![]() |
Öfkeye Rağmen
Paslı miğferler, ölü nallar! Ama ateş ve karanlık kanla aydınlanmış bir ırmaktan bir atnalı boyunca, metalle gömüldü acılara, toprağın üstünde aktı bir ışık: sayı, isim, çizgi ve yapı. Sudan kitap sayfaları, mırıldayan dilin berrak yetenekleri, üzüm salkımlarınca işlenmiş damlalar, platinden heceler inciyle kaplı göğüslerin albenisi gibi ve pırlantalardan klasik bir ağız sundu toprağa kar beyazı ışığı. Oraya bıraktı heykel ölü mermerini uzağa, ve dünyanın ilkbaharında ışıdı mekaniğin çağı. Teknik yükseltti ülkesini ve zaman hız ve bora oldu tecimenlerin bayraklarında. Gezegeni ve bitkiyi inceleyen coğrafî bir ay dağıttı coğrafî güzelliğini topraktaki yolunda. Asya bakire kokusunu verdi bize. Kavrayış eğirdi buzsoğuğu ipi berrak günde, kandan sonra. Kağıt dağıttı önceleri karanlıkta gizlenen çıplak balı. Güvercinlerin kaçışı ayrıldı tablodan akşam kızılı ve lâcivertle. Ve insan dilleri birleştiler şarkıdan önceki öfkede. İşte böyle, kanlı taşın Titan'ıyla, zalim şahinle buğday da gelsin, sadece kan değil. Işık hançerlere rağmen geldi. |
Öfkeler ve Üzüntüler
Yüreğimde öfkeler ve üzüntüler var... Quevedo Yüreklerimizin derininde birlikteyiz, kaplanlardan bir yazın arasında dolanıp dururuz yüreğin sazlığında, bir metre serin deriye bakınarak, erişilmez dış deriden bir bukete bakınarak, ter ve yeşil damarları dalgalandıran ağızlarla karşılaşırız birbirimizle öpüşleri düşüren o nemli gölgede. Sen, ey onca ezilmiş düşten oluşan düşmanım camdan bitkiler gibi iğneleyen, ağır tehditler altında mahvolmuş çanlar gibi, siyah sarmaşığın rayiha içindeki fışkını gibi, geniş kalçalı düşmanım dokundu saçlarıma kısık sesli bir çiyle, sudan bir dille dişlerin dilsiz soğuğu ve gözlerin nefretine rağmen, ve unutuşu tımarlayan ölen hayvanlardaki savaşım, birlikteyiz şu ya da bu yerinde yazın, susuzluğun işgal ettiği dudaklarla bakınarak. Fosfor çemberle bir duvarı delip geçen bir şey varsa ve bazı uzuvların tatlı içini yaralayan ve ısırırsa her bir yaprağı bir ormanda çığlıklarda, o halde su geçirmez ve dizlerle sıradan ipekle kazanılmış boğazların arasından geçebilen kanlı ateş sineği gözlerim vardır benim de. Toplantılarda rastlantıydı külün, içeceklerin, o koyu havanın varoluşu, fakat gözlerin av kokar orada bağırları delik deşik eden yeşil ışıltınla, kanın damladığı elmaları açan dişlerin, iniltiyle güneşe yapışan bacakların, ve sedeften memelerin ve gelincik ayakların, gölgeyi arayan dişli huniler gibi, kırbaçtan ve rayihadan güller gibi, ve dahası var, dahası, dahası, göz kapaklarının arkasında bile, göğün arkasında bile, elbisenin ve yolculukların arkasında bile, insanların işediği sokaklarda, duyumsarsın bedenleri, çökmek üzere olan o ekşi kiliselerde, denizin oyunundaki kamaralarda, bakınırsın her şeye rağmen çiçeklenen dudaklarınla, kesersin kendini ağacın ve gümüşün arasından, ve büyük ürkünç damarların şişer: kavkı yok hiç, mesafe ya da demir yok, eller dokunur ellere, ve düşersin ve gıcırdatırsın siyah çiçekleri. Duyumsarsın bedenleri! Fermanların altında kalmış bir böcek gibi duyumsarsın kanın belini ve kollarsın şafak kızıllığını geciktiren kasları, ve titremelerin üzerine düşersin, yıldırım