![]() |
Işık 2
“ah sevgili gölge benim misin sahiden”* iyi bir duygu anlaşmak anlaşılmak konuşmak yazmak olmasa olur cümle gereksiz sözcük de harf imlemek kafi ışıldak kondurur tene beyazda iz bırakmak iyidir ışık karanlığı anlatır : ruhu sürmeleyen sır gölgeyi yakalamak göğün bağrında en iyisi sınırları aşmak en… (*) Bejan Matur: “Temmuz Meleği” – Rüzgar Dolu Konaklar, s. 49 (23 Nisan 2004) Naime Erlaçin |
Işık 3
hüzün ağır geliyor kalbe bu boşluk duygusu solması goncanın üşürken yüreğim soğurken beden hastayım ağır kanamalı yüreği çivileyen sözler gök delinir de elbette iner birer birer yıldızım şiirden olsun koynumda uyuturum dizeleri bir ışık yansın yeter! (5 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Işık 4
şiirim bilinen bilinmeyen hem uzakta bir ömür boyu hem yanımda bekleyen ışığı görünce sele döner dizeler nefesim beni karanlıkta terk eder uzan bana ölüm ve doğum ey! suskunluğuma yanılma yaratılışı gizler yılların kuytusunda tende güllerle danseder dil kadife ellerle Şehrazad ıssızda ışık bekler (17 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Işıldak
hani derler ya herkesin bir topuğu var Aşil’den söylence ne denli gerçek bilinmez masallar taşıdık sırtımızda sanki kambur! yitirildi sadelik ve varsıllık vurulsa mıydık topuktan vurulduk mu yoksa gülümsedi erk işlemez garip sinsice zayıflıktı susmasının nedeni ve yoksulluk korumadı korunmaya değmezi aldanmadı topuğuna Aşil’in biz bezirgan hesabına düştük aşkın hesap bilmeden ağır vaka idik defterde hayal göllerinde mayalar tuttuk bir kez kırılınca ayna ne yapılabilirdi yazmaktan başka! biz rüzgara tutsak fırıldak gariban deniz fenerinde ışıldak! (12 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
İçimdeki Çocuğu Arıyorum
yüreğimde bir çocuk vardı benim özenle gizlemiştim oraya korurdu canımı örselenmekten yaşamca hırpalanıp berelenmekten belli ki yeni doğmuş taptazeydi yüzünde masum gülücükler bakışları bayramlık giysiler uzanırdı pamuk elleri bana doğru ellerinde fesleğen kokusu olurdu ürkerdi bazen korkardı bedenime sarılırken titreyerek saf gözlerde ipeksi yaşlarla ürpererek yakardı yüreğimi derinden kim gömdü o çocuğu boşluğa ve yokluğa dönmemecesine kim çaldı onu benden kim vurdu kahpe bir kurşunla kim gerdi benim ruhumu tarih kadar eski bu çarmıha biline ki içimdeki çocuğu arıyorum şairlerim aklınızda bulunsun giden çocuk değildir uyanın giden biziz benden söylemesi haberiniz olsun! (04 Nisan 2003) Naime Erlaçin |
İçimize Vuruyor Sıcak!
soluyor akasya düşler ağlayarak kuruyor ilk yaprak hüzün kaynıyor kanımızda zifir akşamlarda geceye asılıyor tozlu hayaller acı bir rüzgar savruluyor potasında beynin çölleşiyor yaşam giderayak yeniden sorguluyoruz hayatı günahları bizde gizli gök kubbenin sıkı sahiplenin ateşinizi ey tanrılar! varoluş doğurganlığında taptaze bir diriliş isteriz ve kendimizde rehin kaldık bunca köprüyü yıkarak fidye ödenmeyecek! önce ölüm sonra dirim çekilecek bu ip kan asi yürek ahraz kanımız koyu kanımız buz içimize vuruyor sıcak! (24 Eylül 2003) Naime Erlaçin |
İçinden Cehennem Geçer
ne zaman çiçeğe durduğunda yel değse badem ağacına bir kasırga göçer yüreğime zamansız çalınsa kapılar canhıraş feryatlarla bütün manolyalar pıtrağa döner ne zaman kara bir deliğe çekilse şair kartal gözlü infazcılar elinde hükmünü aşsa sözler sirene benzer kalbimdeki cayırtı dizelerim küser tutunmalıydım oysa baharın ipine yeniden doğuşu yazmalıydım -çil çil göveren sevdaları- olmuyor işte! burulurum böyle zamanlarda sehere gece düşer gündüze keder hırsızları var oyunların yeraltında ölüm üretir nifaktan adları Hades* olmasın sakın! ademden kan çiçekleri havvadan siyah libaslar biçer ne zaman acılı bir rüzgar esse buralarda suskun bir şiire döşenir yolum içinden cehennem geçer… (*) Hades – Cehennem ve karanlık yeraltı aleminin tanrısı. (8 Nisan 2004) Naime Erlaçin |
İçinden Çıkılmaz Kentler
kimileri bir kenti ziyaret eder ara sıra kimileri asla çıkamaz ordan “yazı, kışı, envai çeşit derdiyle gelsin” der ne gelirse! ölümsüzdür sevgi kimilerinde acı da ayrılık gibi aşırılır dibi delik kovalardan dayancını sevdalı bir çift gözden alan kalbin tutkuya adanmış bakracına bütün sokakları benim bu kentin kirli temiz bütün sokakları! (13 Ağustos 2005) Naime Erlaçin |
İHANET Nereye Düşer? ...
