www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Edebiyat (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=268)
-   -   İsmail Aksoy (https://www.cakal.net/showthread.php?t=145334)

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:12 PM

Öfkeye Rağmen

Paslı miğferler, ölü nallar!

Ama ateş ve karanlık kanla
aydınlanmış bir ırmaktan bir atnalı boyunca,
metalle gömüldü acılara,
toprağın üstünde aktı bir ışık:
sayı, isim, çizgi ve yapı.

Sudan kitap sayfaları, mırıldayan dilin
berrak yetenekleri, üzüm salkımlarınca
işlenmiş damlalar,
platinden heceler inciyle kaplı
göğüslerin albenisi gibi
ve pırlantalardan klasik bir ağız
sundu toprağa kar beyazı ışığı.

Oraya bıraktı heykel ölü mermerini
uzağa, ve dünyanın ilkbaharında
ışıdı mekaniğin çağı.

Teknik yükseltti ülkesini
ve zaman hız ve bora
oldu tecimenlerin bayraklarında.

Gezegeni ve bitkiyi inceleyen
coğrafî bir ay
dağıttı coğrafî güzelliğini
topraktaki yolunda.
Asya bakire kokusunu verdi bize.
Kavrayış eğirdi buzsoğuğu ipi
berrak günde, kandan sonra.
Kağıt dağıttı önceleri karanlıkta gizlenen
çıplak balı.

Güvercinlerin kaçışı
ayrıldı tablodan
akşam kızılı ve lâcivertle.
Ve insan dilleri birleştiler
şarkıdan önceki öfkede.
İşte böyle, kanlı taşın
Titan'ıyla,
zalim şahinle
buğday da gelsin, sadece kan değil.

Işık hançerlere rağmen geldi.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:12 PM

Öfkeler ve Üzüntüler

Yüreğimde öfkeler ve üzüntüler var... Quevedo



Yüreklerimizin derininde birlikteyiz,
kaplanlardan bir yazın arasında
dolanıp dururuz yüreğin sazlığında,
bir metre serin deriye bakınarak,
erişilmez dış deriden bir bukete bakınarak,
ter ve yeşil damarları dalgalandıran ağızlarla
karşılaşırız birbirimizle
öpüşleri düşüren o nemli gölgede.

Sen, ey onca ezilmiş düşten oluşan düşmanım
camdan bitkiler gibi iğneleyen, ağır tehditler altında
mahvolmuş çanlar gibi, siyah sarmaşığın
rayiha içindeki fışkını gibi,
geniş kalçalı düşmanım dokundu saçlarıma
kısık sesli bir çiyle, sudan bir dille
dişlerin dilsiz soğuğu ve gözlerin nefretine rağmen,
ve unutuşu tımarlayan ölen hayvanlardaki savaşım,
birlikteyiz şu ya da bu yerinde yazın,
susuzluğun işgal ettiği dudaklarla bakınarak.
Fosfor çemberle bir duvarı
delip geçen bir şey varsa
ve bazı uzuvların tatlı içini yaralayan
ve ısırırsa her bir yaprağı bir ormanda çığlıklarda,
o halde su geçirmez ve dizlerle sıradan ipekle kazanılmış
boğazların arasından geçebilen
kanlı ateş sineği gözlerim vardır benim de.

Toplantılarda rastlantıydı külün,
içeceklerin, o koyu havanın varoluşu,
fakat gözlerin av kokar orada
bağırları delik deşik eden yeşil ışıltınla,
kanın damladığı elmaları açan dişlerin,
iniltiyle güneşe yapışan bacakların,
ve sedeften memelerin ve gelincik ayakların,
gölgeyi arayan dişli huniler gibi,
kırbaçtan ve rayihadan güller gibi, ve dahası var,
dahası, dahası, göz kapaklarının arkasında bile,
göğün arkasında bile,
elbisenin ve yolculukların arkasında bile,
insanların işediği sokaklarda, duyumsarsın bedenleri,
çökmek üzere olan o ekşi kiliselerde,
denizin oyunundaki kamaralarda, bakınırsın
her şeye rağmen çiçeklenen dudaklarınla,
kesersin kendini ağacın ve gümüşün arasından,
ve büyük ürkünç damarların şişer:
kavkı yok hiç, mesafe ya da demir yok,
eller dokunur ellere,
ve düşersin ve gıcırdatırsın siyah çiçekleri.

