www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Adult eski arşiv (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=376)
-   -   Naime Erlaçin (https://www.cakal.net/showthread.php?t=135142)

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:45 AM

Sevdada İntihar Olmaz!

şeffaf bir aşk sunuyorum sana
teninde ırmaklar akan
karanfil kokusu bırakıyorum
kadın gibi kadınca yürürken içinden
sıcaklığımdır ruhunu derinden yakan

yürek kuyularına dokunduk biz
saraylar kurduk
onurlu kocaman krallıklar ki
sende doğup bende serpildiler
bende yeşerip sende yediverene döndüler

sevdada intihar olmaz!
sevdalar bilmez ölümü
al gönlümü, al ve sakla yüreğinde

baktıkça utansın destanlar
çünkü ölümsüz bir aşk uyutuyorum içinde


(24 Kasım 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:45 AM

Seveceksen Böyle Sev

her gelişimde bir başkası olmama alış artık
tükenmiyor içimde gizlediğim tarih kadar eski “ben”ler
beni aşıp sana ulaşıyorlar

kalabalıklar ortasında yapayalnız iki insan
ne çok benzermişiz meğer!

yeni bir dünya keşfetmek ister gibiyiz
ne varsa çözümsüz insana dair bize terk edilmiş
usulca dokunmuşuz yüreklerimize
sessiz bir karanlığa tutunmuş
susuzluğun nedenlerini sormuşuz

aynilikle uyuşamadım hiç
yüreğimde bin çeşit sevda saklı, alış artık!
aykırı, sevecen, dik başlı, uysal
özverili, gururlu, tutkulu, isyankar
her ne vesaire isem
seveceksen böyle sev!

yaftaları
anlamları unutarak her benimi
sana uzanan her bir suretimi koşulsuz
böyle sev!


(08 Aralık 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:45 AM

Severim Susmalarını*

severim susmalarını
güzelliğindir beni böylesi
boynu bükük bırakan
yanık sevdalar büyütmüşsün
ruhunun simsiyah telvelerinde
isyana kalkışmak üzre gibiydin
oysa her gün
her dem her saniye

severim aşkı saklamanı
sararak yorgun düşlerine
sürgit eskitirken yalnızlığı
uykularını duru bir gölden aldığın
suskun volkan tepesinde
soyluca susmanı severim

tutkulu bir lisanın var bana karşı
giderek artıyor güzelliğin
böyle suskun kalmalısın
çözmeliyiz susarak sevmenin
zorlu anlamlarını
her an yanımda olsan bile

severim susmalarını! ...

(02 Ekim 2003)


(*) Bu şiirin bazı dizelerini ve ana temasını vererek, şiiri yazmamı sağlayan Sevgili Eşim Şahin Erlaçin’e teşekkür ve sevgilerimle.

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:45 AM

Sevmeyi Bilirdik Biz!

rüzgara verilen nefesin menzili ne
öğrenemedik hiç
dalganın hangi kıyıda soluklandığını en son
salt umuttu yeşermesi hayal edilen fidanın
toprak tohumlanırken

gür müydü seslerimiz
cılız mıydı
yok muydu
sıcak mıydı ardımızda kalan nefeslerimiz

enini boyunu ölçmedik sevdanın
bilmezdik neden sevdiğimizi
sevildiğimizi
sönmekte olan nefeste bile
iyi bilirdik sevilmediğimizi

hayatiyet belirtisidir
sevgi ve nefret ve duygu
sadece ölüler duymaz, onlar solumaz
boy atarken umut dolu nefeslerde
hem özgür hem tutsaktı sevgimiz

gücümüz hayaller kadar
aşk kadardı nefesimiz
büyümeye dururdu kökler
göverirdi yüreğimiz

sevmeyi bilirdik biz!


(06 Ocak 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:45 AM

Sıfır

döküldü minesi sözün
yazmam gayrı
ya varsın bu alemde
ya hiç!

bir borcum vardı
bencileyin üşüyen trenlere
gözümü kırpmadan böyle
karanlık günlere yürür giderim

ön bahçem sizindi
arkası benim
sesimi kilitler ıssızlığa
saatler zebanisine borç öderim

raylara dökülür ünsüzlerim
ve öksüz bir ünlü
ufuk karanlık
görüş mesafesi “sıfır”

çatlamış sözdür
titreyen trenlerin yükü

biner giderim!


(27 Ağustos 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Sınav!

sınanmadı ki yazımız
ölü mü
diri mi
bilelim kışımız

aysbergin üstünde yürümek
yadsımak ne varsa
“yönümüz yok! ” demektir aslında

açıkça söylenmeli böyle
“her yer yönümüz olabilir” mesela

yönsüzlük değil bu
gece nöbetinde tutuklandı kalem
kaygan teninde ufalanıyoruz buzun
bayrak açıyor kış çağrısı
içimin pastırma yazına

kendini besleyen tümör
kendini patlatır bir gün
dönerek içinin kırk eylemine

...bekleyiş...

sınav kağıtları nerede!


(16 Kasım 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Sınır İhlali

-belki budur aşk!

vazgeçmek kendinden
yok olmak sonsuz bir nehirde
varoluşu öğrenmek okyanusta yeniden

cehennem şairi
vurur mızrabı sözün teline
yanmaya eşdeğer bir eylem bu!
adı 'aşk' bir denizde suyun teninde tutuşur
susar hançere

ah aşk! üşürdü mutlaka denizler
olmasaydın eğer

yüreğin karasularında
zamansız bir sınır ihlalisin sen


(27 Aralık 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Sıra Dışı Bir Çığlık!

üzerimizde ne vardı hatırlıyor musun
ruhlarımızı giymiştik bedenlerimize
çetelesini tuttuk ölümün
kış soğurdu bizi son yaz günlerinde

acıya ayardı sevda ve can
kamaşıyordu gözler
uzanırken eller
kalkıyordu perde

sonra gidiyorduk aniden
ölmeyi bilmiyorduk üstelik
yaşamaksa en ağır yük!

rüya armağan edilebilir mi hiç
mümkün sanmıştık
dört yapraklı yonca peşinde koşan çocuklar gibi inanmıştık

yıldızlar büyümezdi artık
dillerde solan güllere benzediler
doksan dokuzluk bir tespihle ellerimizde
kuyudan çekildi de yaşam
soğudu bir çiy tanesinde

akrebin kuyruğuna takmadığım için düşleri
çoğalan intiharların baş oyuncusu olmayı reddettiğim
ve kadere delice şahlandığım için kızma sakın!
bir gölge istemiyorum yar başında
uçuşa yazdım kaderi
ardımda sıra dışı bir çığlık bırakarak

daha görkemli oyunlar da var
hayatla ödeşiyoruz! ısınıyor kan
çalmadığım son rüya emanettir sana

birer birer kırılıyor iç kanırtan aynalar
yırtık fotoğraflarda sırıtan çıplak
unutulmaya mahkum yapayalnız bir gerçek var

aşk iki, uçurum tek kişilikti
duyuyor musun çığlığımı
son haykırışım bu!
kanıma karıştırıyorum dolunayı
ölümsüz ateşini dağın
acı benden önce iniyor uçuruma
yağmur bekçisi rüzgara tutunarak

ya uç benimle
ya bırak!


(04 Ocak 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Sİ BEMOL MİNÖR – Op.23 (Düz Yazı- Anı)

“Tarifsiz bir melankoliyi sürekli içimde taşıyorum. Öyle bir duygu ki, kelimelerle açıklanamaz, korkuyla karışık. Ne olduğunu ancak şeytan bilebilir...' - P. I.Tchaikovsky


Belki de Tanrı biliyordur! ....

……..

Ortalamanın altında bir kayıttı. Baslarda çatlayan sesler kulaklarımı tırmalıyordu. Dünya piyano edebiyatının en etkileyici eserlerinden birini ve bana göre en eşsiz olanını dinliyordum.

Çaykovski’nin Si Bemol Minör 1. Piyano konçertosunu…

Kahvaltı sofrasında, simit ve susam kırıntıları arasında, sigara dumanıyla kolkola uçuşan ilahi notaları son zerresine kadar yakalamak istiyordum. Bestecinin fırtınalı ruhunu 1800’lü yıllardan alıp mutfağıma taşıyan ve buğulu bir dağ silsilesi gibi üzerime yığılan kreşendoların hazzıyla adeta bir kartala dönüşüyor; uçuyor, uçuyordum.

Ne orkestra, ne de piyanisti beğenmiştim. Buna rağmen eser, “ben buradayım ve ölümsüzüm! ” diye haykırıyordu.

Her ölçü ve pasajı ister istemez daha önce dinlediğim başka yorumcu ve orkestralarla karşılaştırıyordum. Sonuç kocaman bir hayal kırıklığıydı. Ama ne fark ederdi ki? Çamura bulansa bile, mücevher yine mücevher değil miydi? Üstelik çamura da bulanmamıştı. Yalnızca kaydın niteliği ve salonun akustiği yetersizdi. Öyle ki, piyano partilerinin şıkır şıkır parlayıp çınlaması gereken bölümlerde orkestranın sesi klavyeyi boğuyordu. Deneyimli piyanist ise, arka planın çığlıklarını bastırmak isterken enstrümanının sesini yükseltiyor; müzikalitesinden ödün veriyor ve sonuç olarak da tuşesi bozuluyordu. Her şeye rağmen eserin mükemmelliği karşısında saygıyla eğiliyordum. Çaresiz arayışlar, çelişkiler, karmaşa, derin bir acı ve keder, isyan, intihar teşebbüsleri; kısaca insan’ın trajedisi vardı orada.

Bir andan sonra düşüncelerim Çaykovski’ye doğru akmaya başladı. Çılgın; çoğu kez anlaşılmaz, bazen de dengesiz olarak nitelendirilebilecek kişiliğini düşündüm. İnsanların ruhsal sorunları olması doğaldı ancak onunkiler sıradan olanlarınkinden biraz daha fazlaydı çünkü sanatın, yaratıcılığın ve doğum sancılarının öz çocuğuydu Çaykovski. Ayrıca bir zırdeli olsaydı bile, böylesi bir müzik yapıtını; bir tek 1. Piyano Konçertosunu yaratmış olmak dahi, kişisel kanaatime göre O’nun sanatını kutsamak için yeterli bir nedendi.

Müziğin “harf”idir nota. Notaların içine gizlenmiş olan melodi ise, sırlarını asla çözemediğimiz evrenden bahşedilmiş bir armağandır. Seçilmiş aracılar genellikle dahilerdir. Onlar ki ne zaman ve nerede, ne yapacağını asla bilemediğimiz insanlar.

Çaykovski de o kişlerden biri olup, yeryüzüne ender olarak gönderilmiş bir dehaydı. Ve bütün diğer dahiler kadar çılgın.

Bu çılgınların hepsini taparcasına severim ben, özellikle Çaykovski’yi çünkü piyanonun tuşlarında Tanrı’nın izniyle Tanrı’yı ağırlayan biridir O.

İlahi bir ses...

........

Bence Tanrı ne yaptığını iyi biliyor! …

Bir Pazar sabahının duygusal izdüşümlerini sizlerle paylaşmaya çalıştım dostlar. Yüreğinizin müziği asla susmasın!

