www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Adult eski arşiv (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=376)
-   -   Naime Erlaçin (https://www.cakal.net/showthread.php?t=135142)

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:26 PM

...Büyük Söz*...

—Aydın Afacan’a


sessizce kanayan gülünüzü dinledim
engin bir hayale dönüşmüştü renginiz
kum lehçesiyle gök küreden ağan dillerin
çölüne değmiştiniz
____yanıyordu elleriniz

sormayın sakın ”hangiyim” diye
bilmiyor olmak
ne eksiltir menevişlerinizden!
ki kırılgan tebessümüyle bir papirüs esintisi
koşarak geçip gidiyor böyle izlerinizden

akmayan yaşlar gördüm gözlerinizde
titriyorlardı
__ıssızlığa gizlemiştiniz
çölü geçtik dağı deldik
____düşe döktük döküldük
yabanıl bir şehr-ayinde ıtırlı sözünüze geldik

haykırır sezgiler Haşim’i aşk tutan ey!
tanır onlar
bilirler ruh dervişlerini
dönerek vardık huzuruna bakir harflerin
coşarak
şiire uçuşan ak tennurenize geldik

sözünüz çünkü büyüktü sizin…



(*) Sn. Aydın Afacan’ın şiir sözcüklerinden kurgulanmıştır…

(18 Mart – 8 Nisan 2006)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:26 PM

...Celan*...

saklanmak içinmiş hep suçlar

…iz örtmeyi bilen
ayak izlerini de siler…

yeterince ikna edici değil bu!

olanaksızdı hani
Auschwitz’i yaşayıp da şiir yazmak**
söyledin sen Paul
:
“dünya geçip gidiyor”

evdeki yılanlarla oynaştın, korkusuz
cennetimize taşıdın katilleri
zamanın dudağından
emerek yıkıyordun bunca kıyım mahallini

“ustalığına” rağmen ölümün
herkesi aştığındandır
:
şiire yürüyoruz Celan!


(*) Paul Celan
(**) Adorno


(16 Ağustos 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 83

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:26 PM

...Cinlerin Ağıtı! ...

hecenin “sus” nöbetine duran kalem cinleri ey!
kabuğundan taşıyor beşer
nasıl koşsun şiir dar sokaklarda

ağlayın şimdi!
sonra bağışlarsınız kıygınlığınızı

“kabullenmez şair
karşı çıkmaz bu yüzden”* diyor
sözün künhüne iniyor biri

siz ve biz
taşın aşındığından habersiz
bir içtima sur’u üflüyoruz
kayıp cennetine mürekkebin

toplayın isyanımdaki mağrur yüzümü!

….........

(*) Altay Öktem’in bu mealde bir yazısından esinlenerek…
(9 Aralık 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:26 PM

...Çengi...

çengi oynatırdım sahaflarda
sığınmayı vururdu saatler
kitap kokusu sarardı güzü

harfin şehveti
mine çiçeği dökerdi dizelere

vız gelirdi lanet bir ihtiyar olmak
güneşe verirdim kendimi
dil dağlanır
dağ inerdi yüreğime
acı bir isyandı şiir

kırlangıç sığırtmaç sultasında
direnişin adı serçe

dil susmaz
eğik durmayı bilmezdi baş
' bir harf ver çıngarım olsun! ' derdim
az laf çok laf ne gam!
' parçalayıp teşrih edeyim
delireyim
delirteyim eşkıya saatlere'

ki son gecesinde emrin
ilticaya hükmetsin çengi
oynasın mavzer sesinde

günlerden serçe bugün
giz imlası yazmakta kuş şimdilerde


(17 Eylül 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:26 PM

...Çığlık Çığlığa Zamanların Şiiri...

yırtıcı yangınlardan sor insanı
atlas duvarlara sinen
ilk’ten son’a
bütün hıçkırıklardan
kartal kanadına tutunmuş saraylar
ve Afrika’da çığlığa azan
elmastan sor

siyahtan kırmızıya dönüşürken yazgı
pıhtılaşan kandan sor

tarihin koynunda gizli
mermer tozundan sor insanı
soğuk alazdan
varılmaz saatlerin uslanmaz fısıltısı
uyumsuz akitlerin zebercet sultasından

zulmün sesi ile tenin nefesi
su’dan kehribara yol alırken
hançerlenmiş ilk damla yaş ve
ateşlenen son namludan

uyu
uyan
sorgula!

çığlık çığlığa sancılı tapınaklarda
ebediyete susarken keşişler
unutulmuş münzevi anlarda
kanayan yaradan sor insanı

hiç durma sor!

sor
ve sorgula…


(17 Aralık 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Çığlıklar! ...

çığlıklar gürlerdi hep
sıradanlığa salardım
eksilirdi kimi gün
kiminde kanser yarası

olamayışın iç kuşatmaları üşüşürdü öteki’liğe
yetim manzaralar çizerdi derinimdeki çocuk
sözden evvelki çıplaklığı resmederdi Guernica

dönüşerek acı bir isyana
suyun tenini yakardı iç sıkıntılarım
yırtıcı ve cesur turuncuyu seçerdi denizaşırı bir kamp
adı:
Guantanamo

söz yaralı!

don kişot’luğum savrulurdu yel değirmenlerinde
ağzımda o kekre tat fi tarihinden
iğdiş edilmiş celseler terk etmezdi hiç
çıplaklık diz boyu

krallar nerede!

bir kervan koyulurdu yola Felluce’den
kan tutardı!

kaç kez sınanırdı çığlıklar ey
kaç kez yazılırdı aynı hikaye!
gök yere düşer
yer sallanırken
o sesi duyardım:

“orada kimse var mı”

susardım!
evrenin çadır kentinde kararırdı yüzüm
utanırdı kalem
kururdu divit
insanlığım ağlardı

küller nerede!


(17 Ağustos 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Çıplak*...

…su çıplak!

post-modern takvimlerin kapı aralığında
son kıyımlar olmalı bunlar
ölümcül yazgısı tornanın
kıyısından tedirgince ilişilen ezici gerçek

hızar ıslığıyla kalkılıyor her yeni güne

geçmişten nükseden kanlı perçemdir alnımıza düşen
çürümüş cesetlerden yükselen ağır koku
en kızıl haykırış

torpilliyor kara eksenli çağcıl düzen
yoksul kediler biriktiriyor düşünde
kalbimizdeki çocuk
:
uykunun sedefi paramparça
titreyerek buluyoruz
suya uzanan akça dikenli yolu...

…yaşamsal gururu saklar çıkınında yürek
erdemli o hızardan utanır / mahcup
insanca bir dil öğrenmektir soyunmak adamakıllı
yüreğin keskin bıçağında yürümek gözü kara…

fırlatıyoruz böyle kirletilmiş koşumları üstümüzden
kişniyor içimizin bilinç atı
suyla bilenmiş fikrin sırat köprüsünde
özlük haklarına kalıyor son söz

….yolunu bulur nehir...
:
dil
sudan çıplak!

……………….

(*) Akın Akça’nın son iki şiiri; “Ölüme Meydan Okuyan Ördek” ve “Seyfe Müktesebatından Tuz Çölü”nün bir devamı olarak algılansın dilerim…

(28 Ekim 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Çıraklık!

dinle şairi!
“melal”e karşılık bulamamış

ben de bulamamıştım
“gönül”ün bir eşi olmadığı gibi
yaban dillerde

günlerce
******* boyu harf yazdım
biçerdöver oldum elifbanın içinde

usta hurufi'de*
benden önce ateşlemiş fitili
bilemedim!

hani sözden önce şiir
şiirden önce harf vardı
yaşamdan önce gelen ölüm gibi
amacım
harfin sırrına varmaktı

bir dolu zarar ziyan
yakılacak söz var şimdi
bir dolu sancılı tanık
sel suyu
heyhat!

çıraklık ah!
ne zor işmiş meğer
bilemedim!


