![]() |
İşte yine kapağından girdim sevgili günlüğüm ve yine karanlığın
kurşunlarıyla tıka-basa dolu şarjörlerim.Sen yine bana katlanmaya mecbursun.Başka çaren yok,zira senin de bahtın bana bağlı,ben karardıkça,senin pamuk tarlaları gibi beyaz,buğday tarlaları gibi umut dolu olması gereken sayfaların da kararacak. Benim günlerime güneş,*******ime mehtap doğdukça,sen de güneşle gülüp,mehtapla kucaklaşacaksın.Ama hiç şansın yok biliyorsun, benim günlerime ne güneş doğacak ve ne de *******imde mehtap kokacak. Daha önce de söylediğim gibi,bu kadehleri bozkırlar şerefefine kaldırdıkça ben sevgili yerine,dervişin hikayesine daha çoook teslim olacaksın sen.Kaldı ki kurtuluş ihtimalin de yok bundan. Zaten biliyorsun ya,bir kere daha fısıldayayım gecenin ütülenmiş sessizliğini bozmadan. Aşk! Uğramadan geçti benden,ne ayak sesini duydum eşiğimde,ne de ıslık çalan dudaklarının kokusunu hissettim nefesimde,usulcacık gidivermiş işte, ben daha bugün-yarın derken.Şimdi de bugün yarın diyorum ama,aşka ya da,seni seviyorum deme ihtimaline değil de artık,musalla taşının soğuk tenine. Hayır hayır!Haksızlık etmiyorum kendime,aksine o kadar da eminim ki artık geleceğin ellerinden gül koklamayacağıma.Hayata dair olanları yaşayıp öğrendikçe bundan daha fazla emin olunmaz. Söylemiştim sana,bir gariplik var bu işte,bu ben bu dünyadan olamam. Öyle bir yanlış var ki bir yerlerde,nefes almak bile işkence oluyor hücrelerimin ayrı ayrı her birine.Eskiden de mi böyleydi,yoksa sonradan mı oldu çözemedim,çözemiyorum bir türlü.Çözmek için çabaladıkça da ben düğümleniyorum bu defada düğüm-düğüm.Anlıyorum ki ben bu gezegenden değilim. "Mutluluk" denen bir şey gerçekten var mıydı,yoksa sadece laf mıydı bilemiyorum.Daha önceleri merak eder dururdum ama,artık yoruldu ruhum, pes ettim.Yaktım hayata kalkan kırmızı bayrakları.Beyaz bayrak mı? Şaçmalama şimdi,uğruna savaşılacak bayrak mı kaldı ki?Daha demin demedim mi ben bu gezegenden değilim diye?Öyleyse her şey,hiç bir şey demek olmuyor mu? Anlıyorsun değil mi?Ben artık hiç bir şey için yaşıyorum. Hiç bir şey oldu herşeyim.Her şey! ve Hiç bir şey! İşte hayatımın bundan sonraki anlamı.Siyah-beyaz filmler gibi başladı ve siyah-gri olarak sürmeyi sürdürecek bundan sonraki günlerin üçü, ya da beşi. |
Çok zamandır aynı idi değişmezdi *******imiz. Son günlerde, o sarsıla, sarsıla ağlardın ben sigâralar içerdim peş peşe ağlardı , fakat bilmezdin göz yaşlarının, tümü kaderin deki yazının kelimesini bırak harfine dahi silmeyeceğimi.
Dedim Ya : hep aynıydı *******imiz. Buğulu camın ardındaki sokak lambasında teselli bulurduk. Sanki kar,yağarken kimilerine göre garip bir alışkanlıktır belki kim bilir : Bazenda sobanın üzerinde ki çaydanlığın gizemli cızırtılarını dinlerdik. Hiç konuşmadan : bir çocuğun annesinden ninni dinlediğimiz gibi. Ben ona ağlarken katılmazdım. Gerçi niçin ağladığını bilmezdim Çoğu zaman çoğu zaman bahaneler bulurdu kendince; Sudan bahaneler.En ufak bir tartışmada sığınırdı göz yaşlarının ardına . Belki yüreğimin katı olduğunu düşünürdü: neden yalan söyleyip çıkıp ta şimdi yağan karın altında aramak gelmiyor içimden onu Çünkü giderken açık bıraktığı gönlümdeki kapı hala açık . Yine soba üzerindeki çaydanlığın cızırtılarını dinliyorum. Pencereden sokak lambasının altındaki yağan kara bakarak bir musiki gibi ama farklı bir şey var. Ben ağlıyorum... Ama inkâr edemem. gece gibi karanlık saçlarını ve ay gibi parlak yüzünü özlediğimi. Hoyrat bir rüzgâr esiyor sanki. Yağmur damlaları gibi yuvarlanan göz yaşlarımı üşütüyor; boğazıma bir şeyler düğümleniyor taş gibi. Sonra o taş gibi şeyi yutuyorum. Sanki nefes alsam seni kaybedeceğim açsam gözlerimi hayalin silinecek gözlerimden, bilirsin duygular davetsiz misafir gibidir. Giderken açık bıraktığın gönül kapılarımdan girdiler. Ve işte açmıyorum gözlerimi. |
Bu benim ona yazdığım eline geçmeyen, göndermediğim veyahut gönderemediğim bilmem kaçıncı mektubum;her ne hikmetse bilmiyorum ama beynimdeki düşünceler iki noktada birleşiyor.Birincisi mektupları hep gece yazarım camın önünde sokak lambasına bakarak, yarasalar mı ilham getirir sokak lambamsımı bilmiyorum ikincisi gece insan daha cesur oluyor *******i düşündüklerimi sabah ilk iş yapmak olacak diyorum ama yapamıyorum.
