![]() |
Bir Tutam Tuz! ... (Düz Yazı)
“Dil bir özgürlük aracıdır” diyerek girelim söze. Oysa aynı dil, hakim gücün sesi de olabilir pekala. Bir bakıma değişimin alt yapısını hazırlarken, diğer taraftan statüko’ya hizmet vermek suretiyle değişimi pekala engelleyebilir. O halde “dil”den sanatsal anlamda nasıl yararlanmalı? Dil, düşünceyi yaratırken aynı zamanda onu etkileyip yönlendirir. Bir başka deyişle fikrin oluştuktan sonra, “dil”e geri dönerek onun zincirlerini çözmek ve otoriteye başkaldırmasını temin etmek gibi bir görevi olduğunu varsayıyorum. İşte ancak o zaman, “değişim-etkileşim-yeniden değişim” sürecinde etkin bir rol oynayacağını farz ediyorum. ”Dil” derken yalnızca konuşma ve yazma dilini kast etmiyorum tabii ki. Müzik, resim, heykel, tiyatro, sinema, mimari; hatta giderek medya ve teknoloji de dahil olmak üzere tüm görsel, işitsel ve yazınsal uğraşı alanları ve genelde sanatın bütün dallarının dilden yaratıcı ve yenileyici bir araç olarak faydalanmasından söz ediyorum. Eğitim alanındaki kullanımı ise şimdilik konumuz dışında. Zira orada resmi ve sistemin müesseseleriyle birlikte ortaya koyduğu tercihleri devreye giriyor. Ben burada özel-özerk kurum ve kişilerin sorumluluk anlayışını; dilin özgürleşmesini ve aynı zamanda özgürleşme sürecine olan katkısını sorguluyor ve vurgulamaya çalışıyorum. Bilincin gelişmesine koşut olarak ulaşılan bir durumdur bu. Kısaca demem şu ki, sorumluluk en başta BİLİNÇ geliştirmeyi kapsıyor. Tek başına dil fazla bir anlam taşımaz. Bilinçle birlikte belirli bir amaca yönlendirildiğinde ise “çok şey” olabilir. Elle tutulur ve işlevsel bir araca dönüşür. Statüko’ya karşı bir duruşa sahip dil üretmenin hiç de kolay olmadığını biliyorum. “Eski” yıkıldığında ve “yeni”ye geçiş döneminde genellikle bir kaos ortamı oluşur. Bunu engellemek ise yeni oluşumun ön hazırlığını ve planlamasını iyi yapmakla mümkündür ancak. Ana amaç, değişimin doğasında taşıdığı sancıyı asgariye indirgemek olmalıdır. Tarih boyunca büyük değişimler bazen kaba kuvvete, bazen de iktisadi zenginliğe bağlı olarak doğmuşlardı. Gerçekten kalıcı olan atılımlar ise ancak belirli bir birikim ve donanım düzeyine ulaşıldıktan sonra sağlanabilmiştir. Bundan da önemlisi, bu tarz açılımlar kendi toplumlarına hizmet verirken yeterli birikime sahip olmayan toplumlarda ise yalnızca özenti ve örnek teşkil etmeleri itibariyle büyük patlamalara sebep olmuşlardır. “İç”ten gelen (intrinsic) doğal gelişim ile “tepeden inme”- adapte edilmiş; alıntı veya hazmedilmemiş değişim arasındaki fark da burada yatar. Sanata dönelim tekrar. Sanatın temel amaçlarından birinin değiştirmek, düzeltmek, iyiye doğru yenilemek olduğunu düşünürsek eğer, sanatçı statüko’yu yıkma eyleminde başarısız oluyorsa, işte o zaman güçlü bir sanatsal tepki; yani isyan ve başkaldırı doğar. Sanatçı bazen sistemi sıfırlamak ve yeniden kurmak ister. Hatta zaman zaman anarşist bir profil bile çizebilir. Bir anlamda kaotik olan bu dönemin en hoş tarafı ise üretim açısından oldukça verimli olmasıdır. Taşların yerli yerine oturduğu gelişmiş toplumlarda sanatsal tembellik ve kısırlaşmadan söz edildiğini hepimiz duymuşuzdur. Yıkılacak duvarlar ve kırılacak çemberler yoksa eğer, sanat ve sanatçı işlevini büyük ölçüde yitirir. Veya “bilinçli bir birikim” yoksunluğu söz konusuysa, yıkımdan sonra yeniden yapmak imkansız hale gelir çünkü yeterli malzeme mevcut değildir. Özellikle günümüzde teknoloji ithal edebilirsiniz. Ve hatta “know-how” da. Ama sanatsal bağlamda köklü ve derin bir değişim sağlayacak beyin ve yetenek ithalinin oldukça zor ve imkanların kısıtlı olduğunu düşünürsek eğer, sonuçta sistemin tıkanıp kalması kaçınılmazdır. O halde yaratıcı insan faktörünü görmezden gelmemek lazım. Kullanacak; özümseyecek; yeniden yaratacak ve bu arada değişim sancılarını azaltacak kişi yine insanın kendisi değil midir? Yaratıcılığı ile değişime ivme kazandıracak olan, aralarında şairin de bulunduğu sanatçı kesiminin önemi yadsınamaz demek istiyorum! ... “İlahi Komedya” ile Papalık monarşisine acı bir eleştiri getiren Dante için Engels şöyle diyordu: “Dante, hem ortaçağın son, hem de modern çağın ilk şairidir”. O’nu izleyen ve yeniden doğuşu simgeleyen Rönesans ise ortaçağ skolastik felsefesine karşı dirençli bir duruş ve başarılı bir başkaldırıydı. Ancak bu iş SAĞLAM BİR ZEMİN ÜZERİNDE yapıldı. O devirde bir yandan batının taşınabilir serveti Roma’ya akarken, diğer yandan da doğunu bilgi birikiminden alabildiğine yararlanılıyordu. Sonuçta güçlü ve özgün bir sanat ortamı doğdu. Rönesans’ın çok önemli bir figürü olan Leonardo da Vinci’nin anatomi, hidrolik, kanatla uçuş, helikopter, asma köprü proje ve eskizlerine bunca yıl sonra bile hala kafa yorabiliyorsak eğer, o dönemin koşullarına ve bilgi birikimine dikkatle ve büyüteçle bakmak gerekir diye düşünüyorum. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bilimin temeli de dildir. Mısırlı’lar “pi” sayısını bilmemiş olsalardı, gökbiliminde bu denli gelişme olur muydu acaba? James Watt sayesinde buhar enerjisi (1765) hidrolik enerjinin yeni almamış olsaydı; dokuma makineleri icat edilmese ve büyük edebiyatçılar toplumsal sancıları, çocuk işçilerin madenlerdeki acılarını eserlerinde dile getirmemiş olsalardı, 18. YY’da Sanayi Devrimi’nin beşiği haline gelen sömürgeci Büyük İngiltere sonuçta sosyal bir devlet kurabilir miydi dersiniz? Bir bakıma her şey insana – toplumsal irade görevlerini yerine getirmiyorsa dahi - insanın kendine yaptığı yatırımla birlikte yüklediği anlama gelip dayanıyor. Bu açıdan bakıldığında, şair de alışılagelmiş kalıpları kırmayı, kısır döngülerden kurtulmayı ve nihayet kendi içinden çıkmayı bir biçimde öğrenmelidir. Üstelik bunu insan ve hayata dair duygusunu, heyecanını, tutku ve hayallerini yitirmeksizin yapmak zorundadır. Taşıdığı sosyal ve sanatsal sorumluluğun bir gereği olarak… Bakarsınız karınca kararınca, bireysel çabalarla çorbaya eklenen azıcık tuz yemeğin lezzetli olmasını sağlayabilir. Denemeden kim bilebilir ki! ... Parmaklarınız arasında BİR TUTAM TUZ ve bilinciniz açık olsun dostlar… Bazen aynaya yakından bakmak lazımdır diye düşünüyorum. Ne de olsa, her düşün altında bir gerçek yatar! ... (28 Nisan 2004) (HAYAL Dergisi, Ekim 2005) Naime Erlaçin |
Bir Tür Başkaldırıdır Absurdite (DÜZ YAZI)
