![]() |
Özel Gün
şarkılarını ver bana kahkahanı istiyorum gülen yüzüne astığın tebessümü gülüşünü gözlerinin bilirim menevişler volta atar kalbin orada ateşlenir her dokunuşunda parmak uçlarının yeniden tutuşur maytaplar bu denli yakın böyle özlemek olur mu ben de bir tuhafım hani! tut ellerimi sevdiğim denizde yıkanır bu hüzün biliyorsun bugün ikimize özel bir gün (22 - 24 Nisan 2004) Naime Erlaçin |
Özgür Bırakmaktır Sevmek! ...
-“Aşk, seni kendimden dahi korumayı öğretti bana”. – Halil Cibran vurgununa ak hasat sökümlerinde ki boğulmayasın kuytularımda sınırlarımda isterdim seni kuşkusuz hiç adil olmazdı ama sıkıca bağlamak mesela durma! kur kentlerini yürü krallığının miladına gururla derin nefesler bırakıyorum sana seçilmek yeterliydi divanına gözden ırak olsa da görkemi biliyorum! bana ait bir taht var orada dünden yarına evcilleştirdiğinden sorumludur kişi! * nasıl kurumaya bırakılır o halde bozkırda bir can nasıl yıkılır yaşam köprüleri aşka soyunmuşsa üstelik tepeden tırnağa kutsandık bir kez ey gül! kaderin dahli var yolumuzda üstüne yığılmasın yitirdiklerin sevmek özgür bırakmaktır! korkma çözül kendi vurgununa yazgı ne olsa değişmez sorumlusun bana sorumluyum sana …….. (*) “Evcilleştirdiğin şeyden sorumlu olursun. Gülüne karşı sorumlusun! ....” - Antoine de Saint Exupery (1900 – 1944) : “Küçük Prens” (4 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Pazaryeri
goncalar dökülüyor ketumiyetinden bekaretin iğfal dayanılmaz boyutta pazaryerinde çığlık var melekler ağlıyor omuz başlarımda hayra yoruyorum serencamı saçımı okşatarak bir daha dolunay yüzlü ay bakışlı sevdaya nafile! al basmalar titremeler havaleler ne ki deprem var! destursuz geceye boyun eğip figan biriktiriyor yine varoluş harfin kanı bozuluyor kendinden sorumluydu oysa insan öyle bilirdik kendini yeniden kutsardı doğuş fiili çekimsiz faili kayıp bir suç var ortada infazı bozuk kararı noksan önce kim gelecek ipe söyleyin pazaryerinde çığlık var! … (21 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
Pembeler Benden Olsun!
ayrılık kör kuyulara döndü can elim yetişmiyor uzaklara gönlümü sunsam ne dersin tenine dokunsam ta buralardan acını dindirsem sıcaklığımla sıkıca mühürlesem korkularını yaparım inan! yüreğim kocamandır bilirsin. bir buket çiçek yetmez anlamlı olmalı armağanım ağaçlar tomura vurmuştur şimdi hani kaldırımlarda pembe pembe işveyle göz kırparlar ya insana yakından bak onlara en gözalıcı gül ağacını seç ki kucaklayıp dikileyim karşına 'bu senindir! ' diyeyim sana ne çok seversin o rengi pembeye analığı katarım sevgiden seherde bir haziran olurum hiç üşenmem ilk nazarda yüreğin ısınır da sanırsın gülistana dönmüşmüş o kent yalnızca pembe güllerden uyanınca iyi bak etrafına pembeleri ara orada olacağım orada olacağız pembe ağacınla ruhuna doluşacak menevişler şifalar sunacağız merhem olup 'geçmişler olsun' derken sana pembeler annendendir bu gün! (Can parçam, gönül çiçeğim Ebru kızıma...) (25 Nisan 2003) Naime Erlaçin |
Penelope*
yine çaktım kibriti İthaka’nın acılı kadını bilge hatun İkarios’un kızı Penelope ey! nasırlarını göster bana aynı değirmende öğütür zaman sevgilileri en çok onlar birbirine benzer enciklerini koruyan köpekler gibidir iki yavuklu cesaret ister aşka ve ecele koşmak çok sevmek cefayı en çok “yar’i karşılamak yürek ister”** sevdayı karşılamak gibi kendine ispiyonlar gibi kalbini hele bir de kadınsa İthaka’da! “katlan! ” der yürek “daha katlan ki dikenleri benim olsun acının gülü severcesine…” sen gibi Penelope sen gibi! ... ……. (*) Penelope: Odysseus'un dönüşünü 20 yıl sabırla bekleyen eşi. (**) Ahmet İnam “Dünya Kadınlar Günü” nedeniyle, dünyanın cesur yürekli, vefakar, sadık ve cefa çeken tüm kadınlarına bir şeyleri hatırlatmak adına... (8 Mart 2005) Naime Erlaçin |
Persona Non Grata*
ucu yırtık mektuplar kadar eskitilmiş bir zaman artığı bu kimse ölmez bizim için! kadeh tokuşturmalar izlenir acıyla öyle kimse atmaz ilk kurşunu zemzem yudumlatmaz ateş rengi rüyalardan hiç bir yürek boşalan masalar kuyruğunda sıra bekleyerek geçer ömür kahır oyalı çeyizler sandıklarda küflenir ne hazin! ak saçlı bir yenilgiye gideriz evrilerek sağrımızda tövbekar pişmanlıklar bir düşünce yırtığıdır alnımdaki çatık kaş iktidar harından fışkıran nar taneleri ah! devasa bir hiçlik ve çöl kuraklığında delinir bağrımız yüksek mahkeme kapılarında pürtelaş insanın hedefi onurla gümüş bir tele dönüşmek acının şakağında külli cümleleri hayatın ölümden geçer sen sus ey “persona non grata”! ölürüz biz kendimiz için! (*) “Persona Non Grata”: Diplomasi dilinde, “İstenmeyen Adam”… …………………. TANIMAM, BİLMEM, ANLAMAM AMA! “AB'li politikacıların ve komisyon üyelerinin içişlerimizi izlemesi, yaptığımız anlaşmaların, kabul ettiğimiz kuralların gereği...” diyor Altan Öymen. (20 Aralık 2005 – Radikal Gazetesi) İtirazım var! Aynı hararetle neden Rektör Yücel Aşkın davası izlenmez? Veya acil kapılarında sürünen gariban vatandaşın hal-i pür melali? O anlı şanlı, çok konuşan gözlemcileri Van’da göremedik. Ne de ruhsatsız ambulanslar soruşturulurken veya yoğun bakım ünitelerinde, ki milletçe oradaydık biz.