![]() |
MUKADDES KARIN
Sen ey kırmızı gözlü ana, Sen ey kahredip yaratan, Sen ey köprü altlarında sularlayan yana yatan. Sen ey yangınlı meydanların sesi.. Sen ey şiirlerin şiiri, bestelerin bestesi.. Sen ey kardeşim sen ey kahrolası sen ey darağaçlık. Sen ey her şey, sen ey AÇLIK!!! Çıplak ayaklarına alnımı koyar andederim ki, derim ki: DÖĞÜŞECEĞİM, benim, bizim, onun, onların değil SENİN mukaddes karnın doyana kadar... |
MÜNEVVER'İN DOĞUM GÜNÜ
Yapraklara dallara, yeşillere, allara, nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara. Yaprak dala, al yeşile yaraşır, gayrı bundan böyle vermem seni ellere... |
NERDEN GELİP
NEREYE GİDİYORUZ? Başlangıç Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne, kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu ve taşı yonttuğumuzdan beri yıkan da, yaratan da biziz, yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada. Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı, arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin, toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte. Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran? Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar? 1 Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, çocukların avuçlarında yeşerecekler. Çocuklar ölebilir yarın, hem de ne sıtmadan, ne kuşpalazından, düşerek de değil kuyulara filân; çocuklar ölebilir yarın, çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın, çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında arkalarında bir avuç kül bile değil, arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan. Negatif resimcikler boşluğun karanlığında. Kırematoryum, kırematoryum, kırematoryum. Bir deniz görüyorum ölü balıklarla örtülü bir deniz. Negatif resimcikler boşluğun karanlığında, yaşanmamış günlerimiz çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan. 2 Bir şehir vardı. Yeller eser yerinde. Beş şehir vardı. Yeller eser yerinde. Yüz şehir vardı. Yeller eser yerinde. Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak, şair kalmayacak ki. Pencerende bir sokak bulvarlı. Odan sıcak. Ak yastıkta üzüm karası saçlar. Adamlar paltolu, ağaçlar karlı. Penceren kalmayacak, ne bulvarlı sokak, ne ak yastıkta üzüm karası saçlar, ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar. Ölülere ağlanmayacak, ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki. Eller kalmayacak. Negatif resimcikler dalların altındaki yok olmuş olan dalların altındaki. Yok olmuş olan dalların üstünden o bulutlardır geçen. Güneye götürmeyin beni, ölmek istemiyorum... Ölmek istemiyorum, Kuzeye götürmeyin beni... Batıya götürmeyin beni, ölmek istemiyorum... Ölmek istemiyorum, Doğuya götürmeyin beni... Bırakmayın beni burda, götürün bir yerlere. Ölmek istemiyorum, ölmek istemiyorum. O bulutlardır geçen yok olmuş olan dalların üstünden. 3 Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız, kadın, erkek, çoluk çocuk. Ekmek hepimize yetmiyor, kitap da yetmiyor, ama keder dilediğin kadar, yorgunluk da göz alabildiğine. Hürriyet hepimize yetmiyor. Hürriyet hepimize yetebilir ve sevda kederi, hastalık kederi, ayrılık kederi, kocalmak kederinden gayrısı aşmayabilir eşiğimizi. Kitap hepimize yetebilir. Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz. Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların avuçlarıyla birlikte, boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler, yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim. Çağırı Tanrı ellerimizdir, Tanrı yüreğimiz, aklımız, her yerde var olan Tanrı, toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte ve bestecisi sayılarda ve satırlarda ulu uyumların. İnsanlar sizi çağırıyorum : kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için, üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için. Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, çocukların avuçlarında yeşerecekler. |
NEYİ BİLDİRİR SAYILAR
