![]() |
Sevdada İntihar Olmaz!
şeffaf bir aşk sunuyorum sana teninde ırmaklar akan karanfil kokusu bırakıyorum kadın gibi kadınca yürürken içinden sıcaklığımdır ruhunu derinden yakan yürek kuyularına dokunduk biz saraylar kurduk onurlu kocaman krallıklar ki sende doğup bende serpildiler bende yeşerip sende yediverene döndüler sevdada intihar olmaz! sevdalar bilmez ölümü al gönlümü, al ve sakla yüreğinde baktıkça utansın destanlar çünkü ölümsüz bir aşk uyutuyorum içinde (24 Kasım 2003) Naime Erlaçin |
Seveceksen Böyle Sev
her gelişimde bir başkası olmama alış artık tükenmiyor içimde gizlediğim tarih kadar eski “ben”ler beni aşıp sana ulaşıyorlar kalabalıklar ortasında yapayalnız iki insan ne çok benzermişiz meğer! yeni bir dünya keşfetmek ister gibiyiz ne varsa çözümsüz insana dair bize terk edilmiş usulca dokunmuşuz yüreklerimize sessiz bir karanlığa tutunmuş susuzluğun nedenlerini sormuşuz aynilikle uyuşamadım hiç yüreğimde bin çeşit sevda saklı, alış artık! aykırı, sevecen, dik başlı, uysal özverili, gururlu, tutkulu, isyankar her ne vesaire isem seveceksen böyle sev! yaftaları anlamları unutarak her benimi sana uzanan her bir suretimi koşulsuz böyle sev! (08 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Severim Susmalarını*
severim susmalarını güzelliğindir beni böylesi boynu bükük bırakan yanık sevdalar büyütmüşsün ruhunun simsiyah telvelerinde isyana kalkışmak üzre gibiydin oysa her gün her dem her saniye severim aşkı saklamanı sararak yorgun düşlerine sürgit eskitirken yalnızlığı uykularını duru bir gölden aldığın suskun volkan tepesinde soyluca susmanı severim tutkulu bir lisanın var bana karşı giderek artıyor güzelliğin böyle suskun kalmalısın çözmeliyiz susarak sevmenin zorlu anlamlarını her an yanımda olsan bile severim susmalarını! ... (02 Ekim 2003) (*) Bu şiirin bazı dizelerini ve ana temasını vererek, şiiri yazmamı sağlayan Sevgili Eşim Şahin Erlaçin’e teşekkür ve sevgilerimle. Naime Erlaçin |
Sevmeyi Bilirdik Biz!
rüzgara verilen nefesin menzili ne öğrenemedik hiç dalganın hangi kıyıda soluklandığını en son salt umuttu yeşermesi hayal edilen fidanın toprak tohumlanırken gür müydü seslerimiz cılız mıydı yok muydu sıcak mıydı ardımızda kalan nefeslerimiz enini boyunu ölçmedik sevdanın bilmezdik neden sevdiğimizi sevildiğimizi sönmekte olan nefeste bile iyi bilirdik sevilmediğimizi hayatiyet belirtisidir sevgi ve nefret ve duygu sadece ölüler duymaz, onlar solumaz boy atarken umut dolu nefeslerde hem özgür hem tutsaktı sevgimiz gücümüz hayaller kadar aşk kadardı nefesimiz büyümeye dururdu kökler göverirdi yüreğimiz sevmeyi bilirdik biz! (06 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Sıfır
döküldü minesi sözün yazmam gayrı ya varsın bu alemde ya hiç! bir borcum vardı bencileyin üşüyen trenlere gözümü kırpmadan böyle karanlık günlere yürür giderim ön bahçem sizindi arkası benim sesimi kilitler ıssızlığa saatler zebanisine borç öderim raylara dökülür ünsüzlerim ve öksüz bir ünlü ufuk karanlık görüş mesafesi “sıfır” çatlamış sözdür titreyen trenlerin yükü biner giderim! (27 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
Sınav!
sınanmadı ki yazımız ölü mü diri mi bilelim kışımız aysbergin üstünde yürümek yadsımak ne varsa “yönümüz yok! ” demektir aslında açıkça söylenmeli böyle “her yer yönümüz olabilir” mesela yönsüzlük değil bu gece nöbetinde tutuklandı kalem kaygan teninde ufalanıyoruz buzun bayrak açıyor kış çağrısı içimin pastırma yazına kendini besleyen tümör kendini patlatır bir gün dönerek içinin kırk eylemine ...bekleyiş... sınav kağıtları nerede! (16 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
Sınır İhlali
-belki budur aşk! vazgeçmek kendinden yok olmak sonsuz bir nehirde varoluşu öğrenmek okyanusta yeniden cehennem şairi vurur mızrabı sözün teline yanmaya eşdeğer bir eylem bu! adı 'aşk' bir denizde suyun teninde tutuşur susar hançere ah aşk! üşürdü mutlaka denizler olmasaydın eğer yüreğin karasularında zamansız bir sınır ihlalisin sen (27 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Sıra Dışı Bir Çığlık!
üzerimizde ne vardı hatırlıyor musun ruhlarımızı giymiştik bedenlerimize çetelesini tuttuk ölümün kış soğurdu bizi son yaz günlerinde acıya ayardı sevda ve can kamaşıyordu gözler uzanırken eller kalkıyordu perde sonra gidiyorduk aniden ölmeyi bilmiyorduk üstelik yaşamaksa en ağır yük! rüya armağan edilebilir mi hiç mümkün sanmıştık dört yapraklı yonca peşinde koşan çocuklar gibi inanmıştık yıldızlar büyümezdi artık dillerde solan güllere benzediler doksan dokuzluk bir tespihle ellerimizde kuyudan çekildi de yaşam soğudu bir çiy tanesinde akrebin kuyruğuna takmadığım için düşleri çoğalan intiharların baş oyuncusu olmayı reddettiğim ve kadere delice şahlandığım için kızma sakın! bir gölge istemiyorum yar başında uçuşa yazdım kaderi ardımda sıra dışı bir çığlık bırakarak daha görkemli oyunlar da var hayatla ödeşiyoruz! ısınıyor kan çalmadığım son rüya emanettir sana birer birer kırılıyor iç kanırtan aynalar yırtık fotoğraflarda sırıtan çıplak unutulmaya mahkum yapayalnız bir gerçek var aşk iki, uçurum tek kişilikti duyuyor musun çığlığımı son haykırışım bu! kanıma karıştırıyorum dolunayı ölümsüz ateşini dağın acı benden önce iniyor uçuruma yağmur bekçisi rüzgara tutunarak ya uç benimle ya bırak! (04 Ocak 2003) Naime Erlaçin |
Sİ BEMOL MİNÖR – Op.23 (Düz Yazı- Anı)
“Tarifsiz bir melankoliyi sürekli içimde taşıyorum. Öyle bir duygu ki, kelimelerle açıklanamaz, korkuyla karışık. Ne olduğunu ancak şeytan bilebilir...' - P. I.Tchaikovsky Belki de Tanrı biliyordur! .... …….. Ortalamanın altında bir kayıttı. Baslarda çatlayan sesler kulaklarımı tırmalıyordu. Dünya piyano edebiyatının en etkileyici eserlerinden birini ve bana göre en eşsiz olanını dinliyordum. Çaykovski’nin Si Bemol Minör 1. Piyano konçertosunu… Kahvaltı sofrasında, simit ve susam kırıntıları arasında, sigara dumanıyla kolkola uçuşan ilahi notaları son zerresine kadar yakalamak istiyordum. Bestecinin fırtınalı ruhunu 1800’lü yıllardan alıp mutfağıma taşıyan ve buğulu bir dağ silsilesi gibi üzerime yığılan kreşendoların hazzıyla adeta bir kartala dönüşüyor; uçuyor, uçuyordum. Ne orkestra, ne de piyanisti beğenmiştim. Buna rağmen eser, “ben buradayım ve ölümsüzüm! ” diye haykırıyordu. Her ölçü ve pasajı ister istemez daha önce dinlediğim başka yorumcu ve orkestralarla karşılaştırıyordum. Sonuç kocaman bir hayal kırıklığıydı. Ama ne fark ederdi ki? Çamura bulansa bile, mücevher yine mücevher değil miydi? Üstelik çamura da bulanmamıştı. Yalnızca kaydın niteliği ve salonun akustiği yetersizdi. Öyle ki, piyano partilerinin şıkır şıkır parlayıp çınlaması gereken bölümlerde orkestranın sesi klavyeyi boğuyordu. Deneyimli piyanist ise, arka planın çığlıklarını bastırmak isterken enstrümanının sesini yükseltiyor; müzikalitesinden ödün veriyor ve sonuç olarak da tuşesi bozuluyordu. Her şeye rağmen eserin mükemmelliği karşısında saygıyla eğiliyordum. Çaresiz arayışlar, çelişkiler, karmaşa, derin bir acı ve keder, isyan, intihar teşebbüsleri; kısaca insan’ın trajedisi vardı orada. Bir andan sonra düşüncelerim Çaykovski’ye doğru akmaya başladı. Çılgın; çoğu kez anlaşılmaz, bazen de dengesiz olarak nitelendirilebilecek kişiliğini düşündüm. İnsanların ruhsal sorunları olması doğaldı ancak onunkiler sıradan olanlarınkinden biraz daha fazlaydı çünkü sanatın, yaratıcılığın ve doğum sancılarının öz çocuğuydu Çaykovski. Ayrıca bir zırdeli olsaydı bile, böylesi bir müzik yapıtını; bir tek 1. Piyano Konçertosunu yaratmış olmak dahi, kişisel kanaatime göre O’nun sanatını kutsamak için yeterli bir nedendi. Müziğin “harf”idir nota. Notaların içine gizlenmiş olan melodi ise, sırlarını asla çözemediğimiz evrenden bahşedilmiş bir armağandır. Seçilmiş aracılar genellikle dahilerdir. Onlar ki ne zaman ve nerede, ne yapacağını asla bilemediğimiz insanlar. Çaykovski de o kişlerden biri olup, yeryüzüne ender olarak gönderilmiş bir dehaydı. Ve bütün diğer dahiler kadar çılgın. Bu çılgınların hepsini taparcasına severim ben, özellikle Çaykovski’yi çünkü piyanonun tuşlarında Tanrı’nın izniyle Tanrı’yı ağırlayan biridir O. İlahi bir ses... ........ Bence Tanrı ne yaptığını iyi biliyor! … Bir Pazar sabahının duygusal izdüşümlerini sizlerle paylaşmaya çalıştım dostlar. Yüreğinizin müziği asla susmasın! Sağlıcakla ve sözün müziği şiirle kalınız. (7 Kasım 2004) - HAYAL Dergisi: Ocak, 2006 Naime Erlaçin |
Sigara
geceyi giydirirken sigarama yitik anlarda tütsüleniyor takvim sımsıkı kapalı odamın kapıları anahtar dumanda saklı her soluklanışta ilk baştan yazıyorum öyküyü bedenimde dolaşıyor şiir ateş içiyorum öncesinde sigaranın ve sonrasında zift kokuyor beynim bahçem al karanfil eski zamanlardan unutulmuş bir kan damlası mürekkebim vehmediyor şiir gölge oyunu arıyor alevin suretinde suyla ateşin birleştiği yerde sigarama soyunuyor gecenin öteki yüzü şiirim yalın kendine çıplak! ... (13 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
Siren
bir elim akrep bir elim yalnızlık etim kıyılır inceden keşfedilmedik kıtalar arar kendine asırlık bir kadırga özlemiyle büyür dalgalar koklarım havayı sahile vurur parçalarım bir elim sağır bir elim batık kalubeladan gelir tek başınalık adı konmamış ahitlerden yadigar bu hastalık çağırır sirenler susmaz! balıklara atarım sonra yüreği şiire banarak ufak ufak her deniz siren her deniz biraz ben alırsa o alır beni ancak (19 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Siyah Bir Hal
çöl bir yalnızlık buz bir duygu çarpıştılar devasa bir girdap doğdu kainatı içine düşürdüm kayboldu ben yokum! yaşamayı yadsımak bu simsiyah bir hal tuhaf bir vazgeçmişlik bilerek bırakmak kirlenmiş dünyayı tutunulan son dalı sonuncu uykuya doğru benimle gel hüznüm çıkalım yola bitsin artık yokum ben savaşmayı yadsımak bu! (14 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Siyah Zamanların Şiiri
yaprakdöker bir kabus kapımda siyahi acılardan canım yandı yine dağlandı etim düş'e çekildi silah vuruldu düşler vurulan düştü düşen çoktan ölmüştü güz intikamcısı mavi* güllere çevrildi yüzüm sağır bir güneş yangınıdır güller dünya bağışlamıştım onlara ey! yıldızlar ölümsüzlük ve yürek tozuyla ışıttığım gökyüzü yüzleşmenin mücrim yanağından titreyerek düştüler ikamet alnına namlu dayalı gece şimdi uluyan düşler ve hüznün mahcup gülleri vurularak birer birer katran karası o ülkeye geçtiler gün rahvan dal yoksun cam kırığı bir kabus üşüyor alnımda durmaksızın durmaksızın dur ey dur! ... (*) Mavi güllerin sahibi, hüznün sesi, genç şair dostum Sevgili Tülin Şen’e aramıza yeniden dönüşü nedeniyle ithaf edilmiştir. (25 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
Siyahı Bırakıyorum Sana!