Duyumsarsın bedenleri!
Fermanların altında kalmış bir böcek gibi
duyumsarsın kanın belini ve kollarsın
şafak kızıllığını geciktiren kasları,
ve titremelerin üzerine düşersin,
yıldırım ışıltısının ve kafaların, ve sana
yol gösteren dinlenen bacaklarını hissedersin.

Ey özel okların yol açtığı yaralar!

Nemin kokusunu alır mısın gecenin ortasında?

Ya da yanan güllerle apansız bir vazonun?

Çıplak geldiğin pis evlerde elbisenin, anahtarların,
bozuk paraların düştüğünü duyar mısın?

Sana o sessiz yolu gösteren yalnız bir eldir
benim nefretim, birinin kendini
uykuya fırlattığı çarşaflardır: gelirsin ve döşemeye
baş aşağı düşersin, pençe yemişsin ve ısırılmışsın,
ve tohumun eski kokusu doldurur ağzını unla
kül grisi bir boru çiçeği gibi.

Ah, hafif çılgın kupalar ve kirpikler,
acılı bir ırmak yatağındaki yalnız bir güvercin gibi
yarı açık bir ırmağı taşıran hava,
asi suyun bir vasfı gibi,
ah, maddeler, aromalar, hızlı kanatlı göz kapakları
ve bir titreyiş, uysal ve korkunç bir çiçekle,
ah, yüzler gibi ciddi ağır memeler,
ah, yeşil balla dolu dolgun baldırlar,
ve topuklar ve ayakların gölgesi ve yitik nefes
ve solgun taşın yüzeyleri,
ve ölüme karşı deride yükselen sert dalgalar,
göksel, kanla ıpıslak unla dolu.
Akar mı bu ırmak böyle
ikimizin arasında, ve ısırır mısın ağızları
bir kıyıda?

Böylelikle gerçekten ben, gerçekten çok uzakta mıyım,
ki yanan sulardan bir ırmak karanlıkta akıp gitmekte?
Ah, nefret ne kadar sık anmaz ki adını,
ne derindir karanlıkta, tanrı bilir hangi
tozlaşmış gübre yığının altında
heykelin yiyip bitirir yüreğimdeki yoncayı.
Elbiseni ve kızıl alnını
döven bir çekiçtir nefret,
ve dışlanmış kanın bulanık baykuşları gibi
düşer yüreğin günleri kulaklarına,
ve kolyeler oluşur göz yaşlarından damla damla
boğazında çelenk olur ve buzla yakar sesini.

Böyledir bu, ki asla, asla
konuşmayasın diye, bir kırlangıç asla, asla
dilinin yuvasını terk etmesin diye,
ve dikenler mahvetsin diye boynunu
ve sert bir gemi rüzgârı mesken kursun diye sende.

Nerede soyunursun?
Kızıl saçlı bir Perulu için bir vagonda mı
ya da bir hasat adamı için çıplak toprakta mı,
buğdayın şiddetli ışığında mı?
Yoksa koşar mısın korkunç bakışlı avukatların arasında,
çırılçıplak, gece suyunun genişliklerinde?

Bakıp durursun, ama görmezsin ayı ya da sümbülü,
ya da sıvıdan damlayan karanlığı,
ya da çamurdan treni, ya da yarılmış fildişini:
oksijen gibi ince belleri görürsün,
bekleyen ve dolgunlaşan memeleri,
ve ayla solgun açgözlülüğün safiri gibi
titrersin şirin göbekten güllere doğru.

