![]() |
Bulutlarla oynamak
ister misin, seninle bu boş vaktimizde, bulutlardan insan resmi yapmaca oynayalım. mum ışığımızda ısınırken elleri, öfkeli akrebimiz ve heyecanlı yelkovanımızın. batan güneşin kızılına boyansın tuvalimiz. ister misin, ama başkası yok, sadece ikimiz. en sevdiğimizin gözlerini aramakla başlayalım. sonra saçlarını bulalım, bulutlar karışmasın. açık pencereden giren akşam rüzgarı önce güneşin yakasına yapışsın, bırakmasın. yoksa çizdiğimiz tüm çizgiler silinip gidecekler, bu oyunu bir daha oynamayacağımızı bilmeyecekler. gel biz seninle gene elimizdeki bir boş çerçeveye ikimizin resmini yan yana yerleştirelim güzelce. sonra bulursak uygun zamanda bir bulut kümesi onu da alır yerleştiririz usulca, bozmadan içine. ister misin, seninle bu boş vaktimizde, başka oyunlar oynayalım, çocukça, gönlümüzce. Cevat Çeştepe |
Bunca yoksulluğa rağmen
öyle diyoruz ama aç kalıyoruz ve ağlıyoruz be gülüm. biz yumruk yapsak ellerimizi göğsümüze, bebelerimiz ağlıyor, onu görüyoruz ve duyuyoruz be gülüm. ve bizde kahroluyoruz. oyuncaklarımızın ya kolu kopuk oluyor ya başları ayrı gövdesinden yerine yenisini koyamıyoruz. tüm sevdalarımızı ayrı köşelerde tutup, yumruklarımızı boğazımıza düğüm yapıyoruz. ne aydınlatıyor lambalarımız, o saatlerde, gözümüzün gözümüzü göreceği kadar, ne akıyor sularımız ateşimizi söndürecek kadar. yüreğimiz daralıyor, yoksulluğumuz acı veriyor sadece be gülüm, çekilmez acılar veriyor. sıralanmış inci taneleri gibi gözyaşları. damlıyor ve göl oluyor çamurumuz üstünde, ama leke tutmayan bir yanımız, her zaman bulunuyor, gene ayakta ve gene sapasağlam be gülüm hamurumuz üstünde. Cevat Çeştepe |
Buz tutmuş göl üstündeki atlar
yudumlayacak bir yudum hava yok. göz önümde çizgisi çekilmiş bütün göller. üstlerinde ne kadar renk varsa hepsini birden silmişler. yalnız gökyüzü kalmış direnen sıfır altında buz tutmuş mavisiyle vurmak için atları, namluya kurşun süren. yamaçlara yaslı siyah bir lekedir pencerem. dört, beş, belki çok daha fazlası bilemem hep bir ağızdan kaşık çalınan bu tencereden iki çocuk çıkıp ta neden oynamaz kartopu her yer böyle diz boyu kar içindeyken. bir yanda dumansız bacalar, öte yanım sessizlik. bir rüzgar sesi, acılı ezgisinde kimsesiz çobanın. atarım kendimi yüzükoyun, son sevişmemin teri yeni kurumuş yatağına. kulaklarımı kilitlerim tüm duyacaklarıma. göz önümde çizgisi çekilmiş bütün göller. üstünde üç numara büyük nallarıyla atlar gezerler. yudumlayacak bir yudum hava koklarlar, bulamazlar yazdan kalma bir yonca yaprağı bile. sinsi bir ölüm yaklaşır arkalarından, duyamazlar. ve vahşi ve bembeyaz dişleri ve aç bir nefes gibi bir kurt sürüsünün ölüme benzer sesi. Cevat Çeştepe |
Bütün değerlerim hüküm giydi
yasa dışı her ses korkulu rüyasıdır zümrüt koleksiyonumun düşleri bozulup rengini kaçırır ışıklarımın. serseri yataklı bir koğuştayım aylardır her zaman melek değilmişim yani bundan bu sonuç çıkıyor. pis bir karantinada saklıyım. gardiyanlar birbirinden yabancı. cesaret hangi pencereden alır güneşi bu izbe koridorda ışıklarımın tükenmişken her rengi. korkunun saklandığı karanlık sen misin yoksa bir akşamüzeri misin ya da gece yarısı. hangi elinle kırdın tam ortasından hükmümü imzalayan o sadakatsiz kalemi. oysa hiç tanık bırakmamıştım geride herkesten saklamak için çalarken kendi zümrüt taşlarımı. bir türlü anlayamadım hala nasıl yakalandığımı. Cevat Çeştepe |