koptuysam eğer gerçeklikten 'geçmişe dair' olduysam kendimce boşuna arama beni odalarda anıları topla...iyi bak! belki kalmıştır bir parçam içine düştüğüm aynalarda tutuyorsam yolu ardıma bakmadan bütün köprüleri yıkarak açıyorsam yelkeni sonsuza doğru artık duymasan da olur sesimi o sevdiğin kokumu olsa olsa kalmıştır belki saçımın bir teli buruşuk yastığında ihtimal yorgun düştüm yorulmaktan güzelce toplayıp yaşamı koydum çıkınıma 'anca giderim' deyip yola koyuldum yüreğimdeki çocuğun elini tutaraktan sen şimdi baharı bekle dur çiçekler açmasını ruhunda benim tomurcuklarım yalnızca bana ait bana açacak bundan sonra! nereye döndüysem siyah nereye gittiysem akşamdı vakit oysa gün her dem taze olmalı gündoğumuna dönmeliydi dünya her şafakta kalbim yerinden oynamalı bedenim bir bakışta aşka uyanmalı gidiyorum! pembeler yeşiller ölümsüz mavilerle kol kola sana kalan yalnızca siyah siyahı bırakıyorum sana! (06 Nisan 2003) Naime Erlaçin |
Siyahın Doğduğu Yerde!
nehirler mezar oluyor akıntıyla döllenirken kimi zaman bir beşik eğreti uykularda konuşamıyorum su sesine mıhlanıyor nefesim akıyorum! denize varmak içindir nehir kuruyarak biraz ama onuruyla bütüncül tersyüz edip dünyayı esrik bir yolculuğun son kertesinde dibini yıkamak için okyanusun dinliyorum: 'suya dönüşemedi insanoğlu' kan su değil mi! siyahı yaratıyor ateşin sağrısında çarpan yürek kuruyan bütün nehirlerin yitirilmiş coşkusu benim olsun! kızıldan turkuvaza dönüşün bıçak serüveninde çarmıhtan sökerek indirdiğim ademoğlunun gölgesinde bekliyorum ödenecek bedeller var daha durmalı bu lav akıntısı ateş sönsün önce mıhlansın nefesim gül ateşin sinesinde siyahın doğduğu yerde bekliyorum! (07 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Siz Büyüksünüz*
bir anne için ne yazılabilir ki “köpekler ana olmasın” derdi rahmetli ninem çileli iş analık ne kıymeti bilinir ne değeri anlaşılır analık yazgıya düşmedikçe anmak yetmez kısa düşer kuru bir teşekkür güç yetmez anlamaya hakkı ise hiç ödenmez eli öpülesi sevilesi analar ey! sıcacık bir selam süzülür yüreğimden gönüllere tuttuğunuz nurlarca kutlu olsun gününüz siz büyüksünüz! (*) İçinde ana sevgisi, ana yüreği taşıya tüm dostlara sonsuz sevgilerimle; bu günümü kırmızı güller(!) ve yüreğimde açan güller kadar güzel mesajlarla kutlayan bütün çocuklarıma ve analar için birbirinden anlamlı şiirler yazan şairlerime içten teşekkürlerimle… Sevginiz başım üzerine. Kutlu olsun hepinize …. (9 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
Son Bir Çubuk Tüttüreceğim!
kalemimde kalacak can suyum canım can çekişirken tenimde ölümle tanışacağım usulca yeniden doğmayı umarak uçurum başına dikilecek onurlu mızrak soyu atadan yadigar bir kızıl deriliyim yaşar ve ölür gibi aynı zamanda son şarkıyı haykırırken dağlara son bir çubuk tüttüreceğim hayatın anısına son savaşın son çığlığı son seferdir bu yenilgiden armağan bir vedadır bu topraklardan kalan koynunda sevda birikirken zühre’nin gürleyecek yine gökler uğuldayarak geçecek rüzgar terk edilmiş koyaklardan aşkların didesinde nur açacak yine yolumu tutup son çubuğu tüttürmeye gidiyorum bütün kahırlar ayrılıklar çekilen tüm acılar şerefine ölümle randevum var! (24 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
Son Damla
“O gülü o laleyi gören göz doldurur gök kubbeyi ağlayıp inlemeyle bir yıllık bir aşkın deliliğini veremez bin yıllık şaraplar bile” - (Mevlana Celaleddin-i Rumi) bin bir çeşit dili var aşk anlatmanın su değil ki dökülsün maşuk’un yoluna sonbahar akşamında sunulan karanfil gözyaşına perçinlenmiş resimdir bazen isyandır onca feryat onca haykırış kavuşma sancısı bir bedene özgürce kah ölümcül susku “garib”in dilinde kah sorgulamak sahipsiz adreslerde aşk görünmez hançer... deşer adamı tükenir nefes yapayalnız ıssız gecede ansızın söner yaşam...her yer karanlık koyulaşır o an....demlenir kandan akıncaya dek damardaki son damla kan aşkı sevmek zamanı tam da o zaman! (24 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Son Dua...(MEKTUP)
(Kısa bir süre önce katıldığım şiir ve edebiyat grubunun cenazesini kaldırıyorum bugün. Bazı anıların belgelenmesi gerektiğine inanıyorum.Ve bunu bir dostumla dertleşerek yapmak istiyorum izninizle.) Ahmet Abi, Canım çok sıkkın. Yaralandım. Hayatın havının döküldüğü günlerden birindeyim. Süt taştığında elzem olan kepçeye dönüştün yine. Bu mektubu asla okumayacaksın. Ne tuhaf değil mi, hayattaki en iyi üç dostumdan; tanıdığım en sıkı edebiyat adamlarından biri olmana rağmen ben sana son yıllarda ne “köpekbalıkları”, ne “sırtlanlar”, ne de “düşler” aleminde yazdığımı söylemedim. Uzun süreli ortalıktan kayboluşlarıma bir anlam veremediğini biliyorum. Hiç sitem etmedin, sorgulamadın ancak bir araya gelişlerimizde bıraktığımız yerden devam etmeyi bilirdik biz. Çalışır, konuşur ve düşünürken daima odanın içinde volta atarsın ya hani, son günlerde işte böyle oldum ben de. Demek ki, canı sıkılınca volta atanlardanmışım. Oturduğumda bile içimde voltalar büyüyor. Hem hayatın orta yerinde olup, hem de kıyısında durmakta uzmanlaşmış ender kişilerdeniz biz. Birbirimizi çok iyi anlarız. Üstelik birer ayakları hep dışarıda olan eşlerimiz bu seçimlerimize saygı göstermişlerdir. Onlar olmasaydı bu dostluk böyle sağlam olur muydu diye çok düşünmüşümdür. Sanırım olmazdı. Bizleri sevdiler, hoşgörüyle kucakladılar ve tüm yaşananları birlikte göğüslediğimiz için olsa gerek bir masanın dört ayağı gibi sağlam bastık yere. Ama az şey de paylaşmadık hani. Geriye dönüp baktığımda anıların içinde kaybolup gidiyorum. Müzik, resim, evlat ve hayvan sevgisi, çektiğimiz onca acı ve omuzlarda ağlayarak geçen anlar havada asılı duruyorlar şimdi. Fazlasıyla duyguluyum bugün. Biliyor musun, ağlayarak yazıyorum. Yaşamları piyano üzerine kurulu iki çocuğu gurbete verdik biz. Geride başkaları da yoktu üstelik. Fazıl başardı. O, artık bir dünya markası oldu. Kendi oğlummuş gibi gurur duyuyorum. Tıpkı Muhiddin ve diğerleriyle olduğu gibi. Ebru’yu ise büyük acılar, sorunlar, ertelemeler bekliyordu. Köpeğimizin doğumunda nasıl heyecanla gün saydığınızı unutmam mümkün mü? Her zamanki dik başlılığınla “Bana ne! Bu yaştan sonra köpek-möpek bakamam ben” deyişini; tüm sorumluluğu daha ilk günden Handan’ın üzerine yıkışını ve Buruşuğun tek yavrusu olan küçük Buruşuk dünyaya geldikten ve evinize yerleştikten sonra da yaşamının adeta ona endekslendiğini unutabilir miyim? Bilgisayarında çalışırken, durmadan başına dokunurdun. O ise senin yanından hiç ayrılmazdı. Sonra aylarca süren inanılmaz acılar çekerek, birbiri ardına zamanın atına binip dörtnala gittiler. Ana ve oğul. Hem öksüz, hem yetim kalmıştık. Beyinlerimiz boşalmıştı sanki. Düşünemiyor, çalışamıyor ve evlere sığamıyorduk. Yalnızca kalp ağrısı çeken aptallara dönmüştük. Ahmet Erhan’ın kitabını getirdiğin günkü hüznünü, coşku ve buruk mutluluğunu hatırlar mısın? Buruşuğa şiir yazmıştı. Resmini de koymuştu. Ankara’nın en heybetli boksörü(!) koç gibi duruyordu…. Neler gelip geçiyor kafamdan bir bilsen….O uğursuz Sivas gününde dost Metin Altıok’u yitirmiş olmanın acısı, Uğur Mumcu’nun vahşice katledildiği gün sokaktaki buz. Ağlayamamıştık hani? Bizler de buz kesmiştik adeta. Ve daha nice fotoğraf anılarımdan asla silinmeyecek. Torunlarımız dünyaya geldiğinde ne çok sevinmiştik. Hani diyorum ki, biz bir dolu doğum ve ölüm yaşadık birlikte. Acı ve mutluluk paylaştık. Bir lokma ekmeği bölüşür gibi…Şahin’in sana takılmalarını ve senin “Al şu faşist kocanı başımdan! ...” diye haykırışlarını nasıl unutabilirim? “Sen resme devam etmelisin” derken yüzündeki kırgınlığı, kızgınlığı; resimlerimi neredeyse zorla toparlayıp sergi açmanı nasıl unutabilirim? İşte bu yüzden yazdığımı söylemedim sana. Beni resimden uzak tutan bir uğraş içinde olmam seni üzecekti biliyorum. Bugün neden küskün olduğumu ve neden yine kıyılara vurduğumu nasıl anlatacağım şimdi? Gruplardan falan da haberin yoktur senin. Boş ver! Bir yerlerde kendimce yazıyorum işte. Yuvam gibi oldu buralar artık. Bir dolu okuyanım-okumayanım, sevenim sevmeyenim, destekleyenim-köstekleyenim var. Sen bu işleri iyi bilirsin. O camianın temel taşlarından birisin çünkü. Bir süre önce ciddi olduğuna inandığım bir şiir-edebiyat grubuna katılmıştım. Azımsanmayacak sayıda şiir ve yazı yükledim oraya. Sonra benden kaynaklamayan bir pürüz çıktı. Grup kurucusu, grubu yöneticilerden birinin de ben olduğum ekibe