KoJiRo
10-21-2007, 11:10 AM
Ağlamak bu kadar mı yakışır yalnızlığa?Ağızdan çıkan her kelime yas
havasında bir ağıt kılığına bürünürken, ıslak bırakılan o buz gibi yanaklar
gün gelip de hesap sormaz mı; boşverilmiş ve belki de yitip gitmiş sevgilinin
takındığı umursamazlık tavrının kahredici sebebini?
Bir cevap bulabilmek adına incelenen o daha derinleşememiş alın
çizgileri daha bir belirsizliğe sürüklemez mi sevdaları?
Veya terkedilmiş düşlerde yetim kalmış tertemiz aşkları bulabilmek adına
harcanan yılların bedeli, o ince çizgilerdeki düşlerin belirsizliğinde mi
saklı?
Defalarca ettiği isyanlardan yorgun düşmüş bedeni, artık ruhunu kemiren
sorulara cevap bulabilmek adına yormuyordu beynini... Aksine; sorulara her
geçen gün yenilerini eklemek suretiyle biraz daha gömüyordu kendini,
elleriyle kazdığı bir metrekarelik sonsuz yalnızlığa...
Böyle bir acı belki de yalnızca romanlarda kalmalıydı... Gerçek hayata
yakışır mıydı böylesine derin iç çekişler?! Bir gece vakti, yıldızların
tılsımıyla, dilek tutmaya saatlerini kaptıran o umutsuz, yenik ve bir o kadar
da yalnız hikâye kızının yanaklarının hakkıydı bu şimşekler, orada
çakmalıydı! Hikâyenin sonunaysa yıldırımlar düşmeliydi o gözlerden birer
birer!
Sonu ne olursa olsun o kız ağlamalıydı... O bir hikâye kızıydı ne de
olsa; bir kalemlik sevdaları en fazla dörtyüz sayfa yaşardı...
Gerçeklerse kitap kapağının kapandığı andan itibaren bütün bir ömür acı
içinde ruhu yakardı, kıvrandırırdı basit görünen sevdaların
derinliğinde... Söylenememiş, yarım kalmış sözlerin pişmanlığı batardı her
an... Kanar giderdi ruh, yalnızlığın görünmeyen diplerine...
Bir an durakladı... Çiseleyen yağmurda ıpıslak olmuş ruhunu gözyaşlarıyla
kuruladı; derin bir iç çekip, elindeki kalınca kitabı sokağın ortasına var
gücüyle fırlattı... Çığlık çığlığa tepindi üzerinde... Gözyaşlarını akıttı...
Romandaki o kızdan intikam almaya çalıştıkça kapanmaya yüz tutmuş
yaraların üzeri biraz daha kanıyor, dikişler patlıyor, acısı bin kat daha
yakıyordu canını...
Böylesine yakıcı sevdalar ancak nöbetler sonrası patlayan dikişlerin
arasından sızan kanlarla temizlenebilirdi... O da, belki bilmeden, yıkıyordu
ruhundaki kirlenmişlikleri kanıyla... Rahatlıyor muydu acaba bir nebze?
Meçhul...
Bir an çevresinde toplanan insanların gürültüsüyle irkildi... Ne
yaptığını farkına varmanın verdiği o mahvedici utançla yerdeki paramparça,
yağmurda ıslanmış kitabı toparladı... Nereye gideceğini bilmeyen insanlara
özgü şaşkınlıkla adımları birbirine dolandı, gözleri son bir defa daha kanadı
yitip gidenin uğruna...
Kalabalıktan birkaç kahkaha yükseldi gecenin karanlığında...
Bir tek susan, zavallı roman kahramanıydı. Parçalanıp kopan ve pervasızca
buruşturularak kaldırıma fırlatılan bir sayfanın içinden izliyordu
olanları...
Yitip giden aşklara ağladı dakikalarca... Kendi
zavallılığına... Düşlerdeki yalnızlığına... Bir iç çekip düşüncelere
daldı... Gerçeklikte boğulanların sorularına bir cevap aradı bir roman
yaprağında...