Büyük kanatlı kuş
sen büyük kanatlı bir kuş ol. kanatların dünyayı sarsın gözlerin en saklı köşelerde en umutsuz sevdaları görüp yakalasın. coşkulu köpükler gibi çağlayan bir nehir aksın ayaklarının dibinden sen büyük kanatlı bir kuş ol. kentlere isim ver, üzerinde kanat çırptığın kentlere, her birine birer birer. kimi ayrılıklardan alsın adını kimi kavuşmalardan. gözlerinden renk ver, üzerinde kanat çırptığın her yer istanbul’un rengi gibi, erguvan pembesi olsun. sen büyük kanatlı bir kuş ol yer sofraları kadar bereketli ve sokak kavgaları kadar masum ve çocuksu. ilk aşk gibi ayakların titresin güneşin doğuşuna her tanıklığında. kötüyü sil, beyaz olsun. gökyüzün tükenmesin. Cevat Çeştepe |
Can sıkıntısı İstanbul
can sıkıntısı İstanbul, başka bir şey değil gene en çok seni sevdiğimden kötü niyetten değil. ama bir soğuk sur dibinden daha sıcak bir kucak bulamaz mısın. ne güzel bir çocuk, bak nasıl parlıyor gözleri ama yarın bir şiir bile yazamayacak donmuş elleri. ahhh benim yedi bela İstanbul’um… her sokağında ayrı ve tarifsiz bir cinayet köşe başlarında kalkık yakalı siyah gözlüklü bir cinnet. çamur birikintilerine düşmüş jartiyerli çoraplar. dikkat et şimdi, bir çocuk daha kaçıracaklar. can sıkıntısı İstanbul, başka bir şey değil sevdan bir ateş gibi yanmasa yüreğimde umurumda bile değil. kaç yap-boza kurban gitti güzelim ağaçlar hani şimdi nerede o meydanlar. ellerimizde hala pankart, isyan içimizde körkütük ama ağlamaktan başka bir şey yapamayacak kadar küçüldük. ahhh İstanbul …. can sıkıntısı işte başka bir şey değil üzmek istemediğim için seni susuyorum şimdi, yoksa uzatmak işten bile değil. Cevat Çeştepe |
Canımı acıtır
arenalarda, kılıçlarından kan damlayan pikador ları sevmiyorum canım daha çok acıyor, kılıca bulaşan kandaki alyuvarlardan. birazdan saksıdaki çiçeklerine su verecek kadını çok seviyorum. uzatıp elini taze su gibi, pembe boyalı balkon kapısı aralığından. o zaman daha çok büyüyor yüreğim, toprağın bereketinden. elindeki sapanla hedefine tek göz bakan çocukları da sevmiyorum ister bir tank olsun sokak başında, ister bir sığırcık ağaç dalında omuzlara konan beyaz güvercini ve uçan balonları çok seviyorum onlar canımı daha az yakıyor savaş korkusu ve cinayetlerden tarafa uçan balonlar kadar özgür ve barış içinde yarınlar istiyorum. Cevat Çeştepe |
Canlı değil cansız bomba - düz yazı
Adana'da saçları röfleli bir kadın 11 kilo 300 gram plastik patlayıcı ve iki el bombasıyla yakalanırken, İstanbul'da da 1 canlı bomba ile 4 terörist ele geçti. Adana’da yakalanan Gri kolsuz tişört, siyah kot etek, topuklu ayakkabı giyen, parmaklarında beyaz oje ve röfleli saçıyla oldukça bakımlı görünen kadın terörist, adının Ebru Kara olduğunu söyledi. 31 yaşında olduğunu belirten kadın terörist, sağlık raporu için Adli Tıp Kurumu'na götürüldü (Adana DHA) Ve sonra yakalandığın zaman kameralara dönerek “ V “şekli almış parmaklarla yapılan sözüm ona zafer işareti. Neyin zaferi, neredeyse saçlarından sürüklenerek bir arabanın içine tıkılıyorsun ve bundan sonrasında herkesin “aman, evlerden ırak olsun” diyeceği bir yaşamın ilk anlarına doğru yol alıyorsun. Yakanda parçalanmış, bilekten kopmuş kanlı eller, söndürülmüş ocakların artık tütmeyen bacalarındaki yağlı ve kara islerle neyin zaferi bu. Bu işarette her yenilginin, her kahpece saldırının, maşa yada yem olarak kullanılan