![]() |
...Büyük Söz*...
—Aydın Afacan’a sessizce kanayan gülünüzü dinledim engin bir hayale dönüşmüştü renginiz kum lehçesiyle gök küreden ağan dillerin çölüne değmiştiniz ____yanıyordu elleriniz sormayın sakın ”hangiyim” diye bilmiyor olmak ne eksiltir menevişlerinizden! ki kırılgan tebessümüyle bir papirüs esintisi koşarak geçip gidiyor böyle izlerinizden akmayan yaşlar gördüm gözlerinizde titriyorlardı __ıssızlığa gizlemiştiniz çölü geçtik dağı deldik ____düşe döktük döküldük yabanıl bir şehr-ayinde ıtırlı sözünüze geldik haykırır sezgiler Haşim’i aşk tutan ey! tanır onlar bilirler ruh dervişlerini dönerek vardık huzuruna bakir harflerin coşarak şiire uçuşan ak tennurenize geldik sözünüz çünkü büyüktü sizin… (*) Sn. Aydın Afacan’ın şiir sözcüklerinden kurgulanmıştır… (18 Mart – 8 Nisan 2006) Naime Erlaçin |
...Celan*...
saklanmak içinmiş hep suçlar …iz örtmeyi bilen ayak izlerini de siler… yeterince ikna edici değil bu! olanaksızdı hani Auschwitz’i yaşayıp da şiir yazmak** söyledin sen Paul : “dünya geçip gidiyor” evdeki yılanlarla oynaştın, korkusuz cennetimize taşıdın katilleri zamanın dudağından emerek yıkıyordun bunca kıyım mahallini “ustalığına” rağmen ölümün herkesi aştığındandır : şiire yürüyoruz Celan! (*) Paul Celan (**) Adorno (16 Ağustos 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 83 Naime Erlaçin |
...Cinlerin Ağıtı! ...
hecenin “sus” nöbetine duran kalem cinleri ey! kabuğundan taşıyor beşer nasıl koşsun şiir dar sokaklarda ağlayın şimdi! sonra bağışlarsınız kıygınlığınızı “kabullenmez şair karşı çıkmaz bu yüzden”* diyor sözün künhüne iniyor biri siz ve biz taşın aşındığından habersiz bir içtima sur’u üflüyoruz kayıp cennetine mürekkebin toplayın isyanımdaki mağrur yüzümü! …......... (*) Altay Öktem’in bu mealde bir yazısından esinlenerek… (9 Aralık 2005) Naime Erlaçin |
...Çengi...
çengi oynatırdım sahaflarda sığınmayı vururdu saatler kitap kokusu sarardı güzü harfin şehveti mine çiçeği dökerdi dizelere vız gelirdi lanet bir ihtiyar olmak güneşe verirdim kendimi dil dağlanır dağ inerdi yüreğime acı bir isyandı şiir kırlangıç sığırtmaç sultasında direnişin adı serçe dil susmaz eğik durmayı bilmezdi baş ' bir harf ver çıngarım olsun! ' derdim az laf çok laf ne gam! ' parçalayıp teşrih edeyim delireyim delirteyim eşkıya saatlere' ki son gecesinde emrin ilticaya hükmetsin çengi oynasın mavzer sesinde günlerden serçe bugün giz imlası yazmakta kuş şimdilerde (17 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
...Çığlık Çığlığa Zamanların Şiiri...
yırtıcı yangınlardan sor insanı atlas duvarlara sinen ilk’ten son’a bütün hıçkırıklardan kartal kanadına tutunmuş saraylar ve Afrika’da çığlığa azan elmastan sor siyahtan kırmızıya dönüşürken yazgı pıhtılaşan kandan sor tarihin koynunda gizli mermer tozundan sor insanı soğuk alazdan varılmaz saatlerin uslanmaz fısıltısı uyumsuz akitlerin zebercet sultasından zulmün sesi ile tenin nefesi su’dan kehribara yol alırken hançerlenmiş ilk damla yaş ve ateşlenen son namludan uyu uyan sorgula! çığlık çığlığa sancılı tapınaklarda ebediyete susarken keşişler unutulmuş münzevi anlarda kanayan yaradan sor insanı hiç durma sor! sor ve sorgula… (17 Aralık 2003) Naime Erlaçin |
...Çığlıklar! ...
çığlıklar gürlerdi hep sıradanlığa salardım eksilirdi kimi gün kiminde kanser yarası olamayışın iç kuşatmaları üşüşürdü öteki’liğe yetim manzaralar çizerdi derinimdeki çocuk sözden evvelki çıplaklığı resmederdi Guernica dönüşerek acı bir isyana suyun tenini yakardı iç sıkıntılarım yırtıcı ve cesur turuncuyu seçerdi denizaşırı bir kamp adı: Guantanamo söz yaralı! don kişot’luğum savrulurdu yel değirmenlerinde ağzımda o kekre tat fi tarihinden iğdiş edilmiş celseler terk etmezdi hiç çıplaklık diz boyu krallar nerede! bir kervan koyulurdu yola Felluce’den kan tutardı! kaç kez sınanırdı çığlıklar ey kaç kez yazılırdı aynı hikaye! gök yere düşer yer sallanırken o sesi duyardım: “orada kimse var mı” susardım! evrenin çadır kentinde kararırdı yüzüm utanırdı kalem kururdu divit insanlığım ağlardı küller nerede! (17 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
...Çıplak*...
…su çıplak! post-modern takvimlerin kapı aralığında son kıyımlar olmalı bunlar ölümcül yazgısı tornanın kıyısından tedirgince ilişilen ezici gerçek hızar ıslığıyla kalkılıyor her yeni güne geçmişten nükseden kanlı perçemdir alnımıza düşen çürümüş cesetlerden yükselen ağır koku en kızıl haykırış torpilliyor kara eksenli çağcıl düzen yoksul kediler biriktiriyor düşünde kalbimizdeki çocuk : uykunun sedefi paramparça titreyerek buluyoruz suya uzanan akça dikenli yolu... …yaşamsal gururu saklar çıkınında yürek erdemli o hızardan utanır / mahcup insanca bir dil öğrenmektir soyunmak adamakıllı yüreğin keskin bıçağında yürümek gözü kara… fırlatıyoruz böyle kirletilmiş koşumları üstümüzden kişniyor içimizin bilinç atı suyla bilenmiş fikrin sırat köprüsünde özlük haklarına kalıyor son söz ….yolunu bulur nehir... : dil sudan çıplak! ………………. (*) Akın Akça’nın son iki şiiri; “Ölüme Meydan Okuyan Ördek” ve “Seyfe Müktesebatından Tuz Çölü”nün bir devamı olarak algılansın dilerim… (28 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
...Çıraklık!
dinle şairi! “melal”e karşılık bulamamış ben de bulamamıştım “gönül”ün bir eşi olmadığı gibi yaban dillerde günlerce ******* boyu harf yazdım biçerdöver oldum elifbanın içinde usta hurufi'de* benden önce ateşlemiş fitili bilemedim! hani sözden önce şiir şiirden önce harf vardı yaşamdan önce gelen ölüm gibi amacım harfin sırrına varmaktı bir dolu zarar ziyan yakılacak söz var şimdi bir dolu sancılı tanık sel suyu heyhat! çıraklık ah! ne zor işmiş meğer bilemedim! (*) Hurufi Şiirler: Hilmi Yavuz (30 Mart 2005) Naime Erlaçin |
...D a ğ A s l a n ı....