ışıltısının ve kafaların, ve sana yol gösteren dinlenen bacaklarını hissedersin. Ey özel okların yol açtığı yaralar! Nemin kokusunu alır mısın gecenin ortasında? Ya da yanan güllerle apansız bir vazonun? Çıplak geldiğin pis evlerde elbisenin, anahtarların, bozuk paraların düştüğünü duyar mısın? Sana o sessiz yolu gösteren yalnız bir eldir benim nefretim, birinin kendini uykuya fırlattığı çarşaflardır: gelirsin ve döşemeye baş aşağı düşersin, pençe yemişsin ve ısırılmışsın, ve tohumun eski kokusu doldurur ağzını unla kül grisi bir boru çiçeği gibi. Ah, hafif çılgın kupalar ve kirpikler, acılı bir ırmak yatağındaki yalnız bir güvercin gibi yarı açık bir ırmağı taşıran hava, asi suyun bir vasfı gibi, ah, maddeler, aromalar, hızlı kanatlı göz kapakları ve bir titreyiş, uysal ve korkunç bir çiçekle, ah, yüzler gibi ciddi ağır memeler, ah, yeşil balla dolu dolgun baldırlar, ve topuklar ve ayakların gölgesi ve yitik nefes ve solgun taşın yüzeyleri, ve ölüme karşı deride yükselen sert dalgalar, göksel, kanla ıpıslak unla dolu. Akar mı bu ırmak böyle ikimizin arasında, ve ısırır mısın ağızları bir kıyıda? Böylelikle gerçekten ben, gerçekten çok uzakta mıyım, ki yanan sulardan bir ırmak karanlıkta akıp gitmekte? Ah, nefret ne kadar sık anmaz ki adını, ne derindir karanlıkta, tanrı bilir hangi tozlaşmış gübre yığının altında heykelin yiyip bitirir yüreğimdeki yoncayı. Elbiseni ve kızıl alnını döven bir çekiçtir nefret, ve dışlanmış kanın bulanık baykuşları gibi düşer yüreğin günleri kulaklarına, ve kolyeler oluşur göz yaşlarından damla damla boğazında çelenk olur ve buzla yakar sesini. Böyledir bu, ki asla, asla konuşmayasın diye, bir kırlangıç asla, asla dilinin yuvasını terk etmesin diye, ve dikenler mahvetsin diye boynunu ve sert bir gemi rüzgârı mesken kursun diye sende. Nerede soyunursun? Kızıl saçlı bir Perulu için bir vagonda mı ya da bir hasat adamı için çıplak toprakta mı, buğdayın şiddetli ışığında mı? Yoksa koşar mısın korkunç bakışlı avukatların arasında, çırılçıplak, gece suyunun genişliklerinde? Bakıp durursun, ama görmezsin ayı ya da sümbülü, ya da sıvıdan damlayan karanlığı, ya da çamurdan treni, ya da yarılmış fildişini: oksijen gibi ince belleri görürsün, bekleyen ve dolgunlaşan memeleri, ve ayla solgun açgözlülüğün safiri gibi titrersin şirin göbekten güllere doğru. Niçin? Ve niçin olmasın? O çıplak günler getirir durmaksızın ezilen kızıl kumu, günün açılışını yapan pak pervaneler gibi, ve bir ay geçip gider kaplumbağa kabuğunda, kısır bir gün geçip gider, bir öküz, bir ölü, Rosalía adında bir kadın geçip gider, ve ağızda yalnızca saçın bir tadı kalır geriye, ve altın dilin susuzlukla beslenen bir tadı. Yalnızca yaşayan varlıkların bu kitlesi, yalnızca köklerle bu kap. Avlarım mahvolmuş bir tünelde gibi, başka bir aşırılıkta gibi, haksız yere unutacağım et ve öpüş, ve yitik sularda, aynalar uçurumları yaşar kıldığında, yorgunluk, o sıradan saatler vurduğunda banliyö otellerinin kapılarını, ve o renkli kağıt çiçek düştüğünde, ve sıçanlar kirlettiğinde kadifeyi ve o sefil çiftin yüzlerce kez kullandığı yatağı, anlattığında her şey beni, bir gün bitmektedir, birlikte olmuşuzdur, sen ve ben, fırlatmışızdır