bırakarak ve geçici olarak bir kenara çekildi. Ne yazık ki bazı yöneticiler gerçekten amatördü. Ve bir gece, bir tanesi kimseye danışmadan herkesin şiir ve yazılarını gözünü kırpmadan sildi. İyi niyetle ve beyaz bir sayfa açmak içinmiş! ...Onun kişisel grubunun da bir üyesi ve yöneticisiydim. Bana dahi danışmadı. Üstelik tanınmış bir ressamdı bu. Demem o ki resim emekçisi bir adam, yazın sanatının emeğini hiçe sayabilmişti. Doğal olarak tepki ve isyanımı dile getirmekte gecikmedim. Ama neye yarardı? Yorum, görüş, eleştiri, şiir ve yazıların tamamı gitmişti. Bunun beni ne denli üzdüğünü, kızdırmanın ötesinde kalbimi nasıl kırdığını sözcüklerle anlatmak mümkün değil. Sana yazmayacaktım ama o kişiden dün gece bir mektup aldım. Anladığım kadarıyla sivri dilimden etkilenmişti. Biraz da sinirlenmiş gibi geldi bana. Bir sanatçı olduğundan, tablolarının saraylarda sergilendiğinden söz ediyordu. Doğru olduğunu biliyordum. Sevinir ve yürekten kutlarım. Ama onu yanıtlayamadım. Ne deseydim yani? “Onlar senin övünülecek eserlerindir. Tıpkı senin yazılarımızı çöpe attığın gibi bu gruptan her hangi biri, bir gece vakti bir kutu boya ve fırça ile gelip hepsini tek renge boyasa ve yok etseydi ne hissederdin? ” diye sorsa mıydım kendisine? Bu soruya yanıtı olan kişi böyle bir davranışta bulunur muydu sence? Gerçek bir sanat eleştirmeni ve ödüllü bir sanat emekçisi olarak şimdi söyle bana. Sanata dahil midir bu tarz bir davranış? Taliban’ın heykelleri yıktığı günkü acılarıma; Fahrenheit 451 günlerime geri döndüm dün gece. Ve kozamda gözyaşı döktüm. İnsanlık adına ağladım! .... .................. C. Dündar grubu 59 kişilikti. Yazılar silinmekle kalmadı, dün sabah 58 üye birden atıldı. Grubun adı değiştirildi. Ve ne yazık ki öldü! ....C. Dündar’ın ise olan bitenden haberi olduğunu hiç sanmıyorum. Ancak kişisel görüşüme göre O’nun tek hatası, haklı şöhreti ve bin bir emekle edindiği onurlu adını çok yakın bir dostuna gözünü kırpmaksızın emanet etmiş olmaktı. Dündar için de gözyaşı döktüm…. Sevgili Ahmet Abi, sen dostluğun hakiki anlamını ve dost yoluna post olmayı bilenlerden birisin. İşte bu yüzden, taşan sütün kepçesi veya bir köpeğin sadakati ve sevgisi kadar elzemsin bugün. Yüreğini, kanayan yüreğimin üzerine bırakman yeterli! ...Ben hissederim… Sevgi ve sağlıcakla kal…. (10 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
Son Ferman
satırın ucundaydı ferman ve ben kendimden davacı erguvan celselerde ödenen ceremeden değer bilmesine bildik de simyasını çözemedik ahvalin nelere kadirdi anlamadık hiç insan birikirdi sevgimde şimdi parçalanıyor hepsi, lime lime parmak uçlarım yanıyor istemem geride kalsın bozukluklar! tek kişiliktir kefen cengaverler hep yek ölür yüreğe vuruyor da ateşin harı kaf dağına geçiyorum ben “gör ki: simurgun ne damı, ne de sayyadı var”* an gelir çözülür kitap acılar erbainden başka bir diyara taşınır sonuncu fermandı kestim kellemi bastım mührü üstümde kaldı alemin utancı yanılgıya sustum ey! (24 Nisan 2004) (*) Ragıp Paşa Simurg: Anka Dam; Tuzak Sayyad; Avcı Naime Erlaçin |
Son Nokta
anlamıyorum ruhum neden bu denli yaşlı! geçmişle muhabbet tek çıkmazı kaderim mukadder olmuş idea* larla ödenen bedelsiz bedellerle yarına ait dünlerden bir yolculuk bu ezelden ebede meçhulde sislere bulanmış sonu bilinmeyende kim yaşlı kim genç kim biliyor son nokta son söz nerede (*) Platon akıl ve ruhta gizlenmiş İdea’lardan söz eder. Ruhun DNA’ları gibi... Sanatçı ise ideaları yeniden gören kişidir. Ressam görür, müzikçi dinler, şair duyar. İdea’ların tanıklarıdır onlar. (20 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Sonrası Yok!
hüzünler ülkesinde dün akşam korsandı yelkenim ummanda vurdum kalemi sevdaya en aşina dost kucağında avucumda bir müjde böceği -vakit zamanlardan kuşluk- pek de masum kabuğunda yıldız*taşıyor beneklerden kıpkızıl kanatlarında tabletler tarih yüklü kavgadan oysa düşünce yazılmalıydı önce kehribar olsaydım düşünceden geçmişi gizleseydim inceden ağlamazdı düşlerim arsızca sır dökmezdi aynalar fikrim kıpraştığında ilk yaprağı okudum bu sabah adı 'tomurcuğun öyküsü' deli sürgünler gölgesinde mecburiyettendir artık yazmak! (neden çoğalmaz akıl şair büyütürken kainatı düşünce olmazsa şiir olur mu hiç söz düşer mi yere düşünce bittiğinde!) yazmak zamanıysa iklimlerden bir rüyadır aslında ödünç verilen kim keşfeder esrarını alemin kim çözer bilinmezin sırrını ateşböceği kızılda divane ve son yaprak düşmekteyken ya sonra sonrası yok! ...... * Küçük Prens'in asteroidi B612'dir sözü edilen yıldız (Saint-Exupery) (18 Nisan 2003) Naime Erlaçin |
Sorunum Var! .. (Düz Yazı)
Benim bir derdim var. Bir değil, çok aslında... Hangi birinden başlasam? İlk olarak içimi susturmalıyım. Öylesi bet bir sesle konuşuyor ki bu “iç”, eleştirmene falan hacet yok. Kimseleri beğenmez ukala. En başta da beni. Anlayacağınız akut safhada paranoik-şizofrenik, zaman zaman da obsessive-****lomanik bir vaka. Aklı sıra bende panik ataklar yaratacak ama beceremedikçe hırslanıyor. Yarım asırdır bu sesi dinlemekten bıktım, usandım artık. Üstelik 50 -0 da galibim. O ne kadar çok konuşursa, ben iki misli konuşuyorum anlayacağınız. Ama yoruluyorum. Karar verdim; bugünden tezi yok idam hükmünü imzalayacağım. İlk söz olarak söyleyeyim ki kayıtlara geçsin; belgelensin ve böylece temelli rahatlayayım dedim hani… Şimdi bu vatandaşın iç sesinden size ne, değil mi? Oysa benim için çok şey demek. Günümüze kadar beni oyalayan oydu. Maçı kazandığım halde, sahanın dışına çıkamıyordum bir türlü. Bu nedenle fermanını mühürlüyorum bugün. O gidiyor ve ben bütün hayallerim, kavgalarım, düşünce ve duygularımla birlikte geliyorum… Merhaba dostlar! Gelelim ikinci sorunuma. Daha önce de yazdım ve dillendirdim. Kimsenin umurunda olmadı. Ben bu teknoloji işine akıl sır erdiremiyorum. İşe yaramaz bir dolu ıvır-zıvır icat etme peşinde harcanan bütçelerle arzu etseler Mars’ta koloniler; Ay’da, haydi haydi yazlık siteler kurarlardı. Oysa alt tarafı bir “düşünce teybi” istemiştim onlardan. Yani haksız mıyım şimdi? Ayakta çalışmak zorunda olan insana sırt masajı yapan alete kafa yoracak ve bunun da altından kalkamayacaksın. Zira yüklediğin onca kiloluk donanımla adamı rahatlatmak yerine bel fıtığına mahkum edeceksin. Sonra da benim düşüncelerim uzay boşluğunda hovardaca akıp giderken, kalem ve klavyeyi saf dışı bırakacak; onları düşünme hızında kaydedecek bir düşünce teybi icat edemeyeceksin. Var mı böyle bir şey? O araştırma bütçelerini karşılamak için her birimizin kanı emiliyor. Kendi adıma ben günde dört paket sigara içerek neredeyse kırk yıldır dolaylı vergi ödeme dilimlerindeki yüksek ve onurlu (!) yerimi muhafaza etmeyi ısrarla sürdürüyorum. Aynı zamanda sigaradan vazgeçirme fonları üretiyorum. İçiriyorsun ey sitem! Gençliğimde az reklamını yapmamıştın hani. Sonuçta içiyorum işte ve ödüyorum. Vazgeçirdiğin kurbanlar ise başka bağımlılıkların kucağına düşüyorlar. Bir de onları doğrultmak için ödüyorum. Bu nasıl hesap, anlamadım doğrusu. Benden tahsil ettiğiniz vergilerle söz gelişi sarımsağın kokusunu yok etmeyi başarmış olabilirsiniz pekala. İyi de, bunun bana veya mideme ne faydası var? Yani şimdi kokusuz sarımsağı yiyince midem ağrımayacak mı? Ayrıca “sen vergini devletine ödüyorsun “ demeye falan kalkışmayın sakın çokuluslular! . Ulu devletim benden alıp size borç ödüyor. Hem de ta Osmanlı’dan beri! Ben ise halen düşünce teybimi bekliyorum… Düşüncelerimiz kayboluyor ilim irfan sahibi efendiler, baylar, bayanlar, düşünceli ve düşüncesizler! Öncelikle onlara sahip çıkalım. İnsanın beynine bilgisayar yerleştirmekten söz ediyorlar durmaksızın. İleride neler olacağını şimdiden görür gibiyim. Dünya pazarı, çokuluslu iki şirket arasında paylaşılır ve acımasız rekabet başlar. Bunu izleyen Allah’ın her günü ise, gelsin güncelleme fasılları. Herhalde beynimize “ding! , yeni güncellemeniz var” diyen bir uyarı merkezi yerleştirecekler. Ama ne fayda! Adaletsiz rekabetin gözü kör olsun. Bir gün mutlaka rakip şirket beyninizde bir boşluk, bir aralık kapı yakalar. O gün fena halde aşıksınızdır mesela. Veya işle ilgili sorunlarınızda boğulmuşsunuzdur. Ödemeniz vardır ama banka hesabınız “S.O.S” veriyordur. Ya da kapı komşunuzda çocukları vuruyorlardır. İsyandasınızdır ve beyninize çoktan inmeler inmiştir bile. Kısaca, beyniniz, ruhunuz, kalbiniz korunmasız ve zayıftır demek istiyorum. Böylece virüslenirsiniz. Yarın “hack”lenir, öbür gün de çökersiniz. “Update” olayım derken dümdüz (down) edilip kalırsınız. Olur biter! İkinci olasılık ise, programlar mükemmel çalışır. Yeryüzünde aniden binlerce benzeriniz türer. Koro halinde davranır, mantarca şarkılar söyler, koro halinde düşünür, koro halinde eksilir çoğalır; hissetmez ve hatta düşünmezsiniz bile. Programınız var ya, oh ne ala! Sorunları program çözümler ve bilgisayarınıza gerekli ayarları kaydeder. Bireysel yaratıcılıktan yoksun olarak aşk yaptığınızı düşünün bir de. Bu da laf mı şimdi? Kocaman bir mantık hatası! 