![]() |
ARAMIZDAKİ GÖRÜNMEZ BAĞLAR
Tek başıma hiç sorunun yanıtını bulamıyorum.Hep yeni hayatlar yaşamayı isterken kendimi aynı hayatı tekrar tekrar yeniden yaşarken buluyorum... Sisli bir gecede yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi... Yanına gidip konuşmak isteğim insanları da işte bu kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını görüyorum... Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne ben onlara... Sisli gecede birbirimize uzaktan bakıp yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz... Umudum kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni, duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız görünüyor artık bana... Ama evimde duramıyorum yine de... Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi gözüküp dinlemeseler de, anlıyor gibi yapıp gerçekte anlamasalar da... Anılar birer zorba gibi yükleniyorlar üzerime. Durmadan hesap soruyorlar benden... Tekrar tekrar aynı görüntüler belleğimi kanatıyor... Ve hep o yüz... Yüzdeki o ışık ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum... Öğrendiğim her yeni bilgi eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor... O yüzün sahibine kaderini anlatmak isterdim... Oysa o yüz ışığının farkında bile değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde... O yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş... O da kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği yolunu arıyor... Her kayıp gemi bana kırılgan ve bitimli aşkları hatırlatıyor... Dostluklar sisin ortasındaki kayıp gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor... Ziyan olmuş hayatlar bu sisi biraz daha koyultuyor... Her talihsiz karşılaşma başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kılmaya gidiyor... Her ziyan edilmiş hayat başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor... Evimin duvarları bile ayrılığın şarkısını söylüyor. Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın şarkısını...Ayrılık zorba anılarıyla geliyor... Her zorba anı beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor: Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve yeniden bir araya gelmiştik. O zaman itiraf etmişti biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın, demek olmuştu. Yüzüme çok tuhaf, ve o güne dek hiç bakmadığı gibi bakmıştı... Sadece, ilk bu mu geldi aklına, seni tanıyamıyorum, demişti... Neden ilk tepkimin o olduğunu bugün bile anlamış değilim; ama ne zaman aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım... Ve daha binlerce zorba, acıtan anı... Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim, istediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye gitsem hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin tutsağıyım sanki... Ben değil, bu zorba anılar götürüyor beni istediği yere... Sevgi nasıl bulaşıcıysa nefret de öyle bulaşıcı... Nasıl bakıyorsa insan dünyaya, öyle görüyor ne görüyorsa... Kararmışsa gönlü insanın, nereye baksa orada kararmış gönüller görüyor... Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse dibe vurmuş sanıyor... Hem öyle bir gece ki bu gözlerim kapanmayı bilmiyor... Gözlerim nereye baksam varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni... Oysa hayallerimin rüzgarı beni benden alıp uzaklara götürsün isterdim... Ama hayallerimin kanatları beni anılarımdan koparacak kadar güçlü değil... Hayallerim beni, ben anılarımı seyredip duruyorum... İnsanlardan ne kadar umudu kessem de yine de insansız yapamıyorum. Beni dinlemeyecekleri, asla anlamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı seviyorum... Hem korkuyorum onlardan, hem korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine de.. Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu'nda..Gecenin kim bilir hangi saati, yine de her yer insan dolu.. Kimse evine gitmek istemiyor sanki... Gece koyulaştıkça yalnızlık derdi artıyor... Sadece benim evimin duvarları değil, bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye katlanamıyor... Evler saçmalığın kederinde boğulmuş, yanlış yerde arıyor herkes kendisini... Anılar zorba, bellek yorgun, hayaller kanatsız... Kimin gözlerine baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok başkasıyım, diyor... Kimi sevsem bu sevgiyle yarışacağı yerde benimle yarışıyor... Kim beni sevse bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor... Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor... Kim beni öpse ayrılığın ipini geçiriyor boynuma... Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor... Oraya benden önce sevgiyi öğrenmeden önce nefreti öğrenen kadın gidiyor... Nereden dönsem ardımda küskünlüğüm kalıyor... Kimse kurtulamıyor bu küskünlükten. Şiirler, aşk nefret etmektir, diye bitiyor... Taksim'de gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum... Bunca geç bir saate rağmen her yer öylesine gürültülü ve kalabalık ki... Onca gürültüye ve onca kalabalığa rağmen her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki... Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek için durmadan boylukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca konuşuyorlar... Biraz kuytu, kalabalıktan biraz uzak bir banka oturuyorum... Sanki her yer gözüküyor bu banktan. Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları geçiyor... Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp arıtıyor onu... Kendimle o kadar meşgulüm ki, biraz geç fark ediyorum yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara bakıp, benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da beni düşündüğünü anlıyorum... Uzaklara baksa da hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum... Yüzüme bakmadan soruyor: Gece ne kadar sessiz değil mi... Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne... Evet, diyorum bir an durakladıktan sonra... Onca gürültüye rağmen öylesine sessiz ki... Çünkü, diye devam ediyor, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes kendisine öylesine gömülmüş ki... Neden böyle? diye soruyorum ona... Ellerini kavuşturup uzaklara bakarak yanıtlıyor beni: Hepimiz kendimizi başkalarından çok farklıyız sanıyoruz, ama aslında birbirimize o kadar benziyoruz ki... Bu yüzden birbirimize ne denli çok görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey öylesine değişecek ki... Ama bu bağları göremiyoruz bir türlü... Herkes kendisi diye bilmediği bir başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına gömülüyor... Birlikte ama yalnızız, çok yalnızız... Bilir misiniz, İbranice'de bu iki sözcük tek bir harfle ayrılır...Yalnız, yahid, demektir, birlikte ise yahad... Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: Bana hikayenizi anlatır mısınız, diye soruyor... Şaşırmıyorum bu sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı hissediyorum... Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş gemilere benzettiğim insanları... Ziyan olmuş hayatları... Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede nefrete dönüştüğünü... Yaralarını onarmak için ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları... Zorba anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış hayalleri... Her talihsiz karşılaşmanın başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını...Yalnızlığımı ve hayatın o korkunç belirsizliğini..Artık beni anlayacak birini bulmaktan ümidi kestiğimi anlatıyorum ona.. Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun ışıklarına bakarak yanıtlıyor: Öyle demeyin.Sizi anlayacak birileri mutlaka vardır.Hem yalnızlık bizi olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar.Belirsizlikse çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız birbirimize.İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki gizli anlamlı göremiyoruz... O şimdi ne yapıyordur... Kim, diye soruyorum şaşkınlıkla... Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını düşündüğünüz... İçimden karanlık bir ürperti geçiyor: Uyuyordur, bu konuştuklarımızdan hiç haberi yoktur. Dantellerle, pullarla kaplı yastığında uyuyordur, diyorum... Bence o şimdi sizin uykunuzu uyuyordur, sizin rüyanızı görüyordur.Kim bilir belki birazdan uykusundan ağlayarak uyanacak ve bu konuşmayı duymadan duyacaktır... Sizin varlığınızda onun için yaşattığınız her duyguyu hissedecektir... Hiç tahmin edemeyeceğimiz işaretlerle anlayacaktır bunu... İnsanlar arasındaki bu büyüye inanmak gerekir. Karşılaşmalara, tesadüflere inanmak gerekir. Mucizelere... Yaşadığımız her şeyin, en anlamsız görünenin bile ardında bir anlam yatar... Size kendi hikayemi anlatmamı ister misiniz... Elbette, diyorum merakla, dinlemeyi çok isterim... Ben birini öldürdüm biliyor musunuz... Bunu der demez susup etraftaki o gürültülü sessizliği dinliyor bir an. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Adamın önce yüzüne sonra da büyük bir dikkatle ince uzun parmaklarına bakıyorum...Bana böylesine huzur veren ve bilgelik dolu şeyler anlatan bu insan bir katildi öyle mi... Yo, bana öyle bakmayın, dedi gayet sakin bir tavırla...Ben de birini öldürmeden önce insan öldürmenin kendim için ne kadar imkansız olduğunu çok düşünmüşümdür hep. Ama birini öldürmek çok anlık bir şey. O an zaten siz siz olmuyorsunuz. Bir başkası giriyor sanki içinize... Şaşkınlığım sürdüğü için lafını kesiyorum: Neden öldürdünüz peki...Bir sakıncası yoksa söyleyebilir misiniz: Bencillik... Kibir... Ruhumu körleştiren arzular... Kıskançlık... Daha çok şey eklenebilir bunlara... Hepimizin içinde var bu duygular... Dilerseniz devam edeyim... Bu korkunç olaydan önce durumum çok iyiydi. İyi bir evliliğim, çok sevdiğim bir kızım, iyi bir çevrem vardı... Karım beni terk etti. Kızım bu olay yüzünden beni reddetti... İşimi, çevremi, dostlarımı kaybettim. Kimse arayıp sormaz oldu. Dayanılması çok güç yıllardı. Geçmişimi bir saplantı haline getirmiştim. Demiştiniz ya, anılar zorbadır, diye... İşte o zorba anılarda kurtulmak bu hayatımın üstüne çıkabilmek için kendimi kitaplara adadım. Elime ne geçerse okuyordum. Felsefe, psikoloji, dinler tarihi, edebiyat... Kitaplar olmasaydı o korkunç yıllar başka nasıl geçerdi ki... Sonra bir gün artık özgürsün, dediler. İnanamadım özgür olduğuma. Ama bir amacınız yoksa, sevdikleriniz yoksa özgür olmanın pek bir anlamı yok... Günlerce karımı aradım, ama bulamadım. Kızımdan da bir haber yoktu... Ne dostlarım, ne param, ne de bir işim vardı. Bunca işsizlikte hapishaneden çıkan, sabıkalı bir adama kim iş verir? Hem de bu yaşta birine... Günlerce başıboş dolaştım.Orada burada yattım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım... Kitaplardan öğrendikleriniz bir yere kadar size yardımcı oluyor... Hayat başka bir şey... İntihar etmek istedim, onu bile beceremedim. Bir gün garip bir rastlantı sonucu çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. Çok zengin olduğunu duymuştum. Bir yerde oturduk, ona başıma gelenlerden bahsettim. Anlattıklarımdan çok etkilendi. Gözlerinden okudum bunu... Artık benim için hayatın bir anlamı kalmadığını, ölmek istediğimi söyledim ona. Aslında içten içe bana yardımcı olmasını, iş bulmasını ya da biraz para vermesini istiyordum... Benim sana verecek hiç param yok, dedi. Neden, diye sordum, çok zengin olduğunu duyduğumdan bahsettim. Artık değilim, dedi. Bütün paramı, mal varlığımı kimsesiz kalmış sokak çocukları için kurduğu bir vakfa bağışlamış. Zenginlik ruhunu kirletmiş... Ruhunu kurtarmak, arınmak için bu amaca adamış kendini... Eğer ölmek istiyorsan seni engelleyemem. Karar senin, ama dilersen gel benimle vakıftaki işlerimde bana yardımcı ol. Yatacak bir yerin olur, üç öğün karnını doyurursun. Sana başka bir şey veremem... Bunları söyleyip sustu ve gözlerini hiç kaçırmadan gözlerime baktı... İşte o an onun gözlerinde kendi kaderimi gördüm.