bedenlerimizi baş aşağı, kurmuşuzdur ne yaşayan ne de ölen bir binayı, biz, sen ve ben, birlikte aynı ırmakta sürüklenmişizdir tuzla ve kanla dolu zincirli ağızlarla, biz, sen ve ben, almışızdır yeşil ışığı tekrar titremek için, ve yeniden arzulamışızdır o büyük külü. Belki bizim için asla belirlenmemiş yalnızca bir günü anımsarım, durdurulmayan bir gündü, başlangıcı olmayan. Perşembe. Bir adamdım, rasgele bir kadınla birlikteydim şans eseri karşılaştığım, soyunduk ölmek ya da yüzmek ya da yaşlanmak için sanki ve birbirimizin içine işledik, etrafımda bir delik gibi kapandı, bir çanı çalan kimse gibi ezdim onu, çünkü beni yaralayan sesti o ve o sert kubbe titremeye yazgılı. Kıllarla ve deliklerle utandırıcı bir ilişkiydi, ve ilikle şirinliğin kenarlarını çiğneyerek ve taşlarla itaatkar devinimlerin arasında ulaştık üreme organlarının o büyük taçlarına. Limanlar hakkında bir anlatıdır bu kişinin rasgele ulaştığı, ve birçok şey oluverir tırmandığında insan yücelere. Ey düşman, düşmanım, acaba sevda batmış mıdır tozda, sadece et ve kemikler mi kalmıştır aceleyle tapınılan, yiyip bitirirken ateş kendisini ve kızıl giyimli atlar dörtnal giderken cehenneme? Yulafı isterim ve yıldırımı derimin altında, ve öfkede yayılan o aç gözlü taçyaprağı, ve kiraz ağacının dudak biçimli yüreği Haziran ayında, ve amaçsızca alazlanan yavaş karınlardaki huzur, fakat gözü yaşlı kireçli bir toprağa ihtiyacım var ve köpüğü bekleyebileceğim bir pencereye. Hayat böyle işte, koş yaprağın arasından, bir siyah sonbahar geldi, koş yapraklardan bir etekte ve sarı metalden bir kuşakta, mevsimin sık sisi kemirirken taşları. Koş ayakkabılarınla, çoraplarınla, grice paylaştırılmış, ayağının çukuruyla, ve yaban tütün gibi tapınmak isteyen bu ellerle, çarp ayaklarını merdiven yukarı, yırt o siyah kağıt perdeleri kapılardan, ve çık güneşin ortasından ve öfkeden bıçaklardan bir günde, üzünçten ve kardan bir güvercin gibi atılmak için üzerine bir bedenin. Tek bir saati vardır, bir damar gibi uzun, ve asitle hiddetli zamanın sabrı arasında yok oluyoruz, ayırırken korkuyla sonsuzca yok edilmiş şefkatin hecelerini birbirinden. |
Ormanlarda Doğmuş
Pirinç kendi un tanelerini geri alırken topraktan, pekiştirirken buğday kendi küçük kalçalarını ve kaldırırken yüzünü binlerce elle, aceleyle seğirtirim erkekle kadının birbirlerini kucakladığı o yaprak barakaya, dokunmak için sürmekte olandan sayısız denize. Sedefin saldırıldığı bir beşikte gibi gelgitin kendiyle getirdiği o alet edevatın biraderi değilim ben: çöpün ölümle savaştığı yerde titremiyorum, uyanmıyorum karanlığın kavgasında, ani çanların boğuk sesli dilinden korkmuş, ben olamam, yolcu değilim ben rüzgârın en son siperi titrer ayakları altında ve zamanın katı dalgaları ölmek için döner geri. Elde tutuyorum tohuma yaslanarak uyuyan güvercini, ve onun kireçten ve kandan yoğun mayasında yaşıyor Ağustos, yaşıyor doğrulmuş ay kendi derin kadehinden: kapıyorum elimle büyüyen kanadın yeni gölgelerini: kök ve tüy biçimlendirecek sabahın içeriğini. Damlanın muazzam kabarışı ya da gözkapağının açık durma isteği azalmıyor hiç, ne demir elli balkondan yukarıya ne de terk edilmiş kışta deniz kenarında, ya