…. Irak kan ağlıyorken, insan hakları savunucuları neredeydi? Ama onlar EU (AB) anlaşması falan yapmamışlardı, değil mi? Demokrasi umarken, vahşi bir savaşın göbeğinde buldular kendilerini… Anlaşma olmuş olmamış, ne önemi var? Senaryo her yerde aynı… Yoksa bu komisyon üyeleri hep oralarda-buralardalar ama medya mı fark etmiyor? “Holding medyası” dedikleri, bu mu ola? Ben anlamam, ama gün geçtikçe kafam karışıyor doğrusu… Karma Komisyon Eş Başkanı Joost Lagendijk’in devirdiği çama ne demeli peki? Şahsen ben, düşüncemi özgürce ifade etme hakkıma sığınarak, bu zatı “persona non grata” ilan ediyorum. Bu haklar yalnızca ayrıcalıklı kişilere verilmiyor sanırım! Yurtsever bir Türk vatandaşı olarak, ordum beni koruduğu için; bu uğurda, gencecik mensupları gözlerini kırpmadan ölüme yürüdükleri için yoksa özür mü dilemeliyim? Bakın bu AB’nin işine kafam ermiyor benim! Nalıncı keseri gibi yontmayı bir türlü beceremiyorum. Çifte standardizasyonu da… “Orhan Pamuk ne konuşursa konuşsun, bizim ulusal bir kıymetimizdir” diyor değerli yazarımız Serdar Turgut (20 Aralık 2005 – Akşam Gazetesi) . Ne yazık ki, unuttuğu bir şey var. Son dönem açıklamalarına kadar elbette ki öyle idi. Benim de çok beğendiğim bir yazardı. Ama artık değil. Turgut’a göre Pamuk acilen devlet koruması altına alınmalıymış. Evet, tabii ki korunsun. Mutlaka, çok sıkı korunsun hem de! Allah muhafaza, başına bir iş gelmesin. Aksi halde sivri konuşmalarıyla almayı başaramadığı Nobel Ödülünü, mahkeme kapılarında çıkan arbede yüzünden, ününe biraz daha ün katarak biz kendi ellerimizle altın bir tepsi içinde sunmuş olacağız! Yazıda söz edilen “60 kişilik gezgin faşist grubu”nu tanımam, bilmem ama ben rencide oluyorum…. Gördüğünüz gibi bugün, bonkörce “persona non grata” ilan etme günüm… “Laissez Faire” - Bırakınız Yapsınlar” diye çığlıklar atıyorlardı 18. YY’da. Daima ekonomik müdahaleler ile başlıyordu bu işler... Ve geliyordu arkası… Öyle değil artık…. BIRAKINIZ GİTSİNLER! Onurumuzu ayaklar altına aldırmaksızın; kendimiz için yaşadığımız gibi, kendimiz için ölmeyi de biliriz biz. (20 Aralık 2005) Naime Erlaçin |
Rağmen!
bana aktı göz yaşlarım ağladığımı görmediniz hiç kendimi uğurlayıştı benimki : yakıcı hüzün salkım saçak bir mezata bıraktım çarmıha gerilmiş dilsiz rüyaları şiirlere satıldılar güdümlü usla mitos arası şaşkındılar! aşk kaldı bir tek post-modern çerçeveye sığmaz görünmez tufan bir de doğurgan bulutlar mahpus sarı bir matemdi hisseye düşen tutuklu fişli yasaklı onlar ki onca “rağmen”e rağmen kül duman bahçelerde ağlak ve paslı bir kızıla turkuvaz açtırdılar maviydi yağmur! (3 Ocak 2005) Naime Erlaçin |
Resmin Öteki Yüzü…(Düz Yazı)
-Bundan önceki yazıyı okumadıysanız eğer, bunu da “es” geçin lütfen! ... Bir öncekinde sizlerle aşk hakkında konuştum. Aşkın büyüklüğünden söz ettiğimi mutlaka kavradınız. “Aşk ölümsüzdür” dedim. İnanan inandı; tereddütleri olanların kafası iyice karıştı; inanmayan ise “kadın palavra atıyor yine” dedi. Hatta, eminim “vah vah, bu da böyle bir rüya görüyor işte! ” diyenler bile oldu. Oysa farkındaysanız vefasızlıktan, ikiyüzlülükten, ihanetten, derin yaralanmalardan, aşka rağmen geri dönüşümsüz yanlışlar yapıldığında sevginin örselenmesinden hiç söz etmedim. Alice 'Harikalar Diyarında” idi. Biz de onunla birlikte dolaştık. Şimdi, birer emekçisi olduğumuz dünyamıza daha geniş ve evrensel bir pencereden bakalım.Yazın sanatında şair veya yazar, kalemiyle bir sihirbazdır adeta. Duygu ve düşünce ile insan arasında iletişim kuran bir şamandan farksızdır o. Bundan da önemlisi istediğiniz düşü sunabilir size. Ömür boyu aradığınız romantizmi veren veya acılarınızın izdüşümlerini keşfedebileceğiniz bir mazoşizm kaynağı olabilir. Kış uykusuna yatmış tensel arzularınızı kolayca canlandırabilir. Hayal aleminde uzun ve keyifli bir gezintiye çıkarabilir sizi. Şiir ortamı böyle bir amaca çok daha uygundur. Orada mantıklı olmak zorunda değilsiniz çünkü. Düşler aleminde ise her şey mümkün. Duygu verildiği ve alındığı sürece işler yolunda gider. Kablolar birbirine sürtüyor değil mi? “Bir yerde kısa devre var” dediğinizi duyar gibiyim! Defalarca soruldu bana. Şiirleri nasıl yazıyordum? Bu veya şu şiirde kime sesleniyor, ne demek istiyordum? Kendimi bir odaya hapsederek, bir tür izolasyon sonucunda çektiğim acılardan mı yaratıyordum onları? Tanıdığım kişileri mi yazıyordum? HAYIR! Kişi ve olayları yazmışsam eğer, bir ithaf vardır mutlaka. Hayat hikayelerinden yararlandığım doğrudur ama yazının bir tür özel mesaj yöntemi olmadığını unutmamak lazım. Bunun için pekala posta kutuları, mektuplar, SMS’ler, vs. kullanılabilir. Profesyonel anlamda bu işten para kazanmayı reddetmiş biri olsam da profesyonel ruhlu ve araştırmacı bir yazarım ben. Şair ise hiç değilim. Şiire olan saygım o denli büyük ki, bir gün bile şair olduğumu söylemedim. Ancak ne türde olursa olsun “yazı”nın onuruna, haysiyetine ve bir anlamda kutsallığına inandım daima. Şimdi bu sözler de kafanızı karıştıracak, biliyorum…. Sıkça vurguladığım gibi, yazar aklına ne koymuşsa onu yazabilmeli. Bunun için gerekli olan konsantrasyon ve altyapıya ulaşmak onun görevidir. Bazen gerçekleri beyninize vuran bir tokmak; bazen bir rüya satıcısıdır o. Rolünü oynar ve setten çıkar gider. Sadece kötü oyuncular rollerinden etkilenir ve kimlik değişimine uğrarlar. Yazar önyargısız, soğukkanlı, planlı ve programlı hareket etmek zorundadır. Cenazesi olduğu gün mizah yazabilmelidir o. Veya kahkahalar atarken okuru ağlatabilmeli…Yararlandığı her kaynağı bir