çocuklar tarafından patlayan bombalarla duman altı almış sokaklarda yapıla yapıla anlamını iyice yitirdi yada değiştirdi. Ve işin bir başka acı ve ürkütücü yanı da, eskilerden söylediğimiz gibi işin “içiriyorlar üç-beş tane uyuşturucu hapı, salıyorlar ortaya, o da farkında olmadan çekiyor bombanın pimini” olmaktan çıktığını gösteriyor. Şu zafer kazanmış (!) zavallı mahlukata yukarıdaki gazete haberi ışığında bakınca artık bombalama ve katliam eylemlerine; kadınların kendi aralarında düzenledikleri ve bir parçada kendi vitrinlerinin pırıltısını göstermek amacına yönelik “altın gününe” gidilir gibi gidildiğini görüyoruz. Saçlar yapılıyor, gerekli makyaj ve bakımlar yapıldıktan sonra içi patlayıcı dolu çantayı yükleniyor ve çıkıyorsun sokağa. Verilmiş ve yüklenmiş talimatlar olmayan beyninin kıvrımlarında bloke edilmiş vaziyette, hadi bakalım kolay gelsin. İşte bunun adı cinnet’tir. İnsanların inançları, idealleri uğruna atılmış ölüm adımlarının hoşgörüyle anlaşılabilecek ve kabul edilebilecek tüm sınırlarının tersyüz olduğu bir cinnet. Ve henüz cinnetle tokalaşmasını yada aynı kaldırımda yürüme şanssızlığına düşmemiş herkes için sahip oldukları tüm yaşamsal değer ve özellikleri kapı dışarı atan bir durum. Ben o nedenle bunlara insanlığını yitirmiş gözüyle bakamıyor ve “bunlar insan olamaz” , hayvanlara hakaret etmiş olmamak için de “hayvan bunlar” diyemiyorum. Ancak “bunlar canlı olamaz, olsa olsa cansız birer maşadırlar” diyebiliyorum. En sıradan şiddetteki depremlerde bile duvarında derin çatlaklar oluşan kimi müteahhitlerin yaptıkları çürük-çarık binalar gibi. Bunlarda içimizde besleniyor, içimizde yaşıyor yada biz içlerinde yaşıyoruz. Ve sonunda bu cinnet ve korku fırtınasının ve belki sömürü düzen yada güçlerinin kurbanları bizler oluyoruz , değerlerimiz, inançlarımızla tüm yaşadığımız, yaşayacağımız günler oluyor. Cevat Çeştepe |
Cebir dersleri / kısa bir öykü
Annem o son sonbaharın telaşlı yağmurlara ev sahipliği yaptığı sabahının çok erken saatinde ablamı giydirip - kuşattı, tuttu elinden bindi şirket-i hayriye’nin baca numarasını şimdi hatırlayamadığım yandan çarklısına kayboldu Sirkeci yönünde. Annemin; babamın nöbette oluşundan yararlanan daha kararlı, özgür ve cesur kıldığı ses tonunun yüksek volümünden anladım ki bir gece önce ablamı, babamın nöbette olmasından istifade ile Tomas Fasulyeciyan’ın tiyatro kumpanyasına götürecek yarın sabah. Nasıl olsa en azından iki gün daha gözükmez babam ortalarda. Hesaba göre nöbetin bir günü, buna ilaveten nöbet uzadı adı altında Pangaltı’da madam Despina’nın evindeki kaçamağın da bir günü var ki. Rahatlıkla tüm kayıt işlemlerini tamamlar, Fasulyeciyan’ın programına uygun düşerse ablamın ilk provasını bile izler. Sonra da vakit rahatlığı içinde Şehzadebaşı’ndan Süleymaniye’ye, oradan Mercan’a düşüp Namlı pastırmacıdan yüzelli-ikiyüz gram pastırma alır, mısır çarşısında dolaşırlar; evimizde eksikliği bilinen ne kadar ot, çiçek vesair nebatat varsa ondan şu kadar bundan bu kadar toplar ve Sirkeci’ye vapurun ezberlenmiş hareket saatinin on – on beş dakika öncesinde vasıl olunur. Eğer birde cesaretini toplayabilirse çantasının o gizli cebinde özenle sakladığı hanımeli cıgarasının narin ve incecik bedeninden masmavi bir akşam dumanı savurur, ablam sade gazozunun içindeki sakız leblebilerini sayarken. Ama evdeki hesap, çarşıya uymama geleneğini