da benim yavaş adımlarımda: varolmak için doğdum ben çünkü, yaklaşan ne varsa onlarla çevirmek için adımlarımı, göğsüme çarpan ne varsa onlarla yeni ve titreyen bir yürek gibi. Elbisemin yanında paralel güvercinler gibi duran hayat ya da benim kendi oluşumda ve şaşkın sesimde dolan, tekrar varolmak için, kavramak için yaprağın çıplak havasını ve toprağın ıslak doğumunu çelenkte: ne kadar daha geri döneceğiz ve varolacağız, ne kadar daha en derinde gömülmüş çiçeğin kokusu, en ince toza dönmüş dalgalar o yalçın kayalıklarda, saklayacak anayurtlarını bende tekrar öfkede ve rayihada yer almak için? Ne kadar daha ormanın yağmurdaki eli gelecek bana bütün iğneleriyle dokumak için yaprakların yüksek öpüşlerini? Bir kez daha işitiyorum taçyapraklarla dolu ışığın gelişini dumanda ateş gibi ve topraksı külden filizler, ve değil mi ki ayırıyorum toprağı başaktan bir ırmakta erişiyor güneş ağzıma tekrar mısır tohumu olacak gömülmüş eski bir gözyaşı gibi. |
Ormandaki Kurtçuklar
Bir şey düştü o eski ormanda, belki fırtınaydı bitkilerin ve humusun arasından süpüren, ve düşen ağaç gövdelerinde mayalandı mantarlar, salyangozlar çekti kusturan iplerini, ve yücelerden düşen ölü ağaç doldu deliklerle ve korkutan larvalarla. İşte böyle senin böğrün, anayurt, böceklerden oluşan o felaket hükümet kaynaşıyor yaralarında, dikenli telleri kemiren o şişko satıcılar, Saray’dan gelen kuyumcular, mikroplar ve zürriyetini birleştiren kurtçuklar, dans ederken o coşkun sambasını, örtünmüş hainin paltosuyla seni kemirenler, arkadaşlarını hapse tıkan gazeteci, hükümeti kuran o menfur muhbir, yaganes yerlilerinden soyduğu altınlarla bir bulvar gazetesinin patronu olan züppe, bir talaş parçası gibi aptal amiral, kendi vasalları üzerine dolarlarla dolu bir cüzdanı boşaltan gringo. |
Orizaba Yakınında Melankoli (1942)
Bir ırmaktan, bir geceden, soğuk havada kendisini gösteren ve dağıtan gökyüzünün bütün enlemlerinde bazı yapraklardan başka ne var ki sana? O yüzden açılıyor aşkın yelesi kar gibi ya da bölünmüş adalar denizinin suyu gibi, ateşin yeraltındaki gıcırtısı gibi, ve tekrar bekliyor kulübelerde yaprakların çok sık olarak titreyerek düştüğü yerde, yutulduğu yerde bu esneyen gırtlakta, ve yağmur parıltısı yayıyor kendi sarmaşık bitkilerini gizli mısır tohumunun çanlarla ve damlalarla dolu yapraklarla buluşmasından, değil mi? Ne kadar da nemli bir sesi var uğuldayan uyuyan atın kulağında ve sonra batan malt yapılmış buğdayın altınına ve üzümde berrak bir gün getiriyor gün için. Seni çağıran dehlizsiz, duvarsız Güney’deki yerde ne bekliyor seni? Toprak çanak elinde dinliyorsun ova çiftçisi gibi ve kulak kabartıyorsun köklere: uzaklardan korkunç bir fırtınası yarıkürenin, karabinalıların dörtnalları don soğuğunda: sudan yapılmış incecik liflerle zamanı diken iğnenin ve yıpranmış dikişinin çatladığı yerde: maviyle dolu ağzıyla uğuldayan gecenin yabanıl yarığında bulduğun ne? Belki bulunur uzun süredir saklanmış bir gün, bir diken uzatıyor o eski günde çözünen suçunu ve yırtıyor o çok eski bayrakları. Kim korudu o kasvetli ormandan bir günü, kim bekledi taşın bazı saatlerini, kim dönüyor etrafında zamanın mahvettiği mirasın, kim kaçıyor uzaklaşmadan