rengini erke terk etmiş insafsızlığa inat gök mavisi bir ışık doğar hayatın kahverengi kilinden ezeli damgasını bırakır heybetiyle bir can ağzında korkmuş üstelik cesur ve kekre bir tat örselense yıkılsa ah! o an dikilir ayağa lalettayin bir ölümde dirilmek üzere yeniden vurulan hep odur lakin yenilgiyle döner umutla çıktığı seferden ne güçtür sevgisizliği ötelemek ey çocuk! ….sevdasızlığı… kenger otu ayıklamak turkuaz bir bahçede ne zordur! yıldız alacasında tutuşur dikenli yürek en çok dağdan doğmuş bir aslanın inine çekildiği saatlerde semirir ki acı öyle yaraya süngü çeken gül yaprağı sessizliğinde bakışlardan anlarsınız heybetli birinin vurulduğunu… sokulun öyleyse göz hizasına tenden ruha karanlıkta el yordamıyla gider gibi azat etsinler sizi bu ülkeden vakitlice somursun taşlarınız emsin aslanın saygıdeğer ağrısıyla bezenmiş onuruyla mücehhez bin asırda yontulan soylu bezginliğini : bir ucu zorlu sağaltım dil...tuz...solgun kil durgunsu tortusu öteki uç mavi….deli bir turkuaza doğru… (8 Kasım 2005) – “Turkuaz” Dosyasından… (www.blogcu.com/nimo) Naime Erlaçin |
...Dağ Yolu... (Emin AKDAMAR'ı anarken)
saklısına geldik suyun geçmişin karasına söz delik şiir askıda ben dağa gidip geleyim yine kuluncumu sıvazlasın ağrıdığı yerden şiirle halleşen toprağı bilir ağaçtır çünkü tek alacaklısı sorguda nasıl durur uçurum ya da sonsuzluk yakışır mı acıya biliyor muyuz bunu? şiire soralım ustam! siz ayrılığı anlatın yas keçesine ben en iyisi dağa yine tek cümlelik bir ağıt yakar gibi balın çürüdüğü yere Naime Erlaçin (24 Ağustos 2007 – Emin AKDAMAR’ı anarken…) 6.Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 64 ÖLÜMDEN BAŞKA çünkü uçurumum kısa buraya kadar ve ben ağzıma kadar doluyum hayatı bir yudumda çekip içime niye gidemiyorum? bir şiirin zor dizesi olsam bir sözün buharlaşması ya da artık nereyeyse artık nasılsa artık hangi sözse her şeyi sıralayıp sırayı karıştırmak sonra yine yani saçlarını dağınık bırakmak gibi dağınık yaşayıp dağınık bırakmak her şeyi atlıyorum aklımdaki uçurumdan : ben hayata ne söyleyebilirim ölümden başka? (1 Haziran 2006) - Emin AKDAMAR Naime Erlaçin |
...Dışbükey...
ehram taşlarıyla sırtında nereye kadar yürür insan nasıl sevişir uykuda kurumuş dudaklar zulümden ruhsatlı asırlar eteğinde susuzdur zaman açgözlü ve masum kanatlanır us muhakeme iflas eder yangın isinde çatlak tenli bir kitabe kadar ahraz kalınır rahmet özleyen mezar sessizliğinde koşar orada içimin divane atı şahlanır dörtnala! delirmiş ırmağın kıyısında kişneyerek serüvenin kanlı teri siner serazad yelesine koşumsuz at çılgınlığından ne anlar insan! sırrını çözer mi suyun ve ateşin ve rüzgarın dışbükey bir aynanın pitoresk inikasından ne anlar! kader karasında büyüyen sevda sarısından göğsünde sebepsiz bir hançerden ne anlıyorsa o kadar işte! bu ne bu? bilemedin ey insan! uçuşan yelelere sakladığın yalnızlık yol arkadaşındı senin (6 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
...Dinle Nathalie*! ...
herkese bu evrende aynı uzaklıkta aşk bütün 'ah'lar başıbozuk birer fırtına içimizde dokunmaz kimsenin ağrısı kimseye! kör metalle delinmez hiç bir sedef incimiz ceberutta kelepçeli solgun teslimiyet çekilir denizin sinsi kuytusuna ağır kanamalı ruh adına ant içer sessiz fırtına uğrağında kasırgadan artakalan derin uyku sözün tutuştuğu yere kulak ver Nathalie! sen ki bu denizlere Cafe Puşkin”i armağan edensin her dalga bir siren! her esrik dalga aşk mesafesinde bir suç duyurusu : katil sulardan şehvetle fışkıran nağmeleri gömdüğün bin 'ah'tan sorumlu …… (2 Aralık 2005) (*) ” Nathalie”: Gilbert Becaud’nun ünlü şarkısı. (Şiir, blogcu.com/nimo sayfasında Becaud ile ilgili yaptığım resmi gören ve bu şarkıyı bana gönderen genç arkadaşım Nefise Nar’a, sevgiyle ithaf edilmiştir…) Naime Erlaçin |
...Dinle! ..
-Sevgili Kemal Tetik’in ardından Nefise’ye…* vazgeç kısa uzun ömür biçmekten yalansızlığını anla tül kanatlının! arıyla çekişmesini _____olabildiğince yalın yatağını kar’a seren ey! yürek ateşini kendinden gizleyen: bilinir mi yalnızlığı bir kurdun _____kükrediğinde a d ı m a d ı m _______yaklaştığında ölüme hikâyenin en çetrefilli yerinde kanat seslerini duy bir tek gelincik tarlasındaki kelebeği dinle! (*) Kemal Tetik: Sevgili Nefise Pınar’ın ağabeyi… (17 Haziran 2007) Naime Erlaçin |
...Dipçik! ...
I. uyku dahi dipçiklenir Fellini filmlerinden fırlayınca gölgeler sokak arası sevişmelerinden Puşkin’in su durmaz akar şefkatini böler gün gecenin şehvetine imgeler paramparça meşruiyetini yitirir dil simgesele geçeriz…. II. tabletlerde kalmıştır suretimiz taş yazmalardan bakar öyle mahzun öyle külçe Hatti ülkesinde salınan melez güzeli bekler gibi bir papirüs esintisi savurur Nil tutuklanır mavi Kubaba’nın* memelerinde lacivert bir hüzne gideriz “kimse kurban getirmez, herkes ölürse! ...”** III. böyle gelir an anlamını bulur eylem böylece çift kişilik çardak altında inatçı iki aşık kızıl öpüşler bırakır sevdalılara hayata yazılmış karşı bir şiirdir artık güne çentik atmak yeniden ötesi arzulu bir diriliş amansız dipçiğin kısırdöngüsünde geri dönüş Puşkin’e ve direniş! gerilir tülümüz hükmeden geceye ………….. (*) Kubaba: Kibele (**) Hitit kralı II. Murşiliş’in duasından… (28 Şubat 2005) Naime Erlaçin |
...Don Kişot Aynasında 'Schumann Rezonansı'...
en verimkar yolculuğu umar birileri zamanın rüzgarlı bir diliminden : en meşakkatli yüreği büyüten en çok yel alır değirmenimiz bir gün unutulur yağmalanmış ıssız vadiler çoraklığı unutulur derin acının unutulur çağcıl hüzün garları bir çığlık salınır vagonların ardından nemli bir mendil sallanır yanılsama an’ına onurlu bir madalyon bir simge umuda Cervantes’li düşlerden kalan anlamlıdır bozkırda yolculuk ünlemin hazzını inkar etmemiş masum bir çağda post-modernizm’in topal çoğulculuğundan ırak ___çarpık labirentlerinden zamanın ötesinden vuran ses yalımıdır “Schumann Rezonansı”* ruhlara değen amansız bir imgeye göçecekmiş gibi destursuz atlarız böyle geçmişe aralanan kapı eşiğinden adımız “adsız” sıfatımız “öteki” hayli çetrefil bir yolun sinyal lambasıdır el dil bin tonda rengarenk ışıyan mermer tüm devirlerin Don Kişot aynası! (*) DNA, ses tonları ile iletişim kurar ('insan' - 'insanın geçmişi' ve 'ses' bağlantısı…) Ayrıca dünya, 7.85 hertz'de ses üretir. Buna “Dünyanın Schumann Rezonansı” (“zemin temel frekansı” veya “dünyanın kalp atışı”) adı verilir ki, zaman içinde 11’e yükseldiği tespit edilmiştir… Bizi çağıran geçmiş midir; yoksa gelecek mi? Hiç bilemiyoruz ama “dil” biliyordur mutlaka! ... (5 Ağustos 2005) Naime Erlaçin |
...Durmayın İlahlar Kutsayın Beni! ...