Sağlıcakla ve sözün müziği şiirle kalınız.


(7 Kasım 2004) - HAYAL Dergisi: Ocak, 2006

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Sigara

geceyi giydirirken sigarama
yitik anlarda tütsüleniyor takvim
sımsıkı kapalı odamın kapıları
anahtar dumanda saklı

her soluklanışta
ilk baştan yazıyorum öyküyü
bedenimde dolaşıyor şiir
ateş içiyorum öncesinde sigaranın
ve sonrasında

zift kokuyor beynim
bahçem al karanfil
eski zamanlardan
unutulmuş bir kan damlası
mürekkebim

vehmediyor şiir
gölge oyunu arıyor alevin suretinde
suyla ateşin birleştiği yerde
sigarama soyunuyor
gecenin öteki yüzü

şiirim yalın
kendine çıplak! ...


(13 Eylül 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Siren

bir elim akrep
bir elim yalnızlık

etim kıyılır inceden
keşfedilmedik kıtalar arar kendine
asırlık bir kadırga özlemiyle büyür dalgalar
koklarım havayı
sahile vurur parçalarım

bir elim sağır
bir elim batık

kalubeladan gelir tek başınalık
adı konmamış ahitlerden yadigar
bu hastalık

çağırır sirenler
susmaz!
balıklara atarım sonra yüreği
şiire banarak ufak ufak

her deniz siren
her deniz biraz ben

alırsa o alır beni ancak


(19 Aralık 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Siyah Bir Hal

çöl bir yalnızlık
buz bir duygu
çarpıştılar

devasa bir girdap doğdu
kainatı içine düşürdüm
kayboldu

ben yokum!
yaşamayı yadsımak bu

simsiyah bir hal
tuhaf bir vazgeçmişlik
bilerek bırakmak kirlenmiş dünyayı
tutunulan son dalı
sonuncu uykuya doğru

benimle gel hüznüm
çıkalım yola bitsin artık

yokum ben
savaşmayı yadsımak bu!


(14 Ekim 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Siyah Zamanların Şiiri

yaprakdöker bir kabus kapımda
siyahi acılardan

canım yandı yine
dağlandı etim
düş'e çekildi silah
vuruldu düşler
vurulan düştü
düşen
çoktan ölmüştü

güz intikamcısı
mavi* güllere çevrildi yüzüm
sağır bir güneş yangınıdır güller

dünya bağışlamıştım onlara ey!
yıldızlar
ölümsüzlük ve
yürek tozuyla ışıttığım gökyüzü
yüzleşmenin mücrim yanağından
titreyerek düştüler

ikamet
alnına namlu dayalı gece şimdi
uluyan düşler ve hüznün mahcup gülleri
vurularak birer birer
katran karası o ülkeye geçtiler

gün rahvan
dal yoksun
cam kırığı bir kabus üşüyor alnımda
durmaksızın
durmaksızın

dur ey
dur! ...


(*) Mavi güllerin sahibi, hüznün sesi, genç şair dostum Sevgili Tülin Şen’e aramıza yeniden dönüşü nedeniyle ithaf edilmiştir.

(25 Aralık 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:46 AM

Siyahı Bırakıyorum Sana!

koptuysam eğer gerçeklikten
'geçmişe dair' olduysam kendimce
boşuna arama beni odalarda
anıları topla...iyi bak!
belki kalmıştır bir parçam içine düştüğüm aynalarda

tutuyorsam yolu ardıma bakmadan
bütün köprüleri yıkarak
açıyorsam yelkeni sonsuza doğru
artık duymasan da olur sesimi
o sevdiğin kokumu
olsa olsa kalmıştır belki saçımın bir teli buruşuk yastığında

ihtimal yorgun düştüm yorulmaktan
güzelce toplayıp yaşamı koydum çıkınıma
'anca giderim' deyip yola koyuldum
yüreğimdeki çocuğun elini tutaraktan

sen şimdi baharı bekle dur
çiçekler açmasını ruhunda
benim tomurcuklarım yalnızca bana ait
bana açacak bundan sonra!

nereye döndüysem siyah
nereye gittiysem akşamdı vakit
oysa gün
her dem taze olmalı
gündoğumuna dönmeliydi dünya
her şafakta kalbim yerinden oynamalı
bedenim bir bakışta aşka uyanmalı

gidiyorum!
pembeler yeşiller ölümsüz mavilerle kol kola
sana kalan yalnızca siyah
siyahı bırakıyorum sana!


(06 Nisan 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Siyahın Doğduğu Yerde!

nehirler mezar oluyor akıntıyla döllenirken
kimi zaman bir beşik eğreti uykularda

konuşamıyorum
su sesine mıhlanıyor nefesim
akıyorum!

denize varmak içindir nehir
kuruyarak biraz ama onuruyla bütüncül
tersyüz edip dünyayı esrik bir yolculuğun son kertesinde
dibini yıkamak için okyanusun

dinliyorum:
'suya dönüşemedi insanoğlu'

kan su değil mi!

siyahı yaratıyor ateşin sağrısında çarpan yürek
kuruyan bütün nehirlerin yitirilmiş coşkusu benim olsun!
kızıldan turkuvaza dönüşün bıçak serüveninde
çarmıhtan sökerek indirdiğim
ademoğlunun gölgesinde bekliyorum

ödenecek bedeller var daha
durmalı bu lav akıntısı
ateş sönsün önce
mıhlansın nefesim gül ateşin sinesinde

siyahın doğduğu yerde bekliyorum!


(07 Ocak 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Siz Büyüksünüz*

bir anne için ne yazılabilir ki

“köpekler ana olmasın”
derdi rahmetli ninem

çileli iş analık
ne kıymeti bilinir
ne değeri anlaşılır
analık
yazgıya düşmedikçe

anmak yetmez
kısa düşer kuru bir teşekkür
güç yetmez anlamaya
hakkı ise
hiç ödenmez

eli öpülesi
sevilesi analar ey!
sıcacık bir selam süzülür yüreğimden
gönüllere tuttuğunuz nurlarca
kutlu olsun gününüz

siz büyüksünüz!



(*) İçinde ana sevgisi, ana yüreği taşıya tüm dostlara sonsuz sevgilerimle; bu günümü kırmızı güller(!) ve yüreğimde açan güller kadar güzel mesajlarla kutlayan bütün çocuklarıma ve analar için birbirinden anlamlı şiirler yazan şairlerime içten teşekkürlerimle…
Sevginiz başım üzerine.
Kutlu olsun hepinize ….


(9 Mayıs 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Son Bir Çubuk Tüttüreceğim!

kalemimde kalacak can suyum
canım
can çekişirken tenimde
ölümle tanışacağım usulca
yeniden doğmayı umarak
uçurum başına dikilecek onurlu mızrak

soyu atadan yadigar
bir kızıl deriliyim
yaşar ve ölür gibi aynı zamanda
son şarkıyı haykırırken dağlara
son bir çubuk tüttüreceğim hayatın anısına

son savaşın
son çığlığı
son seferdir bu yenilgiden armağan
bir vedadır bu topraklardan kalan

koynunda sevda birikirken zühre’nin
gürleyecek yine gökler
uğuldayarak geçecek rüzgar
terk edilmiş koyaklardan

aşkların didesinde nur açacak yine
yolumu tutup
son çubuğu tüttürmeye gidiyorum
bütün kahırlar
ayrılıklar
çekilen tüm acılar şerefine

ölümle randevum var!


(24 Ocak 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Son Damla

“O gülü o laleyi gören göz
doldurur gök kubbeyi ağlayıp inlemeyle
bir yıllık bir aşkın deliliğini
veremez bin yıllık şaraplar bile” - (Mevlana Celaleddin-i Rumi)


bin bir çeşit dili var aşk anlatmanın
su değil ki dökülsün maşuk’un yoluna
sonbahar akşamında sunulan karanfil
gözyaşına perçinlenmiş resimdir bazen

isyandır onca feryat onca haykırış
kavuşma sancısı bir bedene özgürce
kah ölümcül susku “garib”in dilinde
kah sorgulamak sahipsiz adreslerde

aşk görünmez hançer... deşer adamı
tükenir nefes yapayalnız ıssız gecede
ansızın söner yaşam...her yer karanlık
koyulaşır o an....demlenir kandan
akıncaya dek damardaki son damla kan

aşkı sevmek zamanı tam da o zaman!


(24 Temmuz 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Son Dua...(MEKTUP)

(Kısa bir süre önce katıldığım şiir ve edebiyat grubunun cenazesini kaldırıyorum bugün. Bazı anıların belgelenmesi gerektiğine inanıyorum.Ve bunu bir dostumla dertleşerek yapmak istiyorum izninizle.)

Ahmet Abi,
Canım çok sıkkın. Yaralandım. Hayatın havının döküldüğü günlerden birindeyim. Süt taştığında elzem olan kepçeye dönüştün yine. Bu mektubu asla okumayacaksın. Ne tuhaf değil mi, hayattaki en iyi üç dostumdan; tanıdığım en sıkı edebiyat adamlarından biri olmana rağmen ben sana son yıllarda ne “köpekbalıkları”, ne “sırtlanlar”, ne de “düşler” aleminde yazdığımı söylemedim. Uzun süreli ortalıktan kayboluşlarıma bir anlam veremediğini biliyorum. Hiç sitem etmedin, sorgulamadın ancak bir araya gelişlerimizde bıraktığımız yerden devam etmeyi bilirdik biz. Çalışır, konuşur ve düşünürken daima odanın içinde volta atarsın ya hani, son günlerde işte böyle oldum ben de. Demek ki, canı sıkılınca volta atanlardanmışım. Oturduğumda bile içimde voltalar büyüyor.

Hem hayatın orta yerinde olup, hem de kıyısında durmakta uzmanlaşmış ender kişilerdeniz biz. Birbirimizi çok iyi anlarız. Üstelik birer ayakları hep dışarıda olan eşlerimiz bu seçimlerimize saygı göstermişlerdir. Onlar olmasaydı bu dostluk böyle sağlam olur muydu diye çok düşünmüşümdür. Sanırım olmazdı. Bizleri sevdiler, hoşgörüyle kucakladılar ve tüm yaşananları birlikte göğüslediğimiz için olsa gerek bir masanın dört ayağı gibi sağlam bastık yere. Ama az şey de paylaşmadık hani. Geriye dönüp baktığımda anıların içinde kaybolup gidiyorum. Müzik, resim, evlat ve hayvan sevgisi, çektiğimiz onca acı ve omuzlarda ağlayarak geçen anlar havada asılı duruyorlar şimdi.

Fazlasıyla duyguluyum bugün. Biliyor musun, ağlayarak yazıyorum. Yaşamları piyano üzerine kurulu iki çocuğu gurbete verdik biz. Geride başkaları da yoktu üstelik. Fazıl başardı. O, artık bir dünya markası oldu. Kendi oğlummuş gibi gurur duyuyorum. Tıpkı Muhiddin ve diğerleriyle olduğu gibi. Ebru’yu ise büyük acılar, sorunlar, ertelemeler bekliyordu.