havanın merkezinden? Bir gün, umutsuz yapraklarla dolu bir gün, bir gün, bir ışık, gök yakut mavisi soğuğuyla parçalanmış, önceki günün boşluğunda saklı bir sessizlik dünden, uzak bölgelerin kibirli sessizliğiyle. Seviyorum meşinden karmakarışık saçını senin, senin yabanıllıktan ve külden Antarktik güzelliğini, döğüşken göklerinin acı dolu ağırlığını: seviyorum beni beklediğin o günün esen havasını, biliyorum ki toprağın öpüşleri değişmez, ve değişmiyor, biliyorum ağacın yaprağı düşmüyor, ve düşmüyor: biliyorum aynı şimşek koruyor metallerini ve bu korunmasız gece aynı gecedir, fakat bu benim gecemdir, fakat bu benim bitkimdir, saçlarımı tanıyan buz soğuğu gözyaşlarındaki su. Keşke beni dün insanda bekleyen şey olabilseydim, defne yaprağıyla, külle, yığınla, umut yayıyor göz kapaklarını kanda, mutfağı ve ormanı dolduran kanda, siyah tüyle örtünen demir gibi fabrikalar, kükürt ekşisi terle delik deşik madenler. Sadece bitki ülkesinin ısıran havası değil bekleyen beni: sadece karın ihtişamı üzerindeki şimşek değil: soğuktan iki ürperti gibi yükseliyor gözyaşları ve açlık anayurdun kulesine ve çalıyor çanları: Ve bu yüzden, ortasında hoş kokulu göğün, bu yüzden, Ekim parıldadığında ve Antarktik ilkbahar kaydığında şarabın pırıltısında, işitilir bir şikayet ve bir tane daha ve bir tane daha ve bir tane daha bulana kadar karı ve bakırı, yolları ve gemileri, ve sızana dek gecenin ve toprağın içinden ta onları işiten kanayan gırtlağıma. Halkım, ne diyorsun? Gemici, piyade, belediye başkanı, güherçile işçisi, işitiyor musun beni? İşitiyorum seni ölmüş birader, yaşayan birader, işitiyorum seni, özlediğin her şeyi, toprağa gömdüğün şeyi, her şeyi, kuma ve denize akıttığın kanı, korkutan ve savaşmaya devam eden rast gelinen yürek. Ne buluyorsun Güney’de? Nereye düşüyorsun, yağmur? Ve arada, hangi ölüler kırbaçlanmış? Benim, Güney’den gelenler, terk edilmiş kahramanlar, acı öfkeden dağılmış ekmek, kalıcı üzünç, açlık, katılık ve ölüm, düştü yapraklar üzerlerine onların, bu yapraklar, askerin göğsü üzerindeki ay, bu ay, sefilliğin sokağı, ve insan sessizliği her yanda, soğuk damarları tepedeki kampanaya kaçamadan katılaştıran ruhumun ışığını duyarsız bir metal gibi. Filizlerden oluşan anayurt, çağırma beni, uyuyamam kristalden ve karanlıktan oluşan bakışın olmadan. Boğuk çığlığı suların ve yaratıkların titretiyor beni ve dolaşıp duruyorum düşlerde kıyısında yüceltilmiş köpüğünün ta senin mavi kuşağındaki en kıyıdaki adada. Fakir bir gelin gibi uysalca çağırıyorsun beni. Senin çelikten büyük ışığın kamaştırıyor beni ve arıyor beni köklerle örtülmüş bir kılıç gibi. Anayurt, paha biçilmez toprak, yiyip bitiren, alazlı ışık: ateşin ortasındaki kömürün düşüşü gibi korkunç tuzun, çıplak gölgelerin senin. Beni dün bekleyen şey olsaydı yalnızca, ve bir avuç gelincikte ve tozda direnç gösteren şey olsa yarın. |
Onca Ad