I. kutsayın beni ey Vihara*rahipleri! sorulmamış sorular bağışlayın aklıma bir 'kadın okyanusu'nda yüzmenin bedeli ne yanıtlar bulmalıyım er dünyasında güç verin bana nasıl anlatılır sıra dışı bu serüven dipsiz mavide nefessiz kalmak gibi bir şey fırtınalı denizde yem olmak veya olmamak köpekbalıklarına çözülsün dillerim! söylesin Somali’deki çığlığın ahenge nasıl dönüştüğünü anaerkil adalarda Amazon ormanında kendini doğrayışını kadının tanığı olmalıyım sevdanın ve acının idamlık sanığı çılgın ihtirasların başım isyanla dikleşmeli sıkıca sarılmalı özdeki erke tanrıça Şakti’nin** evinde sırlarınızı verin! açın özümün taç yapraklarını çırılçıplak soyulsun ruhum giydirin yeniden hikmetinizle ki incilerden ala Belkıs’tan Züleyha’ya öyküler dizeyim onlara aşkı anlatayım ve nefreti zıddı ile kaim erkeğin özsuyunda iktidarla çiçek açan kudreti kadının tende uyuttuğu gizlerle yerin yedi kat dibinden fışkıran hiddeti : eziyet nedir bir kadına gururu ile oynanmadıktan sonra sakınır o an yüzünü bulutlar sıtmaya tutulur gök şiddetinden korkar incitilen kadının Afrikalı öfkesinden! çanlar şiirle çalsın lanetlensin muhteris darağacında eşikte titrerken güvercin yüreğim şiirle açılsın kırk kilitli kırık kapılar ki yitirdiğinde sevdayı ölüme debdebe ile yürüyen Leyla’dan söz edeyim onlara Kays’ın kum’a kavuşmasından Truva’nın mürai atından Helen’in Truva’sından mesela II. dipdiri kuma gömdüler sahrada beni kısrak üstünde bebesi sırtında koşan bendim Asya’daki bozkırda! Kafkasya’da soğuğa bırakıldım Ortaçağ’da yakıldım buza karışırken ruhum vahşete kurban sevda ardından sessiz bir çığlık ve anıtsal yüreğimle dimdik ayakta kalandım! kudretim özümde gizli derin mavide donatın dönüştürün aklımı takdis edin beni bilgeler! ilahların yardımı olmasa KADIN’ı anlatmaya KADIN’ı anlamaya güç mü yeter armağan istiyorum sizlerden uzatın elinizi yıl dönümlerimden biri bugün durmayın ilahlar durmayın kutsayın ya da ebediyen susturun beni! (*) Vihara: “Karma”'ya (ruhgöçü) inanan Budist rahiplerin bir araya geldiği mabet. (**) Şakti: Öz ve farkındalığı simgeleyen, ancak tezahür ve hareket gücü olmayan Tanrı Şiva’nın eşi. Canlılık ve enerjiyi temsil eder. (27 Ocak 2004) Naime Erlaçin |
...Düş Yorgunu...
melekler kadar sessiz çıkış izni olmayan bir oyun bu : kazanmakla kaybetmek arası ikili direnç üçüncüyü bizden sordular eşikte buluşunca gelecekle geçmiş kökünden sökülür sorular yasaklardan yorgun yokuş yukarı kayıp cümleyi ararız ipeğimiz düş yorgunu kimse bilmez nereye kaçtı yüzümüz ('6.DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008) Naime Erlaçin |
...DÜŞ ZENGİNİ...(Düz Yazı)
Okunaklı ile okunaksız, olanaklı ile olanaksız arasında kurulmuş köprülere benziyor hayaller. Kimi zaman çalınmalarından, kırılıp yıkılmalarından yakınıyor, mutsuz çığlıklar atıyoruz. Kâh derin ve sessiz bir isyana sürüklenip kızıyoruz; kâh hüzün şarkıları baş kaldırıyor yüreğimizde… Kim çalıyor hayalleri; neden ve nasıl çalınıyorlar? Hayal mi yoksa gerçek midir yitirdiklerimiz? An geliyor, istiridyelerimizde özenle sakladığımız nadide incilere arsızca uzanıyor yabancı eller. Çalınan, belki de yalnızca gerçek! Hayalsizlik, yitirmek midir kurgulanmış, beslenmiş ve büyütülmüş bir içselliği; gerçeğin efsunlu izdüşümlerini? Onlar ki sürmelenmiş kapı aralarından, kalbin pervazlarından sızarak, peyderpey doluşmuşlardı kişisel evrenlerimize. Eteklerini ruh ve beyinlerimizin ince oyunlarında savurarak, bilinmeyen bir âlemde sonsuza doğru raks ederek gizem oldular. Has benlerimizde oylumlanarak iç dünyalarımızın bayrak serenlerine dönüştüler. Bizi bize anlatan, “biz”ler oldular… Hayalleri düşürdüğümüzde, “biz”leri mi yitiriyoruz acaba? (…Bazı sorular çıkmaz sokaklara benzer. Orada yanıt aranır sadece. Asla bulunmasa da…) Bir hayal; herhangi bir hayal, ulaşılmazı tanımlıyor nedense. Gün gelip de gerçekleştiğine inandığımızda, sahici ve acımasız bir dünyanın sıradan mutsuzluklarına doğru tebdil-i kıyafet yola koyuluyor hemen. Bu da bir tür hayalsizlik… Ve haksızlık! Ne yaman çelişki! Yıkılıyor düş kaleleri o gün. Eleme gark oluyoruz. Dönüşüme uğramadıkları sürece kurtarılmış birer ülke olan hayaller; güçlü fırtınalarda bitap düşerek, dışımızdaki sahiciliğin sarp kayalıklarına vuruyor. Yangınları belleten; zalim, karmaşık ve zahmetli bir hesaplaşma dönemi geliyor sonra. Kurumuş göz pınarları kadar sancılı bir sayrılık dolduruyor yaşamlarımızı. Hayalsizliğin karanlık âlemine dönüyoruz gerisin geriye. Sert darbeler yiyoruz. İçimizin duvarlarına yapışıyor etimiz… Hayaller de kanıyor, ne yazık! Önce, esmerleşen dünyanın savurduğu balyozun ucunda; sonra köklerimize kadar işleyen soğuğun bıçak sırtında hurdahaş oluyorlar. Kırılıyor hayaller, düşüyorlar. “Biz” düşüyoruz, paramparça… Evrilirken devrilmek gibi bir şey bu! -ilk hayal düştü gökten söz: ayandon fırtınası… bir incir yaprağında buluştular dumanı tüten aşklar yazıldı düş ırmaklarına sırrına dokundukça cayırtılı bir uçurumun kalbinden kopartırcasına büyülü zamanlardan kalmış imlasız tümceleri çöllere dönüş yolunda bir daha düştü “son düşen” : sancıyarak dindirildi fırtına! “Düştüm ah, üşüdüm” demek ne zordur! Ne zordur, sıfırdan başlamak her seferinde. Bir meczup gibi yeniden yaratmaya çabalamak hayal suyunun kimyasını hiç yoktan; nafile çırpınışlarla yüreğini yazmak oraya ve sonra, üzerine düş köprüleri inşa etmek. Ne çok acı çekilir rengini yitirmiş hayallerden… Kalp çarpıntısı ve bitimsiz özleyişlerle ne sık geziniriz azgınlaşarak bentleri deviren sulara teslim olmuş an(ı) lar köprüsünde… Ve gezindik defalarca. Kilitliydi çıkış kapıları. Biletsizdik üstelik. Hayallerden akseden erişilmez doygunluğun siyahî birer gölgesine dönüştük çoğu kere… Kül ve ateşten geride kalan; gözleri suya dikili tohum yaratmayı belletirdi oysa. Doğmayı ve doğurmayı bıkmaksızın… Unuttuk! Suyu ararken tohumu unuttuk biz… Hayal tohumlarını… Üstelik yaşamaktı bunun adı. Yepyeni hayallere davet… Hayata davet… -harfin kıyısında ey narin duygu sevgili uçurum şiire ağlayan bil ey! soğuk bir intihardan umarsızca kaçan kalbin umutsuzluk atında kedere tahvil olduk biz! “olanaksız” kalayım bırak “okunaksız” oku böyle buzlaşan bedenimi eskitilmemiş ağrılarla ov saf bir sıfat bağışla alnıma, bir haz : “düş zengini” isterse soğuk bir sızı olsun yolculuğum kışkırtsın beni ey! ana rahminin perdesini aralayan müphem bir hayal gibi… …………….. Düşleri suya yazmamak için yeniden, aklımı rehin veriyorum hayallere. Oysa acı ve gam mülkümdü benim. Yoldaşımdı. Duygu yine de tutuyor ellerimden. Aşkla ve isyanımla dağlıyorum an(ı) lar köprüsünü. Başkaldırı adına ne varsa bildiğim; zırh niyetine kuşanıp, kazan kaldırıyorum hayal yitimlerine… Tutunuyorum… Kendimi sahipleniyorum, anla! Ve masumiyet… Ve şiiri… HAYAL Dergisi – Nisan -Mayıs -Haziran 2006, Dosya Yazısı, Sayı 17 Naime Erlaçin |
...Ecinniler...