kimisi güç kuşanır kimisi düş kimi dişiliğini kimi erkekliği -at avrat silah- diyerek ihanet nereye düşer peki sorulmaz cehennem zebanisinden ademoğlu sabıkalıyken ihanetten! biter sorgu sual aşk indiğinde beyazdan erguvana her bir dönüşte geç saat yokuşlarında suskun çığlıklar yükselir gülün dikeninden silah susar mengene sıkışır yalnızca tuzaklara düşülür düşülür süngülenircesine kara yele vurduğunda gece tutuşan kıyamettir artık sunturlu bir sevdadır yapışan ve fışkıran yürek çeperlerinden tanrının kutsal emaneti bu azgındır yağmur bereketinden! ihanet nereye düşer peki sorulmaz mahşerin dört atlısından aşkın küheylanı yazılmamış kitapta yoksa sadakatten mi sorulur? sorulur elbet! yürekliler gezegeninde ancak yüreğin kuşanıldığı yerden! ihanet mahşerin beşinci atlısı... (02 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
İki Masa (Yorum)
Bölgemizdeki sorunlar yeterince ciddiydi zaten. Yıllardır kanayan Kıbrıs sorunsalı, Filistin-İsrail çıkmazı; topraklarımızda yuvalanan, dışarıdan beslenen dipsiz terör ve burnumuzun dibinde göz göre göre desteklenen yapılanma hareketleri konusunda en ufak bir ilerleme kaydedememişken; ayrıca dört bir yanımız ateşle çevriliyken başımıza bir de Irak derdi sarıldı. Her zamanki gibi katlanmaya, yeniden kurulmakta olan dünya dengelere uyum sağlamaya çalıştık. Üzülerek söylüyorum; bize dayatılan koşulları sorgusuz sualsiz kabullendik. Üstelik susarak her şeyin yolunda gideceğini düşünen yöneticiler seçmiştik kendimize. Kapı komşumuz İran tüm dünyaya tek başına kafa tutarken basit bir sınır ötesi harekâtını dahi göze alamadık. “İcazet alma” anlayışıyla her geçen gün bölgedeki üstünlüğümüzü biraz daha yitiriyorduk. Ebu Garip, Guantanamo, Samarra, Felluce, Gazze ve daha niceleri yanıyor, yıkılıyor, telef oluyordu. Ve biz susuyorduk… Bu ülkenin aydınları, AB’ye alkış tutmaktan, kilitli kapılar önünde kendilerini aşağılatırken mazoşistçe bir haz duymaktan ve birilerine Nobel ödülü yollarını açmaktan başka ne işe yarıyor Allah aşkınıza! Bir oyun kurallarına göre oynanır. Ancak oyuncu olmak kaydıyla! Oyun için bir de masa şart. Şu masayı adam gibi kuralım diyorum artık! “Novus Ordo Seclorum” projesi (“yenidünya düzeni”) coğrafyamızda, bizim geleceğimizi de hiçe sayarak, bildiği gibi at koşturuyor. Ve öyle görülüyor ki, koşturmaya da devam edecek. Dikkatinizi çekerim, sular bulanmadan önce 20 dolarlarda seyreden petrol fiyatı 75 dolara fırladı ki batı ekonomisi bu kaynağa kan gibi muhtaç. Elbette alternatif çözümler üretebilir ve üretiyor da ama maliyeti düşürmek için zamana ihtiyacı var. Bu durumdan çıkan sonuçlar yalnızca piyasa ve kur dalgalanmaları olmayacaktır. İşin o kısmı ülke ekonomisini biraz daha yaralayacak olan ikincil (seconder) etkilerdir. Tıpkı ihracat - tarımsal ve sınaî üretim - turizm gibi servis sektörlerinin derinden sarsılması, işsizlik oranlarının yükselmesi, sürekli artacak olan sosyal rahatsızlıklar gibi… Ancak daha da önemlisi, batı dünyası ve neo-con zihniyeti bu fiyat artışı karşısında kesin bir sonuç almak isteyecek, bölgeyi yeniden şekillendirecektir. Dolayısıyla tüm coğrafyayı bütünüyle kontrol altına almaya çalışacaktır… Manzara şimdilik böyle görünüyor. Bu demektir ki, bir başka masa daha kurulmuştur! Karar masası… Kader masası! O halde, okkanın altına gitmemek için, ne yapıp edip o masada da yerimizi almanın bir yolunu mutlaka bulmalıyız. Ve kendi gücümüzle! Ödünç alınmış, icazetli bir kudretle hiçbir gelecek şekillendirilemez! Güç dediğimiz olgu sadece özünden kaynaklanır. Kendimize dönmenin ve onu yeniden keşfetmenin zamanıdır şimdi. Aydın sorumluluğum böyle buyuruyor ey milletim! (19 Temmuz 2006) Naime Erlaçin |
İksir
kendine sağır değilse kulak susmak çare değil içine şiirin üryan dilinden akar iksirdir sözdeki son damla kan saklarım dilimi kurumaz hiç karanlığa mühürlenir dudak yanardağ mıhlarım kekre saatlere güneşi öpmek var yolun sonunda sularım çölleri buğulanır serap erilliğine çözülür şafak altı üstü vedia tenimin dudağım tuz tenim cerahat nasıl üşündüğünü bilirim artık! durma şifreyi ver çözülmek için değil miydi alfabeler! sur dibine as bütün ilamları dilimin ıslaklığı sensin unutma taşa süzülsün tuzum usul usul ihya olsun kente istilacı girişler sevdayı ezberlet bana! (5 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
İlk Taş!