İnsanların arasındaki o görünmez bağlar vardır, demiştim ya, işte onunla aramdaki o bağı gördüm. O işareti ve o mucizeyi... Tamam, dedim, kabul ediyorum... Ve o gün bu gündür onunla kimsesiz sokak çocukları için çalışıyorum. Hayatımın anlamı buymuş meğerse benim. Bugüne dek bütün yaşadıklarım bu günlere bir hazırlıkmış... O karşılaşma anından sonra her şeye böyle bakıyorum artık... Her birimizin bir başkasının üzerinde mutlaka bir etkisi vardır... Yeter ki aramızdaki o bağı görelim... Sonra yine susup o dingin, o huzur gülümseyişiyle uzaklara bakmayı sürdürüyor.. O susuyor, ama benim içimde bambaşka bir konuşma başlıyor bu defa. İnsanlar arasındaki o görünmez bağların varlığını bildiğim halde neden görmek için daha fazla çaba harcamadığımı soruyorum kendime... Karşılaştığım insanlardan çok kendi benliğime takılı kalmıştı gözlerim... Kendimi keşfetmeye harcadığım enerjinin birazı da başkalarını keşfetmeye çalışsaydım anılarım bu kadar zorba olmazdı bana... Belleğim bu kadar yorgun, hayallerim bu denli kanatsız olmazdı...Ayrılsam da, bir daha onu görmeyecek olsam da, bir zamanlar o çok sevdiğim insanın uykuya daldığında benim rüyamı göreceğini bilmezden gelmezdim... Bu iç konuşmalarımı o sırada önümüzden geçmekten olan bir şair arkadaşım bölüyor. Haberin var mı, diyor, Ece Ayhan bu gece öldü...Ustayı kaybettik... Bir an ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu gece her şey o kadar üst üste gelmişti ki benim için... Binlerce anı üşüşüyor beynime o an... Ama bu defa anılar eskisi gibi zorba değildi... Her anı bir diğerine ekleniyor; her anlam, her görüntü, her işaret bir diğerine bağlanıyor ve bağlandıkça yine anlamlar, yeni değerler kazanıyordu... İster misiniz, size Ece Ayhan'la ilgili bir hatıramı anlatmamı, diye soruyorum yanımdaki adama... Yanıt vermeden sadece başını sallıyor ve yüzündeki incecik hüzünle gülümsüyor... Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan, şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o... Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi. Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti. Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde; 'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor... Bunu duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü o üzerindeki ceketten başka ceketi yoktu Ece Ayhan'ın... Eminim, kırmızı şarapla lekelenen o ceketini temizleyiciye verecek parası bile yoktu... Bu sırada yanımdaki adam sözümün arasına giriyor: Kim bilir, belki de Ece Ayhan'ın başından aşağı şarap döken o kız benim kızımdır... Bunu bana yapmayı çok isteği halde yapamadığı için ona yapmıştır... Çünkü onu küçük yaşta hapse girerek babasız bıraktığım için beni hiç affetmedi... Ama lütfen siz devam edin... Bu olaydan birkaç gün sonra babam öldü. Önce Nilgün, ardından babam... Nasıl bir rastlantıydı bu... Hayatta en çok sevdiğim iki insanı peş peşe kaybetmiştim... Bir gün eve gittiğimde annemi gözyaşları içinde babamın elbiselerini fakirlere, ihtiyacı olanlara dağıtmak için torbalara yerleştirdiğini gördüm. Babamın bir ceketini istedim annemden... Ne yapacaksın, diye sordu. Kim olduğunu sorma anne, birine vereceğim sadece, dedim... Pekiyi, sen bilirsin, deyip bir ceket uzattı bana, sonra da babamın diğer elbiselerini katlayıp torbalara doldurmaya devam etti... Babamın ceketini önce bir temizleyiciye verip temizlettikten sonra Ece Ayhan'a götürüp hediye ettim. O zaman Tarlabaşı'nda virane bir evde kalıyordu... Zahmet etmişsin, ihtiyacım olduğunda giyerim, dedi sadece... Aradan bir iki hafta geçti. Bir gün annemle oturmuş konuşurken, biliyor musun dün gece baban rüyama girdi, ceketini verdiğin adamı sordu, söyle ona dedi, ceketimi verdiği adam çok iyi bir insanmış, iyi bir şey yapmış, dedi... Sahi kime verdin o ceketi, diye sordu annem... Tanımazsın anne, sorma, diyerek gözyaşları içinde yanından ayrılıp öbür odaya geçtim...İşte sizin söylediğiniz o görünmez bağlar... O işaretler, o mucizeler... Daha konuşacak ne vardı ki; neredeyse sabah oluyordu, ama gözlerim kapanmak bilmiyordu... Kalkıp yanımdaki adama son kez bakıyorum ve ona veda ederken şunu soruyorum: Pekiyi, siz ne arıyorsunuz bu saatte, bu bankta kimi neyi bekliyorsunuz? O dingin, o gözyaşlarıyla biraz daha aydınlık bakan gözleriyle: Kim bilir belki de sizi bekliyordum, diyor... Bana hikayenizi anlatmanızı bekliyordum... |
ARKADAŞLIK HATALARI
Düşkün bir prenstin muhtaç kalmıştın bu dünyada görünmeye bitmeyen arzularına muhtaç kalmıştın Sadece fakir biriydin sana göre beni görünce öylesine kaptırmştın ki o eski muhteşem günleri anmaya fark edememiştin beni Yine de küllerini getirdin bana bu kayıp dünyanın sayıklıyan tarihine benimle geçmek istedin... Oysa düşkünde olsalar prensesler iyi bilmeliydi kimlerle tarihe geçeceklerini vurulmuş bir insanla kurtulmayı düşlemenin onu bir kez daha vurmak oldugunu... Hem artık sayıklayan tarihin bile çok vakti yoktu düşkün prenseslerin arkadaşlık hatlarını bağışlamaya... |
ARTIK SOKAĞA ÇIKABİLİRSİN
Evine çağırdın ilkyaz sevinçlerini çocukluğuna Yırtıldı gözlerin, içine hayat doldu o karanlık ışık... Yükün yok artık her sabah hoyrat bir özgürlük uyandırıyor seni... Kalbinde herşey eşitlendi Haz ve sıkıntı Boşluk ve güven Hasret ve ölüm Gözlerine hastalıklı bir güzellik geldi Şimdi acı çeken yanınla bile alay ediyorsun... Kalbine çağırdın herkesi Kendini bile Artık sokağa çıkabilirsin Ömründen düştün kendini |
AYNA..
aynaya bakma sakın ve saçlarına dokunma. Rüzgara sesin Geceye kokun düşmesin. Sen bu bahar bir başka düşe gir daha sığ ırmakların olsun ve açık mavi denizin beni unuttuğun anılarına sar ki başka sızılara bulanayım. |
AYRI ODALAR
