![]() |
Kasırga Yürekli Kadınlar!
içimizde dans eden masallarla serpildik kimi gün Pamuk Prenses kimi gün Külkedisiydik Penelope olur denizaşırı bir mekanda hasret kuşlarıyla şakıyarak kahramanımızı özlerdik haz verirdi Quasimodo’nun sıra dışı kamburu kah bir Robin Hood atının terkisinde delice düşer aşka kah sultana direnen Şehrazad olurduk biz Juliet’e dönüşüp ölmeyi de bildik güneş saçlı kasırga yürekli kadın ey! ayrılıkla yoğrulmuş sevdayı kaç kez doğurdun söyle acının esrarını şehvetli ve menekşe kokulu ihtirasını biz ki onları Rapunzel’in saçlarına gizledik: prenses ya da köylü kızı olmuş ne fark ederdi! zindanları saklardı buğulu kirpiklerinde altın sarısı örgülerin kuleden sarkan gizinde en çok sevdalandığımız biri vardı “beauty and the beast”* çirkinde bile fırtına yürekli erkeklerimizi çirkinde bile güzeli gördük biz! (*) Beauty and the Beast: Güzel ve Çirkin (2 Haziran 2005) Naime Erlaçin |
Kavaklar Buza Kesmiş! ...(Düz Yazı)
Tül perdenin arkasından dışarıyı izliyorum. Hava oldukça aydınlık. Güneş bulutlara gizlenmiş de göz kırpıyor gibi. Beyaz tanecikler uçuşuyor etrafta… Kar geldi, biliyorum. Hani şu dört gözle beklediğimiz, mevsimin ilk karı… Söğüde baktım. Yemyeşil duruyor. Budamışlardı üstelik. O da benim gibi, kırpıldıkça güçleniyor sanki… Seni düşündüm. Yüreğimde bir eziklik… Ağır sıkılıyor canın, hissediyorum. Hayatla baş etmenin yorgunluğu vuruyor böyle zamanlarda… Baharı düşündüm sonra. Kar tanelerinin kavaklardan yağan pamuklar olduğunu hayal ettim bir an. Balkonda oturmuşuz mesela. Sen kahveni yudumluyorsun; ben kuruyan sardunya yapraklarını ayıklıyorum. Bir yandan da anlatıyorum sana… O gün neler okudum, neler yazdım…neler düşündüm… Ya da bir deniz kıyısındayız. Yanımda bir dolu kitap ve gazete var. Sen yine sabırla beni bekliyorsun. Arada bir konuşuyoruz. Yüzüne bakıyor ve hareli gözlerinde saklı sonsuz sevginin izlerini okuyorum… Gözlerin çiçek açıyor bir tanem. Rengarenk, cıvıl cıvıl… Ne de anlamlı ve derin bakıyorlar, bir bilsen ah! Ama önümüzde kocaman, soğuk bir kış var. Rüya görmüyoruz… Hayat hep kışlarla dolu, ne garip... Gerçeğin aynasından acı gülümsüyor kavaklar. Üşüyorlar biz gibi… Duyuyor musun, kavaklar buza kesmiş! Uyandır onları... (21 Kasım 2005) - www.blogcu.com/nimo Naime Erlaçin |
Kavşak
içim dedi: 'uzaklaş güruhtan unutulacaksın bak unutmayan dostluk unutmayan sevgidir ancak' tuttum öğüdü / vardık kavşağa şiirle yapayalnız kaldık ortada dedim: 'kükreyen bir ırmağım olsun dur deyince duracak koş deyince benimle akacak yeter ki az efkar alayım yanıma' jüri / yargıç / cellat tek kişilik duruşma el elinden ırak sonuç: ip veya sancak serap mı vaha mı bilinmez gaipte sınanacak mükafatı / müellifi / şahidi kayıp bu hikayenin vardır elbet rüyaların hikmeti şairin zincirli esareti rüyanın sebeb-i ziyareti dedi: “ister cehennem ol ister cinnet arafta vecibe-i zimmet büyüktür esrar derin mukayyet ol kendine üşüdüğün hayatta yoktur şiirin cenneti! ...” (26 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Kayıyorum Ey Aşk, Tut Beni!
size sesleniyorum beyaz anlar bana katılın aklım beni bırakmadan arınmak istiyorum iklim ılıman olmalı üşümemeliyim ürpermemeli ruhum celladım soğuk oysaki çekiliyor ip celladım buz ilmeğin adı var! nerede bitecek bu yol ey kader yolcusu kendimizi sınayarak geçtik üstelik bütün tuzaklardan hem avcıyız hem av isyankar tipide buzlanıp devasa bir çığda saklanıyoruz gerisi yalan! yaşam lanet bir patinaj kayıyorum ey aşk tut beni! tut beni! (14 Eylül 2003) Naime Erlaçin |
KEKELEMEYE ÇALIŞTIM DÜN GECE...(Düz Yazı - Anı)
Genç bir dostum var. Şair. En iyisinden. İçinden geldiği gibi yazar bana. Kah yorum yapar, kah şiir veya mektup gönderir. Duyguları nasıl akmışsa ve kafasından ne geçmişse onları yazar. Sevdiğine dile getiremediklerini bile bana anlatır. Evlat bilip basmışım bağrıma bir kez. Anlarım onu. Bazen anlamam ama yine de dinlerim. Söylediklerinin içinden çıkamadığım zamanlarda sorarım kendisine; “Neydi bu? ” diye. O da, “Hiç anne, kekeledim işte, aldırma sen.” der… Son günlerde taktım bu “kekeleme” lafına. Aslında bilinçdışımda bu sözcüğün şiirle örtüşen bir yanı var. Beni ilk gençlik günlerime götürüyor. On beş yaşımın altındaydım sanırım. Adana Kız Lisesinde yatılı okuyan edebiyat ve sanat meraklısı bir grup genç kızdan biriydim. Şimdi kendi yazdıklarımın dahi iki satırını hatırlamazken, o günlerde ünlü olan şairlerin hemen bütün şiirlerini ezbere bilirdik. Yaşar Nabi Nayır’ın sahip olduğu Varlık Yayınlarına abone olduğumuz gibi Varlık Dergisi elimizden düşmezdi hiç. Şiiri çok severdik. Aramızda, şair-romancı-öğretmen Halide Nusret Zorlutuna’nın yeğeni olan bir arkadaşımız da vardı. Onun ve benim babalarımız şiir yazardı. Dolayısıyla bu özel merakımız evlerimizden destek görüyordu. Babam Türkçe’min üzerinde ısrarla dururdu. İmla hatalarına tahammülü yoktu. Sabırla uyarır ve düzeltirdi beni. Lise yıllarında, Arif Nihat Asya’nın öğrencisi olup Yaşar Kemal’le sınıf arkadaşlığı yaptığı dönemden söz eder ve daima “Ne yazıyorsan yaz, ama diline hakim ol! ...”derdi. Güzel yıllardı onlar. Aşık Veysel’in anlamlı sözlerini bizzat kendi sesinden dinleme şansı bulduğumuz; Metin Eloğlu, Ümit Yaşar Oğuzcan, Nihat Ziyalan ve daha niceleri ile tanışıp sohbet ettiğimiz altın yıllardı… Ümit Yaşar’la yolumuz kesiştiğinde Adana’ya ziyarete gelmişti. O günlerde sanırım