi, sarayda sultan, vezir
Topkapı, Dolmabahçe, Yıldız, Çırağan, Hıdiv
Kaç hüznü, kaç sevinci, sakladılar kim bilir?
Kanat çırpar martıyla; ölümsüz aşklar orda,
Kızkulesi’nde masum, Küçüksu’da hovarda
Sadâbâd mutlu, mesut, nihaventten çalar saz,
Faytonlarda göz kırpıp yürek hoplatır dilbaz
Kapalı Çarşı, Mısır, kubbelerle münhasır
Bir ucu tarih kokar, diğeriyse muâsır..
İstanbul, adaletin, hoşgörünün yatağı,
Kırk bir çeşit milletin sığındığı otağı,
Öyle bir belde ki o, canlara devâ gibi,
Ordan dem almayanın, günleri hevâ gibi
Yedi tepe, yedi renk, yansıyan hoş sedadır,
İstanbul yüreklerde koskoca bir sevdadır.
*
Öyle bir sevda ki o; taşındığı yürek dar
Umut hüzne sarılmış, şehir gibi tarumar
Öyle bir şehir ki o; devlet içinde devlet
Dinlenmek için şimdi; uykuya etti avdet
Evlerin avlusunda kokmaz oldu leylaklar
Feraceden sıyrıldı, çıplak kaldı sokaklar.
Yerebatan’ın suyu üstünden çekilince,
Yılan saçlı Medusa geziniyor haince,
Al yüzlü Ayasofya; durur mahzun, mükedder,
Böyle ruhsuz bir duruş olmamalı mukadder
Çeşmeler ona keza; suskun bülbüller gibi,
Bıraksan ağlayacak “ Nerde saltanat devri”,
Sadâbâd kayıkları oldu birer heyulâ,
Denizin suyu hırçın, balığı küskün suya.
Bir yanda Koca Sinan, bir yanda gecekondu,
İhtişam ve sefalet ikileminin yurdu.
Zekat, zevk aleminin kafeslerinde mahkum,
Eğleşir “ Laila ” da, söylenişi bile Rum.
Kanlıca’da yoğurt ye, Eminönü’nde balık,
Yok başka dinlendiren, boğuyor kalabalık.
Piyerloti’den bakan karşılaşmaz özüyle,
Şehir sanki sarılmış amerikan beziyle.
Sağda; cami, külliye, solda; türbe, yatır var
Üstte yabancı müzik, altta; disko, kafe, bar,
Binalar yükseliyor yeri göğü yırtarak,
İçlerinde yalnızlık, feryat, figan ve nifak.
Üç başlı ejderhanın başı kopalı beri,
Akrebin kıskacında şehrin güvercinleri.
İstanbul! .. At, göğsünden küflü, süfli hayatı,
Kurtarmaz Yedikule, Hazerfen’in kanadı
Atiyi aydınlatan mazinle övün, fakat;
Ey! İstanbul, yok sende dününe hiç sadakat
Uyan; kaybolmakta gün, Ay batıyor, Güneş yok.....
Silkin rehavetinden, sana göz koyanlar çok.
Davul zurna çalınsın, köse vursun mehteran.
Medeniyetlere koş, özünden hiç kopmadan.
Vurgunum, sevdalıyım, hasretim sana şehir,
Gülün çardakta solgun,lâleni kim devşirir?
Coşkun akar nehirler, durgun su içilir mi?
Rahmet yüklü İstanbul, senden vazgeçilir mi?
Onu fetheden komutan ne güzel komutan,
Onu fetheden asker ne güzel askerdir ”
*
Söz nurlu, söz muştulu, pusulası cennetin.
Kim olmazdı neferi sorgusuz kıyametin?
Uğrunda atılacak her adım kutsal idi,
Şehitlik mecburiyet, gazilik ikbal idi.
Bu yüzden nice canlar toplandı sur önünde
Şühedâ duadaydı, olmak için düğünde
Yürüdü akın akın Eyyüp...Bayezit... Fatih,
Hedeflerinde cennet, gönüllerinde fetih
Ne taş ne çamur büktü o güçlü bilekleri,
Ne telaşlı şeytanlar ürküttü yürekleri.
“ Ya Bizans beni alır ya ben onu.”diyerek;
Çağlara yön verdiler cenk gömleği giyerek.
Zafere yürüdüler, evliyalar önderdi.
Hazreti Musa gelip Fatih’e elin verdi,
Deniz boşa bekledi, dağlarda yüzdü gemi.
Gülbank göğü titretti, tekbirler gülle gibi
Ulubatlıya ölüm; sanki düğün bayramdı...
Bayrak şehre sunulan cennetten bir selamdı.
Bizans hiç görmemişti, böyle cengaverleri
Birlikte kutladılar bu mübarek zaferi
Haçlıların aksine, gelenler pek de mertti
Halk çiğnedi serpuşu; sarığa güller serpti
Boğazın sularıyla yıkandı, paklandı ruh,
İmanın süzgecinden geçip duruldu güruh.