Köpeğimizin doğumunda nasıl heyecanla gün saydığınızı unutmam mümkün mü? Her zamanki dik başlılığınla “Bana ne! Bu yaştan sonra köpek-möpek bakamam ben” deyişini; tüm sorumluluğu daha ilk günden Handan’ın üzerine yıkışını ve Buruşuğun tek yavrusu olan küçük Buruşuk dünyaya geldikten ve evinize yerleştikten sonra da yaşamının adeta ona endekslendiğini unutabilir miyim? Bilgisayarında çalışırken, durmadan başına dokunurdun. O ise senin yanından hiç ayrılmazdı. Sonra aylarca süren inanılmaz acılar çekerek, birbiri ardına zamanın atına binip dörtnala gittiler. Ana ve oğul. Hem öksüz, hem yetim kalmıştık. Beyinlerimiz boşalmıştı sanki. Düşünemiyor, çalışamıyor ve evlere sığamıyorduk. Yalnızca kalp ağrısı çeken aptallara dönmüştük. Ahmet Erhan’ın kitabını getirdiğin günkü hüznünü, coşku ve buruk mutluluğunu hatırlar mısın? Buruşuğa şiir yazmıştı. Resmini de koymuştu. Ankara’nın en heybetli boksörü(!) koç gibi duruyordu….

Neler gelip geçiyor kafamdan bir bilsen….O uğursuz Sivas gününde dost Metin Altıok’u yitirmiş olmanın acısı, Uğur Mumcu’nun vahşice katledildiği gün sokaktaki buz. Ağlayamamıştık hani? Bizler de buz kesmiştik adeta. Ve daha nice fotoğraf anılarımdan asla silinmeyecek. Torunlarımız dünyaya geldiğinde ne çok sevinmiştik. Hani diyorum ki, biz bir dolu doğum ve ölüm yaşadık birlikte. Acı ve mutluluk paylaştık. Bir lokma ekmeği bölüşür gibi…Şahin’in sana takılmalarını ve senin “Al şu faşist kocanı başımdan! ...” diye haykırışlarını nasıl unutabilirim?

“Sen resme devam etmelisin” derken yüzündeki kırgınlığı, kızgınlığı; resimlerimi neredeyse zorla toparlayıp sergi açmanı nasıl unutabilirim? İşte bu yüzden yazdığımı söylemedim sana. Beni resimden uzak tutan bir uğraş içinde olmam seni üzecekti biliyorum.

Bugün neden küskün olduğumu ve neden yine kıyılara vurduğumu nasıl anlatacağım şimdi? Gruplardan falan da haberin yoktur senin. Boş ver! Bir yerlerde kendimce yazıyorum işte. Yuvam gibi oldu buralar artık. Bir dolu okuyanım-okumayanım, sevenim sevmeyenim, destekleyenim-köstekleyenim var. Sen bu işleri iyi bilirsin. O camianın temel taşlarından birisin çünkü.

Bir süre önce ciddi olduğuna inandığım bir şiir-edebiyat grubuna katılmıştım. Azımsanmayacak sayıda şiir ve yazı yükledim oraya. Sonra benden kaynaklamayan bir pürüz çıktı. Grup kurucusu, grubu yöneticilerden birinin de ben olduğum ekibe bırakarak ve geçici olarak bir kenara çekildi. Ne yazık ki bazı yöneticiler gerçekten amatördü. Ve bir gece, bir tanesi kimseye danışmadan herkesin şiir ve yazılarını gözünü kırpmadan sildi. İyi niyetle ve beyaz bir sayfa açmak içinmiş! ...Onun kişisel grubunun da bir üyesi ve yöneticisiydim. Bana dahi danışmadı. Üstelik tanınmış bir ressamdı bu. Demem o ki resim emekçisi bir adam, yazın sanatının emeğini hiçe sayabilmişti. Doğal olarak tepki ve isyanımı dile getirmekte gecikmedim. Ama neye yarardı? Yorum, görüş, eleştiri, şiir ve yazıların tamamı gitmişti. Bunun beni ne denli üzdüğünü, kızdırmanın ötesinde kalbimi nasıl kırdığını sözcüklerle anlatmak mümkün değil. Sana yazmayacaktım ama o kişiden dün gece bir mektup aldım. Anladığım kadarıyla sivri dilimden etkilenmişti. Biraz da sinirlenmiş gibi geldi bana. Bir sanatçı olduğundan, tablolarının saraylarda sergilendiğinden söz ediyordu. Doğru olduğunu biliyordum. Sevinir ve yürekten kutlarım. Ama onu yanıtlayamadım. Ne deseydim yani?

“Onlar senin övünülecek eserlerindir. Tıpkı senin yazılarımızı çöpe attığın gibi bu gruptan her hangi biri, bir gece vakti bir kutu boya ve fırça ile gelip hepsini tek renge boyasa ve yok etseydi ne hissederdin? ” diye sorsa mıydım kendisine? Bu soruya yanıtı olan kişi böyle bir davranışta bulunur muydu sence?

Gerçek bir sanat eleştirmeni ve ödüllü bir sanat emekçisi olarak şimdi söyle bana. Sanata dahil midir bu tarz bir davranış?

Taliban’ın heykelleri yıktığı günkü acılarıma; Fahrenheit 451 günlerime geri döndüm dün gece. Ve kozamda gözyaşı döktüm. İnsanlık adına ağladım! ....

..................

C. Dündar grubu 59 kişilikti. Yazılar silinmekle kalmadı, dün sabah 58 üye birden atıldı. Grubun adı değiştirildi. Ve ne yazık ki öldü! ....C. Dündar’ın ise olan bitenden haberi olduğunu hiç sanmıyorum. Ancak kişisel görüşüme göre O’nun tek hatası, haklı şöhreti ve bin bir emekle edindiği onurlu adını çok yakın bir dostuna gözünü kırpmaksızın emanet etmiş olmaktı. Dündar için de gözyaşı döktüm….

Sevgili Ahmet Abi, sen dostluğun hakiki anlamını ve dost yoluna post olmayı bilenlerden birisin. İşte bu yüzden, taşan sütün kepçesi veya bir köpeğin sadakati ve sevgisi kadar elzemsin bugün.

Yüreğini, kanayan yüreğimin üzerine bırakman yeterli! ...Ben hissederim…

Sevgi ve sağlıcakla kal….


(10 Ağustos 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Son Ferman

satırın ucundaydı ferman
ve ben kendimden davacı
erguvan celselerde ödenen ceremeden

değer bilmesine bildik de
simyasını çözemedik ahvalin
nelere kadirdi anlamadık hiç

insan birikirdi sevgimde
şimdi parçalanıyor hepsi, lime lime
parmak uçlarım yanıyor
istemem geride kalsın bozukluklar!
tek kişiliktir kefen
cengaverler hep yek ölür
yüreğe vuruyor da ateşin harı
kaf dağına geçiyorum ben

“gör ki:
simurgun ne damı, ne de sayyadı var”*

an gelir
çözülür kitap
acılar erbainden
başka bir diyara taşınır

sonuncu fermandı
kestim kellemi bastım mührü
üstümde kaldı alemin utancı

yanılgıya sustum ey!


(24 Nisan 2004)


(*) Ragıp Paşa

Simurg: Anka
Dam; Tuzak
Sayyad; Avcı

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Son Nokta

anlamıyorum
ruhum neden bu denli yaşlı!
geçmişle muhabbet tek çıkmazı

kaderim mukadder olmuş idea* larla ödenen
bedelsiz bedellerle yarına ait dünlerden
bir yolculuk bu ezelden ebede
meçhulde sislere bulanmış
sonu bilinmeyende

kim yaşlı
kim genç
kim biliyor

son nokta
son söz nerede



(*) Platon akıl ve ruhta gizlenmiş İdea’lardan söz eder. Ruhun DNA’ları gibi... Sanatçı ise ideaları yeniden gören kişidir. Ressam görür, müzikçi dinler, şair duyar. İdea’ların tanıklarıdır onlar.
(20 Haziran 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Sonrası Yok!

hüzünler ülkesinde dün akşam
korsandı yelkenim ummanda
vurdum kalemi sevdaya
en aşina dost kucağında

avucumda bir müjde böceği
-vakit zamanlardan kuşluk-
pek de masum kabuğunda
yıldız*taşıyor beneklerden
kıpkızıl kanatlarında

tabletler tarih yüklü kavgadan
oysa düşünce yazılmalıydı önce
kehribar olsaydım düşünceden
geçmişi gizleseydim inceden
ağlamazdı düşlerim
arsızca sır dökmezdi aynalar fikrim kıpraştığında

ilk yaprağı okudum bu sabah
adı 'tomurcuğun öyküsü'
deli sürgünler gölgesinde
mecburiyettendir artık yazmak!

(neden çoğalmaz akıl
şair büyütürken kainatı
düşünce olmazsa şiir olur mu hiç
söz düşer mi yere düşünce bittiğinde!)

yazmak zamanıysa iklimlerden
bir rüyadır aslında ödünç verilen
kim keşfeder esrarını alemin
kim çözer bilinmezin sırrını
ateşböceği kızılda divane
ve
son yaprak düşmekteyken

ya sonra
sonrası yok!
......

* Küçük Prens'in asteroidi B612'dir sözü edilen yıldız (Saint-Exupery)

(18 Nisan 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Sorunum Var! .. (Düz Yazı)

Benim bir derdim var. Bir değil, çok aslında...

Hangi birinden başlasam? İlk olarak içimi susturmalıyım. Öylesi bet bir sesle konuşuyor ki bu “iç”, eleştirmene falan hacet yok. Kimseleri beğenmez ukala. En başta da beni. Anlayacağınız akut safhada paranoik-şizofrenik, zaman zaman da obsessive-****lomanik bir vaka. Aklı sıra bende panik ataklar yaratacak ama beceremedikçe hırslanıyor. Yarım asırdır bu sesi dinlemekten bıktım, usandım artık. Üstelik 50 -0 da galibim. O ne kadar çok konuşursa, ben iki misli konuşuyorum anlayacağınız. Ama yoruluyorum. Karar verdim; bugünden tezi yok idam hükmünü imzalayacağım. İlk söz olarak söyleyeyim ki kayıtlara geçsin; belgelensin ve böylece temelli rahatlayayım dedim hani…

Şimdi bu vatandaşın iç sesinden size ne, değil mi? Oysa benim için çok şey demek. Günümüze kadar beni oyalayan oydu. Maçı kazandığım halde, sahanın dışına çıkamıyordum bir türlü. Bu nedenle fermanını mühürlüyorum bugün. O gidiyor ve ben bütün hayallerim, kavgalarım, düşünce ve duygularımla birlikte geliyorum…

Merhaba dostlar!