(*) Hurufi Şiirler: Hilmi Yavuz


(30 Mart 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...D a ğ A s l a n ı....

rengini erke terk etmiş insafsızlığa inat
gök mavisi bir ışık doğar hayatın kahverengi kilinden
ezeli damgasını bırakır heybetiyle bir can
ağzında korkmuş
üstelik cesur
ve kekre bir tat

örselense yıkılsa ah! o an dikilir ayağa
lalettayin bir ölümde dirilmek üzere yeniden
vurulan hep odur lakin
yenilgiyle döner umutla çıktığı seferden

ne güçtür sevgisizliği ötelemek ey çocuk!
….sevdasızlığı…
kenger otu ayıklamak
turkuaz bir bahçede ne zordur!

yıldız alacasında tutuşur dikenli yürek en çok
dağdan doğmuş bir aslanın
inine çekildiği saatlerde semirir ki acı öyle
yaraya süngü çeken gül yaprağı sessizliğinde

bakışlardan anlarsınız heybetli birinin vurulduğunu…

sokulun öyleyse göz hizasına
tenden ruha karanlıkta el yordamıyla gider gibi
azat etsinler sizi bu ülkeden
vakitlice somursun taşlarınız
emsin aslanın saygıdeğer ağrısıyla bezenmiş
onuruyla mücehhez
bin asırda yontulan soylu bezginliğini
:
bir ucu zorlu sağaltım
dil...tuz...solgun kil
durgunsu tortusu

öteki uç mavi….deli bir turkuaza doğru…


(8 Kasım 2005) – “Turkuaz” Dosyasından…
(www.blogcu.com/nimo)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Dağ Yolu... (Emin AKDAMAR'ı anarken)

saklısına geldik suyun
geçmişin karasına
söz delik
şiir askıda

ben dağa gidip geleyim yine
kuluncumu sıvazlasın ağrıdığı yerden
şiirle halleşen toprağı bilir
ağaçtır çünkü tek alacaklısı

sorguda nasıl durur uçurum
ya da
sonsuzluk yakışır mı acıya
biliyor muyuz bunu?

şiire soralım ustam!

siz
ayrılığı anlatın yas keçesine
ben
en iyisi dağa yine

tek cümlelik bir ağıt yakar gibi
balın çürüdüğü yere


Naime Erlaçin

(24 Ağustos 2007 – Emin AKDAMAR’ı anarken…)
6.Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 64




ÖLÜMDEN BAŞKA


çünkü uçurumum kısa

buraya kadar
ve ben ağzıma kadar doluyum

hayatı
bir yudumda çekip içime niye gidemiyorum?

bir şiirin zor dizesi olsam
bir sözün buharlaşması ya da

artık nereyeyse
artık nasılsa
artık hangi sözse

her şeyi sıralayıp sırayı karıştırmak sonra yine
yani
saçlarını dağınık bırakmak gibi
dağınık yaşayıp dağınık bırakmak her şeyi

atlıyorum
aklımdaki uçurumdan
:
ben hayata ne söyleyebilirim ölümden başka?


(1 Haziran 2006) - Emin AKDAMAR

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Dışbükey...

ehram taşlarıyla sırtında
nereye kadar yürür insan
nasıl sevişir uykuda kurumuş dudaklar
zulümden ruhsatlı asırlar eteğinde

susuzdur zaman
açgözlü ve masum
kanatlanır us
muhakeme iflas eder yangın isinde
çatlak tenli bir kitabe kadar ahraz kalınır
rahmet özleyen mezar sessizliğinde

koşar orada içimin divane atı
şahlanır dörtnala!
delirmiş ırmağın kıyısında kişneyerek
serüvenin kanlı teri siner
serazad yelesine

koşumsuz at çılgınlığından ne anlar insan!
sırrını çözer mi suyun ve ateşin ve rüzgarın
dışbükey bir aynanın
pitoresk inikasından ne anlar!
kader karasında büyüyen sevda sarısından

göğsünde sebepsiz bir hançerden ne anlıyorsa
o kadar işte!

bu ne bu?

bilemedin ey insan!
uçuşan yelelere sakladığın yalnızlık
yol arkadaşındı senin


(6 Ekim 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Dinle Nathalie*! ...

herkese bu evrende
aynı uzaklıkta aşk
bütün 'ah'lar
başıbozuk birer fırtına içimizde

dokunmaz
kimsenin ağrısı kimseye!
kör metalle delinmez hiç bir sedef

incimiz ceberutta kelepçeli solgun teslimiyet
çekilir denizin sinsi kuytusuna
ağır kanamalı ruh adına ant içer sessiz
fırtına uğrağında
kasırgadan artakalan derin uyku

sözün tutuştuğu yere kulak ver Nathalie!
sen ki bu denizlere Cafe Puşkin”i armağan edensin
her dalga bir siren!
her esrik dalga aşk mesafesinde bir suç duyurusu
:
katil sulardan şehvetle fışkıran
nağmeleri gömdüğün bin 'ah'tan sorumlu

……

(2 Aralık 2005)

(*) ” Nathalie”: Gilbert Becaud’nun ünlü şarkısı.

(Şiir, blogcu.com/nimo sayfasında Becaud ile ilgili yaptığım resmi gören ve bu şarkıyı bana gönderen genç arkadaşım Nefise Nar’a, sevgiyle ithaf edilmiştir…)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:27 PM

...Dinle! ..

-Sevgili Kemal Tetik’in ardından Nefise’ye…*

vazgeç
kısa
uzun
ömür biçmekten

yalansızlığını anla tül kanatlının!
arıyla çekişmesini
_____olabildiğince yalın

yatağını kar’a seren ey!
yürek ateşini
kendinden gizleyen:

bilinir mi yalnızlığı bir kurdun
_____kükrediğinde
a d ı m a d ı m
_______yaklaştığında ölüme

hikâyenin en çetrefilli yerinde
kanat seslerini duy bir tek

gelincik tarlasındaki kelebeği dinle!


(*) Kemal Tetik: Sevgili Nefise Pınar’ın ağabeyi…


(17 Haziran 2007)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:28 PM

...Dipçik! ...

I.

uyku dahi dipçiklenir
Fellini filmlerinden fırlayınca gölgeler
sokak arası sevişmelerinden Puşkin’in
su durmaz akar
şefkatini böler gün gecenin şehvetine

imgeler paramparça
meşruiyetini yitirir dil

simgesele geçeriz….


II.

tabletlerde kalmıştır suretimiz
taş yazmalardan bakar öyle mahzun
öyle külçe
Hatti ülkesinde salınan melez güzeli bekler gibi
bir papirüs esintisi savurur Nil

tutuklanır mavi Kubaba’nın* memelerinde
lacivert bir hüzne gideriz

“kimse kurban getirmez, herkes ölürse! ...”**


III.

böyle gelir an
anlamını bulur eylem böylece
çift kişilik çardak altında inatçı iki aşık
kızıl öpüşler bırakır sevdalılara
hayata yazılmış karşı bir şiirdir artık
güne çentik atmak yeniden

ötesi arzulu bir diriliş
amansız dipçiğin kısırdöngüsünde
geri dönüş Puşkin’e

ve direniş!

gerilir tülümüz hükmeden geceye

…………..

(*) Kubaba: Kibele
(**) Hitit kralı II. Murşiliş’in duasından…


(28 Şubat 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:28 PM

...Don Kişot Aynasında 'Schumann Rezonansı'...

en verimkar yolculuğu umar birileri
zamanın rüzgarlı bir diliminden
:
en meşakkatli
yüreği büyüten en çok

yel alır değirmenimiz bir gün
unutulur yağmalanmış ıssız vadiler
çoraklığı unutulur derin acının
unutulur
çağcıl hüzün garları

bir çığlık salınır vagonların ardından
nemli bir mendil sallanır yanılsama an’ına
onurlu bir madalyon
bir simge umuda
Cervantes’li düşlerden kalan

anlamlıdır bozkırda yolculuk
ünlemin hazzını inkar etmemiş masum bir çağda
post-modernizm’in topal çoğulculuğundan ırak
___çarpık labirentlerinden
zamanın ötesinden vuran
ses yalımıdır “Schumann Rezonansı”* ruhlara değen

amansız bir imgeye göçecekmiş gibi
destursuz atlarız böyle
geçmişe aralanan kapı eşiğinden

adımız “adsız”
sıfatımız “öteki”

hayli çetrefil bir yolun sinyal lambasıdır el
dil
bin tonda rengarenk ışıyan mermer

tüm devirlerin Don Kişot aynası!



(*) DNA, ses tonları ile iletişim kurar ('insan' - 'insanın geçmişi' ve 'ses' bağlantısı…)
Ayrıca dünya, 7.85 hertz'de ses üretir. Buna “Dünyanın Schumann Rezonansı” (“zemin temel frekansı” veya “dünyanın kalp atışı”) adı verilir ki, zaman içinde 11’e yükseldiği tespit edilmiştir…
Bizi çağıran geçmiş midir; yoksa gelecek mi? Hiç bilemiyoruz ama “dil” biliyordur mutlaka! ...

(5 Ağustos 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:28 PM

...Durmayın İlahlar Kutsayın Beni! ...