Niçin? Ve niçin olmasın? O çıplak günler
getirir durmaksızın ezilen kızıl kumu,
günün açılışını yapan pak pervaneler gibi,
ve bir ay geçip gider kaplumbağa kabuğunda,
kısır bir gün geçip gider,
bir öküz, bir ölü,
Rosalía adında bir kadın geçip gider,
ve ağızda yalnızca saçın bir tadı kalır geriye,
ve altın dilin susuzlukla beslenen bir tadı.
Yalnızca yaşayan varlıkların bu kitlesi,
yalnızca köklerle bu kap.

Avlarım mahvolmuş bir tünelde gibi,
başka bir aşırılıkta gibi, haksız yere
unutacağım et ve öpüş, ve yitik sularda,
aynalar uçurumları yaşar kıldığında, yorgunluk,
o sıradan saatler vurduğunda banliyö otellerinin kapılarını,
ve o renkli kağıt çiçek düştüğünde,
ve sıçanlar kirlettiğinde kadifeyi
ve o sefil çiftin yüzlerce kez kullandığı yatağı,
anlattığında her şey beni, bir gün bitmektedir,
birlikte olmuşuzdur, sen ve ben,
fırlatmışızdır bedenlerimizi baş aşağı,
kurmuşuzdur ne yaşayan ne de ölen bir binayı,
biz, sen ve ben, birlikte aynı ırmakta sürüklenmişizdir
tuzla ve kanla dolu zincirli ağızlarla,
biz, sen ve ben, almışızdır yeşil ışığı tekrar titremek için,
ve yeniden arzulamışızdır o büyük külü.

Belki bizim için asla belirlenmemiş
yalnızca bir günü anımsarım,
durdurulmayan bir gündü,
başlangıcı olmayan. Perşembe.
Bir adamdım, rasgele bir kadınla
birlikteydim şans eseri karşılaştığım, soyunduk
ölmek ya da yüzmek ya da yaşlanmak için sanki
ve birbirimizin içine işledik,
etrafımda bir delik gibi kapandı,
bir çanı çalan kimse gibi
ezdim onu,
çünkü beni yaralayan sesti o
ve o sert kubbe titremeye yazgılı.
Kıllarla ve deliklerle utandırıcı bir ilişkiydi,
ve ilikle şirinliğin kenarlarını çiğneyerek
ve taşlarla itaatkar devinimlerin arasında
ulaştık üreme organlarının o büyük taçlarına.

Limanlar hakkında bir anlatıdır bu
kişinin rasgele ulaştığı, ve birçok şey oluverir
tırmandığında insan yücelere.

Ey düşman, düşmanım,
acaba sevda batmış mıdır tozda,
sadece et ve kemikler mi kalmıştır aceleyle tapınılan,
yiyip bitirirken ateş kendisini
ve kızıl giyimli atlar dörtnal giderken cehenneme?

Yulafı isterim ve yıldırımı
derimin altında,
ve öfkede yayılan o aç gözlü taçyaprağı,
ve kiraz ağacının dudak biçimli yüreği Haziran ayında,
ve amaçsızca alazlanan yavaş karınlardaki huzur,
fakat gözü yaşlı kireçli bir toprağa ihtiyacım var
ve köpüğü bekleyebileceğim bir pencereye.

Hayat böyle işte,
koş yaprağın arasından, bir siyah
sonbahar geldi, koş yapraklardan bir etekte
ve sarı metalden bir kuşakta,
mevsimin sık sisi kemirirken taşları.

Koş ayakkabılarınla, çoraplarınla,
grice paylaştırılmış, ayağının çukuruyla,
ve yaban tütün gibi tapınmak isteyen bu ellerle,
çarp ayaklarını merdiven yukarı, yırt
o siyah kağıt perdeleri kapılardan,
ve çık güneşin ortasından ve öfkeden bıçaklardan
bir günde, üzünçten ve kardan bir güvercin gibi
atılmak için üzerine bir bedenin.