gündüze salıyorum gecenin cinlerini yaprak yiyorlar kibirle gün ışığında özünü bilmekten oysa ne bir eksik ne bir fazladır bilgelik aşk: ruhla birlikte koşulsuz vermek bedeni biliriz: hangi külliyattan yürür en çok meşruluk sırasını şaşırır anarşi ve yasa dışılık hangi giriş taksimi söyler bizi inliyorken kanun çalgıcının parmak uçlarında ve ağlarken şair uzakları anlattığında adresine teslim edilmemiş mektuptur her şiir hüznün peşreviyle sürme çeker gönle küçük yaratıklar yarasına sessizce bant arar kalbinde biri nasıl yalınayak geçilmiş olursa olsun ayrılık ateşinden biliriz annem! sonuncu faslındayız ezilerek büyüklenmenin suçüstü halinde bile ölüme dans eder ecinniler bir mektubun satırlarına geceyi uğurlarım ben (15 Haziran 2005) Naime Erlaçin |
...Elveda Lotte! ...
iç makasıyla değiş tokuş ediliyor acı kendini anımsatıyor külde seğirten eylem dinginlik peşinde aslına voltalıyor “suça katılan”* durağan katatoni : böyle yolculuklardır içe aksırdığımız ayaz çemkirdiğinde sütten kestiren! inadına koşuyor aymazlık hizalayan biri intihar kuşanıp virgül bırakıyor Werther’in çoğulcu belleğine : kış kalbinde incelikli bir tohum gizli ense kökü delimsirek kükreyiş boyun eğiyor avucundaki bisturi tinde kök salan hiç’e kestim kesildik kesildiniz! yaşamsallığa dair bir edimdir hediyemiz 'elveda Lotte! ' ** (*) “Suça Katılanlar”- J.W. von Goethe (**) “Genç Werther’in Acıları” – Werther’in son sözleri (Goethe) (4 Mayıs 2007) - 6.Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 19 Naime Erlaçin |
...Emin Akdamar - Kitap Duyurusu...
“PARANTEZİN İÇİNDEKİLER” - Emin Akdamar (1955-2006) İdil yayınlarından çıktı! “Parantezin İçindekiler” mart ayının ilk haftası kitapçılarda! BİREYLİKLER dergisi ile birlikte istemeyi unutmayın! (13. sayının ücretsiz ekidir.) …………….. “ Ölürsem şiirlerimi internette çarçur etmeyin, toparlayın onları! ” (Emin Akdamar) “Parantezin İçindekiler” projesi yukarıdaki vasiyetten yola çıkarak gerçekleştirildi. Bu yolda katkılarını esirgemeyen ve emeği geçen tüm arkadaşlara; onca işinin arasında dostu/ dostumuz/ustamız Emin Akdamar için bir kitap hazırlamayı görev edinen Sevgili Halim Şafak’a ve dolayısıyla Bireylikler Dergisine; gerek şiirlerin temini konusunda, gerekse maddi/manevi özverili yardımlaşmasından ötürü Sevgili Çağıl Ener’e içten teşekkürlerimi sunmak boynumun borcudur. “Parantezin İçindekiler” bir anı kitabıdır aslında. Elimizde hala sayısı bine ulaşan şiir var. Derlenip toparlandılar ve dosyalarda muhafaza ediliyorlar. Umuyorum ki bir gün, yine bu güzel insanlarla el ele verip, onları da Akdamar okurlarına ve dostlarına kitap halinde ulaştıracağız. (1 Mart 2007) Naime Erlaçin |
...Emin Akdamar...
24 Ağustos 2006 Yasımız var! Çağdaş şiirin değerli kalemi, ŞİİR USTAM Sevgili Emin Akdamar'ı kaybettik. (1955 - 2006) Acımız büyüktür. Ve böyle günlerde susmak gerek... Nurlar içinde yatsın, çok emeği geçmiştir genç şairlere. Ama ne yazık ki hatırlayanı pek az! 'ben hayata ne söyleyebilirim ölümden başka? ' diyordu bir şiirinde.... Son şiirinde ise ('Ve Veya') : 'sözcükler kalır o yolculuk bir tünele girer yeniden' dedi ve gitti... Üzgünüm usta, özleyeceğiz seni ve asla unutmayacağız(( Naime Erlaçin |
...Enheduanna*...
ey kutsanmış rahibe! resimde minyatürdük şiirde metafor söylemediler Şamanın öldüğünü büyü yok masal bitti sürdüler nesneyi öznenin önüne her devirde bir adı vardı meşruiyetin bir de kocamış kadınlar eteklerinde sözü kan ile eğiren “inandım şiir konuştuğu yerden susarmış”** sığındım ki şiire yok saymışlar masal sürücülerini ana rahminde yuvalanışını sakıt ezgilerin ay ayrılmış yerden yerküre artık ergen fahişelik neden bu kadar uzun ömürlü şimdi anlıyorum Enheduanna (*) Tarihte adı geçen ilk kadın ve Sümerli şair… (M.Ö. 2300 -?) (**) Ayten Mutlu (16 Ağustos, 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 72 Naime Erlaçin |
...Ennui! ..
şimdi canın sıkılıyor ya bu amiplere en yalın en yalan fotoğrafına bakıyoruz aslında hayatın en vurucu en deli(ci) .... fazladan bir joker gibi konuyorlar hileli ellere arsızca sırıtarak şehevi bir doygunlukla illet gibi çalıyorlar masada ne var ne yok gözünü dikme virane koyaklarıma yatıştırmaya kalkışma sakın! istim üstündeyim topla şu zincirleri yalnızca yokluktur büyüyen 'yoklar diyarı'nda amipler bilmez boşluğun anlamını doğuştan öğrenirler parçalanmayı çoğalırlar deliliğin onurlu yüzü düşer bize ne kalır geride hangi mecburiyet! kafalarımızda yuvalanan uru kırbaçlamaktan başka şaşırtmasın kanserojen bu gelişme hangi hayalperest demiş “şiirin kalesidir” diye istila edilir ve hiçe dönüşürken onurlu yalnızlık şiir mi kaldı böyle! hepsi bitmiş bizden evvel her yer kangren her yer çürümüş başlama sakın sözcük ekonomisinden bu şarkı benim! devasa bir sözlük doldururum içine eğer istersem sus ve dinle! koşuyor uğursuz sara’nın oyuncak bebeleri amipleri yakala benim için sıkıca tut kalmasın hatırım kurtulalım önce ezici ennui’den sonra karar veririz ne halt edeceğimize sevdim bu yalın fotoğraf anarşisini çok daha güzeldir bir şarjörü okşamak bininci kez soyunmaktan bir aptal gibi cesetler karşısında ayna nerede -vuruşacağım! şimdi kızıyorsun ya saralı amiplere ben toplu katliama hazırlanıyorum bil ey! ayrılık acı aşk ve ne varsa daha ilerde yine yazılır önce mühimmatını kuşan gel : tam teçhizat dedik ya deliyiz diye! izle beni düş peşime! (20 Haziran 2005) Naime Erlaçin |
...Erken Düşen Kar...
kar düşüyor yüreğime mevsimsiz ve biraz erken masallar da bitti 'binbir gece'den üşüdüm yoruldum bunca dertten gökten yıldızlar iniyor bir bir dünya susuyor, gurbeti susuyorum ben örtüyorum üstünü can suyu vermeden üşüdüm buz kestim çok yoruldum hasretlik ağırdı binbir geceden bir tutam sızı armağandır gönülden sevda türkülerim, aşk şarkılarım, tutkularım dizelerim ki hepsi ayrılıktı kendimden gidiyorum! güzel kalın dostlar hoşçakalın gidiyorum bu alemden hüznüm emanettir gökyüzüne bir gün bakarsınız göktaşı olur da düşer göklerden! (07 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
...Eşkıya…
büyücüsü bilir ancak aşkın endamını köpürmüş bir küheylanın salyasında gizli ihtişamını asırlardır tanıdık bu yüz bu koku bu duruş bölünerek çoğalan bir hücresiniz kim olduğunuzu ilk günden neden söylemediniz? siz: bir şaki kalbiyle tan yerimde ağaran kızıl darbe! şaha kalkarken göğsünde abıhayat bulduğum belde satranç tahtasında ellerimi çalan siz miydiniz! (29 Kasım 2005) – www.blogcu.com/nimo Naime Erlaçin |
...Firavun...
