![]() |
Çöl Şiirleri 5 / Yanılgı
rüzgara yayılmış tüldü yanılgı şakağımda zonklardı acı şaşkındım ufkun netleşmesine yağmuru çalmışlardı bilmiyordum! : aldanış değil bu sözün ağlayışı kaderci bir yıldız yörüngesinde mülkiyetsizliği resmederek gidiyorum ölüymüşüm gibi çölle buluştuğumda gücüm ne eksik dünden ne bir fazla ben aynı yol hep aynı eğri bir duruştu kendine yanılan! (9 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Çöl Şiirleri 6 - Son / Pusula
gittim sanmıştınız değil mi öldüm mesela yanıldınız! soğumazdım düşlere yol vermezdi ezeli kadınlığım içimdeki haylaz çocuk kum kervanlara adanmış yazıcılığım siz bilirsiniz tükenişi o gün sorun bana göğe yansıyan ılgım ölüsüdür aldatan sizi sade bir kaftanca kuşandığım çöl yalnızlığım şarabi duygular sıvaşır reddime kimi gün dik başlı kimi uysal acılı tutkular yapışır eteklerime kumullar ezberlerim gece gündüz ketum bir ölümdür artık her dize sorarım: “ne güne durur pusula avucumda sır gibi sakladığım ” düş yetimi zamanlara bırakınız sorularınızı ibresiz günlere! (9 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Çölde Yolculuk Hikayesi
baldıranın kurtuluş olsun zifir sulara yüreğin eşkıya fırdöndü uykulara vakitsiz bir heyelanda bul kendini başkaldırmayı unutma! özde gerçek saklar arkaik öyküler bütün yollar çölden kervanlar kumdan geçer geçmişi kundaklayan gafil olandı ölümcül libaslar biçti karmaşadan toprağa kavuştu sonra çekildi sesi soluğu yanıtsız sorulardan bilmezdi oysa susmayı seçmişti kum tutkuyla esirgendi yolları çağıran yolların çağırdığı dik duruşlu yolcular yolu yolcu tutar! yoklukta gizliydi varoluş çölden başlardı bütün yollar! (9 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Dağlarıma Yürüyorum!
can suyumda çılgın bir nabız atıyor güm güm! zonkluyor beynim alazlanıyor düşünce çardağında şarabiye çalıyor rengim öptürüyor kendini hayat istesem istemesem de yaşanacaklar bitmedi henüz sıyırıp tenimi yalanlardan cesedinden atlıyorum renklerin paklanıyor dünya yol arkadaşım “mavi” oluyor bugün tedbirsiz bırakıyorum benliğimi cezaya dururcasına iniyor duvarlar yıkılıyor sığınaklar / kılıçlar kınına birbiri ardı sıra patlıyor çıbanlar taze pınarlar yürüyor kılcallarıma taze sürgünler sürüyorum nasır bağlamakta yumuşak yerlerim korkunun mezarını kazmıştım tırnaklarımla çırılçıplak soyuyorum ruhu anlamayı öğreterek kendime okunaklı bir mektup kadar dümdüz baş etmenin şavkı vuruyor alnıma taze bir bayrak dikiyorum seçenekler tükenmişti yol boyu dörtnala koşuyor oysa esirgeyen rüzgar uyanan bir çingene var gündoğumu aynasında ayak seslerini duyuyorum güm güm güm güm dağlarıma yürüyorum! (27 Ağustos 2003: 18 Eylül 2003) Naime Erlaçin |
Dalgakıranım Yıkılıyor Bağrımda
güneşi sevdim bu sabah sarıya vurulup toprağa ana oldum şart oldu sevmek şiiri dalgakıranım yıkılıyor bağrımda! nöbete durmuş aşıkça el değmedik vahşi bir harmanda gözükara sevdalıca gürleyip açmışım göğsümü dalgalara değil mi ki şairin hayali kıyıdan enginlere açılmak uçmak şahincesine sözcüklerle belleğinde şart oldu o halde efkardan olmalı harcım __sermayem yaşamışlığım ürpererek dikizlerken ufku yoktur silahım gayri kuşandığım dil'den başka sözcükler cilveli bakire __sözcükler sürtük birer fahişe kırk kapıdan dönmüşlerse bile ürkerek dokunup okşamalı hüzünlüdür kimisi __elemli ___duyarlı Babil bahçeleri misali kadimdir bazıları sözcükler var neylesin şair cihana sığmaz dillerin sultanı! döşten damıtılır erk sözün baharında biliriz tutulmaz çatlayan tohum en kalın __en babayiğit kabuklarda şart oldu sevmek şiiri dalgakıranım yıkılıyor bağrımda! (15 Nisan 2003) Naime Erlaçin |
Dantelamsı
geri dön uyum! incelik ve güzellikten sonsuzu ver bana tümceler olağanüstü olmalı narin duyarlı canlı zorlu rüzgarlarda öldüm hiç'e yitirildi düşler adagio bir akşamda şafaksı maviliğe geldi sıra sevince kavuşmak isterim yeniden hayata anlam yüklemek gönlümce abartısız geçişler peşindeyim kıpırdak oynak biraz sancılı son evresinde yetkinliğin kah suskun kah heyecanlı beklemekteyim! notalar dantelamsı taşıyor akıyor ruha içinde moderato hüzünler saklı beynimde yankılanıyor şimşeğini usulca çakan kreşendo Amadeus'lu bir akşam ustalığını örüyor kalbime beklemekteyim! (19 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Değer!
düşünce boşlukta akan ırmak suda inceliyor insan silinme zamanı yalnızlığın ruhla fikrin uzlaştığı an cesur bir yürek gibi koşarak içimizden eksilterek bencilliği yaşamın sandık odasına varmak bu çiçekleniyor acı güneşi sindiriyor suda arsızca dem tutuyor insan çıkarıp atmalı ey! boşlukta akan ırmağa bütün yalancı baharlar yazlar ve solgun ikindileri suya bağışlayarak bilgeliği kanamaya değer acıyı tadarak yeniden nükseden bir hastalık gibi yaşamak anlam yaratarak anlayarak! değer! (06 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Deha
“bir resim asla bitmez, bitirdiğin zaman ruhunu öldürmüş olursun…”* şiir gibi! eskilerden bir yaşam diliminde renklerin karmaşık ritminde farklı bir boyuta geçiş : alıcı kuşlarca özgür vahşi bir deha dikiliyor karşıma adı: Picasso huysuz geçimsiz tutkulu bencil çılgın akışlar kovalayan nehrinin yatağında aşk gibi! acı suya karışmış tatlı su gerçekleşmiş kehanet bir ün salıyor boşluğa sürrealitenin doruklarında “resim yapmak öğrenilmez, kendin ol! ..”** sevişmek gibi! aşka özdeş kılmak sanatı dehaya özgü olmalı imreniyorum! Matisse’i kıskanırdı büyüktü oysa gurur okunuyordu gözlerinde yenemediği tek kadın bir kısrağa dönüşürken arenada kanıyla sulanmış tuvalleri bitmemiş resimleriyle bir gün arenada veriyordu son nefesini kendi olarak ayakta ölen bir boğa gibi! (*) ve (**) Picasso’dan… (17 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
Delikan!