Pazartesiler içine geçer salıların ve hafta bütün bir yılın: kesilmez zaman yorgun makaslarınızla, ve günün bütün adları yıkanır gecenin sularıyla. Kimse talep edemez Pedro olmayı, Rosa ya da María olmayı, hepimiz tozuz ya da kumuz, hepimiz yağmur altındaki yağmuruz. Konuştular benimle Venezüellalar, Paraguaylar ve Şililer hakkında, bilmiyorum neler söylediklerini: yalnızca yeryüzünün derisini bilirim ve bir adı olmadığını. Çiçeklerden daha çok hoşnut etti beni kökler, arasında yaşarken onların, ve bir taşla konuştuğumda çınladı bir çan gibi. Çok uzundu ilkbahar bütün bir kış sürdü. Kaybetti zaman ayakkabılarını: bir yıl dört asır gibi sürdü. Uyuduğumda her gece, nasıl çağrılırdım ve nasıl çağrılmazdım? Ve uyandığımda kimdim ben uyurkenki değildiysem eğer? Bunun anlamı ancak yeni doğmuş olmaktan ziyade hayatın içine indik demektir, öyleyse doldurmayalım ağızlarımızı onca güvenilmez adla, onca hüzünlü resmiyetle, onca şatafatlı harfle, onca seninle ve benimle, kağıtlardaki onca imzayla. Her şeyi karıştıran bir kafam var, birleştiren ve yeni doğmuş yapan, karan, soyan, dünyadaki bütün ışık sahip olana dek okyanusun tekliğine, o cömert bütünlüğe, o çatırdayan rayihaya. |
Oligarşiler
Hayır, daha kurumamıştı bayraklar, uyumamıştı askerler henüz, özgürlük giyitlerini değiştirdiğinde ve dönüştürdüğünde kendini mülke: yeni ekilmiş topraklardan yükseldi, yeni bir kast doğdu, kalkanlı, polisli ve hapisli yeni zengin bir güruh doğdu. Çektiler kara bir çizgi: >>Biz burada, Meksika'nın porfiristleri (*) , Şili'nin 'şovalyeleri', işsiz güçsüzleri Buenos Aires Jokey Kulübü'nün, süslü püslü 'özgürlük savaşçıları' Uruguay'ın, Ekvador'un uyuşukları, kiliseye ait yamalar her taraftan.<< >>Şeytan canımızı alsın, proleterler, kansız kızılderililer, Meksika'lı yoksul canlar, melezler, domuz ağıllarında üst üste yığılmışlar, acizler, yamalılar, bitliler, domuzlar, ayaktakımı, iradesizler, sefiller, kirliler, tembeller; yani halk.<< Her şey bu kara çizgiye göre kuruldu. Başpiskopos vaftiz etti bu duvarı ve afaroz etti bu kast duvarını tanımayan isyancıyı. Cellat elleriyle yaktı Bilbao kitaplarını. Polis gözetime aldı duvarı, ve o kutsal mermere yaklaşan aç adamın başında paraladı sopayı ya da hapse koydu ya da askere aldı tekme tokat. Dinginlikte ve güvenlikte hissettiler kendilerini. Kayboldu caddelerde ve tarlalarda halk yaşamak için tıkış tıkış, penceresiz tabansız, gömleksiz, okulsuz, ekmeksiz. Amerika kıtamız boyunca bir hayalet geziyor çöple beslenen, cahil, gezgin, her bir enlem ve boylamda aynı, bataklığın mahpuslarından yeni salıverilmiş, ayyaş ve serseri biri; giysiler, düzenler ve kravatlar arasında boğulan o korkunç hemşehrisinin işaretlediği. Meksika'da pulque (**) yapıyorlar O'nun için, Şili'de mor renkli litre-şarabıyla (***) zehirlediler O'nu, kemirdiler ruhunu bedeninden parça parça, kitabı ve ışığı yasakladılar O'na, toz toprağa düşene kadar, iki büklüm eğildi veremin tavan arasında, ve dinsel törenle gömülmedi: O'nun için yapılan tören, çıplak cesedini adsız diğer cesetlerin arasına atmaktı. |
Okyanusun Yaşlı Kadınları