'Kısıtlanmış makine düşünürleri' olduğumuzu unuttum bir an. Bu durumda aşk bizim neyimize? Kuru bir cinsellik çok bile! Hele şiire hiç gerek kalmadı. Düşünen insan faktörü olmayınca bu alemi yönetmek fevkalade kolay. İlim irfan sahibi çokuluslular iyi bilirler bu gerçeği. Canlıları koyun gibi gütmekte ustalaşmışlardır adeta. “Koyun” derken, ne için olduğunu dahi bilmeksizin tüketenleri; sormayan, sorgulamayan, “öteki”ler için acı çekmeyen, insani sorumluluk taşımayan ve başını dik tutmayı beceremeyen kurbanları kast ediyorum.. Sonuç ne peki? Dünya genelinde büyük şirket bilançolarında az emek karşılığında bol kazanç görünür. Çağımızın yükselen değeri o sayfalarda yıldız gibi parlar. Ne acıklı değil mi? O halde, hep birlikte gülelim ağlanacak halimize! ……………. Ütopik bir düş dünyasında sizleri bir gezintiye davet ettim bugün. Çocukluğumda Jules Verne ile çok dolaştım da ondandır belki bu kusurum. Düşünceleri kaydetmek keşke mümkün olabilseydi. En çok da ben mutlu olur ve düşler aleminde böylesi uzun yolculuklara çıkmak zorunda kalmazdım. Ama ne yazık ki hayallerimin gerçekleşmesi mümkün değil. İmkan dahilinde olan somut bir şey var ama. Düşüncelerimize sahip çıkmak; onları para ve güç makinelerine kaptırmamak; tarlayı sürüp ekmekten asla vazgeçmemek ve düşünce ürünleri toplamak gibi… Tarlanız verimli, hasadınız bol, yolunuz açık olsun dostlar! Kalınız sağlıcakla … (31 Temmuz 2004) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Söğüdün Uyanışı
arzuyla inliyor söğüt dalı kar suyuna kükrüyor salkım saçak şifresi aşka açılmış bir kadın kadar heyecanlı hatırlıyor geçmiş baharları dala hasret kuş ötüşünde yankılanıyor yeşil talan ediyor doğa ezcümle mevzileri izliyorum maiyeti ölü bir kış ağrısından uyanan ürkek dirilişleri başı boş bir bahar cini dolanıyor ortalıkta ışık yağıyor karasularıma eteklerinden dışarıda bayram var! “yarim orayı mesken mi tuttun” diyen kadın bir de geçen yüzyıldan kalma nereye kaçtı gözlerim ah! baraj kapakları açılıyor aklımın ellerim kara sevda indir ud’unu artık nenem sultan! kuşan alacalı urbanı durma benim için çal! kainata yayılsın amber kokun çemberinde gül ezgiler tutuşsun söğüt dalı olsun mezhebin meşrebin bu gece görmüyor musun bizim sokakta bahar var! hatmi çiçeği bıraktım başucuna... (4 Nisan 2005) Naime Erlaçin |
Söğüdün Yüzü Yere Bakar!
hayata özdeş kıl beni çarpışsın yürekler kaybolalım kehanetin kör ucunda varsın kısa düşsün yollar varsın yaralar açılsın yaralar da şart kabuklar kadar! ateşe özdeş kıl beni yakıştığı kadardır yangınlar koyuver gitsin sonra tükensin tütün basılan tüm acılar ateşin de külleri var kuyunun dibi kadar aşka özdeş kıl beni yüreğimden tut doruğa çıkalım kopar beni bu alemden kopar ki sonrası fark etmesin birlikte düşmek güzeldir inan tırmanmak kadar bir hüznü var söğüdün! ufkunu arayan göç kuşlarıyız şimdi hilesiz bir kumardı yaşam hilesiz bir yoldu tutulan “ölümüne” sevmekti aşk ölüme özdeş kıl o halde henüz yaşanmayan bile güzeldir seninle yaşanan kadar! yere bakıyor söğüdün yüzü (1 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Söz Pınarı
her şeyi bilensin sen ben bilmeye çalışan bilgelik ruhunda senin bense arayan üzülme yorulmam sevdiğim bıkmam! sözün pınarı sensin çünkü sözü kurutanlara inat saçımı yine okşa! (23 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Söz Veriyorum!
elinden kayan “zaman”dır henüz yakalayamadığın yitirme umutlarını! güneşin ufku öptüğünü görüyorsun sönükleştiğini dağların arkasında yüreğin dokunmadı henüz bir yüreğe yanıtlanmadı çığlıkların üzülme sakın! şarkını duyacağın günü bekle onu bekle güneşin doğacağı yerde düşünü süsleyen bir tutam fesleğenle bulut olup göğsüne konacak aşk rüzgarın esintisine terk et yalnızlığını sadece şarkını dinle güneşi kaçırma tanıyacaksın onu yüzünde aydınlık bir tebessüm öylesine özlemiş olacak ki dokunmadan daha ona ruhuyla kucaklayacak seni söz veriyorum! mutlu olacaksın güneşi doğarken yakala yeter! her zaman hoyrat değildir aşk yoluna güzellikler de serer (08 Ekim 2003) Naime Erlaçin |
Söz’e Biat*
- söz’le suç ortaklığıdır yazmak… “söz”ün kölesiyim suçuma bile beni ey söz! “hiç”ten tutarım yolu tefekkürde çakar şimşeğim var oluşun ışığına doğru aheste giderim kıldan incedir boynum izimin izinde ancak izimi “söz”le bulurum söz'le bir suç ortaklığı tek dileğim! (21 Şubat 2004) (*) Sevgili Ayşe Keskin'e sonsuz teşekkürlerimle ) Naime Erlaçin |
Söz’e Selam
söz bir güvence kapıya dayanmamış alacaklı yarınlara tutkunun gücünden baskındır kudreti aşkın mühletinden kelamın hikmeti söz sözse eğer bozkıra at hiç korkma! yaprak yere düşene dek gülistan yaratır kıraç toprakta ister aşka dair söylensin ister hayata selam olsun benden söze ve sözü olana (18 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
SÖZCÜKLER ve DİL (Düz Yazı)
Sözcükler bir dil oluşturmakla kalmaz. Onların da kendilerine has ve evrensel bir dilleri vardır. Sözcükleri bozmak, anadili kaybetmekten de öte bir şeydir. Bu aynı zamanda, asırların eleklerinden süzülerek gelmiş nadide bir güzelliği hoyratça hırpalamak anl****** gelir. Arapça, Farsça, Kürtçe, Türkçe, Fransızca, Latince, vs. olmaları hiç fark etmez. Asıl olan onların ne anlatmak istediğidir. Budanır veya değişime uğrarlarsa eğer, yüklendikleri anlamı bize taşıma özelliğini tümden yitirirler. Onlar yok olurken, bilgi eksilir ve sonuçta biz çoraklaşırız. Sayılar ve dili oluşturan harfler bütün şifrelerin anahtarı olduğuna göre, bu durumda tek bir harfin kaybolması bile çok önemlidir. “Sıfır”ın kaybolması gibi bir şey bu... Düşünsenize “sıfır”sız ne yapardık biz? Sözcüklerden şapkaları kaldırmaya benzemez bu iş. Başta iletişim ve finans sektörü olmak üzere pek çok iş alanı çökerdi. Dilde ise çöküş daha sessizce ve derinden gerçekleşiyor. Ve bir gün, önünde sonunda gümbür gümbür patlayacak. “Sergüzeşt” ve “macera” eşanlamlı olabilir mi hiç? “Enkazlar, eşyalar, malumatlar, talimatlar', ki bu sözcükler ler-lar takısı almadan da çoğuldurlar ve yanlış kullanımdalar. Veya 'mütevazı' yerine 'mütevazi” denilebilir mi? Paralel yerine “mütevazi” kullandığımda - ki doğru bir kullanım şeklidir bu - insanların nirengi noktaları ne olacak peki? “Tevazu”yu mu anlayacaklar, yoksa geometrik bir terimi mi? Dilin yanlış kullanımından kaynaklanan müthiş bir kavram kargaşası var ortalıkta. Burada bir cinayet işleniyor, haberiniz ola! “Melal”i çöpe atarsam, Haşim’i nasıl kavrar; “giryan” ile vedalaşırsam Fikret’le yarenliği nasıl sürdürebilirim? “Hüzün' (hüzn) e ne demeli peki? Onsuz, bunca kültürün acılarla yoğrulduğu; her karışında derin izler bıraktığı bu topraklar ve onun insanının gam yükünü, elemi nasıl açıklar; bırakınız açıklamayı, kendi kuşağımın gereği olan kültür aktarım görevimi nasıl yerine getirebilirim? Sözcükler ve anadili katlederken, gençlerin canına nasıl can katarım sonra? Çirkin ve niteliksiz 'Amerikanca' çeviri örneği olan “üzgünüm” yetmiyor böyle durumlarda. ”Müteessir” lazım bana ki, duygulanıp etkilendiğimi; hüzünlenip kederlendiğimi ifade edebileyim. Ve böylece; “Hayatı bence teessürdür eyleyen ispat Taayyün* eyleyemez nevm** içinde reng-i hayat” ...diyen Fikret’e hem ulaşıp, hem de aynı zamanda genç kuşaklara ulaştırabileyim. “Çimmek” ve “çemkirmek” sözcüklerini günümüzde kaç kentsel kökenli, eğitimli kişi biliyor dersiniz? Bilmiyorlar tabii ki... Öğretmedik onlara. “Dahi” anlamındaki “de” ve “da” ların ayrı yazılması gerektiğini bile öğretmemişiz ne yazık! Peki biz, eski kuşaklar nasıl koptuk dilimizden? Yolu açmış olmalıyız ki, arkamızdan gelenler olmuş. Onu da kısmetse bir başka zaman konuşuruz dostlar. Siz düşünmeye başlayın hele… Bu gün de böyle dostlar! ............. *taayyün: meydana, ortaya çıkma **nevm:uyku, rüya (20 Haziran 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Sri Lanka'da Fillerle Polo Yapan Binici!