biçimde (tırnak işareti, imza, dipnot, kaynakça, ithaf, vs. olarak) belirtmek mecburiyetindedir. Yazının haysiyeti “hoşuma gitmişti, aldım ve kullandım” tarzında bir açıklamayı asla affetmez! Yazının sorumluluğu öncelikle kendinedir. Belirli bir tutarlılık ve seviyeyi muhafaza etmek gibi. Bu yüzden mutfakta kotarılmış her iş, diğerlerinden ve özellikle de yazardan ayrı tutularak değerlendirilir. En azından profesyoneller böyle yapar. Nitelikli bir yazıyı nasıl üretebileceğiniz konusunda yardım alabilirsiniz. Yazım hatalarınızı düzeltebilirsiniz. Bu işin temel öğesi olan yazının aslı, duruşu, tutarlılığı, etiği hakkında ise nedense pek konuşulmaz. Ama doğaldır. Talebin olmadığı yerde arz’ın ne işi var? Söylemeyi değil, alkışlamayı veya yermeyi; yaratmayı değil ama tüketmeyi; tüketirken de durmaksızın konuşmayı ve tartışmayı seçmiş bir toplum olmamızdan mı kaynaklanıyor bu eksiklik acaba? Ve bunun için mi yazara yalnızca özel duygularını dile getiren kişi ve eserlerine de birer “günce” olarak bakılıyor ki sonuçta evrensel panoramayı göremiyor ve resmin öteki yüzünü gözden kaçırıyoruz? Bakın “aşk”tan nerelere geldik. Profesyonel ruhlu bir yazar, size aşk veya başka bir konuda sayısız denemeler (essays) verebilir ve sizi arzuladığı her yolculuğa götürebilir. Şimdi oturup size “Aşk kısa ömürlü bir illet, doğal bir felakettir” başlıklı bir yazı yazabilirim. Ölmez dediğim aşk için, başlığı “Ölü Aşk” olan bir lanetleme yazısı sunabilirim. Hemen sormaya başlamayın sakın; “Aslında bunu mu demek istiyorsun, daha önce bize yalan mı söyledin? ” diye. HAYIR; HAYIR; HAYIR! Size (yazıya hevesli gençlere) gerçek yazının ne olduğunu anlatmaya çalışıyor ve farklı boyutlarda düşünmeye zorluyorum. Yazı kişisel bir tatmin aracı değildir. Şiir de öyle… ”Hani sen bize kişisel görüşüm demiştin? ” diye sorabilirsiniz pekala. YANLIŞ! Yazının gereğidir o. Araç kullanma yöntemidir. Bir tür teknik, yanılsama, illüzyon yaratma, yazıya güç katma veya adını ne koyarsanız koyun, odur işte. Yazarın bilimsel yazılarda olduğu gibi, çok somut gerçeklere dayanmadıkça kişisel görüş belirtme hakkı yoktur. Bunun aslında kişiselleşme gayreti olmadığını fark etmek ise okura düşer. Bir sihir dünyasında dolaştığımızı varsayarsak eğer, oranın sihirbazı olarak ve yine sadece o yazı kapsamında ciddiye alınma; gerekçelerini de belirterek, onaylanma veya yadsınma/eleştirilme hakkı vardır yalnızca... Her yazı ve şiir, dışarıdaki gerçek dünya ile karıştırılmaksızın; kurgusal bir mantık çerçevesinde ve kendi içinde izlenmesi gereken bir serüvendir. Yolculuk etmeyi becerebildiğimiz sürece! Hani kısaca ve ek olarak diyorum ki, okuyabilmek de yazmak kadar önemli... Kalın sağlıcakla dostlar (13 Temmuz 2004) - 'Gençler İçin Denemeler' Dosyasından... Naime Erlaçin |
Rest
gün be gün ölen kürek mahkumlarıyız yaşam tükenmeyi bellemek dünya sürgününde gökle yer arası bir yerde hem yem olmak hem fare aşk gelincik tozu bahar vakti uçuşan çiçek tutkunuyum bu yüzden sevdayı fısıldıyor onlar ve fakat sararıyor mevsim buz günlere akıyor zaman elimi yine de sevgiye aşka yatırıyorum 'rest' diyerek özveriye ne kadar seviyor o kadar yaşıyor insan …….. Mutlu bayramlar dostlar ) Sevginiz bol, sevgi vereniniz daha çok olsun! ... (14 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Ruhun Öteki Yakası
izin versem yüzüme vursa köpeğim gönle azanın efendisi olmak gibi ki boğulmasın duygu korkunun nehir yatağında kirlenmesin su her ürperti bir engel aşkı öteleyen her kuşku ani ölüm uçurum başında aşk küreye* dahil olmak soyunmakla mümkün ancak ruhun öteki yakasında vahşi bir yaratık var orada ona dokunsam önce çıkartsam dışarı sonrası kolay sanıldığından yumuşak diyorlar bir köpeğin dişleri için sevecen tutkulu ve uysal …….. (*) ” Seven ve sevgiliden önce verilmiş bir aşk âlemi vardır. Bu âlem, yaşanan olağan günlük dünyadan bağımsız, tümüyle ayrıdır. Ancak seven gönlün gözleri bu alemi fark eder. Aşk âleminin yaşadığımız dünyadaki izi ise, seven ve sevgilinin içinde bulunduğu düşünülen ‘aşk küre’dir….” – Ahmet İnam (26 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Rüya Görmeyen Aşklar!
-Bazı aşklar rüya görmez. Rüya onların içindedir. sağanaklar indi dünyama baharı dinliyorum yağmurun yankısında sevdiğim beni anıyor, ısınıyor içim koynumda saklıyorum aşkı gönlümce okşayarak buğulu bir yağmur damlasında sevgiyle kamaşıyor gözlerim hani ayrılığa düşerdi sevdalar ağıtlar yakılırdı uğruna azgın sulara kapılır da ikiye bölünürdü hayat inanmıyorum! ayrılık olsun olmasın kolay ölmüyor bazı aşklar rüya saklıyorlar içlerinde hünerleri burada! bizimkinden alacalı sevdalar varmış varsın olsun bilesin umurumda değil acı sen yanımda oldukça her sabah her yağmurda her saat başı beni her saat başı seni sevdiğimi hatırla! (21 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Rüyadan Sormalı Şiiri!
her dize bir veda şairden eksilmenin diğer adı aşk mı sebebi acı mı, bilgelik mi nedir? girilir bir kapıdan bin kapıdan çıkılır ne zaman tutulur sonsuzluk yolu açılır gözler uykuda o zaman konar şiir kısa ömürlü bir kelebek gibi rüyadan sormalı şiiri çoğalan acıdan yürekte çatlarken nar taneleri sevdanın bilendiği uykudan her dize yeni bir damla kan her dize bir ayrılık şair ruhundan (19 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Rüyaları Topla Git!