sayılar bebelerin kundakları sayılar tabutları şehirlerin öldürülmüş öldürülebilecek olan sayılar yaklaşan bir şeyleri bildirir sayılar bildirir uzaklaşan bir şeyleri nedir yaklaşan bize bizden uzaklaşan nedir dünya savaşı: I dünya savaşı: II 14'ten 18'e 39'dan 45'e 10 yıl 54 milyon ölü 49 milyon sakat ölülerle sakatların memleketi 103 milyon nüfuslu bir memleket ve ayrıca öksüzleri delileri yanık taşlarıyla ve gidenlerden biri evimizdendi gitti dönmedi bir daha 19'unda mıydı 40'ında mıydı aklımda kalmamış döndü iki gözü kör gök gözlü müydü kara gözlü müydü aklımda kalmamış döndü dizkapağından kesik sol bacağı döndü ve kapısını bulamadı evinin 14'ten 18'e 39'dan 45'e 10 yıl 54 milyon ölü 49 milyon sakat yeryüzünde yuvarlak hesap ve şimdilik 2,5 milyarız % 80'imiz aç dişlerimiz dökülüyor dişetlerimiz yara içinde ölü derilerimiz çatlak hele çocuklarımız sallanan koca kafaları kırış kırış yüzlerinde kederli iri gözleriyle ve eğri büğrü incecik bacakları üstünde karınları davul gibi yeryüzünde yuvarlak hesap ve şimdilik 2,5 milyarız % 80'imiz aç yıl 1962 62 yılında 2 avcı uçağını sofraya koysak çevirsek ete ekmeğe şaraba salataya 40 milyon insan doyasıya yer içer 40 milyon kediye de artar ekmekten etten kediler salata yemez şarap içmez kedileri ben kattım ziyafete balistik füzeleri filimlerde seyrettim 2 balistik füze yakıp kül eder 150 kitaplığı daha kurulmadan onlar belki benim kitabım da vardır içinde 62 yılında bombardıman uçaklarını gördünüz mü son modellerini 2 bombardıman uçağı 4 sağlık evini yükler yanına bombalarının temeli daha atılmamış 4 sağlık evini koskoca pırıl pırıl ve yatakları röntgenleri umutlarıyla 62'de atomlu atomsuz silahlanma yarışı 12 milyar dolar yılda 10 yılda 120 bin milyar yıldızların sayısına yakın mı bilmem 120 bin milyar yahut 150 milyon yapılmamış ev yapılabilecek ama yapılmamış ev 150 milyon ev hayaleti 5 odalı akarsulu elektrikli banyolu kapıları merdivenleri pencereleri 150 milyon evin güneş doğarken camları gölgeleri akşamüstü balkonları ayışığında ayının ini var sümüklü böceğin kabuğu bizimse bu işte halimiz ortada bir adam tanırım iki elli iki ayaklı kaytan kara bıyıklı otuzuna bastı bu yıl iki oğlundan biri yedisinde öbürü altı aylık anası karısı kaynatası ve bir fotoğraf askerlikte çekilmiş ya kendisinin ya rahmetli babasının ya kaynatasının ve bir leğen ve bir göz oda 150 milyon ev bu evlerden bir teki odaları kapıları akarsuyu ve yemek masası bu evin 62'de atomlu atomsuz silahlanma yarışı 120 milyar dolar yılda 10 yılda 120 bin milyar dolar yahut 150 milyon yapılmamış ev yapılabilecek ama yapılamamış tanıdığım adamınki de içinde balkonunda ayışığı 62'de atomlu atomsuz silahlanma yarışı 120 milyar dolar yılda yahut yuvarlak hesap 1 milyar ölü adayı ve ölüme hazır en azdan yarısı bütün toprakların yarısı bütün ağaçların balıkların bütün yağmurların ve ana rahmine düşenlerin en azdan yarısı ölüme hazır tepeden tırnağa silahsızlansak 63'de mi olur 65'te mi artık atomlu atomsuz silahsızlansak bütün iklimlerde ve insanca işlesek yeryüzü nimetlerini çoğaltsak onları ¼ kazırdık açlığın kökünü üç ayda dişlerimiz dökülmez olur kanamaz dişetlerimiz hele çocuklarımız keder silinir gözlerinden eğri büğrü bacakları doğrulur iner şiş karınları neyi bildirir sayılar neyi bildirmeli yaklaşan nedir size uzaklaşan nedir bizden. |
NİKBİNLİK
Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göre- -ceğiz... Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre- -ceğiz... Açtık mıydı hele bir son vitesi, adedi devir. Motorun sesi. Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir ne harikûlâdedir 160 kilometre giderken öpüşmesi... Hani şimdi bize cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır, yalnız cumaları yalnız pazarları.. Hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz ışıklı caddelerde mağazaları, hani bunlar 77 katlı yekpare camdan mağazalardır. Hani şimdi biz haykırırız Cevap: açılır kara kaplı kitap: zindan.. Kayış kapar kolumuzu kırılan kemik kan. Hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir. Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir.. Hani şimdi biz.. İnanın: güzel günler göreceğiz çocuklar güneşli günler göre- -ceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre- -ceğiz..... |