sarmallara direnen sizi sizinle bırakan ben ve siz beni benimle bırakan ne iyi ettiniz! Çemberlerin kırıldığı bir ülkeden söz etmek istiyorum sizlere. Hırçınlığın ölü güzlere teslim edildiği ve “kış güneşi günleri”ne yavaş ve sessiz adımlar attığımız o yerden… İnsan bir kuyu madem, duygu neden olmasın? Tıpkı toprak gibi. Ne ekersen onu verir. Sonsuza uçmakla, dipsize inmek midir aradaki fark? Anlaşılmaza budalaca anlamlar yüklemekte mi yoksa bütün mesele? -Uyum paketleri tamamlanamadı henüz. Yılan hikayesine döndüler. Bitenler de orasından burasından yırtık nedense! Yama da tutmuyor üstelik. Canım sıkılıyor doğrusu… Çölün tükendiği yerde, (“Çölün tükenmesi”; ne hoş bir ifade değil mi? “Çölün bittiği yer” demiyorum bakın. Gide gide çölü bitirebilir ama tüketemezsiniz. Keşke bütün çöller tükenebilseydi! Her neyse, söze devam edelim.) yaşamın sırrı, bitkinin toprağa gömdüğü yoksul yumrusunda gizlidir: Ananın süt dolu memelerine heyecanla uzanan bebeğin titreyen dudaklarında; efendisini tutkulu gözlerle izleyen köpeğin soran bakışlarında; baharın hediyesi yağmura karşılık dallarıyla göğe tırmanan bir ağacın mutlu ve devingen kifaflanmasında; bir bedenin taze tohumlar döllemek üzere arzuların doruğunda kendisini bir başka bedene gözü kapalı sunmasında... -Faiz dışı fazlada takıldık kaldık. Göstergeler güzel; TEFE, TÜFE, Çekirdek enflasyonda manzara iyi görünüyor. PEKİ, YANLIŞ NEREDE arkadaşlar? KOBİ’ler halen can çekişiyor. Üç yıldır bağırmaktan dilimde tüy bitti! Piyasa durgun… Neyse, işimize bakalım biz. Bırakış ve bırakılışlar insanı sadeleştiriyor ve hatta basitleştiriyor. Hayatını yumrusuyla sürdüren çöl bitkisi gibi aynen. Yumrusuz bitki tez ölür! (Bunu duvara yazmak lazım.) Soruyorum size, nereye kadar gidebilirdiniz parçalanmadan veya esir düşmeden çöl vahşetine? Çölü sevmek yeterli olur muydu yaşamak için? Yumruya bakarım ben, yumruya! Yalnız bıraktık ve bırakıldıysak eğer, büyümek içindi; sınamak içindi kendimizi. İnzivanın verimlisi anlamlı olanıydı bizce. Eh, biraz da bizim dışımızda bir şeylerin büyümesini bekliyorduk tabii. Büyüyenler büyüdü ama sayıları çöl bitkileri kadar azdı. Bu yüzden, neredeyse kırk yıldır keşişler gibi, gidip gelip inzivada karar kılıyoruz. Aslına bakarsanız, kalabalıktan kopmak yürek ister. Kendi sesinize dayanma gücüne sahip olmalısınız her şeyden önce. Sonuçta bedelini ödeyerek bir güzellik yaptık kendimize. Hayatın insan kıyan makinelerinden tabana kuvvet kaçarak bir yaprağın solgun yeşil damarına sığınmış bulduk canımızı. Su olup aktık kendi yatağımızda. Fena mı oldu? Bu yolun sonu kaçınılmaz olarak deniz. Ölü de olsa fark etmez. Önemli olan “amaç”… -Türk Lirası çok uzun zamandır gereğinden fazla değerli. “Dalgalanan (floating) kur”. İşte suçlu o. Asmalı hemen! (Bu arada “dalgalı kur” tanımlamasından hiç hoşlanmadığımı belirtmeliyim. Hiç değilse “yüzen kur” deseler bari.) Kur'u astık diyelim. Sonra nasıl ayıklayacaksınız bu pirincin taşını muhterem efendiler? sarmallara direnen siz! sizi sizinle bıraktım beni kendimle bütün hikaye bu işte! Geçmişe firari olmadık ama geleceği kurmaktı görevimiz. Yaşamak kadar şarttı! Dokunulmadıkça, acıyla tanışılmıyor. Acıyı sevebilmek de bir ayrıcalık ve aynı zamanda eğitim meselesi. Bu ekolojik ve ekonomik sistemde “aşk”, şiirin dışında nerede duruyor peki? Resmin ana ögesi olmadığı kesin. Belki de fona sürgün edilmiştir. Bunca acı arasında şimdilik sadece lüks olduğu için... Sonraya da vakit kalmaz zaten. Ömür böylece tükenir gider. Hepinize geçmiş olsun! Amaaaa, aşk var ve orada, dekorun bir parçası olan pencere pervazına tutunmuş hınzırca gülüyor. Replikler bazen acıklı, bazen komik, bazen sıra dışı da olsalar aşkı terennüm ediyorlar. Vurdumduymazların umurunda mı peki? Önce kazanmak ve aşkı kazancın bir parçası gibi görüp “bonus” olarak istiyorlar. Emeksiz alınan bir hediye puanı işte. Aşk da insan gibi, para gibi bu denli ucuzlamış demek ki! Ucuz şiir gibi aynen. Manzarayı sevmedim. İzninizle ben inzivama döneyim… -Kur dengelerine bakınca mideme kramplar giriyor. İthalatçı için kısa vadede sorun yok. Açık sonradan vuracak. Borçlanma maliyetleri düşüyor ancak dövize endeksli inşaat ve turizm sektörlerinde gün batmakta, haberiniz olsun. İhracatçı ise yokuş aşağı frensiz iniyor. Yürek Selanik! Şeytanla dansa devam ey millet! Güz durgunluğu ve kış ölümlerinde ayakta kalabilmenin bildiğim tek yolu başkaldırarak tutunmaktı. Gücünü kendi köklerinden alan ve metabolizma hızını asgariye düşürüp yaşamını sürdüren Masai Mara örneğini pek severim. Acımasız avcıların yasaklandığı bir doğa ülkesinde yağmurları beklerken minimumda yaşamak; ama yaşamak. Çünkü canlı, yaşamak için var. Oyunun ön koşulu, yaşamak! Kuru gürültüsüz büyümek ve büyürken yaşamak bir tür başkaldırıdır. Ölüme karşı! sarmallara direnen sizi sizinle bırakıyorum çoğalmanın sırrına doğru akıyorum… Anladıysanız eğer, anlamı var demektir. Anlamadıysanız, unutun gitsin! (03 Ekim 2003) - 'Deliler(!) İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Biraz Sen Biraz Ben Yürek Yüreğe
uçan kuşun teleğinde fırtınada pusulasız her teknede biraz sen vardın biraz ben limanlardan toplardık kaybolmuşluğu aşınmamış heveslerdi suda taze nefeslerimiz yareler kusardı boynu kıldan ince küskün koylar suyun tenine dağlanırdı izlerimiz gurbete yadigar verirken ömrü rotayı yitirmiş kuş sürülerine benzerdik biz mükerrer mevsimlerin boynu bükük esmerliğinde siyah-beyaz bütün karelerinde eski resimlerin biraz sen vardın biraz ben gittiğimiz yolların yoktu dönüşü onlara öksüzdük biz hangi tutuklu kentin hangi kayıp surlarına gitti gençliğimiz? sıkıca sarıl şimdi güz sarmaşığım sözümü tutacağım ben! sımsıkı dolanacağım sana biraz sen biraz ben yürek yüreğe el ele zamanın önüne geçmeliyiz yeter ki unutulmasın yaşananlar yeter ki yasaklı kalsın sevdaya acılar! ... (5 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Bizans Oyunları
elinden tutuyorum acıyı bir çocuk gibi bir ucundan ötekine parkta dolaşıyoruz bir oyuncak veriyorum hediye bin ışık yakıyorum bebek gözlerine önce maviye boyayıp evreni zihnime nakşediyorun sonra rüzgar çanları asıyoruz göğe masallar dinliyoruz ilahi komediden çocuk mu gezdiriyorum, ben mi geziyorum bilmiyorum acı eskitiyorum! eşim dostum arkadaşım “bilge” soruyor: 'görüyor musun? ' 'şahin gözlerim görüyor, meraklanma' bizans oyunları izliyorum ama ne oyunlar bizans halt etmiş yanında! durduk yerde acı eskitmenin alemi var mı şimdi başka türlü dayanılmıyor manzaraya ey çocuk! tut elimden dolaşmaya gidiyoruz acı eskiteceğiz eskitebildiğimiz ölçüde başka türlü katlanılmıyor dünyaya başka türlü kaldırmıyor midem bu kahpeliği tuzaklar kuruluyor şahin gözlerime dayanamıyorum, acı eskitmeliyim acele! 21 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Borç*
pıtraklar doğurduğun dal uçlarında kılıca tahvil edilecek matem sonsuzun çavlanına karışacak gecesi hüznün tuza gelecek sinsi yumuşakça tersyüz edeceksin bir gün uçurumu kan izlerini geçmiş pençelerin gömülecek o gün ölülerimiz savrulacak küller taze bir yolculuğa nedendir celladın ipinde bunca yağ bunca sıyga neden hayata eksik düşüyorsa son arzu unutma yüklüdür yağmur zemheri giydirme bir daha buluta bitmemiş vaadi var suyun ödenmemiş bir borç bir sen bir ben bir de aşka! … ….. (*) Ağustos sıcağında üşüyenlere, Word’de unutulmuş dizeler…. (24 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
Boş Odalarınız Ve Siz!
