www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Eskiler (Arşiv) (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=188)
-   -   Komik Hikayeler (https://www.cakal.net/showthread.php?t=90437)

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:56 PM

Yıllar sonra çocuk evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Birgün,
gecenin
bir yarısı saat 3:30 civarları
telefonu çalmış. Telefondaki ses, annesinin sesiymiş çocuk;
- "Ne var Anne, ne istiyorsun bu saatte, neden beni rahatsız
ediyorsun ? Sabah arasan olmaz mıydı"
gibilerinden, annesini azarlayıcı sözler sarfetmiş. Annesi, biraz
buruk, biraz da ağlamaklı bir ses
tonu ile;
- "Bundan 25 yıl önce de bir gece yarısı 3:30 da sen beni
rahatsız etmiştin.
- " DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN OĞLUM "
demiş...

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:56 PM

2000 yılının 15 kasımında tanışmışlardı.Bir pazar günüydü ve ikisininde tanıdığı arkadaşlarının dogum günüydü.
Parti boyunca gözlerini bu güzel kızdan alamamıştı delikanlı.
daha sonralarıda buluşup sinemaya falan gidiyorlardı.
Arkadaşlarının sayesinde her hafta sonu dünyalar tatlısı bu güzel kızı görme şansı oluyordu genç delikanlının.
Bir hafta sonu bütün cesaretini toplayıp ona karşı boş olmadığını ve ondan çok hoşlandığını söyledi ama beklediği cevabı alamamıştı delikanlı Üzülmüştü. Genç kız ise ne evet bende senden hoşlandım diyor nede ben yalnız degilim hayatımda başka birisi var diyordu hep kaçamak cevaplar vererek delikanlıyı her geçen gün biraz daha kendine baglıyordu.
Bu böyle sürüp gitti tam 5 ay 15gün boyunca genç delikanlı bu güzel kızla birlikte olabilmek için herşeyi yapmıştı her yolu denemişti
Bir gece genç kızın oturduğu sokağa gelip yola "SENİ SEVİYORUM"
yazmıştı.Böyle bir çok gecede uyumayıp gençkızın oturduğu evin önündeki merdivene yolda bahçelerden kopardığı kırmızı gülleri bırakıyordu.14 şubat sevgililer gününü beraber geçirmeyi çok istiyordu ama olmamıştı yinede genç kıza aldığı hediyeleri ulaştırmasını bilmişti delikanlı.1 nisan şakası yapmak için matbaacı bir arkadaşından yardım istedi ve tam tamına 3100 adet beyaz renkli kartvizit aldı arkadaşından hemen eve döndü ve kendi el yazısıyla hepsine önlü arkalı "SENİ SEVİYORUM" yazmıştı
3 gece hiç uyumadan yapmıştı bütün bunları 31martı 1nisana baglayan gecede saat 04:25 te genç kızın oturduğu sokağın başından sonuna kadar bu kartvizitleri yola saçtı karanlıkta sokak bembeyazdı ve hepsinin üzerinde kırmızı kalemle "SENİ SEVİYORUM" yazıyordu.Ve evin hemen karşısındaki direğin dibine çöktü delikanlı
güneşin doğuşunu bekliyordu sabah onu görmeyi çok istiyordu.
Çünkü onu her gördüğü günü büyük bir bahtiyarlıkla geçiyordu genç delikanlının.Sabah dünyalar tatlısı bu gençkız işe gitmek için kapıyı açtığında gördüklerine inanamıyordu şaşırmıştı hemde çok şaşırmıştı birazda utanmıştı.
Ve hemen evden çıktı merdivendeki kırmızı gülleri ve 3-5 tanede kartviziti aldı yanına durağa geldiğinde delikanlının arkasından durağa geldiğini fark etti.Gözleriyle sanki birşeyler anlatmak istercesine bakmıştı delikanlıya
Ve bundan tam 1ay sonra bir pazartesi günü gençkızın çalıştığı fabrikaya gitmişti delikanlı.İkisininde ortak arkadaşlarının olması harikaydı delikanlı için çalıştığı fabrikaya bile gidebiliyordu onu görmek için akşam iş çıkışında bir yerlere gidip konuşmak istemişti gençkızla.Ama mesai kalacaklarını söyledigençkız
Delikanlı ise bunun üzerine arkadaşlarının arasında herkes oradayken genç kızın gözlerine bakarak: Daha ne yapmalıyım bilmiyorum.Ben seni bildim bileli ne ben beni buldum kendimde nede kendim beni buldu bende seviyorum seni işte elimde değil aklım olmaz desede kalbime söz geçmiyor sendende vazgeçilmiyor" demişti
İşte delikanlının 5ay15gündür beklediği an bu andı genç kızda delikanlının gözlerine bakarak: "beni sevdiğini biliyorum ve sanırım bende seni seviyorum" diyerek ellerini tuttu delikanlının
Ve o günden sonra harika bir birliktelik yaşadılar aşkları çok büyüktü hergün her an beraber olmak istiyorlardı.
askerliğine çok azbir zaman kalmıştı delikanlının 5agustos cumartesi akşamı bir arkadaşlarının düğününde genç kız herşeyin bittiğini söylemişti:" böyle olsun istemezdim ama mecburuz devam edersek ikimizde acı çekicez sen çok iyi birisin inşallah mutlu olursun seni seviyorum ama ayrılmalıyız seninle çok iyi bir dost olabiliriz. Beni ne zaman istersen arayabilirsin buluşur sohbet ederiz ama iki arkadaş olarak" genç kız sözlerini tamamladıktan sonra delikanlı hala susuyordu ne söylemesi gerektiğini düşünüyordu belkide hiç beklemediği bir konuşmaydı sevdiğinin söyledikleri.Aglamaklı bir sesle söze başladı: "öncelikle sana çok teşekkür ederim herşey için gitmeden önce son bir defa sarılmak isterim eger hayatında birgün tekrar bana ihtiyacın olursa kalbimde her zaman senin için yer var sakın unutma" genç kız mutlu bir birliktelik yaşarken yüzüstü bırakmak zorunda kaldığım birine asla geri dönmem diyerek cevapladı devam etti delikanlı:" Arkadaş olmamıza gelince
bir zamanlar köyün birinde yaşlı hasta bir adam varmış ve bu adamın günlük kazandığı para o güne anca yetiyormuş.
yine böyle birgün akşam evine dönerken yolunun üzerindeki kuyunun kenarında oturmuş dinlenmek için tam bu esnada kuyudan bi yılan çıkmış adam biraz korkmuş ama yılanın ona bir zarar vermiyeceğini anlamış yılan aslında bir bilgeymiş ve adamın durumunu bilmekteymiş.Adama 2altın lira vermiş ve demişki başın ne zaman sıkışırsa gel ben sana yardım ederim adam altınları alıp tamam gelirim diyerek altınları bozdurmuş ve o gün çok güzel yemekler yiyerek iyi giyinerek ilaçlarını alarak evine dönmüş.
adamın başı ne zaman sıkışsa hep kuyuya gidermiş yılan dostunun yanına bu böyle sürüp gitmiş taki adam hastalanıp yatağa düşene kadar.Yaşlı adamın birde küçük 13-14 yaşlarında oğlu varmış adam oğlunu çağırmış ve kuyuyu tarif etmiş git kuyunun başına ve yılan kardeş yılan kardeş diye seslen korkma yılan sana bir zarar vermez o benim dostum benim gönderdiğimi söyle ve sana verdiği altınlarla evimize yiyecek ilaç alda gel ben gidemiyorum demiş.
Çocukta babasının dediği gibi kuyuya gelmiş seslenmiş ve yılan çıkmış çocuğa 2altın lira vermiş çocuk altınları almış ve kafasından hemen kurnazlık geçmiş kuyunun içi altın dolu ben bu yılanı öldürürsem iner altınların hepsini alırım diyerek başlamış yılanı taşlamaya yılan kendini taşlardan korumaya çalışırken taşın biri yılanın kuyruğuna isabet etmiş ve kuyruğu kopmuş yılanda can havliyle çocuğu ısırmış ve çocuk oracıkta ölmüş.Aradan biraz zaman geçmiş ve yaşlı adam tekrar gelmiş dostunun yanına olanlar için çok üzgünüm benim oğlan bir hata yapmış ve cezasınıda bulmuş biz dostuz yılan kardeş demiş.Yılanda yaşlı adama demişki bende bu kuyruk acısı sendede bu evlat acısı olduktan sonra biz artık dost olamayız demiş.Genç delikanlı bunları anlattıktan sonra daha sözünü bitirmeden genç kız "anladım seni çok iyi anladım " demiş ve
delikanlıya sımsıkı sarılmış son defa.Delikanlı gözleri dolu dolu gidişini seyretmiş genç kızın sokakta karanlığa karışmış genç kız delikanlının gözünün önündeki hayali gözyaşlarına gözyaşlarıda hıçkırıklarına karışmış...
Aradan yıllar geçti ve şu an o ayrılık kararının ne kadar doğru nekadar isabetli bir karar olduğunu çok iyi anlıyorum.Devam etseydik bu kadar tatlı bir hatıramız olmayacaktı.Birbirimizi kin öfke ve nefretle anacaktık belkide
Herşeye rağman çok teşekkürler " BAHRİYE " HEP MUTLU OL BÜTÜN HAYATIN BOYUNCA....