Tek bir saati vardır, bir damar gibi uzun,
ve asitle hiddetli zamanın sabrı arasında
yok oluyoruz, ayırırken korkuyla
sonsuzca yok edilmiş
şefkatin hecelerini birbirinden.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Ormanlarda Doğmuş

Pirinç kendi un tanelerini
geri alırken topraktan, pekiştirirken buğday
kendi küçük kalçalarını ve kaldırırken
yüzünü binlerce elle,
aceleyle seğirtirim erkekle kadının
birbirlerini kucakladığı o yaprak barakaya,
dokunmak için sürmekte olandan
sayısız denize.

Sedefin saldırıldığı bir beşikte gibi
gelgitin kendiyle getirdiği
o alet edevatın biraderi değilim ben:
çöpün ölümle savaştığı yerde titremiyorum,
uyanmıyorum karanlığın kavgasında,
ani çanların boğuk sesli dilinden korkmuş,
ben olamam, yolcu değilim ben
rüzgârın en son siperi titrer ayakları altında
ve zamanın katı dalgaları ölmek için döner geri.

Elde tutuyorum tohuma yaslanarak uyuyan güvercini,
ve onun kireçten ve kandan yoğun mayasında
yaşıyor Ağustos,
yaşıyor doğrulmuş ay kendi derin kadehinden:
kapıyorum elimle büyüyen kanadın yeni gölgelerini:
kök ve tüy biçimlendirecek sabahın içeriğini.

Damlanın muazzam kabarışı ya da gözkapağının açık durma
isteği azalmıyor hiç, ne demir elli balkondan yukarıya
ne de terk edilmiş kışta deniz kenarında, ya da
benim yavaş adımlarımda:
varolmak için doğdum ben çünkü, yaklaşan ne varsa
onlarla çevirmek için adımlarımı, göğsüme çarpan
ne varsa onlarla yeni ve titreyen bir yürek gibi.

Elbisemin yanında paralel güvercinler gibi duran hayat
ya da benim kendi oluşumda ve şaşkın sesimde dolan,
tekrar varolmak için, kavramak için yaprağın çıplak
havasını ve toprağın ıslak doğumunu çelenkte:
ne kadar daha
geri döneceğiz ve varolacağız, ne kadar daha
en derinde gömülmüş çiçeğin kokusu, en ince
toza dönmüş dalgalar o yalçın kayalıklarda,
saklayacak anayurtlarını bende
tekrar öfkede ve rayihada yer almak için?

Ne kadar daha ormanın yağmurdaki eli
gelecek bana bütün iğneleriyle
dokumak için yaprakların yüksek öpüşlerini?
Bir kez daha işitiyorum
taçyapraklarla dolu ışığın gelişini
dumanda ateş gibi ve topraksı külden filizler,
ve değil mi ki ayırıyorum toprağı
başaktan bir ırmakta erişiyor güneş ağzıma
tekrar mısır tohumu olacak
gömülmüş eski bir gözyaşı gibi.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Ormandaki Kurtçuklar

Bir şey düştü o eski ormanda, belki fırtınaydı
bitkilerin ve humusun arasından süpüren,
ve düşen ağaç gövdelerinde mayalandı mantarlar,
salyangozlar çekti kusturan iplerini,
ve yücelerden düşen ölü ağaç
doldu deliklerle ve korkutan larvalarla.
İşte böyle senin böğrün, anayurt, böceklerden oluşan
o felaket hükümet kaynaşıyor yaralarında,
dikenli telleri kemiren o şişko satıcılar,
Saray’dan gelen kuyumcular,
mikroplar ve zürriyetini birleştiren kurtçuklar,
dans ederken o coşkun sambasını, örtünmüş
hainin paltosuyla seni kemirenler,
arkadaşlarını hapse tıkan gazeteci,
hükümeti kuran o menfur muhbir,
yaganes yerlilerinden soyduğu altınlarla
bir bulvar gazetesinin patronu olan züppe,
bir talaş parçası gibi aptal amiral, kendi vasalları
üzerine dolarlarla dolu bir cüzdanı boşaltan gringo.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Orizaba Yakınında Melankoli (1942)