şafağa kör bakar kuyu gündüzü bilmez mağara bundandır telaşı yeraltı suyunun bir çatlak aramak ömür boyu dar aralıklar yalnızlığında “hiç durma...rüyaları topla git! ...” diyor kadın “ve mağaraları” yalınlaşıyor çünkü yaşamak yerkabuğu kırıldığında hançer yarası değil bu ağızdan çıktığında söz ihtilaldir bazen ışığı gördü su dünden bugüne cesurdu ağrılı uyanışlara özgürdü yeryüzüne bir kala masaya inen yumruğun sesini duydum bir yıldız kiralamıştı kadın boşu doluyu düşünürken erkek rüyaları toplayıp koyulmuştu yola yakışanı gökyüzüdür aşkın gökten gelir rüyalar göğe uçarlar yine. gündüzü bilmez yarasa gözlü mağara! (7 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Rüyanın Doğduğu Yere Git! *
kutsal maviye yuvalanmış saydam bir göktaşı olduğunda sevgi kimden sorulur uğursuz yerin sessizliği rüyayı gözbebeğinden lanetleyen kara talan ey! hangi dağ başından mülkün ezeli sahipleri Adem ile Havva’dan mı o mülk ki adağa bahşedilmiş bir ağaçtı yürümez…konuşmaz…gülmeyi bilmez rüzgarı bekler yalnızca bir elma…bir de yılan… hamurundan yaratıldın şiir ve aşkın! göç vaktini çalıyor şimdi saatler seni çağırıyor dağ ateşleri taze bir umut demektir her yeni yıl hele bir de gençsen yaratma çağındaysan üstelik orada bir yer olmalı mutlaka rüyanın hevenklerle indiği elif ve lam'dan “her zaman paylaşılan duygular vardır yeri gelince ölümler de….”** neler bölüşmedin oysa hırpalandın parçalanarak onarıldın onarıldık bir daha unutulmaz yaz günlerinde durma! kanatlarını çal soylu bir kuşun yüreğinde çöreklenen kışı var gücünle savurarak temmuz kucağına izin ver körpe yazlar göversin oğul veren acılar özünde git oraya! zirvedeki kayanın dibine gömdüm has dileklerimi kutladım seni kutsadım yakarışlarımla adak ağacına bıraktığım çaputa sor rüyanın doğduğu yeri çınara sor bulursun unutma taze bir umut demektir her yeni yıl git oraya! …….. (*) Doğum gününü gönül maytaplarıyla kutluyorum sevgili çocuk…. Yüreğindeki kışa rüya armağan edemem ama sana bir ışık yakabilirim belki… Yaktım bile! …. İyi ki varsın; iyi ki doğdun! ! ! ..... Kocaman sevgilerimle… (**) Haydar Ergülen: “Unutulmuş Bir Yaz İçin” şiirinden… (18 Temmuz 2005) Naime Erlaçin |
Rüzgar
adı sevda oluyor uykudan her sıçrayışında kirpiklerin yalnızlığa her uyanışında el değmemiş narin bir kelebeğin kıvancında eriyor hüznüm sen perdeyi kaldırınca okyanusa kavuştuğu saatte nehirler ateş saçıyor bir zirve tipilerime yağmura zincirleniyor çöller sol yanımda üfüren bir rüzgarla vazgeçiyorum kendimden : sana geçiyorum! rüzgar sen ve ben zamanın içinden ebedi bir aşk masalında izler bırakıp öylesine yürürken... (15 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
Sadakat Aradan Çıkınca
her kadın her erkek her tutku birbirine benzer benzemeyen sebat vefa sadakat şıkça paketlenmedikçe aşkı koyacak yer bulamadılar taşımayı bilmek gerekiyordu oysa ne çabuk unutuldu kağıttan külahlar! yokuş tırmanırken bir aşık Afrika menekşesine nağmeler yazıldı “nisyan ile maluldür” derler ya inanma! birbirine benzer insan belleği beyinde kımıldadıkça kurtçuklar anımsar insan çamurda bile pırlanta sadakat ateşe atılmadıkça attırılmadıkça insan her yerde insan birbirine benzer hepsi sadakat aradan çıkınca! (17 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Sage
“adım kadın” demiştim dedim de “lal” oldum “giryan” oldum neler olmadım ki! dedi: 'senin adın Sage* bundan böyle çölün büyüleyici gizemli çiçeği Sage’sin sen benim gönlümde' sordum öğrendim: Sage canlılık ve enerji verenmiş kardelen misali yalnızlığı severmiş 'her şey olurdum ben her şey' 'tarih kadar eski doğan gün kadar yeniydim' sen adımı Sage koymadan önce inanmadılar yanıldım belki var mıdır anlayan yok mudur orada mıdırlar ıssız bir yamaçta ya da çölde Sage’yi mi bekler dururlar Sage’yi aldım adım Sage'dir bundan böyle! *Bana, Arapça’ da 'Naime' nin karşılığı olan ve Sage Flower denilen bir çiçekten esinlenerek “ SAGE” adını veren şair dostum Abir Zaki’ye sevgi ve teşekkürlerimle… (13 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
SAĞANAKLAR DA GELİR! ...(Düz Yazı – Günce)
Hüznün kara bulutları çökmüştü üstüme. Her şeyin üst üste geldiği öyle zamanlardan biriydi… Bir dostum kızını; bir büyüğüm elli beş yıllık sevgili eşini kaybetmişti. Yakın birkaç arkadaşım ve sanal çocuğum aniden köşelerine çekilmişlerdi. 8 Kasım, içimde daima engin bir sevgi kaynağı ve onulmaz bir yara gibi yaşayacak olan Buruşuk köpeğimin dördüncü ölüm yıldönümüydü. 9 Kasım ise gurbetteki bir tanecik kızımızın yaş günü. Yıllardır birlikte kutlamak nasip olmamıştı. Üstelik ana-oğul hastaydılar. Aklımın bir yarısı deniz aşırı o ülkedeydi…Yetmez gibi, bir de bilgisayar-modem bağlantım koptu. Canım çok sıkılıyordu. Ah, kara bulutlar! ... Durup durup nasıl da çöreklenirsiniz bazen insanın üstüne. Ama eski toprağız biz. Alışmışız dik durmaya, aldırmaz görünmeye ve hatta çevremize güç vermeyi sürdürmeye… Yine de kurumuştum! Sonra sağanaklar geldi birbiri ardı sıra… 8 Kasım ABD’deki büyüğümüz Sayın Mehmet Fatin Baki’den bir zarf ulaştı. Antoloji’nin Fatin Amcası! ...