Gelelim ikinci sorunuma. Daha önce de yazdım ve dillendirdim. Kimsenin umurunda olmadı. Ben bu teknoloji işine akıl sır erdiremiyorum. İşe yaramaz bir dolu ıvır-zıvır icat etme peşinde harcanan bütçelerle arzu etseler Mars’ta koloniler; Ay’da, haydi haydi yazlık siteler kurarlardı. Oysa alt tarafı bir “düşünce teybi” istemiştim onlardan. Yani haksız mıyım şimdi? Ayakta çalışmak zorunda olan insana sırt masajı yapan alete kafa yoracak ve bunun da altından kalkamayacaksın. Zira yüklediğin onca kiloluk donanımla adamı rahatlatmak yerine bel fıtığına mahkum edeceksin. Sonra da benim düşüncelerim uzay boşluğunda hovardaca akıp giderken, kalem ve klavyeyi saf dışı bırakacak; onları düşünme hızında kaydedecek bir düşünce teybi icat edemeyeceksin. Var mı böyle bir şey? O araştırma bütçelerini karşılamak için her birimizin kanı emiliyor. Kendi adıma ben günde dört paket sigara içerek neredeyse kırk yıldır dolaylı vergi ödeme dilimlerindeki yüksek ve onurlu (!) yerimi muhafaza etmeyi ısrarla sürdürüyorum. Aynı zamanda sigaradan vazgeçirme fonları üretiyorum. İçiriyorsun ey sitem! Gençliğimde az reklamını yapmamıştın hani. Sonuçta içiyorum işte ve ödüyorum. Vazgeçirdiğin kurbanlar ise başka bağımlılıkların kucağına düşüyorlar. Bir de onları doğrultmak için ödüyorum. Bu nasıl hesap, anlamadım doğrusu. Benden tahsil ettiğiniz vergilerle söz gelişi sarımsağın kokusunu yok etmeyi başarmış olabilirsiniz pekala. İyi de, bunun bana veya mideme ne faydası var? Yani şimdi kokusuz sarımsağı yiyince midem ağrımayacak mı? Ayrıca “sen vergini devletine ödüyorsun “ demeye falan kalkışmayın sakın çokuluslular! . Ulu devletim benden alıp size borç ödüyor. Hem de ta Osmanlı’dan beri!

Ben ise halen düşünce teybimi bekliyorum…

Düşüncelerimiz kayboluyor ilim irfan sahibi efendiler, baylar, bayanlar, düşünceli ve düşüncesizler!

Öncelikle onlara sahip çıkalım. İnsanın beynine bilgisayar yerleştirmekten söz ediyorlar durmaksızın. İleride neler olacağını şimdiden görür gibiyim. Dünya pazarı, çokuluslu iki şirket arasında paylaşılır ve acımasız rekabet başlar. Bunu izleyen Allah’ın her günü ise, gelsin güncelleme fasılları. Herhalde beynimize “ding! , yeni güncellemeniz var” diyen bir uyarı merkezi yerleştirecekler. Ama ne fayda! Adaletsiz rekabetin gözü kör olsun. Bir gün mutlaka rakip şirket beyninizde bir boşluk, bir aralık kapı yakalar. O gün fena halde aşıksınızdır mesela. Veya işle ilgili sorunlarınızda boğulmuşsunuzdur. Ödemeniz vardır ama banka hesabınız “S.O.S” veriyordur. Ya da kapı komşunuzda çocukları vuruyorlardır. İsyandasınızdır ve beyninize çoktan inmeler inmiştir bile. Kısaca, beyniniz, ruhunuz, kalbiniz korunmasız ve zayıftır demek istiyorum. Böylece virüslenirsiniz. Yarın “hack”lenir, öbür gün de çökersiniz. “Update” olayım derken dümdüz (down) edilip kalırsınız. Olur biter!

İkinci olasılık ise, programlar mükemmel çalışır. Yeryüzünde aniden binlerce benzeriniz türer. Koro halinde davranır, mantarca şarkılar söyler, koro halinde düşünür, koro halinde eksilir çoğalır; hissetmez ve hatta düşünmezsiniz bile. Programınız var ya, oh ne ala! Sorunları program çözümler ve bilgisayarınıza gerekli ayarları kaydeder. Bireysel yaratıcılıktan yoksun olarak aşk yaptığınızı düşünün bir de. Bu da laf mı şimdi? Kocaman bir mantık hatası! 'Kısıtlanmış makine düşünürleri' olduğumuzu unuttum bir an. Bu durumda aşk bizim neyimize? Kuru bir cinsellik çok bile! Hele şiire hiç gerek kalmadı.

Düşünen insan faktörü olmayınca bu alemi yönetmek fevkalade kolay. İlim irfan sahibi çokuluslular iyi bilirler bu gerçeği. Canlıları koyun gibi gütmekte ustalaşmışlardır adeta. “Koyun” derken, ne için olduğunu dahi bilmeksizin tüketenleri; sormayan, sorgulamayan, “öteki”ler için acı çekmeyen, insani sorumluluk taşımayan ve başını dik tutmayı beceremeyen kurbanları kast ediyorum.. Sonuç ne peki? Dünya genelinde büyük şirket bilançolarında az emek karşılığında bol kazanç görünür. Çağımızın yükselen değeri o sayfalarda yıldız gibi parlar. Ne acıklı değil mi?

O halde, hep birlikte gülelim ağlanacak halimize!

…………….

Ütopik bir düş dünyasında sizleri bir gezintiye davet ettim bugün. Çocukluğumda Jules Verne ile çok dolaştım da ondandır belki bu kusurum. Düşünceleri kaydetmek keşke mümkün olabilseydi. En çok da ben mutlu olur ve düşler aleminde böylesi uzun yolculuklara çıkmak zorunda kalmazdım. Ama ne yazık ki hayallerimin gerçekleşmesi mümkün değil.

İmkan dahilinde olan somut bir şey var ama. Düşüncelerimize sahip çıkmak; onları para ve güç makinelerine kaptırmamak; tarlayı sürüp ekmekten asla vazgeçmemek ve düşünce ürünleri toplamak gibi…

Tarlanız verimli, hasadınız bol, yolunuz açık olsun dostlar!
Kalınız sağlıcakla …


(31 Temmuz 2004) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından...

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:47 AM

Söğüdün Uyanışı

arzuyla inliyor söğüt dalı
kar suyuna kükrüyor salkım saçak
şifresi aşka açılmış bir kadın kadar heyecanlı
hatırlıyor geçmiş baharları

dala hasret kuş ötüşünde yankılanıyor yeşil
talan ediyor doğa ezcümle mevzileri
izliyorum maiyeti ölü bir kış ağrısından
uyanan ürkek dirilişleri

başı boş
bir bahar cini dolanıyor ortalıkta
ışık yağıyor karasularıma eteklerinden

dışarıda bayram var!

“yarim orayı mesken mi tuttun” diyen
kadın bir de geçen yüzyıldan kalma
nereye kaçtı gözlerim ah!
baraj kapakları açılıyor aklımın
ellerim kara sevda

indir ud’unu artık nenem sultan!
kuşan alacalı urbanı
durma benim için çal!

kainata yayılsın amber kokun
çemberinde gül ezgiler tutuşsun
söğüt dalı olsun mezhebin meşrebin bu gece
görmüyor musun
bizim sokakta bahar var!

hatmi çiçeği bıraktım başucuna...


(4 Nisan 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Söğüdün Yüzü Yere Bakar!

hayata özdeş kıl beni
çarpışsın yürekler
kaybolalım kehanetin kör ucunda
varsın kısa düşsün yollar
varsın yaralar açılsın
yaralar da şart kabuklar kadar!

ateşe özdeş kıl beni
yakıştığı kadardır yangınlar
koyuver gitsin sonra
tükensin tütün basılan tüm acılar
ateşin de külleri var kuyunun dibi kadar

aşka özdeş kıl beni
yüreğimden tut doruğa çıkalım
kopar beni bu alemden
kopar ki sonrası fark etmesin
birlikte düşmek güzeldir inan
tırmanmak kadar

bir hüznü var söğüdün!

ufkunu arayan göç kuşlarıyız şimdi
hilesiz bir kumardı yaşam
hilesiz bir yoldu tutulan
“ölümüne” sevmekti aşk
ölüme özdeş kıl o halde
henüz yaşanmayan bile güzeldir
seninle yaşanan kadar!

yere bakıyor söğüdün yüzü


(1 Mart 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Söz Pınarı

her şeyi bilensin sen
ben
bilmeye çalışan

bilgelik
ruhunda senin
bense
arayan

üzülme
yorulmam sevdiğim
bıkmam!

sözün pınarı sensin çünkü

sözü kurutanlara inat
saçımı yine okşa!


(23 Şubat 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Söz Veriyorum!

elinden kayan “zaman”dır
henüz yakalayamadığın
yitirme umutlarını!

güneşin ufku öptüğünü görüyorsun
sönükleştiğini dağların arkasında
yüreğin dokunmadı henüz bir yüreğe
yanıtlanmadı çığlıkların
üzülme sakın!
şarkını duyacağın günü bekle

onu bekle
güneşin doğacağı yerde

düşünü süsleyen bir tutam fesleğenle
bulut olup göğsüne konacak aşk
rüzgarın esintisine terk et yalnızlığını
sadece şarkını dinle

güneşi kaçırma
tanıyacaksın onu
yüzünde aydınlık bir tebessüm
öylesine özlemiş olacak ki
dokunmadan daha ona
ruhuyla kucaklayacak seni

söz veriyorum!
mutlu olacaksın
güneşi doğarken yakala yeter!

her zaman hoyrat değildir aşk
yoluna güzellikler de serer


(08 Ekim 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Söz’e Biat*

- söz’le suç ortaklığıdır yazmak…


“söz”ün kölesiyim
suçuma bile beni
ey söz!

“hiç”ten tutarım yolu
tefekkürde çakar şimşeğim
var oluşun ışığına doğru
aheste giderim

kıldan incedir boynum
izimin izinde ancak
izimi “söz”le bulurum

söz'le bir suç ortaklığı
tek dileğim!


(21 Şubat 2004)


(*) Sevgili Ayşe Keskin'e sonsuz teşekkürlerimle )

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Söz’e Selam

söz
bir güvence
kapıya dayanmamış alacaklı
yarınlara

tutkunun gücünden
baskındır kudreti
aşkın mühletinden
kelamın hikmeti

söz sözse eğer
bozkıra at hiç korkma!
yaprak yere düşene dek
gülistan yaratır kıraç toprakta

ister
aşka dair söylensin
ister hayata

selam olsun benden
söze
ve sözü olana


(18 Şubat 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

SÖZCÜKLER ve DİL (Düz Yazı)

Sözcükler bir dil oluşturmakla kalmaz. Onların da kendilerine has ve evrensel bir dilleri vardır. Sözcükleri bozmak, anadili kaybetmekten de öte bir şeydir. Bu aynı zamanda, asırların eleklerinden süzülerek gelmiş nadide bir güzelliği hoyratça hırpalamak anl****** gelir.

Arapça, Farsça, Kürtçe, Türkçe, Fransızca, Latince, vs. olmaları hiç fark etmez. Asıl olan onların ne anlatmak istediğidir. Budanır veya değişime uğrarlarsa eğer, yüklendikleri anlamı bize taşıma özelliğini tümden yitirirler. Onlar yok olurken, bilgi eksilir ve sonuçta biz çoraklaşırız. Sayılar ve dili oluşturan harfler bütün şifrelerin anahtarı olduğuna göre, bu durumda tek bir harfin kaybolması bile çok önemlidir. “Sıfır”ın kaybolması gibi bir şey bu...