Bir ırmaktan, bir geceden, soğuk havada kendisini gösteren
ve dağıtan gökyüzünün bütün enlemlerinde
bazı yapraklardan başka ne var ki sana?
O yüzden açılıyor aşkın yelesi
kar gibi ya da bölünmüş adalar denizinin suyu gibi,
ateşin yeraltındaki gıcırtısı gibi,
ve tekrar bekliyor kulübelerde
yaprakların çok sık olarak titreyerek
düştüğü yerde, yutulduğu yerde bu esneyen gırtlakta,
ve yağmur parıltısı yayıyor kendi sarmaşık bitkilerini
gizli mısır tohumunun çanlarla ve damlalarla dolu
yapraklarla buluşmasından, değil mi?

Ne kadar da nemli bir sesi var
uğuldayan uyuyan atın kulağında
ve sonra batan malt yapılmış buğdayın altınına
ve üzümde berrak bir gün getiriyor gün için.
Seni çağıran dehlizsiz, duvarsız Güney’deki yerde
ne bekliyor seni?
Toprak çanak elinde dinliyorsun ova çiftçisi gibi
ve kulak kabartıyorsun köklere:
uzaklardan korkunç bir fırtınası yarıkürenin,
karabinalıların dörtnalları don soğuğunda:
sudan yapılmış incecik liflerle zamanı diken iğnenin
ve yıpranmış dikişinin çatladığı yerde:
maviyle dolu ağzıyla uğuldayan
gecenin yabanıl yarığında bulduğun ne?

Belki bulunur uzun süredir saklanmış bir gün, bir diken
uzatıyor o eski günde çözünen suçunu
ve yırtıyor o çok eski bayrakları.
Kim korudu o kasvetli ormandan bir günü, kim
bekledi taşın bazı saatlerini, kim dönüyor etrafında
zamanın mahvettiği mirasın, kim kaçıyor
uzaklaşmadan havanın merkezinden?

Bir gün, umutsuz yapraklarla dolu bir gün,
bir gün, bir ışık, gök yakut mavisi soğuğuyla parçalanmış,
önceki günün boşluğunda saklı bir sessizlik dünden,
uzak bölgelerin kibirli sessizliğiyle.

Seviyorum meşinden karmakarışık saçını senin,
senin yabanıllıktan ve külden Antarktik güzelliğini,
döğüşken göklerinin acı dolu ağırlığını:
seviyorum beni beklediğin o günün esen havasını,
biliyorum ki toprağın öpüşleri değişmez, ve değişmiyor,
biliyorum ağacın yaprağı düşmüyor, ve düşmüyor:
biliyorum aynı şimşek koruyor metallerini
ve bu korunmasız gece aynı gecedir,
fakat bu benim gecemdir, fakat bu benim bitkimdir,
saçlarımı tanıyan buz soğuğu gözyaşlarındaki su.

Keşke beni dün insanda bekleyen şey olabilseydim,
defne yaprağıyla, külle, yığınla, umut
yayıyor göz kapaklarını kanda,
mutfağı ve ormanı dolduran kanda,
siyah tüyle örtünen demir gibi fabrikalar,
kükürt ekşisi terle delik deşik madenler.

Sadece bitki ülkesinin ısıran havası değil bekleyen beni:
sadece karın ihtişamı üzerindeki şimşek değil:
soğuktan iki ürperti gibi yükseliyor gözyaşları ve açlık
anayurdun kulesine ve çalıyor çanları:
Ve bu yüzden, ortasında hoş kokulu göğün,
bu yüzden, Ekim parıldadığında ve Antarktik
ilkbahar kaydığında şarabın pırıltısında,
işitilir bir şikayet ve bir tane daha ve bir tane daha
ve bir tane daha bulana kadar karı ve bakırı, yolları ve gemileri,
ve sızana dek gecenin ve toprağın içinden
ta onları işiten kanayan gırtlağıma.