hüner isterdi zamanın süzgecinden akmak vazgeçilmezdi ehram kuytusunda havalandırma delikleri kalabalık bir yalnızlık... ilahiden umulan mum alevi nereye üflerdi bilinmez nerede ağlardı kibritçi kız ki kıyamet çiçekleri açardı avucunda içinden gülümserdi mirastır torpillenmiş hayat el ayasına kalemler de parmak izi bırakır şaşırır aklın süzgeci tıkanınca delik ayırdında olunmaz gerçekle sahtenin hüzün döker adak ağacında bir çaput kibrit söner hoyratlık sıçrar kırık dallara hal böyleyken karanlığa mum dikmenin alemi ne! güzeldir ölüm sıradan ölmeyi bilmek güzel piramide tıkılmış firavun olmaktansa! (28 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
.Firenze...
sana varamadım Toscana öksüz bırakıp geldim San Marco’lu güvercinleri böyle bir şey işte yaşamak! eksilerek kötürüm kalmak kadınla erkek geçmişle gelecek arasında antagonist bir gerçek öğretti ki kendi yolunu arşınlıyor insan ___kendi köprüsünü şikayetten hiç bıkmayarak ey özgür kent...çılgın su yerçekimsiz duygu ey! asi nehrine akseden Davud mermerinden gayrı bir tek eskiz kokusunu sevdin sen damardan akmayı hep ağaçlara tutunarak yaşlanmayı kızardı yüzümüz savaşlarda cadı avı izlemekten utancımız akarından yadigar ürkek bir al'dı neredeydik Firenze hangi unutkan avuntuda kayıp! mülkiyetine alamadı Da Vinci iştiyakla göz dikilen ovaları yetmedi Bocelli’ye dokunmak üzüm bağlarında meydanlar Arno’da böyle “Kuyumcular Köprüsü”nden* altın suya pürtelâş inen melek kuşlarına** kaldı cevherin bize kırıktır kanatlarım tutsaklığıma bağışla Toscana : zamanın zulmündendir yanına varamayışlarım (6 Mart 2006) (*) Kuyumcular Köprüsü – Eski Köprü (Firenze - Floransa’da Arno Nehri üzerindeki Ponte Vecchio Köprüsü) (**) Da Vinci’nin işleyemediği mermeri bir şahesere çeviren büyük üstad - ünlü Davud heykelinin yapımcısı - Mikelanj- Michelangelo. (Angelo, İtalyanca’da, erkek melek…) Naime Erlaçin |
...Gamze...
puslu labirentlerde saklı şiir ey! erguvan saatlerde çukur bir gamzeden doğan hangi gökten nasıl kovuldun anlat! dağ gelincikleriydik saf ve pir-ü pak dupduru geçtik birçok yangın isinden alnına nakşedildi acı tebessüm yokuşuna akan ırmağa dönüştük gebe kalırdı söz durup dururken nafile eylemlerin külrengi benzinde en çetin sayrılıktı nağmemiz : delilik! birbiri ardına söylendi hüzün şarkıları içe bakan mırıldanışlar bulaştı ağrıyan güzümüze kırık hecelerde pörsüdü dudak cennetten kovulduğun gece kendinedir insanın ağrısı yarasına tuz herkes ateşle yüzleşince hiç olmadığı kadar emanet bir çehrede nereye düşer gamze! alnımızda sırıtarak yürüyen bu gülü nasıl kanarız biz... (15 Mayıs 2006) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...GARP CEPHESİ...(Düz Yazı)
Edebiyatla politikanın buluştuğu ülkeye doğru bir gezintiye çıkalım bugün. Şair ve yazarın nerede durduğuna ve durması gerektiğine yakından bakalım. Hatta külleri eşeleyelim biraz… Geçenlerde bir arkadaşım gençlik yıllarımı hatırlattı. Mektubunda beni kast ederek “Garp Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” derken değişmediğimi söylemek istiyordu. Yaşayan her canlı gibi ben de değişiyordum elbette. Ancak aslım aynı kalıyordu. Temelim ve kilit taşlarım yerli yerinde durmakla beraber ben değişiyordum. Hepimiz için geçerlidir bu. Bazen iyiye ve güzele doğru değişir, dönüşüme uğrarız. Keşke daha sık değişebilsek! Özümüzü korurken daha hızlı gelişebilsek; içimizdeki “ben”leri çoğaltabilsek… Bir yandan yaşadığımız nesnel dünyadan sağlıklı beslenip, öte yandan onun yapı taşlarına yepyeni tanımlar getirerek, yaşamsal niteliklere azımsanmayacak bir katkıda bulunabilsek ne iyi olurdu… Bu süreçte, pek çok unsurun yanı sıra okumanın büyük yararı olduğunu düşünüyorum. Özellikle genç yaşta okumaya başlamanın. Okuma alışkanlığı edinmenin ötesinde, okumayla bir derdi olmanın… Yaşamımın rotası böyle çizildiği ve sonra da aynı doğrultuda sürdürdüğüm için konuya bu pencereden bakıyor olabilirim pekâlâ. Yine de soruyorum kendime: Eğer Erich Maria Remarqué ‘ı bundan neredeyse yarım yüzyıl evvel tanımamış olsaydım, “Garp Cephesi” bana bir şey ifade eder miydi? Veya savaşa bakışım nasıl olurdu? Taraf tutar mıydım, suçlar mıydım, suçluluk duygusuna kapılır mıydım? İnsanlık için tahrip gücü fevkalade yüksek olan bu felaketi nasıl değerlendirirdim? Planlı bir biçimde, hemen her şeyi okuyordum. Bir gün fark ettim ki savaşa ilişkin eserlerin pek çoğunda “taraf tutan-önyargılı” bir bakış açısı vardı. Okumaya başladığımda tarafsızsam bile, kitabı bitirdiğimde bir cephenin fanatik taraftarına dönüşüyordum. Yanlıştı bu! Üstelik de özgür düşünceyi kısıtlayan, yönlendiren bir yanlış… Remarqué ise taraf tutmuyor ve soruna insanoğlunun kalbindeki mercekten bakıyordu. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği pek de önemli değildi. Kaybeden daima insandı çünkü. Henüz çok genç sayılabilecek yaştaki bireylerin çocukluklarını, ama aslında masumiyetlerini; yetişkinlerin ise geleceğe dönük umutlarını, düş ve hayallerini yitirişlerini belgeliyordu. Sadece belgelemekle kalmıyor, gelecek kuşaklar için vahşi bir ormanda adeta elleriyle yol açıyordu. Bense sadece okuyarak farkına varıyor, tarihsel gelişmeleri kendimce değerlendiriyor ve düşünüyordum. (Okumak, zamanın hasadından geçerek bir değirmende una dönüşmeye benziyor. Kişisel unlar ise birbirinden oldukça farklı… Her birimiz, emeklerimiz doğrultusunda kendi unumuzu yoğurur ve sonra da düşünce hamurunun kıvamını tutturmaya çalışırız. Bazılarımız büyük olasılıkla yazar. Artık anlıyorum ki, niteliksiz bir unla girişilen bu eylemde hamur tutturulmuyor ne yazık ki… Ne de ekmek pişirilebiliyor…) Okumak… Düşünmek… Yazmak Eylemi… Bunlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydılar. Müthiş bir okuma açlığı içerisindeydim. Okumazsam düşünemez; düşünmesem kendimi oluşturamaz ve yazamazdım. Hiç yaşamadığını, onun yerine hep okuduğunu söyleyen Jorge Luis Borges ‘e “kitabı ve körlüğü aynı anda bağışlayan” bir tanrının evreninde konuktuk ne de olsa… O halde bize verilmiş olan zamanı iyi değerlendirmek lazımdı. Yazarlar çağlar boyu söyleyerek (“söz”lenerek) ve düşüncenin söz”lenmesini sağlayarak anlatmışlardı bize. Söylerken araç olarak yazı ve dili kullanmışlardı. Müzisyen müziğini, ressam ise renkleri ve desenini... Tüm sanatçılar kendilerini ifade etmenin bir yolunu bulmuştu. Hepsi de önünde sonunda evrene gölgesini bırakmayı başardı. Böylece rengârenk, uzun-kısa, sivri-yumuşak, ağlayan-gülen, anlamlı-anlamsız bin bir çeşit düşünce düştü payımıza. Kimini aldık; kimini boşluğa savurup attık ama her zaman bir şeyleri seçip koynumuzda sakladık. Sonra da yazdık… Düşünceye “evet”; kayıtsız şartsız-sınırsız itaate ise “hayır” dedik mi peki? Herhangi bir düşüncenin peşinden körü körüne gitmek bizleri pekâlâ kısırlaştırabilirdi de, çünkü böyle durumlarda