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:56 PM

Kavağın yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisi ile müthiş hızla büyümüş ve neredeyse, kavak agacıyla aynı boya gelmiş. Birgün dayanamayıp sormuş kavağa:
- Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
- On yılda... demiş kavak.
- On yılda mı?... diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
- Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak.
- Doğru!... demiş ağaç. ''Doğru!...''
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak, önce üşümeye başlamış sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış
Sormuş endişeyle kavağa:
- Neler oluyor bana ağaç?
- Ölüyorsun...demiş, kavak.
- Niçin?.. diyerek devam ettirmiş sorusunu,
Ağaç:
- Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için...

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:56 PM

Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir. Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz? Sevgi üç türlüdür.

Birincinin adı "EĞER" türü sevgi. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgi. Örneğin: eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. En çok rastlanan sevgi türü budur. Bir şarta bağlı sevgi. Karşılık bekleyen sevgi. Sevenini, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.Evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin? diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba vaktiyle sende bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın diyor. Baba daha çok kızarak delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı. Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı. İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek bu genç adamın yaptığı gibi yaşamı sürdürmekle ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir. İlginç değil mi?.. İkinci türe geçiyoruz: "ÇÜNKÜ" türü sevgi. Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi? Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın). Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki. Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki. Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki. "Çünkü" türü sevgi "Eğer" türü sevgiye tercih edilir. "Eğer" türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz hoş bir şeydir egomuzu okşar. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi? "Çünkü" türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz korkusu. Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar. İkincisi de ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endişesidir. Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişana bozup onu terk etmiş. Daha acısı aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş... Toplumlardaki sevgilerin çoğu "Çünkü" türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür. Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne? Ve işte sevgilerin en gerçeği. Üçüncü tür: "RAĞMEN" diye adlandırdığım türdür. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? Eğer türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için Çünkü türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan Bir şey olduğu için değil, bir şey olmasına rağmen sevilir. Güzelliğe bakar misiniz. Rağmen sevgi... Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "Rağmen" sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına "Rağmen" tapar. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılanması şartı ile. Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur. Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir. Bunun böyle olduğundan nasıl emin olursunuz? Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyorum. Şu soruma cevap verin: Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize yaşamamın ve yararı var diye sormaz mıydınız? Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi?.. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.. Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?.. Öyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar. Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni "Rağmen" türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır. Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok.. Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?.. Açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hani nerede?.. Hepsi o... Dünyadaki en büyük kıtlık, "RAĞMEN" türü sevginin yeterince olmayışıdır...