ne oyun teorisi ama kazanmak yetmez dayanmak lazım! ben kapattım kendimi dağda bayırda denizde hatta hapiste bu şu o herkes kapattı işte! çektim ipi artık tek kişiyim fillerle polo'da gül serptim başınızdan oscar’ı verdim gitti en teneke madalyaları da ödülünüz daim olsun! duydum ki kahramanlığa soyunmuşsunuz bir de tebriklerimle! sahi kaç kişiydiniz siz kaçar tane kaç kişi “hem yiğit ol hem er” bilir miydiniz acaba Pitagor’dan armağandır bu bize güller size...polo bana yetti bre yetti bre! (11 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Su Kenarında Bir Akşamüstü (Düz Yazı)
“…..yazdıklarınızı göndermek istemiyorsunuz bana öyle mi? İnanmıyorsunuz bana öyleyse. Kafamda yarattığım kadını sarsar mı sandınız? ...”* Franz Kafka’nın yukarıdaki sözlerini okuduğumda kafam bir hayli karışmıştı. Üzerinde dakikalarca düşündüm. Öylesine düşündüm ki, uzunca bir süre başka bir konuya yoğunlaşamadım. Her yazar veya yazı üreten kişinin hayalinde az da olsa Kafka veya O’nun ayarında bir yazara benzemek yatar. Çoğumuz aralıksız yazarak bu hayale ulaşmaya çalışırız. Benim büyük hayalim ise farklı bir Milena olabilmekti. Çok sayıda kişinin yazılarını gönderdiği bir Milena’dan söz ediyorum. Ne demek istediğimi biraz açmam lazım sanırım. “Mektuplar” ın adresini bulmasına pek de aldırmayarak sürekli yazıyordum. Yolladıklarımın yanıtlanması çok önemli değildi. Ben yazdıkça nasıl olsa bir yerlerde yankılanıyordu onlar. Zamanla kişilerin aslında birer “kuyu” olduğunu fark ettim. Bu kuyular oldukça tuhaftı doğrusu. Ancak ses verdiğimde onlardan ses alabiliyordum. Oysa ben bir kuyu olup sessizce beklediğimde, bana ulaşan sesleri – birkaç istisna dışında – genellikle doyurucu bulmuyordum. Cılız seslerdi bunlar. Halbuki gerçek bir Milena olsaydım, güzel sesler duyabilir ve sonuçta daha güzel sesler yankılayabilirdim. Görüşlerini, düşünce ve duygularını yazabilirlerdi pekala. Ürünlerini gönderebilirlerdi. İyi bir dinleyici olduğumu biliyordum. Yanıtlamayı da seviyordum. O halde sorun neydi? Kafka’nın da işaret ettiği gibi; belki inanmıyorlar ya da büyük olasılıkla seslenmekten korkuyorlardı. Beynimde yarattığım hayalleri yıkmaktan mı çekiniyorlardı? Öyle idiyse eğer, neden ilk sesi ben veriyordum daima? Bir hayal yaratmış olmayı önemsemiyor muydum, yoksa abartılı bir şımarıklık ve özgüvenle verdiğim sese fazlaca mı güveniyordum? Ancak bu sorular ikinci derecede önemliydi. Asıl sorun benim gerçek bir “kuyu”, yani Milena olamayışımdı. Bu ise beni fazlasıyla üzüyordu. Bu düşümden vazgeçmem gerekiyor artık. Fazla sayıda seçeneğim olmadığına göre ilk sesi vermeyi sürdürmeliyim. Bunun dışında yapacak çok az şey var. Sanırım bütün mektuplar Milena’ ya yazıldı ve bitti! Bana sadece yazmak kalıyor. Son seçeneği ise kendimde saklı tutuyorum. O da hiç yazmamak! …………….. (*) Franz Kafka: “Milena’ya Mektuplar” (06 Temmuz 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından... Naime Erlaçin |
Su Şiirleri 1: Aynı Sudan veya...
kıraç toprağa sağanaktır yüreğim kaçışlarım çoğu kez bana dair benim mülkiyetimde onlar bana emanettir öznel hapisliğim tarifi neydi özgürlüğün? -kullanmasam da kullanacağımı bildiğim şey- ben özgürdüm o halde! suydum mesela aktım kendi yatağımda sahile vurdum zerrelerimi hürdüm kendi ummanımda dere isem kar suyum olmalısın bulutsam eğer yağmurum ol gel örseleme beni fırtınayla su olup akmalıyız biz sınırlar tutunamaz hiçbir suda sevginin bir tarifi de su aynı sudan doğmalıydık “ben” olmayı unutarak su gibi özgürce ve tek birimiz su birimiz toprak oysa toprak suyu bekler su yine toprağa gider ikisi farklı da olsa! (26 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Su Şiirleri 2: Açık Denizde Ölüm
gün alacasında yakalandılar ortalık bir yerinde denizin ne bir kürek ne bir bot ne cankurtaran simidi pusula çoktan yitirilmişti yoktu kuşlar kıyıyı işaretlesin savrulup gittiler öylece ne anlamsız bir son! ne biçim bir girdap durgun sularda kuduran önüne geleni vahşice yutan birinin bir ayağı suda köprüde yalnızdı kaptan çan seslerini dinlediler var mıydılar yok muydular bilinmez sisin içinde yitip gittiler su olmanın ikinci hali... (26 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Su Şiirleri 3: Su Yolunu Bulur
rengini yitirdi gökyüzü geri dönüldü ruh sarnıcına gökler kıskançlığa durdu ve yağmura yağmur bitti suya kırıldı buz su uçup gitti toprak suya teslim, su toprağa gizlendi yeniden su yerin yedi kat altına aslan in'ine su derine tükenmedi toprağın bereketi yüreğinde sürgünler büyüttü ezilerek suyun altında ancak kayanın gücü suya yenik düştü su yaşam su ölüm aslında su güç yanılan insan su yanıltmaz asla! öykü su olmanın üçüncü hali... (26 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Suçu Üstlenmek!