I.
kutsayın beni ey Vihara*rahipleri!
sorulmamış sorular bağışlayın aklıma
bir 'kadın okyanusu'nda yüzmenin bedeli ne
yanıtlar bulmalıyım er dünyasında

güç verin bana
nasıl anlatılır sıra dışı bu serüven
dipsiz mavide nefessiz kalmak gibi bir şey
fırtınalı denizde yem olmak
veya olmamak köpekbalıklarına

çözülsün dillerim!

söylesin Somali’deki çığlığın
ahenge nasıl dönüştüğünü anaerkil adalarda
Amazon ormanında
kendini doğrayışını kadının

tanığı olmalıyım
sevdanın ve acının
idamlık sanığı çılgın ihtirasların

başım isyanla dikleşmeli
sıkıca sarılmalı özdeki erke
tanrıça Şakti’nin** evinde

sırlarınızı verin!

açın özümün taç yapraklarını
çırılçıplak soyulsun ruhum
giydirin yeniden hikmetinizle ki incilerden ala
Belkıs’tan Züleyha’ya öyküler dizeyim onlara

aşkı anlatayım ve nefreti
zıddı ile kaim erkeğin
özsuyunda iktidarla çiçek açan kudreti
kadının tende uyuttuğu gizlerle
yerin yedi kat dibinden fışkıran hiddeti
:
eziyet nedir bir kadına gururu ile oynanmadıktan sonra
sakınır o an yüzünü bulutlar
sıtmaya tutulur gök şiddetinden
korkar
incitilen kadının Afrikalı öfkesinden!

çanlar şiirle çalsın
lanetlensin muhteris darağacında
eşikte titrerken güvercin yüreğim
şiirle açılsın kırk kilitli kırık kapılar
ki yitirdiğinde sevdayı
ölüme debdebe ile yürüyen
Leyla’dan söz edeyim onlara
Kays’ın kum’a kavuşmasından
Truva’nın mürai atından
Helen’in Truva’sından mesela


II.
dipdiri kuma gömdüler sahrada beni
kısrak üstünde
bebesi sırtında koşan bendim Asya’daki bozkırda!
Kafkasya’da soğuğa bırakıldım
Ortaçağ’da yakıldım
buza karışırken ruhum
vahşete kurban sevda ardından
sessiz bir çığlık
ve anıtsal yüreğimle dimdik ayakta kalandım!

kudretim özümde gizli
derin mavide
donatın dönüştürün aklımı
takdis edin beni bilgeler!

ilahların yardımı olmasa
KADIN’ı anlatmaya
KADIN’ı anlamaya güç mü yeter

armağan istiyorum sizlerden
uzatın elinizi
yıl dönümlerimden biri bugün
durmayın ilahlar
durmayın kutsayın

ya da
ebediyen susturun beni!


(*) Vihara: “Karma”'ya (ruhgöçü) inanan Budist rahiplerin bir araya geldiği mabet.
(**) Şakti: Öz ve farkındalığı simgeleyen, ancak tezahür ve hareket gücü olmayan Tanrı Şiva’nın eşi. Canlılık ve enerjiyi temsil eder.


(27 Ocak 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:28 PM

...Düş Yorgunu...

melekler kadar sessiz
çıkış izni olmayan bir oyun bu
:
kazanmakla
kaybetmek arası
ikili direnç

üçüncüyü bizden sordular

eşikte buluşunca gelecekle geçmiş
kökünden sökülür sorular
yasaklardan yorgun
yokuş yukarı
kayıp cümleyi ararız

ipeğimiz düş yorgunu
kimse bilmez nereye kaçtı yüzümüz


('6.DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:28 PM

...DÜŞ ZENGİNİ...(Düz Yazı)

Okunaklı ile okunaksız, olanaklı ile olanaksız arasında kurulmuş köprülere benziyor hayaller. Kimi zaman çalınmalarından, kırılıp yıkılmalarından yakınıyor, mutsuz çığlıklar atıyoruz. Kâh derin ve sessiz bir isyana sürüklenip kızıyoruz; kâh hüzün şarkıları baş kaldırıyor yüreğimizde… Kim çalıyor hayalleri; neden ve nasıl çalınıyorlar? Hayal mi yoksa gerçek midir yitirdiklerimiz? An geliyor, istiridyelerimizde özenle sakladığımız nadide incilere arsızca uzanıyor yabancı eller.

Çalınan, belki de yalnızca gerçek!

Hayalsizlik, yitirmek midir kurgulanmış, beslenmiş ve büyütülmüş bir içselliği; gerçeğin efsunlu izdüşümlerini? Onlar ki sürmelenmiş kapı aralarından, kalbin pervazlarından sızarak, peyderpey doluşmuşlardı kişisel evrenlerimize. Eteklerini ruh ve beyinlerimizin ince oyunlarında savurarak, bilinmeyen bir âlemde sonsuza doğru raks ederek gizem oldular. Has benlerimizde oylumlanarak iç dünyalarımızın bayrak serenlerine dönüştüler. Bizi bize anlatan, “biz”ler oldular…

Hayalleri düşürdüğümüzde, “biz”leri mi yitiriyoruz acaba?
(…Bazı sorular çıkmaz sokaklara benzer. Orada yanıt aranır sadece. Asla bulunmasa da…)

Bir hayal; herhangi bir hayal, ulaşılmazı tanımlıyor nedense. Gün gelip de gerçekleştiğine inandığımızda, sahici ve acımasız bir dünyanın sıradan mutsuzluklarına doğru tebdil-i kıyafet yola koyuluyor hemen. Bu da bir tür hayalsizlik… Ve haksızlık!

Ne yaman çelişki!

Yıkılıyor düş kaleleri o gün. Eleme gark oluyoruz. Dönüşüme uğramadıkları sürece kurtarılmış birer ülke olan hayaller; güçlü fırtınalarda bitap düşerek, dışımızdaki sahiciliğin sarp kayalıklarına vuruyor. Yangınları belleten; zalim, karmaşık ve zahmetli bir hesaplaşma dönemi geliyor sonra. Kurumuş göz pınarları kadar sancılı bir sayrılık dolduruyor yaşamlarımızı. Hayalsizliğin karanlık âlemine dönüyoruz gerisin geriye. Sert darbeler yiyoruz. İçimizin duvarlarına yapışıyor etimiz… Hayaller de kanıyor, ne yazık! Önce, esmerleşen dünyanın savurduğu balyozun ucunda; sonra köklerimize kadar işleyen soğuğun bıçak sırtında hurdahaş oluyorlar. Kırılıyor hayaller, düşüyorlar.

“Biz” düşüyoruz, paramparça… Evrilirken devrilmek gibi bir şey bu!


-ilk hayal düştü gökten
söz:
ayandon fırtınası…
bir incir yaprağında buluştular
dumanı tüten aşklar yazıldı düş ırmaklarına

sırrına dokundukça cayırtılı bir uçurumun
kalbinden kopartırcasına
büyülü zamanlardan kalmış imlasız tümceleri
çöllere dönüş yolunda
bir daha düştü “son düşen”
:
sancıyarak dindirildi fırtına!


“Düştüm ah, üşüdüm” demek ne zordur! Ne zordur, sıfırdan başlamak her seferinde. Bir meczup gibi yeniden yaratmaya çabalamak hayal suyunun kimyasını hiç yoktan; nafile çırpınışlarla yüreğini yazmak oraya ve sonra, üzerine düş köprüleri inşa etmek. Ne çok acı çekilir rengini yitirmiş hayallerden… Kalp çarpıntısı ve bitimsiz özleyişlerle ne sık geziniriz azgınlaşarak bentleri deviren sulara teslim olmuş an(ı) lar köprüsünde… Ve gezindik defalarca. Kilitliydi çıkış kapıları. Biletsizdik üstelik. Hayallerden akseden erişilmez doygunluğun siyahî birer gölgesine dönüştük çoğu kere… Kül ve ateşten geride kalan; gözleri suya dikili tohum yaratmayı belletirdi oysa. Doğmayı ve doğurmayı bıkmaksızın… Unuttuk! Suyu ararken tohumu unuttuk biz… Hayal tohumlarını… Üstelik yaşamaktı bunun adı. Yepyeni hayallere davet… Hayata davet…

-harfin kıyısında ey narin duygu
sevgili uçurum
şiire ağlayan bil ey!
soğuk bir intihardan
umarsızca kaçan kalbin umutsuzluk atında
kedere tahvil olduk biz!

“olanaksız” kalayım bırak
“okunaksız” oku böyle
buzlaşan bedenimi eskitilmemiş ağrılarla ov
saf bir sıfat bağışla alnıma, bir haz
:
“düş zengini”

isterse soğuk bir sızı olsun yolculuğum
kışkırtsın beni ey!
ana rahminin perdesini aralayan müphem bir hayal gibi…

……………..