Kuman’ım Kıpçak’ım Kırım’ım ben! Moğol istilasıyla kalkışır kanım infilak eder yüreğim ıssız bozkırlarında Hacı Geray Han’ım ey hanedanım! hangi öyküyü anlatsam sonunda “ben” olur “biz” olur “siz” olur ve atalarım saçları iki belik yanakları al ayva çiçeği analarım* dillensem ey yar! anlatsam ki nice masallara dayanır her bir yanım yayla yürekli cengaverlerim sevdalı erlerim benim bir parçam şaman bir parçam tetik-duman her parçam i s y a n k a r bir kurt kadın’ım! özümün özü Geray Han’ım: kudretim topraktan fışkırır ey! destanım eteğime dolanır durdukça lav misali kaynar kanım ben d e l i k a n ’ım! ... (*) Yüzyıllar boyunca acımasızca sindirilmeye ve “assimile” edilmeye çalışılmış bir soydan doğmuş; derin acılarla, ailesi ve özellikle de ikiz kardeşinden ayrılmak zorunda bırakılmış; sonuçta yolu, Odessa-Kırım’dan 1890’larda önce İzmir; 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında Adana-Çukurova’ya düşmüş; o yılları Toros dağ ve yaylalarında geçirmiş olan; üzerimdeki hakkını daima minnetle yad ettiğim çok sevgili ve rahmetli anneannemin anısına... Adana’ya vardığında yabancı bir isim taşıyor ve farklı bir dine mensup görünüyordu. Müslümanlığın günah gibi saklandığı bir ülkeden geliyordu. Fevkalade donanımlı ve kültürlü bir hanımefendiydi Makbule Ninem. Özüne doğru, sözüne sadık ve yeri geldiğinde isyankar... Koşullar ne olursa olsun, başını dik tutmayı bildi ve asla ezdirmedi kendisini. Üstelik tarifsiz sevdirdi.... Gelmemiş olsaydı eğer, ben doğmamış ve O’nun soyu İkinci Dünya Savaşından hemen sonra diğerleriyle birlikte Sibirya’ya sürülmüş olacaktı… Büyüktür Kırım acıları! Her hayat, içinde kendi öykülerini taşır.... Göçler var türlü türlü… (16 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Denge
aşkın kapıyı çalışı var hani habersiz düşmesi eşikten erguvan nağmelerde titreşen kırılgan ateş bir keman yayı gergin hikaye sevgi taşı taş üstüne bin emekle koyan ülke aşk... aç ve alan sevgi...tok ve veren aşk... çılgın bir panayır yerinde çığırtkan sevgi...yalnızca susan ateşe atılır külrengi sevinçler aşkta yürek korkusuyla saklanır sevgi gelecek baharlara özünde yaşam biriktiren tohumun koynunda büyüyecek elbet bir fidan meyve verecek bir gün kafam karışıyor ey insan! yayın koptuğu yeri sorguluyorum: nasıldır dengesi bu hasadın ateşin tohumu yuttuğu an çok ama çok kırılgan! (03 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Deniz Feneri
başka bir boyuta yürüyen sevdiğimdin benim buluşmayı vaat eden vedalaşamadık tutuldu dilim “geleceğim” diyebildim yalnızca bakakaldım ardından uyuştu dudaklarım mezar bile kazamadım deniz fenerimdim ulaşılmaz son noktada ne zaman fırtınaya yakalansam kaybetsem rotayı gözlerim kıyıda kıyıdaki o ışıkta orada olacağım ta ki sönünceye kadar fener ebediyen zincirleyerek ruhumu ruhunun sıcaklığına gözlerim ufukta küçüğüm sevdiğimsin benim “sevgili” değil “sevdiğim! ” bekle beni geleceğim (24 Kasım 2003) Naime Erlaçin |
- Bana daima “hocam” diye hitap eden; çok yetenekli, fevkalade nazik ve saygılı; bugün Antolojiden ayrılma kararı alan genç bir şaire’nin; Sevgi Ulukuş’un gidişi ardından isyan! ! ! ...(Doğaçlamadır. Sözde kusur varsa affola…)
mutsuzum bugün her gün bulutlarda dolaşmaz ki insan! söz verdim kendime bir depresyon edineceğim en kestirme yoldan böyle bir lüksüm olmamıştı hiç yüklerimi bir bir atacağım sırtımdan kuruyası o çınar var ya hani kökünden keseceğim! dalını yaprağını budağını “hiç”liğe adayacağım varlığını yazılamayacak şiir falan saçmalama hakkımı kullanacağım yerine “iyi ki yoksun şair! ” denilecek bundan böyle piyasası daha yüksek çünkü zırvalamanın! kendim için yaşayacağım bugün anlayın! başkası dinlesin dertlerinizi çarenizi başkası bulsun bunca çirkinliği kaldıramıyorum iptal ettim “iç ben”lerimi göreceksiniz en çok faulü ben yapıp sahanın “en” cezalısı olacağım “kötü para iyi parayı kovar” der iktisatçılar söz size: niteliksizliğin keyfini çıkartacağım! bir depresyon...bir ben bir ben...bir depresyonum konuşacak kara gün ilan ettim günü susturacağım ince nakış işleri önce seyrüsefer defterini sonra gemileri yakıp geçilmiş geçilmemiş köprüleri tümüyle yıkacağım! bir köpeğim de yok ki o halde istemem bahçem olmasın aramasın beni çiçekler kumrular güvercinler sussun toprak ana fısıldamasın bana kırlangıçlar içtimaa çıkmasın saklansın yıldızlar karanlık köşelere yüz vermeyeceğim Küçük Prens’in asteroidine bile haber verin tepemdeki dolunaya nereye giderse gitsin isterse cehenneme! mutsuzum bugün emeklerimi heba edenler ve kendi adıma mutsuzum dünyanın bütün iplerini salsalar da aşağı çıkmayacağım kuyudan kusacağım üstüne olan bitenin sureta çünkü bu yaşam! yanılıyor muyum gün onların değil mi: depresif mutsuz sorunlu bencil olacaksın oldun mu! o halde koydum bütün yumurtaları tek sepete varsın kırılsın hepsi seyreyle çılgın gönlüm, ey şuara! küskünlüğüm ve isyanımı seyreyle çizildi rotam bir depresyon aldım kendime bu kaçıncı örselenme! bakmayın hafife aldığıma Mars’ın gücünden baskındır kızıl ötesi öfkem söze isyanın mührünü basıyorum! yetti bre! (7 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
Derin Akıntı!