bankacılık yapıyordu. Aslen Tarsus doğumludur. Bizim oralarda “Berdan suyundan içmek” diye bir tabir vardır. İlçenin bu asi suyunun, insan ruhuna zapt edilmesi imkansız bir erk ve kararlılık kazandırdığı söylenir. Çakıt Suyunu bilen ve Seyhan Irmağında çimmiş (yunmuş, yıkanmış, yüzmüş) Adana’lılar bile Berdan’a bir tür saygı duyarlar. Sanırım son yıllarda bir baraj yaptılar orada. Kısaca demek istiyorum ki Ümit Yaşar Oğuzcan, Berdan Suyundan içmiş biriydi bizim için. Berdan Çayı kadar coşkulu çağıldıyordu... Ancak tuhafıma giden bir durumla karşılaşmıştım. Konuşurken çok zorlanıyor ve bir anlamda kekeliyordu. Belki her zaman değil ama benim tanıdığımda öyleydi. Açıkçası bu konuda söylenti dışında kesin bir kayıt bulamadım. Şiir okurken ise biraz daha iyiydi. Şaşırdım ve babama sordum. “İyi şairlerin pek çoğu kekeler kızım” dedi. “Hatta günlük hayatta konuşamaz ve tutulur kalırlar.” Aslında sevdikleriyle de konuşamıyorlardı. O zaman anladım ki, konuşma bozukluğu ve kekemelik onlara Tanrı tarafından bahşedilmiş bir lütuf, bir armağandı. Söyleyemedikleri veya söylerken zorlandıkları sözcükleri dizelere döküyorlardı. Hem de ne döküş! Mükemmelen ve ustaca…Şimdilerde şiiri çok eleştiriliyor olsa da Ümit Yaşar Oğuzcan kanımca bu özel ve üstün yetenekle donatılmış ender kişilerden biriydi… O günlerden beri kekemelik ve şiir beynimde adeta bütünleşti. Konuşma bozukluğu olan birini dinlerken, hemen düşünmeye başlıyorum. “Şiir de yazıyor mu acaba? ” diyorum içimden. Doğmuş doğmamış bütün şiirler adına seviyorum onları… Bana yazan genç şair dostumun sesini ise hiç duymadım. Sanırım mecazi anlamda kekelemekten söz ediyor. Ama yine de bu sözcük bende yazma isteği uyandırıyor. Anlayacağınız, iyi bir kekeme olmak istiyor ve elimden geldiğince akıyorum kağıda… Dün gece de kekelemeye çalıştım biraz. Siz de deneyin. İnanın iyi oluyor… Oğuzcan’ın bir şiiri ile veda etmek istiyorum size. Sağlıcakla kalınız dostlar KEKEME Bir kekeme bilirim, dolaşır garip garip Bu şehrin daracık sokaklarında Kelimeler zincire vurulmuş gibidir Dudaklarında Ne ismini söyleyebilir doğru dürüst Ne sevdiğine ilan-ı aşk edebilir Sormayın neden yalnız yaşadığını Kusurunu bilir O güzelim şiirleri hep içinden okur Bu dert de çekilmez doğrusu Güzel söylenilmiş cümlelerle doludur Bütün uykusu Günahsız harfler onun nazarında Birer siyah heyula gibidir Ay ışığında sevgiliye söylenen sözler Rüya gibidir 'İçince az kekelermiş' diyorlar Sarhoş gezdiği de hep bu yüzdenmiş Ama neye yarar? İsmine bir kere Kekeme denmiş (Ümit Yaşar Oğuzcan) (21 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
KENDİMİZ için YAZMALI (Düz Yazı)
Her insanın söylenmemiş bir şiiri, çalınmamış bir şarkısı ve yorumlanmamış bir senfonisi vardır. Asıl sorun bunun ortaya çıkıp çıkmamasında bana kalırsa... Bazen cevher var olup olanak yoktur; bazen de tam tersi. Cevheri az olanın bile kulağı tırmalayan kötü bestelenmiş veya detonasyondan mahkum bir şarkısı bulunur mutlaka. Yıllarca yazmaya durdum ben. Yazdım beğendim; yazdım nefret ettim; yazdım yırttım; yazdım bozdum; yazdım sakladım.... Bazılarını öyle saklamışım ki, bir daha bulamadım bile. Kafamda asılı kaldı onlar. Amacım yazmakla kendimi ispatlamak veya yazılarımı başkalarına okutmak değildi. Yazmak düşüncenin bir yansıması ve onun belgelenmesiydi sadece. Son yıllarda ise inter-aktif okurluğun bir gereği olarak yazdım.Yazılanların pek çoğunun yabancı posta kutularında çöpe gittiğini fark ettim bir gün. Çöpe giden aslında benim düşüncelerim ve beynimdi. Yazmaya “evet”, ama göndermeye “hayır” demeye başladım böylece. Hayali bir okura yazmalıydım o zaman. Bu hayali okur neden ben olmayaydım ki? Sonuçta kafam rahatlıyor ve düşüncelerim düzene girmiyor muydu? O halde, bu yeterliydi. Ayrıca başkaları tarafından kutsanmak veya lanetlenmekten çok daha önemliydi benim için. Özellikle, spotların altında bulunmaktan hoşlanmayan birisi olduğum düşünülürse... Eli kalem tutan herkesi yazmaya davet ediyorum. Yazmalıyız hepimiz. Kötü olduğuna inansak dahi yazmalıyız. İçgüdüleri dillendirmek için yazmalıyız. Mutsuzluğumuzu anlatmak veya mutlu olmak için yazmalıyız. Daha sakin düşünebilmek ve daha çok düşünebilmek için yazmalıyız. Kendimiz için yazmalıyız... Kalem ve klavye kişiyi düşünmeye zorlar. Aynı zamanda zora sokar. Daralır, bunalır, çözüm arar; aradığınız çözümü bazen bulur ve bazen de çözümsüzlüğe kilitlenir kalırsınız. Ama her savaşın sonunda minicik bir adım da olsa öne gittiğinizi içten içe hissedersiniz. Çoğalmaktır bunun adı ve kesinlikle eksilmekten iyidir. Aynen sevdalanmak gibi bir şey! Çoğalmak ise öncelikle kendimize olan borcumuzdur diye düşünüyorum. Ödeyelim borcumuzu. Hep birlikte çoğalalım o halde! ................. (17 Haziran 2003) - Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Keşiş
coğrafyasına sızdık zamanın yol haritasıydı aşkı yaşamak rüyamıza kanardı gül dudaklar papirüsler süslerdi hayal teknemizi içimize konuşurduk durmadan ruh açılır durulurdu dalga kül bir sessizliğe yuvarlandık bir gün harita kayıp pusula suskun aşina bir uygarlıktır bu yolun sonu dağını yitirmiş keşiş münzeviliğinde gidilir hep bulunur elbet dönüş yolu aşkın kokusunu saklayan yankıda bulunur hiç yoksa unutmaz çünkü beden öğrendiğini hatırlar bir gün...bir gün mutlaka! (10 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
Kezzaplı İsyan ve Bayrağa Selam!