Düşleri suya yazmamak için yeniden, aklımı rehin veriyorum hayallere. Oysa acı ve gam mülkümdü benim. Yoldaşımdı. Duygu yine de tutuyor ellerimden. Aşkla ve isyanımla dağlıyorum an(ı) lar köprüsünü. Başkaldırı adına ne varsa bildiğim; zırh niyetine kuşanıp, kazan kaldırıyorum hayal yitimlerine… Tutunuyorum…

Kendimi sahipleniyorum, anla!
Ve masumiyet…
Ve şiiri…



HAYAL Dergisi – Nisan -Mayıs -Haziran 2006, Dosya Yazısı, Sayı 17

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Ecinniler...

gündüze salıyorum gecenin cinlerini
yaprak yiyorlar kibirle gün ışığında
özünü bilmekten oysa
ne bir eksik
ne bir fazladır bilgelik

aşk:
ruhla birlikte koşulsuz vermek bedeni

biliriz:
hangi külliyattan yürür en çok meşruluk
sırasını şaşırır anarşi ve yasa dışılık
hangi giriş taksimi söyler bizi
inliyorken kanun çalgıcının parmak uçlarında
ve ağlarken şair uzakları anlattığında

adresine teslim edilmemiş mektuptur her şiir

hüznün peşreviyle
sürme çeker gönle küçük yaratıklar
yarasına sessizce bant arar kalbinde biri
nasıl yalınayak geçilmiş olursa olsun ayrılık ateşinden
biliriz annem!
sonuncu faslındayız ezilerek büyüklenmenin
suçüstü halinde bile ölüme dans eder ecinniler

bir mektubun satırlarına geceyi uğurlarım ben


(15 Haziran 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Elveda Lotte! ...

iç makasıyla değiş tokuş ediliyor acı
kendini anımsatıyor külde seğirten eylem
dinginlik peşinde aslına voltalıyor
“suça katılan”* durağan katatoni
:
böyle yolculuklardır içe aksırdığımız
ayaz çemkirdiğinde sütten kestiren!

inadına koşuyor aymazlık hizalayan biri
intihar kuşanıp
virgül bırakıyor Werther’in çoğulcu belleğine
:
kış kalbinde incelikli bir tohum gizli

ense kökü delimsirek kükreyiş
boyun eğiyor avucundaki bisturi
tinde kök salan hiç’e

kestim
kesildik
kesildiniz!

yaşamsallığa dair bir edimdir hediyemiz

'elveda Lotte! ' **


(*) “Suça Katılanlar”- J.W. von Goethe
(**) “Genç Werther’in Acıları” – Werther’in son sözleri (Goethe)

(4 Mayıs 2007) - 6.Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 19

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Emin Akdamar - Kitap Duyurusu...

“PARANTEZİN İÇİNDEKİLER” - Emin Akdamar (1955-2006)
İdil yayınlarından çıktı!
“Parantezin İçindekiler” mart ayının ilk haftası kitapçılarda!
BİREYLİKLER dergisi ile birlikte istemeyi unutmayın!
(13. sayının ücretsiz ekidir.)

……………..

“ Ölürsem şiirlerimi internette çarçur etmeyin, toparlayın onları! ” (Emin Akdamar)

“Parantezin İçindekiler” projesi yukarıdaki vasiyetten yola çıkarak gerçekleştirildi. Bu yolda katkılarını esirgemeyen ve emeği geçen tüm arkadaşlara; onca işinin arasında dostu/ dostumuz/ustamız Emin Akdamar için bir kitap hazırlamayı görev edinen Sevgili Halim Şafak’a ve dolayısıyla Bireylikler Dergisine; gerek şiirlerin temini konusunda, gerekse maddi/manevi özverili yardımlaşmasından ötürü Sevgili Çağıl Ener’e içten teşekkürlerimi sunmak boynumun borcudur.

“Parantezin İçindekiler” bir anı kitabıdır aslında. Elimizde hala sayısı bine ulaşan şiir var. Derlenip toparlandılar ve dosyalarda muhafaza ediliyorlar. Umuyorum ki bir gün, yine bu güzel insanlarla el ele verip, onları da Akdamar okurlarına ve dostlarına kitap halinde ulaştıracağız.

(1 Mart 2007)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Emin Akdamar...

24 Ağustos 2006

Yasımız var!
Çağdaş şiirin değerli kalemi, ŞİİR USTAM Sevgili Emin Akdamar'ı kaybettik. (1955 - 2006)

Acımız büyüktür. Ve böyle günlerde susmak gerek...

Nurlar içinde yatsın, çok emeği geçmiştir genç şairlere. Ama ne yazık ki hatırlayanı pek az!

'ben hayata ne söyleyebilirim ölümden başka? ' diyordu bir şiirinde....

Son şiirinde ise ('Ve Veya') :

'sözcükler kalır
o yolculuk bir tünele girer yeniden'

dedi ve gitti...

Üzgünüm usta, özleyeceğiz seni ve asla unutmayacağız((

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Enheduanna*...

ey kutsanmış rahibe!

resimde minyatürdük
şiirde metafor
söylemediler Şamanın öldüğünü
büyü yok masal bitti

sürdüler nesneyi öznenin önüne
her devirde bir adı vardı meşruiyetin
bir de kocamış kadınlar
eteklerinde sözü kan ile eğiren

“inandım şiir konuştuğu yerden susarmış”**

sığındım ki şiire
yok saymışlar masal sürücülerini
ana rahminde yuvalanışını sakıt ezgilerin
ay ayrılmış yerden
yerküre artık ergen

fahişelik neden bu kadar uzun ömürlü
şimdi anlıyorum Enheduanna


(*) Tarihte adı geçen ilk kadın ve Sümerli şair… (M.Ö. 2300 -?)
(**) Ayten Mutlu

(16 Ağustos, 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 72

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Ennui! ..

şimdi canın sıkılıyor ya bu amiplere
en yalın
en yalan fotoğrafına bakıyoruz aslında hayatın
en vurucu
en deli(ci) ....

fazladan bir joker gibi konuyorlar hileli ellere
arsızca sırıtarak
şehevi bir doygunlukla illet gibi
çalıyorlar masada ne var ne yok

gözünü dikme virane koyaklarıma
yatıştırmaya kalkışma sakın!
istim üstündeyim
topla şu zincirleri
yalnızca yokluktur büyüyen
'yoklar diyarı'nda

amipler bilmez boşluğun anlamını
doğuştan öğrenirler parçalanmayı
çoğalırlar
deliliğin onurlu yüzü düşer bize

ne kalır geride
hangi mecburiyet!
kafalarımızda yuvalanan uru kırbaçlamaktan başka

şaşırtmasın kanserojen bu gelişme
hangi hayalperest demiş “şiirin kalesidir” diye
istila edilir ve hiçe dönüşürken onurlu yalnızlık

şiir mi kaldı böyle!

hepsi bitmiş bizden evvel
her yer kangren
her yer çürümüş
başlama sakın sözcük ekonomisinden
bu şarkı benim!
devasa bir sözlük doldururum içine
eğer istersem

sus ve dinle!
koşuyor uğursuz sara’nın oyuncak bebeleri
amipleri yakala benim için
sıkıca tut kalmasın hatırım
kurtulalım önce ezici ennui’den
sonra karar veririz ne halt edeceğimize

sevdim bu yalın fotoğraf anarşisini
çok daha güzeldir bir şarjörü okşamak
bininci kez soyunmaktan bir aptal gibi
cesetler karşısında

ayna nerede
-vuruşacağım!

şimdi kızıyorsun ya saralı amiplere
ben toplu katliama hazırlanıyorum bil ey!
ayrılık
acı
aşk
ve ne varsa daha
ilerde yine yazılır
önce mühimmatını kuşan gel
:
tam teçhizat

dedik ya deliyiz diye!

izle beni
düş peşime!


(20 Haziran 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Erken Düşen Kar...

kar düşüyor yüreğime
mevsimsiz ve biraz erken
masallar da bitti 'binbir gece'den
üşüdüm
yoruldum bunca dertten

gökten yıldızlar iniyor bir bir
dünya susuyor, gurbeti susuyorum ben
örtüyorum üstünü can suyu vermeden
üşüdüm buz kestim çok yoruldum
hasretlik ağırdı binbir geceden

bir tutam sızı armağandır gönülden
sevda türkülerim, aşk şarkılarım, tutkularım
dizelerim ki hepsi ayrılıktı kendimden
gidiyorum! güzel kalın dostlar
hoşçakalın gidiyorum bu alemden

hüznüm emanettir gökyüzüne
bir gün bakarsınız
göktaşı olur da düşer göklerden!