Sahi...
Ağlamak bu kadar mı yakışırdı yalnızlığa?
havasında bir ağıt kılığına bürünürken, ıslak bırakılan o buz gibi yanaklar
gün gelip de hesap sormaz mı; boşverilmiş ve belki de yitip gitmiş sevgilinin
takındığı umursamazlık tavrının kahredici sebebini?
Bir cevap bulabilmek adına incelenen o daha derinleşememiş alın
çizgileri daha bir belirsizliğe sürüklemez mi sevdaları?
Veya terkedilmiş düşlerde yetim kalmış tertemiz aşkları bulabilmek adına
harcanan yılların bedeli, o ince çizgilerdeki düşlerin belirsizliğinde mi
saklı?
Defalarca ettiği isyanlardan yorgun düşmüş bedeni, artık ruhunu kemiren
sorulara cevap bulabilmek adına yormuyordu beynini... Aksine; sorulara her
geçen gün yenilerini eklemek suretiyle biraz daha gömüyordu kendini,
elleriyle kazdığı bir metrekarelik sonsuz yalnızlığa...
Böyle bir acı belki de yalnızca romanlarda kalmalıydı... Gerçek hayata
yakışır mıydı böylesine derin iç çekişler?! Bir gece vakti, yıldızların
tılsımıyla, dilek tutmaya saatlerini kaptıran o umutsuz, yenik ve bir o kadar
da yalnız hikâye kızının yanaklarının hakkıydı bu şimşekler, orada
çakmalıydı! Hikâyenin sonunaysa yıldırımlar düşmeliydi o gözlerden birer
birer!
Sonu ne olursa olsun o kız ağlamalıydı... O bir hikâye kızıydı ne de
olsa; bir kalemlik sevdaları en fazla dörtyüz sayfa yaşardı...
Gerçeklerse kitap kapağının kapandığı andan itibaren bütün bir ömür acı
içinde ruhu yakardı, kıvrandırırdı basit görünen sevdaların
derinliğinde... Söylenememiş, yarım kalmış sözlerin pişmanlığı batardı her
an... Kanar giderdi ruh, yalnızlığın görünmeyen diplerine...
Bir an durakladı... Çiseleyen yağmurda ıpıslak olmuş ruhunu gözyaşlarıyla
kuruladı; derin bir iç çekip, elindeki kalınca kitabı sokağın ortasına var
gücüyle fırlattı... Çığlık çığlığa tepindi üzerinde... Gözyaşlarını akıttı...
Romandaki o kızdan intikam almaya çalıştıkça kapanmaya yüz tutmuş
yaraların üzeri biraz daha kanıyor, dikişler patlıyor, acısı bin kat daha
yakıyordu canını...
Böylesine yakıcı sevdalar ancak nöbetler sonrası patlayan dikişlerin
arasından sızan kanlarla temizlenebilirdi... O da, belki bilmeden, yıkıyordu
ruhundaki kirlenmişlikleri kanıyla... Rahatlıyor muydu acaba bir nebze?
Meçhul...
Bir an çevresinde toplanan insanların gürültüsüyle irkildi... Ne
yaptığını farkına varmanın verdiği o mahvedici utançla yerdeki paramparça,
yağmurda ıslanmış kitabı toparladı... Nereye gideceğini bilmeyen insanlara
özgü şaşkınlıkla adımları birbirine dolandı, gözleri son bir defa daha kanadı
yitip gidenin uğruna...
Kalabalıktan birkaç kahkaha yükseldi gecenin karanlığında...
Bir tek susan, zavallı roman kahramanıydı. Parçalanıp kopan ve pervasızca
buruşturularak kaldırıma fırlatılan bir sayfanın içinden izliyordu
olanları...
Yitip giden aşklara ağladı dakikalarca... Kendi
zavallılığına... Düşlerdeki yalnızlığına... Bir iç çekip düşüncelere
daldı... Gerçeklikte boğulanların sorularına bir cevap aradı bir roman
yaprağında...
Sahi...
Ağlamak bu kadar mı yakışırdı yalnızlığa?