Anne beni onayla ve daha çok sev, dersiniz.. Baba, beni önemse ve hep yanımda ol, dersiniz... Bakın size yazdığım bir şeyi okuyacağım, can kulağıyla dinleyin... Okulda çok büyük bir başarı kazandım, bunun benim için ne kadar önemli olduğunu ne olur anlayın, dersiniz... Hiç eksilmesin, hep artarak sürsün istersiniz... Ama bir türlü istediğiniz olmaz. Onaylarmış görünürler, ama sadece görünürler... Sevmiş gibi yaparlar, ama bilirsiniz ki sevgileri istediğiniz kadar değildir... Önce yüceltir, önemser gibi görünürler, ama hiç beklemediğiniz da küçümserler. Hem de kalbinizin en savunmasız bir anında... Yazdığınızı okurken ilgiliymiş gibi yapmaya çalışsalar da ilgisiz bakışlarla dinledikleri gözlerinizden kaçmaz... O sırada akıllarından günlük, sıradan meseleler geçer, kazandığınız başarının onlar için gerçek bir anlamı olmadığını o kayıtsız bakışlarından anlarsınız... Önce öperler, ama hiç ummadığınız bir anda öptükleri yerden kanatırlar sizi... Sonra yine kanattıkları yerleri öpmeye çalışırlar, acısı geçsin diye... Sizi en çok sevdikleriniz yaralar... Hem de en derinden... Bu sızı hiç gitmez içinizden. Aradan yıllar geçmiş olsa bile sanki birkaç saat önce olmuş gibidir. Hiç, ama hiç unutamazsınız, silip atamazsınız içinizdeki o sızıyı... İşte asıl benliğiniz budur... Hayatınızın geri kalan yıllarında sizi hiç beklemediğiniz bir anda ortaya çıkıp olmadık yerlere sürükleyebilecektir. Zamanını kollamaktadır, içten içe bunu çok iyi bilirsiniz, ama onu unutmaya çalışırsınız... Bütün derdiniz onu gizleyip susturmaktır aslında. Kimseye göstermemektir. En derinlere itersiniz onu. Bu sızıyı en ürkütücü sırrınız gibi saklarsınız. Size en yakın olan insanlardan bile... Çünkü bilirsiniz ki, o sızı bir kez uyandı mı ne yapsanız onu dindiremeyeceksinizdir... Bir kere kendisini hatırlattığı zaman, ne zaman dineceğini asla bilemeyeceksinizdir, unutmak isteseniz de içten içe bilirsiniz bunu... Bilirsiniz ki bu sızı ortaya çıkar çıkmaz körleşecek, bildiğiniz her şeyi unutacak, savunduğunuz her değer anlamını kaybedecek, o güne dek kazandığınız sandıklarınızın bir hiçten ibaret olduğunu göreceksinizdir... Ömrünüz sandığınız şey elinizden kaçacak, asıl yazgınız ortaya çıkacaktır... Yazgınız işte o en derinlerde sakladığınız yaralı ve sızılarla dolu benliğinizdir. En yasak bölgenizdir... Onu en alta gizlemek için birçok benlik edinirsiniz. Bu benlikleri hayranlıklarla, ilgilerle, başarılarla, kazandığınız imgelerle süsleyip gösterişli hale getirirsiniz ki, sizi tanıyan en altta yatanı görmesin, hep onlarla ilgilensin, onları gerçek sansın, onlara hayran olup bağlansın istersiniz... İlişkiler yaşarsınız, beraberlikleriniz olur, kimseye, ama kimseye yeterince güvenmez, onu; o altta yatan yaralı benliğinizi elinizden geldiğince saklamaya çalışırsınız. Yaşadıklarınıza, ilişkilerinize karıştırmazsınız onu. Ne yaparsanız, ne söylerseniz, onsuz yaşar, onu hiç hesaba katmadan söylersiniz. Ondan habersizmiş gibi yaparsınız. İyisinizdir böyle, çok da yara almadan sürükleyip götürürsünüz hayatınızı... Her ilişki bir diğerini besler. İlişkilerde çoğu kez hayranlıkla seyrettiğiniz yüzünüzde o sızı yoktur. Kaybetmemiş kazanmışsınızdır. Hiç söylemediğiniz güzel ve anlamlı sözleri hayatınıza yeni girecek insana saklarken aynanızdaki yüzünüz bir bütündür... Ya da siz öyle görürsünüz... Sonra hiç ummadığınız anda biri çıkar karşınıza... Ona da diğerlerine yaptığınız gibi yaparsınız. Süsleyip gösterişli hale getirdiğiniz benliklerinizle yaşamaya başlarsınız onunla... Çünkü daha önce kimselere güvenmediğiniz gibi ona da tam anlamıyla güvenemezsiniz... Başlarda güzeldir onun aynasında gördüğünüz yüzünüz. Bütündür... Eski ilişkinizden sakladığınız güzel ve anlamlı sözlerin onu etkilediğini hissettikçe daha da aydınlanır aynasındaki resminiz. Ona çocukların arkadaşlarına yeni aldıkları oyuncaklarını gösterir gibi o süslü ve daha önce başkaları tarafından hep onaylanmış benliklerinizi gösterip durursunuz... Ama her şey yolunda gibi giderken birgün sizi artık eskisi gibi onaylamadığını, söylediklerinizi hayranlıkla dinlemediğini anlamaya başlarsınız. Hatta zaman zaman başlardaki onayının gizli bir onaysızlığa, hayranlığının sinsi bir küçümsemeye dönüştüğünü fark etmeye başlarsınız. Birçok insanı etkilediğini sandığınız oyuncaklarınızın onu etkilemediğini hissedersiniz... Onu büyülemek için söylediğiniz sözlerin sanki bir duvara çarpıp yine size geri döndüğünü ve her geri döndüğünde kanatsız ve kanı çekilmiş kuşlar gibi içinizdeki o çok gizli olan boşluğa birer birer düştüğünü görürsünüz... Tuhaf bir ürküntüyle sarsılır, ayaklarınızın altındaki zeminin usulca kaydığını anlarsınız. Aynasındaki fotoğrafınız çoktan gölgelenmeye başlamıştır. Sanki sizi sizden iyi bilen, ama sizin çok da tanımadığınız birisinin çocukluğunuzun arka bahçesinde, yeni alınmış ve o çok sevdiğiniz oyuncaklarınızı teker teker yaktığını görürsünüz... Oyuncaklarınızdan çıkan yanık kokusu çok eski ve hiç unutulmayan bir felaketin yaklaştığını hissettirir... Bu yaklaşan felaket hissi yangının arka bahçenize doğru ilerlediğini hatırlatır size... Artık aynasındaki yüzünüze bu yanık kokusu eşlik etmeye başlamıştır... Yüzünüz eskisi gibi tanıdık gelmemeye başlamıştır... Bir an önce buradan bir çıkış aramak ve bu ilişkiyi sonlandırmak istersiniz... Ama bir şey tutar sizi... Basiretiniz bağlanır. Giderayak yüzünüzü onun aynasında bir kez daha güzel, aydınlık ve bütün olarak görüp öyle çıkıp gitmek istersiniz bir başka aynaya... Yangın arka bahçeye sıçramadan ona güzel ve hep hayranlıkla anımsayacağı bir son hazırlamak istersiniz... Ve artık tek derdiniz onu bu güzel sona ikna etmekten başka birşey değildir... Ama hazırladığınız hiçbir veda şöleni onu etkilemez... Yangın içerlere, derinlere doğru hızla ilerlemeye başlamıştır. Artık ona gösterebileceğiniz hiçbir yeni oyuncağınız kalmamıştır... Her