kovuğundan baktı her biri biri diğerinden yaralı bilmezdi hiçbiri içimizin ne dediğini her gördüğü tepeyi dağ sandı kimi! düşperest ürkek ya da cesur muttasıl tedirgin sakıncalı çeşnisine kondu sözün alan aldı uğramayan aç mı tok mu bilinmiyor hepsi bu işte! öyle saklanmışlardı kendilerinden ulaşılmazdı geçitleri kapandılar içlerine kapılarsa aralanmadı kaç cinayetin tanığı var sanırsınız silahı kaç kişi gördü...kaçı bildi kalibreyi söylesin ayna! sürün şimdi mermiyi boşluğa kaç arşınsınız kaç bukağınız var kaça gidersiniz ak bir yiğit misiniz yoksa! gittiğiniz yoldan gittiğiniz gibi mi dönersiniz mukayyet olun kendinize derindeki çılgın su yutmasın sizi! (20 Haziran 2005) Naime Erlaçin |
Devamı: Bozuk Yollarda! ...(Yamuk Yazı)
'Hoca İle Çekirge' - Birinci Bölüm Bugün farklı bir şeyler yapmalıyım. Epeydir çok uslu duruyordum ama artık duramayacağım. Şikayet mektubu mu yazsam acaba? Neden olmasın? “Nereye ” diye düşünmeme gerek yok tabii ki. Memlekette her şey sorun. Nasıl olsa bir kapı bulurum kendime. Şu malum edebiyat sitesine yazarım mesela. Hani yazılarımızı gönderen sistem var ya; beni çok acıtıyor vallahi. “Arkadaşınız size filanca şiiri öneriyor” diyen bir mesajla yolluyorlar onları. İyi hoş da, e-posta alıcısının benim arkadaşım olduğu ne malum? Diyelim ki 80 yaşındaki hocama gönderiyorum. Kadın demez mi “Yahu bu ne ukalalık! Bu hatun benim öğrencimdi bir zamanlar. Arkadaşlık da nereden çıktı? ” Dese de haklıdır yani! Veya posta alıcısı, bir köşe yazarı.... Ciddi konularda yazışmışız. “Selam sabah” yerinde ama samimi arkadaşlık yok aramızda. Adam profesör üstelik; işinde gücünde, üniversitede ders verir; kitap yazar durur. Eh, şiir de sever. Okumasın mı? Okusun tabii. Ben de onun için yolluyorum zaten. Bundan sonrası ise kepazelik. “Arkadaşınız size …öneriyor.” Var mı böyle bir şey Allah aşkına? Laubaliliğin daniskası! ... -Çekirge, ne yapıyorsun yine? (Eyvah! Geldi başımın belası.) -Hiç hocam, yazıyorum. Bir eleştiri yazısı üzerinde çalışıyorum. Aslına bakarsanız henüz karar vermiş değilim. IMF görüşmelerinin olası sonuçları hakkında birkaç makale okudum. Pek sarmadı, çünkü işler şimdilik yolunda gidiyor. Merkez Bankasının faiz politikası üzerinde yoğunlaşmayı düşünmüyor değilim. Biliyorsunuz reel faizler, dünya piyasalarına kıyaslandığında halen çok yüksek. Bu da bizim sermaye piyasalarını yabancılar için fazlasıyla cazip hale getiriyor. Amma ve lakin bu yabancı takımı geldiği hızda gidiverir de. O zaman halimiz duman işte! Enkazı toplamak hep bu gariban millete düşüyor. Bir de borsa çok şişti son günlerde. Ona kafam takılıyor. Yakında bireysel yatırımcıyı dut çırpar gibi silkeleyecekler. Yani düşünüyorum da…. -Bre çekirge, sen iktisatçı mısın da kafa yoruyorsun bunlara? Oturup adam gibi şiirini yazsana! -Emrin olur hocam! Ancak bu şiir işi beni bozuyor vallahi. Yaşım gelmiş neredeyse 60’a. Millet aşk şiiri isteyip duruyor. Bense düşünce şiiri diye ince bir kavram tutturmuş gidiyorum. Sonuçta ne onların dediği oluyor, ne de benim. Aralarda derelerde acayip ürünler çıkıyor ortaya. Oysa düzyazı öyle mi? Çatır çatır anlatırsın derdini. Yani diyorum ki, sen ensemde boza pişirmediğin sürece tabii ki! -Bu ne biçim konuşma saygısız mahluk! Sıçramaya başladın yine. Otur oturduğun yerde edebinle ve şiirini yaz! (Vallahi düpedüz şizofren edecek bu hoca beni. Ayrılık yazdım, aşk yazdım, göklere uçtum, ******* boyunca düş dünyalarında dolaştım, yıldızları saydım, hasrete ağıtlar yaktım da yine yaranamadım. Ama ben gerçeklerden kopamıyorum ki!) “aynanın sırından kadim esmer koyaklarda parçalanan ruhuma taze mühürler basıyorum” Tamam bu iyi işte! Hoca’yı oyalar. O, dizelerle meşgulken ben yarım düzine kadar eleştiri yazarım olur biter…Belki de şikayet mektubu. Millete bir faydam olur hiç değilse! -Şiirin devamı geliyor hocam, merak etme )))) Şiire bir şey olmaz. Yoluna devam eder. Ama ÇEKİRGE ÖLÜYOR! Görmüyor musun hoca? Göremiyor musun? (08 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Dışa Dönüş
