![]() |
Sonsuzluğun Eşiğinde
Çamurdan arabalar yaptığımız o mahallede Babaları olan çocuklar seslenirdi arkamızdan: '***! ' Hamasi yanları olduğunu bilmezdik ***liğin Değil mi ki bizler, İğdiş edilmiş tanrıların çocuklarıyız! O zamanlar saç kurutma makinalarımız yoktu daha, Beceriksiz havlulardan arta kalan saçlarımızı Rüzgâra bırakırdık Ve rüzgâr, İşini bilen bir ****** hüneriyle Okşardı saçlarımızı.. Göğüs kıllarımın dökülmeye başladığı zamanlar Anladım yavaş yavaş kör olmakta olduğumu, Ve hiç bir şey göremeyince Hiç bir işe yaramayan gözlüklerimi kırmıştım Kırılmış bir krikoyla Ey yağmurlar Ki babamdan miras kalan yegâne şey Islatın saçlarımı Yoksa kör olduğum anlaşılacak. İsmail Aksoy |
Sonsuz Üç
İki erkek var dünyada sürekli yoluma çıkan, ilki benim sevdiğim öbürü beni seven. İlki karanlık havsalamda oturan gecesel bir düşte, öbürü yüreğimin kapısı yanında durur, asla almam onu içeri. İlki bana gelip geçiçi baharsı bir mutluluk soluğu verdi, öbürü bütün ömrünü ve tek bir saatini bile geri alamadı. İlki sevdanın temiz ve özgür olduğu kanın şarkısında çağıldar, öbürü düşlerin boğulduğu üzüntülü günle eşit. Her kadın bu ikisi arasında durur, sevmiş ve sevilmiş ve temiz - her yüzyılda bir kez erir bunların hepsi tek bir parçada. |
Sonsuz Bir Mutfak Olmak
Sonsuz bir mutfak olmak istemez mi en sonunda ölüm? Dağılmış kemiklerin ne ister acaba, tekrar aramak mı senin biçimini? Başka bir sesle ve başka bir ışıkla birlikte erimek mi ister yıkıntın? Köpeklerin mi yoksa kelebeklerin mi parçası olmak ister senin solucanların? |
Sonsuz Acı
Soluyor yüzüm, eğer acı çekiyorsa O içimde, O'nun gizli baskısı acı veriyor bana, ve göremediğim bir devinimiyle ölebilirim O'nun. Ama inanma saklarken O'nu içimde, düğümlenmiş olduğuna sadece benim içimle. Bir gün yollarda sere-serpe koşarken O, benden çok uzaklardayken de, O'nu kırbaçlayan rüzgâr eskiyecek etimde, ve çığlığı O'nun açacak yolları gırtlağımda. Ağlayışım ve gülüşüm senin yüzünle başlıyor, oğlum! |
Sonlanış
Matilde, yıllar ya da günler uykuda, ateşte, burada ya da orada, enjektörlerle kırılmış bir omurgada, kanamak gerçek kanı, uyanmak belki ya da göçüp gitmek, sona ermek yavaşça: hastane yatakları, yabancı pencereler, suskun beyaz önlükler, ayaklardaki hantallık. Ondan sonra bu yolculuklar ve benim denizimde yeniden: başın yastıkta, uçan ellerin ışıkta, benim ışığımda, toprağımın üstünde. Öyle güzeldi ki yaşamak, yaşarken sen! Dünya daha mavi ve topraksı *******i, uyuduğumda, o kadar büyük, senin ince, küçük ellerinde. |
Sonbaharda Unutulmuş
Saat yedi buçuktu sonbahardı ve bekliyordum birini önemli değil kim olduğu. Benimle olmaktan bıkmış zaman ağır ağır terk etti ve yalnız bıraktı beni. Günün kumuyla, suyla, ölüp giden hüzünlü bir haftanın yıkıntısıyla baş başa kalmıştım. “Neler oluyor? ” diye sordu bana Paris’in yaprakları? “Kimi beklersin? ” Ve birkaç kez küçük düşürülmüştüm, ilkinde bıraktığında beni ışık, ondan sonra köpekler, kediler ve polisler. Çimde geceyi gündüzü bilmeyen, yalnızca kışın tuzunu bilen yalnız bir at gibi yalnız bırakıldım. Kaldım yapyalnız ve bomboş, en sondaki yapraklar ağladılar bana, ve sonrasında duydular göz yaşları gibi. Ne daha önce ne de daha sonra ansızın yalnız hissetmedim kendimi hiç. Ve birini beklemekti buna yol açan – anımsamıyorum, çılgıncaydı, uçucu, ve birden yalnızlık yalnızca, ki o an, yol boyunca yitmişti duygusu bir şeyin, varlığının uzun bayraklarını yayan bir şeyin gölgesi gibi ansızın. Sonra kaçtım o yalnız köşeden, olabildiğince hızlı yürüdüm, kaçarmışçasına geceden, siyah ve yuvarlanan bir kayadan. Söylediklerim önemli değil, fakat bunlar başıma gelmişti beklerken bir gün birini. |