Öyle anlamlı ve güzel dizeler vardı ki içinde, okumaya doyamadım. Birinde Aruz’un ahenginden söz ediyor ve diyordu ki; “Her beyitten ses gelirken hoşlanır dört zaviye Muttarid ritmler saçar kıt’ada tüm kafiye” Dinledim o sesi… Yüreğimdeki hasret ve gurbet türküsünü duymuşçasına, “Yanma Sakın” başlıklı bir şiir eklemişti. İlk kıtası şöyleydi; “Külü yoktur, duman eksik diye kanma sakın Tutuşan bir çıra kalbim, sönecek sanma sakın. Çekilen hasreti bir ben bilirim bir de Hüda Unutup vuslatı bir kez, daha çok yanma sakın.” Bunu da dinledim gözyaşlarıyla. Sevgi ve şükran duyarak… 9 Kasım Ege’den şair bir dostum geldi bugün. Beni kızımın acıları ve sıcaklığı ile buluşturan, gönlümün hüzün kapılarını sonuna kadar açtığım birisi. Eşiyle birlikte birbirinden güzel armağanlar seçmiş ve onları da beraberinde getirmişti. Sanki ruhumu okurmuş gibi tam da arzuladığım şeyleri bulmuştu. Aslında en güzel armağan sendin Sevgi Ulukuş! ... İyi ki geldin, biliyor musun? Böylesine mahzun olduğumuz bir günde gönül yoldaşlığı, can yoldaşlığı yaptın bizlere. Seni ailenden biraz uzak tuttuk ama çok hoş saatlerdi, ne dersin? Umarım 41 numarada perişan olmadın geri dönerken! ... )) 10 Kasım Bağlantım onarılmıştı. Bilgisayarı açtım; kedileri ve kuşları besledim. Ata’mıza saygı duruşunda bulundum. Kafamda günün planlamasını yaparken kapı çalındı. Karşımda DHL dağıtıcısını gördüğüm anda, “Suudi Arabistan’dan mı? ” diye haykırmışım. Servis elemanı gözlerinin içi gülerek uzattı paketi. Bir süredir heyecanla beklediğim kitap gelmişti nihayet. POETIC AROMA – Abir Zaki Mükemmel bir kapak, olağanüstü kaliteli bir baskı, kalbime nüfuz eden ve bana eski dostlar kadar aşina gelen şiirlerle kucaklaştık birden. Şöyle imzalanmıştı; “O kadın’a bütün sevgimle. Sayfa. 187” – A. Zaki Ah! çılgın Abir. Seni ne çok sevdiğimi ve zaman zaman – beni delirttiğin için – ne çok kızdığımı iyi bilirsin ama senden asla vazgeçemem arkadaşım. Beynimin içini okuyan ve ağzımı daha açmadan ne diyeceğimi bilen o kadar az sayıda insan var ki şu dünyada! ... Her neyse, anlatmaya kalksam roman olur. Yapacağını yapmıştın yine! ...187. sayfada “O Kadına – To That Woman” diyerek beni yazmıştın. Biliyor musun, kendimi şairden saymadığım için, şiir kitabım olsun hiç istemedim. Ama bir kitabın sayfalarında ölümsüzleşmek hem çok derin duygular uyandırıyor; hem de gurur veriyor insana. Üstelik de bu kadar onurlandırıcı bir şiirle…Ayrıca öyle özlemişim ki, arka kapağın iç kısmına basılı resmine ve içleri gülen gözlerine bakar ve gözlerimden yaşlar süzülürken geçmişe dalıp gitmişim öyle… Haklıymışım değil mi? İyi şiir yazamam ama iyi şairden anlarım. Nasıl da zorla getirmiştim seni buralara. Sen korkuyordun, bense önündeki engin ufku görüyordum. Beni ve diğer dostları dinlediğin için gönülden teşekkürler Abir. Hediyen için de )) Amazon.com’a da iyi bir hediye olmuşsun hani! ! ! .... ……….. Gün olur, sağanaklar da gelir! .... İçime yağdırdığınız sağanaklardan dolayı hepinizi çok seviyor ve minnetle kucaklıyorum dostlarım… Daha ne ister ki insan! ... Kalınız sağlıcakla…. (10 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Sahibini Arar Aşk!
rüzgarın çığlığında gizleniyor aşk bitmemiş resmi yangınlarda üşümenin azgındır nefesi mevsimsiz tipileren bekleyiş saatlerinde duran zamanın zil sesi çığırtkan cehenneminde safarinin silahsız teslim çöle açgözlü kaplan tuzaklarında titreyen vahşi ölüm haykırırken susmak susarken boğmak umudu güneşe uzanan ellerle dipsiz karanlıklarda sabır olmak taş olmak sabrı sınamak unutulmuş sulara dümen kırarak yeniden yaşamak mıdır aşk doğmak mı yeniden ölmek mi yoksa hiçliğin varoşlarında damara acı pompalanırken erken bir doğum kadar ürkütücü erken bir doğumdan daha çaresiz yitirirken“sen”i bir yokluğa “ben”siz asla doğmamışçasına kimsesiz tarifi yok acıdan gayrı adı var! ama bir gün birinin hünerli ellerinde mutlaka parlayacak! (15 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Sahibini Bulur Söz!
iki kalp bir adam ve bir kadına kanıyorsa eğer değmeli bu! bir adam bir kadına ve bir kadın bir adama yaslanıyorsa eğer değmeli bu! (bu bölüm hayata dair!) söz tartısına sorumlu büyüktür vebali akıyla karasıyla susuyorsa eğer bir tarih bir şaşkın karşısında değdiği içindir! adamlığın da onuru var (olmalı) aşk kadar yaşamak kadar insanlık kadar (bu bölüm ise sap ile sözü birbirine karıştıran birine ithaf olunur!) (23 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Salamander ve Anka
yok ki bir anadilim şöyle evrensel dilleneyim de anlasın herkes var da yok aslında! anadilim gönül gözüm anadilim sözüm benim şiir dilden düşer şair ölür su güçlü oysa hava yaşamın anası unutmadım bereketini toprağın ateşteki canın ah ateş! bir buz ejderi biliyorum söndürür avuçladığında seni adı: salamander soğuk özünden gelir marifeti yangında bellidir dön ve içine bak şimdi iyi bak! gördüğün aşina çehre kimin? ya anka’sın ateşten gelen ya salamander* yangını söndüren böyle söyler anadilim! …….. (*) Salamander (Semender) : Yalnızca ateşte yaşayan küçük ejder. Bir dokunuşuyla ateşi söndürecek kadar soğuk olduğu ve ateşten çıktığında ise yaşayamadığı söylenir. (20 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Samuray Kılıcı!