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:57 PM

Kıyafetinden hayli varlıklı bir aileden geldigi belli küçük kız, avucundaki para destesini sımsıkı tutarak rafları inceliyordu. Burası kentin en büyük oyuncak magazasıydı. Aranan herşeyin bulundugu, bitmez tükenmez raf koridorlarının bulundugu magazalardan biri...
Rafların arasında öylece gezinirken, reyonların birinde kalakaldı. Muhteşem bir bebekti bu.. Dünya güzeli yüzlü ve ipek kadife elbiseli muhteşem bebek. Babasına döndü, bebegi işaret etti...
''Avucundaki para yeter mi?...''
Babası, başı ile ''evet'' dercesine olumlu bir hareket yaptı. Bebegi kucakladı ve koridoru takip ederek kasaya dogru yürüdü. Tam bu sırada tıpkı kendisi gibi, babası ile alışverişe çıkmış bir küçük çocuk gördü. Kısa pantolonluydu, gömlegi iyice eskimişti.
Çocugun elinde birkaç dolar vardı. Raftaki oyunlardan birinin önünde heyacanla durdu. ''İşte istedigim bu baba!'' diye çıglık attı, avucunu gösterdi:
''Yeter mi?'' Babasının gözleri yere dogru egilirken, başı ''yetmez'' işareti verdi. Çocuk, avucundaki paraya baktı. Oyunu raf yerine koydu. Babasının elini tuttu ve koridorun ucuna dogru yürüdü, boyama kitaplarının oldugu rafa...
Küçük kız kucagındaki bebege bi daha baktı. Sonra çocugun seçtigi oyuna döndü. Bebegi götürüp yerine koydu. Oyunu eline aldı...
''Yeterli param var mı baba?'' dedi... Babası yine ''evet'' dercesine başını salladı.
Kasaya gittiler, parayı ödediler. Küçük kız kasadaki adama bişeyler fısıldadı. Kız ve babası, geriye çekilip beklemeye başladılar. Az sonra oglan ve babası, ellerinde bir boyama kitabı ile kasaya geldiler. Kasiyer:
'' Kutlarım sizi'' dedi heyecanla; ''Bugünün bininci müşterisi olarak bir armagan kazandınız...'' Ve oyun kutusunu küçük çocuga uzattı.
''Harika!!'' diye çıglık attı çocuk: ''Baba bu benim en çok istedigim şeydi biliyorsun...''
Baba ogul, sevinç içinde dükkanı terkederken, içeride kalan baba: ''Ne kadar cömertsin kızım'' dedi, ''Sana bunu yapma kararını verdiren ne?...''
''Baba... Annemle birlikte bana bu parayı verdikten sonra ''Seni ençok mutlu edecek şeyi al'' demediniz mi?..''
''Tabii öyle dedik, tatlım!...''
''Bende aynen öyle yaptım baba... Şuanda ne kadar mutlu oldugumu biliyor musun?...''

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:57 PM

Genç bir yönetici, yeni jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladıgını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca gaza yüklendi ve taşın fırlatıldıgı boşluga dogru geri gitti. Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocugu kaptıgı gibi yakında park etmiş bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bagırıyordu;
''Sen ne yaptıgını sanıyorsun serseri? Bu yaptıgın ne demek oluyor? O gördügün yepyeni ve pahalı bir araba ve attıgın o taşın mahvettigi yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacagım. Neden yaptın bunu?''
Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi.
''Lütfen amca, lütfen kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim , bilemedim. Taşı attım, çünkü işaret etmeme ragmen diger arabalar durmadı. Çocuk, gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti. Abim orada. Yokuştan aşagı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum. Çocugun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu;
''Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok agır.'' Genç yönetici ne diyecegini bilemez halde bogazındaki dügümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocugu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkarıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı. Birşeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocugun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi. Arabanın yan kapısında taşın bıraktıgı iz derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiç bir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, şu mesajı unutmamak için sakladı:
Hiç bir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacagı kadar hızlı geçme. Tanrı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen ,onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır. Fısıltıyı dinle veya taşı bekle. Seçim senin...

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:57 PM

Rasim, bir aksam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kağıt üstüne, su satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, Ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin kariniz olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nisanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canim sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yas büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz misiniz?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia ayni zamanda meraklı bir kızdı. Bazen söyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendigimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mi gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yasar ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Esber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...
" Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona söyle darıldı: "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın sevgilisi olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena halde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikayet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların pesinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sindan başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. Bir aksam, Rasim'in annesi Nedime Hanim kocası Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:

"Ah Bey,başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:

"Korkma Hanim," dedi, "oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen, ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.

Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:57 PM

Ne zaman "bayram" dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi
Bir yerde sevgiler ağlar benimle

Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Yedi veya sekiz yaşlarında. Kokusuna doyamadığım, sıcaklığını doyasıya içime sindiremediğim annemi kaybetmiştim. Saçımı okşayacak bir anam yoktu artık. Ne de sırtımı örtecek şefkatli bir el. Amansız bir hastalık dediler adına, çocuk aklım ermedi. Çocuk aklım ermedi anayı yavrusundan ayıran, eti tırnağından söken, sevgileri linç eden, adına "ölüm" denen bu "göç" ü. ******* benimle ağladı sessiz sessiz... Günler benimle... Sabahlar benimle...
Bulutlarda yüzü şekilleniyordu sanki anamın gökyüzünde, her özlediğimde baktığım. Yağmur yağmur iniyordu elleri yüzümü okşarcasına. Yağmurun elleri anam kadar sıcaktı... Bir okadar soğuktum ben, bir okadar ürkek, bir okadar masum ve korunmaya muhtaç. Hani yaprağı titrer ya bir çiçeğin; Bilmez niye... Titrer ya içi bir çocuğun, hüzün iner gözlerine ... Üzülür, üşür ve koynuna sokar ellerini ısınmak için. Bir avuç bulamadığından kendine...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala. Özlemlerin vuslatında. Kimsesizliğin ayazında...
Bulutlarda bir resim.
Elimden tutuşunu hatırlıyorum bir gün babamın,"Hadi gel" deyişini."Köye gidiyoruz, ninenler bizi bekliyor, seni oraya bırakacağım" Küçücük yüreğimden taşan acılarımla son bir kez daha bakıp odama selamlıyorum bulutları.
Yeşilin her tonu, göz alabildiğince, sözleşmişçesine, burada toplanmıştı sanki. Adını bilmediğim dünya kadar böcek ve kuş. Gökkuşaği bir halı gibi serilmişti çiçek çiçek... Toprağın sesi yükseliyordu çıplak ayaklarımın altında. Mutluydum...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala...
Yaşamımı renklendiren analı kuzuyu orda tanıdım işte, adını Berfin koyduğum. Küçücüktü. Simsiyah gözleri, ağzı ve kulaklarıyla bir sevgi yumağıydı sanki. İçimdeki boşluğu dolduruvermişti bir anda. Hissetmiş miydi ne öksüzlüğümü? Ne zaman dalıp gitsem dünlere, bitiveriyordu yanı başımda türlü türlü oyunlarla. "Al bu kuzu senin olsun, istediğin gibi bak ona" dediler. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bir kuzum vardı artık. Yalnız değildim. Ben, kuzum ve de anası...
Sonradan Serfin' de katıldı aramıza. Serfin: evimizin haşarı bir o kadar da sevimli köpeği.
Artık, Serfin ve Berfin'in bakımları bana aitti. Bu sorumluluk altında her sabah erkenden kalkıyor ellerimle onları doyuruyordum. Ne güzeldi Berfin'in annesinin peşinden koşması! Annesiyle oyunlar oynaması ne güzeldi! Ama, ne yazık ki uzun sürmedi bu "analı kuzu" mutluluğu. Bir eve bir öksüz yetmezmiş gibi acı bir haber dağlayıverdi yeni baştan çocuk yüreğimi. Kuzucuğumun anası yediği bir ottan zehirlenerek ölmüştü.

Ölüm bir kez daha çöreklenmişti kapımıza.
Kuzucuğum öksüz kalmıştı. Daha bir sıkı sarıldım sanki bu olaydan sonra Berfin'e. Ona yalnızlığını unutturmam lazımdı. Öksüzlüğünü... Serfin olayların farkında gibiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman melemeye başlasa Berfin, hemen onun yanıbaşında bitiverip, bir şeyler yaparak onu neşelendiriyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Biz üçümüz üç dost, üç kardeş, üç sırdaş gibiydik. Biraz geç uyansam ikisi birden kapımda bitiveriyordu.

Yemyeşil kırlar bizimdi uçsuz bucaksız.
Bir de bulutlar vardı
Mavi bulutlar
Beyaz bulutlar
Bulutlarda şekiller vardı
Bulutlarda iki resim
Yağmur daha çok yağıyordu sanki
Bulutlar ve ben aynı yerdeyiz hala
Bulutlar kuzum köpeğim ve ben

Bir tatlı koşuşturmaca başladı günlerden bir gün evin içinde. Bir telaş. Çarşı pazar alışverişleri. "Hadi sana bayramlık alalım" dedi ninem. Hep beraber şehire gidip bir şeyler aldık. Çizgili beyaz gömleğim, mavi pantolonum ve yeni Trabzon derbey lastiklerim çok güzeldi. Gül rengi kırmızı kravat ve kurdele de isterim diye tutturdum. Berfin'e, Serfin'e ve bana. Kırmadılar. Aldılar. "Birazda kına alalım" dedi ninem. "Ellerimize yakarız. Berfin'i de kınalarız" Sevindim.
hayvan pazarı dedikleri yer çok kalabalıktı. Hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Meydanlar koyun, kuzu ve danalarla doluydu. Kınalanmıştı kimisi, kimisi renk renk boyanmıştı. Bir anlam veremedim. Çocuk yüreğimin coşkusuyla yarının heyecanı sarıvermişti içimi. Yarın bayramdı... Kurban bayramı...