NİYAZALANT SÖMÜRGESİ
Afrika, Niyazalant sömürgesi. Saat sabahın dördü. Dipçikler kapıları dövdü ve işte fotoğraf : Zenci kardeşlerim bir don bir gömlek ve ayakları çıplak ve pembe avuçlu elleri kıvırcık başlarının üzerinde dizilmişler duvar diplerinde. Tıpkı bizim gibi, bizim de dipçikle dövüldü kapılarımız, bizim de ellerimiz havada, ayaklarımız çıplak, ama bizde de bize bağlı duvar diplerinde esir kalıp kalmamak. |
ORKESTRA
Bana bak! Hey! Avanak! Elinden o zırıltıyı bıraksana! Sana, üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz yaramaz! Bana bak! Hey! Avanak! Üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz dağlarla dalgalarla kütleleri ileri atlatamaz! Üç telli saz yatağını değiştirmek isteyen nehirlerden:- köylerden, şehirlerden aldığı hızla, milyonlarla ağzı bir tek ağızla güldüremez! Ağlatamaz! hey! hey! üç telli sazın üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından. Onu attım köşeye! hey! hey! üç telli sazın ağacından deli tiryakilere içi afyon lüleli bir çubuk yaptılar! Hey! Hey! Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi dağ-lar-la başladı orkestram! Hey! Hey! Ağır sesli çekiçler sağır örslerin kulağına Hay-kır-dı!. Sabanlar güleşiyor tarlalarla, tarlalarla! Coştu çalgıcı başı, esiyor orkestram dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi dağ-lar-la. |
OTOBİYOGRAFİ
1902'de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir otuzumda asılmamı istediler kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini verdiler de otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de 961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi yıkılan putların altında da ezilmedim 951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile aldattım kadınlarımı konuşmadım arkasından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana başkasının hesabına utandım yalan söyledim yalan söyledim başkasını üzmemek için ama durup dururken de yalan söyledim bindim tirene uçağa otomobile çoğunluk binemiyor operaya gittim çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye ama kahve falıma baktırdığım oldu yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye'mde Türkçemle yasak kansere yakalanmadım daha yakalanmam da şart değil başbakan filân olacağım yok meraklısı da değilim bu işin bir de harbe girmedim sığınaklara da inmedim gece yarıları yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında ama sevdalandım altmışıma yakın sözün kısası yoldaşlar bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım başımdan neler geçer daha kim bilir. |
ÖLÇÜ
Sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar, sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe ve verebildiğin kadar gençsin. |
ÖLÜME DAİR
Buyrun, oturun dostlar, hoş gelip sefalar getirdiniz. Biliyorum, ben uyurken hücreme pencereden girdiniz. Ne ince boyunlu ilâç şişesini ne kırmızı kutuyu devirdiniz. Yüzünüzde yıldızların aydınlığı başucumda durup el ele verdiniz. Buyrun, oturun dostlar hoş gelip sefalar getirdiniz. Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor? Osman oğlu Hâşim. Ne tuhaf şey, hani siz ölmüştünüz kardeşim. İstanbul limanında kömür yüklerken bir İngiliz şilebine, kömür küfesiyle beraber ambarın dibine... Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız simsiyah başınızı. Kim bilir nasıl yanmıştır canınız... Ayakta durmayın, oturun, ben sizi ölmüş zannediyordum, hücreme pencereden girdiniz. Yüzünüzde yıldızların aydınlığı hoş gelip sefalar getirdiniz... Yayalar-köylü Yakup, iki gözüm, merhaba. Siz de ölmediniz miydi? Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp çok sıcak bir yaz günü yapraksız kabristana gömülmediniz miydi? Demek ölmemişsiniz? Ya siz? Muharrir Ahmet Cemil? Gözümle gördüm tabutunuzun toprağa indiğini. Hem galiba tabut biraz kısaydı boyunuzdan. Onu bırakın Ahmet Cemil, vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan, o ilâç şişesidir rakı şişesi değil. Günde elli kuruşu tutabilmek için, yapyalnız dünyayı unutabilmek için ne kadar çok içerdiniz... Ben sizi ölmüş zannediyordum. Başucumda durup el ele verdiniz, buyrun, oturun dostlar, hoş gelip sefalar getirdiniz... Bir eski Acem şairi : «Ölüm âdildir» — diyor,— «aynı haşmetle vurur şahı fakiri.» Hâşim, neden şaşıyorsunuz? Hiç duymadınız mıydı kardeşim, herhangi bir şahın bir gemi ambarında bir kömür küfesiyle öldüğünü?... Bir eski Acem şairi : «Ölüm âdildir» — diyor. Yakup, ne güzel güldünüz, iki gözüm. Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir... Fakat bekleyin, bitsin sözüm. Bir eski Acem şairi : «Ölüm âdil...» Şişeyi bırakın Ahmet Cemil. Boşuna hiddet ediyorsunuz. Biliyorum, ölümün âdil olması için hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz... Bir eski Acem şairi... Dostlar beni bırakıp, dostlar, böyle hışımla nereye gidiyorsunuz? |
ORADA TANIDIKLARIM
I Bir kafes. Bir kanarya kuşu. Sarı kanatların tellere vuruşu. Kitaplar, kitaplar, Puşkinden Mayakofskiye kadar şiir kitapları.. Kitaplar, kitaplar, Felsefe - Diyalektik Materyalizm. İktisat - Dört cilt Kapital. Bir keman - yeni doğmuş bir çocuk gibi yatıyor kutusunda. Pencere açık. Dışarda şehir - ayışıklı uykusunda... Gözler. Kocaman, berrak, iri, iki mavi damla gibi gözleri.. Kumral kıvırcık bir sakal. Yüzü beyaz... Pencere açık. Gece. Yaz.... Odada ikimiz. Konuşuyor o: -"İsterdim ki ben, Şarkılarımı söylesinler benim el ele tutuşup dönerken çocuk bahçelerinde çocuklarımız.. Duyduğum seslerin en güzelidir - bir yaz gecesi - dizimde yatan bir çocuğun bana yıldızları soruşu.." Bir kafes. Bir kanarya kuşu. Bir keman - yeni doğmuş bir çocuk gibi yatıyor kutusunda. Pencere açık. Dışarda şehir - ayışıklı uykusunda. Odada ikimiz. Konuşuyor o: -"İsterdim ki ben, bir kitap bekçisi olayım camları güneşli bir kitap evinde. Duyduğum zevklerin en doyulmazıdır - yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibi sevilen bir kitap başında sabahlamak...." Kitaplar, kitaplar, Puşkinden Mayakofskiye kadar şiir kitapları. Felsefe - Diyalektik Materyalizm. İktisat - Dört cilt Kapital. Gözler. Kocaman, berrak, iri, iki mavi damla gibi gözleri. Duvarda bir tabanca - N A G A N T .. Pencere açık. Dışarda yaz. Gözler. Yüzü beyaz. İkimiz. Konuşuyor o: -"Öldürüyorum. Öldürüyorum. Öldürüyorum. Boşalan bir çuval gibi devrildiklerini görüyorum. İş ağır. Fakat...." Duvarda bir tabanca - N A G A N T .. İkimiz. Konuşuyor o: -"Kalbini, kellesini, bağrını - TEK KELİME - inkilaba verenler taşırlar bizde yükün en ağırını. Öldürüyorum. Devrildiklerini görüyorum... Halbuki ben çocuklarımız el ele tutuşup dönerken şarkılarımı.... Ben.. Bir kitap evinde... Yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibi sevilen bir kitap başında sabahlayım..." Yüzü beyaz. Pencere açık. Gece. Yaz.. |
ORADA TANIDIKLARIM II
-"Nazım yoldaş benim kızım beş yaşında. Benim kızımın annesi 1922 senesi. Benim kızım dinledi ilk duvarcı türküsünü kurduğumuz yapının. Yapı yükseldi yapı büyüdü. Yeni yapıda yeni dokumacılar yeni renklerle yeni kumaşlar dokuyor. Benim kızım büyüdü, Benim kızım Alfabe okuyor. Ben büyüdüm felsefe okuyorum....." Bir masa. Başında masanın beyaz keten elbiseli Tavariş Marusa. Duvarlarda fotoğraflar, bakıyorlar insana rüya görür gibi. Duvarlarda fotoğraflar - bir fabrika avlusunda çekilmiş bazıları, üzerinde bazısının Mogol, Uygur, Çin, Latin, Rus, Tatar yazıları.... Bir masa Üstünde masanın mavi bir Ukranya kasesi. Karanfiller. Marusa'nın sesi: -"Sene 918. Zırhlı trenle Kiyefe gitmedeyiz. Kış. Gece. Kar. Ayın içinden bir manzara gibi Ukranya stepleri karın altında yatıyorlar. Havada tek bir insan sesi yok. Dünyanın üstünde donmuş bir dünya gibi susan havada yalnız tekerleklerin şarkısı. Kış. Gece. Kar. Vagonda bizimkiler uyuyorlar. Kapı açık. Yıldızlar düşüyor içeriye. İpekli bir kumaş yırtar gibi yürüyor yırtarak geceyi tren. Uyuyor