şımartır övgünün fazlası eleştiri hak yargılama yasak istihza nahak ilk taşı atacağın gün çık ortaya demedi deme nush ile uslanmaya bak! ölçüye vurursa hesap ola ki diyorum hani karışılmaz sözün adil tartısına dengeyi bulur terazi önünde sonunda miyarı bozuksa kelamın hiç düşünme kaldır at! (28 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
İmza
kaderiydi rahmine sığınmak döllerken taze bir can ve sürgit döllemek kendini özgürlük arardı aşkın sesinde Nuh tufanından beri bir ağaç gölgesinde mevsimleri beklerdi sevginin nefesinde adı: kadın! dedi: -doğum kanıksanmış bir süreç sen 'bilinmezim'i çıkar ortaya çöz dolaşıklarımı ey sevgili silbaştan doku keşfet beni! bırak yansın ellerim dağılsın saçlarım bir sonraki tufana dek sen okşa tutuşsun tenim bedenim aşka adansın yağsın üstüme göğün saltanatı silinmiş bir kayıt olmasın adım dar gelsin gönlüme sığıntılık çöz beni! ki eksik doğurmasın kadınlığım söz! ihtilal olacağım yüreğine anla beni anlamla beni çünkü adım kadın! imza: “kadının”... (6 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
İnci...İnci...İnci...
-Aşkı öğrenmek için sevmek; değerini bilmek içinse çok sevilmiş olmak gerek. Gerçek bir aşkta asla kırgınlık, infial, sitem ve küskünlük olmaz! ... Rüzgarın tozuna karışır gider bu duygular. Geride yalnızca AŞK kalır! - N.Erlaçin kıyıdan kıyıya süren alabora öncesi ve sonrası sonsuz serüvende geminin omurgası eriyene dek en değerli “aşk” tutuluyor halen yosunun kararttığı koyda tek bir inci tanesi büyüse bir midyede mesela adımı yazsalar üstüne “aşk” deseler yeter! ... (5 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
İNCİR AĞACI'na Mektup
günaydın incir! sana sadece incir desem kızmazsın değil mi ağaç deyince kökler ve bağımlılık geliyor da aklıma o yüzden işte arala dallarını, bir yer aç gönlünde ___sana geliyorum minik bir yuva yapacağım kendime bir şey istemem senden sıkıca kucaklaman yeter biliyorum oradaydın hep kış aylarında kupkuru, sessiz “hayatta mısın? ” diye sorardım da “bekliyorum” diye fısıldardın kulağıma: “baharı bekliyorum, yeşereceğim! ” ne zaman daralsam ağlasam ne zaman başımı çevirip baksam yapayalnız ve oradaydın daima baharını beklerdin durmadan işte mayıs! bahar bir çılgın aşık olmuş dışarıda tüm ağaçları dolaştım geldim dağ tepe ova bayır görmedim bir benzerini çiçek açmadan meyve veren senin gibi bir tanesini biliyor musun kolay incinirim ben kolay parçalanmaz yüreğim ama çabuk üzülür yürek deyip geçme sakın! bakma el kadar olduğuna içinde kainat biriktiririm üzülünce uçarım hep hani bir kuş oldum ya geçenlerde ____bir minik serçe uçmalardayım yine o halde aç gözlerini bekle kolla beni sana geldiğimde yapraklarınla sarmala sımsıkı yuvamı yapacağım dallarında binbir gece masallarındaki gibi aşkı anlatacağım sana yapmasam da olur sen yerimi aç bekle ve bil yolda olduğumu ben mi ne isterim bir tek “hoş geldin” demen yeter! (21 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
İnsan Biriktiren
şu acayip tutkumdan sanırım hiç söz etmedim size insan biriktiririm ben! olsaydı bir yolu eğer neler yapmazdım neler güzellikler toplardım birer birer kiminden gönül gözü sadakat kiminden ince duygular alırdım kah akıl, kah güç, kah tatlı dil çoğu kez de güven veren sevgiler olsaydı bir yolu eğer neler yapmazdım neler! bakarsınız döner şansım karılır hamur tutturulur da kıvam sevmeyi anlatırım bir güzel anlamayı ve anlaşmayı sessizce insan gibi insanca insan suretinde saklı tutuyorum umudu bekliyorum biriktirirken bir işim de bu: insan biriktiririm ben (20 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
İNSAN VE KARMAŞA (Düz Yazı)