üç günlük seyisliği var besbelli yaradanın dar vaktine denk gelmiş bir çene aman Allah! bir çene elinde Samuray kılıcı : şöyle “takdir” sultanım böyle “tekdir” efendim “hımmm….vallahi biçerim! ” bulaştığı yerden ses getire vay vay vayyy vay anam vay yaşın ne başın ne tükürme kılıcın meşrebine hele bir duuur hele bir dur hele! bunca çayın suyunda yundum kalfalığa terfi edemedim henüz sendeki bu ustalık acep nereden gele! ahi elinden bir yudum şerbet içmeyi öğren önce ne edeyim ben seni behey gafil! davul bile dengi dengine ne yazar ne eder baktım ki üzerinize afiyet evlere şenlik hani ya deveye sormuşlar “neren eğri” diye işte aynen öyle! 'sus kadın! ' dedim düşürme garibi sivri diline amma ve lakin sabır taşı olsaydı çatlardı bre! uzun lafın kısası diyorum ki: çuvaldızdan balta olmayı boş ver kendini düzelt önce! (30 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Sandık
içine açılan kuyu ve paslı anahtar deliğinde döllenir yaşamak gibi...aşk gibi esrik bir heves kimi gün kükrer gökyüzü kiminde metafizik bir yağmur iner mülkiyetsiz surlara istinat duvarına asıldığı yerde kelamın durma kışkırt kendini sandığını aç şiirin! sözün harında diner yürek ateşi meydana saçılsın soy kütüğün derin bir gön yanığı sinsin mısraa sıyrılsın kemik o saat etinden kökünden çürüsün diller üzülme yarın bir daha dillenirler! sözle sevişerek kanıtlandı varoluş hükmüm kadar ey yüreğim vaadim var sana yazmak üstüne bırak doğum sancımla dönüşsün sızıntı devinime yaz! sürsün dalında şiirin sevda masalı gibi yeniden sürgünler (17 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Sanırım Ben Şair Değilim (Düz Yazı)
-Düşünmek günah işlemeye benzer. İnsan onun zevkini bir kez tattı mı artık ondan vazgeçilmez. – Erich Fromm Son günlerde şiir üzerinde her zamankinden fazla düşünmeye başladım. Şiir yazmayı bir kenara bıraksak bile, şiirden ne anladığım veya anlayıp anlamadığım hakkında kuşkular oluşmuştu beynimde. Bir anlamda kafam karışmıştı yani. Beğenilerim, birkaç istisna dışında, diğer okurlarla pek uyuşuyordu diyemem. Büyük alkış alan bazı şiirler bana hiçbir şey söylemeyebiliyor, ya da tam tersi oluyordu. Bana göre şiir, akustiği sağlam bir salonda akan; enstrümanlar arasındaki mükemmel uyumun hemen fark edildiği güçlü bir senfonik esere benzemeliydi. Öyle ki, onu anlamasam dahi adeta çarpıldığımı; beni vurduğunu hissetmeliydim. Duygu tenime, kemiklerime, göz pınarlarıma ve ruhumun derinliklerine işlemeliydi. İmgelerin azlığı-çokluğu, şiirin biçemi, konusu vs. hiç önemli değildi. Şiir beni yakalamalı ve kelepçelemeliydi. Öyle ki, şiirin yanında tutuklu kalmalıydım. Ona aşık olmalıydım. Genel olarak sanat eserine bakışım buydu benim. Sonra düşünmeye başladım. Acaba diğer şairlerin kıstasları farklı mıydı? Sonuçta fikir ayrılığı doğduğuna göre mutlaka öyle olmalıydı. Beğeniler kişilere göre değişiyordu tabii ki. Bu yüzden tartışmak da doğru değildi ancak benim standarttan sapışım aşırıya kaçıyordu.O halde büyük olasılıkla ben şiirden anlamıyordum. Anlamayan birisinin doğru dürüst şiir de yazamayacağını varsayarak şair olmadığıma karar verdim. Bu bir. Geçenlerde bir yazımda yeni arayışlar peşinde olduğumu söylemiştim. İçimdeki yazar beni kışkırtıp duruyordu. Şiire bulaşmamı hazmedemediği için bir anlamda öç alıyordu belki de! Yazmak (düzyazı) ilginç bir serüvendir. Hele benim gibi yıllarca her konuda, hemen her tarzda yazmışsanız eğer kafanıza koyduğunuzu, önünüze geleni veya yazmak zorunda olduğunuz şeyi – her ne ise - kağıda dökmek hiç de zor değildir. Yeter ki beyninize doğru programı yerleştirin. Buradan hareketle uzun zamandır şiirde, çok bilinçli olmasa da sıkça yaptığım bir şeyi planlayarak denemeye karar verdim. Benden kaynaklanan “acemi”(!) şiire yoğunlaşmak yerine, kendimi soyutlayarak belirli bir duyguya yoğunlaşmaktı bu. İçimde bir şair varsa bile, onu oradan alıp yerine yazarı yerleştirecektim. Ama bu kez yazar, 'bilinçli seçici' olacak ve duyguyu kendisi seçecekti. Daha iyi açıklamak için bir örnek vermek istiyorum. Deneyimli ressamlar sergilerinde genellikle tek konu işlerler. İsterler ki, resimler arasında bir bütünlük ve tutarlılık olsun. Böylece vermeyi planladıkları duygu izleyicide yerini bulsun, hakimiyetini ilan etsin. En hızlı ressamın bile bir sergiyi bir aydan kısa bir sürede hazırlaması imkansız olduğuna göre o konuya baz teşkil eden duygunun bu dönem boyunca sanatçıda egemen kalması beklenemez. O halde ressam çalışma sürecinde kendisini programlıyor ve belirli bir amaca yönlendiriyordu. Romancı için de aynı şey geçerliydi. Yalnızca tek farkla ki onun, bir noktadan sonra yarattığı karakterler tarafından bir hayli zorlandığı ve hatta etkilenerek kahramanların ardından sürüklendiği söylenebilirdi. Kısaca şunu anlamak istiyordum. Hakim duygu devam etmeksizin, düşünce ile işe girişildiği takdirde duygu yoğunlaşması sağlanarak şiir yazılabilir miydi? Sözgelimi kızgın değil iken yüksek sesli isyan şiirleri; fena halde aşıkken aşka karşı şiirler (tam tersi de olabilir) veya hayatınızda her şey yolunda giderken bunalım şiirleri yazmak gibi… Başka bir deyişle, sanatta beyin jimnastiği yapmak mümkün müydü? İçimdeki yazar, ısrarla bunun olanak dahilinde olduğunu söylüyordu. Aktör de rolünü böyle oynamıyor muydu? Çalışarak ve konsantrasyonunu en üst düzeyde tutarak, işini başarı ile sürdürebiliyordu. O halde ben de denemeliydim… Son günlerde çıkan bunalım şiirleri böyle bir projenin gerçeğe dönüştürülme çabalarının sonucudur. Henüz arzuladığım aşamaya gelebildiğimi sanmıyor ama uğraşıyorum. Dostlarım bana “neyin var? diye sormaya başladılar bile. Bu ise provaların iyiye gittiğine işaret ediyor. Şimdilik bunalım şiir ve yazıları okuyarak, sorunlu insanlarla vakit geçirerek o yönde duygu yoğunlaşması sağlıyor; sonra da klavyenin başına oturuyorum. Bir bakıma duyguyu ödünç alıyorum. Sanırım gerçek bir şair böyle sıra dışı yöntemler kullanmaz. Bana hükmeden soğukkanlı “yazar”la, yeni arayışlar peşindeki ruhumun ve beynimin marifeti bu. “Şair değilim” derken, ikinci gerekçem buydu işte. Gün olur da, “şair” “yazar”a galip gelirse, o zaman neler olur, hiç bilemem. Bildiğim tek gerçek, kendi çapında bir günahkar olduğum. Bir işi ciddiye almak, alışılmış ve sıradan bir dansa kalkmak yerine, bazen onunla zihinsel oyunlar oynamayı de gerektirir. Beni anlamanız ise günahıma ortak olmanız demektir! ………………… (20 Mart 2004) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Sarı Gül’e Altyazı
sarı hüzün demek bu gülü kalbindeki güneşe koy ki kızarsın : kırmızı gül sevgiyi umudu saklar içinde hem de aşkın simgesi çabuk solduklarına aldırma! dünya bir gül bahçesi aslında… (12 Ağustos 2005) Naime Erlaçin |
Sarmaşık
hüdayinabit gelir çoğumuz hüdayinabit gideriz bu alemden dola beni gönlüne aşkınla sar irfanınla sarmala sonrasını düşünme sen dört mevsim yemyeşil kök sarmaşık olurum neva bulur nemalanırım içinde toprağını arar nebatat doğru yere ek beni! ... (11 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
Savaş Yorgunu
yordu beni bu savaş kan tutuyor manzara kötü usanmadık mı daha cinayetten? ya üzülecek ya üzüleceksin o halde vuruşmak gerek zamanı geldiyse gitmenin yiğitçe ölmeli bu yürek köpekbalıklarını severim kahpece dövüşmezler çivilemezler adamı elinden dişin kadar gücün olur ya ölür ya öldürürsün ama illa ki adam gibi ölürsün! .. (17 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Savruk Kır Çiçeği
savruk kır çiçeği dalgın uçuşlarda bu dem terk edilmiş uğursuz gecede rüzgardan yankılanır uğultu sil baştan ısıtmalı üşümüş ruhu yeniden düşmeli kadının ezeli rahmine derinde apansızın kalkışan o akrepten azade savruk kır çiçeği semalarında kentin eteklerden yükseldi karışarak soğuğa taptaze bir rüyadan kopararak kendini yalnızca kahır gizledi bağrında zeytin dalları kırgın gözyaşı derlendi yıldızlardan acı toplandı zorlu sağanaktan yüzüne bir kır çiçeği astı, yola düzüldü ayrılık ne ki ölümden gayrı, ne ki yalnızlık seçilmiş besbelli sürgünde bir boşluktu gönül küskünlüğü aşk yazar, sevda yazar, acı yazar da boşluk ne yazar ki! dert çıkını doldu bu gece çileler derledi, astı yüzüne mahzun bir gülüş süzüldü yavaş yavaş yola düzüldü savruk kır çiçeği (22 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Sema
çoktu bir zamanlar kartala uçacak sema öyle böyle derken kalbur saman içinde epridi hikayeler yok şimdi o bildik gök mühürlendi külliyen ayıbı kayıp bir ülkede uçma dersleri ezber ediliyor göğünü tanıyor büyük kuş! ... (30 Mart 2005) Naime Erlaçin |
Semalar Durdukça!