boş odalarınız vardı sizin bomboş odalar başkalarına size doluydu onlar kendinize özel yalnızca kim bilir neler biriktirdiniz nasıl döşendiler kimler misafirdiler kuytu bölmelerinden fışkırarak beyninizin duygu hamaklarından ağan cennetinizdi onlar tutkular koymuştunuz içine hayaller ve yakıcı arzular özel konuklarınız oldu mutlaka gönlünüzce sere serpe sevdiniz okşadınız mesela durdurulmuş saatlerinde gecenin aşkın destanını yazarken siz onlar size ait oldular! kırıldığınız bir gündü anımsayın başınız dertteydi yine aşkla eskimeyen bir fotoğrafla hayalinizde oraya kapanmıştınız da isyana boyamıştınız duvarları kan akmıştı düşlerinizden bir başka gündü çok sevmiştiniz birini böylesi sevilmemiştiniz hiç haykırıyordu yüreğiniz sevdanız ağlıyordu arzudan acıyordu bedeniniz boş odaları kucaklıyordu teniniz kimleri almış olursanız olun odalarınıza hasreti sulayan göz yaşları tutkulu nefesiniz yüksek voltajlı koşumsuz istekler ve yasak sevişmeleriniz kadar gerçekti onlar! artık sizindiler onlar sizin oldular! (06 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Boşluğun da Bir Anlamı Var! ...(Düz Yazı)
Gençlik yıllarımda bana matematik dersleri veren bir hocam*dan söz etmek istiyorum size. İçine, onlarca defter doldurduğu büyücek bir çantayla gelirdi eve. İki veya üç soruyu açıklayarak çözümledikten sonra defteri bir kenara koyar ve bir yenisini kullanmaya başlardı. Ders sonunda bana bıraktığı defter sayısı genellikle 6-7’yi bulurdu. Bir gün dayanamayıp bunun bir israf olduğunu belirttim ve ondan şöyle bir yanıt aldım; “Yazdığım sayfalar benim neler yaptığımı gösteriyor. Boş sayfalar ise, senin neler yapabileceğini…Devamını sen doldurmalısın! ” Böylece boş sayfaların bir amacı olduğunu öğrenmiştim. Zamanla, geride kalan sayfaları doldurmaya çalışır ve enerjimi tüketirken, aslında dolanın ben olduğumu fark etmeye de başladım. Demek ki, boş bırakılan bir alan anlamlı olabiliyordu. Sonuçta o sayfalarda çözümlenenler alışılagelmiş, sıradan matematik problemleriydi ama ben, matematiğin evreni tümüyle kucaklayan soyut bir düzen, bir ahenk, bir armoni ve dolayısıyla müziğin kendisi olduğunu kavramıştım. O günlerden sonra, dinlediğim her müzik eserinde matematiksel bir yapı ve kurgu arayarak matematik ve müziği beynimde birleştirir hale geldim. Matematik, içimle adeta bütünleşmiş ve ruhumda yepyeni melodiler oluşturmuştu. Yıllar sonra çağdaş eserlerin sergilendiği bir müzede, Miro’nun bir tablosu çıktı karşıma. Miro, tuvalin bir köşesine küçük bir figür kondurmuş ve geride kalan kısmı tek renge boyayarak resmi neredeyse boş bırakmıştı. Tablonun önünde oldukça uzun süre çakılıp kaldığımı hatırlıyorum. Gözlerimi dikerek baktığım nesnede sadece boşluk yoktu. Orada aynı zamanda matematik öğretmenimin bıraktığı kareli defterleri görüyordum. Miro, sanki geçmişi yineliyor ve “Bu boşluğa iyi bak! Yapabileceklerin burada gizli…” diyordu. Miro – matematik - kareli defterler ve duvardaki tablo birbirine karışarak içselleşiyor ve yine aynı müziği duyuyordum. Şöyle bir şarkı söylüyordu; “Boşluğun da bir anlamı var! ” Demek ki bizi besleyen ve güçlü kılan şey, boşlukları doldurmak için yaratılan tinsel müzikti. Sonra da bizden dışarıya yansıyan… O halde üretim; özellikle de sanatsal üretim, tek başına pek bir şey ifade etmiyordu. Üretilen eser, içeride bestelenen müziği dışa vuruyor ve taze yansımalara veya suda yeni halkalar doğmasına neden olabiliyorsa eğer, bu sürecin sonunda “boşluk” yepyeni bir anlam kazanıyordu. Yaratıcılık da buydu işte! Bir defasında, bir şiirimde “şair, kainatı büyütürken “ demiştim. Oysa eksik bir ifadeydi bu. “İnsan, kainatı büyütürken” demem gerekirdi. Asıl olan, üreterek boşluğu doldurmak; böylece yeni ve genişletici bir hareket başlatmaktı. Bu ise, bir anlamda hepimizin göreviydi. En azından daha yaşanası bir dünyada yola devam etmek için… Böylesi bir düşüncenin çekirdeği matematik ve onun beyinde yarattığı müzik bile olsa, dikkate alınmaya değerdi bence. Çünkü ışık tutarak yol gösteriyordu bize. Söyleyin şimdi bana; ruhumda besteler yaratarak, çoğalma ve çoğaltmaya yönelten bu bilim dalı; yani “matematik” sevilmez mi hiç? Ben bir 'matematik aşığı'yım! …………….. (*) Mahir Hocama saygılarımla….. (16 Ekim 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' Dosyasından. Naime Erlaçin |
Bozkırda Kan
bozkırda daldık uykuya kurudu çeşmeler bir bir hükümsüz artık gül mağdur aşkın ellerinde ne yazık düşürüldüğü yerde aşılasan gülleri ne fayda! eksen nadide fidanlar dökme su kar etmez bitanem çatlamaz bozkırda tohum gövermez diz boyu ekilende bile kendini delerse insan çarmıhta kanar gülistan hazin bir vedadır gül bozkırda kan var şimdi kanlı bir aşkın ellerinde (16 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
BU BiR TECAVÜZDÜR! ...BU BiR TECAVÜZDÜR! ...BU BiR TECAVÜZDÜR! ! ! ...(Düz Yazı! ...)
Canımla uğraşırken ve ailemde şu sıra hayati sorunları olan dört kişinin canı ve dertleri ile uğraşırken bile suskun kalamayacağımı anladım! ... Bir web sitesinin reklamlarla ayakta durduğunu ve hayatiyetini sürdürmek zorunda olduğunu sanırım hepimiz biliyor ve kabul ediyoruz. Ancak, bu web sitesi öncelikle bir san’at sitesi olduğunu iddia ediyorsa eğer, her şeyden önce san’ata karşı saygılı olmayı da bilmelidir! ...Üstelik burası okul gibi bir site. Ben dahil pek çok kişinin, şiiri ciddiye alarak yazmaya başladığı ve bir anlamda kendini geliştirdiği bir yer. Gençlere örnek teşkil edecek ve ilkeleri olması gereken sanal bir ortamdan söz ediyorum. Antoloji.com yöneticileri, sizlere sesleniyorum! ... X Hanım, Y Hanım, Z Bey adlarınızı vermeme gerek yok. Sizler kendinizi bilirsiniz. Yöneticimiz rahatsızlığımızın farkında değil mi? Değilse bile Sayın Editörler, sizler neden uyarmıyorsunuz? ... Sayfalarımız işgal edilirken, san’at adeta tecavüze uğruyor. Şiirlerimiz, maç nakli sırasında önemli bir gol pozisyonunda aniden giren anlamsız ve dikkat dağıtıcı reklam bantlarını andırır bir biçimde reklam istilası altındadır. “Güzel bayan” mış! ! ! ...Utanç duydum! .. Aynen şöyle diyordu; 'Güzel Bayan, Her türlü ilişki için doğru adres. Aradığını bul, bulamadığını ara! ..' Yok yaaa! ...Soruyorum size, gönül postası mı burası? Dünyanın neresinde, hangi heykelin, hangi tablonun üstünde veya altında, hangi kitabın “chapter” aralarında reklam yer alır, söyler misiniz? Özellikle de böylesi? Daha da önemlisi, san’atçıya böylesi bir saygısızlık nerede yapılır? Neden yapıldığı ise belli. Para. Bu konudaki haklılığınıza bir diyeceğim yok ama site içindeki diğer boşlukların ve de edeplice kullanılması kaydıyla! … Artık şiir ve yazı yüklemek istemiyorum. İçimden gelmiyor. Sayfamdaki kirlilik beni had derecede rahatsız ediyor. Bir süre protestoları izleyip susmayı tercih ettim. Bir yararı olur mu bilmem ama ben de kendi hassasiyetimi bu biçimde dile getirmeyi uygun gördüm. Yazı ve şiirlerimi; beynimin, ruhumun ve kalemimim emeğini gönül ferahlığı ile asacağım; tecavüze uğramamış tertemiz bir sayfa istiyorum sizlerden! ! ! ... Saygılarımla. Naime Erlaçin |
Bu Çiğ Süt Emmişlik Yok Mu!