Duygu ve düşünceler her zaman asude bir nehirde seyretmiyor ne yazık ki. Karmaşa bizim içimizde dışımızda her yerde... Kimi zaman öyle bir kepçelenip karıştırılıyoruz ki, kendimizi tanımakta güçlük çekiyoruz adeta. Zekamız durumu kavramaya çalışırken, akıl isyan ediyor. Sezgiler yanılıyor, düşünce rotasından çıkıyor. Bilinçdışı bilinci istila ederken iplerin elimizden kurtulduğunu görüyor ve durumu yalnızca izlemekle kalıyoruz... Sadece ukalalar her etkeni denetim altında tuttuklarını iddia ederler. Mutlak denetim diye bir şey yoktur. Olsaydı eğer, hayat monotonlaşmaz mıydı zaten? En azından pek çok ara rengini yitirirdi. Karmaşaya yatkın olmak da bir tür meziyettir çünkü yaratıcılığın kaynağıdır o; aynı zamanda doğurganlığın ta kendisi ve sanatın süt annesi. Çözüm karmaşadan fayda çıkarmayı bilmekte yatar. Son zamanlarda bir modadır gidiyor.”Ben seni seviyorum. Sen önce kendini, sonra dünyayı sev. Elini sevgiye uzat, sana uzanan eli tut” falan feşmekan! Böyle şey olur mu hiç? Ben neden 4 yaşındaki çocuğa tecavüz edip öldüren; kurban keseceğim diye bir canlının ayaklarını vahşice doğrayan adamı sevmek zorunda olayım ki? Öncelikle aklım, sonra da değerlerim isyan eder böylesi bir saçmalığa. Alın size binlerce karmaşa nedeninden bir tanesi! Kafam karışıyor ve huzursuz oluyorsam eğer, ilkel bir tepki gösterir ve isyan ederim; sözgelimi kabalaşır, mesela adam dövmeye kalkışırım. Veya sorunu çözümleme yolları ararım. Bunları yapmamayı seçmişsem eğer, koyun gibi boynumu eğer, katlanır ve o zaman da karmaşadan uzak durmuş olurum. Bu son durumda yarar nedir peki? Kocaman bir 'sıfır' sadece. Öteki seçeneklerin hiç değilse “eksi” ve “artı”ları vardı. Ne yapmalıyım o halde? Ne 'kötü çocuk', ne 'uyumlu çocuk', ne de 'tepkisiz çocuk' uymadı bana diyorsanız eğer, huzursuzluğun kaynağı olan negatif enerjiyi olumluya çevirmeye ne dersiniz? Çatlatın tohumunuzu ve şarkınızı söylemeye başlayın derhal. Şiir mi yazıyorsunuz; resim mi yapıyor veya fotoğraf mı çekmekten hoşlanıyorsunuz; bir yerlere protesto yazıları mı gönderiyorsunuz, elinizden ne geliyorsa onu yapmaya koyulun hemen. Her çözüm yolunun toplumsal sorunlara yararı yoktur elbet ama sizin uğradığınız zararı asgariye indirir. Üretmek en iyi ilaçtır bazı durumlarda.Ve belki bir gün ürettiklerinizin güzelliği bilincinize bilinç katar ve başkalarına da yararlı olmayı öğrenirsiniz. Böylece gönül gözünüz ve gönül kapılarınız açılır, ufkunuz genişler. At gözlüklerinden kurtulmuş olursunuz sonuçta… Karmaşayı hafifseme, küçümseme, görmezden gelme ve alaycı bir tavır takınma ise sizi dar koridorlara hapsedip bırakır sadece. O noktada manevra alanınızın küçüklüğü, sıkışmışlığınız görünmez olur artık gözünüze. Kaçışların en kolayıdır bu... Kaçanlar genellikle başkalarını aşağılamaktan kendilerini eleştirmeye vakit bulamazlar. Onlar en güçsüzlerdir daima. Kocaman bir evde uyku tulumunda büzülüp uyuyanlardır kaçanlar… Sözlerim bir tür öğreti veya nasihat değil kuşkusuz. Ben kendi deneyimlerimi anlatıyordum sizlere. “Siz” derken “ben” demek istiyordum aslında. İnsan yanarak pişiyor dostlar. Musibetle yani… Sevin karmaşayı ne olur. Biraz ateşten zarar gelmez! (15 Mayıs 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
İnsanız Biz!
ilk ve son yolculuk bu sancılı köprülerinde düş'ün bir kıyıdan ötekine kutsanmak ırmağın iki yakasında gizlice ileriye bakıyorum “hiç” var ötesi yok varla yok arası tutunacak yeri kalmadı aklın unutkanlıktan yana infazdan karanlık surlarda atlılar koşturuyorum terk’ten cezalı virane uğraklarda köprü altlarında ben! nisyan ile doğduk, biliyoruz insanız biz! tohum gölgeye döl vermezken hangi yazları sorarsın bütün baharlar kışa dönüşmüşken ayrılık birikiyor gezgin kalbimde geçmişe dair buz kesmiş bir tarihten insanız ya biz hızla eskitilmiş bir takvimden masallar mı koşmalıyım şimdi! (10 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
İstiridye
neye yarar inci insana bırakılan bir hayal olmaktan başka nasıl da yalnızdır kırılgan deniz yosunu ve istiridyeler koyu bir inzivada düş büyütürler (17 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
İsyanım Var, İsyanım!