-Yersiz, saçma, anlamsız müdahale ve çıkışlara haram uykuların isyanıdır bu yazı, şiir değil... iktidarımız çalınıyor kapı aralarında ödül koyacaklar kellemize yakındır kimlik mi sorulur tarih kadar eski bir milletten soruyorlar işte! şimdi haykırsam tükürüğüm bin kurşuna bedel sesim kezzap! bültenlere bir sofra kuralım hazır kıvırtıyorken haberler batı’lı batı’sız yalnızlığımızla horona halaya duralım hemen kırk yamalı bohça gibi biz bize yaşamayı da biliriz biz bulandırılmasın su yeter! ne ihanetler gördük ahrazdılar ne kırbaçlar şakladı ensemizde yangın yerinde is tuttu adak ağaçlarımız ki sinsi bir iğfale benzer paslanmış bulutlar sırıttı semalarımızda kör satırlara geldi derimiz kandiller yakıyordu uzakta bir kurgan teselli babında onurumuza kadeh kaldırarak kendi kanımızı içtik Gelibolu’da tükenmedik! benzemezdik çünkü kimseye yalnızca “biz”dik biz bereket taşlarıyla döşenmişti rahmimiz cümle alemin kulağını yırtan gür sesimiz selam olsun bayrağa! varsın haram olsun uykular bu da geçer! (24 Mart 2005) Naime Erlaçin |
Kırgın
en uslu üvey çocuğu ben oldum bizim mahallenin bir yalnızlık türküsü kadar içli ve hazin hüzün evine doğmuşum bilmezdiniz geçilmezdi çit ötesi dış kapısında durdum hüznün hüzne sustum antresi geç kalmış bir orkestradan ne umulur! bağışlayın hezeyanımı ırgatlığıma bağışlayın! konser biletleri iptal bu gece susturun orkestranızı ve gidin! iyi ki söylemedi kimse yaşamın kolay olduğunu bu mahallede aldanırdı yoksa yangın gözlerim şımarırlardı belki ağıda dururlardı bakarsınız has bir çocuğunkiler gibi ağıt mı o da ne ağıt komşu evlerde! kalk gidelim hüznüm kırık kalbim ve bedevi gönlüm yanlış bir adresteyiz şimdi üvey olan hayat mı yoksa ben miyim! (3 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Kırılsın Bu Zincir!
bir ayağım kuzey bir ayağım çıkmaz yarıkürede çaresiz ikindilere verdim odalara sinmiş ezgileri kan çiçekleri büyütüyorum gönül ağrısıyla harlanan vicdansız bir ateşte seni bana bırakmadılar çocuk! hayata bırakıldın öylece bir tek şiirimiz var şimdi tutunacak son dal, en kısa köprü ruhlarımıza çünkü yokuş ve dar çünkü çok uzun öteki yollar yar başına sürüldüm ayağım ağır prangada yırtık bir uçurtmayla avuçlarımda kanadığım her dize cehennem nöbetlerinde gecenin bir adet “müebbet” yazıyorum hesabıma derdin adı özlem derdin adı ben kırılsın bu zincir artık nasıl kırılacak nereden kopacaksa! (16 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Kırmızı Gül
kırılgan satıhlarda zorlu bir oyun “sunulan gonca gül sahnesi” eksik! parçalanarak geliyor replikler sevda aynası mor hüzünlerden gül unutulmuş besbelli sordu: ey sevgili söyle “kırmızı gül” nerede dedi: kırmızı gül suya düştü geceden harelerin koynunda uyumakta derinde oyun bitti perde! ama üzülme sakın bir kırmızı gül alacağın olsun benden (07 temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Kıyamet
önce kendinden ayrı düşüp, sonra buluşan bir çığlıktır şair…N.E. ayrılık yazdım *******ce ayrı düşmelerimi benden bitti sandım renk kardım paletimde yeniden kefen biçtim ölüme susturdum sirenleri içimi meczup bir rüzgar doldurdu kehribar saraylardan savrulan yakıcı bir tül gibi rüzgar deli rota kelamın mahşeri geçitler kavilde gizli sordum esatire: “geçilir mi ayrılık” dedi “geçilmez! rüyadır içinde yürünen şart düşer ayrılığa ayrılık önce kavuşmak gerek sonra yalnızlık” sonra? “kıyamete uzar bu yol, yürü! ” (12 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
Kıymık
yaşanmamış bir yaz tütsüleniyor saçlarımızda gün dünden yaslı yağmur bırakıyor arsız güz gelen zamana elleri tanımlıyoruz yeniden : şemsiyemiz yok çünkü güzel bir dönüş olabilmek uğruna ağrıyan göğsümüz yaprak sarısına vuruyor düşerken anlamıyoruz neden siyahtır yalnızlık şiir derlerken kara bir delikten bağbozumu neden bu denli insafsız bu kıymık izleri avuçlarımızda neden? .... (4 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
Kitap Fuarı ve İmza günleri - DUYURU
Hayal Yayıncılık, 2. Ankara Kitap Fuarında okurlarıyla buluşuyor. Yer: A2 Hol…B27 / 2 22–30 Mart tarihleri arasında AKM’de… (Saatler: 10.00 – 20.00) Adres: Atatürk Kültür Merkezi Eski Hipodrom Ulus / ANKARA 2. Ankara Kitap Fuarı Hayal Yay. İmza Günleri: Yer: A2 Hol…B27 / 2 (Ankara AKM) 22 Mart Cumartesi, 14.00–16.00 arası Ahmet Duran 22 Mart Cumartesi, 16.00 – 18.00 arası Reşide Sarıkavak 23 Mart Pazar, 14.00 – 17.00 Naime Erlaçin 25 Mart Salı, 14.00 –16.00 arası Ahmet İnam (17 Mart 2008) Naime Erlaçin |
Koruk