bu çiğ süt emmişlik yok mu, bu yalan dolan kesin öldürecek beni it eniği kadar olamadık gitti o yüzdendir çok sevişim itleri keşke köpek olaymışım ne olur rabbim bana bir söz ver öteki sefer dört ayaklı geleyim dünyaya bu kiracılık çok ağır bu yük çok fazla bir ite “can” demek nedir anlar mısınız üzülür küfreder kızar mısınız ya da kah bir sevgili kah ana rahminden kopan evlat kah bir dosttur “can” köpek yüreği berrak bir nehir en saf sudan ondan öğrendim kalp taşımayı ne ister bir köpek bilir misiniz: ölürken gözlerinin içine ruhunu akıttığı bir dost sıcak bir dokunuş, sevgi dolu bir ses küçük ödüller uğruna masumiyeti yitirmiş meymenetsiz heveslerden habersiz ebediyen paylaşılan son nefes hepsi bu işte! bu çiğ süt emmişlik var ya bu pislik en çabuk o öldürecek beni “en hızlı gidendi” yazacaklar cesedimin üstüne varsın içime kaynasın, içimde kanasın deli kanım hıyanetin her türüne aşinayım cerahate alışkındır damarlarım vefasızlık hoyratlık ikiyüzlülük ne dersen de, adını bir şeyler koy işte zayıfsın ey insandan doğma ve bencil alabildiğine var git yoluna, var git kendini eğle sol yanında bir köpek kalbi taşımıyorsan senin suçun ne! var git yoluna ey insan varıp gideyim yoluma... (9 Nisan 2004) Naime Erlaçin |
Bu Gün O Gündür - I
- S’nin acıları (devamı var) acı eziyorduk avuçlarımızda baharı bekliyorduk hatırlasana bir gün birisi kumruları çaldı o sendin ben Samson oldum sen saçlarımı aldın bütün şarkılarım oysa tellerine işlenmişti o gün bu gündür dilimi kökünden kestim özre sağır düşmüştü aşk aynalar sisli ciğerler asitliydi odalarda parçalarım sokak aralarında çıkmaz bir yolun tozuna saçıldım neden ölümden söz ettiğimi anlıyor musun satırında aşk bileyen infazcım ey! ihtimal bu yüzdendir her akşam ölüşüm özgürlük düşünde yeniden dirilişim saat doldu artık bu gün o gündür işte : gidişim! düşünmekteyim kim bilir boynumda kaç ölüm kaldı (22 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Bu Gün O gündür -II (Bir Albatros Gönder Bana!)
- S’nin umuda yolculuğu* murdar bir bahar sevinci yapışıyor döşüme “gitsem” diyorum alıp başımı deniz özlemişim tomura vurmuştur fidanlar güruh henüz inmemiştir kumsala kim bilir belki unutulmuş bir tekne bulurum kudurgan ağrıları unutur tutunup bir albatrosa denizin koynunda uyuruz sonra eski dostlar hayata gücenik kaldılar fırtınada burulup karanlık koylarda... şurada burada birinin elinden tutar da belki “ısıt yüreğimi, yoruldum ırgatlıktan” derim buzlarım çözülür güneşi yakalarım yıkanırken sularda azık torbası boş şimdilerde çingene saza dağarcık oka küs kulaklarım kirlendi dayanamıyorum! arkada bırakıyorum sağır koyakları ateşe verdiğim ongun yamaçlarla : çoktan tükendi bozkır ruhum çalı çırpı usandım alesta durmaktan marazi seslere temiz bir yuva arıyorum güller dikeceğim bahçeme kaldı mı dünyada böyle bir yer! unutulmuş bir tekne bekliyordur ola ki tut elimi ey can vur beni azgın sulara bakarsın tuzlu su merhem olur yarama ah deniz! ne temiz kokardın sen hükmüm sana düşüyor bugün durma bir albatros gönder bana (22 Mart 2004) (*) (21 Mart 2004, saat 24:00’te kalkan bir otobüsün ardından…) -Güle güle sevgili arkadaşım, yoldaşım, dert ortağım ve manevi kızım. Albatrosu bulursan, benden de selam söyle…. Naime Erlaçin |
Buğu ve Lâl
daha kötü camda bir nefes buğu kanayan dizlerden pervazlar sırıtır lâl olmuşluğuma kenti terk ederken ben çatırdar hoyratlık rüyalar gelişigüzel savaşlar hep bildiğim trenler kalkmaz can çekişir istasyon raylara dökülür gar hüzünleri yüreğimde buğu var ne zaman hüsran yağsa gökyüzünden gölgem ölür şiirde bir daha ölürüm ben gök taşlarım ağlar haykırır kanayan dizim sisten bir damla düşer yere dilim artık mihenk taşı değil vazgeçerim söz bekçiliğinden iyi uykular lâl dilim iyi uykular! (17 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
Bunun Adı Yaşamak!
duygular karmaşasında boğulmuşsan şu an beynin karıncalanıyorsa durup dururken ağır uykulardan uyanıyorsan belki de yorgun ve şaşkın yaşama başlıyorsun demektir aradığını bulamıyorsan bulduğunla yetinemiyorsan bir gün olur olmaz bocalıyorsan bir dolu kıpır kıpırsa yüreğin, kaynıyorsa her an acılarla tanışıyorsun demektir yağmurla konuşuyorsan içinden çarpıyorsa kalbin gök gümbürderken tenin rüzgarla kucaklaşıyorsa insana dost olmayı öğreniyorsan artık büyüyorsun demektir ayakların seni 'biri'ne taşıyorsa yüreğin çatlarken o 'biri'ne kavuştuğunda başlıyorsa zaman birden duruyorsa yokluğunda onu düşlerindeki kişiyle karıştırıyorsan hep sen seviyorsun demektir birbiri ardına örülürken duvarlar huzursuz olmuyorsan tekdüze bir yaşam olağan geliyorsa artık sorumluluk bağlıyorsa seni prangalarda kalıplar kurallar çemberler girdabına düşmüşsen bir kez işte o zaman dostum üzgünüm sen ölüyorsun demektir! (2003) Naime Erlaçin |
BURUŞUK'a Mektup
bir yanım yara her bir yanlarım yara düşünce sen olunca çocuk kalbi taşıyorum küçük Buruşuk'u yazmış Ahmet Erhan son kitabında ne de babayiğitti hani köpek değil aslan parçası sanki! sen gideli güz, sen gideli kış yıkadım ruhumu insanoğlundan dünya yalan, yalan hepsi dost desen ihtimal kalmıştır eskilerden bir-iki analar günü yarın bana Buruşuk’lar günü bir kızımı doğurdum galiba bir de seni öylesi et-tırnak işte! resimlere baktım dün gece baktım ağladım, ağladım baktım bitmez dizboyu bu yalnızlık, bu özlem Buruşuk yorgunuyum ben! bana yaşanası bir dünya bir de seni versinler gerisi onların olsun analar günün kutlu olsun yavrum inan 'ilk gün' kadar seviliyorsun (10 Mayıs 2003) (8 Kasım 2000'de aramızdan ayrılan 'boxer' köpeğimize mektuptur...) Naime Erlaçin |
Buza Sardım Ateşi
kuşlar vuruluyor yüreğimde çiçekler örseleniyor hoyratça kan sızıyor damarlarından fidanın tütüyor hasret sinmiş gözler sabahın kör alacasında sustuk tüm susmalarımız gibi gülücük kondurduk gözyaşlarına titreyen bir alevin gölgesinde ayrılık gergefi dokuduk yine sarıldık birbirimize üşürken gönüller kan bağımız can bağımızla el ele ah çocuk! o son bakışlar var ya hani o son dakika! öldürüyor adamı ölümü bilmiyor da insan yürüyüp gidiyor işte ne ağır yükmüş bu gurbet bir kuş daha düştü biz ağlarken bu sabah son çiçek kanarken içimizde buza sardım ateşi korkma! biliyor musun kaç dönümlük yürek var bende gurbete kurban olsun diye yaratılmadı sevgi yürek sımsıcak kalır ateşler buza kesse de! (*) Başta “can çiçeğim”, biricik kızım olmak üzere bütün gurbetçi dostlara sevgilerimle… (08 Ocak 2003) Naime Erlaçin |