Düşünsenize “sıfır”sız ne yapardık biz? Sözcüklerden şapkaları kaldırmaya benzemez bu iş. Başta iletişim ve finans sektörü olmak üzere pek çok iş alanı çökerdi. Dilde ise çöküş daha sessizce ve derinden gerçekleşiyor. Ve bir gün, önünde sonunda gümbür gümbür patlayacak.

“Sergüzeşt” ve “macera” eşanlamlı olabilir mi hiç? “Enkazlar, eşyalar, malumatlar, talimatlar', ki bu sözcükler ler-lar takısı almadan da çoğuldurlar ve yanlış kullanımdalar. Veya 'mütevazı' yerine 'mütevazi” denilebilir mi? Paralel yerine “mütevazi” kullandığımda - ki doğru bir kullanım şeklidir bu - insanların nirengi noktaları ne olacak peki? “Tevazu”yu mu anlayacaklar, yoksa geometrik bir terimi mi? Dilin yanlış kullanımından kaynaklanan müthiş bir kavram kargaşası var ortalıkta.

Burada bir cinayet işleniyor, haberiniz ola!

“Melal”i çöpe atarsam, Haşim’i nasıl kavrar; “giryan” ile vedalaşırsam Fikret’le yarenliği nasıl sürdürebilirim?

“Hüzün' (hüzn) e ne demeli peki? Onsuz, bunca kültürün acılarla yoğrulduğu; her karışında derin izler bıraktığı bu topraklar ve onun insanının gam yükünü, elemi nasıl açıklar; bırakınız açıklamayı, kendi kuşağımın gereği olan kültür aktarım görevimi nasıl yerine getirebilirim? Sözcükler ve anadili katlederken, gençlerin canına nasıl can katarım sonra?

Çirkin ve niteliksiz 'Amerikanca' çeviri örneği olan “üzgünüm” yetmiyor böyle durumlarda. ”Müteessir” lazım bana ki, duygulanıp etkilendiğimi; hüzünlenip kederlendiğimi ifade edebileyim. Ve böylece;

“Hayatı bence teessürdür eyleyen ispat
Taayyün* eyleyemez nevm** içinde reng-i hayat”

...diyen Fikret’e hem ulaşıp, hem de aynı zamanda genç kuşaklara ulaştırabileyim. “Çimmek” ve “çemkirmek” sözcüklerini günümüzde kaç kentsel kökenli, eğitimli kişi biliyor dersiniz? Bilmiyorlar tabii ki... Öğretmedik onlara. “Dahi” anlamındaki “de” ve “da” ların ayrı yazılması gerektiğini bile öğretmemişiz ne yazık!

Peki biz, eski kuşaklar nasıl koptuk dilimizden? Yolu açmış olmalıyız ki, arkamızdan gelenler olmuş. Onu da kısmetse bir başka zaman konuşuruz dostlar. Siz düşünmeye başlayın hele…

Bu gün de böyle dostlar!
.............

*taayyün: meydana, ortaya çıkma
**nevm:uyku, rüya

(20 Haziran 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından...

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Sri Lanka'da Fillerle Polo Yapan Binici!

ne oyun teorisi ama
kazanmak yetmez
dayanmak lazım!

ben kapattım kendimi
dağda bayırda denizde
hatta hapiste
bu
şu
o
herkes kapattı işte!

çektim ipi artık
tek kişiyim fillerle polo'da
gül serptim başınızdan
oscar’ı verdim gitti
en teneke madalyaları da

ödülünüz daim olsun!
duydum ki
kahramanlığa soyunmuşsunuz bir de

tebriklerimle!

sahi kaç kişiydiniz siz
kaçar tane kaç kişi
“hem yiğit ol hem er”
bilir miydiniz acaba
Pitagor’dan armağandır bu bize

güller size...polo bana

yetti bre
yetti bre!


(11 Mart 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Su Kenarında Bir Akşamüstü (Düz Yazı)

“…..yazdıklarınızı göndermek istemiyorsunuz bana öyle mi? İnanmıyorsunuz bana öyleyse. Kafamda yarattığım kadını sarsar mı sandınız? ...”*

Franz Kafka’nın yukarıdaki sözlerini okuduğumda kafam bir hayli karışmıştı. Üzerinde dakikalarca düşündüm. Öylesine düşündüm ki, uzunca bir süre başka bir konuya yoğunlaşamadım.

Her yazar veya yazı üreten kişinin hayalinde az da olsa Kafka veya O’nun ayarında bir yazara benzemek yatar. Çoğumuz aralıksız yazarak bu hayale ulaşmaya çalışırız. Benim büyük hayalim ise farklı bir Milena olabilmekti. Çok sayıda kişinin yazılarını gönderdiği bir Milena’dan söz ediyorum. Ne demek istediğimi biraz açmam lazım sanırım.

“Mektuplar” ın adresini bulmasına pek de aldırmayarak sürekli yazıyordum. Yolladıklarımın yanıtlanması çok önemli değildi. Ben yazdıkça nasıl olsa bir yerlerde yankılanıyordu onlar. Zamanla kişilerin aslında birer “kuyu” olduğunu fark ettim. Bu kuyular oldukça tuhaftı doğrusu. Ancak ses verdiğimde onlardan ses alabiliyordum. Oysa ben bir kuyu olup sessizce beklediğimde, bana ulaşan sesleri – birkaç istisna dışında – genellikle doyurucu bulmuyordum.

Cılız seslerdi bunlar. Halbuki gerçek bir Milena olsaydım, güzel sesler duyabilir ve sonuçta daha güzel sesler yankılayabilirdim. Görüşlerini, düşünce ve duygularını yazabilirlerdi pekala. Ürünlerini gönderebilirlerdi. İyi bir dinleyici olduğumu biliyordum. Yanıtlamayı da seviyordum. O halde sorun neydi? Kafka’nın da işaret ettiği gibi; belki inanmıyorlar ya da büyük olasılıkla seslenmekten korkuyorlardı. Beynimde yarattığım hayalleri yıkmaktan mı çekiniyorlardı? Öyle idiyse eğer, neden ilk sesi ben veriyordum daima? Bir hayal yaratmış olmayı önemsemiyor muydum, yoksa abartılı bir şımarıklık ve özgüvenle verdiğim sese fazlaca mı güveniyordum? Ancak bu sorular ikinci derecede önemliydi. Asıl sorun benim gerçek bir “kuyu”, yani Milena olamayışımdı. Bu ise beni fazlasıyla üzüyordu.

Bu düşümden vazgeçmem gerekiyor artık. Fazla sayıda seçeneğim olmadığına göre ilk sesi vermeyi sürdürmeliyim. Bunun dışında yapacak çok az şey var.

Sanırım bütün mektuplar Milena’ ya yazıldı ve bitti! Bana sadece yazmak kalıyor.

Son seçeneği ise kendimde saklı tutuyorum.
O da hiç yazmamak!
……………..

(*) Franz Kafka: “Milena’ya Mektuplar”

(06 Temmuz 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından...

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Su Şiirleri 1: Aynı Sudan veya...

kıraç toprağa sağanaktır yüreğim
kaçışlarım çoğu kez bana dair
benim mülkiyetimde onlar
bana emanettir öznel hapisliğim

tarifi neydi özgürlüğün?
-kullanmasam da kullanacağımı bildiğim şey-

ben özgürdüm o halde!

suydum mesela
aktım kendi yatağımda
sahile vurdum zerrelerimi
hürdüm kendi ummanımda

dere isem
kar suyum olmalısın
bulutsam eğer yağmurum ol gel
örseleme beni fırtınayla
su olup akmalıyız biz
sınırlar tutunamaz hiçbir suda

sevginin bir tarifi de su

aynı sudan doğmalıydık
“ben” olmayı unutarak
su gibi özgürce ve tek

birimiz su
birimiz toprak oysa

toprak suyu bekler
su yine toprağa gider
ikisi farklı da olsa!


(26 Temmuz 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:48 AM

Su Şiirleri 2: Açık Denizde Ölüm

gün alacasında yakalandılar
ortalık bir yerinde denizin
ne bir kürek
ne bir bot
ne cankurtaran simidi

pusula çoktan yitirilmişti

yoktu kuşlar kıyıyı işaretlesin
savrulup gittiler öylece
ne anlamsız bir son!
ne biçim bir girdap durgun sularda kuduran
önüne geleni vahşice yutan

birinin bir ayağı suda
köprüde yalnızdı kaptan

çan seslerini dinlediler
var mıydılar
yok muydular bilinmez
sisin içinde yitip gittiler

su olmanın ikinci hali...


(26 Temmuz 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:49 AM

Su Şiirleri 3: Su Yolunu Bulur

rengini yitirdi gökyüzü
geri dönüldü ruh sarnıcına
gökler kıskançlığa durdu
ve yağmura

yağmur bitti
suya kırıldı buz
su uçup gitti

toprak suya teslim, su toprağa
gizlendi yeniden su
yerin yedi kat altına
aslan in'ine
su derine

tükenmedi toprağın bereketi
yüreğinde sürgünler büyüttü
ezilerek suyun altında ancak
kayanın gücü suya yenik düştü

su yaşam
su ölüm
aslında su güç
yanılan insan
su yanıltmaz asla!

öykü
su olmanın üçüncü hali...


(26 Temmuz 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:49 AM

Suçu Üstlenmek!

bilirdik sevmeyi
anamızı sever gibi
sevilmeyi keşfettik sonra
ve acıyı
sevindik ağlarken
birileri delirdi

ah bu isot tadı ağzımızda
cinayet mahallini deşiyor vicdansız
yutkundukça kızıllaşıyor ten
donuyor akıl

unutuldu çizgi ötesi
terk edildi sevda
zihin içi Sibirya

eksi elli derece gibi kokuyor ayaz
kalabalık bastırdı sözde meleklerden
fikir sorumsuzu olduk
anlamıyoruz n e d e n duygu icralık
n e d e n yaşam bu denli insafsız!

mesnetsiz bir mahcubiyetin yanağından
süzülerek düşüyor gözlerimiz hüzün tuşlarına
suçu üstlenecek biri lazım
:
tüneldeki karanlık
'burası tek yönlü’ diyor
'git!
git buzlaşmış yarısından galaksinin! '

darağacındaki ipi ben alayım
siz aklandınız!