'aşka anlam katmak' dedi birisi düşündüm: ne biliyor ne anlatıyorlardı aşk hakkında aşk dilencisiydi çoğu feryatlar koparıyor haykırıyor 'bana dön' diye ellerinde tasma bekliyorlardı tensel arzular fışkırıyordu kiminden doyumsuzluk doruklarında aşkı su sanıp hazza ulaşmaktı amaç kendine aşık olanlar ah! kutsanmak isteyenler her şafakta duydukça aşk sözlerini buluta tırmanan narkissos'un aynasına bakarken gölde bir nergis çiçeği kadar olamayan! kızgındı bazıları, öfkeli ateş kusuyorlardı çekildi ben'ler bencillik gönderine görüş mesafesi 'sıfır' ötesi ne! ah kuru asma ne zaman yeşereceksin koruğun üzüme dönüşecek de şarap yapmayı öğrenecek aşk ehli eller bir gün ne zaman? (26 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Krizantem Ve Kılıç*
ölümcül bombalar yağdı gökten vahşi gücün tarihsel tanıklığında krizantem yaprağı çekilerek üzerine bir ülkenin kınlandı kılıç yeniden onurla kah salyalı kudurmuş bir kurdun dişlerinde can kah kara kıyamette kentler düşerken çaresiz radyasyonla bitti yaşam “kana kan”dan türedi insan soyu oldum olası taparak sunaklara setler çekse de yazgıya affedilmez bir cinayetle ellerinde koştu zaman bilmedi hiç susmayı krizantem gölgesinde uslanmaz kurşuna siperdi çiçek insan eti kokan acılı kentlerde bir elde kılıç...diğerinde krizantem dik durdu ölümlü kurban sırmalı dehşet vadilerinde onurla kınlandı yar başında kılıç insanlığın yeniden dirildiği yerde krizantem: ipeği kesen silah kılıç: tomurcuğa durdu o ülkede! ... ………. (*) Başlık, Sosyal Antropolog Ruth Benedict’in (1887 -1948) kitabı “Krizantem ve Kılıç”tan alınmıştır. (09 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Kuğunun Ölümü
parmak uçlarında haykırır kuğunun ölümsüz dansı ezeli tercihi Prens’in kadınla kuğu arasında farkı yok birinin ötekinden sonu yok tükenmenin derinden seslenen aşkın isyanıdır yalnızca örselenmese aşk tasmalar takılmasa keşke sığ sulardan kurtulduğunda tutsaklıkta boğulur aşk ve korkuda Odile ya da Odette ne fark eder kuğu ölürse inkara uğrayan kişi değil kişiler arasındaki bağ üzülme ey aşk! ayrık otu gibisin her zaman yaşanacak bir toprak bulunur sana... (25 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Kumrular Böyle Söyledi!
-kumrular yalan söylemezdi hiç… dillerim tutulur ilk cemrede 'yine düştü' derler ya hani bilmezler ki yüreğim her doğan güne sevdalı bir cemre tenimde kamaşır tavusun rengi sağ kefeye kuşkuları koyarım kendimden kaçırdığım korkuları solumda heveskar bir gönül dellenmesi ipeği kesen kılıç olur çıkarım ruha sirayet eden gülün gölgesinde “aşkım bahardı” demiş birisi sevda ateşi baharların hepsi benimdi! bırakırken sarı hüzünler yerini tebessüme kuru bir tohum olsa da yamaçlarda sesim baharın derinden üfleyen nefesiydi yalanı bilmezdi kuşlar bendim kumrulardan cemreyi soran : 'düşecek aşk toprağına' dediler iyi hoş da eteklerimize yağan mevsim hırsızı bu kar ne ola ki! (8 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Kurbağa Masalı
...göl kenarında başlar kurbağa masalı... anlayana dili var su birikintisinin dağ yankısına benzer keskin! konuşmanın erdemine varamaz kurbağa oynaşmayı sever ötmeyi bildiği kadar gülümser içinden öpünce prense dönüşür mü aldırmaz hiç öter prensten önce bir prenses kurbağaya dönüşsün yeter! masal bu ya! bir gün kurbağa olur bir prenses ...hikaye biter! (27 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Kurt Kadın! ...(Yamuk Yazı)
(Hoca İle Çekirge - 5. Bölüm) -Kendinize gülebildiğiniz ilk gün, büyümeye başlarsınız! - Ethel Barrymore -Gülmek, güldürmek; gülerken ağla(t) mak, ağlarken güldürmek; kendisi ile alay etmek, hüznün yeni bir libas edinmesidir. - Naime Erlaçin - Çekirgeeeee! -Buyur Hocam -Merak ettim. Bir uğrayım dedim. Ne yapar, ne edersin? Son günlerde durumunu hiç beğenmiyorum. Ölüm - kalım, karartma falan feşmekan deyip duruyorsun? Bunalımda mısın, nesin? -Olur mu öyle şey hocam! Sen benim dokuz canlı olduğumu unuttun galiba. Evvel Allah, senin hakkından bile gelirim… -Can’larını bilmem de, edepsizliğini unutmuşum herhalde! -Af edersin hocam, lafın gelişi işte -Anlat bakalım -Ne anlatayım ki? Yazıyor ve senden aldığım feyizle tam gaz gidiyorum. Amma ve lakin baharı bekleyen kumru pozisyonunda iken, fazlasıyla kararmış olduğumu fark ettim bu sabah. Zuladaki bütün şiirler de aynen öyle. -Eeee, sonra? -Sonrası iyilik,ne olsun! Ama anında “düşler alemi”nden sıyırdım kendimi. Ancak öyle kurtardım paçayı. - İyi bir şeyler yaptın mı bari? -Ne demezsin! Çamaşır, bulaşık, çiçek bakımı gibi güzellikleri(!) bitirir bitirmez mutfağa attım kendimi. “Acaba, akşama “çorba-bezelye –pilav”mı; yoksa “çorba-tavuk sote-pilav”mı uygun düşer? ” diye bir süre tefekküre daldıktan sonra, birincide karar kıldım. Bir taraftan da, “99 nokta bilmem ne” diye bir radyo istasyonu buldum kendime. Niyetim azıcık kafa dağıtıp; bir yandan yemek hazırlarken, bir yandan da zıplamak. Bu merakım yüzünden yakında yok olacağım zaten…. Her neyse, müzik dinliyorum ya, kara kaplım da yanımda. Burnuma kavrulan soğanın kokusu geliyor ama aklım şarkı sözlerinde…Adamın biri bas bas bağırıyor. “Bir Japon kızına aşık oldum! ” Yakari