dışarısı çağırıyor Mayıs sabahı erik ağacıyla randevum var minik serçeyle -hani bülbülce bilmez demiştim ya- o işte! güneş çağırıyor beni acele buz eritiyorum yürekte cemreler görmüştüm yaprağı uzaktan ve çiçekler şimdi çan sesleriyle dans etmeli ışık çağırıyor sen köşede dur ey düşünce! bekle beni dönerim elbet güzellik karmaya gidiyorum karmaşadan hatırla “ikizler” kadınıydım ben içe dönük dışa dönük hem hüzünlü hem çılgın, hem küskün hem aşık biraz zırdeliyim anla öyleyim işte elleri ateşten sevgili ey bekle Mayıs geliyorum! deli gönül havalandı bir kez, tutulmaz gayrı odalar kasvetli, gönlüme dar yüreğim büyüyor çatırdıyor kabuk dışa dönüş bu bana müsaade toparlandım gidiyorum kanıma giriyor Mayıs! (18 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Dil Peyniri
suça tanık oldum katlediliyordu dil* susuyordu dilim dilini kedi yemiş kiminin kiminde pabuç dilimin ucuna geliyor dillendirmek istiyorum dilimin döndüğünce susuyorum dilsizim! boğazıma akıyor dilim kahretsin yok ki dilin kemiği! dil cambazı olmadan sonu yok soyunmanın dil ebeliğine konuşuyorlar ah dilim dilim! dilimin altında bir şey yanıyor dolaşıyor dili olsa da söylese dilimin ucuna geleni cinayeti gördüm dilimi kedi yedi “sus” dedi birisi dilimi yuttum tuttum dilimi sustum! dil peyniri sever miydiniz o halde burdan buyurun lütfen! *”Dil” üzerine bir çeşitleme. Dil ki en büyük hazine bizlere… Dil:Gönül; Ona da değiniriz elbette bir gün… (13 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Dizelerim Ellerim Benim!
gülüşümde kekik kokusu taşıyacağım size dağlarımdan ruhumun gizli saklı koyaklarını okutacağım satır satır özgür yeleli meleklerin tel saçında saklayacağım baharlarınızı ana nefesi kadar yumuşak sevda nefesi gibi sıcak eseceğim içinizden destanlarda bulacaksınız izlerimi henüz yazılmamış senfoniler dinlerken bırakmalısınız şiirin akarına şiirin su yoluna düşlerinizi beklerken siz başkaldırarak güçlenen ve giderek güzelleşen gölgenizi ruhunuza dokunacağım kekik kokulu çıplak ellerimle unutmayınız! dizelerim nefesim dizelerim ellerim benim! (29 Eylül 2003) Naime Erlaçin |
Doğmayan
bir yüreği vardı bahar konmaz kervan geçmez kuş uçmaz kalın taştan duvarlı zindanlarda yaşardı duymadı hayat şakırtısı silah kuşanmadı hiç küsüleyip gönlüne zindana kapanmış öyle kendi çıkmazına ağlardı virajların ne önemi var tırmanmanın düşmenin çıkmanın inmenin ebedi bir tutsaklıkta hem mahkum hem gardiyandı hiçten gelip hiçe gitti sonunda öldüğünde belki genç belki henüz doğmayandı (26 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Doğunun Ortası!
yedi samuray cenk eder düşlerimde yolculuk kutsal / yürekler taş onur sancağı taşırlar ellerinde yedi semazenle raksa durur güneş yörüngesinde yedi günahla dolaşırım yedi kez bakarım aynaya ayna kara yedi ruhla selamlaşırız yol boyu yedinci kızgın kırgın öfkeli o benim işte! kınına gizlenir bir samuray acı tütsüler Mevlana / ağlar Anadolu yedi yüz yıldır al güller devşiren Itri’nin nefesinde kekre bir rüzgar eser batıdan vahşi hazlara yağmalanır el yazmaları gözyaşı damlası olur utanç kan lekesi doğurur doğu’nun ortası semazenin tennuresinde kaç hayat kaç sızı sığar bilinmez! külrengi takvimlerde kaç ölüm büyür Necef’in taşları kan kürer bugün bitkindir Garib’in tutsakları Kerbela gayya çaresiz bir sabi çığlığına dönüşür Felluce savrulur semazen döner dünya yas tutar emanetlik güneş kadınlık erkeklik çocukluk kavmin tüm zamanları kirletilirken yedi kez ölür birisi ölümcül inmelerden o benim işte! (24 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Erik Ağacı
bir sevgi büyüttüm birçok sevgi öyle böyle değil körebe oynadım yürek deli-dolu deli ve çelik sevgi değil çelik çomak oyunu sanki özledim dizboyu dizboyu bekledim uçtum beklerken benden önce uçtu sevgi bir hayal miydi yoksa tutkular çocuksu masallar sinderella ve balkabağı suladım yenisi büyüyor sevgisiz de olmaz ki! kapı kapandı ancak insanoğluna yeter artık paydos bir erik ağacıyla randevum var şimdi... (16 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Erozyon
-2 Temmuz yangınlarına çok şey kayboldu zamanla soğuk suyuna bulandı hızla eriyen karsanbaçların insan... san'at... yangın kendime değil artık göz yaşlarım kaybolan insanlığadır acımalarım! dünyaya tepeden baktım şöyle masumiyet gayba uğramış kahpelik gördüm kalleşçe tasvirlerinde hayatın verimsiz topraklar çoraklığı bu! vurguncu çatallar büyütüyor yer midir sallanan durmadan yoksa bana mı öyle geliyor : kısılıyor ses yılkı atına dönüşüyor insan vahşet bir ayna kadar gerçek ölümcül acımasız kıyımlarda kaybolan insanlığadır iç yangınlarım bunca erozyondan sonra ne tuhaf! yer yerinde yerli yerinde duruyor halen... (02 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Eski Zaman Resimlerinden