Sonat ve Yıkımlar
Onca kararsız yollardan sonra, yetkiler hakkında şaşırmış olarak, emin olmayarak özel bölgelerden, zavallı bir umudun, vefasız arkadaşların ve huzursuz düşlerin ardından, seviyorum gözlerimde hâlâ yaşayan katılığı, yüreğimde işitiyorum süvari adımlarımı, ısırıyorum uyuyan ateşi ve mahvolmuş tuzu, ve *******i, atmosfersi karanlıkta ve uçucu üzünçte, arazi kampının nöbetçisiyim ben, gezginim, işe yaramaz dirençle silâhlanmışım, büyüyen gölgelerin ve titreyen kanatların arasında mahkum gibi hissediyorum var olduğumu, ve taştan kolum koruyor beni. Ağlayışın bilimleri arasında ve kokusuz şafaklarla tartışmalarımda şaşkın bir sunak vardır, ayın uyuduğu ıssız yatak odalarımda, miras kalan örümcekler ve bana şirin gelen çürüme arasında tapınıyorum kendi yitik varlığıma, noksan maddeme, gümüşten nabzıma ve sonsuz kaybıma. Islak üzüm alazlandı, ve onun mezar suyu titriyor hâlâ, ve o verimsiz miras, ve o hain mesken, duruyor orada hâlâ. Kim düzenledi külün törenini? Kim sevdi o yitik olanı, kim korudu en sonuncuyu? Babanın kemiklerini, o ölü geminin tahtasını, ve kendi sonunu, kaçışı bile, hüzünlü gücünü, acınası tanrısını? İşte böyle bakıyorum o hayatsız ve acı dolu olan şeye, ve verdiğim o garip tanık ifadesine, acımasız etkisiyle ve tercih ettiğim unutuşun bu biçimi küle yazılmış, toprağa sunduğum isim, düşlerimin değeri, her gün bu dünyada, kış gözlerimle paylaştığım o sonsuz miktar. |
Soluğun Uykusuzluğu
Daha önce hiç İşitmemiştim soluğun Görülmeyen şiirini: hiçlik İşittim ben Yalnızca organların sessizliğini Ama hayatın gizemiydi Bu Kimseler Anımsamazken bedeni Ki gerçekte Uykuyla Aynı kumaştan dokunmuştur o |
Soğuk Uğraş
Söyle bana, işitmiyor musun acaba zamanın kasvetli iniltisinin yankılandığını kendi uysal yarıküresinde? Hissetmiyor musun azar azar, titreyen ve açgözlü zahmetinde, o çabalayan gecenin geri döndüğünü? Ürperen tanık kuru tuzlara ve havai kana, baş aşağı çağıldayan ırmaklara. Karanlık bir çoğalması duvarların, şiddetli bir büyümesi kapıların, çılgın kemiyeti tahriklerin, amansız dolanım. Etrafımda, dur duraksız, cızırdar uzay ve şeneltir kendi kendisini, artsız arkasız çoğalmasında kararlı ve silahlı çenesiyle. İşitmiyor musun zamanın sürekli utkusunu yaşayan varlıkların yarışında, zaman, ateş gibi yavaş, emin ve diri ve Herkül gibi, yığıyor uzayı ve ekliyor kendi üzgün liflerini? Sonsuz bir bitki gibi büyüyor onun ince, solgun ipi, sessizce, yalnızlıkta düşen damlalarla ıslak. |
Soğuk Gökler
Terk edilmiş dünya kuytulukları! Yangın parıltısı ve hiddetli dikenlerin elektrik mavi tabaka oluşturduğu kızgın çizgi. Taş, bakır iğnelerle dövülmüş durmuş, somut sessizlikten anayollar, taşın tuzuna batmış dallar. Buradayım ben, buradayım, bir insan ağzı, fincan ya da kalça gibi bırakılmış durdurulmuş bir zamanın soluk dehlizine, kıstırılmış suyun ana hapishanesi, biçilmiş ağaç, bedensel çiçek, sağır ve kaba kumdan başka bir şey olmayan. Benim anayurdum, dünyevi ve kör kumda filizlenen bir diken gibi, sana benim bütün ruhumun temeli, sana benim kanımın sonsuz göz kapağı, eve döndüğümde yabanıl gelinciklerden oluşan öğünüm senin için. Sun bana *******i, dünya bitkilerinin arasında, bayrağında çiyle birlikte uyuyan o ürkek gül, sun bana aydan ve topraktan ekmeğini, senin korkunç, karanlık kanınla lekelenmiş: kumdan ışığın altında bulunmaz hiç bir ölü, sadece büyük dolaşımı tuzun, gizemli, ölü metalden mavi dallar. |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 11:34 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.