matsu- takari matsu gibi bir şeyler söylüyor. Türk kızlarının suyu mu çıktı acaba? Hani, kuzeyli bir sarışına veya esmer bir dilbere aşık oldum dese, anlayacağım! Yani, sarmadı hocam. Acele zapladım. Bu kez de “melek mi, yoksa şeytan mı; çıkar yol hangisi; sevmek sevilmek mi? ” diyen bir hatuna denk düştüm. Bilip de ne yapacaksa? Sonuç sanki değişecek! ... -Çekirge, hayret bir şeysin vallahi! Adam gibi Türk Sanat Müziği dinlesene… -İyi de onunla zıplayamam ki, bu bir. İkincisi, o hatayı geçen hafta işledim. Bütün o ağlamaklı şiirler o zaman çıktı işte…Bir daha gündüz saatlerinde TSM yasak bu evde. Hatta gece bile yasak! -Sonra? -Sonra, soğanlar kavruldu ve yemeğe devam… O sırada ”sıcak, çok sıcak” diyen bir delikanlının sesi çarptı kulağıma. “Avuçların yanacak / bedenim çırılçıplak…” diyor... Aaaaa, bizim Muammer Çelik buraya gelmiş galiba! Onun kadar da güzel söylüyor kerata. Şiirden kurtuluş yok anlaşılan… Hemen arkasından Zerrin “Gönüüüül” diye bağırarak sahne aldı. Kadını çok sevmem ama bir remiks yapmışlar ki, tadına doyulmuyor. O ne biçim ritim öyle? Dans etmemek, şarkıya düpedüz hakaret olacak.…. -Ettin mi bari? -Tabii ki hocam ama bezelyeler helva oluyordu neredeyse! -Şimdi git biraz çalış artık -Hayır! -Ne demek “hayır”? -“Hayır” çünkü bugün sıradanlaşma günüm. “Normalize olma günü” desem daha doğru olur. Ne haber dinleyecek, ne düşünecek, ne felsefe okuyacak, ne de finans piyasalarına bakacağım. Kafamın nadasa ihtiyacı var. Az sonra kendimi sokağa atacak ve olabildiğince şımartacağım. Yürürüm, alışveriş yaparım; kuru dalları kontrol ederim. “Bahar geliyor mu? ” diye sorarım ağaçlara; saçma sapan dergiler alır, mesela bir pastanede karargah kurarım. Attila İlhan çok haklı! Orada insanın beyni dinleniyor. Adeta şarj oluyor. Bir de çikolatalı pastayla seratonin yükledim mi, değme keyfime! ... -İyi hoş da ne zaman çalışacaksın sen? -******* ne güne duruyor hocam? Akşam, acılarımı büyütür; sererim yine dizelerime. Sen hiç kaygılanma. Bana müsaade şimdi. Ben de insanım yaaa! Söz sana; bu gece “kurt kadın” olacağım. Hem ağlayacak, hem de herkesi ağlatacağım! Şairler ne içindir ki! (ve Hoca susar….) (26 Şubat 2004) Not: Bu yazıyı, öncelikle sevgili dostum Muammer Çelik’in okumasını istedim. İsminin zikredilmesine bir itirazı olup olmadığı bilmem gerekiyordu. Olmadığı gibi, yazıyı yüklemem konusunda beni teşvik de etti. Derin anlayışı ve hoşgörüsünden dolayı kendisine sonsuz teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim…. Naime Erlaçin |
Kurtlar Sofrası
”Güçlüdür ve insafsız kurtların hayatı ve bizim hayatımız….” - Carl Zuckmayer (“Kurtlar” şiirinden…) inikti perde uzanıyordu eller tutunamıyordum kurt sürüsüydü acı vahşi ve parçalayıcı deri değiştiriyordum durmaksızın ağrı ateş ve küller sonra yeniden o acayip döngü ödemekle bitmiyor hesap tespih dayanmıyordu şafağı özledim ******* boyu perdenin kalkışını ışık tutuşunu yüzümün uzanmışken boylu boyunca taşlara hayat zor ve soğuk yol uzuyor...uzuyordu yaşanması gereken hayata dair acılardan biri işte aydınlığı sevmek karanlığı bilmekle oluyor zahir! yalnızlıkta büyüyor ışık içimizdeki sancı siyahı geçtikten sonra kurtlar sofrasında bile insan kaderinin bekçisi kendi kapısında! (21 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Kuru Ayaz
avazım oldu şiir savunmasız çığlıklar dost dergahında niyazdım sevda bağında naz durmadı susmayı bilmedi çileli saz şiire yazdım gönlümün pasını yaz’ımla güz’ümle şiire farzdım dönüp arkama baktım da şöyle “hiç”mişim meğer! henüz pek az’dım safi kuru ayaz! (10 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Kurum Kaçtı Gözüme
-çeker mi çeker toprak mı çekiyor ne! ne hoştu ovam benim bağım bahçem Seyhan Nehrim taşköprüsü vardı ilk şiirim ona Kleopatra fırlayacak sanırdınız bir halıdan sıcacık taşlarına okaliptüs dalları altında mandalina çiçeği kokladınız mı hiç nehre çimmeye gelen çocukları oyunlarını gördünüz mü aşlama ve şalgam suyu tattınız mı orada demek ki yalnızsınız! taze nohut bilir misiniz bağ yerinde nereden bileceksiniz! saf ekşimsi tuz tadı gelir ağza siz dut da çırpmamışsınızdır eminim alacaya dönen salkımları bilmezsiniz koruğun boncuksu büyümesini can erikleri yapışır da teninize yürekten zincirlenirsiniz dünyayı kucağına koydular dünyayı görmek istemeyen kızın “saçımın her teli dünya benim! ” diyen sesini duyuyorum halen söylediği doğaçlama şiirler...fonda dinlettiği Chopin dans edişini hayal ediyor...durduruyorum zamanı her zamanki gibi muakale yapıyor yine düşünüyor ve düşünüyor... ağlamıyorum korkmayın! yolculuktayım öteki alemde kara trene bindim böyle oldu o gün bu gündür kahretsin dolaşıyorum! bu trenler de ne bela böyle hep kurum kaçıyor gözüme toprak mı çekiyor yoksa özlem mi Anadolu’nun sesi mi çeken Anadolu sesli Anadolu’m benim! (15 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Kuşatma