sanatçı bizim yerimize karar vermiş oluyordu. Sorgulamaksızın kabullenmek veya taklit ederek yinelemek, kişiyi ancak bir uçurum kenarına kadar taşırdı. Uçurumun ötesinde ise yol yoktur! Üstelik herhangi bir sanat adamının bayrağını elimizde tutarken köleleşebilir, “kulüp-dernek-parti” üyelerine dönüşebilir; büyük olasılıkla cemaatleşebilirdik. Bu olasılık her zaman mevcuttur ve ciddi anlamda bir kısırlaşma yaratabilir. Özgürlükten ödün verilerek kazanılan kısır mevziide, iradeyi yitirmiş olarak dikilip kalmak ise yazarın gerçek işlevinin sekteye uğramış olma halini tarif eder bir durumdur. Yazar açısından bakıldığında, bu saptama gelinen noktayı düşünsel anlamda açıklamaya yetmez. Kısacası “özgürlük yitimi”nin tek sorun olmadığını söylemeye çalışıyorum… Grupların siyasetleri de vardır. Yapılanmaları ve amaçları gereği hem “çok yüzlü”, hem de yönlendirici ve “güdücü”dürler. “Gruplar” derken oldukça geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bunlar iktidar sahibi kişiler, iktidarın onaylayıcı, uygulayıcı veya teşvikçileri olabilecekleri gibi pekâlâ kendi kurdukları “seçkinci ve hiyerarşik” düzende kurallar ve tabular koyan küçük kümeleşmeler de olabilirler. Grupsal zeminde, kurallar panosuna kişinin düşüncelerine pranga vuran zorunluluk şartları asabilirler. Demek ki özgürlük yitiminden sonra kişisel olarak verilen diğer ödünlere geliyor sıra. Kurallara gözü kapalı uyulduğu takdirde yukarıda sözünü ettiğim onca eylem sırasında harcanan çaba boşa gider. Havaya uçar. “Olmazsa olmaz” olarak kabul edilen tarafsızlığa halel gelir. Bilincin retinasına leke düşer. Körleşiriz. Yapay koşullarda rehin kalır, düşünceyi ifade etme konusunda fukaralaşır, hatta yazarken eli titreyen korkak bireylere dönüşebiliriz ki kalemi ağlatandır bu! (Bazıları ise özgürlükçü düşünceye gerçekten inanmış olup, bundan ödün vermeyen kişilerdir. Bu uğurda, hiç yakınmaksızın her türlü cefaya özveriyle katlanır ve bildikleri gibi yazmaya devam ederler. Onlara bir sözüm yok…) Politika ve Şair/Yazar Politika, yazınsal yaşamı dolaylı da olsa, her zaman güçlü bir biçimde etkilemiş ve ortaya konulan eserlere daima damgasını vurmuştur. Ancak şair/yazarın politikadan etkilenmemek gibi bir mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. Aksine, onu etkilemek ve yönlendirmek gibi bir mecburiyeti var! “Etkileme-etkilenme” sözcüklerini biraz açmak lazım. Derin duyumsama, sorumluluk taşıma, sorgulama ve dolaylı bir biçimde de olsa çözüm önerilerinde bulunmak elbette ki yazarın hakkı ve aynı zamanda görevi. Ama bu etkileşim süreci politikanın yazar üzerinde bir tür baskı ve hâkimiyet kurmasına neden oluyorsa; onu güderek ve yönlendirerek bir çeşit araç gibi kullanılmasına yol açıyorsa, burada vahim bir yanlışlık var demektir! Politikanın dönemsel ve de zemini oldukça kaygan bir düzen, hatta ne yazık ki çoğunlukla uygulandığı biçimde, “çıkar”a dayalı bir örgütlenme biçimi olduğunu; sanatçının ise doğası itibariyle bu düzeni eleştirerek karşı çıkmak gibi bir görevi olduğunu varsayarsak eğer, çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Sanatçı politikacının hizmetkârı değildir ve olmamalıdır! Kendi içinde gelişebilecek, onu yanıltacak ve yolundan şaşırtabilecek kişisel iktidarın bile! Özellikle de şair… Arif Damar “şiiri hiçbir güç tutsak edemez! ” diyordu. O halde “özgür şiir”, “özgür şair”le mümkündür ancak. Aynı cümleyi, “özgür kalem, özgür beyinle mümkündür” şeklinde genişletmek sanırım yanlış olmaz. Oysaki birilerine hizmet etmek, düşüncenin yazıya lekesiz - tarafsızca ve önyargısız olarak yansıtılmasından uzak düşmek; yazının onurundan ödün vermek demektir. Anlam ve düşüncenin dokunulmazlığından feragat etmektir bu. Durulması gereken yegâne cephe şairin büyük emekler sarf ederek, zahmetli arayışlar sonucunda bilgi ve sezgiyi de kullanarak ulaştığı; azami sorumluluk taşıyan kişisel “poetik” bilinci olmalıdır. Şiirin farklı güçler etkisinde kalmayıp kendini yazdırdığı ve şairin sıra dışı, manifestocu kimliğini de oluşturan bir mevziidir bu. Dolayısıyla “gelgeç” ve “günlük” heveslerin adamı değildir şair. Ne de yazar kişi… Peki, bu önermeyi hayata geçirmek mümkün mü? Şüphesiz evet! Sanatın toprağı ve bitki örtüsü buna fazlasıyla müsait. Aşka tamamen teslim olduğunda bile onu “tek kişilik” hale getirebilen kişi değil de kimdir şair? Sevgiliden uzak durmayı becerebiliyorsa eğer, “makro iktidar” a ve diğer kişisel zaaflara karşı durmayı da öğrenebilmeli. Ki bu süreç, Michel Foucault ‘nun işaret ettiği gibi, “mikro iktidar” mekanizmalarına karşı “yazıcılıkla” sınanmayı ve “içindeki tutkuların köleliğinden kurtularak” özgürlük kavramını yeniden değerlendirmeyi de içerir. Şair gündelik siyasadan etkilenmeye başlayıp kalemini uygulayıcıların güdümüne sunduğunda öncelikle kalıcılığını yitirir; sonra özgürlüğünü ve güvenirliliğini. Çağımızın “sürü toplumları”nda giderek yaygınlaşan uymacılara (“konformist”) dönüşür. Özgül ağırlığı sıfıra iner. Sıklıkla değişen moda akımları gibi tükenir gider… Elbette siyasi tercihleri, büyük olasılıkla ideolojisi, dünya görüşü, hayata ve insana dair kesinleşmiş-belirginleşmiş politik ve felsefi dayanakları olacaktır. Anlatmaya çalıştığım başka bir şey: Politikada bilindiği gibi, “çok yüzlülük” hâkim... Önceki yazılarımda yazarın bin yüzlü olması gerektiğini sıkça vurgulamıştım. Orada tamamen farklı, ayırıcı bir özellikten söz ediyordum. Aynı anda tek beden ve ruhta çok sayıda “ben” barındırmaktı bu. Üstelik böyle bir durum yazıya yeni başlayan yetenekli gençlerce çoğu kez “parçalanmış kişilikli olma hali”; diğer bir deyişle “şizofrenik” eğilimlerle bağdaştırılır. Hastalıklı bir ruh durumu olarak yorumlanır. Uzunca bir süre içlerindeki “ben”lerden adeta korkarlar. (Bu, ayrıca tartışılması gereken diğer bir yanlıştır kanımca.) Yukarıda söz edilen iki tür “çok yüzlülük” arasında dikkatlice bir ayırım yapmak lazım... Birincisi (politik) , günlük ihtiyaçlara göre esen-estirilen; genellikle de yıkıcı bir rüzgârken, diğeri yazarın sözünü güçlendirmeye yarayan; etkileme alanı ve duyumsama katsayısını artıran, çok sayıda “ben”i kendi içinde bir arada tutarak üretimsel niteliğini yükselten bir öğedir. İkincisi, özgür ve özgün bir tür çok yönlülük- çok seslilik olup politik anlamdaki çok yüzlülükten olabildiğince mesafeli durur. Sözün özü şu ki, sanatsal bağlamda “bin yüzlü” olmak gerekirken, politik açıdan bakıldığında bir veya birçok maske edinmek, bizlere yaramaz diyorum! Düşünce kaypaklığına yol açar… Bizlere yaramayan ise, düşünce ort****** hiç yaramaz! Oysa düşünce, olumlu ya da olumsuz bir biçimde insana “yansıyan-yansıtılan-etkileyen”; diğer bir deyişle “yeniden kuran - yeniden doğuran” dır. Yazınsal düşünce yaratıcılığı, yalnızca bir dil savaşı olmayıp aynı zamanda bir tür özgürlük