Piri Reis haritası ile sürgün yüreğinde küreklere asılıyor son forsa deriler yüzülüyor kelleler alınıyor karanlık kule diplerinde yorgun çığlıklarla inlerken ibrişim saraylar soluyor ferace çiğneniyor gül can çekişiyor yeniyetme bir şehzade başı önünde onurlu tarihin kafiyesi bozuk şiirler kadar mahzun has odalarda dirlik ihtişamı yok artık alacak topluyor geçmiş fanilerde nasıl ödenir bu borç! karar kılarken hicapta suskun ve mağrur Anadolu kefaret bedeliyle hesaplaşıyor umarsız mihmandarını yitirmiş sahipsiz bir yetim kadar yalnız ağlıyor Anadolu! açıl ey uyku uyan ey kader! şadırvanların firarı ve bu topraklara basılan mühürler hatırına kameriyelere gün doğmalı hikayeler düşürmeli çiniler ahraz gönüllere haremlik-selamlık tarifsiz sızılar sağırlıktan özgürlüğe uyanmalı çılgın bir kısrak yelesi ve kırılgan dişinin tel kakülünde hazin bir nağmeler silsilesidir geçmiş eski zamanlardan ud sesinde ahengini yitirmiş! can havliyle asılıyor küreklere son forsa ağlıyor yürek hüzzam bir şarkıyla dilinde (02 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Evler ki! .../ 1
yaşam değil ölüm kokar bazı evler çok satılan ucuz romanlar misali ıssız vaat dolu yapmacık aşklara benzer kanı zehirler kiminin özsuyu yitirir fasl-i müşterekini anılar birikirken katliam sever bazı evler dal ucunda can çekişen son yapraktır yaşamak küf kokulu müzmin ağrılar gibidir hikayeler iç kanamalar dışa dökülüşler ah! her gündoğumuna yepyeni bir cinayeti gizler faili meçhul diyorlar adına (10 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
Evler ki! .../ 2
bir kırgınla bir küsküne muhabbet en uzak memleket farz-ı muhal’den sayılır orda düşler kendi çöllerinde ağlar kimisi kavuşmayan nehirlerin su yataklarında yoktur daha cansızı solgun resimlerden çatlamış göz pınarlarında matem tutan hüzün *******inden geriye sarılması olanaksız bir film şeridi özü kısır / özü kuru / fakirdir özü ateşe küskün rengi çoktan kusmuştur hayaller kimdir suçun faili bilinmez lakin sanık sandalyesini seçer bir kısım evler (10 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
Evler ki! .../ 3
içimizi sözledik hep unuttuk iç avlumuzu ki bizden içre tepeleme doldurduk hoyratça mezbelelikti çardak altları kimi gün fikirsiz uyuyan yılana inat sessiz karanlık ve derindiler ödünç evlerimiz oldu kirası ödenmemiş eğildik borç yüküyle yerlere kadar etkendiler veya edilgen zamanın yargıcı erbainde başkalaşırken evler mi bizi ezdi biz mi onlara ezildik hiç bilemedik! avlumuz en suskun, söylemedi hiç! (10 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
Evler ki! .../ 4
tarifi imkansız bir terk ediliş gibi yalnızdık yorgun / yılgın / umutsuz senden geçirirdim sonra içimin evini senin geçitlerinden çareyi orada bulurdu derin yara orada sağalırdı ancak imrenerek gökkuşağına maviye boyardı evreni gün bitmeden vız gelirdi ince kalın bütün hüzünler acı suya dönüşmezdi hiç denizlerim mutluluk seğirirdi parmak uçlarımda hırçın bir sahili sebatla tersyüz ederken göğüslerimde açan taze bir güldün sen “s e n” yeriydi içimin yaz bahçeleri böyle kalubela’dan kıyamete bildiğim tek ev kalbimdeki tek şölen gökten bir elma düşerdi sonra (10 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
Evler ki…/ 5 - Son
-diyorum: 'girilmesin kademsiz evlere' nafile çırpınışlarla fukaralaşan mekanların çokluk olduğunu aslında unutmamak için girilmesin! bilinçdışı bıçak yansımalara kapılmış aynasına sağır duygusal gerçeklikten bihaber gün be gün tenhalaşan uğursuz evleri kurtarmıyor düşler “evim” bildiğim kalbine sığınıyorum küskün hallerde sol yanımda bir nazarlık saklayarak aşk adına “g e l” deyince kapısından pervasızca girdiğim çoğaltıyoruz kendimizi bakışlarda çoğalarak sıradanlığa karşı en muhalif en sert duruşumuzla bir umre borcu ödeniyor göz bebeklerimize aşkın mabedi sayılıyor orası boşlukta bulabildiğimiz en muhkem kale ölürsem evinde kalayım söz ver! tek senden sorulsun sevdamız (10 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
Ey Can, Ey Can, Ey Can...