kaç zaman sürer bir kuşatma ey! yol kapalı mermiler uçuşur başucumuzda şaşırdık nereye bakılır ah! neye uzanılır ve nasıl mühürlendi sınırlar her yer barikat her yer kurak terimizi emerek besleniyor içimiz sen olmasan ben olmasam biz olmazdı kuşat o halde kuşat beni sevdiğim ki senden bileyim kendiliğimi ben böyle yapıyorum akıyor sonra su son’dan ra’ya doğru (17 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
Kuşbakışı
tepeden bakınca değişen ne yıkıntı görünmez göze bu bir! nedir kuş olmanın yararı kuş gibi hissetmekten başka farklı bir bakış olmalı kuşta farklı bir duruş yaşama hani varıyor ya buluta keşfediyor mu acaba bir yıldız daha kırlangıç ömrü altı kısa ay süzülüyor da burkuluyor içim gözlerini ödünç alsaydım keşke bakardım altı ay kuşbakışıyla yorulmazdım dünden geceye cezaya durulmazdı böyle sevincim taklalarda yaşardı kuş sanırdım kendimi en fazla! (13 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Küçüğüm!
tutun küçüğüm o minik yüreğinle ne anlıyorsan artık bu acımasız düzen bu azgın vahşetten bildiğin eğlence parklarına benzemez burası ne atlıkarıncadasın şimdi ne ürkerek okşadığın dönme dolapta dönen dünyadır yavrum sana karşı bana bize karşı! ne demişti büyükler hani çözüm evrenselleşmede çözüm küreselleşmede! biz uygarlaşmadık ki küçüğüm sadece oyunlarını çaldık yüreğinden oyuncaklarını bile vermeden ellerine erken büyüyeceksin sen ateşin külleri bulaşacak eteklerine ölümü koyacaklar kucağına canın yanacak masumiyeti bırakacaksın ardında menekşe mavisi nedir bilmeden büyüyeceksin öfkeyi sorgulayıp yoğururken kafanda solarken gülistan soğuyacak taşlar göçecek leylekler bilinmez diyarlara asmayacaklar artık bebeleri gagalarına! sürgünler duracak kavrulacak ekinler sen küçüğüm! iki evren arasında sıkışıp gideceksin salt çocukluk değil seni beni onları da bırakacaklar dipdiri topraklayıp bedenlerimizi sonsuzda unutacaklar tutunmalıyız yine de biz umudu yitirdik mi bittik! tutun küçüğüm minicik yüreğinle uçmasın yeter ki umut çaresizlik yüzünden (25 Şubat 2003) (Asla onaylanmayan ama girilmesi kaçınılmaz gibi gözüken bir savaşa karşı son çırpınışlar! ..) Naime Erlaçin |
Kül
kül bir isyan bıraktık eskimiş yangınlara kanlısı olduk ömrün tükendi bütün firezler yanık kokuyordu toprak yürüdü aşk! bizdik gömen onca sancıyı ejder ini sulara timsahlar bize saklamıştı gözyaşlarını külden doğduk külrengi akşamlarda ben unuttum! biliyorsan sen söyle hangi acının adı anka değildi görülmedi böyle hiç yürüdü aşk! hani diyorum ki varsın çemkirsin dursun hayat! (5 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
Kül’den Kül...
anlamak gerekmez anlam yeter tek başına namluya sürülmüş tehlikeli bir oyundur ince analiz! yanarak geçmek vakti şimdi geçitlerden sindirerek ateşi ağır ve aksak zamansız alev almamalı tek bir söz -tek bir sancak ağlar sonra rıhtımdaki bütün gemiler kanatlarını kırar şiir kuşu düşer şeceresi sağlam sahillerde ölü bir kahraman kadar tedavülden kalkmış olabildiğince suskun sonuncu yüzer-gezerim --dibi yanık gurbetlerde kayıp nevi şahsına münhasır ve müstakil kendisiyle müsemma cüz kendi gölgesinde kah mutlu kah mutsuz bir cengaver harcıalem ocaklardan uzak tutup yak beni sözün özünü ve geleceğini hecenin duman vermesin sakın od yürek bilir alevde gizlenmeyi küller de yok olmaz ya! yaşamı saklayandır onlar yalnızlığın bağrında şiir ölen şiir doğan şairler gibi (11 Haziran 2005) – “6. Dekad” Dosyasından… Naime Erlaçin |
Küsurat
'suya karışmış küsurat olacağız... ' demiş miydim yanacağız güneş kızılında bir gün maviliklere uzanacak bomboş ellerimiz kundaklarken yaraları sımsıkı içimizde taşları saracak suretimiz ah yürek tanırsın sen bu ağrıyı öksür şimdi! gırtlağında serseri bir balık kılçığı varmış da yutkunur gibi pirana savaşları didiklerken göğsümüzü izlesin ilahlar gök kafesinden bölünsün lokmalar ufak ufak karşılasın bizi ölümü bohçasında gezdiren hayat : silinecekmiş sudaki izlerimiz buz’muş bundan ötesi buzdağı imiş vız gelir! lanet olsun aşk da ölmedi ya! (15 Haziran 2005) Naime Erlaçin |
Lâl
-sükut altın baraj kapakları açılınca bir kez toplanmaz gerisin geriye su gökyüzüne kazınır söz söz gümüş söz ihanet söz sadakat söz bıçak söz taahhüt bazen susmalı lâlce o halde tarihi yazan yazdıran zaman kafa tutmak kimin haddine! akmıyorsa su akmasın varsın düşmeli derviş sabrıyla çilelerin peşine fonda yeşil olacak tene bir katre yeşil yansımalı ak koca yeşil çınar ah! yaprak hışırtısı bile dinlerim ben fırtına sesli bu yürekle sen söyle sen yine söyle : ben dinlerim en son nefeste bile benim adım lâl benim adım… benim… (12 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Lâl Rengi Bir Gece