duydum ki bedelsiz duygular yarenliğinde tek kişilik hücrene kapanmışsın pusula hüz'nü gösterirken acıya vurmuş ibre onca aşktan arda kalan düşler yıkılmış dağılmış bir şeyler yitmiş sende aynı yollarda yürüdük de hiç karşılaşmadık neden? yol bilemedik yol bulamadık tutuşamadık el ele bir türlü sözün gölgesi düştü üstümüze silkinip kalksan günlerden bir gün baksan yüreğime şöyle bir sevdayı görsen *******den bir gece açsam gönlümü sana savursam sıcak bir aşk yeli gibi gömsem korkularını evrenin gizlerini sunsam sana tüm üşümüşlüğünü donmuşluğunu silsem sıyrılmalı kör bu karanlık artık üstümüzden kanat açmalı ak bulutlara gözgöze kanat çırpmalı sonsuza yeter ki virane dünyanı uçurma bizimle birlikte semalara sevda durdukça sığınacak yürek semalar durdukça kartala uçacak yer çok bir tek bunu hatırla! Naime Erlaçin |
Semerkand’a!
denizin safir renginde kayboldu yankılar anahtarı yitirdi şair arsızlaştı soluk benizli su yollarda barikatlar yollarda yalnız kalanlar savaş alanlarının çığlıklarında unutuldu gönül telvesine gizlendi hayra çıkması gereken fallar kaderdi şaire iç kanamalara yürüdü dosdoğru başı eğik, yürek dimdik Medusa’nın zalim saçında gizli ölüme çoğalan erguvan acılar mührü onurlandıracak bir ferman bulamamak ne demektir bilir misiniz katil bir nefes gibi takılıp kalmak kendi boğazında “toprağını arayan tohum” diye öğrenmiştik oysa şairi biz toprak çok uzaklarda! ah acılı, ah küskün yol! demek ki 'beşibiryerde' gibi kuşanmalı sanatı kutsamalı kutsanmalı donansın gökyüzü tebessüm etsin yıldızlar bir avuç umut, bir tutam toprak koy avuçlarıma varsın zift karası olsun rengi bin kere evladır safir sularda ambere dönüşmekten korkma bu yürek siyahı da aklar! bir elde sancak ötekinde çırak mührü haydi sür beni Semerkand’a ustalardan öğreneceklerim var! çık çağının içinden ___Zeus’un hükmünden yakala bileğimden Apollon*,Semerkand’a** götür beni görmüyor musun sanatın nadide işçileri Timur’un doğu kapısındalar sancak mühür ve kalbimdeki hoyrat ıslık yol izni bekliyorlar …… (*) Apollon: Mitolojide, güzel sanatlar tanrısı (**) Sanata karşı işlenmiş günah ve sevapları olan büyük Türk hükümdarı Timur(lenk=aksak) (1336 – 1405) döneminde, Semerkand önemli bir sanat merkezi haline gelmişti. Tarih kitapları, Timur’un fethettiği topraklardaki - şairler de dahil olmak üzere - bütün bilim adamları ve sanatçıları Semerkand’a sürdüğünü yazar…Machiavellian yöntemler (yanlış totaliter politikalar) kullanılmış olsa dahi, sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde, tipik bir “Partimonial Saray Kültürü” (sarayın, sanat koruyuculuğunda “baba” rolünü üstlenmesi) örneğidir. Benzer bir durum Osmanlı Sarayı için de söz konusuydu… (3 Mart 2004) (http://borgesdefteri.blogspot.com/) Naime Erlaçin |
Semerkant’ta Dolaşırken Cihan İle Hayyam’a*…
tökezlerdi söz kan saatleri arardık Buhara Kapısında taş suskunluğuna akardı su erguvanın gizini kovalar aksakallı melekleri yazının korkusuzluğu hatırlatırdı Nişabur’lu sorardık: “nasıl kaynaşır akreple yılan ve tecrit denizin komşusu olur mu? ..” sonrası: cinnet! bileyi taşına dönüşürdü öz arik’e süzülen spermde döllenmiş masum birer ölümdü her şafak karargaha sığınır nokta olurduk biz tombul yanaklı bebesini bırakırdı kaos memelerimize sonrası cihannüma bir ihtilal! ki süt kokusu sevmeleri özletir geceyi aralar Cihan emzirilmeyi beklerdi Hayyam sevdayı örterdik üstümüze (*) Amin Maalouf’ın 'Semerkant' adlı eserinden esinlenilmiştir… (4 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Sen Gel Yine!
kalbime zamansız bir ihtilal gidişin büyüyor duvarımdaki çatlak böyle günlerde dilinden akan her kelime sevecen bir büyü kıraç yüreğime lodosa veriyorum yaprakları bütün memleketler virane bütün kentler yıkılıyor üstüme yürüyor karabasanlar boynunu her büküşünde şahdamarımda patlıyor gökyüzü kısılıyor nefesim sele karışıyor yüzüm bir şaman’dan ödünç aldım sabrımı akıldan korunaklar inşa ediyorum kendime sahibi bir’den çok bu acının nasıl derim ben şimdi “güle güle” sevgi bekler çocuk! sevgi bekler gitmeler yazıldıysa bile hazırdır yüreğimde yerin sen gel yine! sen yine gel yine… (19 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Sen Üzülme
kopartsam hüznünü yatırsam göğsüme tutsam ellerini yok etsem bu dönme dolap duyguyu üşüyen ruhuna yağmur olsam tomurcuğa dursa tenin işte o zaman kıskanırdı bizi depremler yeryüzünün bütün atları dörtnala koşarken yüreğinde biliyorum ne çok sevdiğini beni ah! bir de kaderimiz bilse çözseydi bileklerdeki kelepçeyi kuşlara inat nasıl da kanatlanırdık seninle yere düşerdi gülün yüzü biliyorum utanırdı dolunay kendi şavkından ağlardı uyurgezer tüm sevdalar mevsimsiz yaşlanmaktan bu yüzden çocuk kalmalıyız biz! gömüyorum hüznünü derinlerime gözyaşında yağmalansa da krallığım şölenler kuruyorum tek gülüşüne korkma sevdiğim mermi tetiğe sürüldü bir kez iste kainatı vereyim istersen canımı dökeyim eteklerine sen üzülme yeter ki! (12 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Sen Yoksun!