giden yazgıdan gidiyor destursuz gecenin boynuna ilmektir sevgi kalbimi yaran bir gidiş bu ruhun beni izliyor ey can ne onarır aşkın gözleri ne ondurur ayrılık sol yanım eksik kalkar sabahlara aşina bir kıpırtı tanıdık bir koku arar odalarda ev ıssız yürek cayır cayır sevgiyi öğretensin sen ayak seslerin sustu uzun zamandır bıkmazdın oysa dolanırdın ardımda kızmayın bana ey şuara-yı aşk böylesi vurduğunda karayel köpeğimi* özlüyorum ben ölüyormuş gibi, ölmüşüm gibi hatta hani diyorum ki “sevgi ebedidir” benim lisanımda alt tarafı on beş yıl istedim ne olurdu paylaşsaydık hayatı yaşamak o zaman “adam gibi yaşamak” olurdu işte duy sesimi ey can! dayanılmıyor buralara eksiliyorum sen çoğalırken anılarda “ilk gün” gibi seviyorum seni ey can! doğum günün kutlu olsun sevgi bir ilmek boynumda …… (*) Bugün Buruşuk Boxer’ın doğum günü (6 Mart 1989 – 8 Kasım 2000) . Gideli neredeyse 3.5 yıl oluyor. Ama ne önemi var ki! “Unutulmazlarım”dan biriydi o… (6 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Eyvanda Uyanış
gönlün görkemli konağında bir eyvanda dolaşıyorum dağlanıyor açık yaram kabuk tutuyor cerahat sağalarak çamurdan ari yaşamla barışıyorum usul usul uyanıyoruz yazgının terkisinde ben ve ben sessiz bir çığlıkta bileniyor düşler uyanıyor yaşam çekirdeğim köpek sadakatindeyim kendime kapağı açılmamış kitapça okurken bir daha buzkıran düşlerin buzkıran yamaçlarında kardelenleri bekliyorum sıcak rüzgardır kefilim eyvanın dilsiz taşları şahit aynanın sırrından kadim esmer koyaklarda parçalanan ruhuma taze mühürler basıyorum yeni bir anlam bağışlanıyor yaşama (08 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Fark
“aşk yoksa yaşamak yok” demiştim bir zamanlar -yaş neredeyse elli bir tuhaf baktılar yüzüme dediler “kadın ne anlatıyor böyle” yaşam çarkının dişlilerinde fazlasıyla muzdariptiler hesaplı temaslardan tek bir bakıştı oysa sevda nabza dönüşen kısacık bir an kalp var kutupta ortanca büyütür tomurcuklanır tundrada aşkı bilmeyen içemez bir tas su durur öylece ayazmada “aşk yoksa yaşamak yok” değişmez bu söylem fark burada! -yaş elli dokuz bugün... (11 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
Fısıltı
fısıldıyor rüzgar: “sınanıyorsun! ” tedirgin saatler yürüyor kalbime bilirim kendimi ben çoğul kum tanesiydim çölde tundrada bir kar tilkisi kadar yalnız şifrenin girdabında yanıtlara sual üreten sınama beni rüzgar! hissederim içini tanırım ısından boşa tükenmesin nefesin değişemem kendimim ben sen ruhumdaki kızıl çizgi amansız surlar gölgesi sınama beni ey! (2 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
Film İzlerken 'Çekirge'ce Duygulanma (Yamuk Yazı)
(“Hoca ile Çekirge”* – İkinci Bölüm) Duygulanmam gerek. Şiir yazacağım ya. Transa geçerek pekala yazabilirim. Ama bu işin maliyeti çok yüksek. Psikolojim, patalojik bir hale geliyor. Şairleri mi dolaşsam acaba? Yok, olmaz. O da uymadı. Neme lazım etkilenirim falan, rezil kepaze olurum 'şuara' takımına. Ama bir yolunu bulmalı. Aşık olacak çağı da geçmişiz üstelik. -Çağı mı kaldı Çekirge? Bu saatten sonra senin işin ancak geriyatriyle. Bakma mihrap falan idare ediyor ama konu ciddi. Yaşlılık sorunları veya bölümü veya departmanı. Adına her ne diyorlarsa, işte oraya gideceksin artık anladın mı? (Kendi iç sesim de bizim hocadan farksız yani!) -Gitmesine gideyim de beni görünce; değil yaşlı, hasta olabileceğime bile ihtimal vermiyorlar. Yaşlılığı yakıştıramadılar bir türlü. Ne yapacağız peki? En iyisi, duygulanmaya çalışmalı yine. Tamam buldum! Bir Türk filmi izlerim. Nasıl olsa her birinde kör bir kemancı, fakir kız, üvey ana, tecavüz mağduru veya anasından ayrı düşmüş bir çocuk vardır. Daha olmadı aşağıdaki kebapçıdan bir arabesk kaset de ödünç alırım. (Beethoven’in 5. senfonisi ile olmaz bu iş. Veya Bach Varyasyonları ile.) Oldu bitti işte! İzlerim, ağlarım, sonra da Allah ne verdiyse yazarım... …………… -Ne haber Çekirge? Nasıl gidiyor? (Tamam. Hocayı an, kaleme davran!) -İyidir hocam. 60’lardan kalma bir yerli film buldum. İzlerken yazacağım, sen hiç meraklanma. - Artistliği bırak! Filmin konusu ne? Ondan bahset biraz. - Pek anlayamadım ama adam aşık galiba. Kız da öyle, ama bir sürü engel var. Jön, duygularını açıklıyor. Kız ağlıyor, çünkü adam gidiyor. -Ben de anlamadım. Adam gidecekse kıza niye açılıyor ki? Veya açılıyorsa, niye gidiyor? -Orasını senariste soracaksın hocam. Hikayeyi ben yazmadım. -Sanki senin yazdıkların bir şeye benziyor da! -Bak şimdi, konu daha da acıklı oldu. Delikanlı kör bir piyanist durumlarında. Kız ise barda şarkıcılık yapıyor. -Böyle senaryo mu olur Allah aşkına! -Olur hocam olur. Bize daha neler yedirdiler. Kesin kahvede pişpirik oynarken yazdı adam bunları. Ertesi gün devam ederken, dün yazdıklarını da unutmuştur mutlaka. Şaka bir yana, izledikçe gözümden yaş geldi vallahi. Çok ilginç bir hikaye bu. Bir ayrılık ve aşk şiirine pek yakışır mesela. -İzninle hocam. Yeterince duygulandım. Yazmak istiyorum artık. -Aferin Çekirge. Seninle gurur duyuyorum. Ağla ve yaz! Unutma, şiir devam etmeli. Aynen oyun gibi….Bak bu ülke ne sarsıntılar geçirdi. Deprem, yolsuzluk, ekonomik kriz, işsizlik, iflas ve intiharlar, burnumuzun dibindeki savaş, bir türlü çözümlenemeyen Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği ile yaşadığımız sorunlar, eğitim, sağlık ve sosyal güvence sorunları. Adalet düzenimiz, vs., vs.