Halkım, ne diyorsun? Gemici,
piyade, belediye başkanı, güherçile işçisi, işitiyor musun beni?
İşitiyorum seni ölmüş birader, yaşayan birader, işitiyorum seni,
özlediğin her şeyi, toprağa gömdüğün şeyi, her şeyi,
kuma ve denize akıttığın kanı,
korkutan ve savaşmaya devam eden rast gelinen yürek.
Ne buluyorsun Güney’de? Nereye düşüyorsun, yağmur?
Ve arada, hangi ölüler kırbaçlanmış?
Benim, Güney’den gelenler, terk edilmiş kahramanlar,
acı öfkeden dağılmış ekmek,
kalıcı üzünç, açlık, katılık ve ölüm,
düştü yapraklar üzerlerine onların, bu yapraklar,
askerin göğsü üzerindeki ay, bu ay,
sefilliğin sokağı, ve insan
sessizliği her yanda, soğuk damarları
tepedeki kampanaya kaçamadan katılaştıran
ruhumun ışığını duyarsız bir metal gibi.
Filizlerden oluşan anayurt, çağırma beni,
uyuyamam kristalden ve karanlıktan oluşan bakışın olmadan.
Boğuk çığlığı suların ve yaratıkların titretiyor beni
ve dolaşıp duruyorum düşlerde kıyısında yüceltilmiş köpüğünün
ta senin mavi kuşağındaki en kıyıdaki adada.
Fakir bir gelin gibi uysalca çağırıyorsun beni.
Senin çelikten büyük ışığın kamaştırıyor beni ve arıyor beni
köklerle örtülmüş bir kılıç gibi.
Anayurt, paha biçilmez toprak, yiyip bitiren, alazlı ışık:
ateşin ortasındaki kömürün düşüşü gibi
korkunç tuzun, çıplak gölgelerin senin.
Beni dün bekleyen şey olsaydı yalnızca, ve
bir avuç gelincikte ve tozda direnç gösteren şey olsa yarın.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Onca Ad

Pazartesiler içine geçer salıların
ve hafta bütün bir yılın:
kesilmez zaman
yorgun makaslarınızla,
ve günün bütün adları
yıkanır gecenin sularıyla.

Kimse talep edemez Pedro olmayı,
Rosa ya da María olmayı,
hepimiz tozuz ya da kumuz,
hepimiz yağmur altındaki yağmuruz.
Konuştular benimle Venezüellalar,
Paraguaylar ve Şililer hakkında,
bilmiyorum neler söylediklerini:
yalnızca yeryüzünün derisini bilirim
ve bir adı olmadığını.

Çiçeklerden daha çok hoşnut etti beni
kökler, arasında yaşarken onların,
ve bir taşla konuştuğumda
çınladı bir çan gibi.

Çok uzundu ilkbahar
bütün bir kış sürdü.
Kaybetti zaman ayakkabılarını:
bir yıl dört asır gibi sürdü.

Uyuduğumda her gece,
nasıl çağrılırdım ve nasıl çağrılmazdım?
Ve uyandığımda kimdim ben
uyurkenki değildiysem eğer?

Bunun anlamı ancak
yeni doğmuş olmaktan ziyade
hayatın içine indik demektir,
öyleyse doldurmayalım ağızlarımızı
onca güvenilmez adla,
onca hüzünlü resmiyetle,
onca şatafatlı harfle,
onca seninle ve benimle,
kağıtlardaki onca imzayla.