Ağırbaşlı denize gelir yaşlı kadınlar etraflarında düğümlenmiş şallarıyla, zayıf ve kırılgan ayaklarıyla. Kendi başlarına otururlar kıyıda değiştirmeden gözlerini ya da ellerini değiştirmeden bulutları ya da sessizliği. Kasvetli deniz köpürür ve çağıldar, aşar boru sesli dağları, silkeler boğasının sakallarını. Soğukkanlı kadınlar otururlar saydam bir kayıkta gibi bakarlar yıldıran dalgalara. Nereye giderler, nerede kaldılar? Gelirler her bir köşeden gelirler kendi hayatlarımızdan. Şimdi sahibi onlardır okyanusun soğuk ve yanan boşluğun, alevlerle dolu yalnızlığın. Geçmişten gelirler, bir zamanlar güzel kokan evlerden, yanık alacakaranlıklardan. İzlerler ya da izlemezler denizi, bir bastonla çiziktirirler işaretleri, ve deniz siler onların hüsnühatlarını. Ayağa kalkıp gider yaşlı kadınlar kırılgan kuş ayaklarıyla, en gürültücü dalgalar yuvarlanırken rüzgârda. |
Okyanuslular
Denizin onuru, fok balıklarının çürümüş derilerinden başka tanrılar olmaksızın, Antarktik kırbaçla pataklandı yámame’ler, yağa ve dışkıya bulanmış alacalufe’ler: kristalden ve uçurumdan duvarların arasında denizdeki buz kütlesinin ve gökkuşağının çağıldayan düşmanlığı arasında sürükledi kanoyu kurtların huzursuz aşkı ve ateşin alazları korudu en uçtaki ölümlü suları. Ey insan, eğer yok ediliş inmeseydi aşağıya karın ırmaklarına doğru, gelmezdi katı ay buzulların soğuk nefesi üzerine, fakat uzaklardan gelen insandan karın özüne dek ve Okyanus’un en kıyıdaki sularına dek geldi ticaret topraktan çıkarılmış kemiklerle, her şeyin ötesinde seninle karşılaşana dek, ki senin kanon bugün, her şeyin ötesinde, ötesinde karın, ve buzun denetimsiz fırtınası dolaşıyor yabanıl tuzun arasında ve hiddetli yalnızlık arıyor ekmeğin sığınacağı yeri, - o zaman kendinsin ey okyanus, denizin bir damlası ve onun öfkeli mavisisin, ve yıpranmış incecik yüreğin çağırıyor beni ölen müthiş bir ateş gibi. Köpüklenen şarabının uğultusuyla savaşılmış buz katılığı bitkini seviyorum, ve dere çukurlarının yanında kabuklu hayvanların lambaları üzerinde ışıldıyor ateş böceklerinin küçük ahalisi soğukla yıldırılmış suda, ve solgun ve hayali parıltıdan kendi şatosundaki o Antarktik şafak. Berrak ellerin sabah kızıllığıyla yanmış bitkilerdeki o muazzam kökleri de seviyorum ben, fakat sana, sen denizin gölgesi, oğlu buz soğuğu tüylerin, paçavra içindeki okyanuslu, karşıt akıntılardan doğmuş bu dalga geliyor, rüzgâr altındaki o yaralı aşk gibi yönlendirilen. |
Okyanus
Görünümün çıplak ve yeşil midir elma biçimin sonsuzca, kökenin olan karanlıkta mı yürüyor mazurkan? Gece daha tatlı geceden anne tuz, kana susamış tuz, suyun anne kubbesi, köpük ve ilik arasından hızla geçen gezegen: yıldız berrağı genişliklerin muazzam şefkati: eldeki tek bir dalgayla gece: denizin kartallarına karşı fırtına, sülfatın izi bilinmez elleri altında kör: o kadar çok geceye gömülmüş şarap mahzeni, soğuk taç yaprağı kahramanı istilanın ve sesin, şimşeğin altında yıldızda gömülmüş katedral. Senin kıyılarının ömrü boyunca avlıyor o yaralı at, buz soğuğu ateşle bastırılmış, orada o kırmızı çam dönüşmüş tüyün azametine, ve zalim kristali paramparça etmiş ellerinde, ve adalarda o sürekli, saldırılmış gül, ve sudan ve yarattığın aydan yapılmış taç. Anayurdum, senin toprağına bütün bu karanlık gökyüzü! Bütün bu evrensel meyve, bütün bu çılgın taç! Yıldırımın kör bir albatros gibi koşturduğu, Güney’in güneşinin yükseldiği ve senin bozulmaz doğanı seyrettiği yerde bu köpükten kap senin için. |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 06:30 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.