Buzdağı Yürürse
yürüdükçe zaman gün yakut gönül lâl sevdalara tutsak hayli çılgın kızılımsı ateşli yürüdükçe su damara orman doğurur yaprak uzayıp gider bu serüven acı ve hüzün ufuktaki son koruluk yürüdükçe mevsim kurşuni saatlerinde ömrün isyankar bir güz belirir bulut ağlar aniden suyu çekilir göğün buzdağı yürürse içimde “çarptı-çarpacak” cinsten hani eriyecek aşkın sıcacık kollarında belki yok edecek beni yüreğimi korku bekler böyle dağları bekler gibi (21 Eylül 2003) Naime Erlaçin |
Cam Gülü
biliyor musun cefanın tozuna ter bırakmamış batkın bir entelektüel kadar omurgasız biriydi cam gülü sevdalısı -sorma kadın mı erkek mi diye ne fark eder ki! umursamazdı arşınlamadığı dünyayı düş kundaklarına belerdi kırbaç ucunda şaklarken hayat düş bebesi aşklarını kah atlı bir prens çirkin kurbağa pamuk prenses kimi zaman kah bir avcı olur Sherwood ormanında kahramanı oynardı hangi dergaha düşse yolu kapanırdı yüzüne kapılar kimi gün kendi kapatırdı geri kalanları ah bir bilsen ey yar! ne kadar yalnızdı cam gülü sevdalısı öykülerden bir öykü derledim sana bu sabah düşler aleminde bir gezintiydi işte hem hüzünlü hem sıradan hem aykırı! ... (5 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
Carpe Diem*
kıyametinle dikil karşıma boşluğun kulağıyım ben sesler dinlerim boşluğunda kanayan bir gelincik konsun düşlerime istersen ağıtlar bırak yeter ki ayın saçlarına sar umutları mazi olsun dün tazelensin ipeğim gel bir yolculuk ol bugün yol ver doğsun büyük infilak unutma ateşin koynunda yenilmezliği gizler boşluk etimde dağlanır dünlü yarınlar karabasanlar kuşkonmaz yargılar anlamın boşluk bekçisiyim ben durma! ister boş gel ister yarım gömerim kemirgen kurtlarını kıyametinle birlikte yerin yedi kat altına… (*) Carpe diem: Günü, anı, ya da zamanı yakalamak… (2 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
Celse
oltada yitirir dirimi solucan ve balık ne yapsın balıkçı iki ölüm arasında açamadığı kapılar da mevcut bilgenin umudun pas tuttuğu insan sancısında bakarsın nehir sesine sağırlaşır dere yatağı kepengi indiriverir zaman dirilerek gelir ölüm kimi kentlere muafiyet kazanmış mikrop gibi isyandır doğuştan eksikliğine özrüne ağlar orada yasa karınca böcek her neyse tek bir yapraktır bazen ağlayan bir durur bir devinir can sırtından akarken hayat ne farkı var ince bir acının kalından güzeldir deniz doğaya dikleşen tohum kadar özgür kara tedirgin celse ve süzülür infaz kararı imbikten balıkçı ne yapsın! (20 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Cemreler Düşüyor Bak!
buz kesmişti yüreğim -taş kesmiş- 'yorulmuşum' dedim zamansız acılarda dikildim durdum öyle kör saatlerde vurdu yangınlar sustum akşamsız guruba benzerdi çaresizlik sustum 'ölüm böyle gelirmiş demek ki' dedim gurbet kuşlarına döndüm döndüm de yine sustum cemreler düşüyor artık suya mı toprağa mı havaya mı sormuyorum düşüyor ya cemreler yeter! açılıyor kilitli kapılar bir bir dilleniyor suskun diller yer gök alem ısınıyor da ebemkuşakları saçılıyor eteğime yemin sana dalından düşüyor gönül gönlüm olgunlaşıyor yine bir tohum çatırdıyor yüreğimde büyüyor içim büyüyor da içime dar geliyor böğürlerim ateşleniyor yaşamak bu olsa gerek : cemreler düşüyor bak cemreler düşüyor yine... (17/02/2003) Naime Erlaçin |
Cenin
tutukluk yapıyor beynim canım acıyor yine jilet gezdiriyorum kılcalımda tanımıyor şiir mutedil rüzgarları ılıman iklimleri bilmiyor biteviye çığlık doğuruyor dışarıda birileri bir hançer çekiliyor kınından perdahlanıyor iki yüzü keskin kılıç hava desen: ağır mı ağır bin yıllık kavga artığı bir hikaye gibi dünden hüzünlüdür gün sayrılığına ağlıyor bugün seyirlik bir cinnet odağında insanı düşünüyorum ben ah bilsen! neler düşlüyorum “aldırma karmaşaya! ” diyor şiir: 'an gelir sakin akar su, durulur dalga kınında büyür söz acıda canlanır insan' varsın tutukluk yapsın dimağ yükümlüyüz ateşlemeye yüreği bir sır saklamıştım oraya körün değneğinde unutulan : sindirse yükü yıldırsa ceremesi en iyi sevda bilinir aşığa tarih kadar eskimemiş ve eski o cenin kalır hafızada nihayetsiz bir mesel gibi 'aldırma karmaşaya: büyüktür aşkın semeresi! ' (21 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
Cinayet *
öldürüyorlar şiiri gülüm cinayet var! ben ki yaprağın yasını tutardım duruyorsam dik hüzündür acıdır ayakta tutan can çekişen kentlerin kangreni olmuşum evleri kara çiçekler açan ölü mü diri miyim uyanan ecelim belki zonkluyor şakağım ölüyor şiir yarından artakalan (17 Mayıs 2004) (*) Abir Zaki'ye Naime Erlaçin |
Cumhuriyet Bayramı - Kutlama
81. Yılda başım yine dik! ... Ülkemizi yoktan var etmiş olan Cumhuriyet Kuşağı’nın bir evladı ve gazi torunu; o düşünceyi devam ettirmekten, Atatürk’ün izinden yürümekten daima gurur duymuş bir Türk vatandaşı olarak Cumhuriyet’imizin yeni yılını en içten dileklerimle kucaklıyorum. Bugüne dek hata ve eksiklerimiz olmadı mı? Oldu elbet. Yeri geldi eleştirdik veya düzeltmeye çalıştık. Ancak Türk Ulusu’na ve Türk gençliğine olan güvenimizi – hangi görüş, din, inanç ve etnik kökene mensup olursa olsun Türk vatandaşlığını bir onur madalyası gibi taşıyan kişileri kast ediyorum – asla yitirmedik... Bizler vatanımızı ve bayrağımızı canımız gibi sevdik. Gün geldi büyük acılar çektik. Gün geldi şehit ve gaziler verdik. Kimilerimiz canlarıyla, kimilerimiz fikir ve kalemleriyle savundu ülkemizi. Buna rağmen verilen emeklerin, dökülen kan ve terin değdiğine bütün samimiyetimle inandığımı belirtmek istiyorum. Bu çok özel günde tüm bilinç, birikim ve aklımızla Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkmanın gereğini bir kez daha vurgulamak ve Ulusal Bayramımızı gönülden kutlamak istiyorum… En güzel yarınlar sizlerin olsun gençler. O geleceği yaratmak için elinizden geleni yapacağınıza ve bizlerin eksikliklerini tamamlayacağınıza olan güvenim sonsuzdur... EMANETE SAHİP ÇIKIN! ... CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN… (29 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
Cumhuriyet Bayramı ve “Başı Yarılan Çocuklar”….