veda şöleni bir öncekinden daha gösterişsiz, bir öncekinden daha yoksul ve acınası olmuştur... Savunmalarınız birer birer onun gözünde anlamını yitirmiştir... Herşeyi öylece bırakıp gitmek, bırak beni artık, gitmek istiyorum, deseniz de bu ondan çok size inandırıcı gelmez. Ayrılıp gitmeye önce kendinizi ikna edemez olmuşsunuzdur... Beni bırak, bitsin artık bu ilişki, deseniz de, bu sözler ona çarpıp; beni böyle bırakma, beni onaylamadan, bana hayran olmadan, beni sevmeden bırakma, olarak yine size geri döner... Bu artık kendinizi onun gözüyle görmeye başladığınızı gösterir ki kaçıp kurtulmanız için artık çok geçtir... Yıllardır herkesten sakladığınız o yaralı benliğiniz saklandığı yerden, artık birer külden ibaret olan benliklerinizin yanık kokuları arasından en üste çıkmıştır... Artık söz sizden çıkmıştır... Kaderinizin ipleri elinizden kaçmış yazgınızla savunmasız bir şekilde karşı karşıya kalmışsınızdır... Aynasındaki yüzünüz paramparçadır... Artık o aynadaki yüzünüze o çok eski sızılar olmadan bakamaz olmuşsunuzdur... O çok eski sızılar, sanki birkaç saat önce girmiş gibidir içinize... Sanki unuttuğunuzu sandığınız o çok eski zamanlarda değil de henüz şimdi yaralanmış gibisinizdir... Sanki hayata başladığınız yere sizi geri çağırmıştır o sızılar... O noktaya nasıl geldiğinizi anlamadan, karşınızdaki insandan tıpkı o yaralı çocukluğunuzdaki özleminiz gibi, sizi sonuna dek anlayıp benimsemesini beklersiniz.. Anne beni onayla ve daha çok sev, der gibi... Baba beni önemse ve hep yanımda ol, der gibi yaparsınız ne yapsanız... Ama ne deseniz, ne yapsanız hep eksik kalırsınız onun gözünde, hep yetersiz... İşte bu yüzden sizi birgün bırakıp gidecektir... Asıl bu korkunun altında yatar bir zamanlar onca korktuğunuz ölüm... Bu korkuyu yaşamamak için defalarca kendinizi yok etmek geçer aklınızdan... Ama tek birşey yüzünden kıyamazsınız kendinize, tek birşey: Onu bir daha göremeyecek olmak korkusu... Bu korku yüzünden her sızıya katlanırsınız, her acıya, her ayrılık endişesine... O da tıpkı anneniz gibi yapar, babanız gibi davranır... Onaylamış gibi görünür, ama istediğiniz gibi onaylamaz. Seviyor gibi yapar, ama bu beklediğiniz o sevgi değildir. Önce yüceltir, ama hiç beklemediğiniz bir anda küçümsemeye başlar... Hem de kalbinizin en savunmasız anında... Söylediğiniz ya da yazdığınız birşeyi ilgiliymiş gibi dinler, ama içten içe ilgisizliğini hissedersiniz... Bir başarınızı anlatırken anlarsınız ki, o sırada aklından günlük, sıradan sorunlar geçer... Önce öper, ama hiç ummadığınız bir anda öptüğü yerden sizi kanatmaya başlar... Sonra kanattığı yerleri yeniden öpmeye çalışır, acınızı dindirmek için... İşte böyle anlarda ona hiç olmadığı kadar bağlanırsınız. Böyle anlarda sizi hiç beklemediğiniz zamanlarda kanattığı için bile ona minnet duymaya başlarsınız. Ne yaparsa yapsın, ne dersen desin, ne kadar incitirse incitsin, ama sonra gelip kanattığı yerleri öpsün, yeter ki neden olduğu acımı dindirsin, dersiniz... Onun durmadan değişen yüzlerine, duygularına göre yaşamaya başlarsınız... Sizi incitip kanattıktan sonraki sarılmasına... Ansızın niye ve neden olduğunu bilemediğiniz öfkelenmesinden sonraki gülümseyişine... O dünyanızı karartan küçümsemesinden sonra size yıllar sonra güneşin doğuşu gibi gelen ilgi ve hayranlığa göre yaşamaya başlarsınız.. Artık ondan gelecek her şeye razı olursunuz. Bu yoğunluğun adı köleliktir. Gönüllü kölelik. Peki, neden bir başkasına değil de ona karşı duyarsınız bu yoğunluğu, bu gönüllü köleliği... Neden başkaları sizin o süslü ve gösterişli benliklerinize hayranlıkla inanmış, sizi size doğrulamıştır da, neden onun aynasında seyrettiğiniz yüzünüz böyle paramparça, böyle yangınlar içindedir... Neden başkaları değil de o gelip dokunmuştur yıllardır herkesten sakladığınız o yaralı benliğinize... İşte bu çoğu kez derin bir sırdır. Çok zordur bu muammayı çözmek... Yüzü, yüzündeki garip bir ışık... Bakışlarındaki eski bir esrar... Hangisinde, hangisinde saklıdır o size bile bir sır olan teslimiyetiniz, bilemezsiniz... Karanlık bir ormandır insan. Ürkütücü ve çözülmez görünür... Uzaklardan gelen bir ışık gelir, bu ormanın içindeki inleyen bir hayvanın gözlerindeki acıyı parlatır. Bu kısacık parlayış anında ayakları kırılmış bir atın gözlerindeki derin acı sezilir. Atın acıyla inip kalkıyordur göğsü... O koca ormanın içinde bir başınadır... Sonra ışık kaybolur gider. Ama artık koca ormandan geriye o ayakları kırık atın gözleri kalır sadece aklınızda... Acıyla inip kalkan göğsü kalır... Sanki bütün o karanlık ormanın ruhu ayakları kırık atın acıyla bakan gözlerine doğru akıp durur... İşte o karanlıktan gözlere doğru akan yoğunluk aşkın ta kendisidir. Orman ne kadar karanlıksa bu akış o kadar hızlı olur... Yani siz ne kadar karanlıkta kalmışsanız, o karanlıktan gözlerinize doğru akan yoğunluk o kadar acı ve o kadar güçlüdür... İçinizdeki karanlık ormandan gözlerinize doğru akan bu yoğunluğun adı aşktır... Artık gözleriniz bir köle gibi bakmaya başlar... Bir efendiniz vardır artık, nereye baksanız onu görürsünüz... Gördüğünüz herşey ondan bir iz, bir soluk taşır. O herkesten gizlediğiniz yaralı benliğiniz zincirlerinden kopmuş, sahip olduğunuz herşeyi ezip geçmiş, gelip gözlerinizi kaplamıştır... Gördüğünüz, dokunduğunuz, baktığınız herşeye o yaralı benliğinizin gözleriyle bakmaya, onun gözleriyle görmeye başlamışsınızdır... Dünya o yaralı benliğinizden ibarettir artık... O güne dek bildiğiniz herşeyi unutmuşsuzdur... Yaşadığınız bu yoğunluk o güne dek taşıdığınız değerleri, inatla savunduğunuz doğruları bir anda unutturmuştur size... Sahi, siz daha önce kim ve nasıl biriydiniz... Unutmuşsunuzdur... Başkalarının görmediği, görüp de anlamadığı şeyleri görür ve hissedersiniz de, sizi asıl ilgilendiren, ilgilendirmesi gereken şeyleri bir türlü görüp