savaşıdır. O halde çözüm, politikanın zorbalığından ve “hegemonya”sından kurtulup; olabildiğince özgür iç yolculuklar ve önceden edinilmiş birikimler aracılığıyla, hem yaşamsal gerçekliği sanatsal dile başarıyla aktarıp hem de özgün düşünceyi var etmekte yatıyor. Etkilenme evresini başarıyla aşıp etkileme evresine varmaktan söz ediyorum. “Şair” Nerede Durur? Sanatla sanat olmayan arasındaki en belirgin fark, sanatsal ürünün insan beyni ve ruhunda yarattığı anlamın çokseslilik kazanmasıyla ortaya çıkıyor. Sıradan olandan soyutlanıp, özverili içsel çabalar sonucunda gerçeğin başarıyla “estetize” edilmesiyle… Bir anlamda “hakikat”in bilinç üstüne taşınması da denilebilir buna. Alelâdeden yola çıkıp “derin ve anlamlı” ya doğru açılan kapıdan geçmektir sanat yapmak. Birebir anlatım tarzından ziyade “bire-çokluk” içeren bir üslup yakalayabilmek; aynı zamanda sorgulamak ve sorgulatabilmek… Bunun için, öncelikle bir derdi olmalı sanatçının. Sonra da derdini farklı ve gelişmiş bir dille ifade edebilmeli. “Gündelik” ve “alışılagelmiş” ten yola çıkıp zengin bir dünyaya aralanan kapı eşiğinden maharetle geçebilmeli. “Berzahi” bir yolculuk da denilebilir buna… Gerçeklerden başlayıp, azami sorumluluk da üstlenerek “yazı”nın dolambaçlarında gizli kalmış sırlara doğru çapraşık, zorlu ve dikkatli bir yürüyüş… Peki, bu süreçte şair nerede durur? Yükümlülükleri nedir? Yol tutkunu gönüllere “bire-çokluk” kapılarını açan, içeriye alınıp da özümsenmiş ve sorunlarına çözüm aranan “dışarı”yı; iç ben’leri, diğer âlemleri gösteren; eşiklerden atlatan ve aynı zamanda karşılık beklemeyen bir emekçi midir şair? Neden olmasın? Bu eylem, bir alandan diğerine gelişigüzel bir geçiş sağlamak değil; yepyeni bir küreye doğru yapılan öznel yolculuklarda hem rehberlik, hem öncülük görevini üstlenmek içindir aslında. Anlatım dilini defalarca ve yeni baştan kurgulayıp, birçok kez yeniden yaratarak… Farklı bir ülkenin vatandaşıdır şair. Şiir ülkesinin. Bu ülke sıradan kalıpların, put ve fetişlerin yıkıldığı; acının en katmerlisinden çekilip duyarlılığın çok derinlerde, iç dehlizlerde kuvvetle çınladığı bir “ceza sömürgesi “dir. Şair ise “hiç”liğin değerini kavramış, acı çeken-çektiren, yıkıcı-yeniden yapıcı; yaşamdan kopmaksızın haz kadar onun yükünü de taşıyabilen “tek kişilik ordu”… Bir diğer görevi, birikmiş tortuları eşeleyerek üst katmanlara ulaştırmaktır. Bütün denizlere dalan, bütün geçitleri yol edip, bütün odalara girip çıkandır o. Bir yandan geçmişi sorgularken öte yandan gelecekle kavilleşen, henüz yaşanmamışın vaatlerini araştıran kişi… Kapıları açan, kilitleri kıran, odaların içyüzünü anlamaya ve anlatmaya çalışan; insana, yaşama ve doğaya dair tüm sorunları iç dehlizlerine taşıyıp öznel “kaos”unda değişimin hamurunu karan biri… Gerçek bir kalem emekçisi o dehlizlerden ancak “dil” yoluyla dışarı çıkabilir. Gündelik yaşamda ortalıkta dolaşan kişi ise sadece onun insan yanıdır… (Bu süreçte belirli bir mekân, güç odağı veya zamana ait olması şairi tüketir, çünkü o her zaman ve her yerdedir. Özellikle politika ekseninde dolanan bir kalem bunca yük ve riski, bu yolda çekilen onca zahmeti göze alabilir mi? Aldı diyelim. Uzunca bir süre sırtında taşıyabilir mi?) Kapıları zorlama ihtiyacını kuvvetle hissettikleri için olsa gerek, pek çok yazar da şiirden medet ummuştur. Düzyazının mantıksal kesinliğinden ve anlamın yazıyla birebir örtüşmesinden uzaklaşmayı seçip şiirin “bire-çok”luğuna sığınmışlardır. Çünkü insana ancak şiirsellik aracılığıyla yepyeni bir kavrama, algılama ve duyumsama yeteneği kazandırabileceklerini düşünmüş, okura eskisinden farklı sezgiler, derin ve duru bir görü armağan etmeyi hayal etmişlerdir. Böylesi bir serüvende şair, insanın var oluş nedenlerini sorgulayan ve de var oluşu yeniden vaat edendir. Düşüncede çığır açmak gibi zorlayıcı bir görev üstlenir. Öte yandan politika, hem yöneten hem de yönetilenler açısından bakıldığında, çoğunlukla günlük sorunları çözümleme derdindedir. Arada belirgin bir çıkar ve amaç çatışması olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Bu yüzden ne şair ne de yazar, iktidarın veya patronun adamı olamaz. Küçük-büyük, eğri-doğru, güçlü-güçsüz hiçbir iktidarın veya işverenin… Sahici bir yazı adamının etiketi ve bedeli yoktur! Belki de sırf bu sağlam gerekçe yüzünden çoğunlukla yalnızlığı; isyankâr, dik ve muhalif bir duruşu; sözün polenlerini taşıyacak güç olarak da politika veya benzeri bir öğe yerine “poetika”sını seçer. Kışkırtıcı ve radikal bir arayıcıdır o. Üstelik bunu insanı öğütmeyi amaç edinmeksizin ve de sürekli öğütlerle bunaltmaksızın; aksine ona değer vererek, güzele ve umuda yönlendirerek yapmak zorundadır. Dayatmacı biri olmayıp, isyanını kendi içinde taşımayı da bilerek sessizce ayna tutandır o. George Orwell bu gerçeği yıllar önce yazdığı bir makalede (“Neden Yazıyorum? ” – 1946) , “dünyayı belirli bir yöne itme çabası” olarak tarif etmişti. Demem o ki, politikayı mercek altına alacak olan şair (ki yazar için de geçerli bu) politikacıdan, hâkim güçlerden ve kişisel “ego”sunun yıpratıcı baskılarından uzak durmak; aynı zamanda insanı saymak ve kendini onun yerine koyarak anlamak zorunda. Böylelikle fotoğrafı daha net bir şekilde belgeleme şansı elde edebilir. Ayrıca işinin gereği olarak, çoğu zaman hayattan da uzaklaşmak; ona mesafeli bir perspektiften ve hatta tepeden bakmak mecburiyetinde... “Hayatımı verdim, şiirimi aldım.” diyordu ünlü bir şairimiz (İsmet Özel: Akşam Gazetesi, 15 Ocak 2006. Söyleşi: Kürşad Oğuz) Yeri geldiğinde, böyle bir değiş tokuş da yapılabiliyor demek ki. Fiiliyatta çelişkili bir durum söz konusuysa eğer, şiir ve yazı ülkesinin hükümdarlığı bunun hesabını mutlaka soracaktır. Hayatın tam olarak verilmesi gerekip de verilmediği dönemler, ödenmez bir diyet borcu gibi önünde sonunda yazarın karşısına dikilir. Bu demektir ki, özellikle kâğıda düşen gölgenin belleği fazlasıyla kuvvetli. Karşılaştırmaları yapan yine odur. Yazın sanatı, düşünce özgürlüğüne olan sadakat kadar verilen ödünleri de asla unutmaz, anımsar! Sonuç olarak, içerideki aynalardan yansıyan “bin yüz”e rağmen, sanatçıya biçilen libas daima “tek-yüzlülük” olmalıdır diye yineliyorum… Devamlılık ve iç tutarlılık da içeren; gelişen-dönüşen-evrimleşen; moda akımlarına ve dönemsel politik rüzgârlara kesinlikle alet olmayan; sancılarının açığa çıkardığı yüksek gerilimi bu süreçte en doğru ve insana en yakın biçimde değerlendirmeyi becerebilen bir tür “tek-yüzlülük”… Üstelik yazar/şair kişi, sahip olduğu “tek yüz”ü hem hayatı hem de kalemiyle daima onurlandırmak, özenle beslemek ve kişisel aynasında onun dürüstlüğünü sürekli olarak sınamak mecburiyetinde… …ki “Garp Cephesi”nde değişen bir şey olmasın! (HAYAL Dergisi – Temmuz 2006 - Sayı 18) Naime Erlaçin |
...Gazel Sarısı...