(07 Temmuz 2003)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Eşkıya…

büyücüsü bilir ancak
aşkın endamını
köpürmüş bir küheylanın
salyasında gizli ihtişamını

asırlardır tanıdık bu yüz
bu koku
bu duruş
bölünerek çoğalan
bir hücresiniz

kim olduğunuzu ilk günden
neden söylemediniz?

siz:
bir şaki kalbiyle tan yerimde ağaran
kızıl darbe!
şaha kalkarken göğsünde
abıhayat bulduğum belde

satranç tahtasında
ellerimi çalan siz miydiniz!


(29 Kasım 2005) – www.blogcu.com/nimo

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Firavun...

hüner isterdi
zamanın süzgecinden akmak
vazgeçilmezdi
ehram kuytusunda havalandırma delikleri
kalabalık bir yalnızlık... ilahiden umulan
mum alevi nereye üflerdi
bilinmez
nerede ağlardı kibritçi kız
ki kıyamet çiçekleri açardı avucunda

içinden gülümserdi

mirastır torpillenmiş hayat el ayasına
kalemler de parmak izi bırakır
şaşırır aklın süzgeci tıkanınca delik
ayırdında olunmaz gerçekle sahtenin
hüzün döker adak ağacında bir çaput
kibrit söner
hoyratlık sıçrar kırık dallara

hal böyleyken karanlığa mum dikmenin alemi ne!

güzeldir ölüm
sıradan ölmeyi bilmek güzel

piramide tıkılmış firavun olmaktansa!


(28 Ekim 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

.Firenze...

sana varamadım Toscana

öksüz bırakıp geldim San Marco’lu güvercinleri
böyle bir şey işte yaşamak!
eksilerek kötürüm kalmak

kadınla erkek
geçmişle gelecek arasında
antagonist bir gerçek
öğretti ki kendi yolunu arşınlıyor insan
___kendi köprüsünü
şikayetten hiç bıkmayarak

ey özgür kent...çılgın su
yerçekimsiz duygu ey!
asi nehrine akseden Davud mermerinden gayrı
bir tek eskiz kokusunu sevdin sen
damardan akmayı hep
ağaçlara tutunarak yaşlanmayı

kızardı yüzümüz
savaşlarda cadı avı izlemekten
utancımız
akarından yadigar ürkek bir al'dı

neredeydik Firenze
hangi unutkan avuntuda kayıp!
mülkiyetine alamadı Da Vinci
iştiyakla göz dikilen ovaları
yetmedi Bocelli’ye dokunmak üzüm bağlarında

meydanlar Arno’da böyle
“Kuyumcular Köprüsü”nden*
altın suya pürtelâş inen
melek kuşlarına** kaldı
cevherin bize

kırıktır kanatlarım
tutsaklığıma bağışla Toscana
:
zamanın zulmündendir yanına varamayışlarım


(6 Mart 2006)


(*) Kuyumcular Köprüsü – Eski Köprü (Firenze - Floransa’da Arno Nehri üzerindeki Ponte Vecchio Köprüsü)
(**) Da Vinci’nin işleyemediği mermeri bir şahesere çeviren büyük üstad - ünlü Davud heykelinin yapımcısı - Mikelanj- Michelangelo. (Angelo, İtalyanca’da, erkek melek…)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:34 PM

...Gamze...

puslu labirentlerde saklı şiir ey!
erguvan saatlerde çukur bir gamzeden doğan
hangi gökten nasıl kovuldun anlat!

dağ gelincikleriydik saf ve pir-ü pak
dupduru geçtik birçok yangın isinden
alnına nakşedildi acı tebessüm
yokuşuna akan ırmağa dönüştük

gebe kalırdı söz durup dururken
nafile eylemlerin külrengi benzinde
en çetin sayrılıktı nağmemiz
:
delilik!

birbiri ardına söylendi hüzün şarkıları
içe bakan
mırıldanışlar bulaştı ağrıyan güzümüze
kırık hecelerde pörsüdü dudak
cennetten kovulduğun gece

kendinedir insanın ağrısı
yarasına tuz herkes
ateşle yüzleşince hiç olmadığı kadar
emanet bir çehrede nereye düşer gamze!

alnımızda sırıtarak yürüyen bu gülü nasıl kanarız biz...


(15 Mayıs 2006) - 6. Dekad

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...GARP CEPHESİ...(Düz Yazı)

Edebiyatla politikanın buluştuğu ülkeye doğru bir gezintiye çıkalım bugün. Şair ve yazarın nerede durduğuna ve durması gerektiğine yakından bakalım. Hatta külleri eşeleyelim biraz…

Geçenlerde bir arkadaşım gençlik yıllarımı hatırlattı. Mektubunda beni kast ederek “Garp Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” derken değişmediğimi söylemek istiyordu. Yaşayan her canlı gibi ben de değişiyordum elbette. Ancak aslım aynı kalıyordu. Temelim ve kilit taşlarım yerli yerinde durmakla beraber ben değişiyordum. Hepimiz için geçerlidir bu. Bazen iyiye ve güzele doğru değişir, dönüşüme uğrarız. Keşke daha sık değişebilsek! Özümüzü korurken daha hızlı gelişebilsek; içimizdeki “ben”leri çoğaltabilsek… Bir yandan yaşadığımız nesnel dünyadan sağlıklı beslenip, öte yandan onun yapı taşlarına yepyeni tanımlar getirerek, yaşamsal niteliklere azımsanmayacak bir katkıda bulunabilsek ne iyi olurdu…

Bu süreçte, pek çok unsurun yanı sıra okumanın büyük yararı olduğunu düşünüyorum. Özellikle genç yaşta okumaya başlamanın. Okuma alışkanlığı edinmenin ötesinde, okumayla bir derdi olmanın… Yaşamımın rotası böyle çizildiği ve sonra da aynı doğrultuda sürdürdüğüm için konuya bu pencereden bakıyor olabilirim pekâlâ. Yine de soruyorum kendime: Eğer Erich Maria Remarqué ‘ı bundan neredeyse yarım yüzyıl evvel tanımamış olsaydım, “Garp Cephesi” bana bir şey ifade eder miydi? Veya savaşa bakışım nasıl olurdu? Taraf tutar mıydım, suçlar mıydım, suçluluk duygusuna kapılır mıydım? İnsanlık için tahrip gücü fevkalade yüksek olan bu felaketi nasıl değerlendirirdim?

Planlı bir biçimde, hemen her şeyi okuyordum. Bir gün fark ettim ki savaşa ilişkin eserlerin pek çoğunda “taraf tutan-önyargılı” bir bakış açısı vardı. Okumaya başladığımda tarafsızsam bile, kitabı bitirdiğimde bir cephenin fanatik taraftarına dönüşüyordum. Yanlıştı bu! Üstelik de özgür düşünceyi kısıtlayan, yönlendiren bir yanlış… Remarqué ise taraf tutmuyor ve soruna insanoğlunun kalbindeki mercekten bakıyordu. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği pek de önemli değildi. Kaybeden daima insandı çünkü. Henüz çok genç sayılabilecek yaştaki bireylerin çocukluklarını, ama aslında masumiyetlerini; yetişkinlerin ise geleceğe dönük umutlarını, düş ve hayallerini yitirişlerini belgeliyordu. Sadece belgelemekle kalmıyor, gelecek kuşaklar için vahşi bir ormanda adeta elleriyle yol açıyordu. Bense sadece okuyarak farkına varıyor, tarihsel gelişmeleri kendimce değerlendiriyor ve düşünüyordum.