elveda gündüz elveda ateş çiçeği yorgun sardunya ışığını söndürdüm günün! adım adım girilecek siyahlığa göğe yükselecek yüzüm gece hüznü çoğaltıyor yüreğime ben geceye taze bir yüküm lâl rengi esrarlı bu gecede bir takımyıldızına astım umutları gençliği suya bıraktım eski bir kavmin yazgısıydı yok olmak kaderle yüzleşmek tam bu saatte ikinci tekil şahsı çıkartıyorum şiirden böylesi daha anlamlı doğuma hazırlık yaparak güneşe doğru kainatı tutuşturuyor kandiller asıyorum göğe aşk ve sevdaya dair ne varsa içimizde ödünç veriyorum küheylan bir buluta nasıl da dolaştırıyor görmelisiniz ah...nasıl da evrende! sevginin beşiğini sallarken ben lâl rengi gecede (29 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Leblebi
narin boyunlu tutsan kırılacak bir 'ağıt'ım kendime kasaba kokulu orta halli ana caddesinde her gün can sıkıntısına uyanan mahalle ahalisinden sıradan bir çocuk arkada eski istasyon biraz harap Fransızlardan kalma komşuda biri karısını dövüyor her gece babam sinirli: dokunsan patlayacak “Allah yarattı” demedi nitekim bir gün ara sokaklar toz toprak izbe teknolojik çip’lerden habersiz seksekli kaldırım taşları dans ediyor kalbimizde sancılı o kadın kim bilir nerde şimdi tezgahında kazak dokuyan Müveddet Teyze koca burunlu Hüsnü Bey Amca yahut mum yaparken loş bodrumunda gözbebekleri göverirdi yüz mumluk ampuller gibi -o yüzden alıştım ispermeçet kokusuna kadınına “yastık gülü” derdi hani o güzellik ki yattığı yerden şarkılar söylerdi sütbeyaz mumlara neremi okşasan orası ağlıyor şimdi insanlar terk etmiyor bizi giden yalnızca zaman bırakın kalsın! hiç değilse özleyişin büyüsü aksın göz yaşlarımdan ceplerimde yüz paralık çocukluk leblebim bir de (22 Haziran 2005) Naime Erlaçin |
LETHE'den Kaçış!
ey kaçak yolcu! yepyeni bir güne sıfırdan başlarken nereye gizledin sesine sindirdiğin ağır yükü rüzgar çanları saklanmış gözbebeklerinde esintiyle dolmuş, kabarmış ruhun bezgin bir hayat mahkumusun düşmüşsün yepyeni çileler peşine avuntuyla yaşamıştın armağandın bir dağ gelinciğinden yaşamsal iç kıpırtılar şimdi isyankar bir vedaya benzer tanıdık adreslere gönderilen cesurca döşemek gibi raylara bilinmedik kentleri bakir sularda yıkamak tutunmaya çalıştığın ölü simgeleri böylesi bir çığlıktır duyduğum işte! trenin sesinde akıyor zaman son yağmurda ıslanıyor bedenin görüyorum, sonuncu vagon geçiyor üzerinden nefesine iri bir kuş süzülüyor yanıyor tutuşuyor göğüs kafesin Lete’den* kaçış bu besbelli! uçman gerekiyor yolcu! nereye gizlendi kanatlar sırtına tırmanacaksın bulutların umudu oraya sakladılar Lete’yi unutma! bulutlar Lete’den kaçtılar ....... (*) Lete (Lethe) : Suyundan içen ölülere, acılar ve yeryüzü zevklerini unutturan (cehennemdeki) ırmak. (12 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Mahmuzlar*
mahmuzum olur sam yeli sıtma nöbetleri çöreklenir uykuma yitirilir haritalar kuma iner böyle *******de yıldızlar yaprak tutmaz fidanlar dikerim yollara susmaz fırtına göz pınarları çakmak çakmak gürlerken inler inlerken gönlümü dinlerim puslanır takvim gün sonu başlar çılgın bir koşu yağmalansam da bedevi sancılarda terini rüzgara bırakan şiirim ey! kah bir Tuareg kısrağı olur kah dörtnala koşarım sırtında yakardınız canımı mahmuzlar! bilirdik ama sevilirdi acı ne olsa (15 Mayıs 2004) (*) Şiir üzerine derin sohbetler yaptığımız kıymetli genç dostum; hüznün şairi Engin Kahraman’ın yaş gününü en içten dileklerimle kutluyorum. Acıyı şiire dönüştürmeyi en iyi bilenlerden biridir O. Şiiri okuma şansı yok çünkü “o şimdi asker”…Olsun varsın, yürekten gelen bir dost ve sevgi sesi hissedilir elbet! ... Mutlu yıllar Sevgili Engin ) Naime Erlaçin |
Maluliyet
seyreyle gözüm dünyayı özünden bal damlar sözünden zehir vurulup düşerken gülün elinden meçhuldür akıbet o ki ağlayan o ki hep solgun mesele çetrefil müşkülat çok adeta maluliyet bulmaca çözümsüz felek ne yapsın! maluliyet de bir mecburiyet (12 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Martı Çığlıkları!
bir sabah martı çığlıklarını dinledim akşamcı kahvehanesinde sisten fışkırıyordu gemiler kafam karışıktı anımsıyorum uykum da yoktu üstelik boşluğun içinden uzanıp bir tutam zamanı yakalıyordum ıslak soğuğa vurulur mu insan ben vuruldum! elimde yarı solmuş bir karanfil yoksa gül müydü bilemiyorum taze bir sabah çayının dumanında gözlerim körfeze takılmış da alamıyordum hüznüm darmadağın kuş çığlıkları mazot kokulu suda deliduman bir sevda gemi değildi denizde oynaşanlar benim duygularımdı suyun buğusunda bir ileri bir geri sallanan gün uyanamadı sabaha çok utandı güneş, tan vakti hançerleyemedi geceyi martılarla dillenen martılardan azade canlanıp güçlenen yaşam coşkusuyla özgürlüğüm ayaklanıyordu o saatte o sabah martı çığlıklarıyla yüreğimde bir tutam zamanı yakalıyordum akşamcı kahvehanesinde (22 Şubat 2003) Naime Erlaçin |
MASAİ MARA' da Yağmuru Beklerken...