bilirdik sevmeyi anamızı sever gibi sevilmeyi keşfettik sonra ve acıyı sevindik ağlarken birileri delirdi ah bu isot tadı ağzımızda cinayet mahallini deşiyor vicdansız yutkundukça kızıllaşıyor ten donuyor akıl unutuldu çizgi ötesi terk edildi sevda zihin içi Sibirya eksi elli derece gibi kokuyor ayaz kalabalık bastırdı sözde meleklerden fikir sorumsuzu olduk anlamıyoruz n e d e n duygu icralık n e d e n yaşam bu denli insafsız! mesnetsiz bir mahcubiyetin yanağından süzülerek düşüyor gözlerimiz hüzün tuşlarına suçu üstlenecek biri lazım : tüneldeki karanlık 'burası tek yönlü’ diyor 'git! git buzlaşmış yarısından galaksinin! ' darağacındaki ipi ben alayım siz aklandınız! (28 Mayıs 2005) Naime Erlaçin |
SUDAKİ HALKALAR - Düz Yazı
Görsellik deyince akla önce resim, heykel, sinema, bale, tiyatro gibi görsel sanat dalları geliyor. Edebiyat ve özellikle de şiirin bu sınıflamadaki yeri ise oldukça alt sıralarda… Örneğin resim öncelikle göze; şiir ise sanat eseri ile alıcı (reseptör) arasındaki kanallar açıksa eğer, doğrudan zihne hitap eder. Birinin çizgi, desen ve renklerle yaptığı işi diğeri soyutlama ve imgelem gücüyle başarır. Her ikisinde de alınan uyarılar sonuçta beyne ulaşır. Resim ilk anda duyumsanmanın ötesinde elle dokunulabilen, boyutları fark edilen bir öğeyken şiir aslında var olmayan (hayalî, kurgusal) bir görüntüyü kişiye göre biçimlendirip yeniden hayaller inşa eden, ya da var olan hayallerle buluşmak suretiyle onun karanlık odalarına sessizce sızandır. Bu bağlamda şiirin kişisellik, birebirlik ya da mahremiyet olarak nitelendirilebilecek bir özelliğinden; kendisine özgü karakter yapısından söz edilebilir. Görsel ve plastik sanatlarda obje göz aracılığıyla izleyiciye ulaşırken şiir okura dil kanalıyla dokunur ve oradaki görüntü belleğini canlandırır. Tüm sanat dalları değişik rotalar izleseler de esasta çok farklı değildirler. Yalnızca bazıları birbirine daha yakındır. Can Yücel şiirlerinin Burhan Uygur tarafından resimlendirildiği ”Rengâhenk”in (İKSV Yay. 2007) önsöz yazısında Ferit Edgü şöyle diyordu (“Yücel ve Uygur: Şiirin Resme Dönüşmesi”) . “Sanatlar arasında kardeşlik var mıdır? Varsa hangi sanatlar hangilerinin kardeşidir? Kan bağından değil, sanatların yapısından, sanatların dilinden söz ediyorum.” Birbirinden bağımsız olarak gerçekleştirilen ”Rengâhenk” şiir ve resim çalışmalarının aynı kitapta buluşması, sanatlar arası kardeşliğe ve şiirin görsel olarak yorumlanmasına verilebilecek somut örneklerden biridir. Aslında tüm sanat dalları, yapıtlarla oluşturulan 'üst-dil' sayesinde anlam yaratır. Seyirci, dinleyici ya da okur açısından algılama yöntemlerinde derin farklılıklar olduğu söylenemez. İzleyici ilk aşamada bir “ayna” görevi üstlenir. Farklılığı yaratan ana unsur, onun bu sürecin devamında ileriye doğru yansıttığıdır. Suya atılan taş ve yarattığı halkalara benzer bir durum… Diğer bir deyişle, kişi eserden aldığı her ne ise, ona kendinden de bir şeyler katarak eylemin dev****** bizzat varlığından bir iz, bir damga bırakır. Sonuçta her birey kendi fotoğrafını çeker. John Berger “görme biçimi” diyor buna. Görme biçimine, ikinci bir boyut olan “görme hızını” da eklemek gerekir, çünkü insan belleği dille kıyaslandığında görüntü motoru açısından daha donanımlı olup gördüğünü okuduğundan çok daha çabuk algılar. Peki gelişmiş bir dil okuma motorunu hızlandırabilir mi? Elbette evet… Şiire geri dönersek eğer, onun doğası itibariyle bu alanda oldukça yavaş kaldığını biliriz. O halde dil, bir araç olarak zenginleştiği oranda şiirin görsel yapılanmasına ve okurda yarattığı algılama /çözümleme /özümleme kapasitesine katkıda bulunacaktır. İç görsellik olarak adlandırılabilecek bu nitelik bir bakıma anlama ulaşmanın başlıca yollarından biridir. (Çağımızı soğuran yapay görsellikten ayrı tutmak için özellikle iç görsellik kavramını kullanıyorum.) Üzerimize yığılmış, önceden tanımlanmış, “depolanmış gerçeklik” ten (J. Baudrillard) değil, kendimizden de ilave ederek yaratılan bir olgudan ve bunun üstyapısını hazırlayan geçişlilik, değişim, dönüşüm ve başkalaşım süreçlerinden söz ediyorum. İçinde yaşadığımız “plastik imaj çağı” ne yazık ki “değerli” saydığımız bilgilenme alanının (ki “yaratıcı gerçeklik zemini” de denilebilir buna) kirletilmesine ve işe yaramaz plastik bilgiyle (“junk”la) doldurulmasına neden oluyor. Öyle ki, bu değişim sürecinde dilin erozyona uğraması, toplumların ve dolayısıyla sanat emekçisinin zamanla adeta dilsizleşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Dünyayı yönlendiren güçler, yarattıkları “plastik kamuoyu, plastik edebiyat ve plastik medya”dan da geri dönüşümlü bir kuvvet alarak (“feedback”) , yalnızca ilişkileri ve kurumları yönetmekle kalmıyor, bireylerin hayal dünyalarına ve zihinsel fotoğraf albümlerine de hükmediyorlar artık. (Burada bir parantez açarak şiirde görsellikten söz ederken, özgürleşmenin sınırlarını alabildiğine zorlayan “görsel şiir”e dokunmadığımızı vurgulamak isterim. “Görsel şiir” özellikle günümüzde zaman ve mekânın iç içe geçtiği; şiirdeki gizli matematiksellik, müziksellik ve armonizasyonun görsel alanda açığa çıkartılıp geometrik bir tasarım, mimari ve mühendislik ustalığına dönüştürüldüğü arenadır. Orada yapıt, teknik bilginin de yardımıyla, “konvansiyonel” yöntemlerin dışına taşar; “düz” şiirde pek az kullanılan yazı dışı araçlardan da yararlanarak - figür, renk, desen, grafik, fotoğraf, müzik, şiirsel mimari, dilde resimsel somutluma gibi - okurun zihnine yepyeni anlamlar yükler.) *** Harften başlayıp hece ve dizeye, imgeden başlayıp şiire ve insana dek uzanan yelpazede dilin okuma ve yazma açısından giderek artan bir önem kazandığını görürüz. Okuma eyleminin ise yazılı metne dayandığını unutmamak lazım. Şöyle ki, şiirsel yazılı metin gündelik dilden farklı bir dil kurgusu ve teknik yapıya sahiptir. Birtakım yapıtaşlarından yararlanır. (Başlık, aralıklar, harf, hece, kafiye, şiirsel tümce, yazınsal ve biçemsel dil kullanımı, italik ve/veya “bold” harfler, vb.) Bu öğeleri bazen zorunlu olarak, bazen de seçerek kullanır. Tema, sembol, imge, istiare (eğretileme) , betimleme, benzetme (teşbih) , ritim, ses - müzik uyumu, düşünce-duygu-bilgi dengelenmesi ve benzeri sanatsal teknik ve yöntemlere başvurur. Okura ulaşmak için gereksinimleri vardır. (Kitap, dergi, sanal yayımcılık, sesli okuma alanları ve ek olarak müzik-platform- sahne gibi sesli ve görsel iletişim araçlarından yararlanmak gibi.) Bundan ötesi ise şairle okurun duyumsama, donanım ve yaratım gücüne kalır. Başarılı bir görüntü yönetmeni filmine ne katıyor - ne kadar katıyorsa - şair de şiir atını beceriyle yönettiği sürece nitelikli şiiri pekâlâ başarabilir. Öte yandan birikimli okur metinden yola çıkarak çeşitli yorumlamalara varır. “Fotoğraf realitenin yansıması değil, yansımanın realitesidir” diyordu B. Brecht. Aynı saptamanın şiir için de geçerli olduğu kanaatindeyim. Ancak düşünsel altyapısını oluşturabilmiş bir “şiir okuma anlayışı”, özünde barındırdığı iç ve dış yansıtma dinamiğiyle şiirin varlığına kanıtsal bir zemin hazırlayacaktır ki, burada ortaya çıkan “yansıtma” edimi şiirin görsellik özelliğini de tarif eder bir durum olup düşünceye biçimin, rengin, mekânın, müziğin elbisesini giydirir. Zihinsel bir mekânda yeniden üretilen çalgısız, hatta sessiz müziğin, tuvalsiz resmin duygularla kurgulanmış görüntüsüdür elde edilen. Bu süreçte yazar(şair) ile okur arasındaki iletişim kanalları çok da planlanmış değildir. Nirengi noktaları işaret edilerek okurun gözüne bir yol haritası sokulmamış, sadece belirli ipuçları verilmiştir. Didaktik bir üsluptan uzak durularak gerçekleştirilen, yalnızca sezgilerle açılan bir görsellik kapısından geçme/geçirilme eylemidir bu. Diğer bir deyişle, hem okur hem de yazarın payına düşen sanatsal inceliklerden söz ediyorum. Şiirin sandığında saklı ve aşağıdaki bölümlerde olduğu gibi yoruma açık görsellik kapılarından… ”Hiçlik böyle aydınlanıyor demek. Taşlar düşüyor. Eller kapanıyor. Boş bir dosya yüzerek yaklaşıyor nehirde. Ama senin adın belki de dosyanın öbür yüzündedir.” (Yannis Ritsos – “Yağmurda” - Çeviren: Cevat ÇAPAN “Lambaları kiraz yanan sokakların büyütmeyi unuttuğu kardeşliğimiz requem ne ki ah! Bir davul çalsa da bitse sahtekârlığımız” (Yelda Karataş, “Lambaları Kiraz Kızılı Yanan Sokaklar” – Yazılıkaya, Eylül,2006) Dille adeta dans eden yukarıdaki dizeler herhangi bir fotoğraf ya da resmi tarif etmiyor. Okurun zihnine çok sayıda iç ve dış görsellik unsuru doluşturan, dışarıdan içeriye doğru geçişi sağlayan ve düş dünyasındaki doğurganlığa zemin hazırlayan örneklerdir sadece. Sinematografik özellikler taşımayan, kendini gizleyen (“kapalı”, içedönük) şiirsel metinler de vardır ki hayal gücünü bir hayli zorlamakla kalmayıp görsellik öğeleri en az diğerleri kadar zengindir… Bir sanat eseri, öyküsünü ve resimsel izdüşümlerini içinde saklar. Kişinin çağrışım yeteneğine de bağlı olarak örneğin Guernica bizi belirli bir döneme götürür. Hiroşima’da çekilmiş, radyasyondan kavrulmuş bir canlının fotoğrafı Enola Gay’i hatırlatır. Auschwitz’i dile getiren bir metin, aynı zamanda can yakandır, acıyı anlatır. Alevlere savrulmuş kitap yığınlarıyla Fahrenheit 451’e gider, fakat bir şiirdeki çocuk çığlığı ile aynı anda Bosna’ya, Vietnam’a; Afganistan, Sudan ya da Irak’a doğru yolculuğa çıkarız. Bu noktada çocuğun sahip olduğu zaman-mekân-milliyet-ırk gibi vasıflar önemini yitirmiştir. Yalnızca acı çeken bir varlığın insana dair haykırışının damga vurduğu evrensellik’le sonsuzluğa uzanan derinlik öğeleri hâkimdir artık… Bir adım daha ileri giderek “şiir, yansıma realitesinin üst düzeyde estetize edilmesidir” denilebilir diye düşünüyorum. Ancak estetikleşme oranı ne olursa olsun, şiirin okuru gündelik sıradanlıklardan uzaklaştırması yetmez. Günümüzde biraz “demode” sayılsa da şiire halen bir misyon yüklendiğini biliyoruz. Okuru kışkırtmak, sınırlarını zorlamak, kalıpların