bir türkü yakmalı salarak akşamın büyülü mavisine gurbete düşmüşüm yine hüzünden mesela “acı” yazılmalı ağlamalı yıkmalı duvarları cinayeti vahşeti unutmalı kan dökmeyi sever kadından doğma sonra kendi kanında boğulmayı! yüreğimde isyan var, elleme beni rüzgar! bırak haykırsın inlesin gönlüm delirmişim fırtınanın gözünde yıkıntı izlerini silmekteyim içimdeki benlerin sayısı çok fırtınayı aşıp yüzünde güller açan yeni bir “ben” seçmekteyim (06 Ağustos 2003) Naime Erlaçin |
İtiraflar, İtiraflar
konuşmalı ademoğlu anlatmalı günahları bir bir ağlamalı kalp sancısı diner belki böylece yoksa unutmalı mı tümden bir “günah keçisi” yarattık kendimize elmalara kurguladık öyküleri “oğuldan oğula geçen”di günah mirastı babadan yasaklamıştı Telipinu* kanı ne çabuk unutuldu boğdurulan şehzade adları! konuş ademoğlu, sor sorgula günahtan beli bükülmek nasıl bir şeydir nasıl verilir hesabı fırınlarda yananın yakılan köylerdeki çığlıkların konuş ey rüzgar, anlat! ne acılar geçti kirpiğinden sevdalıların iyi bilirsin sen dolaştığın yerleri vicdanımda kara bir delik büyüyor şimdi insan yüklüyorum oraya ve suç yüreğim bağbozumunda heyhat! verimsiz bu hasat duy sesimi ademoğlu itirafımdır ve mağduriyetim ve hicabım ve isyanım çünkü insanım! (*) Mahfi Eğilmez: Anitta’nın Laneti – “Telipinu Fermanı”, ss.49 – 60 (28 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
İyi ki Vardın Şairim! *
ölürken dudaklarından dizeler ağan bir adam geliyor gözlerimin önüne : “kısrak ol bir kılıç ol kesen kabir ol ölüm ol…” ...derken, sevgilinin mührünü ruhunda bir dövme gibi gizleyen kadının süt beyaz göğsünde bıkmaksızın ebedi aşkı inleyen. menekşe rengi aramıştı maşukun sesinde nasıl unutulur Tanrı’ya yakarışları aşık kalabilmek için dilediğince üşüyen denizlerden ayrılığım oluyorsun ey şair! bulutlara hapsediyor sıcaklığın kar fırtınalarını inancım yineleniyor aşka ve yaşama dair canlanıyorum! bedevi çadırında unutulmuş sahranın ıssız bir köşesinde aşkın hüznüne minnet yağdırıyor sesin bahar yağmuru kadar mucizevi şiirlerde sen bahar yağmuru kadar efsunkar tutunurken yüreğime “ey dostlarım bıçağın saltanatını reddeden bir yarayım ben” diye haykıran bu sesi seviyorum iyi ki vardın şairim! iyi ki varsın Kabbani… ....... (*) Büyük Arap şairi Nizar Kabbani’nin (1923 – 1998) anısına… (02 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
İyi Sakla!
al bunu iyi sakla beni saklarcasına bir camdır sana verdiğim sırrımdan sır çek o camın arkasına say ki o sensin camsan camsın demektir bunun ötesi yok! ayna olmak senin elinde sırlanınca ayna cam olur ancak al bunu iyi sakla beni saklarcasına durgun bir göldür sana sunduğum sırlarım yatar derinde kendini görürsün içine bakınca su olmalıydık kayadan güçlü su olmalıydık ayna dilinde su olmalıydık sır tutan....salt gerçeği yansıtan sır aynanın içinde... (22 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
İz
kim yaşayabilir bir başkasının ölümünü yalnızca seven bir kalp belki bundandır düşlerimi bırakışım geride bunca çaba doğmam bundandır ilk çığlığı attığım andan beri dünyaya durmaksızın yenilenişim kesintisiz ebesi oluşum kendimin böyle dedi bilici: bunca gayret seven bir kalpte iz bırakmak içindi tek bile olsa! ... (8 Mart 2005) A TRACE who could live someone else’s death unless it’s a loving heart because of this I left behind my dreams sparing no effort so much for nothing… thus; the birth of my nascence is from my first outcry into this world rekindling nonstop continuously childbearing myself and so says an apprehender: for so much effort is to be printed in a loving heart even if it is solely one! ………. Written by: Naime Erlaçin. Translated by: Abir Zaki Naime Erlaçin |
Jilet
söz kargaya kış bahara düşermiş mecusi ateşi demek ki dağlara sarmaya görsün yüreği kuşku dingin limanlara alabora yazgılar iner yılandan sinsi olmalıydı oysa uyku! bihaber kaldıysak kuytu yuvamızda gulyabanilerce büyüdü kem gözler üçüncü şahıslarda sessiz yankısında münzevinin derinleşsin diye nazar sırı keskinleştiriyor aynalar “kaybetmek kazanmaktır” diyor bir ses “hiçbir şey göründüğü gibi değil...” hoş bir ıslık bırakılır kapına bazen idam çığlığında yalancı yarenliğin tacirler insan kılığında, işgüzar! hem tatlı hem acı söylerdi dost ince bir ders var bize Brutus’tan : bırak yol tutsun bilinç mayalansın dillerin mutlak galibidir muhkem surlar soysuz külli cenklerin hikaye bu ya dostluğun yordamıyla sonu hayrola! keskindir aynadaki sır jilet gibi (10 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Kaç Metrekare