hissedemezsiniz... Kimdir, aslında ne düşünür sizi bu hale sokan sevgili... Gerçekte sizin için ne düşünmektedir... Hayatla ve kendiyle ilgili ne hesapları, nasıl kaygıları vardır... Sizin sevginiz ona ne kadar geçmektedir... Sevginizin ondaki yansımaları nelerdir... Bunları bilmezsiniz de, dokunduğunuz ve gördüğünüz herşeyde onu hissettiğinizi, gördüğünüzü bilirsiniz... Çünkü sizin için dünya odur... Ama onun dünyası bu dünyanın neresindedir, işte bunları asla bilemezsiniz... Siz hiçbir eve, hiçbir odaya, hiçbir yere sığmazsınız, ama onun kaç evi, kaç odası, sığınıp gizlendiği kaç yeri vardır, bilemezsiniz. O sizi onaylayıp beğensin, hep yanınızda olsun ve hep sevsin diye ona içinizden geçen herşeyi eksiksiz anlatırsınız da, o size sizinle ve kendiyle ilgili düşündüklerini ne kadar anlatır, işte bunu asla bilemezsiniz... Sizin onu sevdiğinizi herkes, bütün dünya bilsin istersiniz, onun sizi sevdiğinizi, o da seviyorsa nerede, hangi odada, kime ve ne şekilde söylediğini asla bilemezsiniz... İşte bu eşitsiz bir ilişkidir... Siz köle, o efendidir... O sizin dünyanıza istediği an girebilir, ama siz onun dünyasına giremezsiniz... Sizin için onu sevdiğiniz dünya bir bütündür, ama onun dünyası evlere, odalara, gizlere, bilinmeyen yerlere bölünmüştür... Siz onu dünyanızda ararken, o kimbilir hangi evde, hangi odada, sizin hakkınızda kime ne söylemektedir ya da ne söylememektedir, işte bunu asla bilemezsiniz... Siz onu öyle çok sevmişsinizdir ki, işte en çok bu yüzden onun sadece bir yönünü görürsünüz... Çünkü sevginiz o güne dek hayatın görünmeyen yanları hakkında olan bütün bilgilerinizi unutturmuştur size... Onu artık bu bilgilerle, bir zamanlar savunduğunuz değerler ve doğrularla değil, onu artık bu yaralı benliğinizle görürsünüz. Bu yüzden siz ne kadar haklı olsanız da, durmadan ona karşı suçlu ve ezik hissedersiniz kendinizi... Ne kadar büyükse onun boşluğu sevginiz o kadar eksiktir... Büyüdükçe onun boşluğu siz bu yüzden o kadar çok pişmanlık biriktirirsiniz, keşke onu daha çok sevseydim, diye... Aslında kendisine güvenli bir kıyı arayan odur, ama siz onu böyle görmek istemediğiniz için onun için okyanuslara hep geç kaldığınızı hissedersiniz... Bu suçu, bu pişmanlığı, bu gecikmişliği sorgulatmak, biraz olsun temize çıkmak için bir mahkeme ararsanız, ama kimse böyle bir mahkemenin yerini bilmiyordur... Siz onun için neleri göze aldıysanız ve alacaksanız, onun da sizin için aynı şeyleri göze aldığını ve alacağını hissedersiniz... Oysa o sizin sandığınızdan çok ayrı biridir. Bildiğiniz o yönünden başka bilmediğiniz birçok yönü, birçok yüzü, birçok odası vardır... Sizin sevdiğiniz yanından başka bilmediğiniz ve bu sızılar içinde asla bilemeyeceğiniz yerleri vardır onun... Tamamen körleşmemek onu bütünüyle görmek için alttan alta bunu hissedersiniz de bu boşluğun adını tam olarak koyamazsınız... Bu boşluk onun gerçekliğidir... Ayaklarının yere bastığıdır; sizin gibi bu hayatın kurallarından hiç kopmayıp, aksine ona sımsıkı sarıldığıdır... Size istediklerinizi ancak hayatın bütün o bağlarından, bütün bu parçalanmışlığından, parasal ve gelecekle ilgili korkularından kurtulmuş biri verebilir, ama öyle biri değildir ki; işte bu yüzden onun sarıldığı yerlerden sizin o büyük yanılgınız başlar... Aslında siz bir anlam, bir yüz, bir ışık, bir ruh diye bir boşluğu seviyorsunuzdur... Dopdolu diye sarıldığınız... Kurtuluşum, diye sarıldığınız onun ardına gizlendiği, sizin hiç bilmediğiniz ve belki de hiç bilemeyeceğiniz boşluğudur. Karanlık ormanınızdan gözlerinize, gözlerinizden dünyaya doğru akan o yoğunluk işte bu boşluğa doğru akmaktadır... Aşkınız işte sınırları bilinmeyen bu boşluğun çekimine kapılmıştır... Acınız, içinizdeki sızıların derinliği, üzerinden koştuğunuz uçurumlarınız bu boşluğun çekimiyle daha çok büyür... Sizi o yaralı benliğiniz körleştirmiştir, bu yüzden düştüğünüz yerleri göremezsiniz... Siz o diye onun bir yanını görürsünüz, ama o sizin için ayırdığı odalardan birinden sizi seyretmekte ve oradan sizi bütün yönlerinizle görmektedir... Sadece sizin için ayırdığı o odada bu halinize üzülmekte, belki de sizi özlemekte ve bu aşk için acı çekmektedir... Ama bir diğer odasına geçtiğinde orada bir başkasıyla sizin hiç bilmediğiniz yönüyle, bu hayatta ayakta nasıl kalırım, nasıl acı çekmeden, nasıl üzülüp incinmeden yaşarımın hesabını yapmaktadır... Siz onu bütünüyle bildiğinizi zannederseniz, ama sizin hiç bilmediğiniz yönlerinden biriyle parasal bir sırrı konuşmaktadır bir başkasıyla... O da sizin gibi herşeyini, bütün suçlarını, bütün itiraflarını bildiğini, ama ona ne kadar güvence vereceğini, ona ne kadar güven ve rahatlık sağlayacağını bilemediği bir başkasından parasını nereye gömdüğünü öğrenmeye çalışmaktadır. O nerede kime ne söylerse söylesin, o hangi odada hangi parasal sırların hesabını yaparsa yapsın, o hangi evde bilmediğiniz hangi yönünü yaşarsa yaşasın, sizin ona duyduğunuz aşkı asla eksiltmez bu... Aksine onu hiç tanıyamadıkça ona duyduğunuz aşk daha da artar... Sizin için her geçen gün dayanılmaz bir hale gelen çekiciliği onun birtürlü göremediğiniz o büyük boşluğuyla daha bir artar... Karanlık ormanınızdan gözlerinize, gözlerinizden dünyaya ve oradan sevdiğiniz insanın boşluklarına doğru akan yaralı benliğiniz bir önceki günden daha büyük bir sızıyla kaplanır. Öyle bir sızıdır ki bu, kendi boşluğunda öylesine büyüyen bir sevgidir ki, karşınızdaki eğer böyle bir sevgiyle dolu değilse bir süre sonra geri çekilir... Geri çekilirken bir odalık bile olsa size duyduğu sevgiyi fazla acı çekmemek için anında zehirleyip geri çekilir... Ve birgün gelir size ayırdığı o tek bir odanın bile ışıklarını söndürüp, kapılarını kapatıp; çekip gider ve sizi aşkınıza terk eder... Sizi artık ilgisiz de olsa dinleyen o yoktur... Artık sizi önemsiyor görünüp de aslında önemsemeyen, yanındayım, dediği halde aslında çok uzakta olan biri bile yoktur... Önce öpen, sonra öptüğü yerleri kanatan, ardından kanattığı yerleri çok acımasın diye öpmeye çalışan o yoktur yanınızda... Sevdikçe sizi bir o kadar çok yaralayan o bile yoktur artık. İşte o zaman sevgili diye, dünya diye, hayat diye baktığınız her boşluğu artık sadece sizin o yaralı benliğiniz doldurur... Artık nereye, hangi kalabalık şehre gitseniz bile peşinizden o ıssız, o karanlık ormanınızı birlikte götürürsünüz... Nereye gitseniz kendinizi orada kaybolmuş hissedersiniz... Yollarda kime rastlasanız, çıkartıp onun fotoğrafını gösterirsiniz... Bu insanı tanıyor musunuz, buralardan geçti mi, onu gördünüz mü, diye sorarsınız... |