dışına taşırmak, yeni bir görüş yeteneği kazandırarak, var olanın yıkılmasını ve yeniden yapılanmasını sağlamak gibi görevlerdir bunlar. Öyle ki şiirsel metin kişiye verdiği acının panzehirini, sorduğu sorunun yanıtını da okuruna sunmayı bilmelidir. Bu açıdan bakınca yazmak kadar okumanın da önemli olduğu sonucuna varılabilir. Ancak düşünsel altyapısını oluşturabilmiş; yazar tarafından kodlanan bilgi ve estetikleşme şifrelerini çözmüş; güçlü iç ve dış görsellik unsurlarıyla pekişmiş bir “irdeleyerek okuma”; ” yoğun okuma” anlayışı şiirin gerçek anlamda var oluşuna zemin hazırlayacaktır. Ahmet İnam bu derin bakışa (genelde her türlü metni okuma bağlamında) “Metine yöneltilmiş okuma… İsteyerek okuma tavrı… Sökerek, anlayarak, kültürüne bulanarak okuma…” diyor. (Yaşamla Yoğrulmuş Bilgi, Say Yay. 2006, s.42) Şair çoğu kez ulaşmak istediği kitleye, soruna ya da duyguya göre kendisini programlar. Yazmaya başladıktan sonra - mesaj verme tuzağına düşmeksizin - bir hedefe doğru ilerler. Çoğu kez de hedefi seçen ve şairi yönlendiren şiirdir. Çünkü kendini yazdıran, şairle birlikte kabından taşandır o… Şairin amacı, “kendiliğini” ifade ederken içindekileri dışa vurmak; ilgi çekmek istediği konuya tanıklık etmek; diğer yandan da okuru uyarmak, ona bir şeyleri hatırlatmaktır. Okur ile yazar arasındaki iletişim rotası, planlanmış olsa bile, çok da açık seçik olarak belirlenmemiştir. Okurun önüne bir yol haritası konulmamış, sadece ipuçları verilmiştir. O, düzyazı okurundan farklı olarak, sezgi ve birikimle açılan kapıdan geçmek; var olduğunu sezinlediği boşlukları doldurmak ve saklı olanı bulmak zorundadır. Yazar yazdıklarından sorumlu bir tavırla işaret etmek; okur ise ses ve anlam ilişkisinin yanı sıra metinde ustaca gizlenmiş olan görselliği de deşifre etmekle yükümlüdür. Anlaşılma endişesi taşımayan şairin karşısında okur, anlamaya çalışandır. Önce şiirin müziğini duyacak, sonra da müziğin resimlerini görecektir. En azından şiire dokunmaya gönül veren, emek harcayan okur bunu yapacaktır. Yazarın imgelem gücü okurun algılama-çağrışım-canlandırma-yaratma gücüyle buluştuğu zaman şiir de hedefine ulaşmış sayılır. Şiir bazen arı duru, yalın ve çıplak olarak gelirken bazı durumlarda - felsefi şiir, düşünce şiiri, görsel şiirde olduğu gibi - hayli muğlâk, karmaşık ve imge yüklü olup çözümlenmek için okur cephesinde fazladan bir donanıma gerensinim duyar. Ve bu süreçte yazar derinden duyumsadığı; önceden bilgilendiği; üzerinde düşündüğü; aidiyet hissettiği; eleştirmeyi amaçladığı; şahsına dair olmasa da içbükey aynasından süzerek kişiselleştirdiği (zihinselleştirdiği) bir konuyu dizelere dökmüyorsa eğer, niteliksiz ve sığ bir görüntü yönetmeni olarak kalacak; öteki dünyalardaki görselleşme sürecini olgunlaştıramayacaktır. Okur genellikle ya bilmediği/anlamadığı için reddeder; ya da hissettiği iç titreşimler onu sarsacak düzeyde değildir. Birinci şık büyük ölçüde sistem sorunundan kaynaklanır. Öyle ki sosyo-kültürel birikim, egemen olan düzen tarafından bireylere aktarılamamış; onların bireylik’lerine kavuşmaları çeşitli nedenlerden ötürü (bilinçli seçim, siyasal ve eğitsel otoritenin yetersiz kalışı, sistemin genel erozyon karşısındaki direnme gücündeki zayıflık, vb.) sağlanamamış ve içinde yaşanılan evrenin sorunlarını fark edemeyen bir tür bireyselleşme’ye neden olunmuştur. Bilgiye yabancılaştırılan kişi de doğal olarak kavramakta güçlük çeker… İkinci halde ise sorunları tespit ederek onları hatırlatmakla ve evrensel bir dile dönüştürmekle yükümlü olan şairin okura üflediği nefes zihinde resim yaratacak kadar baskın değildir. Okur şiirin müziğini duymuyor, yansımanın realitesine varamıyordur. Önceden bilmek (ki belirli bir birikim, çeşitli disiplinlerin süzgecinden geçmiş bir donanım, dil altyapısı, şiir dili bilgisi gibi malzemeyi kapsar): şiiri çözümleyip resme dönüştürmek durumunda olan okur bunu beceremiyorsa eğer, “görselliğin kırılma odağı” da denilebilecek bir noktada kalakalır. Aktarım kanallarında tıkanıklık doğmuş ve anlam kaybolmuştur. Yapıt okura, okursa yapıta yabancılaşmıştır artık. Ya şair okuru yabancılaştırmış; ya okur kendiliğinden yabancılaşmış, ya da her ikisi aynı anda gerçekleşmiştir. Kısıtlı olanaklarla çok sayıda boyutta dolaşmaya çabalayan şair ise okuru etkileyemediğinde kendisine de yabancılaşacaktır. Böylece sanatın ve sanatçının rengi solar, sesi kısılır; erk yitimine uğrar; giderek görselliğin sınırları daralır ve sanatta bellek kaybı baş gösterir. Sonuçta, suya atılan ve yeni halkalar doğurması beklenilen taş kıyıya düşmüş demektir. Bir eserin iç görselleşmesinden ancak onun içselleşmesi sonucunda söz edilebilir demek sanırım yanlış olmaz. Tıpkı şairin içselleştirebildiği sürece başarı sınırlarını zorlaması gibi… Çünkü o, şahsına özgü bir biçimde gören ve hayallerin görselleşmesini sağlayan kişidir. O halde öncelikle bakmayı bilmelidir. Heidegger “Nasıl bakmalıyım ki, insan genel olarak kendisinin ne olduğunu gösterebilsin bana? ” diyordu. Bir bakıma iç görselliğe uzanan kapıyı da aralıyordu. Bu ikili sürecin aşamaları şu şekilde sıralanabilir: . şair bakışı . şair bilgi ve sezgisi, algılama ve seçim . hamurun karılıp özgün şiirin ortaya konulması . okur bakışı . okurun “üstdil” kavrama birikim ve yeteneği . aynı zaman-mekân ve zeminde buluşma . okurun içselleştirme (içinden görme) ve eskiyi unutma süreci (hiçliğe yolculuk) . resim oluşturma (“yeniden yapım”, “yaratıcı okurluk” evresi) . yaratılan resimden yayılan halkalar (özellikle okur yalnızca okumakla kalmıyor, aynı zamanda yazıyorsa…) . farklı bir “şiirsel zaman” boyutuna geçiş. O halde anlamak için anımsamak; yeniden yaratmak içinse unutmak gerekiyor. Aksi halde okur geçmişteki koşullanmaların etkisinde kalarak taklitçilikten öteye gidemez; şiirin hükümran olduğu ülkenin içine giremez ki aynı tehlike yazar için de geçerlidir. Demek ki burada “yaratılan bir hiçliğe ulaşmaktan”, diğer bir deyişle zihne ak bir sayfa yerleştirecek kadar özgürleşmekten ve bunu başarabilecek bir iç potansiyelden söz ediyoruz. Kalemini yaşamın belleğine dayamış olan şairin bu arınma köprüsünden nasıl geçeceği elbette bilinmez. Tümüyle özgürleşmesi beklenemez, ancak özgünleşmeye varacağı bir özgürlük alanı pekâlâ bulunabilir. Üstelik sürüsel özgürlüklerin bireysel özgürlükleri baskı altına aldığı ve artık ”bütünsel-gerçeklik” (J. Baudrillard) diye adlandırılan bir şeyin hüküm sürdüğü çağımızda sanatın özgünleşmeye gerçekten ihtiyaç varsa... Bu yolda ilerlerken iç görselleşme oluşumu, başta “belletilenler” olmak üzere, alışılageldik tüm renk, ses, anlam, form ve mekânsal izdüşümlerden birbiri ardı sıra sıyrılmayı şart koşacaktır. Böylesi bir hiçliğe varamamış sanat emekçisi (okur/yazar) ufkunu görmekte zorlanacağı gibi, gün geçtikçe “memesis” ülkesinde kaybolacak; ufuk çizgisine gözünü diken sanat öznesi ise anlamla birlikte zamanı da yeniden yaratmayı başaracaktır. Süreci kısaltarak özetleyelim: Ses/söz/kelam => rezonans etkisi (ayna-yankı etkisi de denilebilir ki iletişim, kavrama ve yayılma evrelerini kapsar) => hiçliğe varış => yeniden doğurma, anlam yaratma evresi => yeni bir şiirsel zamana geçiş. Görülüyor ki, basit bir ilişkilendirmeden değil, varoluşsal bir dizgeden söz ediyoruz. Bu sürecin devamlılığı açısından bakıldığında dilin vazgeçilmez bir öğe olduğunu göz ardı etmek mümkün mü? Dil’in temeli zayıfsa ya da kirletilmişse şair, okur ya da suya atılan taşlar işlevlerini hakkıyla yerine getiremeyecektir. Kirlenmiş bir dilin görüntü özelliklerinin de bozulacağını hesaba katmak lazım. Dil ve düşüncenin ayrılmaz bütünlüğü de dikkate alınacak olursa görsel yaratıcılığın darbe yemesi kaçınılmazdır. Böylesi bir tehlike, ister istemez “Alt dili olmayanın üst dili olur mu? ” sorusunu akla getiriyor. Dil yoksa bizi kim konuşacak? Sonuçta yansıma olanakları tıkandığı gibi semantik (anlamsal) kaymalar ortaya çıkacaktır. Çünkü şiir “yapılan” bir şeydir. Bunun için nitelikli malzeme şart olup anlamın kaydığı yerde yeniden anlam yaratmak olanak dışıdır. Yazılı kültürün yeterince kök salmadığı ortamlarda sözlü kültürün de zamanla kışırlaşmasına benzer bir durumdur bu. Bir bakıma zincirin kırılması… Ya da pop-kültür çığırtkanlığı altında ezilen toplumsal bellek şifrelerinin bozulması gibi… Unutulmamalı ki, ister istemez hepimiz bu bozuk düzenin kurbanları olmaya adayız. Şiirin kudretinin sınandığı noktadır bu! Sonuçta kim ölecek bilinmez. Veya geride kim kalacak; özgün resimler mi, yoksa beyin yıkama manevralarıyla zorla kabul ettirilen değersiz reprodüksiyonlar mı? Bunu ancak zaman gösterecek. Yaratılacak ya da yaratılmayacak olan zaman! O halde direnmeli; bilgilenerek, biriktirerek, unutarak ve yeniden yapılanıp yaratarak… Üstelik Lethe’nin suyundan içmek için illa ölmek gerekmiyor. İnanıyorum ki Samed Behrengi’nin küçük balığı olabilmek; özgünlük yitimini öteleyeceği gibi yaratıcı bireylerin düş dünyalarını da koruyacak ve azmin önündeki denizlerin açılmasını sağlayacaktır. O denizler ki ne halkalara gebe! (HAYAL Dergisi: Nisan-Mayıs-Haziran 2007, Sayı 21) (“Şiir ve Görsellik” Konulu Dosya Yazısı) Naime Erlaçin |
Suret ve Siret
(sıkılarak konuşuyordu…) -bu bacak dört yıldır suskun biliyor musun önce dilim sonra sağ kolum uyandı mayınla yandığım o günden beri bacağım ölüm aynası beni anlıyor musun! -elbet dedim gülümseyerek bu coğrafyayı tımarhaneye çeviren rüzgar en derin sızıydı damarlarımda nehirlerim kan deryası senin bacağın ise ey çocuk! çaresiz bir ruh ayazı kaçırdım üşümelerini çok geç’im artık acılara boz bulanık kabuslarda iğfal edilmiş kurşuni bir aynayım kesik bütün bacakların ağrısı kadar hastayım utancımı saklayarak kirpiklerime ıssız bir sahra çadırına dönüşüyorum ansızın duyma ağıtımı ey asker, ey alacaklı! ben ki kayıpların ardında yastayım -her şey güzel olacak gülümsüyorum bak beni anlıyor musun! (9 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
Sus Gönül!