Son yazısında Ayşe Keskin şöyle diyordu; “Filmin en dramatik yanıydı, başı başla yarılan çocukların çığlıkları…” Türkiye'yi derinden sarsan bu olayı, yine derinlemesine incelemek lazım. Dün gece SKY TV'de Nihat Genç'in değerlendirmelerini izledim. Doğru bir analiz yapıyordu. Bir gece önce Leyla Umar'ı da dikkatle dinledim. O da haklıydı... Malatya’daki çocuk yuvası olayını, ilkokul mezunu ve sorunlu bir veya iki kadının üzerine yıkmakla kurtulamazdık. Hastalık yaygındı ve ne zaman bir olay patlak verse, toplum olarak sesimizi yükseltiyor; sonra da hiç olmamış gibi davranıyorduk. O çocukların, bizim geleceğimiz olduğunu unutuyorduk! ... Bu yüzden, öncelikle kendimizi yargılamalıyız. Hepimiz suçluyuz. Hastalıklı-sağlıklı tüm kuşları ve doğayı yok eder gibi - ki buna karşıyım - çocukları da yok etmeye hakkımız yok bizim! Kültürümüz, 'kaderine katlan, boyun eğ, sus, ağla ve yasını tut' diye emreder. Kırılan kol, daima yen içinde kalır. Yanlış burada! ... Daha dün ilkelerim doğrultusunda bir mücadele vermeye çalışıyordum. Bazılarınca tepeden tırnağa yanlış değerlendirildiğimi fark ettim.. Ben bir şey anlatıyordum, oysa başka bir şey olarak anlaşılıyordu. Çünkü susmam ve kabullenmem gereken yerde susmuyordum! … Çünkü bu ülkede, birkaç istisna dışında, insanlar artık yalnızca şöhret olmak uğruna çığlıklar atıyor; medyatik nevrozlar ve popülist yaklaşımlarla amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlardı! … Aslında sıradışı olan, giderek “sıradan ve olağan” hale gelmişti… Çünkü gerçek değerlerimizi yitirmiştik! … Çünkü nerede hak arayacağımızı ve nasıl savaşacağımızı unutmuştuk! … Başkalarının hakkını aramak, önce kendi haklarını aramayı bilmek ve aynı zamanda iç’iyle barışık yaşamakla mümkündür. İlk olarak, bu gerçeği iyi kavramamız lazım. Kendisini düşünmeyen; doğru tartamayan insan çocuklarını hiç düşünemez. Çocuklarını düşünemeyen ise, geleceğinden feragat etmiş demektir! ... Bu ülkenin bizlere; yani 'Çılgın Türkler'e emanet edildiğini ve sorumluluklarımız olduğunu nasıl unutabiliriz? Üstelik Milli Bayram ilan ettiğimiz böylesi önemli ve anlamlı bir günde... Dolayısıyla, karınca kararınca da olsa hepimiz sesimizi yükseltmek ve kendimizce bir tür eylem sergilemek mecburiyetindeyiz...Gücümüz nereye kadar yeterse.... Kat ettiğimiz mesafe, bir arpa boyu yol olsa dahi, denemeye değer! ... Cumhuriyet 82 yaşında bugün. AB'nin önümüze koyduğu ve kişisel olarak bende hazımsızlık yapan o yemeği yemeden önce evimizin içini temizlemeliyiz. Gençlerimizin ve çocuklarımızın önünü açmalı; onları şefkatle kucaklayıp maddesel olarak hayali ve sun’i vaatlerde bulunmadan evvel, o çocukları ileride karşılaşacakları sorunlara karşı kuvvetli kılacak, manevi ve ruhsal birer zırhla donanmalarını sağlayacak evreye bir an önce geçmeliyiz diye düşünüyorum. 82 yıl oldu. Vakti gelmiştir artık.... Başı başla yarmak yerine, başı başla dolduralım! …. Ve sevgiyle… Ve şefkatle… El ele, bir bütün olarak… Var gücümüzle... Bu vesileyle, kendini Türk sayan herkesin Cumhuriyet Bayramını en içten, en gür ve kocaman dileklerimle karşılıyorum... Hiçbir zaman tüketmediğim umutlarımı; asla yitirmediğim sevgimi ve iç barışıklığımı kuşanmış olarak hem de… Kutlu, mutlu ve daim olsun! … (29 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
Çağla
baharda göverir aşk ilahi çağrısı takvimin dala tutunur yaprak dal kurumadıkça öylesi bir mevsim işte aşk tütsüleme zamanı buluta yüz vurmak ödünç almak gibi yaşamı kır kabuğunu ey gönül... yık çemberleri! doğadan çaldığın türküyü söyle güneşe kavuşmaktır derdin var gücüyle dellenen gümrah bir dal olmak yeniden su olmak söğüt olmak yaşam olmak tohumun heybetli çimlerinden severim baharları görkemle şahlanır toprak inleyen bir çiy tanesi konsa alnıma hüznü gönlüme dokunsa yeter sevdalı vaatlerin doyumsuz kreşendosunda biter mi baharlar hiç bu can bu tende iken dök haydi çağlaları ey gönül yeşil yakışır sana! (28 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Çapraşık Şiir
en güzel şiiri kendime sakladım kıskandım kendi gözümden bile kalbime yonttum dizeleri içimden geçen rüzgara yazdım 'adım kadın' dedim söylemedim şiire dair doğmayı hak etmiyordu çünkü en güzeli bende adı bende saklı 'aşkı bulamadım! ' masum olmalıydı dünya yalnızlık daha derin atonal sevgilerdi oysa izlenen yalnızca kısa metrajlı filmler sonsuzlukla öpüşürken ben ah akordsuz aşklar ne tuhafsınız anlayın kum fırtınası izlerinde aşkın resmini yapıyorum! ne çöl yetiyor söz bittiğinde ne karlı dağ ne yaprak yeşili kainatın çocuğuyum ben dipsiz karanlığın gölgede yakalanırım belki en güzel şiiri orda saklıyorum! (19 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Çekirge Azlediliyor! ... (Yamuk Yazı) *
(Hoca ile Çekirge – 4.Bölüm) -ÇEKİRGEEEEE! ! ! -Emret hocam! -Ne haltlar karıştırdın sen yine? -Af buyurunuz. Anlayamadım üstad? -Anlamayacak ne var? O şiirleri ben yazmadım herhalde. Anarşi-manarşi demişsin hani… -Tabii ki ben yazdım ve ayrıca her dizenin altına dönüp bir daha imzamı atarım. Hem ne varmış benim şiirlerimde? -Daha ne olsun? Baştan aşağı küfür dolu. -Estağfurullah Hocam, olur mu öyle şey? Gerçek dışı tek satır yazmam ben. -Senden şair filan olmaz! Yazıklar olsun verdiğim bunca emeğe! Tez azlediyorum seni çıraklıktan…. -Paşa gönlün bilir hocam. Ben “şair” olduğumu söylemedim ki hiç. Onu diyen de, demeyen de başkaları... -AZLEDİLDİN! ! ! (Hayırdır inşallah. Durduk yerde yeni bir YÖK krizi demektir bu. Olsun varsın. Milletçe alışkınız biz kriz çıkartmaya. Kriz yoksa eğer, yaratıveririz bir tane. Tansiyonumuzu yükseltmeden yaşayamıyoruz ki! RTÜK’e çatarız; bir davetiye meselesi atarız ortaya; bağımsız kurumları lağvetmeye kalkışır ve böylece borsayı sallar; bono, mevduat faizleri ve döviz kurunu yükseltiriz. Hiç olmadı savaşa girmeye karar veririz. Sonra da gelsin işyeri kapatmaları; sanayide kapasite kaybı, işsizlik oranında rekor yükseliş, vs., vs… Daha olmazsa, birkaç banka batırır veya Anayasa’yı delmeye çalışırız. Onu da beceremiyorsak eğer, bilir bilmez şiir eleştiririz, olur biter! Krizden bol ne var memlekette? Hem böylece yazarlara da iş çıkıyor, fena mı? Profesyoneller, aldıkları astronomik ücretleri başka türlü nasıl hak edecekler? Üstelik pek çoğu, ne kadar şanslı olduğunun farkında bile değil. Mizah ve güncel yazı üretenler için bundan daha verimli bir coğrafya bulunur mu hiç? “GÜNCEL HAZİNEDİR”. (Çalışma masalarının arkasına çerçeveletip asmak lazım bunu! En iyisi branş değiştirmek galiba….) -Çekirgeeee! Sesini duymuyorum. Yine ne şeytanlık peşindesin? -Azledildim ya hocam. Kendime yeni bir uğraş arıyorum. -Buldun mu bari? -Tabii ki buldum… Rusya’da son günlerde patlak veren Yukos krizine yoğunlaşacağım. Ucu, nasıl olsa bize de dokunacak. (Dokunmayanın canı acıyor zaten!) Kısa vadede mali piyasaları olumlu yönde etkileyebilirler ancak seçim sonrasında sular durulduğunda piyasadan yabancı çıkışları başlayabilir pekala. Başımıza bir dolu dert açıyor bu komşu. Ekonomileri bir sallandı; biz çöktük. Vallahi ne Arjantin, ne Uzak Doğu bu denli kuvvetli vurmamıştı. Adamların petrol ve doğalgaz geliri bol. Bellerini doğrulttular ama biz halen debeleniyoruz… -Delirdin mi sen Çekirge? Bu gidişle Putin’den hesap bile sorarsın sen. -Sorarım