Yedi tepe ufkundan güneş bir başka doğdu,
Hilâl yerinden çıkıp kalpleri nura boğdu.
Gelin parmağı gibi minareler, açıp yol,
Semaya seslendiler “ İşte budur İslambol”
*
İslambol: cennetin dünyaya vuran şavkı,
Gören secdeye varır, minnetle anar Hakk’ı.
Yıldızlar huşu ile eğilir şehre doğru
Nüvesine almaya göğe yükselen nuru
Yıldız yerde, ay kalpte, cezbeden bir zarâfet...
Arzdan arşa uzanan ilahi bir keramet.
Alem gördü mü acep; böyle bir ihtişamı?
Ne Roma’sı, Bizans’ı, ne Bağdat’ı ne Şam’ı.
İstanbul, üç kıtanın boğazında gerdanlık,
Tüm şehirlere nispet övmüş, yaratmış Hâlık
Çırpınır Karadeniz, çağıldaşır Marmara,
Birleşir sükun ile İstanbul’un koynunda.
Mehtap suyla öpüşür, su, kürekte nidalar
Sultanın yazmasında oya gibi adalar
Haliç; şehrin göğsüne sokulmuş, şefkat arar,
Kıskanır güneş onu kızıllığıyla sarar.
Boğaz, kuğu boynunu uzatır Marmara’ya.
Rum’un,Sırp’ın, Moskof’un özlemleri buraya.
Haklılar; nasıl böyle bir cevher terk edilir?
Doymayan ömürlerin gözünde kalan şehir.
Her taşından bir tarih sökün eder, dirilir.
Sokakta külhanbeyi, sarayda sultan, vezir
Topkapı, Dolmabahçe, Yıldız, Çırağan, Hıdiv
Kaç hüznü, kaç sevinci, sakladılar kim bilir?
Kanat çırpar martıyla; ölümsüz aşklar orda,
Kızkulesi’nde masum, Küçüksu’da hovarda
Sadâbâd mutlu, mesut, nihaventten çalar saz,
Faytonlarda göz kırpıp yürek hoplatır dilbaz
Kapalı Çarşı, Mısır, kubbelerle münhasır
Bir ucu tarih kokar, diğeriyse muâsır..
İstanbul, adaletin, hoşgörünün yatağı,
Kırk bir çeşit milletin sığındığı otağı,
Öyle bir belde ki o, canlara devâ gibi,
Ordan dem almayanın, günleri hevâ gibi
Yedi tepe, yedi renk, yansıyan hoş sedadır,
İstanbul yüreklerde koskoca bir sevdadır.
*
Öyle bir sevda ki o; taşındığı yürek dar
Umut hüzne sarılmış, şehir gibi tarumar
Öyle bir şehir ki o; devlet içinde devlet
Dinlenmek için şimdi; uykuya etti avdet
Evlerin avlusunda kokmaz oldu leylaklar
Feraceden sıyrıldı, çıplak kaldı sokaklar.
Yerebatan’ın suyu üstünden çekilince,
Yılan saçlı Medusa geziniyor haince,
Al yüzlü Ayasofya; durur mahzun, mükedder,
Böyle ruhsuz bir duruş olmamalı mukadder
Çeşmeler ona keza; suskun bülbüller gibi,
Bıraksan ağlayacak “ Nerde saltanat devri”,
Sadâbâd kayıkları oldu birer heyulâ,
Denizin suyu hırçın, balığı küskün suya.
Bir yanda Koca Sinan, bir yanda gecekondu,
İhtişam ve sefalet ikileminin yurdu.
Zekat, zevk aleminin kafeslerinde mahkum,
Eğleşir “ Laila ” da, söylenişi bile Rum.
Kanlıca’da yoğurt ye, Eminönü’nde balık,
Yok başka dinlendiren, boğuyor kalabalık.
Piyerloti’den bakan karşılaşmaz özüyle,
Şehir sanki sarılmış amerikan beziyle.
Sağda; cami, külliye, solda; türbe, yatır var
Üstte yabancı müzik, altta; disko, kafe, bar,
Binalar yükseliyor yeri göğü yırtarak,
İçlerinde yalnızlık, feryat, figan ve nifak.
Üç başlı ejderhanın başı kopalı beri,
Akrebin kıskacında şehrin güvercinleri.
İstanbul! .. At, göğsünden küflü, süfli hayatı,
Kurtarmaz Yedikule, Hazerfen’in kanadı
Atiyi aydınlatan mazinle övün, fakat;
Ey! İstanbul, yok sende dününe hiç sadakat
Uyan; kaybolmakta gün, Ay batıyor, Güneş yok.....
Silkin rehavetinden, sana göz koyanlar çok.
Davul zurna çalınsın, köse vursun mehteran.
Medeniyetlere koş, özünden hiç kopmadan.
Vurgunum, sevdalıyım, hasretim sana şehir,
Gülün çardakta solgun,lâleni kim devşirir?
Coşkun akar nehirler, durgun su içilir mi?
Rahmet yüklü İstanbul, senden vazgeçilir mi?