bizimkiler. Bekliyorum ben Mahnodan esir alınan iki köylü neferi. Yıldızlar düşüyor içeriye. Gözlerime yalvarıyor esirlerin gözleri: -"Bırak bizi bırak bizi bırak... Aç gözlerle aç öküzler bekliyor bizi. Bekliyor bizi toprak. Bırak bizi bırak..." Kapı açık. Yıldızlar düşüyor içeriye. Öldürebilirim, yalvaran gözlere bakamam. Başımı çevirdim geriye.. Ve tekrar baktığım zaman karın üstünde iki korkuydu kaçan. Diz büktüm. Mavzer. Geçti bir saniye. "Bırak bizi" Üç saniye.. "Aç gözlerle aç öküzler" Dört saniye.. "Bekliyor bizi toprak" Beş, altı, yedi.. Namluda arpacık titredi. Geçiyor saniyeler. Mavzer. Kaçanların peşinden altı fişenk yaktım. Ve hiçbiri değmedi hedefe. Nasıl oldu bu? Gökte uçan turnayı gözünden vuran kadın, vuramadın... Vurmalıydım ama.. Kavgada düşmanın aile ismi sorulmaz. İnkılabın nöbetinde dolaşık yumak gibi bir yürekle durulmaz.. ....... ........ Kış. Gece. Kar. Hatıralar.. Hatıralar.. ...... ...... Köyden yoldaşlar göndermiş Ukranya ekmeği yemez misiniz?" Beyaz keten bir örtü. Tombul esmer bir Ukranya ekmeği. Çavdarlı bir yaz kokusu esmer ekmekte.. Masa. Başında masanın beyaz keten elbiseli Tavariş Marusa..... |
PORTATİF KARYOLA
Bu onun karyolası portatif bir karyola. O her sabah buradan çıkardı yola. Ve her akşam burda çözerdi ıslak ayakkaplarını. Karyolanın başucunda kitaplar... Açıyorum birer birer kitaplarını. Satırların üzerinde ellerinin izi var. Pencerenin içindeki bu beyaz diş fırçası, bu bembeyaz sabun onun... Elsiz kolları göğsünde yatıyor karyolanın üstünde lacivert gemici fanilası.. Bu onun karyolası portatif bir karyola. Duvarda külrengi bayramlık kasketi. Yerde bir üçüncü mevki tren bileti..... |
POSTACI
İnsanın, dünyanın, yurdun haberini, ağacın, kuşun, kurdun haberini, seher vakitlerinde yahut gecenin ortasında taşıdım insanlara yüreğimin çantasında, şairlik ettim bir çeşit postacılık yani. Çocukken postacı olmak isterdim, şairlik filân yoluyla değil ama basbaya, sahici postacı. Renkli kalemlerle çizilirdi bin türlü resim hep aynı postacının, Nâzımın resmi, Jül Vernin romanlarıyla coğrafya kitaplarına. İşte, köpeklerin çektiği kızağı sürüyorum buzun üzerinde, Işıldıyor kuzey şafağı konserve kutularıyla posta paketlerinde. Bering boğazını geçiyorum. Yahut işte bozkırda gölgesinde ağır bulutların asker mektubu dağıtıp ayran içiyorum. Yahut da büyük şehrin uğultulu asfaltındayım, çantamda yazıları yalnız müjdelerin yalnız umutların. Yahut çölde, yıldızların altındayım. Bir küçük kız ateşler içinde hasta. Kapı çalınıyor gece yarısı: -posta! Küçük kızın gözleri açıldı mavi mavi. Babası yarın akşam dönüyor hapislikten. O karda kıyamette bendim bulan o evi, komşu kıza bendim telegrafı getiren. Çocukken postacı olmak isterdim. Oysaki, Türkiyemde postacılık zor sanattır. Telegraflarda envai türlü acı mektuplarda satır satır keder taşır o güzelim memlekette postacı. Çocukken postacı olmak isterdim. Muradıma, Macaristan'da erdim, ellisinde. Çantamda bahar, Çantamda Tuna'nın pırıltısıyla kuş cıvıltısıyla, taze çimen kokusuyla dolu mektuplar. Moskova'ya Budapeşte'den, çocukların çocuklara mektupları. Çantamda cennet... Bir zarfın üzeri: "Memet, Nâzım Hikmet'in oğlu, Türkiye" diye yazılı. Moskova'da mektupları birer birer kendim dağıtırım adreslerine. Yalnız Memedin mektubunu götüremem yerine. hattâ yollıyamam. Nâzım'ın oğlu, haramiler kesmiş yolu, mektubunu vermezler. |
RADYOAKTİVİTELİ YAĞMURLAR ÜSTÜNE
Kapayın pencereleri sımsıkı, çocukları sokaklara bırakmayın, yağmurlar ölüm taşıyor tohumlara, paslı yağmurlar yağıyor. Yağmurları temizlemeli, yine gümüş gibi parlatmalı yağmurları, yağmurlar yine yalnız güneşi taşısın tohumlara, çocuklar yine koşabilsin yağmurların içinde, pencereleri yağmurlara açabilelim yine. |
SALKIMSÖĞÜT