(Okumak, zamanın hasadından geçerek bir değirmende una dönüşmeye benziyor. Kişisel unlar ise birbirinden oldukça farklı… Her birimiz, emeklerimiz doğrultusunda kendi unumuzu yoğurur ve sonra da düşünce hamurunun kıvamını tutturmaya çalışırız. Bazılarımız büyük olasılıkla yazar. Artık anlıyorum ki, niteliksiz bir unla girişilen bu eylemde hamur tutturulmuyor ne yazık ki… Ne de ekmek pişirilebiliyor…)


Okumak… Düşünmek… Yazmak Eylemi…

Bunlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydılar. Müthiş bir okuma açlığı içerisindeydim. Okumazsam düşünemez; düşünmesem kendimi oluşturamaz ve yazamazdım. Hiç yaşamadığını, onun yerine hep okuduğunu söyleyen Jorge Luis Borges ‘e “kitabı ve körlüğü aynı anda bağışlayan” bir tanrının evreninde konuktuk ne de olsa… O halde bize verilmiş olan zamanı iyi değerlendirmek lazımdı. Yazarlar çağlar boyu söyleyerek (“söz”lenerek) ve düşüncenin söz”lenmesini sağlayarak anlatmışlardı bize. Söylerken araç olarak yazı ve dili kullanmışlardı. Müzisyen müziğini, ressam ise renkleri ve desenini... Tüm sanatçılar kendilerini ifade etmenin bir yolunu bulmuştu. Hepsi de önünde sonunda evrene gölgesini bırakmayı başardı. Böylece rengârenk, uzun-kısa, sivri-yumuşak, ağlayan-gülen, anlamlı-anlamsız bin bir çeşit düşünce düştü payımıza. Kimini aldık; kimini boşluğa savurup attık ama her zaman bir şeyleri seçip koynumuzda sakladık. Sonra da yazdık… Düşünceye “evet”; kayıtsız şartsız-sınırsız itaate ise “hayır” dedik mi peki? Herhangi bir düşüncenin peşinden körü körüne gitmek bizleri pekâlâ kısırlaştırabilirdi de, çünkü böyle durumlarda sanatçı bizim yerimize karar vermiş oluyordu. Sorgulamaksızın kabullenmek veya taklit ederek yinelemek, kişiyi ancak bir uçurum kenarına kadar taşırdı. Uçurumun ötesinde ise yol yoktur! Üstelik herhangi bir sanat adamının bayrağını elimizde tutarken köleleşebilir, “kulüp-dernek-parti” üyelerine dönüşebilir; büyük olasılıkla cemaatleşebilirdik. Bu olasılık her zaman mevcuttur ve ciddi anlamda bir kısırlaşma yaratabilir. Özgürlükten ödün verilerek kazanılan kısır mevziide, iradeyi yitirmiş olarak dikilip kalmak ise yazarın gerçek işlevinin sekteye uğramış olma halini tarif eder bir durumdur.

Yazar açısından bakıldığında, bu saptama gelinen noktayı düşünsel anlamda açıklamaya yetmez. Kısacası “özgürlük yitimi”nin tek sorun olmadığını söylemeye çalışıyorum… Grupların siyasetleri de vardır. Yapılanmaları ve amaçları gereği hem “çok yüzlü”, hem de yönlendirici ve “güdücü”dürler. “Gruplar” derken oldukça geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bunlar iktidar sahibi kişiler, iktidarın onaylayıcı, uygulayıcı veya teşvikçileri olabilecekleri gibi pekâlâ kendi kurdukları “seçkinci ve hiyerarşik” düzende kurallar ve tabular koyan küçük kümeleşmeler de olabilirler. Grupsal zeminde, kurallar panosuna kişinin düşüncelerine pranga vuran zorunluluk şartları asabilirler. Demek ki özgürlük yitiminden sonra kişisel olarak verilen diğer ödünlere geliyor sıra. Kurallara gözü kapalı uyulduğu takdirde yukarıda sözünü ettiğim onca eylem sırasında harcanan çaba boşa gider. Havaya uçar. “Olmazsa olmaz” olarak kabul edilen tarafsızlığa halel gelir. Bilincin retinasına leke düşer. Körleşiriz. Yapay koşullarda rehin kalır, düşünceyi ifade etme konusunda fukaralaşır, hatta yazarken eli titreyen korkak bireylere dönüşebiliriz ki kalemi ağlatandır bu!

(Bazıları ise özgürlükçü düşünceye gerçekten inanmış olup, bundan ödün vermeyen kişilerdir. Bu uğurda, hiç yakınmaksızın her türlü cefaya özveriyle katlanır ve bildikleri gibi yazmaya devam ederler. Onlara bir sözüm yok…)


Politika ve Şair/Yazar

Politika, yazınsal yaşamı dolaylı da olsa, her zaman güçlü bir biçimde etkilemiş ve ortaya konulan eserlere daima damgasını vurmuştur. Ancak şair/yazarın politikadan etkilenmemek gibi bir mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. Aksine, onu etkilemek ve yönlendirmek gibi bir mecburiyeti var! “Etkileme-etkilenme” sözcüklerini biraz açmak lazım. Derin duyumsama, sorumluluk taşıma, sorgulama ve dolaylı bir biçimde de olsa çözüm önerilerinde bulunmak elbette ki yazarın hakkı ve aynı zamanda görevi. Ama bu etkileşim süreci politikanın yazar üzerinde bir tür baskı ve hâkimiyet kurmasına neden oluyorsa; onu güderek ve yönlendirerek bir çeşit araç gibi kullanılmasına yol açıyorsa, burada vahim bir yanlışlık var demektir! Politikanın dönemsel ve de zemini oldukça kaygan bir düzen, hatta ne yazık ki çoğunlukla uygulandığı biçimde, “çıkar”a dayalı bir örgütlenme biçimi olduğunu; sanatçının ise doğası itibariyle bu düzeni eleştirerek karşı çıkmak gibi bir görevi olduğunu varsayarsak eğer, çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Sanatçı politikacının hizmetkârı değildir ve olmamalıdır! Kendi içinde gelişebilecek, onu yanıltacak ve yolundan şaşırtabilecek kişisel iktidarın bile! Özellikle de şair… Arif Damar “şiiri hiçbir güç tutsak edemez! ” diyordu. O halde “özgür şiir”, “özgür şair”le mümkündür ancak. Aynı cümleyi, “özgür kalem, özgür beyinle mümkündür” şeklinde genişletmek sanırım yanlış olmaz. Oysaki birilerine hizmet etmek, düşüncenin yazıya lekesiz - tarafsızca ve önyargısız olarak yansıtılmasından uzak düşmek; yazının onurundan ödün vermek demektir. Anlam ve düşüncenin dokunulmazlığından feragat etmektir bu. Durulması gereken yegâne cephe şairin büyük emekler sarf ederek, zahmetli arayışlar sonucunda bilgi ve sezgiyi de kullanarak ulaştığı; azami sorumluluk taşıyan kişisel “poetik” bilinci olmalıdır. Şiirin farklı güçler etkisinde kalmayıp kendini yazdırdığı ve şairin sıra dışı, manifestocu kimliğini de oluşturan bir mevziidir bu. Dolayısıyla “gelgeç” ve “günlük” heveslerin adamı değildir şair. Ne de yazar kişi… Peki, bu önermeyi hayata geçirmek mümkün mü? Şüphesiz evet! Sanatın toprağı ve bitki örtüsü buna fazlasıyla müsait. Aşka tamamen teslim olduğunda bile onu “tek kişilik” hale getirebilen kişi değil de kimdir şair? Sevgiliden uzak durmayı becerebiliyorsa eğer, “makro iktidar” a ve diğer kişisel zaaflara karşı durmayı da öğrenebilmeli. Ki bu süreç, Michel Foucault ‘nun işaret ettiği gibi, “mikro iktidar” mekanizmalarına karşı “yazıcılıkla” sınanmayı ve “içindeki tutkuların köleliğinden kurtularak” özgürlük kavramını yeniden değerlendirmeyi de içerir.

Şair gündelik siyasadan etkilenmeye başlayıp kalemini uygulayıcıların güdümüne sunduğunda öncelikle kalıcılığını yitirir; sonra özgürlüğünü ve güvenirliliğini. Çağımızın “sürü toplumları”nda giderek yaygınlaşan uymacılara (“konformist”) dönüşür. Özgül ağırlığı sıfıra iner. Sıklıkla değişen moda akımları gibi tükenir gider… Elbette siyasi tercihleri, büyük olasılıkla ideolojisi, dünya görüşü, hayata ve insana dair kesinleşmiş-belirginleşmiş politik ve felsefi dayanakları olacaktır. Anlatmaya çalıştığım başka bir şey: Politikada bilindiği gibi, “çok yüzlülük” hâkim... Önceki yazılarımda yazarın bin yüzlü olması gerektiğini sıkça vurgulamıştım. Orada tamamen farklı, ayırıcı bir özellikten söz ediyordum. Aynı anda tek beden ve ruhta çok sayıda “ben” barındırmaktı bu. Üstelik böyle bir durum yazıya yeni başlayan yetenekli gençlerce çoğu kez “parçalanmış kişilikli olma hali”; diğer bir deyişle “şizofrenik” eğilimlerle bağdaştırılır. Hastalıklı bir ruh durumu olarak yorumlanır. Uzunca bir süre içlerindeki “ben”lerden adeta korkarlar. (Bu, ayrıca tartışılması gereken diğer bir yanlıştır kanımca.) Yukarıda söz edilen iki tür “çok yüzlülük” arasında dikkatlice bir ayırım yapmak lazım... Birincisi (politik) , günlük ihtiyaçlara göre esen-estirilen; genellikle de yıkıcı bir rüzgârken, diğeri yazarın sözünü güçlendirmeye yarayan; etkileme alanı ve duyumsama katsayısını artıran, çok sayıda “ben”i kendi içinde bir arada tutarak üretimsel niteliğini yükselten bir öğedir. İkincisi, özgür ve özgün bir tür çok yönlülük- çok seslilik olup politik anlamdaki çok yüzlülükten olabildiğince mesafeli durur.