nağmeler sustu ev soldu can yürek odaları ıpıssız ayrılık yorgunu nasıl anlatsam ki sana sen müziği götürensin! duvarlar bir gülüşe hasret titreşmiyorlar artık karardı boşlukta resimler ışık söndü saat sustu biz sustuk ev taştan bir heykel bebeğim bilemezsin sen renkleri götürensin! sevmek yokluğa kısa düşüyor bir vurgun yedik ki hasretten gül, gül değil bu ağlayan günde 'giryan' mı demeliydim yoksa Fikret dilinde can alıcı ölümcül gül ruha miller çekiyor canımdan öte nasıl anlatsam ki sana sen hayatı götürensin! karpuz da çıktı heyhat sen yoksun! (06 Mayıs 2003) Naime Erlaçin |
Serapis
dedi: -hepsini söylüyor adın -söylesin dedim o halde her şey olurum ben, her şey bir adım da Serap …….Serapis benim adıma tapınaklar adıma mabedler kurdular Bergama’dan tut İskenderiye’ye kadar bilirler yaşarım gayb aleminde İthaka’sıyım ümitlerin Odysseus’un hayalinden düşen düşlerin ta kendisi çıkılır mıydı yola olmasaydı İthaka*? ve dedi ki şair: “…sana verecek bir şey yok bundan sonra…”** bu sadece bir serap, anlasana! Serapis ey büyücüler perisi! yalnızca bir illüzyonsun ışık kırıldığında bakmayı bilen görmeyi bilen gözün gördüğü ancak ne yazık buharlaşır kaybolur yaklaşıldığında gaybe inanmaktır Serapis nihayetsiz bir yolculukta Serapis Serap… Sera… ……. * İthaka: Odysseus’un yaklaştıkça kaybolan ütopik hayali. **Kostantinos Kavafis’in “İthaka” adlı şiirinden alıntı bir dize. (14 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Sessizliğin Koynunda Alacakaranlık
kainatı dinler dolunay yakalarım sağanak yağmurlarda ödünç alırım zamansızlığı bilinmeyenden yarına ait bir düş olmamak kararım düne dair olmadığım gibi yerim yok anlamsız gösterilerde gönderirim şenlikçileri sığınırım bir küheylan kalbine ellemeyin karanlığı! imge şaire kalsın, ayrılık şarkılara asarken aynaya has bir suretini sevdanın kah burulur hayat kah bir bayram yeridir yüreğimde koşarım delidolu suskun bir infialin yangın yerinde kelebeğin narin kanadına yapışır nazenin düşler geceye tutunur yüzüm ölüler evinden koparak sürgülenir kapılar dik başlı kale bentlerinde sessizliğin koynunda kuru kalabalıktan uzak derinleşir yaralar, yaşamayı sınar tek başına alabildiğine kanar yüreğim beni bekler bir gölge elem çiçekleriyle aşkı inler durmaksızın üşür alacakaranlık* dalgın gözlerimde kainat susar susar yağmur dolunay susar… (*) “Elem, bugüne boyun eğmişlik ile geleceğin umudu arasındaki altın halkadır. Uyku ile uyanıklık hali arasındaki alacakaranlık…” - Halil Cibran (22 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Sev Realiteni
yedinci ev: “altın ev” farkındalık ve kendini sevme evi değerini anlama iç benliğin tanrının parçası olduğunu bilme yeri aşkın özgünlüğün yaşamın onurlandığı yer böyle diyor kitap sessizdir sevgi, bedeli yok şişinmez övmez kendini bilgelikse sezgisel bir harita rehberliğinde özümsemek hepsini “asıl realiten bilincin senin”* her neredeyse düşünce ve düşlerin oradadır gerçeğin fiziksel olan sadece geçici sev alabildiğine o halde sendeki 'ben'leri sev realiteni (*) Lee Carroll’un “Yuvaya Yolculuk” adlı Kryon meselinden esinlenilmiştir. Kitabın felsefesi tasavvufa oldukça yakın olduğu için özellikle ilgimi çekti… (16 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
Sevda Dediğin Şey*
rüzgarın nefesine bezenmiş iğde kokusunda kâh bir tutam zencefil kâh karanfil sapında bulurum sevdayı kasırga arabasına koşulmuş rayiha gibi unutulmaz unutmaz aşk unutturmaz! bugün günlerden “aşk” burçlardan “aşk burcu” adam gibi bir aşk var dilimde acı boyutu ne olursa olsun onurla taşınan bir madalya kalbe eğreti bir el sıkışması değil sıkı bir ruh tokalaşması “seni seviyorum” dediğinde “seni katıksız, seni karşılıksız seni ölümüne seviyorum” demek bu! bundan ötesi ruh oyalanması aldanış aldatış sadece aşka ve insana dair tüm cümleler gizli bu iki sözcükte sureti ne yana düşerse düşsün “seni yürekten seviyorum” diyen nidayı duyarım şimşek gibi fırtına gibi bir sevda sesinde kalbi aşk tanrısının elinde çılgın bir süvari misali unutulmaz unutmaz aşk unutturmaz eros’un okları sayesinde! aşk kutlu olsun hepinize ….. (*) Ruhu genç olan; sevmeyi bilen her yaştaki dostlarımın “14 Şubat Sevgililer Günü”nü en içten dileklerimle ve gönülden kutluyorum…. (13 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Sevda, Zaman ve İnsanın Şiiri*
sevda yanığı nasır yarığı yüreğin yaprak döküyor ey çocuk! soyunmadan giyinmez ki doğa! kuru dallarda sakla özünü askıya alınmış ruhun ve gövdenle toprak arasında sıkışsa da yaşam tomura vurduğunda dallar korkma! barışırsın tekrar hayatla ürkmedi hiçbir nadastan insan yaradılıştan bu yana değişmedi bu yasa yerinde sayıyor görünse de can devingendir gebedir yeni uyanışlara yegane galibi 'zaman' bu sürgit kavganın korkutmasın yanıklar korkutmasın yarıklar sen yüreğe sıkıca tutun hiç durma zamanı yakala! bil ki kaçan zamandır yalnızca zaman! (23 Aralık 2003) (*) Bir yıl daha gitti yaşamlarımızdan. Yenisinin hepimize hayırlar getirmesini diliyorum. Bu vesile ile dostlara bir mesajım var. Uzun zamandır hasret kaldığımız sevgili kızımız bizlerle birlikte. İzninizle vaktimin çoğunu O’na ayırmak istiyorum. Önümüzdeki iki hafta boyunca “net”e sık giremeyeceğim için, mesaj ve mektupları yanıtlayamazsam eğer, beni şimdiden affedin lütfen. Hepinize kucak dolusu sevgiler ve MUTLU YILLAR ))) Mutlu bir anne! .... Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:20 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.