Akıyordu su gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! Birden bire kuş gibi vurulmuş gibi kanadından yaralı bir atlı yuvarlandı atından! Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı, baktı yalnız dolu gözlerle uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! Ah ne yazık! Ne yazık ki ona dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! Nal sesleri sönüyor perde perde, atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar! Atları rüzgâr kanat... Atları rüzgâr... Atları... At... Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat! Akar suyun sesi dindi. Gölgeler gölgelendi renkler silindi. Siyah örtüler indi mavi gözlerine, sarktı salkımsöğütler sarı saçlarının üzerine! Ağlama salkımsöğüt, ağlama, Kara suyun aynasında el bağlama! el bağlama! ağlama! |
SEN
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var: Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını yer yer tırnaklarımla kazıdım hatıralarımın camını.. En güzel günlerimin üç mel'un adamı var: Biri sensin, biri o, biri ötekisi.. Düşmanımdır ikisi.. Sana gelince... Yazıyorsun.. Okuyorum.. Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa, insanın bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum.. Ne yazık!.. Ne kadar beraber geçmiş günlerimiz var; senin ve benim en güzel günlerimiz.. Kalbimin kanıyla götüreceğim ebediyete ben o günleri.. Sana gelince, sen o günleri - kendi oğluyla yatan, kızlarının körpe etini satan bir ana gibi satıyorsun!. Satıyorsun: günde on kaat, bir çift rugan pabuç, sıcak bir döşek ve üç yüz papellik rahat için... En güzel günlerimin üç mel'un adamı var: Biri sensin, Biri o, biri ötekisi... Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi... Sana gelince... Ne ben Sezarım, Ne de sen Brütüssün... Ne ben sana kızarım ne de zatın zahmet edip bana küssün.. Artık seninle biz, düşman bile değiliz.. |
SESLER GELİYOR.....
Sesler geliyor günbatısından sesler.... Koynunda güneşin kaybolduğu zindan aydınlanacak mı? Bekliyelim mi? Bekliyebilir miyiz? Biz gündoğusunun milyonlarla milyonu bekliyoruz bunu.. Sesler geliyor günbatısından sesler.. Biz çıplak ayaklı Hindistanın açlığını esmer gözlerinde bir alev gibi taşıyanlar. Biz sarı yüzlerinden gözleri bıçak yarası gibi bakan kavga meydanlarında kellesini koparıp kocaman kanlı sarı bir çiçek gibi bırakan Çin seddinin kulileri.... Biz Borneo, Sumatra, Cava köylüleri.... Biz... Biz güneşin doğduğu yerden haykırıyoruz mavi gömlekli, mavi gözlü Almanyalılara... Ve istiyoruz ki olsun naramızın aksisedası Krup favrikalarından kopan: - HURRRA...... * * * Kurtuluşun kırmızı eli dolaşıyor üstünde Almanyanın. Dışarı fırlamak için tepiniyor amele mahallelerinde tanklar. Berlinin caddeleri kulak asıyor yine Spartaküslerin ayak sesine.. Göbeğinden çatlıyacak Avrupa. Avrupanın çatlıyacak göbeği.... Çatlıyacak çatlıyor çatla... Çabuk olun haydı... Diyelim: - . .DI.... Diyelim milyonlarla milyon ağız birden: - ÇATLADI...... * * * Söyle Berlin.... Söyle... Elleri bombalı mavi gömleklilerin bekliyecek mi yine Unter den Linden caddesinde nöbet? Alevden bayrakların üstünde yeniden can bulacak mı Karl Liebknecht? Avrupa bocalıyor.. Hava fırtınalı omurga delik serdümen sarhoş.. Kooooş.... Dümen başına..... Sesler geliyor günbatısından sesler.... |
SİLÂHSIZ İNSANLAR
Beş kıtanın içinden başladı sefer Gidildi kuzeye doğru, gidildi, Ormanlar, kayalar, göller, denizler Şehrine varıldı, şehir yeşildi. Bu gelenler silâhsız adamlardı Her birisi yüreğini çıkardı. Her yürekte güzel bir şeyler vardı, Hayata sevdalar ilân edildi. ******* beyazdı, gündüzler serin, Sözleri dövdüler dan dan da din din, Örsünde sıcacık yüreklerinin Ölüm bu sözlerden güçlü değildi. |
ŞAİR
Şairim şimşek şekillerini şiirlerimin caddelerde ıslık çalarak kazırım duvarlara.. 100 metreden çiftleşen iki sineği seçebilen iki gözüm, elbette gördü iki ayaklıların ikiye ayrıldığını.. Sen benim hangisinden olduğumu anlamak istiyorsan cebime sok kafanı: orda aydınlığı okuyan kara ekmek sana doğruyu söyler.. Şairim şiirden anlarım, en sevdiğim gazel Anti Düringidir Engelsin.. Şairim bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım.. Fakat asıl şaheserime başlamak için Hafızı Kapital olmayı bekliyorum. Futbolda eski kurdum. Fenerbahçenin forvetleri mahallede kaydırak oynıyan birer piç kurusuyken ben en ağır hafbekleri yere vururdum. Fulbolda eski kurdum. Santırdan alınca pası çakarım Hooooooooooooooooooooooooop! 5 numro top açık ağzından girer golkipin karnına. Bana mahsustur bu vuruş futbol potinlerim kurşunkalemimden öğrendi bu zanaatı! O kurşunkalemim ki 9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra işkembenizde taş. Şairiz be, şairiz dedik ya be arkadaş.... |