Sözün özü şu ki, sanatsal bağlamda “bin yüzlü” olmak gerekirken, politik açıdan bakıldığında bir veya birçok maske edinmek, bizlere yaramaz diyorum! Düşünce kaypaklığına yol açar… Bizlere yaramayan ise, düşünce ort****** hiç yaramaz! Oysa düşünce, olumlu ya da olumsuz bir biçimde insana “yansıyan-yansıtılan-etkileyen”; diğer bir deyişle “yeniden kuran - yeniden doğuran” dır. Yazınsal düşünce yaratıcılığı, yalnızca bir dil savaşı olmayıp aynı zamanda bir tür özgürlük savaşıdır. O halde çözüm, politikanın zorbalığından ve “hegemonya”sından kurtulup; olabildiğince özgür iç yolculuklar ve önceden edinilmiş birikimler aracılığıyla, hem yaşamsal gerçekliği sanatsal dile başarıyla aktarıp hem de özgün düşünceyi var etmekte yatıyor. Etkilenme evresini başarıyla aşıp etkileme evresine varmaktan söz ediyorum.


“Şair” Nerede Durur?

Sanatla sanat olmayan arasındaki en belirgin fark, sanatsal ürünün insan beyni ve ruhunda yarattığı anlamın çokseslilik kazanmasıyla ortaya çıkıyor. Sıradan olandan soyutlanıp, özverili içsel çabalar sonucunda gerçeğin başarıyla “estetize” edilmesiyle… Bir anlamda “hakikat”in bilinç üstüne taşınması da denilebilir buna. Alelâdeden yola çıkıp “derin ve anlamlı” ya doğru açılan kapıdan geçmektir sanat yapmak. Birebir anlatım tarzından ziyade “bire-çokluk” içeren bir üslup yakalayabilmek; aynı zamanda sorgulamak ve sorgulatabilmek… Bunun için, öncelikle bir derdi olmalı sanatçının. Sonra da derdini farklı ve gelişmiş bir dille ifade edebilmeli. “Gündelik” ve “alışılagelmiş” ten yola çıkıp zengin bir dünyaya aralanan kapı eşiğinden maharetle geçebilmeli. “Berzahi” bir yolculuk da denilebilir buna… Gerçeklerden başlayıp, azami sorumluluk da üstlenerek “yazı”nın dolambaçlarında gizli kalmış sırlara doğru çapraşık, zorlu ve dikkatli bir yürüyüş…

Peki, bu süreçte şair nerede durur? Yükümlülükleri nedir? Yol tutkunu gönüllere “bire-çokluk” kapılarını açan, içeriye alınıp da özümsenmiş ve sorunlarına çözüm aranan “dışarı”yı; iç ben’leri, diğer âlemleri gösteren; eşiklerden atlatan ve aynı zamanda karşılık beklemeyen bir emekçi midir şair? Neden olmasın? Bu eylem, bir alandan diğerine gelişigüzel bir geçiş sağlamak değil; yepyeni bir küreye doğru yapılan öznel yolculuklarda hem rehberlik, hem öncülük görevini üstlenmek içindir aslında. Anlatım dilini defalarca ve yeni baştan kurgulayıp, birçok kez yeniden yaratarak…

Farklı bir ülkenin vatandaşıdır şair. Şiir ülkesinin. Bu ülke sıradan kalıpların, put ve fetişlerin yıkıldığı; acının en katmerlisinden çekilip duyarlılığın çok derinlerde, iç dehlizlerde kuvvetle çınladığı bir “ceza sömürgesi “dir. Şair ise “hiç”liğin değerini kavramış, acı çeken-çektiren, yıkıcı-yeniden yapıcı; yaşamdan kopmaksızın haz kadar onun yükünü de taşıyabilen “tek kişilik ordu”… Bir diğer görevi, birikmiş tortuları eşeleyerek üst katmanlara ulaştırmaktır. Bütün denizlere dalan, bütün geçitleri yol edip, bütün odalara girip çıkandır o. Bir yandan geçmişi sorgularken öte yandan gelecekle kavilleşen, henüz yaşanmamışın vaatlerini araştıran kişi… Kapıları açan, kilitleri kıran, odaların içyüzünü anlamaya ve anlatmaya çalışan; insana, yaşama ve doğaya dair tüm sorunları iç dehlizlerine taşıyıp öznel “kaos”unda değişimin hamurunu karan biri… Gerçek bir kalem emekçisi o dehlizlerden ancak “dil” yoluyla dışarı çıkabilir. Gündelik yaşamda ortalıkta dolaşan kişi ise sadece onun insan yanıdır…

(Bu süreçte belirli bir mekân, güç odağı veya zamana ait olması şairi tüketir, çünkü o her zaman ve her yerdedir. Özellikle politika ekseninde dolanan bir kalem bunca yük ve riski, bu yolda çekilen onca zahmeti göze alabilir mi? Aldı diyelim. Uzunca bir süre sırtında taşıyabilir mi?)

Kapıları zorlama ihtiyacını kuvvetle hissettikleri için olsa gerek, pek çok yazar da şiirden medet ummuştur. Düzyazının mantıksal kesinliğinden ve anlamın yazıyla birebir örtüşmesinden uzaklaşmayı seçip şiirin “bire-çok”luğuna sığınmışlardır. Çünkü insana ancak şiirsellik aracılığıyla yepyeni bir kavrama, algılama ve duyumsama yeteneği kazandırabileceklerini düşünmüş, okura eskisinden farklı sezgiler, derin ve duru bir görü armağan etmeyi hayal etmişlerdir.

Böylesi bir serüvende şair, insanın var oluş nedenlerini sorgulayan ve de var oluşu yeniden vaat edendir. Düşüncede çığır açmak gibi zorlayıcı bir görev üstlenir. Öte yandan politika, hem yöneten hem de yönetilenler açısından bakıldığında, çoğunlukla günlük sorunları çözümleme derdindedir. Arada belirgin bir çıkar ve amaç çatışması olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Bu yüzden ne şair ne de yazar, iktidarın veya patronun adamı olamaz. Küçük-büyük, eğri-doğru, güçlü-güçsüz hiçbir iktidarın veya işverenin… Sahici bir yazı adamının etiketi ve bedeli yoktur! Belki de sırf bu sağlam gerekçe yüzünden çoğunlukla yalnızlığı; isyankâr, dik ve muhalif bir duruşu; sözün polenlerini taşıyacak güç olarak da politika veya benzeri bir öğe yerine “poetika”sını seçer. Kışkırtıcı ve radikal bir arayıcıdır o. Üstelik bunu insanı öğütmeyi amaç edinmeksizin ve de sürekli öğütlerle bunaltmaksızın; aksine ona değer vererek, güzele ve umuda yönlendirerek yapmak zorundadır. Dayatmacı biri olmayıp, isyanını kendi içinde taşımayı da bilerek sessizce ayna tutandır o. George Orwell bu gerçeği yıllar önce yazdığı bir makalede (“Neden Yazıyorum? ” – 1946) , “dünyayı belirli bir yöne itme çabası” olarak tarif etmişti. Demem o ki, politikayı mercek altına alacak olan şair (ki yazar için de geçerli bu) politikacıdan, hâkim güçlerden ve kişisel “ego”sunun yıpratıcı baskılarından uzak durmak; aynı zamanda insanı saymak ve kendini onun yerine koyarak anlamak zorunda. Böylelikle fotoğrafı daha net bir şekilde belgeleme şansı elde edebilir. Ayrıca işinin gereği olarak, çoğu zaman hayattan da uzaklaşmak; ona mesafeli bir perspektiften ve hatta tepeden bakmak mecburiyetinde... “Hayatımı verdim, şiirimi aldım.” diyordu ünlü bir şairimiz (İsmet Özel: Akşam Gazetesi, 15 Ocak 2006. Söyleşi: Kürşad Oğuz) Yeri geldiğinde, böyle bir değiş tokuş da yapılabiliyor demek ki. Fiiliyatta çelişkili bir durum söz konusuysa eğer, şiir ve yazı ülkesinin hükümdarlığı bunun hesabını mutlaka soracaktır. Hayatın tam olarak verilmesi gerekip de verilmediği dönemler, ödenmez bir diyet borcu gibi önünde sonunda yazarın karşısına dikilir. Bu demektir ki, özellikle kâğıda düşen gölgenin belleği fazlasıyla kuvvetli. Karşılaştırmaları yapan yine odur.