Ne zaman "bayram" dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yumruk tıkanır genzime, kelimeler titrer
Titrer yüreğim
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Kınalar yakıldı ellerime. Berfin'in başına kınalar yakıldı o gece. Anlayamadığım bir fısıltı vardı evin içinde. Sanki duymamı istemiyorlarmış gibi gizli gizli konuşmalar. Berfin ve Serfin çoktan uyumuştu. Ben de uyumalıyım. Yarının heyecanı daha şimdiden sarmıştı içimi. Ayakkabılarımı sildim, ninemin kınalı ellerimi bağladığı bezlerle, parlattım. Bir daha sildim. Şimdi daha parlak olmuştu. Elbisemi kapının arkasına astım. Gözümün önünde dursun diye. Uyandıkça bakarım. Kırmızı kravatım, iki tane de kırmızı kurdele duruyordu başucumda. Biri benim için, biri kuzucuğum, diğerini de köpeğimin boynuna bağlayacağım.

Kınalı ellerimin kokusu karıştı bahar kokulu odama. Gece bir başka güzeldi sanki. Perdemi araladım, bulutlar yıldızlara bırakmıştı gökyüzünü. Göz kırptı biri, diğeri yer değiştirdi... Kaydı gitti... Tutamadım..

Boğuk bir ulumayla uyandım. Köpeğim, kapımın önünde havlıyordu. Önce ellerimin bağını çözdüm kurumuş kınaları topladım. Kapıyı açar açmaz yatağıma atladı Serfin. Paçamı tutup bir yerlere götürmek istercesine gözlerimin içine baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Daha yataktan kalkmamıştım ki kuzucuğumun acı meleyişini duydum. Birden bahçeye attım kendimi. Kınalı kuzumun gözleri bağlıydı ve sürüklenircesine bir ağacın altına yatırılıyordu. Kocaman bir çukur açılmıştı yanı başında.
Hani titrer içi bir çocuğun, korkar, üşür, üzülür, ağlar ve koynuna sokar ya ellerini, tutacak el, sığınacak kucak bulamadığından kendine... Oradayım işte!

Ninemin sesi duyuldu. "Berfin'i kurban ediyoruz. Sana başka bir kuzu daha alırız sonra. Bugün kurban bayramı"
Toprak kaydı ayaklarımın altından
Bulutlar kaydı ayaklarımın altına
Sesler çığlıklara karıştı
Kızıla döndü yeşil
Ellerimdeki kına sızladı
Kapının arkasındaki gül rengi kravatım
Çaresizliğim büyüdü kocaman çocuk gözlerimde
Hiç bir şey yapamamanın acizliğiyle yandım
Gök yere indi gürültüsüyle
Şimşek şimşek
Yanağımdaki damla utandı
ışıldadı ıslak gözlerim, ve...

Başımı sokup yorganın altına
Yitip giden sevgilere ağladım...

Ne zaman "bayram" dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala
Bulutlarda üç resim
Haykırabilseydim nefreti
Haykırabilseydim sevgiyi
Anlatabilseydim dostluğu
Yapamadım.

Kara bir bulut gibi çöreklendi o bayram sabahı küçücük yüreğime.
Kimse anlamadı.
Kimseye anlatamadım .
Bayramları neden sevmediğimi...

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:57 PM

Korkmaya ihtiyacı vardı. Yemeğini yemiş,
suyunu içmiş ve uyumuştu.
Artık filmler yetmiyor, insan yiyen böcekler,
dinozorlar, vampirler, uzay yaratıkları
ve zombiler heyecanlandırmıyordu onu.
Mısırını yerken perdeden pençeler fırlıyor,
gazozunu içerken kan fışkırıyordu.
Zarar vermeyen korku, ne gÜzel korkuydu.
İşte emniyet içinde koltuğunda oturuyordu.
Birazdan film bitecek, sinema,
kalabalığı damperli bir kamyon gibi
caddeye boşaltacaktı. Korkmak
için para ödüyordu sinemalara.
Korkmaya ihtiyacı vardı.


Yeni açılan bir lunaparktan sözetmişlerdi.
Korku tüneli müthişmiş.
Bayılanlar oluyormuş heyecandan.
Abartıyorlardır, dedi kendi kendine.
Seyrettiği filmlerdeki en korkunç
sahneler bile kılını kıpırdatmıyordu.
Alışkanlığın elleri boğuyordu heyecanını.
Yine de denemeye değerdi.
Yemeğini yemiş, suyunu içmiş ve uyumuştu.
Korkmaya ihtiyacı vardı.


Lunapark rengarenk ışıklarıyla şehrin
ortasında devasa bir gecelambası
gibi yanıyordu. Bir balerin kulak
zarlarını titreten müziğin eşliğinde
dansediyor, uçuşan eteklerinden
çığlıklar yükseliyordu. Donuk gözleri
döndükçe kah bir palyaçoya,
kah çocuğunun elinden tutmuş bir
babaya, kah bir baloncuya değiyordu.


Aynı müziği dinlemekten, aynı şekilde
dansetmekten bıkmış gibiydi.
Yüzünde korkunç bir ifade vardı.
Eteğindeki insanları silkelemek
havalara fırlatmak geçiyordu içinden.
Ama kumanda odasındaki adam
izin vermiyordu ona. Bir düğmeye
basınca hızlanıyor, bir düğmeye
basınca yavaşlıyordu. Durması
için bir düğme yetiyordu.


'Bu kez dinlemeyeceğim,' dedi balerin.
'Yavaşla' düğmesine rağmen
dönüşünü hızlandırdı. Kumanda
odasındaki adam şaşırmıştı.
Balerin gittikçe hızlanıyordu.
,çığlıklar birbirine karıştı. 'Yavaşla'
düğmesi çalışmıyordu. Operatör
bütün gücüyle basıyordu düğmeye.
Balerin deli gibi eteklerini savuruyor,
imdat sesleri yükseliyordu.