ŞARKILARIMIZ
Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır. Şarkılarımız evlerimizin önünde durmalı camlara vurmalı kapıların ellerini sıkmalıdır, sıkmalıdır acıtana kadar, kapılar bağlı kollarını açana kadar... Biz anlamayız tek ağzın türküsünü. Her matem gecesi her bayram günü, şarkılarımız bir gaz sandığını yere yıkarak sandığın üstüne çıkarak kocaman elleriyle tempo tutmalıdır. Şarkılarımız çam ormanlarında rüzgar gibi bize kendini hep bir ağızdan okutmalıdır!!. Şarkılarımız ön safta en önde saldırmalıdır düşmana. Bizden önce boyanmalıdır şarkılarımızın yüzü kana.. Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır! Şarkılarımız bir tek yüreğin perdeleri inik kapısı kilitli evinde oturamaz!. Şarkılarımız rüzgara çıkmalıdır... |
ŞEHİTLER
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir! Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler Dumlupınar'dakiler de elbet ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler, siz toprak altında ulu köklerimizsiniz yatarsınız al kanlar içinde. Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, siz toprak altında derin uykudayken düşmanı çağırdılar, satıldık, uyanın! Biz toprak üstünde derin uykulardayız, kalkıp uyandırın bizi! uyandırın bizi! Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir! |
TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte. Meselâ bir barikatta dövüşerek meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken meselâ denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. |
TEFTİŞ
Sayfada saygıyla göze çarpsın diye komuşlar fotoğrafı baş köşeye. İzmir'de, Kordon'da, Memetleri teftiş. Vakit öğle, hava sıcak, gün uzun belli. Önde Amerikan paşası kafayı dikmiş ve sırmalı şapkasında eli kasap bıçağı gibi parlıyor keskin, geniş ve küfredip sesini duyuyorum toprağıma tokat gibi inen adımlarının. Türk paşası on beş adım geride. Yüzünü göremiyorum, gölgeli. Belki alışmış, belki utanıyor, belki öfkeli. Memetlere bakıyorum : Dişleri kenetli, gözleri karanlık, gözleri dikilmiş yere. Sanıyorum yakındır, bir daha çıkmayacaklar İzmir'de, Kordonboyu'nda böyle teftişlere... |
TRAFİK MEMURLARI
Trafik memurları dikilmiş durur el kol kımıldar kaşlar çatık sopalarının ucunda hürriyetimiz trafik memurları dikilip duracak sokaktakiler birbirlerini sevmeği öğreninceye kadar. |
TÜRKİYE İŞÇİ SINIFINA SELÂM
Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! Bütün yemişler dallarınızdadır. Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, *******inde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri. Türkiye işçi sınıfına selâm! Meydanlarda hasretimizi haykıranlara, toprağa, kitaba, işe hasretimizi, hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza. Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm! Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! |
ÜÇ SELVİ
Kapımın önünde üç selvi vardı. Üç selvi. Selviler rüzgarda sallanırlardı. Üç selvi. Kökleri yerde, başları yıldızlarda üç selvi. Selviler sallanırlardı rüzgarda. Üç selvi. Bir gece düşman bastı evi. Üç selvi. Yatağımda öldürüldüm ben. Üç selvi. Kesildi selviler köklerinden. Üç selvi. Artık ne kökleri yerde, başları yıldızlarda üç selvi. Selviler sallanmıyorlar rüzgarda. Üç selvi. Mermer bir ocakta parçalanmış yatıyor üç selvi. Kanlı bir baltayı aydınlatıyor üç selvi. |
VASİYET