tabii. Adamın adına takmış durumdayım zaten. Rusya’nın başına ne geldiyse bu Putin’lerden geldi. Rasputin yetmemişti, bir de bu çıktı başımıza. Üstelik doğalgaz fiyatlarını da indirmiyorlar. İran’la gizli ittifak mı kurdular, nedir? Bu demek ki, gariban vatandaş yeryüzünün en pahalı enerjisini tüketmeye devam edecek. Yakıt fiyatlarının yanına yanaşılmıyor. Ya açlıktan öleceksin veya soğuktan donarak. Üretim ise hak getire! Neyse ben yazayım biraz…. ……………….. -Okudum yazını Çekirge. Evlere şenlik! Vallahi numuneliksin. Uğraşmadığın bir şey yok mu senin? Geçen gün de boyalardaki kimyasal maddelere takmıştın. -Neden takmayacakmışım? Belirli renklerin içine katılan kurşun oranı çok yüksek. Sonuçta metabolizmayı olumsuz yönde etkiliyor. Bu yüzden, ressamların çoğu kanserden gidiyor. Yazık değil mi adamlara? Bebek karyolalarına vurulan boyanın zehir oranıyla ilgileniyoruz da, yetişkinlere gelince boş veriyoruz. Ne yani, onca emek verip büyüteceksin; sonra da zehre teslim edeceksin insanları. Antioksidan filan da kar etmiyor bu tip zehirlenmelerde. Özellikle kurşun zehirlenmesinde. -Bana kalırsa, senin içindeki kurşun oranı had derecede yüksek. Sağlığımı tehdit ediyorsun artık! -Boşversene Hoca. Oto-sansürümü bir kaldırsam var ya, “küt” diye gidersin vallahi! -Yıkıl karşımdan. Bela mısın nesin? -Aynen öyleyim Hocam. Adımı boşuna “bela okur” koymadılar. Düşler dünyasına gelmeden önce yorum yazardım, hatırlasana. Okur okur, eleştirirdim. Şimdi de “bela yazar” olmuşum, çok mu? -Bana diyorsun ama asıl kimlik bunalımı yaşayan sensin. Şimdi anladım işte. Çok yönlü olmaya karar vermişsin ancak yönünü kaybetmişsin bana kalırsa. -Karanlıkta bile yolumu bulurum ben. Sen hiç merak etme Hocam. Ayrıca çok yönlü olmanın ne zararı var, anlamadım doğrusu. “Post-Modern Diletant” olmak diyorum ben buna. Beyin kapasitemizin yüzde onunu bile kullanmadığımızı biliyoruz. Beyin tembeliyiz yani. Bazıları ise ancak yüzde 3’ünü kullanabiliyor sanırım! Yani ben öyle anlıyorum. Kullanım alanını hiç değilse ekonomik ve ergonomik olarak değerlendirelim, değil mi? -Haydi bas git! ...Ben de kafamı toplayayım biraz. Serseme çeviriyorsun adamı. Akıllı uslu şiir yazacak birini bulurum nasıl olsa… -Tabii hocam, yolun açık olsun. - Aklıma mukayyet ol Yarabbi! Ben gidiyorum. Tamam, ne halin varsa gör... -Göreceğimden hiç kuşkun olmasın Hocam. Çekirgeler başka ne işe yarar ki? “Kuğu Gölü”nde prima dansçı olacak halim yok ya! Ulusal kanalların birinde ıtırı-vıttırı içerikli(!) bir show progr****** çıkıp malı götürecek de değilim. (Her ne kadar, çokbilmişler öylesini yakıştırmışlarsa da!) İçinde, “Çekirgeler Ölmez” sahnesi olan bir eser yazarlarsa eğer, bil ki orada baş roldeyim! ! ! ... Sağlıcakla kal Hocam )) ……………. (*) DİKKAT! ...Bu bir mizahi eleştiri yazısıdır. Vatandaşın ruh sağlığı açısından, fazla ciddiye alınmaması özellikle rica olunur! ... (02 Kasım 2003) Naime Erlaçin |
Çelik
ne öyküler sakladım uykular ölüm uyanışlar intihardı solan her yaprağa yazıldı adım soyundum mekanlardan canlılar aleminden.... cansızlardan aynaya düşen sureti ah yüreğim! sus labirentine attım karanlıkta görülmezdi güneş her bir gözyaşından bir dünya yarattım üşürdü gök hayasız bir hançer yürürdü içimde istilacı bir kararla avuçlarımda örs’ün göğsünden aktım dayanamazdım biliyor musun çeliğe su vermemiş olsaydın eğer her yolun bir hikayesi var, yolcusuna aşikar... (24 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
Çelik Yürek
düşünce üretmeli ıssızda düşler sancılandığında çelikten dokunmalı yürek eskimemeli kuytuda suyla beslenir toprak bilirim suyla oyulur kısırlığa kendiyle büyür insan kendi kurdudur zamanla cezirsiz med olur mu yitirir hükmünü nefret aşk silinince ağunun ilacı ki zakkumda gizli çelişki yaman! çelişki eşyanın özünde pahası yüksekmiş kayrak taşının ne çare! ekin vermez en has toprak bereketinde kararı bozuksa çeliğin şaşırır terazi miyar tutmaz kendine üşünür ruh yorgunluğunda kendine susulur susmanın yalnızlığında insan etten kemikten yürek çelikten olmalı bilenmeli çelişkiden çelişki olmasa demir çeliğe dönüşür müydü böyle güçlü ve esnek bir kerameti vardır elbet vardır bir hikmeti sudan ve ateşten! (13 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Çınar...
dayanacak bir çınar yoktu ki belki ondandır bunca maluliyet nasıldır bilmem yıkılmaktan sakınmak bir omza güven duyarak yürek dayamak ___ve sevmek alabildiğine yoruldum fırtınada buzda ayazda bir başına ___tek başına korunmaktan bilemedim! hiç vaktim kalmadı öğrenmeye birilerini düşerken tutmaktan oysa bir çınar dünyaya bedel... (06 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Çınarlı Sokağı
-Adana’ya sevgilerle… I. buz tutunca kaydırır Ankara taşları karantinaya alırım kendimi ilkyazdan yadigar bir sokakta çınar ağacına dayanarak Arnavut kaldırımlarında avuçlarımda okaliptüs kokusu ve güneşin kızı mandalina “Çınarlı”ydı adı çınara tutkum bu yüzden olmalı... sokak köpekleri parçalamıştı hani hatırlıyorum canım yanmıştı da yedirememiştim ağlamayı Mehmet’in kafasını orda yarmıştım hırsımdan “fesüpanallah” demişti oduncu: “ne günlere kaldık! ...” düşününce seferberlik ilan eder beynim bedenim kurşun geçirmez olur iç avlunun ıslak taşlarını tenekeli sardunyaları düşlerim... II. eski bir konağı okşayarak yaslandığım çocukluğumun gizemli barınağı Çınarlı masum yüreğimi rehin almıştınız ey Arnavut kaldırımları ne çabuk kayıplara karıştınız! daüssıla mı, nostalji mi ne denir bilmem düpedüz yurtsama bu ata ocağımı özlerim... (6 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
Çiçek
temelli gidişin olmadı hiç ateşlerdi gelişin yanardağımı üzülünce kahrolur gülümseyince şimşeğim çakardı bitmezdi sevda bu aşk bu tutku bu adı her neyse kımıldıyor yine taç yapraklarım ihtimal yakacak lavlar hüznümü : bırakacağım kendimi aşk açan ellerine ya da solacak bu çiçek yorgun tenimizde adı her neyse! (9 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
Çocukça Bir Sevinç…(Abir Zaki’ye)
“BEN ÇOCUKLAR GİBİ SEVERİM” diyordu Nizar Kabbani. Ve şöyle devam ediyordu: “Aşkların en meşhuru ey sevdiğim Çocuklardan çıkar Ve şiirlerin en güzeli sevgilim Çocukların yazdığıdır…”* Her birimizin birer çocuk kalbi taşıdığını ne güzel vurgulamıştı…Aslında çocuklar gibi üzülmeyi; çocuklar gibi kolayca avunmayı; onlar gibi yürekten sevmeyi ve hepsinden önemlisi gönül burçlarında maytaplar tutuştuğunda çocuklar gibi sevinmeyi de bilirdik hepimiz… Çocuksu sevinçler Tanrı’dan armağandır bizlere! ... Onun tarafından en çok ödüllendirilenlerden biri de benim galiba. Hüznüm bir anda mutluluğa; karanlığım aydınlığa; kaosum sükunet ve iç huzuruna dönüşebilir. Aynen çocuklardaki gibi. Bugün de öyle oldu… Öyle güzel dostlarım ve arkadaşlarım var ki, durup durup bir sevinç kaynağı gönderiyorlar. Abir Zaki benim Nizar Kabbani tutkunluğumu yakından bilir. Şu sıralar çok meşgul olduğumu ve kitapçıları ziyaret edemediğimi tahmin ettiği için, bir yorumunda Nizar’ın Türkçe’ye çevrilen son kitaplarını yollayacağını yazmıştı. Bu sabah “Gözlerinin Mavi Limanında” ve “Yasak Şiirler” elime ulaştı. Ve Abir, gönül burçlarımda maytaplar yakarak kucağıma kocaman çocuksu bir sevinç bıraktı. Tıpkı geçtiğimiz günlerde Emre Şimşek’in kendi kitabı olan “EMREdersiniz” ve Çağıl Ener’in Bejan Matur’ları gibi… Ben nasıl yazmam şimdi Sevgili Abir? Çocuklar gibi sevinçliyim! ! ! ... Bana bu duyguyu yaşattığın için sonsuz teşekkürlerimle BİZ ÇOCUKLAR GİBİ SEVER, ÇOCUKLAR GİBİ SEVİNİRİZ BİR ÇÖL RÜZGARINDA… Sevgiyle daima… (29 Nisan 2004) Naime Erlaçin |