Korkmaya ihtiyacı olan adam,
bu işte bir tuhaflık olduğunu düşündü.
Balerinin asit dolu gözleri üzerine
değince yandığını farketti. Kendi
etrafında bir tur daha atar atmaz
gözünün içine bakmalı ve
'Hadi ama yeter!' diye azarlamalıydı onu.


Birden kumanda odasındaki
'yavaşla' düğmesi Çalıştı.
Balerin yavaşladı ve durdu.
İnsanlar korku ve isyan içinde kumanda
odasına doğru yürürken, balerinin
dudaklarında hınzır bir gülümseme belirdi.


Korkmaya ihtiyacı olan adam,
'Bu lunaparkta bir gariplik var,' dedi.
Balerin 'Hadi ama yeter!' sözüyle
yavaşlamIş olabilir miydi? Tesadüftü elbette.
Ya gülümseme... 'Bu kadar
Çok korku filmi izlersen böyle olur,'
dedi kendi kendine.


Korku tüneline doğru giderken
atlıkarınca çıktı karşısına. ,çocuklar
atlara binebilmek için sıra bekliyordu.
Siyah, beyaz, kırmızı, mavi,
yeşil, mor, rengarenk atlar yükselip
alçalarak dönüyorlardı. Kalabalığın
arasına karışıp çocukları seyretmeye başladı.


Neşeyle atların kafalarını sallıyorlar,
Çayırlarda dağlarda koşturuyorlardı.
İnsanı yere atmayan at, ne güzel attı.


,çocuklardan sadece biri gülmüyordu.
Neredeyse ağlamak üzereydi.
Dikkatle baktığında bir tek onun
atının başını sallamadığını gördü. ,çocuk
başın iki yanındaki kulpları itmeye
Çalışıyor, ama at inatla kafasını sallamıyordu.


Başını sallamayan atı incelemeliydi.
Döndüğü için sadece önünden geçtiği
anlarda bunu yapabilirdi. Anneler,
kendi Çocukları önlerinden geçtikçe
el sallıyorlardı. işte onun atı da geliyordu.
,çocuk hala başını sallamaya uğraşıyordu.
Tam önünden geçerken atın başına
eliyle hafifçe vurup 'Aptal şey' dedi.


At aniden başını çevirdi. Garip bir ses
Çıkartarak elini ısırmaya çalıştı.
Sonra dişlerini göstererek uzaklaştı.
Adam 'Abarttın' dedi kendi kendine 'Abarttın'.


O sırada bir palyaço yaklaştı yanına.
Kocaman kırmızı burnu 'Gondolu gördün
mü, gel!' derken bir aşağı bir yukarı oynuyordu.


Gondol şeklindeki bir salıncaktı bu.
Kayığın uçları sırayla gökyüzünü yokluyordu.
Her inişte yere bir parça karanlık indiriyor,
her yükselişte göğe bir parça çığlık taşıyordu.
Palyaço 'Sen de bin!' dedi. O, lunaparka
sadece korku tüneline girmek için gelmişti.
Hesapta 'gondol' yoktu. Palyaço
'Hadi!' diye ısrar etti.
Kıramadı. Gondol boşaldıktan sonra
ucunda kaptan heykeli bulunan tarafa yerleşti.
Bakalım yanına kimler oturacaktı.
Hayret! Hiç kimse gondola binmek
istemiyordu. Aşağıda biriken
meraklı kalabalık, gondolun hareket
etmesini bekliyordu. Tedirginlik
içinde 'Başka yolcu yok mu?'
diye sordu. Palyaço 'Hayır!' dedi.


Gondol hareket etmeye başladı
. .önce ağır ağır, sonra hızlı hızlı sallandı.
Daha sonra uçarcasına gidip gelmeye başladı.
Bir önceki seferde yolcular beraber çığlık
atarak heyecanlarını bölşüyorlardı.
Korkuyu bile paylaşmak güzeldi.
Oysa şimdi... Palyaço aklından
geçenleri anlamış gibi elini havaya kaldırdı.
Bunun Üzerine aşağıda biriken kalabalık
'Heey!' diye bağrıştılar.
Artık kayığın her düşüşünde el kalkıyor,
aşağıdakiler hep birlikte çığlık atıyordu.


O kadar hızlanmıştı ki bir an yerinden
fırlayacağını zannetti. Elleriyle yapışmıştı
önündeki demire. Başı dönüyor,
midesi bulanıyordu. Palyaço elini
artık kaldırmıyor, kalabalıktan çıt çıkmıyordu.
Ay ışığı gondolu ve yüzünü yalıyordu.
Sarı bir yüzdü bu. aniden sırtında bir
şey hissetti. Sırtına dokunuluyordu.
'Yok canım!' dedi. 'Gondolda benden başka
kimse yok'. Ancak arkadaki hareket Israrlıydı.
Dürtükleme, neredeyse tekmeye dönüşecekti.
Arkasına dönmeye cesaret edemiyordu.


'Hey baksana buraya!' diye bir fısıltıyla ürperdi
kulağı ve vücudu birden buz kesti.
Arkaya hala bakamıyordu. 'Kimsin sen!'
dedi kendi kendine 'Kaptan!' dedi arkadaki
ses. 'Gemimde ne işin var?'
Bütün cesaretini toplayarak arkaya döndü.
Tahtadan bir kaptan heykeli...
Hiçbir hareket yoktu. 'İnmeliyim!'
diye bağırdı palyaçoya 'İndir beni!'.
Palyaço elini kaldırdı. Seyirciler son
kez 'Heey!' diye bağrdılar. Gondol durdu.
Fena halde dönüyordu başı.
Hemen eve gitmeliydi. Vakit geç olmuştu.