… Ama sahne asla boş kalmadı. “Oyun sürer”. Temel kural bu işte. -Haklısın hocam. En iyisi, ben de oyuna devam edeyim…. Ha unutmadan, şiirin başlığı konusunda kararsızım. “Geberesi Aşk! ” veya “Aşkın Canı Çıksın! ” Sence hangisi daha uygun düşerdi? .... -“Kahrol Çekirge! ..” en uygunu olurdu herhalde! Yıkıl karşımdan bre! ... ………. (11 Ekim 2003) (*) ”Hoca ile Çekirge” dizisinin geçmişi hakkında bazı sorularla karşılaştım. Düzyazılarımın bir kısmında neredeyse dört yıldır kullandığım tiplemelerdir. Bunlar; bağnaz, katı ve biraz da aksi huylu bir “hoca” ile buna karşın kurnaz, zeki, entrikacı ve hatta yalancı bir öğrenci olan “çekirge” nin günlük olaylara yaklaşım ve aralarındaki çekişmeleri anlatan; bir anlamda ironik yazılardır. Bir şiir sitesinde bile olsa, güncele mizahi açıdan yaklaşmanın insanı rahatlatan bir yanı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, yazarken gerçekten eğleniyorum )) Sevgi ve saygılarımla… Naime Erlaçin |
Firari
gökyüzü firarisiyim “hakikati arayan adam” peşinde o arıyor ben kaybettim çekiliyor cereme öyle ya da böyle imkansızın yanında yazmanın bedeli ne dilberin dilinde karanfil yoksa bir gül mü bilgenin elinde dedi 'şairi unut, şiiri bul ki kapansın gökler üstüne..'* ne isem gün gelip bir fazla olduğumda yazdığımda son şiiri üstüme yayılacaksın ah gökyüzü! şair kovulur da gök kovulmaz mı şiirden içime süzül şimdi...çıngıraklarını bağışla göğün yıka beni ebediyet denizinde kocadım artık büyümekten şiir firarda hakikati** arıyor kara sevdalısıyım şiir yangınlarının sonsuz ve sonuncu bekleyişte... (*) Ahmet İnam’ın “Şiirin Göğüne Kaç Sefer? ” başlıklı yazılarına dayanarak yazılmıştır. (**) “Şiir, sözün hakikatini taşır” – Ahmet İnam (15 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Fon Müziği Hüzzam
gönül lacivert bir bekleyiş demirler atıyor hasretime inen uykusuz gözyaşlarım fonda hüzzam var yine garipler kervanında koyuldum ipek yoluna umut Şamballa* yapayalnızdı melekler ışıklar ırmak baktım aynı gökyüzü evreni sarmalayan kayan yıldızlar aynı onlar ki kimsesiz onlar ki ağlayan turkuvaza dönüştü düşler ne çok severdim maviyi beyazı şaire bıraktım geçtim dünden yarından maviyi seçtim bu yıl da tükendi kayıyor aykırı yıldız : fon müziği hüzzam perde segah ölüm ki doğduğum gün başlayan Şamballa’da bir yolculuktu ömrüm... ...... * Gobi Çölü veya Himalayalarda olduğu iddia edilen kayıp uygarlık ve belki de cennet. (11 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Fotosentez, Sorular ve Yaşam Ustaları (Düz Yazı)
“Doğada rastlanan her taşın altına bakmalıdır. Çünkü gerçeğe bazen caddelerde değil, patika yollarda rastlanır” - Bacon Kapalı bir kavanoza kapatılmış fare, soluk alıp verdiğinde açığa çıkan karbondioksit gazı yüzünden bir süre sonra ölür. Kavanoza ilave edilen nane ise fotosentez sayesinde onun yaşamasını sağlar. Bu gerçeğin keşfi Joseph Priestley’in bilim dünyasına bir katkısıdır (1771) *. Basit bir nane bitkisi her iki süreci de tersine çevirmiştir. Karbondioksit bitki dokusuna dönüşürken, açığa çıkan oksijen farenin ölümünü durdurur ve onun yaşamasını sağlar. Büyük şeyler hakkında hepimiz sık sık, gelişigüzel ve çoğu zaman da bilir-bilmez konuşuruz. Aslında hayati önem taşıyan küçük şeylere ise genellikle pek değer vermeyiz. Oysa doğa ve evren kendi içlerinde minik sırlar saklarlar. Sıradan gizlerin yer aldığı, eskilerin “LOGOS” (söz, düşünce,kavram, us, anlam, evren yasası) diye adlandırdığı basit bir düzendir bu. Felsefe tarihinde logos'un muhtelif ve bazen de çelişkili gibi görünen tanımları yapılmıştır. (Sınırsız) 'aperion' tarifine de bağlı olarak ateş, hava, ruh, soluk vs., ile de ilişkilendirilmiştir logos. Acaba 'hakikat' logos’u; gerçek düzeni ve onun işleyişini görmekte mi gizlidir? Buradan hareketle bilginin değil de bilgeliğin her şeyi DOĞASINA GÖRE incelemekten geçtiği söylenebilir mi? Bunu söyleyen birileri oldu**… “Hiç batmayandan nasıl saklı kalınır? ” diye soruyordu Heraklit. “Hiç batmayan daima doğan (DOĞA) demektir”. Anahtar doğada, doğadaki ışıkta, evrenin düzeninde ve düzensizliğinde; diğer bir deyişle zıtların mücadelesi ve uyumunda gizli olmalı o halde. Böyle bir düzen karşısında ise, insan ister istemez kendi yerini sorgulamaya başlıyor. Ben kimim? Boyum ve boyutum, 14 milyar yıllık geçmişte bir zerre olmaktan öte nedir ve ne gibi bir anlam taşır bu evrende? Gerçeği bulmak kolay olmadığına göre – ki mümkün olsaydı, büyük olasılıkla benden öncekiler bulmuş olurlardı – benim görevim elimden geldiğince “hakikat”e yaklaşmak mıdır? Bir yolu olmalı mutlaka. Muhtemelen düşünerek; araştırarak (merak unsuru) , öğrenerek, değişerek, değiştirerek ve evrenle birlikte kendimi de tanıyarak. Fare ile nane ilişkisindeki sırrı anlamaya başlayarak belki de! “Hep doğan, daima doğan” yani “doğa” anahtarsa eğer, sanayi devriminden bu yana karbondioksitin %30 artmasıyla, yeryüzü sıcaklığı ortalama 14 C’den yukarı doğru yükselmeye başladığına göre, bilindiği gibi sera gazlarıyla başımız iyice dertte demektir. Isı, aynı zamanda büyüme, genleşme ve patlama çanlarının çalmakta olduğunun da bir işaretidir. Düşünme alanını evrene doğru yaydığımızı varsayalım. Patlamadan sonra gelecek olan soğumanın yaratacağı kırılma ve karanlık enerjisi ile nasıl baş edeceğiz? Bu durumda doğadan doğru verileri nasıl alacağız? Bir süre sonra düşünce iklimimiz de kirlenecek mi? Beyinlerimizin içi, bilgi depoları yakılmış kentlere mi dönüşecek bir gün? Ne tuhaf