Her şeyi karıştıran bir kafam var,
birleştiren ve yeni doğmuş yapan,
karan, soyan,
dünyadaki bütün ışık
sahip olana dek okyanusun tekliğine,
o cömert bütünlüğe,
o çatırdayan rayihaya.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Oligarşiler

Hayır, daha kurumamıştı bayraklar,
uyumamıştı askerler henüz,
özgürlük giyitlerini değiştirdiğinde
ve dönüştürdüğünde kendini mülke:
yeni ekilmiş topraklardan yükseldi,
yeni bir kast doğdu,
kalkanlı, polisli ve hapisli
yeni zengin bir güruh doğdu.

Çektiler kara bir çizgi:
>>Biz burada, Meksika'nın
porfiristleri (*) , Şili'nin
'şovalyeleri', işsiz güçsüzleri
Buenos Aires Jokey Kulübü'nün,
süslü püslü 'özgürlük savaşçıları' Uruguay'ın,
Ekvador'un uyuşukları,
kiliseye ait yamalar her taraftan.<<

>>Şeytan canımızı alsın, proleterler, kansız kızılderililer,
Meksika'lı yoksul canlar, melezler,
domuz ağıllarında üst üste yığılmışlar,
acizler, yamalılar,
bitliler, domuzlar, ayaktakımı,
iradesizler, sefiller,
kirliler, tembeller; yani halk.<<

Her şey bu kara çizgiye göre kuruldu.

Başpiskopos vaftiz etti bu duvarı
ve afaroz etti
bu kast duvarını tanımayan isyancıyı.
Cellat elleriyle yaktı Bilbao kitaplarını.
Polis gözetime aldı duvarı, ve o kutsal mermere
yaklaşan aç adamın
başında paraladı sopayı
ya da hapse koydu
ya da askere aldı tekme tokat.

Dinginlikte ve güvenlikte hissettiler kendilerini.
Kayboldu caddelerde ve tarlalarda halk
yaşamak için tıkış tıkış, penceresiz
tabansız, gömleksiz,
okulsuz, ekmeksiz.

Amerika kıtamız boyunca bir hayalet geziyor
çöple beslenen, cahil,
gezgin, her bir enlem ve boylamda aynı,
bataklığın mahpuslarından yeni salıverilmiş,
ayyaş ve serseri biri; giysiler, düzenler ve kravatlar
arasında boğulan o korkunç hemşehrisinin işaretlediği.

Meksika'da pulque (**) yapıyorlar
O'nun için, Şili'de
mor renkli litre-şarabıyla (***)
zehirlediler O'nu, kemirdiler ruhunu
bedeninden parça parça,
kitabı ve ışığı yasakladılar O'na,
toz toprağa düşene kadar,
iki büklüm eğildi veremin tavan arasında,
ve dinsel törenle gömülmedi:
O'nun için yapılan tören, çıplak cesedini
adsız diğer cesetlerin arasına atmaktı.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Okyanusun Yaşlı Kadınları

Ağırbaşlı denize gelir yaşlı kadınlar
etraflarında düğümlenmiş şallarıyla,
zayıf ve kırılgan ayaklarıyla.

Kendi başlarına otururlar kıyıda
değiştirmeden gözlerini ya da ellerini
değiştirmeden bulutları ya da sessizliği.

Kasvetli deniz köpürür ve çağıldar,
aşar boru sesli dağları,
silkeler boğasının sakallarını.

Soğukkanlı kadınlar otururlar
saydam bir kayıkta gibi
bakarlar yıldıran dalgalara.

Nereye giderler, nerede kaldılar?
Gelirler her bir köşeden
gelirler kendi hayatlarımızdan.

Şimdi sahibi onlardır okyanusun
soğuk ve yanan boşluğun,
alevlerle dolu yalnızlığın.

Geçmişten gelirler,
bir zamanlar güzel kokan evlerden,
yanık alacakaranlıklardan.

İzlerler ya da izlemezler denizi,
bir bastonla çiziktirirler işaretleri,
ve deniz siler onların hüsnühatlarını.