Saat: 04:55 diyorum ki bir su sesi çarpsa kulağıma mesela yağmur yağsa yağmurla uyansam bütün sabahlara hışırtısını dinliyorum yaprakların rüyalarımı dövüyor dans eden dallar derin bir uykudan uyandırıyorlar bayram esiyor masai mara’da* yağmuru bekliyorum baskıcıydı kuraklık kuruyor eziliyordu ruhum başardım saklamayı özümü kışı hasada döndürmek üzere ufaldım küçüldüm olanca gücümle Saat: 05:26 çıkın gölgelerden bengisuyum ey! alın beni durmayın kucaklayın içimde kocaman bir bahar gizleniyor güneşi ertelerken gönlümde yağmuru bekliyorum Saat: 08:49 su açıyor toprakta ebedi bir ezgi ilkbahardan şifreler kırıyor hücrelerimde dışarıda yağmur var ruhum yağmur tutmakta yağmuru seviyorum... .................. (*) Masai Mara: Kenyanın güneydoğusunda Tanzanya sınırında doğal bir koruma alanı. 'Sonsuz topraklar' anl****** gelen bu bölge, ulusal bir park alanı olup Mara nehrinin suları sayesinde zengin bir hayvan çeşitliliğine sahiptir; leopar, aslan, fil, buffalo ve gergedan ('the big five') gibi... (24 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Masumiyet!
Sıkça kullandığım bir cümle var. “Masumiyet bir kez kaybedilir! ...” İkinci bir şansı olmaz insanoğlunun. İçindeki çocuktur ebediyen giden…. Üzgünüm dostlar. Pek çoğumuz gerçekten üzgünüz. Düşünüyor, duyumsuyor ama yazamıyoruz. Kalemlerimiz tutukluk yapıyor. Günümüzde yaşanan vahşeti, bazı odakların - belirli başka amaçların yanı sıra -masumiyeti yok etme çabası olarak değerlendiriyorum. Çalınan şey sırf yaşama hakkı olsaydı eğer, bu denli acıtmazdı. Haksızlık ve kalleşlik var burada. Geride kalanlar ciddi anlamda örseleniyor; kirletiliyor; çamura bulanarak adeta karanlığa itiliyor. İçinde masumiyet ışığının bulunmadığı çıkmaz bir sokak nereye götürebilir ki insanı? ... Sanırım herkes bir biçimde bu büyük acıyı yaşıyor. Şair belki biraz daha derinden hissediyor. Acı çekerken bile onu ayrıcalıklı yapan duygunun adı ise sorumluluktur. Ve ek olarak, en ağır yükü taşıma alışkanlığı ile keskin gözlerle bakma mecburiyetinden doğan “farkındalık”… Gözleri acıyor şairin; yummak istiyor… Kalemin sustuğu andır bu! ... İçinizdeki çocuk ve sağlıcakla kalmanızı umut ederken, “Umut yoksa yaşamanın ve insan olmanın ne anlamı kalır? ” diyor ve noktalıyorum. “Masumiyet” adına sevgilerimle… (8 Eylül 2004) – “Nanik Atak” gurubu için yazılmıştır… Naime Erlaçin |
Maylo
I karanlıkta bir ses 'maylo' diye fısıldadı sessizce... maylo geldi biliyordum maylo ile tanışıyorduk mavisi duruldu denizin teknelerle yarışan sarhoşluk ve guruba dönen akşamlar sustu saygıya durdular kavga bitti açıldı kozalar derin bir soluklanma yine sessizlik maylo ile buluşuyorduk II sus maylo! -tarihsiz evrenlerin çocuğu- konuşmadan da anlaşırız biz sen benim bildiğim tüm zamanlar bilmediğim dillersin sevdalım değilsin beni kuşatman gerekmez dostum değilsin acılarımı sarmaya gelmedin dolunayın kısrağısın sen! kalk gidelim Pegasus'un kanatlarında 'Altın Kent'i aramaya özgürlük ve ölümsüzlüğü bulmaya geldi sıra III Agora'larda işin ne maylo ben Agora'ları sevmem / Kuzey denizlerini de durgun suları severim barışçıl kuşları yola koyulduk böylece mutlular ülkesinde bir kar tanesinde uçuşup el ele denizin ateşinde dolaştık okyanuslar aştık ceviz kabuğunda delişmen bir nefeste güneşe yanaştık bilinmeyen o boşluğa taştık hiçlikten gelip Apollon'da konuktuk Tibet'te bir tepeye konduk IV ne o gidiyor musun maylo? gitme kal! yürek isimde saklıyorum seni titriyor alev gölge büyürken yalnızca seni seni saklıyorum ben siyahlara karışma / sarılma karanlığa gençliği bıraktım sana ne duruyorsun düşlerimi arasana! gitme meçhulü yaratanım sokulgan kuşlar müjdecisi alıngan duygular habercisi durağan sularımın sesi sen bensin benimsin eksileceğim yokluğunda! söyle yoksa özgürlük müydü adın! (3 Mart 2003) Naime Erlaçin |
Mendil
solmazdı yaseminler söylenmese son veda mine işlerdi aşka yine buruk sesiyle öyle dalgın bakardı gözleri vapur iskelesinde sorar mıydı yılgınlığına hiç: “neye yarar susa sığınmış bir yürek? ” yanağında iki damla yaş titrerdi mağrur ve mahcup elleri yaralı kalbi kadar karşı kıyı artık her yer! diyorum: iyi olurdu son vapur kalkmasa kalmasa tek başına biri paylaşsak acıları bir mendilde benim olsaydı yalnızlık mesela “duyguağan” koysam adını susmasa tarla kuşu sevabıma yazılsa tüm günahlar iyi olurdu heyhat! iskelede gözü yaşlı biri var sen ağla şimdi hayatın gecesi sen ağla (8 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 04:41 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.