severim Nisan’ı baş konuk olur yürek doğanın düğününe harcanıyor oysa bu yıl göz göre göre olsun! güneşi giyinmiş bir balkonum var tenim buruşurmuş diyorlar ne umurum! feda olsun mihrap güneşin yoluna döle vurdu ışıkta sardunyalar uzansam dokunacağım incir ağacına gönlüm meczup bir çınar kendine çınar gölgesi arar kaç metrekare bu balkon altı üstü beş…desem yayılır otururum yazın kucağına kalemim yarenlik eder doğmayı anımsadıkça güneş ufacık bir yer yeter bana kaç metrekaredir ki mutluluğun bedeli! (5 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Kaç Oktavlık Yaşam
çocukluğumu bıraktığım uzak kentte üşüyor kalbim tanıdık bir ağrı yapışıyor yüreğime… palmiye topluyorum nehir ışıklarından renksiz bir cibinlikte hapis yeniyetmeliğim “tel”i buluyor lunaparkta üzerinden kayarken çıngıraklı kahkahalarla ilkyazları süslediğim nerelere göç ettiniz açık hava sinemalarım ey! gazoz şişelerinden kaçarak ve buzlu kovalardan ey gafiller! bir hırsız gibi sizler de beni terk mi ettiniz yaz bahçelerinde yitirdiğim boz alacalı salkım sevinçler badem ağacında kaldı yeşil yapraklarda unutulan yeşil tırtıllı ebem kuşağı günlerim yaşam un ufak şimdi eleğinde zamanın süzgece takılıyor “geçmiş” asarak masum günleri kalbime yorgun suretinde güzün haykırıyor üşüyor titriyorum hesap ödeniyor! ağlıyor hüznüm soyunun utanmayın çıplaklığınızdan kaç oktavlık yaşamlar sunuldu her birinize kaç oktavlık bir yaşam seçerdiniz kendinize! (02 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
KAFASI KARIŞIK ADAM (Düz Yazı)
Kafası karışıktı bu adamın. Karıştırmışlar onu. Belki de karışık doğmuştu dünyaya kim bilir. Kaosun düzgün çocuğuydu o... Amatörce coşkuları severim ben. Gençlik gibidirler. Biraz acemilik; bir hayli naiflik ve masumiyet kokarlar. Tıpkı bu bilgenin masumiyeti gibi. Daha önce de rastlamıştım böylesine. Uzaktan görünce “şıp” diye tanırım onları. Adamın büyüsü burada gizli galiba. Gücü ise sade anlatımından geliyor. Herkes de dil ustası değil ki! O aslında usta olmasına usta da, tıkanan iletişim kanallarını açmak uğruna dilini alabildiğine basitleştiriyor. Son yıllara dek genelde felsefeye fazla bulaşmamıştım. Fen bölümündeki öğrencilere neden felsefe okutmazlar, hiç anlamam. Şimdilerde ise kimseye okutmuyorlar galiba. Kitap kurduydum ya hani, işte o sıralar kıyısından köşesinden dokunmuşum azıcık. Daha sonra, ilerideki yıllarda bir dolu felsefe kitabı edinmişim. Edinmişim de ne olmuş? Doğru dürüst okuyamamışım hiç birisini. Okumaya başladığımı da bitirememişim zaten. Nasıl okuyacaktım ki? Bir dönem hayatımıza zorla sokulan, hilkat garibesi, uyduruktan, bulmacamsı Türkçe’yi - ki her nedense en çok da felsefeciler benimsemişlerdi - nasıl çözecektim? Yetersiz dil bilgisiyle yabancı bir dilde okumaya çalışmak gibi bir şeydi bu. Üstelik on yedi yaşımda koparılmışım kendi dilimden ve başka bir dilin kucağına atılmışım. Bu arada Türkçe değişmiş; bizim bildiğimiz anadil uçup gitmiş; yerine ise ne olduğunu bir türlü kavrayamadığım, mutasyona uğramış acayip bir şey gelmiş oturmuş. Aynen görmemişin üzerindeki eğreti elbise gibi sırıtıyor... Çaresiz ben de yabancı bir dile tapulanıp kalmışım. Kalmışım da iyi mi olmuş sanki? Bunca yıldır yazıyor ve konuşuyorum güya, ama henüz yarısına bile vakıf değilim. Öyleyse ne oldu bana? Dilsizleştirdiler mi beni? Kesinlikle öyle, dilsiz kaldım ben! Bizim bildiğimiz, eski, 'çorba gibi' dilimiz bir hayli zengindi hani. Yarısını kaldırıp atmışlar sözcüklerin; yetmemiş, bazı harfleri değiştirmişler. Çok da önemli olmamakla birlikte, söylemeden geçemeyeceğim; “tesbit” olmuş “tespit”; “nisbet” olmuş “nispet”. “B”lere bu düşmanlık nedendir diye merak ediyor insan doğrusu… Dil benim geçmişle bağım ve gelecekle aramdaki köprü olmalıydı halbuki. Köprüleri yaka-yıka gidersek eğer, günün birinde salt bilgi çekirdeğine katkıda bulunarak sürdürmek zorunda kalacağımız yaşamımıza kendi ellerimizle son vermiş olmaz mıydık bir anlamda? Çünkü şifreleri bozuyor ve hatta giderek yok ediyorduk. Peki, gençlere düşünmeyi nasıl öğreteceğiz bu durumda? Referans kitapları kalmayacak ki! Zekaları hiç de kıt olmayabilir. Ama aklı kullanmayı; hayal gücü ile beslenmeyi; biriktirip sindirmeyi; sorgulayarak düşünce hamurunun kıvamını tutturmayı öğretmek mümkün olabilecek mi? Ateşin olmadığı mutfakta yemek pişmez! Dil ise yaşamın ateşidir. Kaliteli yaşam demeliydim belki de. Her şey aslına rücu ettiğine göre, bu gidişle biz de ilkçağın yarı dilsiz insanına dönüşeceğiz herhalde. Düşünerek var olmanın olanaksız olduğu bir çağa yani…Bu arada sanatı, incelikleri, kültürel zenginlikleri, düşünsel sıçramaları ve daha bir çok şeyi tümden yitireceğiz. 