AŞK KARARMAK ÜZEREDİR ODANDA
Eski bir Türkçe kitabında rastladım sana. Sırtın pencereye dönüktü, odan kararmak üzereydi, usulca öne düşmüştü başın yorgun bir düşü taşıyordun omuzlarında. Birini bekliyordun, kendini bekler gibi... Ne zaman aşkın adı geçse sen gelirsin aklıma... Sırtın pencereye dönük, başın öne düşmüş, bir inanç titreşir, yaralı, yorgun omuzlarında Ne zaman adın geçse eski bir Türkce kitabında aşk kararmak üzeredir odanda... |
AŞK VE YURTSUZLUK
Usul usul azalıyordu sevgisi,kalbi soğuyordu... Aynı masada,yanyana oturuyorduk,ellerinden tutuyordum...Akıntıya kapılmış bir çiçek gibi bilmediğim,bilmediği uzaklıklara doğru gidiyordu...Öyle acı çekiyordu ki sevgisinin azalmasından...Seni artık özlemiyorum,eskisi gibi içimi acıtmıyorsun,bu benim için ne büyük acı biliyormusun,derken sesi titriyordu. Dalından kopmuş bir çiçek gibi unutuluş denizinde usul usul sürükleniyordu...Sevgimiz yurtsuz kalmıştı şimdi... Can çekişen bir hastayı ölümüne hazırlar gibi, nefesimi tutmuş saçını okşuyordum durmadan... Sevgisi,yaralanmış çocukluğumuzu ve dünyayı değiştirmeye yetmemişti. Hayal kanatları yanmış sevgisini öksüz kalan sevgime kattım.Sevgisi biterken gözlerime son bir kere baktı.İnanmıştı çektiğim ıstıraba... Son anda sarıldı bana: Hadi,sen de benimle gel,birlikte karışalım kayboluşa,dedi. Yapamam,dedim,istesem de yapamam.Bu sevginin ömrünü beklemeliyim... Bu sevginin beni götürdüğü yere kadar gitmeliyim... İçimde sırrın,kimseye benzemezliğin sızısı,yarım kalan yolculuğun aşk yüzlü çocuğu var... Sevgisi soğurken son tesellisi,son kıskançlığı,son umudu bu olmuştu... |
AŞKTA YARIN YOKTUR SEVGİLİ
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur... Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında. Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de... Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan... Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye... Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi... İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu... Birazdan sabah olacak... Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım... Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek... Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak... Aşkta yarın yoktur sevgili... |
AŞKTAN NEFES ALAMADIĞIM O YERDE
Çocukluğumun bahçesiydin sen bütün bilinen mutluluklardan uzakta, o sarışın akşam üstlerinde, ıstırabın eşiğinde... Nefesim sıkıştığında seni sevmekten ömrünü okurdum o acı neşede, boşalırdı ağzımdan o kanlı nefes sonra çok özlendiği için acımasızca talan edilen her baharda dönerdim oraya... O sarışın akşam üstleri hiç gitmediğim uzaklardan döndüğüm yer olurdu... Bilinen bütün mutluluklardan uzakta kalırdım orada, kalırdım çocukluğumun bahçesinde, aşktan nefes alamadığım o yerde... |
BANA TÜRKÇE BİR EKMEK VER/BİR BADEM AĞACI GİBİ YAŞAMAK
Gülben Anastasias hep duygularına göre hareket etti. Öyle yaşadı. Duyguları daha sahiciydi, onlara inandı. İlk kocasından ayrılıp Almanya’ya işçi olarak gitmeye karar verdiğinde aristokrat ailesi şiddetle karşı çıktı kendisine. Aldırmadı, gitti. Siemens fabrikasına girdi. Almancasını geliştirdi. Onu büro işine aldılar. Bir süre sonra büro işi onu boğdu. Bu sırada Victor (Anastasias) adlı Güney Amerikalı bir dişçiyle tanıştı. Sevdi onu; bağlandı. Birlikte Türkiye’ye geldiler. Güzel Sanatlar’ın Seramik Bölümü’ne girdi.3. sınıfa kadar okudu. Kocasıyla Ege sahillerini dolaşırken Bodrum’da Yalıkavak Köyüne geldiler. 'İşte burası sahici bir yer' dediler, manzarasına, doğasına hayranlıkla bakarak. Yalıkavak’ta bir ev, iki değirmen, biraz tarla alıp burada yaşamaya başladılar. Burada Gülben’in Viktor adında bir çocuğu oldu. Sonra kocası kendi dünyasına, Şili’ye döndü. Gülben, Yalıkavak’ta duygularına göre yaşamayı sürdürdü. Vejetaryendi, vegan oldu. Yani hayvan sütünü, yumurtayı, yoğurdu, tereyağını, sentetik şekeri, deri ayakkabıları kendine yasak etti. Köylülerden yufka ekmeği yapmasını öğrendi. Buğdayın besleyici gücünü keşfetti. Buğdaydan çeşitli yemekler yapmasını öğrendi. Ve güneşin, ayın, börtü böceğin, badem ağacının ritmiyle yaşamayı sevdi. Hep duygularıyla. Akşamları yaptığı en sahici iş, bütün işlerini bitirip günbatımını seyretmek oldu. Tıpkı badem ağaçları gibi hayal kurarak yaşamaya başladı... Ancak Yalıkavak’ta kaçtığı şeyler peşini bırakmadı: Para, yol, televizyon, teknoloji, beton binalar... Yalıkavak 'beyazlar' tarafından işgal edilmişti. O çok sevdiği köylüler ocaklarını söndürmüşler, Aygaz edinmişler, toprak tencerelerini atıp, emayeler almışlar; el örgüsü halılarını, dokuma halılarla değiştirmişler; dantel perdelerini çıkarıp sentetik perdeler takmışlardı. Artık akşamları, günbatımlarını değil, televizyonda 'yalan rüzgârları'nı seyrediyorlardı! .. Gülben, Yalıkavak’taki düşünü bitirip Fethiye’deki dağ köyüne göç etti. Bir marangoz arkadaşına,3 metreye 5 metre baraka yuvasını yaptırdı. Ormana ve denize kendini konuk ettirdi. Seramik fırınları yaptı kendine burada. Köylülerle, çevredeki hayvanlarla, ağaçlarla, börtü böcekle tanıştı. Gökyüzüyle, her çeşit