Palyaço: 'Ya korku tüneli,' dedi.
'Oraya girmeyecek misin?'
'Nereden biliyorsun?' diye sordu
Ürpererek. 'Korku tüneli için geldiğimi
nereden biliyorsun!' Palyaço bu soruyu;
'Bildiğim bir şey yok. Lunaparka gelen
herkes korku tünelini görmek
ister.' diye cevapladI.


***


RaylarIn Üzerinde yürüyen arabalar,
yolcusunu alır almaz hareket ediyor,
korku tünelinin kapısına Çarpıp içeri dalıyordu.


Sonunda sırası gelmiş, arabası hızla
karanlığa karışmıştı. Hiçbir şey görünmüyordu.
YağlanmamIş tekerleklerin raylar
Üzerinde çIkardığı metalik ses sinir bozucuydu.
,çok geçmeden sirenler çalmaya, çığlıklar
yankılanmaya başladı.Kendisinden
öncekilerin çığlıkları olmalıydı.
Demek sürprizler yaklaşıyordu.


Arabası tam bir virajı alıyordu ki
aniden yavaşladı. Karşısına, ağzını açıp
kapayan ve pençesini sallayan bir ayı Çıktı.
Kırmızı ışıkla yüzü aydınlatılmıştı ve garip
sesler çıkarıyordu. Klasik korku tüneli numaraları,
diye düşündü. çok geçmeden kervana
başka vahşi hayvanlar da katıldı. Peşi
sıra mumyalar, başına balta, göğsüne
bıçak saplanmış adamlar, cadılar,
hortlaklar, cüzzamlılar sökün etti. İskeletler
ona el sallarken, gülüyordu. Aman ne korkunç!
Niye girmişti ki tünele? aniden boynuna sarkan
yılan dışında, hiçbir şeyden ürpermemişti.


Araba hızlanmaya başladı. Artık garip yaratıklar
çıkmıyordu karşısına. Demek tünel yolculuğu bitiyordu.
İşte kendinden önceki araba da tünelden Çıkıyordu.
İçeriye sızan ışık çıkış kapısını aydınlatıyordu.


Tam kapının önüne gelmişti ki araba aniden durdu.
Elektrikler mi kesilmişti acaba? Hayır!
Araba geri geri gitmeye başladı. Ne oluyordu?
Sistemde bir arıza mı vardı? Ya kendisinden
sonra tünele giren arabalarla Çarpışırsa! Belki onlar
da geri geri gidiyordur, diye düşünürken, araba daha
önce yanından geçtiği bir mağaranın içine dalıverdi.
Korkunç bir hızla yokuş aşağI gidiyordu.
Siren sesi kesilmişti. Sadece tekerleklerin
gıcırtısı duyuluyordu. Zifiri karanlıkta hiçbir
şey görünmüyordu.


Gözlerini yumup tünelden Çıkıncaya kadar
açmamaya karar verdi. Ancak şiddetli bir
gökgürültüsü, bu kararını bozmakta gecikmedi.
Şimşekler Çakıyor, mağaranın duvarını yer
yer aydınlatıyordu. Aydınlanan yerlere
fotoğraflar yapışıyor ve düşüyordu...


Caddenin ortasında kan kaybediyordu adam.
Görünürde ambülans yoktu. Bir başka
adam tezgahta böbreğini satıyordu.
Vitrin camlarIna gözler yapışmıştı. Adama bak!
Evini yıkmasınlar diye elini doğruyordu.
Ya mavi elbiseli kız, neden okula alınmıyordu?
Bir dede torunlarını boğuyor, bir Çocuk babasını
tokatlıyordu. Beyaz, kanı ne çabuk sarıyordu!
İlanlar yapıştırılıyordu duvarlara. Kasap Çengelleri
için kuzu aranıyordu. Kapsama alanı
dışındaydı herkes. Bütün tuşlardan aynı ses geliyordu.


Sonunda fotoğraflar düştü, gökgürültüsü kesildi,
şimşekler söndü Karanlık hakim oldu mağaraya.
Yine hiçbir şey görünmüyordu. Araba hızla devam
ediyordu yoluna. Ya bu ıslaklık?
Yağmur mu yağıyordu? Ellerine, başına,
yüzüne damlalar düşmeye başladI.
Sık sık eliyle yüzünü siliyordu. Araba uçuyor, rüzgarı
yüzündeki ıslaklığı soğutuyordu.


VE DURDU...


EVET ARABA DURDU!


Karşısındaki duvarda cılız bir ışık yandı.
Aman Allah'Im! Bu nasıl bir adamdı?
Elleri, yüzü, her tarafı kan içindeydi.
Kolunun biri kopmuş, gözleri oyulmuş,
kalbi sökülmüştü. Hayır, bu bir oyun olamazdı.
Kan kokusu duyuyordu. Bu kadar doğal
bir maket olamazdı! Olabilir miydi yoksa?
Ona dokunmalıydI. Korkudan kalbi yerinden fırlayacaktı.
Dokunmalıydı ona. Elini yaklaştırdı.
Titriyordu. Loş ışıkta duran adama dokundu.
Kanın sıcaklığını neden duymuyordu?
Etin yumuşaklığını neden hissetmiyordu?
Soğuk, parlak bir yüzeydi dokunduğu.
Biraz daha dikkatli baktı: AYNA!