sürdürmeye devam edecekti. Ve bunun hesabı da hep atlanıyordu. Gerçi Sirkeci-Üsküdar vapuru annemin hanımeli’ si son nefesini vermeden yanaşmıştı rıhtıma ama babamın da evimizin kapısında çizmelerini gıcırdatan at arabası; annemle ablamı Sirkeciye götüren baca numarasını bilmediğim sabah yandan çarklısı belki tam yanaştı-yanaşacak iken Sirkeci rıhtımına şaklatıvermişti kırbacını.Babamın nöbeti uzamamıştı. Babam; annenle ablamı evde bulamayınca çok kızdı. Bana sordu nereye gittiklerini. Duyduklarımı söyledim. Daha çok kızdı. hem anneme hem de Despina’ya ağıza alınmayacak küfürleri gözlerinden, şakak kemiklerinden, masaya vurduğu yelkovan yumruklarından mitralyöz gibi sıralayıp durdu. Sonra, benimle hiç konuşmadı hatta yüzüme bile bakmadı. Arada kalkıp pencereye yöneliyor, gözlerini Sirkeci yönüne doğru kısarak dikiyor sonra tekrar gelip masaya oturuyor ve yelkovan yumruklarını masaya sıralamaya devam ediyordu. Derken; akşam daha da çok erken kararıverdi. Yandan çarklı iskeleye yanaşırken salıverdi kapkara dumanlarını Üsküdar’ın belki de bizim gökyüzümüze. Babam yandan çarklının geldiğini anlayınca koltuğunun yönünü evimizin giriş kapısına doğru çevirdi, oturdu ve gözlerini kısarak bu kez kapıya dikti ve beklemeye başladı. Başımı ellerimin arasına aldım. Çalışmakta olduğum cebir dersleri kitabım masamın üzerinde idi. Başım ellerimin arasında, gözlerim açık, yüzümü kitabıma bastırdım. Kitabın kapağında ne yazdığını bilmesem bu kadar yakından bakınca okumak mümkün olamıyordu ve bir şeyleri daha iyi okumak, daha iyi görmek ve daha iyi de öğrenmek için daha uzaklarda yer almanın (ama en arka sıralarda değil) daha doğru olacağı gibi bir hayat dersini bu akşam alıp yaşam felsefesi sepetime yerleştirdim. Başım ellerimin arasında, Yüzüm kitabıma neredeyse yapışmış, gözlerim açık, cebirde dolaşıyorum sisler arasında bir sabah gölünde kürek çeker gibi. Birden annemle ablamın telaşlı ayak seslerini duydum. anlamış gibiydiler babamın geldiğini. Ayak seslerinin telaşlı ve bir o kadar korkulu adımlarla evimizin kapısına doğru yaklaştıklarını, kapıyı yavaşça açtıklarını, babamın koltuğundan doğrulduğunu, annemle ablamın ayakkabılarını çikarip ellerindeki küçük paketleri sessizce portmantonun üzerine bırakırken yan gözle babamı izlediklerini görmedim ama duydum, hissettim ya da. Ve babamın elini beline attığını, uzun namlulu ve toplu tabancasını annemin üzerine doğrulttuğunu, sonra dört el silah sesini, kan ve barut kokusunu, ablamın çığlıklarını..... Koşuyorum, ablamın çığlıkları peşimden geliyor. Ve iki el silah sesi daha. çığlıkları duymuyorum artık. Koşuyorum, Tunusbağı’ndan Bağlarbaşi’na doğru. Dört bir yanım yemyeşil . mevsim şartlarının aksine. adını bilmediğim binlerce kır çiçegi. Cevat Çeştepe |
Ciddi bir çağrı
morg kaçkınlarından gelinlik kızlar yaratmak yerine birazda el atıverseniz ya şu yaşadığımız şehirlere. kiminin parası kadar önemli değil mi kimilerin duası. duyun bu çağrıyı, siz estetik uzmanları. hem enineyiz, hem boyuna. kalkacak halimiz kalmadı maşallah. bin orman konsa her gün soframıza soluk almadan atarız ağzımıza. biraz da siz görün şu bizim halimizi, güzeller güzeli diyet kraliçeleri. ne kadar önemli ise kiminin parası ondan daha da önemlidir kimilerin duası. Cevat Çeştepe |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:44 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.