'Iskalama' şansımız bile kalmayacak. Var olmayan bir şey ıskalanamaz! Çorak ve budalaca bir iletişim diline mahkum oluyor çocuklarımız. Köleleşiyorlar. İzliyor ve dinliyorum onları. Zaman zaman ekranlarda eski sözcüklere yapışıyor ve komikleşiyorlar. “Resm-i geçit” yerine “resmiii geçit” deyip yüreğimi kanatıyorlar. Bu yaptığım aydın züppeliği sanılmasın lütfen. Benim içim gerçekten acıyor. Bizim kuşak yarım kalmıştı. Bu gençler ise yoksul. Çoğu birer dil fakiri! Durmadan aydın sorumluluğundan dem vuruyoruz ya hani, külliyen yalan. Sorumluluk görevini, sorumsuzluk hakkını kullanmaya dönüştürmüş ikiyüzlüleriz hepimiz. Hep birlikte el ele verip kendi geleceğimize kıymışız biz. Bunları ve daha pek çok şeyi düşünür ve yazarken; acılarımdan yükselen çığlıkları dinlerken, bir kitapçının raflarında apansızın karşıma çıkan bu “kafası karışık adam”ı nasıl kucaklamam ben şimdi? Daha önce adını hiç duymadığım için önünde mahcubiyetle eğildiğim felsefeci bu yazara nasıl teşekkür etmeliyim acaba? Kıyıları seçtiğini söyleyip de hayatın tam ortasında bir nabız gibi gümbürdeyerek atan bu düşünüre nasıl “dünyama hoşgeldin” demeliyim dersiniz? Ve yazılarını okurken aniden içine düştüğüm hava boşluklarını ve yaşadığım türbülansı nasıl anlatmalıyım ona? Belki de vardır bir yolu; gençlere önermek gibi mesela… Ahmet İnam’la tanışmak olağanüstü bir deneyimdi. Tanımamak benim ayıbımdı ama orada olduğunu ve bunca yıldır çabaladığını öğrenmiş olmak yüreğime serin sular serpti inanın. Bence Ahmet İnam’la gençler de tanışmalı. İlk adımda oldukça ağır gelebilecek felsefe kitaplarından önce, incecik bir kitabını öneriyorum. Adı “Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair”*. Kolay okunur ve kısa yazılardan oluşmuş tam bir başucu kitabı. Hatta uzunca bir süre çantalarında bile taşıyabilirler. Ben öyle yaptım.... Bu kadar lafı niye ettim ki? Alın, okuyun ve kendinize yepyeni bir pencere açın. İnanın güzel bir öneriydi... Benim de çorbada tuzum bulunsun biraz! ......................... *”Hayatımızdaki İnce Şeyler Dair” – Ahmet İnam (Pan Yayıncılık) (19 Haziran 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Kalbi: CEHENNEM YERİ
bir elinde aşk iksiri ötekinde nefret zehri vah ki kalbi cehennem yeri! tercihi intihardan yana ya da cinayet el değmemiş ruhuyla “yaşamak ne” bilmeden akşam haresi düşmüş sevda yorgunluğuna sırtı beli bükülmüş en zorlu bedellerden dili ödünç alınmış ağulu bir yılandan “aşk” koymuş adını bağrında bebek saklar akrep misali kendini sokacak sanki bebeğinin kaderi ne yazık ki zehirden! aşk tutuyor elinde vah ki kalbi cehennem yeri! (28 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Kanamak
yorgun garda bir yolculuk yalnızlık yol arkadaşı çocuklara ağlıyorum masumiyeti yitirdiler bir kez kaybedilen hani! utanmalı büyükler kınıyorum kenara koy zafer sarhoşluğunu üstüne basılan hayat böylesi çatırdamadı hiç her yer yangın yeri masumiyet yanıyor göz bebeklerinde karanlığın beynimde bir gar avucumda hüzündür ağlayan söndü ışıklar siyahı seçtim ertelendim siyaha geçtim kanıyorum! (04 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Kandil
karanlık saatlere yakıldı kandil sustu ölüm uğursuz pervanede yükselirken canhıraş feryat ve sessizlik söndü gök kubbe yas tutarak o yerde düşünceli “son” karanlığı izlerken ölüm imzalanıyordu acıklı bir fermanda ilk günden yitirilen can haykırışı bu onikiden vuruldu idam mangasında hayat cömertti güya boncuklar dağıtırdı maviden donatırdı gökyüzünü şen bayramlarca son kandil mevsimi vurunca damgayı vakit sus'tadır artık kör alacasında elveda kandil elveda ışığım zaman ayrılığı vurmakta derinden (28 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Kaos
körelir gözümüz hamile geceye o ki kendini dirilten akrep içimiz kadar çoğalır içimiz kadar azalırız gün biterken sabrın tespihine dizilir yankılar cenge tutuşur iblisimiz vahşetle akrebin zehrine tastamam denk düşerken yükümüz gün ışır kaosun rahmine sığınırız yeniden siz biz ve akrebimiz (27 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Kapan
alışkanlığa rücu edilir yıldız çekiminde gök ve kök aynı hamurdan toprakla iç ormanı arasında yaşam bir kapan bazen kişi hem yem hem fare doğmayı umar ecel tazeliğiyle suyu çekilirse ruhun göğüne tapan mutlak bir ilkel canlanır derinde sorarız: yıldızımız kim? takınca süngüsünü hani aslına döner ya insan (4 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
Kar Bulut ve Suyun Hikayesi