Yazın sanatı, düşünce özgürlüğüne olan sadakat kadar verilen ödünleri de asla unutmaz, anımsar!

Sonuç olarak, içerideki aynalardan yansıyan “bin yüz”e rağmen, sanatçıya biçilen libas daima “tek-yüzlülük” olmalıdır diye yineliyorum… Devamlılık ve iç tutarlılık da içeren; gelişen-dönüşen-evrimleşen; moda akımlarına ve dönemsel politik rüzgârlara kesinlikle alet olmayan; sancılarının açığa çıkardığı yüksek gerilimi bu süreçte en doğru ve insana en yakın biçimde değerlendirmeyi becerebilen bir tür “tek-yüzlülük”…

Üstelik yazar/şair kişi, sahip olduğu “tek yüz”ü hem hayatı hem de kalemiyle daima onurlandırmak, özenle beslemek ve kişisel aynasında onun dürüstlüğünü sürekli olarak sınamak mecburiyetinde…

…ki “Garp Cephesi”nde değişen bir şey olmasın!


(HAYAL Dergisi – Temmuz 2006 - Sayı 18)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gazel Sarısı...

başka yolu yok
yağmur tozu serpeceksin saçlarıma
ya da dördüncü zamanın
çürüyen tenimde küf tutan toprağına

içime konuşur gibiyim nicedir
çınar altlarında arama suretimi
yaprak hışırtısından sorma hiç
böyle yetim akıyor nehrim
___söğüt küs
yosun tutmaz oldu su kenarları…

nicedir kum masallara bağışlandım
onlar ki dilsiz ve sağırdırlar
cinlerden vergi
bir sayrılık böğrümde kıyasıya yüzleştiğim
kırık dökük heceler dans ediyor eteklerimde

işgalci hüznümle dörtnala koşan
infazcı dilim bir de

susacak elbet nal sesleri bir gün
dalını yitiren serçeler yas tuttuğunda
gideceğim rüzgarın oğlu ey!
şarkılar gülmeyi unuttuğunda…

solgun mevsimlerin en şaşaalısı
___aşkı bilenim!
sararmış yapraklara yazdığım divanı yakmak yine sana kaldı
ellenmeden solan delifişek düşlerim adak ağaçlarında

‘bir yağmur inmeli’ diyorum gazel sarısına
yok başka yolu anla!

bir yağmur ki boylu boslu hüznümün endamında…



(27 Ocak 2006)

Üç yıl önce yüreğimdeki hüzünle gelmiştim Antoloji’ye. Dilimin döndüğünce yazdım, söyledim, “söz”ledim kendimi. Dördüncü yıl başlıyor bugün. Bir dolu şiir çocuğu ve dost edindim bu sayfalarda. Kimisi kaldı, kimisi gitti, kimisi gönderildi ve ben hiçbirisini unutmadım…
Nal sesleri susuncaya dek, hüznümle buradayız…
Vakitli vakitsiz çöreklenir durur içime.
Ben ise yağmuru beklerim! ...

Sevgiyle

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gelincik...

asfaltıma pençe izleri bırakan gelincik
kanla yoğrulmuş sanıyor ekin tarlalarını
yanılıyor!
bozkıra çoktan tahvil olduk biz

ekmek kokusu arıyor bağrımdaki şaki
atlarımız soluk soluğa
“rüzgârın oğulları”

hırsın özrüdür ‘kavga’ diye sunulan
suyuna banmakla içinden çıkılmayan

kanlı mintanı aldım gelincik yerine
eriyor asfalt
ekmeğim esmer
bozkır içimde


('6.DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı, Ocak 2008)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Göç...

yoksunluk ağır geçilir
bekleyiş
ayrılık
özlem

ne etse
çaresiz kalp
:
aşk iltifata tabi!

dil konuşsa
__harf keleri
sussa
___sıfır noktası

şiirden geçer sözün
_____göç rotası


(1 Mayıs 2006) – www.blogcu.com/nimo

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gölge...

denedik
gül kadar gülmeyi
sevmeyi aşk kadar
emirler vardı
'yaz' diye buyuran

ezberlendi tüm koşuyolları
avcıydık öyle
sinsi

iz sürdük kendimize

ne terk edildi gölge
ne yakalandı

o ki
bizden sonra
karşılayandı her varılan yerde


(17 Aralık 2004)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gömlek….

rüzgara armağan olsun tenin
ödülün ince belli bir esinti
gözlerin sesin
sesin
ucu yanık mektup
canıma düşen çakır hare

“aşksız olmaz” demiştim / yokla belleğini

kimse
sen gibi bakamaz biliyor musun
kimse anlamaz beni
etinden çoğalan bu gömlek
sende olduğu gibi durmaz kimsede

rüzgarın kızı yüreğim ey!
durgun sulara öykünür
ıssızlıkta ölürsün de
kanat çırpmazsın kimseye

hikaye belli…aşktır sebebi….


(31 Ağustos 2005)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gözaltı...

yundukça ırmağımızda
renk atıyor kimimiz

kimisi
çekerek
küçülerek
varıyor kıyıya

ürkütüyor bu yüzden
yağmurda ıslanmak
mağara
korkuya sığınak

bir çeyreğimiz suda
bir çeyrek is
karanlık

kamburu çıkıyor diğer yarı’nın
gözaltında

böyle kaçıyor şiire gölgemiz!


(20 Mart 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 59

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gül ve Kül...

dil
yağarken kırbaçlar
çoksesli ırmak,
güneş bilir de güneşliğini
iç’e açar

doğurganlığa düşer kül

sarışın renkler
unutulur Likurga ülkesinde
siyah
kıskanç bir gardiyan
ayaz göçüdür kırmızı
alevden dile örste soğuyan

hangi ocağın isine değse
çöker avurtları harfle sevişenin
tamama ermek içindir yokuşlar
umut ışıkta tutuşan
ve doruğun kuyudan farkı
bir uçurum kadar

kül
güle böyle ah!
gül, küle kaçar


(26 Şubat 2008)

Kıyı Dergisi, Sayı 203, 2008

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:35 PM

...Gürz Ve Kadeh...

tuğraya vurulmak içindi harf

bir elde sevda kadehi
ötekinde gürz
tökezleyerek yürüdüler hikayenin içinden

kader yırtığı alnında alevlenen
yıldız ateşiyle dağlanmış risaleyi arardı gök
sadakati anlatırdı bir çingene şavkıyan dolunaya
ve yılmazdı kadeh hiç
çoğulluk bahşeden çeliğin gücünden

bir sevda baktı fincana
rengini arayan tekilliğine hummalı öykünün
bir o bildi
tayftan akseden yakıcı hüznü

gürz dahi beller susmayı zora gelirse
eridi günlerden bir gün
dikenin erkinde tutuşan ölümsüz güle benzedi aşk
remiller açtı taç yaprakları yalnızlık hicretine
çingenesi tef çalarken haymatlos kadehinde

ağlardı biri ters akışında suyun
biri tuğraya küstü
mısra kayıptan hallice

sustum ki cehennem!
ayrılık mahkumu bir sürgüne dönüştü hikaye


(17 Mayıs 2005) - ' 6. Dekad ' Dosyasından....
(2006 Yeni Şiirler Antolojisi - S'İMGE Yay.)

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:36 PM

...Güz...

- sevgili annemin ardından…

tuz kurusu buğudan
sofra kuruyor bulutlar
nehirler hâlâ gümüş

kendiliğini arıyor erguvan yağmur
suyun soluklanması kadar sessiz

hangi yaprak dökümü sever
büyütülen sus’ları

eytişimle yıkandık bir kez daha
ölüme çıkıyordu yollar
duraklar
ölüm duvağı

ne var'daydık
ne yok'ta
indirdim kulak ardından
ölüm
dudağımda cigara

kalbim inciniyor son kez
eteklerimden ağır geçiyor güz


(2007 Eylül sonu) - 6. Dekad

Naime Erlaçin

GooD aNd EvıL 10-02-2008 01:36 PM

...Hayal Hakkı...

bir adası var herkesin
mülkiyeti kendinde olan
:
asla gidemediği
yüzgeçlerin kısa geldiği

sıradan ölümlüye felaket
okyanus
adayı yuttuğunda başlar

“benim olan benimdir” der birisi
sırra hükmederken denizler
hayal ülkesinde yeni bir anlam kuşanır varlık yokluktan
derinde büyür imlasız düşler

orada okyanusta
kayıp bir ada var biliyorum
:
ağır işçi!

gece gündüz hayal hakkı öder


(6 Eylül 2004)

Naime Erlaçin


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 06:25 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.