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni. Hasan beyin vurdurduğu ırgat Osman yatsın bir yanımda ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda. Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, tarlalar orta malı, kanallarda su, ne kuraklık, ne candarma korkusu. Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, toprağın altında yatar upuzun, çürür kara dallar gibi ölüler, toprağın altında sağır, kör, dilsiz. Ama bu türküleri söylemişim ben daha onlar düzülmeden, duymuşum yanık benzin kokusunu traktörlerin resmi bile çizilmeden. Benim sessiz komşulara gelince, şehit Ayşe'yle ırgat Osman çektiler büyük hasreti sağlıklarında belki de farkında bile olmadan. Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, - öyle gibi de görünüyor - Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani... |
VATAN HAİNİ
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. |
VEDA
Hoşça kalın dostlarım benim hoşça kalın! Sizi canımda canımın içinde, kavgamı kafamda götürüyorum. Hoşça kalın dostlarım benim hoşça kalın... Resimlerdeki kuşlar gibi dizilip üstüne kumsalın, mendil sallamayın bana. İstemez... Ben dostların gözünde kendimi boylu boyumca görüyorum... A dostlar a kavga dostu iş kardeşi a yoldaşlar a..!!. Tek hecesiz elveda.. ******* sürecek kapımın sürgüsünü, pencerelerde yıllar örecek örgüsünü. Ve ben bir kavga şarkısı gibi haykıracağım mapusane türküsünü. Yine görüşürüz dostlarım benim yine görüşürüz... Beraber güneşe güler, beraber dövüşürüz... A dostlar a kavga dostu iş kardeşi a yoldaşlar a..!!. ELVEDA..!!....... |
YARIDA KALAN BİR BAHAR YAZISI
Vurdu kalın parmaklar yazı makinamın dişlerine. Kâğıtta her harfi majiskülle dizilmiş üç kelime var ; BAHAR BAHAR BAHAR... Ve ben şair musahhih ve ben hergün iki liraya 2.000 kötü satır okumaya mecbur olan adam, ve ben neden bahar geldi de hâlâ muşambası kopuk kara bir koltuk gibi oturmaktayım? Kasketini kendi kendine giydi kafam, fırladım matbaadan sokaktayım . Yüzümde mürettiphanenin kurşunlu kiri, cebimde 75 kuruşum var. HAVADA BAHAR... Berberlerde pudralanıyor Babıâli paryasının sarı yanakları . Ve güneşli aynalar gibi yanıyor kitapçı camekânlarında üç renkli kitap kapakları . Fakat benim bu caddede yaşıyan, kapısında ismimi taşıyan bir formalık "ALFABE"m bile yok! Adam sen de ne çıkar! Başım dönmüyor geri, yüzümde mürettiphanenin kurşunlu kiri cebimde 75 kuruşum var . HAVADA BAHAR... Bu yazı yarıda kaldı. Yağmur yağdı satırları sel aldı . Halbuki ben neler yazacaktım neler... 3.000 sayfalık 3 cildinin üstünde aç oturan muharrir bakmıyacaktı da camına kebapçının, tombul esmer kızını Ermeni kitapçının ışıklı gözleri ile taşlıyacaktı... Deniz kokmaya başlayacaktı . Terli kızıl bir kısrak gibi şahlanacaktı bahar, ve ben onun çıplak sırtına atlar atlamaz sürecektim sulara. Sonra her adımda peşimden gelecekti yazı makinam . Ona diyecektim : - Etme anam beni bırak bir saat rahat... Sonra, saçları düşmeye başlayan başım haykıracaktı uzaklara : ÂŞIKIM... 27 benim yaşım onun yaşı 17 . Kör şeytan topal şeytan kör topal şeytan gel bu kızı sev,dedi, diyecektim; diyemedim, derim yine! Ama yağmurmuş yağıyormuş, yazdığım satırları sel almışmış cebimde 25 kuruşum kalmışmış ne çıkar... Bahar geldi bahar geldi bahar bahar geldi ulan ! Tomurcuklandı içimde kan! ! |
YAŞAMAYA DAİR
1 Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. 1947 2 Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, yani, beyaz masadan, bir daha kalkmamak ihtimali de var. Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz en son ajans haberlerini. Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, diyelim ki, cephedeyiz. Daha orda ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla. Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 1948 3 Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, yani bu koskocaman dünyamız. Bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için... |
YOLCULUK
Bir şair yolculuk ediyor bir denizinde dünyamızın bakarak bir yıldıza. Yolculuk ediyor şairin biri yıldızlardan birinde bir denizde bakarak dünyamıza. Yolculuk ediyor şairler denizlerinde kâinatın bakarak birbirine. |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:40 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.