(28 Mayıs 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:49 AM

SUDAKİ HALKALAR - Düz Yazı

Görsellik deyince akla önce resim, heykel, sinema, bale, tiyatro gibi görsel sanat dalları geliyor. Edebiyat ve özellikle de şiirin bu sınıflamadaki yeri ise oldukça alt sıralarda… Örneğin resim öncelikle göze; şiir ise sanat eseri ile alıcı (reseptör) arasındaki kanallar açıksa eğer, doğrudan zihne hitap eder. Birinin çizgi, desen ve renklerle yaptığı işi diğeri soyutlama ve imgelem gücüyle başarır. Her ikisinde de alınan uyarılar sonuçta beyne ulaşır. Resim ilk anda duyumsanmanın ötesinde elle dokunulabilen, boyutları fark edilen bir öğeyken şiir aslında var olmayan (hayalî, kurgusal) bir görüntüyü kişiye göre biçimlendirip yeniden hayaller inşa eden, ya da var olan hayallerle buluşmak suretiyle onun karanlık odalarına sessizce sızandır. Bu bağlamda şiirin kişisellik, birebirlik ya da mahremiyet olarak nitelendirilebilecek bir özelliğinden; kendisine özgü karakter yapısından söz edilebilir. Görsel ve plastik sanatlarda obje göz aracılığıyla izleyiciye ulaşırken şiir okura dil kanalıyla dokunur ve oradaki görüntü belleğini canlandırır. Tüm sanat dalları değişik rotalar izleseler de esasta çok farklı değildirler. Yalnızca bazıları birbirine daha yakındır. Can Yücel şiirlerinin Burhan Uygur tarafından resimlendirildiği ”Rengâhenk”in (İKSV Yay. 2007) önsöz yazısında Ferit Edgü şöyle diyordu (“Yücel ve Uygur: Şiirin Resme Dönüşmesi”) . “Sanatlar arasında kardeşlik var mıdır? Varsa hangi sanatlar hangilerinin kardeşidir? Kan bağından değil, sanatların yapısından, sanatların dilinden söz ediyorum.” Birbirinden bağımsız olarak gerçekleştirilen ”Rengâhenk” şiir ve resim çalışmalarının aynı kitapta buluşması, sanatlar arası kardeşliğe ve şiirin görsel olarak yorumlanmasına verilebilecek somut örneklerden biridir.

Aslında tüm sanat dalları, yapıtlarla oluşturulan 'üst-dil' sayesinde anlam yaratır. Seyirci, dinleyici ya da okur açısından algılama yöntemlerinde derin farklılıklar olduğu söylenemez. İzleyici ilk aşamada bir “ayna” görevi üstlenir. Farklılığı yaratan ana unsur, onun bu sürecin devamında ileriye doğru yansıttığıdır. Suya atılan taş ve yarattığı halkalara benzer bir durum… Diğer bir deyişle, kişi eserden aldığı her ne ise, ona kendinden de bir şeyler katarak eylemin dev****** bizzat varlığından bir iz, bir damga bırakır. Sonuçta her birey kendi fotoğrafını çeker. John Berger “görme biçimi” diyor buna. Görme biçimine, ikinci bir boyut olan “görme hızını” da eklemek gerekir, çünkü insan belleği dille kıyaslandığında görüntü motoru açısından daha donanımlı olup gördüğünü okuduğundan çok daha çabuk algılar. Peki gelişmiş bir dil okuma motorunu hızlandırabilir mi? Elbette evet…

Şiire geri dönersek eğer, onun doğası itibariyle bu alanda oldukça yavaş kaldığını biliriz. O halde dil, bir araç olarak zenginleştiği oranda şiirin görsel yapılanmasına ve okurda yarattığı algılama /çözümleme /özümleme kapasitesine katkıda bulunacaktır. İç görsellik olarak adlandırılabilecek bu nitelik bir bakıma anlama ulaşmanın başlıca yollarından biridir. (Çağımızı soğuran yapay görsellikten ayrı tutmak için özellikle iç görsellik kavramını kullanıyorum.) Üzerimize yığılmış, önceden tanımlanmış, “depolanmış gerçeklik” ten (J. Baudrillard) değil, kendimizden de ilave ederek yaratılan bir olgudan ve bunun üstyapısını hazırlayan geçişlilik, değişim, dönüşüm ve başkalaşım süreçlerinden söz ediyorum. İçinde yaşadığımız “plastik imaj çağı” ne yazık ki “değerli” saydığımız bilgilenme alanının (ki “yaratıcı gerçeklik zemini” de denilebilir buna) kirletilmesine ve işe yaramaz plastik bilgiyle (“junk”la) doldurulmasına neden oluyor. Öyle ki, bu değişim sürecinde dilin erozyona uğraması, toplumların ve dolayısıyla sanat emekçisinin zamanla adeta dilsizleşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Dünyayı yönlendiren güçler, yarattıkları “plastik kamuoyu, plastik edebiyat ve plastik medya”dan da geri dönüşümlü bir kuvvet alarak (“feedback”) , yalnızca ilişkileri ve kurumları yönetmekle kalmıyor, bireylerin hayal dünyalarına ve zihinsel fotoğraf albümlerine de hükmediyorlar artık.

(Burada bir parantez açarak şiirde görsellikten söz ederken, özgürleşmenin sınırlarını alabildiğine zorlayan “görsel şiir”e dokunmadığımızı vurgulamak isterim. “Görsel şiir” özellikle günümüzde zaman ve mekânın iç içe geçtiği; şiirdeki gizli matematiksellik, müziksellik ve armonizasyonun görsel alanda açığa çıkartılıp geometrik bir tasarım, mimari ve mühendislik ustalığına dönüştürüldüğü arenadır. Orada yapıt, teknik bilginin de yardımıyla, “konvansiyonel” yöntemlerin dışına taşar; “düz” şiirde pek az kullanılan yazı dışı araçlardan da yararlanarak - figür, renk, desen, grafik, fotoğraf, müzik, şiirsel mimari, dilde resimsel somutluma gibi - okurun zihnine yepyeni anlamlar yükler.)

***

Harften başlayıp hece ve dizeye, imgeden başlayıp şiire ve insana dek uzanan yelpazede dilin okuma ve yazma açısından giderek artan bir önem kazandığını görürüz. Okuma eyleminin ise yazılı metne dayandığını unutmamak lazım. Şöyle ki, şiirsel yazılı metin gündelik dilden farklı bir dil kurgusu ve teknik yapıya sahiptir. Birtakım yapıtaşlarından yararlanır. (Başlık, aralıklar, harf, hece, kafiye, şiirsel tümce, yazınsal ve biçemsel dil kullanımı, italik ve/veya “bold” harfler, vb.) Bu öğeleri bazen zorunlu olarak, bazen de seçerek kullanır. Tema, sembol, imge, istiare (eğretileme) , betimleme, benzetme (teşbih) , ritim, ses - müzik uyumu, düşünce-duygu-bilgi dengelenmesi ve benzeri sanatsal teknik ve yöntemlere başvurur. Okura ulaşmak için gereksinimleri vardır. (Kitap, dergi, sanal yayımcılık, sesli okuma alanları ve ek olarak müzik-platform- sahne gibi sesli ve görsel iletişim araçlarından yararlanmak gibi.) Bundan ötesi ise şairle okurun duyumsama, donanım ve yaratım gücüne kalır. Başarılı bir görüntü yönetmeni filmine ne katıyor - ne kadar katıyorsa - şair de şiir atını beceriyle yönettiği sürece nitelikli şiiri pekâlâ başarabilir. Öte yandan birikimli okur metinden yola çıkarak çeşitli yorumlamalara varır. “Fotoğraf realitenin yansıması değil, yansımanın realitesidir” diyordu B. Brecht. Aynı saptamanın şiir için de geçerli olduğu kanaatindeyim. Ancak düşünsel altyapısını oluşturabilmiş bir “şiir okuma anlayışı”, özünde barındırdığı iç ve dış yansıtma dinamiğiyle şiirin varlığına kanıtsal bir zemin hazırlayacaktır ki, burada ortaya çıkan “yansıtma” edimi şiirin görsellik özelliğini de tarif eder bir durum olup düşünceye biçimin, rengin, mekânın, müziğin elbisesini giydirir. Zihinsel bir mekânda yeniden üretilen çalgısız, hatta sessiz müziğin, tuvalsiz resmin duygularla kurgulanmış görüntüsüdür elde edilen. Bu süreçte yazar(şair) ile okur arasındaki iletişim kanalları çok da planlanmış değildir. Nirengi noktaları işaret edilerek okurun gözüne bir yol haritası sokulmamış, sadece belirli ipuçları verilmiştir. Didaktik bir üsluptan uzak durularak gerçekleştirilen, yalnızca sezgilerle açılan bir görsellik kapısından geçme/geçirilme eylemidir bu. Diğer bir deyişle, hem okur hem de yazarın payına düşen sanatsal inceliklerden söz ediyorum. Şiirin sandığında saklı ve aşağıdaki bölümlerde olduğu gibi yoruma açık görsellik kapılarından…


”Hiçlik böyle aydınlanıyor demek. Taşlar
düşüyor.
Eller kapanıyor. Boş bir dosya
yüzerek yaklaşıyor nehirde. Ama senin adın
belki de dosyanın öbür yüzündedir.”

(Yannis Ritsos – “Yağmurda” - Çeviren: Cevat ÇAPAN

“Lambaları kiraz yanan sokakların
büyütmeyi unuttuğu kardeşliğimiz
requem ne ki
ah!
Bir davul çalsa da bitse sahtekârlığımız”

(Yelda Karataş, “Lambaları Kiraz Kızılı Yanan Sokaklar” – Yazılıkaya, Eylül,2006)


Dille adeta dans eden yukarıdaki dizeler herhangi bir fotoğraf ya da resmi tarif etmiyor. Okurun zihnine çok sayıda iç ve dış görsellik unsuru doluşturan, dışarıdan içeriye doğru geçişi sağlayan ve düş dünyasındaki doğurganlığa zemin hazırlayan örneklerdir sadece. Sinematografik özellikler taşımayan, kendini gizleyen (“kapalı”, içedönük) şiirsel metinler de vardır ki hayal gücünü bir hayli zorlamakla kalmayıp görsellik öğeleri en az diğerleri kadar zengindir…

Bir sanat eseri, öyküsünü ve resimsel izdüşümlerini içinde saklar. Kişinin çağrışım yeteneğine de bağlı olarak örneğin Guernica bizi belirli bir döneme götürür. Hiroşima’da çekilmiş, radyasyondan kavrulmuş bir canlının fotoğrafı Enola Gay’i hatırlatır. Auschwitz’i dile getiren bir metin, aynı zamanda can yakandır, acıyı anlatır. Alevlere savrulmuş kitap yığınlarıyla Fahrenheit 451’e gider, fakat bir şiirdeki çocuk çığlığı ile aynı anda Bosna’ya, Vietnam’a; Afganistan, Sudan ya da Irak’a doğru yolculuğa çıkarız. Bu noktada çocuğun sahip olduğu zaman-mekân-milliyet-ırk gibi vasıflar önemini yitirmiştir. Yalnızca acı çeken bir varlığın insana dair haykırışının damga vurduğu evrensellik’le sonsuzluğa uzanan derinlik öğeleri hâkimdir artık… Bir adım daha ileri giderek “şiir, yansıma realitesinin üst düzeyde estetize edilmesidir” denilebilir diye düşünüyorum. Ancak estetikleşme oranı ne olursa olsun, şiirin okuru gündelik sıradanlıklardan uzaklaştırması yetmez. Günümüzde biraz “demode” sayılsa da şiire halen bir misyon yüklendiğini biliyoruz. Okuru kışkırtmak, sınırlarını zorlamak, kalıpların dışına taşırmak, yeni bir görüş yeteneği kazandırarak, var olanın yıkılmasını ve yeniden yapılanmasını sağlamak gibi görevlerdir bunlar. Öyle ki şiirsel metin kişiye verdiği acının panzehirini, sorduğu sorunun yanıtını da okuruna sunmayı bilmelidir. Bu açıdan bakınca yazmak kadar okumanın da önemli olduğu sonucuna varılabilir. Ancak düşünsel altyapısını oluşturabilmiş; yazar tarafından kodlanan bilgi ve estetikleşme şifrelerini çözmüş; güçlü iç ve dış görsellik unsurlarıyla pekişmiş bir “irdeleyerek okuma”; ” yoğun okuma” anlayışı şiirin gerçek anlamda var oluşuna zemin hazırlayacaktır. Ahmet İnam bu derin bakışa (genelde her türlü metni okuma bağlamında) “Metine yöneltilmiş okuma… İsteyerek okuma tavrı… Sökerek, anlayarak, kültürüne bulanarak okuma…” diyor. (Yaşamla Yoğrulmuş Bilgi, Say Yay. 2006, s.42)