başka yolu yok yağmur tozu serpeceksin saçlarıma ya da dördüncü zamanın çürüyen tenimde küf tutan toprağına içime konuşur gibiyim nicedir çınar altlarında arama suretimi yaprak hışırtısından sorma hiç böyle yetim akıyor nehrim ___söğüt küs yosun tutmaz oldu su kenarları… nicedir kum masallara bağışlandım onlar ki dilsiz ve sağırdırlar cinlerden vergi bir sayrılık böğrümde kıyasıya yüzleştiğim kırık dökük heceler dans ediyor eteklerimde işgalci hüznümle dörtnala koşan infazcı dilim bir de susacak elbet nal sesleri bir gün dalını yitiren serçeler yas tuttuğunda gideceğim rüzgarın oğlu ey! şarkılar gülmeyi unuttuğunda… solgun mevsimlerin en şaşaalısı ___aşkı bilenim! sararmış yapraklara yazdığım divanı yakmak yine sana kaldı ellenmeden solan delifişek düşlerim adak ağaçlarında ‘bir yağmur inmeli’ diyorum gazel sarısına yok başka yolu anla! bir yağmur ki boylu boslu hüznümün endamında… (27 Ocak 2006) Üç yıl önce yüreğimdeki hüzünle gelmiştim Antoloji’ye. Dilimin döndüğünce yazdım, söyledim, “söz”ledim kendimi. Dördüncü yıl başlıyor bugün. Bir dolu şiir çocuğu ve dost edindim bu sayfalarda. Kimisi kaldı, kimisi gitti, kimisi gönderildi ve ben hiçbirisini unutmadım… Nal sesleri susuncaya dek, hüznümle buradayız… Vakitli vakitsiz çöreklenir durur içime. Ben ise yağmuru beklerim! ... Sevgiyle Naime Erlaçin |
...Gelincik...
asfaltıma pençe izleri bırakan gelincik kanla yoğrulmuş sanıyor ekin tarlalarını yanılıyor! bozkıra çoktan tahvil olduk biz ekmek kokusu arıyor bağrımdaki şaki atlarımız soluk soluğa “rüzgârın oğulları” hırsın özrüdür ‘kavga’ diye sunulan suyuna banmakla içinden çıkılmayan kanlı mintanı aldım gelincik yerine eriyor asfalt ekmeğim esmer bozkır içimde ('6.DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı, Ocak 2008) Naime Erlaçin |
...Göç...
yoksunluk ağır geçilir bekleyiş ayrılık özlem ne etse çaresiz kalp : aşk iltifata tabi! dil konuşsa __harf keleri sussa ___sıfır noktası şiirden geçer sözün _____göç rotası (1 Mayıs 2006) – www.blogcu.com/nimo Naime Erlaçin |
...Gölge...
denedik gül kadar gülmeyi sevmeyi aşk kadar emirler vardı 'yaz' diye buyuran ezberlendi tüm koşuyolları avcıydık öyle sinsi iz sürdük kendimize ne terk edildi gölge ne yakalandı o ki bizden sonra karşılayandı her varılan yerde (17 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
...Gömlek….
rüzgara armağan olsun tenin ödülün ince belli bir esinti gözlerin sesin sesin ucu yanık mektup canıma düşen çakır hare “aşksız olmaz” demiştim / yokla belleğini kimse sen gibi bakamaz biliyor musun kimse anlamaz beni etinden çoğalan bu gömlek sende olduğu gibi durmaz kimsede rüzgarın kızı yüreğim ey! durgun sulara öykünür ıssızlıkta ölürsün de kanat çırpmazsın kimseye hikaye belli…aşktır sebebi…. (31 Ağustos 2005) Naime Erlaçin |
...Gözaltı...
yundukça ırmağımızda renk atıyor kimimiz kimisi çekerek küçülerek varıyor kıyıya ürkütüyor bu yüzden yağmurda ıslanmak mağara korkuya sığınak bir çeyreğimiz suda bir çeyrek is karanlık kamburu çıkıyor diğer yarı’nın gözaltında böyle kaçıyor şiire gölgemiz! (20 Mart 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 59 Naime Erlaçin |
...Gül ve Kül...
dil yağarken kırbaçlar çoksesli ırmak, güneş bilir de güneşliğini iç’e açar doğurganlığa düşer kül sarışın renkler unutulur Likurga ülkesinde siyah kıskanç bir gardiyan ayaz göçüdür kırmızı alevden dile örste soğuyan hangi ocağın isine değse çöker avurtları harfle sevişenin tamama ermek içindir yokuşlar umut ışıkta tutuşan ve doruğun kuyudan farkı bir uçurum kadar kül güle böyle ah! gül, küle kaçar (26 Şubat 2008) Kıyı Dergisi, Sayı 203, 2008 Naime Erlaçin |
...Gürz Ve Kadeh...
tuğraya vurulmak içindi harf bir elde sevda kadehi ötekinde gürz tökezleyerek yürüdüler hikayenin içinden kader yırtığı alnında alevlenen yıldız ateşiyle dağlanmış risaleyi arardı gök sadakati anlatırdı bir çingene şavkıyan dolunaya ve yılmazdı kadeh hiç çoğulluk bahşeden çeliğin gücünden bir sevda baktı fincana rengini arayan tekilliğine hummalı öykünün bir o bildi tayftan akseden yakıcı hüznü gürz dahi beller susmayı zora gelirse eridi günlerden bir gün dikenin erkinde tutuşan ölümsüz güle benzedi aşk remiller açtı taç yaprakları yalnızlık hicretine çingenesi tef çalarken haymatlos kadehinde ağlardı biri ters akışında suyun biri tuğraya küstü mısra kayıptan hallice sustum ki cehennem! ayrılık mahkumu bir sürgüne dönüştü hikaye (17 Mayıs 2005) - ' 6. Dekad ' Dosyasından.... (2006 Yeni Şiirler Antolojisi - S'İMGE Yay.) Naime Erlaçin |
...Güz...
- sevgili annemin ardından… tuz kurusu buğudan sofra kuruyor bulutlar nehirler hâlâ gümüş kendiliğini arıyor erguvan yağmur suyun soluklanması kadar sessiz hangi yaprak dökümü sever büyütülen sus’ları eytişimle yıkandık bir kez daha ölüme çıkıyordu yollar duraklar ölüm duvağı ne var'daydık ne yok'ta indirdim kulak ardından ölüm dudağımda cigara kalbim inciniyor son kez eteklerimden ağır geçiyor güz (2007 Eylül sonu) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...Hayal Hakkı...
bir adası var herkesin mülkiyeti kendinde olan : asla gidemediği yüzgeçlerin kısa geldiği sıradan ölümlüye felaket okyanus adayı yuttuğunda başlar “benim olan benimdir” der birisi sırra hükmederken denizler hayal ülkesinde yeni bir anlam kuşanır varlık yokluktan derinde büyür imlasız düşler orada okyanusta kayıp bir ada var biliyorum : ağır işçi! gece gündüz hayal hakkı öder (6 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 06:25 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.