kırgınlığın ilacı yok çirkinliğin ve acının haykırsan ne fayda ey gönül! gözyaşı çağlarken kalbini oynattı yerinden yaz bitmiş güz gitmiş buza durmuş kış yürekte derinden gelen ses kapıyı çalan vakitsiz yolcu son konuğundur kederden aşk şaire emanet ayrılık hüzün acıda kanat çırpınışlar yalınkılıç savaşa durmakta sinede göz göre göre ölüyor insan sus deli gönül! vahşet sesi yükseliyor dışarıdan aklımı veriyorum sana kurban etmen için güneşten dem vuran kara kafalılar ilk çukura gömülsün diye! (15 Ağustos 2003) Naime Erlaçin |
SUS KAPILARI! ... (Öykü)
Elimde bir tomar adresle sokak aralarında dolaşıyorum. 'Serseri mayın' gibi diyorlar ya, işte aynen öyle. Üstelik soruyorum kendime: 'Mayının serserisi de mi oluyormuş? ' Bulabildiğim dergi ofislerine birer birer girip çıkıyorum. Kiminde çömezler var. Hayattan bıkmış, umursamaz bir tavırla bakıyorlar yüzüme. Soru sorduğum için sanki beni suçluyorlar. Bunlar ekmek kavgası derdinde. Benimle ne işleri olacak ki! Kimi adreslerde egosu besili editörler buluyorum. Dosyama göz gezdirme zahmetine bile girişmeden hemen vaaza başlıyorlar. Çok gençmişim; yerli-yabancı tüm şairleri, yazarları okumam gerekiyormuş. Ve tabii ki bolca felsefe kitabı... Bıyık altından gülüyorum. 'Beynimin haritasını mı çıkardınız Sayın Editör? ' demek istiyorum. Sınırlarıma çekilip susuyorum... *** Yeni bir kapının önündeyim. Zile dokunuyorum. Ne kadar anlamsız bir uğraş bu; hayatım kapıları çalmakla geçecek galiba. Sadece zaman değil, üstelik duygu israfı. Sevimli ve oldukça nazik bir sekreter karşılıyor. Canından bezmiş birinin odasına alıyor beni. Suratsız ve sinirleri gergin bir adam var karşımda… İşini sevmiyor besbelli. Sevgilisi ile kavga etmiş olabilir mi? Sanmam. Böylesine hangi kadın katlanabilir ki? Hele biraz da aklı başındaysa... “Sus” diyorum kendime: “Önyargılı olma! ” Belki de hiç sevgilisi olmamıştır. Tüm bencilliğiyle can sıkıntısını seriyor önüme. “Ben, ben, ben, ben…” diyerek ara vermeksizin konuşuyor. Çok sıkılmış, bunalmış, yaşamaktan tat alamıyormuş, falan filan. 'Mutsuz olma hakkınızı kullanmak için önce mutluluktan ne anladığınızı anlatın bana” desem şimdi, öylece bakacak yüzüme. —Dosyam… —Biliyorum. Bugünlerde, siz yaştakiler hep birbirinin benzeri dosyalarla çıkageliyorsunuz.' Al bir şişkin ego daha! Hem mutsuz, hem kaba, hem de emeğe karşı saygısız. İlk paragrafa göz gezdirdiğinde kalibremi anlarmış, öyle söylüyor.'Tamam' diyerek kâğıtlardan birini seçip okumaya başlıyorum: “Güzel bir bahar gününün öğle vakti ilçe doktoru ile sorgu yargıcı arabayla otopsi yapmaya gidiyorlardı. Otuz-otuz beş yaşlarındaki sorgu yargıcı düşünceli bakışlarını atlara dikerek; — Dünyamızda pek çok bilmecemsi, karanlık olgu var; günlük yaşantımızda açıklanması zor olaylara rastlıyoruz, dedi. Yaşadığım sürece öyle garip ölümlerle karşılaştım ki, nedenini ancak ispritizmacılar, gizemciler açıklamaya kalkışırlar; aklı başında, zihni duru kişiler ise ellerini iki yana açıp şaşakalırlar…” Eliyle 'sus' anl****** gelen bir işaret yapıyor; — Demedim mi ben sana! Sıradan, çağdışı, gelişigüzel... — Dediniz evet, ama bu arada Çehov'un kemiklerini sızlattınız! “Sorgu Yargıcı” (1) öyküsünün giriş paragrafıydı okuduğum. Maupassant veya Alfred de Vigny olsaydı da fark etmezdi, çünkü sizi yalnızca kendiniz ilgilendiriyor! Gereksiz konuştuğumu fark edip susuyorum... Yazınsal aklımı köreltmeye fazlasıyla elverişli bu ortamdan; genç yazarları aşağılamanın yazmaktan çok daha kolay olduğuna inanmış editör bozuntusundan hemen kurtulmalıyım! Ne yazık ki, bu cumhuriyeti onlar yönetiyor. Benim durumumdakilerden ziyade okurun hiç farkında olmadan kaybettiklerine üzülüyorum. Yoksa annem gibi kıyılarıma çekilip kendim için yazmalı ve 'canınız cehenneme! ' mi demeliyim? Kaçıp da köşesine saklanacak kadın değildi o. Ama mutlaka bir bildiği vardı. Kargaşa ile huzuru takas etmekten hoşlanmıyordu belki de… * * * Ardıma bakmadan kaçtığım kaçıncı kapı bu; kapanan kaçıncı yol? Kafam gitgide daha çok karışıyor. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Demek ki mayının serserisi böyle oluyormuş! Yürüyorum. Sanki yanımda biri daha yürüyor. Aslında öyle biri yok da ben ikiye bölündüm sanırım. O inatçı, ben bezgin. O direniyor, bense yenilgiyi kabullenmeye hazırım. Konuşuyor ve tartışıyoruz. 'Yazmak yetmez. Seninki yalnızca bireysel bir edim… Paylaşmanın ve sesini duyurmanın bir yolunu bulmalısın' diyor ısrarla. Yürüyoruz... Her yeni adrese varış, köhne merdivenleri her tırmanış, yarı açık veya kilitli kapıları her tıklatış kocaman bir parçayı daha dişliyor canımdan. Ufalıyor ve eksiliyorum. Onca başarısız girişimin bende yarattığı hayal kırıklığına rağmen yanımdaki halen kararlı… 'Korkma, yürü! ' diyor... Boyaları dökük, soluk kahverengi bir kapının önünde buluyoruz kendimizi. Yetmiş yaşlarında bir adam açıyor. Ağır katarakt gözlüklerinin arkasından sevecen bir gülümseme ile bakıyor yüzüme. — Şey, bir dosyam vardı… — İçeri gel lütfen. Kitaplarla tıka basa dolu, yarı karanlık bir odaya geçiyoruz. — Perdeyi sonuna kadar açamıyorum, kusura bakma. Gözlerimde bir sorun var. Oturmam için eliyle bir koltuğu işaret ediyor: — Yazıyorsun, öyle mi? — Evet, çalışıyorum. — Şiir, düzyazı? — Her ikisi de... — Önce kendinden söz et bana. Yazmanın senin için taşıdığı anlamdan; özgeçmişinden ve okuma serüveninden... Anlatıyorum. Bir yandan çay doldururken, öte yandan dikkatle dinlediğini fark ediyorum. Kısa sorular soruyor. Yanıtlıyorum ve ilk kez olarak konuşabiliyorum. Susuzluğumu giderircesine anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum... Neredeyse iki saat sürüyor bu tuhaf diyalog. — Şimdi dosyanı görebilir miyim? — Elbette, buyurun. Okumaya başlıyor. Kımıldamadan oturuyorum. Yüzünde beliren ifadeyi ve değişiklikleri izliyorum. Bazen kaşları çatılıyor, bazen gülümsüyor. Bazen de düşünceye dalıyor ve benim göremediğim bir boşluğa bakıyor sanki. Oda ise gittikçe kararıyor. Akşam olduğunu fark etmiyor bile. —Evet, genç adam, yazıyorsun. Öğrenmek istediğim bir şey daha var. Hem yetenekli olup hem de yazmak önemli tabii. Yayımlatmak ise oldukça farklı bir tür cesaret ve kararlılık ister. Savaşma azmin, sabrın olmalı. ‘Sırtlanlar âlemi’ ne girmeye hazır mısın? —Sizce denemem gerekiyor mu? — İnanmıyor olsam bu soruyu sormazdım. Yine de sana kalmış bir karar. Yalnız şunu iyi anlamalısın. Yeterince sıkı durmazsan eğer, o âlemde önce parçalarlar adamı; sonra da leşini yerler. Bu yüzden ‘sırtlanlar âlemi’ diyorum ya... Sanıldığı gibi gül bahçesine uzanan bir serüven değil; çileli bir yolculuktur. Üstelik tuzaklarla dolu… —Dışarısıyla yüzleşmezsem, kendimle hiç yüzleşemem. — O halde tamam, demir alıyoruz. Bu kaptan hazır... Yarın aynı saatte buradasın. Öbür gün de... Ve onu izleyen diğer günlerde… Şimdi yorgunum, git artık. * * * Kapı ardımdan sessizce kapanıyor. Uzun zamandır ilk kez olarak kapalı bir kapıdan nefret etmiyor, korkmuyorum. Dikkate alınmanın, önemsenmenin verdiği heyecanla sokağa çıkar çıkmaz cebimdeki adresleri havaya fırlatıyorum. Geceyi öğüten bir kahkaha bırakıyorum boşluğa. Ve susuyorum... **** (1) Anton Çehov - Bütün Öyküler 1887, Cilt 4, S. 56 (Çeviri: Mehmet Özgül) , Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:19 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.