Şair çoğu kez ulaşmak istediği kitleye, soruna ya da duyguya göre kendisini programlar. Yazmaya başladıktan sonra - mesaj verme tuzağına düşmeksizin - bir hedefe doğru ilerler. Çoğu kez de hedefi seçen ve şairi yönlendiren şiirdir. Çünkü kendini yazdıran, şairle birlikte kabından taşandır o… Şairin amacı, “kendiliğini” ifade ederken içindekileri dışa vurmak; ilgi çekmek istediği konuya tanıklık etmek; diğer yandan da okuru uyarmak, ona bir şeyleri hatırlatmaktır. Okur ile yazar arasındaki iletişim rotası, planlanmış olsa bile, çok da açık seçik olarak belirlenmemiştir. Okurun önüne bir yol haritası konulmamış, sadece ipuçları verilmiştir. O, düzyazı okurundan farklı olarak, sezgi ve birikimle açılan kapıdan geçmek; var olduğunu sezinlediği boşlukları doldurmak ve saklı olanı bulmak zorundadır. Yazar yazdıklarından sorumlu bir tavırla işaret etmek; okur ise ses ve anlam ilişkisinin yanı sıra metinde ustaca gizlenmiş olan görselliği de deşifre etmekle yükümlüdür. Anlaşılma endişesi taşımayan şairin karşısında okur, anlamaya çalışandır. Önce şiirin müziğini duyacak, sonra da müziğin resimlerini görecektir. En azından şiire dokunmaya gönül veren, emek harcayan okur bunu yapacaktır. Yazarın imgelem gücü okurun algılama-çağrışım-canlandırma-yaratma gücüyle buluştuğu zaman şiir de hedefine ulaşmış sayılır. Şiir bazen arı duru, yalın ve çıplak olarak gelirken bazı durumlarda - felsefi şiir, düşünce şiiri, görsel şiirde olduğu gibi - hayli muğlâk, karmaşık ve imge yüklü olup çözümlenmek için okur cephesinde fazladan bir donanıma gerensinim duyar. Ve bu süreçte yazar derinden duyumsadığı; önceden bilgilendiği; üzerinde düşündüğü; aidiyet hissettiği; eleştirmeyi amaçladığı; şahsına dair olmasa da içbükey aynasından süzerek kişiselleştirdiği (zihinselleştirdiği) bir konuyu dizelere dökmüyorsa eğer, niteliksiz ve sığ bir görüntü yönetmeni olarak kalacak; öteki dünyalardaki görselleşme sürecini olgunlaştıramayacaktır.

Okur genellikle ya bilmediği/anlamadığı için reddeder; ya da hissettiği iç titreşimler onu sarsacak düzeyde değildir. Birinci şık büyük ölçüde sistem sorunundan kaynaklanır. Öyle ki sosyo-kültürel birikim, egemen olan düzen tarafından bireylere aktarılamamış; onların bireylik’lerine kavuşmaları çeşitli nedenlerden ötürü (bilinçli seçim, siyasal ve eğitsel otoritenin yetersiz kalışı, sistemin genel erozyon karşısındaki direnme gücündeki zayıflık, vb.) sağlanamamış ve içinde yaşanılan evrenin sorunlarını fark edemeyen bir tür bireyselleşme’ye neden olunmuştur. Bilgiye yabancılaştırılan kişi de doğal olarak kavramakta güçlük çeker… İkinci halde ise sorunları tespit ederek onları hatırlatmakla ve evrensel bir dile dönüştürmekle yükümlü olan şairin okura üflediği nefes zihinde resim yaratacak kadar baskın değildir. Okur şiirin müziğini duymuyor, yansımanın realitesine varamıyordur. Önceden bilmek (ki belirli bir birikim, çeşitli disiplinlerin süzgecinden geçmiş bir donanım, dil altyapısı, şiir dili bilgisi gibi malzemeyi kapsar): şiiri çözümleyip resme dönüştürmek durumunda olan okur bunu beceremiyorsa eğer, “görselliğin kırılma odağı” da denilebilecek bir noktada kalakalır. Aktarım kanallarında tıkanıklık doğmuş ve anlam kaybolmuştur. Yapıt okura, okursa yapıta yabancılaşmıştır artık. Ya şair okuru yabancılaştırmış; ya okur kendiliğinden yabancılaşmış, ya da her ikisi aynı anda gerçekleşmiştir. Kısıtlı olanaklarla çok sayıda boyutta dolaşmaya çabalayan şair ise okuru etkileyemediğinde kendisine de yabancılaşacaktır. Böylece sanatın ve sanatçının rengi solar, sesi kısılır; erk yitimine uğrar; giderek görselliğin sınırları daralır ve sanatta bellek kaybı baş gösterir. Sonuçta, suya atılan ve yeni halkalar doğurması beklenilen taş kıyıya düşmüş demektir.

Bir eserin iç görselleşmesinden ancak onun içselleşmesi sonucunda söz edilebilir demek sanırım yanlış olmaz. Tıpkı şairin içselleştirebildiği sürece başarı sınırlarını zorlaması gibi… Çünkü o, şahsına özgü bir biçimde gören ve hayallerin görselleşmesini sağlayan kişidir. O halde öncelikle bakmayı bilmelidir. Heidegger “Nasıl bakmalıyım ki, insan genel olarak kendisinin ne olduğunu gösterebilsin bana? ” diyordu. Bir bakıma iç görselliğe uzanan kapıyı da aralıyordu. Bu ikili sürecin aşamaları şu şekilde sıralanabilir:

. şair bakışı
. şair bilgi ve sezgisi, algılama ve seçim
. hamurun karılıp özgün şiirin ortaya konulması
. okur bakışı
. okurun “üstdil” kavrama birikim ve yeteneği
. aynı zaman-mekân ve zeminde buluşma
. okurun içselleştirme (içinden görme) ve eskiyi unutma süreci (hiçliğe yolculuk)
. resim oluşturma (“yeniden yapım”, “yaratıcı okurluk” evresi)
. yaratılan resimden yayılan halkalar (özellikle okur yalnızca okumakla kalmıyor, aynı zamanda yazıyorsa…)
. farklı bir “şiirsel zaman” boyutuna geçiş.

O halde anlamak için anımsamak; yeniden yaratmak içinse unutmak gerekiyor. Aksi halde okur geçmişteki koşullanmaların etkisinde kalarak taklitçilikten öteye gidemez; şiirin hükümran olduğu ülkenin içine giremez ki aynı tehlike yazar için de geçerlidir. Demek ki burada “yaratılan bir hiçliğe ulaşmaktan”, diğer bir deyişle zihne ak bir sayfa yerleştirecek kadar özgürleşmekten ve bunu başarabilecek bir iç potansiyelden söz ediyoruz. Kalemini yaşamın belleğine dayamış olan şairin bu arınma köprüsünden nasıl geçeceği elbette bilinmez. Tümüyle özgürleşmesi beklenemez, ancak özgünleşmeye varacağı bir özgürlük alanı pekâlâ bulunabilir. Üstelik sürüsel özgürlüklerin bireysel özgürlükleri baskı altına aldığı ve artık ”bütünsel-gerçeklik” (J. Baudrillard) diye adlandırılan bir şeyin hüküm sürdüğü çağımızda sanatın özgünleşmeye gerçekten ihtiyaç varsa... Bu yolda ilerlerken iç görselleşme oluşumu, başta “belletilenler” olmak üzere, alışılageldik tüm renk, ses, anlam, form ve mekânsal izdüşümlerden birbiri ardı sıra sıyrılmayı şart koşacaktır. Böylesi bir hiçliğe varamamış sanat emekçisi (okur/yazar) ufkunu görmekte zorlanacağı gibi, gün geçtikçe “memesis” ülkesinde kaybolacak; ufuk çizgisine gözünü diken sanat öznesi ise anlamla birlikte zamanı da yeniden yaratmayı başaracaktır.

Süreci kısaltarak özetleyelim:

Ses/söz/kelam => rezonans etkisi (ayna-yankı etkisi de denilebilir ki iletişim, kavrama ve yayılma evrelerini kapsar) => hiçliğe varış => yeniden doğurma, anlam yaratma evresi => yeni bir şiirsel zamana geçiş.

Görülüyor ki, basit bir ilişkilendirmeden değil, varoluşsal bir dizgeden söz ediyoruz. Bu sürecin devamlılığı açısından bakıldığında dilin vazgeçilmez bir öğe olduğunu göz ardı etmek mümkün mü? Dil’in temeli zayıfsa ya da kirletilmişse şair, okur ya da suya atılan taşlar işlevlerini hakkıyla yerine getiremeyecektir. Kirlenmiş bir dilin görüntü özelliklerinin de bozulacağını hesaba katmak lazım. Dil ve düşüncenin ayrılmaz bütünlüğü de dikkate alınacak olursa görsel yaratıcılığın darbe yemesi kaçınılmazdır. Böylesi bir tehlike, ister istemez “Alt dili olmayanın üst dili olur mu? ” sorusunu akla getiriyor. Dil yoksa bizi kim konuşacak? Sonuçta yansıma olanakları tıkandığı gibi semantik (anlamsal) kaymalar ortaya çıkacaktır. Çünkü şiir “yapılan” bir şeydir. Bunun için nitelikli malzeme şart olup anlamın kaydığı yerde yeniden anlam yaratmak olanak dışıdır. Yazılı kültürün yeterince kök salmadığı ortamlarda sözlü kültürün de zamanla kışırlaşmasına benzer bir durumdur bu. Bir bakıma zincirin kırılması… Ya da pop-kültür çığırtkanlığı altında ezilen toplumsal bellek şifrelerinin bozulması gibi…

Unutulmamalı ki, ister istemez hepimiz bu bozuk düzenin kurbanları olmaya adayız. Şiirin kudretinin sınandığı noktadır bu! Sonuçta kim ölecek bilinmez. Veya geride kim kalacak; özgün resimler mi, yoksa beyin yıkama manevralarıyla zorla kabul ettirilen değersiz reprodüksiyonlar mı? Bunu ancak zaman gösterecek. Yaratılacak ya da yaratılmayacak olan zaman!

O halde direnmeli; bilgilenerek, biriktirerek, unutarak ve yeniden yapılanıp yaratarak… Üstelik Lethe’nin suyundan içmek için illa ölmek gerekmiyor. İnanıyorum ki Samed Behrengi’nin küçük balığı olabilmek; özgünlük yitimini öteleyeceği gibi yaratıcı bireylerin düş dünyalarını da koruyacak ve azmin önündeki denizlerin açılmasını sağlayacaktır.