bir ilişkilendirme, değil mi! Üstelik ben bunu hep yapıyorum. Aniha’ların*** kafamdaki sorularla bir bağlantısı olabilir mi? Çeşitli nedenlerle yerleşim alanlarından uzaklaşıp dağlara sığınanlar (Kızılderili ve İnkalar gibi) doğanın bir tür ilaç olacağını mı düşünüyorlardı? Mitoloji ve destanlarda, tanrılar ve kahramanlar yaşamak için neden genellikle dağları tercih ederdi? Zirvede olmanın yanı sıra doğaya ve güneşe yakın olmanın özel bir anlamı var mıydı? Mantar bile ağaç diplerini seçtiğine göre, insan ve tanrılar da pekala seçmiş olabilirdi. Felsefe, insan ve doğa aslında o kadar birbirlerine yakındırlar ki. Bilimin de yardımıyla “hakikat”in minicik parçalarına dair önemli ipuçları verirler. Fare ile nanenin ilişkisinde olduğu gibi bir şey demek istiyorum. “Karmaşık” ve “basit” kavramları arasındaki çizgi nereden geçer? Basit gibi görünen 'şey'ler aslında çok da basit değiller midir? Ya küçük 'şey'ler, “büyük patlama” ve kaos? Onlar hangi sınıfa dahil? Son iki günümü bir lobide müzik dinleyerek, özellikle Chopin ezgileri eşliğinde felsefe**** ve daha pek çok şey okuyarak geçirdim. Ve sonra yazdım, yazdım, yazdım…Ne yazık ki, hava koşulları doğayı kucaklayacak kadar güzel değildi. Güneş yoktu. Yine de çok faydası oldu inanın, çünkü beynimdeki “aniha”lar halen dipdiri duruyordu. Yaşıyor ve yaşatıyorlardı! Bir dostum hemen her mektubunun sonunu “derin ve duru kalın” diye noktalar. Bir başkası ise “güzel arayış” diyerek başlar. Yaşam ustalarının sözlerini öğüt olarak alırım ben. Bu yüzden, dinledim o öğütleri. Şimdi eskisinden daha derin ve duru olarak arayışlarımı sürdürüyorum… Sevgi ve sağlıcakla kalın dostlar. Ve hayatınıza bir gürgen dikin! ...***** ……………….. (*) National Geographic – Şubat 2004 (**) Bilimin Binbir Yüzü – Ahmet İnam, Vadi Yayınları 1999 (***) Aniha – Abazalarca kutsal sayılan ve üzerinde hiçbir yapı bulunmayan bir tür koru. Abhazya’da böyle 7 Aniha mevcut... Atlas – Mart 2004 (****) Felsefe Tarihi – William S. Sahakian, İdea Yay. 1990 (*****) Abhazya’da inanış: Gök gürültüsü ve yıldırım tanrısı AFI, Hetsiya (gürgen) soyundan gelen annesinin himayesindeki gürgen ağacını hiçbir zaman yıldırımla vurmaz. Bu yüzden Abazalar evlerinin etrafına gürgen ağacı diker ve yapılarda kullanırlar. (15 Mart 2004) - 'Gençler İçin Denemeler' Dosyasından... Naime Erlaçin |
Füg*Yaşam
yaşamak füg’ün içedönük kavgası atışması kişinin kendince kendisiyle bir yarı sorgulanıyor biteviye yanıtlıyor diğer yarı tuhaf bir dengede yumuşak ağırbaşlı sevecen huysuz hırçın kaprisli bazen sürüyor acımasız çatışma yabanıl bir yazgıya dönüşüyor an kavga bitmez gibi görünürken düğüm çözülüyor aniden notalar ilahi armağan ebedi yıldızın semavi evinden eksik kalıyor akustiği duyguların sönüyor ses bitiyor anlam susuyor son durakta nağmeler hayat sarabanda**dönüşüyor birden yaşıyoruz işte! adı füg yaşam bunun * Füg: İçinde soru-cevapların çok olduğu bir tür Barok çağ müzik biçimi. ** Sarabande: 16 ve 17. YY’ da soylular tarafından benimsenmiş ağırbaşlı bir İspanyol dansı. (20 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Gar Hüzünleri
çanlar çalıyor durmaksızın vahşi yankılanıyor ses bir ölümden canlanıyor hücreler gelenler var hayli kalabalık giden tek bir yolcu son şimendiferde titreşiyor kampanalar gar hüznüdür fışkıran uhrevi derin bir düşten düşsel bir gerçeklik bu! boşuna akmasın yaşlar vedadır acıyı çoğaltan insan acıda insan ancak acıda büyür her zaman adı yok bunun ne ilk ne de sonuncunun giden tek yolcunun son şimendiferde gar kendine kalabalık yolcu kendine yalnız tütsülenir buhurdan...hava ağır çağırır Doğu’nun mistik kokusu kutsal suya yolculuk Şiva'dan ünlenir belki Şakti'den ey ruh! neden kalabalık bu gar ne kadar da boş üstelik son çan sesi kampana titreşimi susmak ve dinlemek zamanı! (26 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Gece Kırıkları
gecenin ek yerlerinden kırılır uyku sessizce şahlanır derin bilinç müsveddelerin temize çekildiği an bu çarpışır kıyasıya çocuklukla ergenlik ölen var öldüren var! birer iç çekişidir duvar hıçkırıkları sözün mahremine düşer kağıt erbain zamanları çağrıştırır bir ses gece kırıklarına sıkışır çıldırmış saatleri günün tarifesiz seferlere koşar yürek düşerim ah! vurulduğum saatlerde kutsalar bir ay ışığı umarak geceden (29 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Gece Kuyuları
gece kendini gömer ve beni kazdığı mezara uykularım karanlıkta parçalanır bir düşünür bir durur bir durur bir düşünürüm gül damlası yaşlarla yanağımda gecenin paslı çarkları goncalaşır akşamda kazarım sineme derin bir kuyu bağrımda hançer saklı bırakırım ıssızlığa kendimi gecenin karanlık sularında (04 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Gecenin Koynunda
hüzzam bir dokunuşta kim bilir kaç gömlek eskittim sustum geceyi gece sustu ben sustum verdim sadakasını başımın badireli yollarda kim bilir kaç kez kayboldum da şikayete durdum! karanlığa serpilen acı büyür büyür od olur kor olur köz olur ateş olur küllerinden yürek yangını bir orman tutuşan bir yanardağ belki son damla kan can evinden kopan can olur güz değil mevsimlerden yaz değil kış değil zamansız bir şey yaşanıyor tek bir satır yok bir ses ne bir nefes söylemedi deme kırılıyorum bak! gecenin koynunda sessizliği beklerken... (14 Şubat 2003) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 04:40 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.