Ayağa kalkıp gider yaşlı kadınlar
kırılgan kuş ayaklarıyla,
en gürültücü dalgalar
yuvarlanırken rüzgârda.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:13 PM

Okyanuslular

Denizin onuru, fok balıklarının çürümüş derilerinden
başka tanrılar olmaksızın, Antarktik kırbaçla
pataklandı yámame’ler, yağa ve dışkıya
bulanmış alacalufe’ler:
kristalden ve uçurumdan duvarların arasında
denizdeki buz kütlesinin ve gökkuşağının
çağıldayan düşmanlığı arasında sürükledi kanoyu
kurtların huzursuz aşkı
ve ateşin alazları korudu
en uçtaki ölümlü suları.

Ey insan, eğer yok ediliş inmeseydi aşağıya
karın ırmaklarına doğru,
gelmezdi katı ay
buzulların soğuk nefesi üzerine,
fakat uzaklardan gelen insandan
karın özüne dek ve Okyanus’un
en kıyıdaki sularına dek
geldi ticaret topraktan çıkarılmış kemiklerle,
her şeyin ötesinde seninle karşılaşana dek,
ki senin kanon bugün, her şeyin ötesinde, ötesinde karın,
ve buzun denetimsiz fırtınası
dolaşıyor yabanıl tuzun arasında
ve hiddetli yalnızlık arıyor
ekmeğin sığınacağı yeri, - o zaman kendinsin ey okyanus,
denizin bir damlası ve onun öfkeli mavisisin,
ve yıpranmış incecik yüreğin çağırıyor beni
ölen müthiş bir ateş gibi.

Köpüklenen şarabının uğultusuyla savaşılmış
buz katılığı bitkini seviyorum,
ve dere çukurlarının yanında
kabuklu hayvanların lambaları üzerinde ışıldıyor
ateş böceklerinin küçük ahalisi
soğukla yıldırılmış suda,
ve solgun ve hayali parıltıdan kendi şatosundaki
o Antarktik şafak.

Berrak ellerin sabah kızıllığıyla yanmış
bitkilerdeki o muazzam kökleri de
seviyorum ben,
fakat sana, sen denizin gölgesi, oğlu
buz soğuğu tüylerin, paçavra içindeki
okyanuslu, karşıt akıntılardan doğmuş
bu dalga geliyor, rüzgâr altındaki
o yaralı aşk gibi yönlendirilen.

GooD aNd EvıL 05-10-2009 01:15 PM

Okyanus

Görünümün çıplak ve yeşil midir
elma biçimin sonsuzca,
kökenin olan karanlıkta mı
yürüyor mazurkan?
Gece
daha tatlı geceden
anne tuz,
kana susamış tuz, suyun anne kubbesi,
köpük ve ilik arasından hızla geçen gezegen:
yıldız berrağı genişliklerin muazzam şefkati:
eldeki tek bir dalgayla gece:
denizin kartallarına karşı fırtına,
sülfatın izi bilinmez elleri altında kör:
o kadar çok geceye gömülmüş şarap mahzeni,
soğuk taç yaprağı kahramanı istilanın ve sesin,
şimşeğin altında yıldızda gömülmüş katedral.

Senin kıyılarının ömrü boyunca avlıyor
o yaralı at, buz soğuğu ateşle bastırılmış,
orada o kırmızı çam dönüşmüş tüyün azametine,
ve zalim kristali paramparça etmiş ellerinde,
ve adalarda o sürekli, saldırılmış gül,
ve sudan ve yarattığın aydan yapılmış taç.
Anayurdum, senin toprağına
bütün bu karanlık gökyüzü!
Bütün bu evrensel meyve, bütün bu
çılgın taç!
Yıldırımın kör bir albatros gibi koşturduğu,
Güney’in güneşinin yükseldiği
ve senin bozulmaz doğanı seyrettiği yerde
bu köpükten kap senin için.


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 06:30 AM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.