kokuyla... Yıllardır olduğu gibi burada da hep güneş doğmadan uyandı. Kuşluk vakti, çiçeklerin uyanışıyla birlikte. Kahvaltı yapmadan dışarı çıkıyor, ormana, ormanı derin duygularla geçip denize ulaşıyor. Kayalıklardan iyileştirici sulara bırakıyor kendini. Yaz-kış, hep güneş doğarken. Dağların doruklarında kar varken yüzmekten delice bir zevk alıyor. Tekrar ormana döndüğünde bedenindeki o sağlıklı sıcaktan; içindeki kanın delice akışından da. Sonra 'selam, selam' adını verdiği meditasyon hareketleriyle doğan güneşi karşılıyor. Ve gün başlıyor. Gün onun için bizlerde olduğu gibi anlamsız bölümlere ayrılmamış. Gün bir akış onun için. Mükemmel bir bütünlük... Yemek öğünlerine bölünmüş bir telaşlar, koşuşturmalar, kopuşlar hali değil. Bir ırmak gibi erinçli bir şey onun için... Peki, ne yer ne içer bu kadın? Her şeyi, doğadaki saf olan her şeyi. Köylü kadınlarla yufka ekmek açar. Biraz zeytinle o yufka ekmeğinin tadına doyulmaz. Sonra çok sevdiği gomassio vardır yediği. Susam ve deniz tuzu karışımı bir yemektir bu. Zeytinyağından tampirinç yapar. Meyvenin bir çeşidi. Sebzeler. Buğdaydan yapılan onlarca ekmek. Buğday tatlısı. Şekersiz aşureler. Bulabilirse koko adı verilen tahıl sütü. Doğa o kadar cömerttir ki... Peki, ona kentli bir soru soralım: Koca gün nasıl biter o dağ başında? Bağışlar bu soruyu, tebessümle karşılar. İş o kadar çoktur ki dağ başında. Seramik fırını yakılır. Seramikler, emaylar yapılır. Buğday öğütülür. Ekmek açılır. En uzak çeşmeden su getirilir. Çiçeklerin saksısı değiştirilir. Köylü kızlara çeyiz yapılır. Onlara İngilizce öğretilir. El işi yapılır. Otlar toplanır. Değişik çaylar yapılır. Doğal yaşam ve beslenme üzerine kitaplar yazılır. İşte büyüleyici bir sessizlik! Çoban kız yayladan dönüyor keçileriyle. Sesleri derinden derine yankılanıyor. İşte çoban kız keçileriyle konuşuyor, onlarla dertleşiyor. 'Boziş gel buraya, ne o Kırıkboynuz neyin var? ' Gülben işte bu sesleri duyunca bütün işini gücünü bırakıp dinlenmeye başlıyor. Günün sahici işlerinden biri de bu. Günbatımını seyretmek de apayrı bir iş onun için. Sonra cin fikirli köy çocuklarını evine çağırıp, beyaz kâğıtlara renkli kalemlerle şekiller çizdiriyor. O şekilleri alıp bembeyaz perdelerine desenler yapıyor. İşte size bir iş daha! .. Sonra gün tamamen batıyor. Güneşle vedalaşıyor. Uyku vakti gelmiştir. Hayvanlarla, ağaçlarla, börtü böcekle birlikte. Doğanın, uykusunun koynuna girip melekler gibi uyumaya başlar. Güneş hiç üzerine doğmayacaktır. Peki Gülben neleri bırakmıştır yaşadığı bu hafiflik, özgürlük ve saf sağlık duygusu için? Elektrik kullanmıyor. Güneş ışığıyla aydınlanıyor. Buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, telefon, gazete, ilacın her türlüsünü hayatından çıkarmış. Yanında para ve saat taşımıyor. Yaşadığı yerde tek bir bakkal bile yok. Burada rekabet, hırs, nefret, kin, kıskançlık, didişme, ayak oyunları, sevgisizlik yok. Bir badem ağacı gibi neşeli, güleryüzlü, bereketli yaşayıp gitmek var. Yumuşacık bir düş gibi... Peki 'yalnızlık' diyorum. 'Sen yine de bir badem ağacı değilsin. Kentlerin havasını yıllarca soludun. Birçok dostun var, ilişkilerin.' 'Asıl kentte çok yalnızım' diyor. 'Beni anlamayan, beni, yaşantımı garip, tuhaf bulan insanlar arasında inan çok yalnız hissediyorum kendimi. Ben burada dağ köyümde, buradaki, bu kentteki dostlarımı düşünerek daha dopdoluyum. Hem aradan çok yıllar geçti. Ben kenti, kentleri çoktan kapattım. Tanıdığım insanlar da orada kaldılar.' Gülben o uzak, o ıssız dağ köyünde kentteki gibi kaçınılmaz, zorunlu 'dostluklar' yaşamıyor üstelik. Dünya küçük. Onun dağ köyündeki pastoral yaşantısını duyan birçok insan gelip onu buluyor burada. Avusturya’dan, İngiltere’den, Latin Amerika’dan, İstanbul’dan, Ankara’nın birçok yerinden bu kazanılmış hayatı arzuyla merak edenleri küçücük barakasında, köylü dostlarının yardımıyla konuk ediyor. Ormanı gezdiriyor, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla tanıştırıyor. 'Peki, tümüyle hayatına baktığında, bir eksiklik duygusu, keşke şunu da yapsaydım arzusu, içinde uyanmaz mı senin? ' diyorum. 'Kentte, kentlerde çok sık yakalar da bu duygular insanları. Sen ne dersin? ' 'Söylediğin duyguların zerresi yok içimde' diyor. 'Öylesine dolu dolu yaşadım ki, inan bazen, artık yeter, diyorum. Doydum, diyorum. Öyle bir an gelirse, yani bu duygunun sahiciliğine tamamen inanırsam, hayatıma kendi ellerimle son vermek istiyorum. Bunu bir kez çok yoğun duydum. Bir keresinde ‘Heraklia’ diye bir yere gitmiştik. Geceydi. Yazdı. Bir kaleye çıktık. Aşağıda deniz muazzam görünüyordu. Gökyüzünde bir yıldız yağmuru vardı. Doğa sarhoş gibiydi sanki. Bir an kendimi öylesine mutlu hissettim ki, işte o an hayatıma son vermeyi düşündüm. Kendimi denizin yumuşacık kollarına bırakmayı...' Öyle güzel anlatıyordu ki intihar düşünü; sanki ben de o gece, onunla birlikte yumuşacık denizin kollarına atılmış gibi hissettim kendimi. Sonra o usulcacık bir sır verir gibi, mahcup: 'Bu yaz sana gelsem, bir gece olsun beni konuk eder misin, bir gün olsun senin gibi yaşamamı sağlar mısın? ' diye sordum. İri mavi gözleri şefkatle açılıyor, heyecanla: 'Hemen gel, bu yaz, yoksa çok geç kalabilirsin, bir dahaki yazlarda benim ormanım, barakam yerinde olmayabilir, teknoloji o kadar hızlı geliyor ki, çevreciler ‘çok geç olmadan’ falan diyorlar ya, aslında yanılıyorlar. Aslında çok geç oldu. Benim cennet köşem teknolojiye teslim olmadan, bu yaz gel, gecikme...' Gülben Anastasias, İstanbul’a seramiklerini, emaylarını satmaya ve dostlarını görmeye gelmiş. Arkadaşımın arkadaşı. Kentte çok kalamadı, duygularına kapılıp yine Fethiye’deki dağ köyüne, tahta barakasına döndü. Daha sahici olan yüreğine. Sevgilerine... |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:30 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.