Çok Özel Bir Duygu...(Düz Yazı)
Günlerdir ayaktayım. Yaşamın sıradan gereklerinden biriyle uğraşmaktan bitap düşmüş durumda, sabahları bir fincan kahve ve vitamin hapıyla güne başlıyor; saatler geceye doğru ilerlediğinde ise akşamı nerede ve nasıl ettiğimi pek anlamaksızın kendimi yatağa zor atıyorum. Evin orasında burasında inşaat ve tadilat sürüp gidiyor. Manzara adeta şaka gibi. Otuz altı yıllık birikim bir odadan diğerine taşınıp duruyor. Öyle bir an geliyor ki ev, evden çok tımarhaneye benziyor. Günlük yaşamın sürdürüldüğü normal bir apartman dairesi olmanın ötesinde bir anlamda yıllarca müzik stüdyosu, resim atölyesi ve amatör bir yazarın çalışma mekanı olarak hizmet vermiş olan bu alan son günlerde tam teçhizatlı birlikleriyle üzerime yürüyen bir orduya dönüşüyor… Her saniye boşaltılacak ve yerleştirilecek bir çekmece; yıkanacak bir perde veya silinerek ayıklanacak kütüphaneler dolusu dergi ve kitap beni bekliyor. Ev hanımlarının yakından tanıdığı bir tür panik duygusu yaşadığım anlar da olmuyor değil doğrusu. “Ustalara çay ya da kahve yapmam gerekiyor. Olmaz ki! Ocağın üstünde çalışıyorlar. Meyve suyu veya kola mı versem acaba? Ama nasıl? Buzdolapları naylonlarla kaplı iken mi? ..” Beynimde böyle düşünceler dans ederken, bu evde her an bir şeyler iptal olabiliyor. Fayansçılar suyu veya elektriği kesebiliyorlar. Aradığım nesne her ne ise, onun yerini biliyor ama önüme dikilen engeller yüzünden bir türlü ulaşamıyorum. Bu tuvalete girilmiyor; şu odaya adım atılmıyor, vs. vs… Yemeği dışarıdan idare ediyoruz ama ondan sonrası bir felaket. Sonunda çareyi bir su ısıtıcısına sığınmakta buldum. Her neresi müsaitse, bir şekerlik, bir kavanoz kahve, birkaç kaşık ve bir paket poşet çayla hemen oraya göç ediyoruz. Koşuşturmaca sırasında ve sigara molalarında sıcak su imdadımıza yetişiyor. Sayısı hiç de azımsanmayacak bir kupa koleksiyonum var. Neyse ki onları açığa ve tepsilerin içine almışım. Bu yüzden kupaları kaptığım gibi su ısıtıcısının başına koşuyorum… Malum bahar temizliği ve badana mevsimindeyiz. Herkes bir şeyler yapma hevesinde. Dolayısıyla komşular sık sık uğruyor. Bazıları usta arıyor; bazıları yapılan işi merak edip geliyor. Kimisi sadece hal hatır soruyor. Sonuçta hepsi “Vah, vah, Allah kolaylık versin” deyip gidiyor. Bu arada yaşama alanımız giderek daralıyor. Telefonun sesi gelmesine geliyor da, kendisi örtülerin altında kayıp. TV iptal, bilgisayar iptal. Ben ise var gücümle direniyorum. Üzerimde bir kot pantolon. Telefonum arka cebimde. Dünyayla bağlantımı sağlayan bu minik alete minnetle ve dört elle sarılıyorum. Bunun dışında kahve ve sigaram olduğu sürece çalışmayı ve yaşamayı sürdürebilirim gibi geliyor. Şimdi, “Bu kadın bunları bize niye anlatıyor? ” diyebilirsiniz pekala. Söyleyeyim. Bugün iki güzel şey oldu. Bilgisayar masası nihayet yerine yerleşti. Onlarca kabloyla uzun süre boğuştuktan sonra aletin çalışır durumda olduğunu gördüm. Ne kadar sevindirici bir duyguydu bu, bilemezsiniz...Bundan da önemlisi, öğle saatlerinde bir kargo dağıtım elemanı değiştirilmekte olan sokak kapısının harç ve çimento karışımı üzerinden güçlükle uzanarak bir paket uzattı. Kimden geldiğini ve içinde neler olduğunu hemen tahmin ettim. Kendime çok yakın hissettiğim, ancak eserlerine ne yazık ki ulaşma şansı yakalayamadığım genç bir şairin kitaplarıydı gelen. Bu güne kadar çok az sayıda şiirini okuyabilmiştim. Şairin adı Bejan Matur’du. Yine bana çok yakın olan başka bir genç bir dostum tarafından gönderilmişlerdi. Son telefon konuşmamızda onları İstanbul’dan temin edip yollayacağını söylemişti. Bu genç hanımın adı ise Çağıl Ener’di… Kitapları elime aldığım anda bütün yorgunluğum tamamen uçup gitti. İçimi sıcacık bir duygu kaplamıştı. “MOLA! ..” diye haykırdım hemen. Bir kahve, sigara ve şiir molası… Mutluluk böyle bir şeydi işte! ... Bugün dünyamı güzelleştirdin Sevgili Çağıl. O andan sonra yorgun, bitkin veya kir-pas içinde olmam fark etmiyordu artık çünkü baharı gerçekten yüreğimde hissetmemi sağlamıştın. İnşaat tozu ve deterjandan paralanmış ellerimin acısını bile duymaz olmuştum. Sağ olasın çocuk! Var olasın! Gönülden ve samimi kocaman teşekkürlerimle ))))) (17 Nisan 2004) Naime Erlaçin |
Çöl Şiiri: DİNGİN İSYANLAR
“bir uğultu kalıyor bir uğultu, bir uğultu hiçbir çölü geçemeyenlerin kalbinde…”* çöl kolay geçilmez! olsa olsa kumdur taşınan geceden gündüze ......bir tepeden diğerine kafan karışır sadece! …. “dingin isyanlar fışkırıyor yüreğinden” dedi biri senin için “çöl de geçilir! ” diyemedikçe dönemedikçe baş kaldırıp yaşamın içine isyanın suretini taşımaya mahkumsun ömür boyu dizelerinde… sunturlu sevdalar koynundan yankılanarak bir esintiye dönüşecek yaralı gönül, şiirden isyan yetmez! eylemsizlik bu yalnızca donup da kalıvermek çöl ortasında elli dereceden taş gibi atlamak gecenin zemheri soğuğuna! … yürüyüp geçebilir misin yepyeni bir hayata acı filan boş verip ardını toplamaksızın kırıp…döküp…yaralanıp…haykırıp “ÇÖL DE GEÇİLİR! ” diyerek? sen ona bak işte! gerisi “dingin isyanlar” yalnızca… belki bir düş alıp koynuna uyumak en doğrusu en doğrusu…. ………. (*) Murathan Mungan: OMAYRA – “Çöl İşaretçileri VII” (30 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Çöl Şiirleri 1 / Çöl
değişecek içimdeki iklim yürüyecek çöl o ki beni bana saklamıştı susuyorum dilsizliğime akıyor etim dokunur elbet yüreğe iğde kokusu bıçak üstü raks eder yılan sözcükler çapaklarını yıkar aşk bir gün gözlerimizin korkunun çığlığını dinliyorum kendime süzülürken ruhum derin bir susku canlanıyor iç çeperlerimde nasıl da yongaya boğuyor adamı! ah çöl iyi sakla! sen büyüt beni (9 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Çöl Şiirleri 2 / Öteki
özleyenim olmasın ağırlayan uğurlayan kum devşirmesi ister bedevilik ki zamansız gömülmesin bedenim nar hüzünlere yıllanmış demli ben’lerim ey! içtimaa vaktidir kalkın gidelim ruhumu sökeceğim! “öteki” çölde bizi beklemekte (9 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Çöl Şiirleri 3 / Sıra
yazar mıydım şiir ölmeseydim çöle kanarken böyle sancıya uzamasaydı tırnaklarım sorar mıydım kendimi serin bulutlara terk ettiğim huş ağacından yıkılan surlardan doğmazdım güneşle mesela taze ölümler üstüne ah keşke! keşke’leri yutardı zaman çabuk öğrendim katlime sebep bir ejder bırakırdı geride : vahşi! bu ikindi cenazemi çöl melekleri kaldırsın şiirin çılgın çocukları tutsun yasımı savılsın sıram böylece (9 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Çöl Şiirleri 4 / Adı Aşk!
mavi bir şimşeğe dönüştüğünde aştığında çölü erkek ve dişi yürür duygu secdeye varır önünde ufaklı irili çarpık bütün harfler kuma gömülür kuşku çok susmuş bir yanardağ gibi kükrer nefes çöl saygılı gerisi düş başımı yaslarım göğsüne ister otururuz el ele ister sahrada çoğalır benim olur bütün elmaları göğün adını aşk koyarım sonra (9 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 10:28 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.