AYNAYA DOKUNUYORDU

BB_Kaulitz 10-07-2007 12:58 PM

Ayrılık, yarımların acısını bırakır ömrümüzün herhangi bir vaktine. Yaşanılan acı sadece bir sözcüğün sıradanlığına sığdırılmıştır. Oysa o, soluk alıp verilen her dakikada saklıdır. Gecenin karanlığı ile gelen sızı, göçmen kuşların kanadına takılan sevinç, kuzeyden esen rüzgarın kokusu, sonsuz dokunuştur ayrılık.
Giden biraz yaşanmışlık biraz da yaşanacak şeyler götürmüştür. Biraz kendi ömründen biraz da onun ömründendir götürdüğü. Oysa gözlerdeki ıssızlıkta bulunmuştur aranılan. Hiç bir bencillik kıyılarına uğramadan yanaşılan bir limandır yaşanılan. Onca kalabalığın içinde çırılçıplak bulunulan yalnızlıktır paylaştıkları. Uzun zamanlardan topladıklarıdır birbirlerine sundukları. Giden götürmüştür bir ömür biriktirdiği acıları da.
Bir kuş kanadının çırpınışı kadar kısadır. Her şey bir anda bitiverir. Bulunduğu gibi, yüreğe kabul edildiği gibi, anlaşıldığı gibi değildir bu. Zamanın hızı daha acımasızca işler terk edişin durağında. Başlarken duyulan kaygıların dizildiği, kuşkuların yer edindiği kadar uzun değildir ömrü. İki kirpiğin buluşma anından daha hızlıdır bazen ayrılık. O ilmek ilmek işlenen, günlerce diller dökülen ve bin türlü acının içinden süzülerek getirilen sözcüklerin sihrinden yoksundur. Çünkü hiçbir yıkımın hassaslığa ihtiyacı yoktur. Onda ayrıntı da yoktur. O sadece yıkar giderken... ve yıkım zaman ile bir bağ kurmaz. Çünkü zamanın yeri yoktur gidenin bıraktığı yerde. Giden zamanı da almıştır yanında, gelecek geçmişin gölgesindedir artık.
Mısralara sığmaz olur acının derinliği. Uçurumlar ile kıyaslanır yalnızlık. Uçurum kenarında gezer güzel ve acı anılar. Her seferinde kalandır bu uçuruma devrilen.Ve hep kalandır anıların cenderesinde boğulan. Fırtınalarda kaybolan, girdaplara takılan. Bilir ki kurtulduğu her fırtınadan, çıktığı her kuytuluktan yokluğu duyacaktır. Bundandır ki hep kalan, ayrılığın nedenlerini düşünür uzun uzun. Bir kuyunun derinliklerinde bulacağı ışığın onu getireceğini sanarcasına. Çaresiz kalınca, sanık sandalyesini kurar. Bir kendini oturtur bir de gideni. Ama bulamaz suçu tespit eden bir delil. Hep pişmanlıktır gelip dilinin ucuna dolanan. Ve güzele dair anlara kızmaya başlar. Güzel anlardan pişmanlıklar gelip oturur içine. İşte o zaman gerçekten bitmiştir aşk. Yaşadığın güzellikten duyulan pişmanlık bitirir her şeyi. Oysa kızılan ayrılıktır. Ayrılanın acımasızlığıdır. Belki de tanınamayandır kızılan.
Giden hep bir kapı aralamıştır kendine. Bir perde çekemez yaşadıklarına ama daha bir güvenle bakar hayatına. Oysa hep bir kırık ayna taşır yanında ve her düşündüğünde aşkı o aynadan bakar kendine. Belki de kalandan beklediği itaattir, kabulleniştir, sesindeki çaresizliği hissediştir. Bilmez ki ne büyük bir yalnızlıktır içine düştüğü. Çünkü her veda kötü bir alışkanlık bırakır insanın hayatına. Veda ettiğin gibi edilen olmanın da korkusunu salar yüreğine. O, acımasızlığın nasıl olduğunu bilir. Bunun içindir ki, aşkı bir önceki gibi yaşayamaz. Çünkü aşkta acıma olmadığı gibi acımasızlığa da yer yoktur. Bu nedenle her yeni aşka bu korkunun gölgesinde başlar giden. Artık giden değil kalan olmanın korkusu taşıyandır.
Her ayrılık, bir filmin sahnelerini bir romanın sayfalarını andırır. Bu yara bir daha asla kapanmaz ve hiçbir ilaç iyileştirmez sanılır. Artık ne kuşların kanatlarına takılan sevinci duyumsar, ne bir çocuğun tebessümünü fark eder ne de ağlamak onu teselli eder. O sadece, yalnızlığının girdabında nasıl boğulduğunu düşünür. Her ayrılık, bitmişliğin veya zor ile kazanılanın kolay kaybedilmesinin kabullenilmemesidir; kendisine sorulmadan alınan bu kararın incittiği onur, sevgi sözlerinin ardında gizlenmiş olan terk edişin bir anda bilinmesidir ayrılık acısı.
Her veda çıktığı kapıyı açık bırakır. Arkasından kapatmaz, kapatamaz. Çünkü o arkasına bakmadan gidendir. Arkaya bakmanın, bıraktığı yıkıntıyı görmenin anılarında silinmeyen bir acının resmini çizeceğini bilir. Bu nedenle hiçbir veda arkasına bakmaz ve bu nedenledir ki, çıktığı kapıyı kapatmaz. Oysa her veda şunu hep unutur; her aşk bir veda kapısından girer.


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 03:23 AM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.