cümle sualler cümle cevaplar kar beyazında gizli denizde noktalanır buzun suya erimesi yankının özenle gizlendiği tepeler vadiye sığınmış suskun göllerde belki bir dağ yamacından süzülüp ürkerek üstüne yürüyen o mağrur dağı sever gibi suya hep hasret toprak bulut mahzun bulut utangaç bulut biraz da korkak! kaçınılmaz yazgısı suyla toprağı kavuşturmak bunca yük var sırtında ne kadar hafif oysa nazım bir ıssızlıkta kanatlanıp ak günlere hükmederek şafak vakti taze bir gebeliğe uyanmaktır eylemi yaşam döngüsünde yüklendiği en keskin anlam en berrak aktın yürüdün dondun bir yolculuk hikayesi bu varoluşu ondan sorgula ey insanoğlu! kar beyazında bekler cümle cevaplar tüm hallerin orada ve içinde gizli hiçbir son istemez seni buluttan gayrı çünkü yakışmazsın ölüme! (30 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Kar ve…
sevdasarısı bir yalnızlık üşüttüm göz bebeklerimde düşler karayelde döllenen imbat yüzüm ödünç geçmiş mevsimlerden vazgeçilmezdi sevmek kıyamet kadar içerisi kar! belimde savruk bir rüzgar hava buz: avuçlarıma gül ekiyordu iç kanamalar saçlar ıslak sevdanın kefenlik yokuş yollarında soluksuz yağıyordu kar bir eşkıya atandı yeraltı ırmağıma secdeye durdu mavzerler kalem kırdım aşka ve isyana sustu celseler mavinin nihai kararında yürek taze bir bahar! (27 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Kara Deliklerin Sonunda
sıcaklık akıyor yüreğime suya karışıyor buzum yürüyor su nerden geliyor bu ateş! sevginin sesi çınlıyor kulaklarımda dağları aşıp bana ulaşıyor kimden çınlıyor ses! kara delikleri geçeli çok oldu kalbin yedi kat dibine gömdüm cehennemi dipsiz kuyularına uykusuzluğun keşiş oldum çilekeş oldum gide gide ancak vardım sınırlarıma boşluğa sızarak sonsuzda yaşamın sihrine terk ettim gizlerimi aynalığını unutturdum aynalara bakınca göremediğiniz bir yerdeyim oldukça yakınınızda ve çok uzaklarda işte yine o ses! içinde hıçkırıklar saklayan benimle savaşan bir yandan aşka tutunan bana dair bana teslim bir armağan yürüsün su yürüsün aşk! (11 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Kara Kaplı
gel buraya kara kaplım gel bilgisayar da yatağa girmiyor ki! uzanalım seninle şöyle bir ben söyleyeyim sen dinle ben yazayım sen oku tek yumurta ikizi mi olduk ne düşünüyorum düşünüyorsun lafı dolandırıp yazıyorum şeytan olup önüme dikiliyorsun bilmece çözüyor bilmece sunuyoruz eğlenmenin bin türü mevcut bu da kara kaplınınki besbelli! aşkın ispatı yok da vefanın var en çok oradan vurulduk biz “yumuşak karın” diyorlar ya işte belki bir kalıntıdır Aşil’den konuşalım kara kaplım seninle derinden derinden alışkanlık oldu çiçek sulamak... bir de sen ne çoğaldı bu çiçekler hayatımı sardı hepsi balkon çiçeği, salon çiçeği, 'elem çiçekleri'* en değerlisi gönül bahçeminki bir hortum tutsam var ya yaşama! dönülür mü siyahtan pembeye pembeden turkuaza gel kara kaplım gel! ben seni anlarım sen beni ötesinden kuşkuluyum gayri aşkı ayrı koy da gel bir tek o haramdır seninle kalsın aşk! biz ki siyahtan maviye bir yolculuktayız… *”Elem - Kötülük Çiçekleri” – Les Fleurs du Mal (Charles Baudelaire) (22 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Kara Yağız Hüzün
kara yağız bir hüzündü yine yapışan karalar bağlar yas tutar ya yüreğin işte aynen öyle! bir vuruşa teslim insanoğlu belli değil nerden nasıl patlayacak tayfun sakin suda fırtına işareti var kramplar büyütüyor içinde deniz tutar ya insanı açıkta işte aynen öyle! ağır yaralı geçiyor gün ağır yaralı düşlerden ağır yaralı yolcu bitap düşmüş yorulmuş unutulmuş gülüşlerden sisler çarpışıyor beyninde kendi içinden geçen karanlık kendi sesinde boğulan siren kendi uğultusundan ürken rüzgar misali yorgun geçiyor kara yağız bir hüzünden hüzün müdür yoksa ben miyim kendi içinden geçen! (14 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Karanlığın Gözleri
fotoğraf çekiyor gözlerim karşıki tepelerden binlerce ışık serpilmiş geceye her biri bir mücevher evlerden bir alemdeyim evler ki yanar döner hangi dağı aşsam hangi eve varsam dümdüz aslında hepsi birbirine benzer vahşi bir yanılsama bu ışık doğası böyle eşyanın içler kanamalı uzaktan mücevher onaylanmasını izliyorum inzivanın çekilin önümden ışıklar çekilin soluk alayım! film biter makinede evler suskun karanlığın mahmur gözlerinden celseye sessizliğin sesi düşer (25 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
Kasırga Yıkıntısı
girilmemiş savaşlardan bir kırlangıç fırtınası esti bir kasırga sürüklendik önü sıra rüzgarın sağa baktık telefat sola baktık uçurum yıkıntıydı geride kalan kuşanılmıştı meşaleler aydınlatmaya değil yakmaya geldiler kalkışıyordu bir akrep sessizce söndürüldü ocaklar yıkıntının karı zarardı sadece beklentisi yoksa kişinin ne alınır lokmasından “hiç”ten başka! bir gönül kırgınlığı biraz keder enkaz bırakılır biraz kucağa bundan aşırı utanç mı olur acının aslı acıyı yaratandan yana! (07 Ağustos 2003) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 09:22 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.