O denizler ki ne halkalara gebe!


(HAYAL Dergisi: Nisan-Mayıs-Haziran 2007, Sayı 21)
(“Şiir ve Görsellik” Konulu Dosya Yazısı)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:49 AM

Suret ve Siret

(sıkılarak konuşuyordu…)

-bu bacak dört yıldır suskun biliyor musun

önce dilim
sonra sağ kolum uyandı
mayınla yandığım o günden beri
bacağım ölüm aynası

beni anlıyor musun!

-elbet
dedim gülümseyerek
bu coğrafyayı tımarhaneye çeviren rüzgar
en derin sızıydı damarlarımda
nehirlerim kan deryası

senin bacağın ise ey çocuk!
çaresiz bir ruh ayazı

kaçırdım üşümelerini
çok geç’im artık acılara
boz bulanık kabuslarda iğfal edilmiş kurşuni bir aynayım
kesik bütün bacakların ağrısı kadar hastayım

utancımı saklayarak kirpiklerime
ıssız bir sahra çadırına dönüşüyorum ansızın
duyma ağıtımı ey asker, ey alacaklı!
ben ki kayıpların ardında yastayım

-her şey güzel olacak
gülümsüyorum bak

beni anlıyor musun!


(9 Haziran 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:49 AM

Sus Gönül!

kırgınlığın ilacı yok
çirkinliğin ve acının
haykırsan ne fayda ey gönül!
gözyaşı çağlarken
kalbini oynattı yerinden

yaz bitmiş
güz gitmiş
buza durmuş kış yürekte
derinden gelen ses
kapıyı çalan vakitsiz yolcu
son konuğundur kederden

aşk şaire emanet
ayrılık
hüzün
acıda kanat çırpınışlar
yalınkılıç savaşa durmakta sinede

göz göre göre ölüyor insan
sus deli gönül!
vahşet sesi yükseliyor dışarıdan

aklımı veriyorum sana
kurban etmen için
güneşten dem vuran kara kafalılar
ilk çukura gömülsün diye!


(15 Ağustos 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-04-2008 08:49 AM

SUS KAPILARI! ... (Öykü)

Elimde bir tomar adresle sokak aralarında dolaşıyorum. 'Serseri mayın' gibi diyorlar ya, işte aynen öyle. Üstelik soruyorum kendime: 'Mayının serserisi de mi oluyormuş? ' Bulabildiğim dergi ofislerine birer birer girip çıkıyorum. Kiminde çömezler var. Hayattan bıkmış, umursamaz bir tavırla bakıyorlar yüzüme. Soru sorduğum için sanki beni suçluyorlar. Bunlar ekmek kavgası derdinde. Benimle ne işleri olacak ki! Kimi adreslerde egosu besili editörler buluyorum. Dosyama göz gezdirme zahmetine bile girişmeden hemen vaaza başlıyorlar. Çok gençmişim; yerli-yabancı tüm şairleri, yazarları okumam gerekiyormuş. Ve tabii ki bolca felsefe kitabı... Bıyık altından gülüyorum. 'Beynimin haritasını mı çıkardınız Sayın Editör? ' demek istiyorum.
Sınırlarıma çekilip susuyorum...

***

Yeni bir kapının önündeyim. Zile dokunuyorum. Ne kadar anlamsız bir uğraş bu; hayatım kapıları çalmakla geçecek galiba. Sadece zaman değil, üstelik duygu israfı. Sevimli ve oldukça nazik bir sekreter karşılıyor. Canından bezmiş birinin odasına alıyor beni. Suratsız ve sinirleri gergin bir adam var karşımda… İşini sevmiyor besbelli. Sevgilisi ile kavga etmiş olabilir mi? Sanmam. Böylesine hangi kadın katlanabilir ki? Hele biraz da aklı başındaysa... “Sus” diyorum kendime: “Önyargılı olma! ” Belki de hiç sevgilisi olmamıştır. Tüm bencilliğiyle can sıkıntısını seriyor önüme. “Ben, ben, ben, ben…” diyerek ara vermeksizin konuşuyor. Çok sıkılmış, bunalmış, yaşamaktan tat alamıyormuş, falan filan. 'Mutsuz olma hakkınızı kullanmak için önce mutluluktan ne anladığınızı anlatın bana” desem şimdi, öylece bakacak yüzüme.

—Dosyam…
—Biliyorum. Bugünlerde, siz yaştakiler hep birbirinin benzeri dosyalarla çıkageliyorsunuz.'
Al bir şişkin ego daha! Hem mutsuz, hem kaba, hem de emeğe karşı saygısız. İlk paragrafa göz gezdirdiğinde kalibremi anlarmış, öyle söylüyor.'Tamam' diyerek kâğıtlardan birini seçip okumaya başlıyorum:

“Güzel bir bahar gününün öğle vakti ilçe doktoru ile sorgu yargıcı arabayla otopsi yapmaya gidiyorlardı. Otuz-otuz beş yaşlarındaki sorgu yargıcı düşünceli bakışlarını atlara dikerek;
— Dünyamızda pek çok bilmecemsi, karanlık olgu var; günlük yaşantımızda açıklanması zor olaylara rastlıyoruz, dedi. Yaşadığım sürece öyle garip ölümlerle karşılaştım ki, nedenini ancak ispritizmacılar, gizemciler açıklamaya kalkışırlar; aklı başında, zihni duru kişiler ise ellerini iki yana açıp şaşakalırlar…”

Eliyle 'sus' anl****** gelen bir işaret yapıyor;
— Demedim mi ben sana! Sıradan, çağdışı, gelişigüzel...
— Dediniz evet, ama bu arada Çehov'un kemiklerini sızlattınız! “Sorgu Yargıcı” (1) öyküsünün giriş paragrafıydı okuduğum. Maupassant veya Alfred de Vigny olsaydı da fark etmezdi, çünkü sizi yalnızca kendiniz ilgilendiriyor!

Gereksiz konuştuğumu fark edip susuyorum... Yazınsal aklımı köreltmeye fazlasıyla elverişli bu ortamdan; genç yazarları aşağılamanın yazmaktan çok daha kolay olduğuna inanmış editör bozuntusundan hemen kurtulmalıyım! Ne yazık ki, bu cumhuriyeti onlar yönetiyor. Benim durumumdakilerden ziyade okurun hiç farkında olmadan kaybettiklerine üzülüyorum. Yoksa annem gibi kıyılarıma çekilip kendim için yazmalı ve 'canınız cehenneme! ' mi demeliyim? Kaçıp da köşesine saklanacak kadın değildi o. Ama mutlaka bir bildiği vardı. Kargaşa ile huzuru takas etmekten hoşlanmıyordu belki de…

* * *

Ardıma bakmadan kaçtığım kaçıncı kapı bu; kapanan kaçıncı yol? Kafam gitgide daha çok karışıyor. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Demek ki mayının serserisi böyle oluyormuş! Yürüyorum. Sanki yanımda biri daha yürüyor. Aslında öyle biri yok da ben ikiye bölündüm sanırım. O inatçı, ben bezgin. O direniyor, bense yenilgiyi kabullenmeye hazırım. Konuşuyor ve tartışıyoruz. 'Yazmak yetmez. Seninki yalnızca bireysel bir edim… Paylaşmanın ve sesini duyurmanın bir yolunu bulmalısın' diyor ısrarla. Yürüyoruz... Her yeni adrese varış, köhne merdivenleri her tırmanış, yarı açık veya kilitli kapıları her tıklatış kocaman bir parçayı daha dişliyor canımdan. Ufalıyor ve eksiliyorum. Onca başarısız girişimin bende yarattığı hayal kırıklığına rağmen yanımdaki halen kararlı… 'Korkma, yürü! ' diyor...

Boyaları dökük, soluk kahverengi bir kapının önünde buluyoruz kendimizi. Yetmiş yaşlarında bir adam açıyor. Ağır katarakt gözlüklerinin arkasından sevecen bir gülümseme ile bakıyor yüzüme.
— Şey, bir dosyam vardı…
— İçeri gel lütfen.
Kitaplarla tıka basa dolu, yarı karanlık bir odaya geçiyoruz.
— Perdeyi sonuna kadar açamıyorum, kusura bakma. Gözlerimde bir sorun var.

Oturmam için eliyle bir koltuğu işaret ediyor:
— Yazıyorsun, öyle mi?
— Evet, çalışıyorum.
— Şiir, düzyazı?
— Her ikisi de...
— Önce kendinden söz et bana. Yazmanın senin için taşıdığı anlamdan; özgeçmişinden ve okuma serüveninden...

Anlatıyorum. Bir yandan çay doldururken, öte yandan dikkatle dinlediğini fark ediyorum. Kısa sorular soruyor. Yanıtlıyorum ve ilk kez olarak konuşabiliyorum. Susuzluğumu giderircesine anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum... Neredeyse iki saat sürüyor bu tuhaf diyalog.
— Şimdi dosyanı görebilir miyim?
— Elbette, buyurun.

Okumaya başlıyor. Kımıldamadan oturuyorum. Yüzünde beliren ifadeyi ve değişiklikleri izliyorum. Bazen kaşları çatılıyor, bazen gülümsüyor. Bazen de düşünceye dalıyor ve benim göremediğim bir boşluğa bakıyor sanki. Oda ise gittikçe kararıyor. Akşam olduğunu fark etmiyor bile.

—Evet, genç adam, yazıyorsun. Öğrenmek istediğim bir şey daha var. Hem yetenekli olup hem de yazmak önemli tabii. Yayımlatmak ise oldukça farklı bir tür cesaret ve kararlılık ister. Savaşma azmin, sabrın olmalı. ‘Sırtlanlar âlemi’ ne girmeye hazır mısın?
—Sizce denemem gerekiyor mu?
— İnanmıyor olsam bu soruyu sormazdım. Yine de sana kalmış bir karar. Yalnız şunu iyi anlamalısın. Yeterince sıkı durmazsan eğer, o âlemde önce parçalarlar adamı; sonra da leşini yerler. Bu yüzden ‘sırtlanlar âlemi’ diyorum ya... Sanıldığı gibi gül bahçesine uzanan bir serüven değil; çileli bir yolculuktur. Üstelik tuzaklarla dolu…
—Dışarısıyla yüzleşmezsem, kendimle hiç yüzleşemem.
— O halde tamam, demir alıyoruz. Bu kaptan hazır... Yarın aynı saatte buradasın. Öbür gün de... Ve onu izleyen diğer günlerde… Şimdi yorgunum, git artık.

* * *

Kapı ardımdan sessizce kapanıyor. Uzun zamandır ilk kez olarak kapalı bir kapıdan nefret etmiyor, korkmuyorum. Dikkate alınmanın, önemsenmenin verdiği heyecanla sokağa çıkar çıkmaz cebimdeki adresleri havaya fırlatıyorum. Geceyi öğüten bir kahkaha bırakıyorum boşluğa.

Ve susuyorum...


****
(1) Anton Çehov - Bütün Öyküler 1887, Cilt 4, S. 56 (Çeviri: Mehmet Özgül)

,

Naime Erlaçin


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:19 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.