Bazen kendi kendime sorular soruyorum acaba diyorum ona olan duylularım körelmiş midir sonra kendi sorularıma kendim cevaplar buluyorum eğer duygularım körelmiş olsa diyorum ona bu mektupları yazarıyım ve bir sanat eseri gibi saklar mıyım .Bir hisse senedi gibi, değerli bir tablo gibi. Tabi bu soruların gerçek cevaplarını bende bilemiyorum.omuzlarımın taşımayacağı yükleri taşıyamamaktan mı korkuyorum onu da bilmiyorum . Zamanla duygularıma gem vuramadığım için şimdi tutup ta zamanı suçlamanın bir anlamı yok suçlamıyorum işte bende zamanı buna hakkımda yok zaten. Şimdi yüklendiğim sorumlulukları bir hamalın sırtındaki yükü devenin sırtındaki kamburu taşımaya mecbur olduğu gibi bende bu sorumlulukları taşımaya mecbur hissediyorum kendimi. Ve işte zaman ilerledi sırf bize inat olsun diye saatin akrebiyle yel kovanı on ikide buluştular.zoraki gözlerimi kapatmak istiyorum ve dahası uyumak . Uyumak öyle kolay iş değil insanın uyuması için kendisiyle barışık olması gerek ben nasıl barışırım kendimle ben benliğimi ona verdim ve o yok işte. Beklenen gün gelir ve beklenen gelmezse intiharın eşiğine gelmişin demektir |
SİL BAŞTAN
bugün hayatıma yeniden başLıyorum. evet bugün benim hayattaki ilk günüm. nefes alıyorum artık istanbul boğmuyor beni. ve ben bir kış mevsimini daha geride bırakıp sıcacık yaz günLerime dönüyorum belkide en iyisi bu. hiç ağlamamak hayal kurmamak ve belkide beklememek birşeyleri. çek git diyorum kendime çek git. bir kez de beklenen ol bekleyen değil birkez de sen ağlat . başla sil baştan herşeye sil baştan hayata . bugün eski hayatıma dönüyorum. bak artık gözlerim ıslak değil. tabikide unutmadım seni ama artık yoksun. yok olduğun için mutluyum artık bu mutluluğu hissetmek çok güzel. hayır ben yalancı değilim elbette çok sevdim seni ve eğer duymak istediğin buysa evet hala seviyorum seni ama bu benim kışları terk edip yazlara dönmeme engel değil yada mutluluğuma engel değil sende mutlu ol. bugün yeni birgün bugün hayatımın ilk günü ve ben bugün yaşıyorum bu kadar bencil olma elbette aşık olacağım başkalarına. onlarda beni terk edip gidecek belki ama senin kadar acı çekmeyeceğim birdaha emin ol . merak etme kimse senin kadar acıtmaz canımı hem sen neden bu kadar beni düşünüyorsunki? sen değilmisin beni bırakıp giden büyülü aşkımla neden sorguluyorsun beni. bir saniye beynim seni algılamada zorluk çekiyor . demek beni seviyorsun. bunun için geç kalmadın mı? gidemez miyim sence. giderim. seni ne kadar sevsemde giderim . çünkü benim hayattaki ilk günüm beni andığın zamanlarda çok sevilmiştim dersin. ama şimdi ben yokum ho$çakal... |
Bir yüzükte saklı sana olan sevgim
Hatirlar misin bilmem ama ben hiç unutmadim o ilk anlarda ki heyacanimizi. Düsünüyorum da; ikimizin arasinda da olsa yüzük takmaya karar verdigimizde ne kadarda mutlu olmustuk.Sanki tüm sevgimiz o yüzüklerde toplanmisti.Senin benim,benim senin oldugunu kanitlayan,baskalari tarafindan algilanabilecek tek görsel nesnelerdi onlar. Daha ilk baslarda bizim için nese kaynagi olmuslardi. Benim yüzük ölçümü tutturamamistin.Ite kaka zor sokmustum parmagima. Birdaha çikmasi gerçekden de zordu. Sende piskin piskin "Ben zor kazanilan bir insanimdir.Kalbine zor girerim,kolay çikmam.Baksana yüzük bile bunu anlatiyor"demistin. Nekadar gülmüstük ozamanlar.Seni her sikistirdigimda ";yüzük" der çikardin öbür taraftan. Böyle olacagini bilemezdik degil mi? Simdi neden diye soruyorum da kendime. Yüzük hala parmagimda ama sen yoksun. Içimde ki hesaplasma hiç bitmiyor. Hersey bana çok banel gelmeye basladi. Hiç çikarmayacagima söz verdigim,bedenimin parçasi olan bir yüzük vardi.Mutluyudum,mutluyduk. Ya simdi?Artik senin taktigin yerde durmuyor.Yüzük parmagimdan çikti inatla serçe parmagima taktim onu. Tamam artik son yerindesin,söz verdim,seni çikarmayacagim dedim.Ancak artik ellerimi yikarken bile düsüyor parmagimdan.Içim sizliyor aliyorum tekrar. Bu öyle olasi bir olay oldu ki benim için çikmadiginda senin beni düsündügünü zannediyorum,içimde sicaklik hissediyorum. Senden ayrildikdan sonra ruhumla beraber bedenimde zayifladi. Senin sevgini tutamamis bir ruhum,senin hediyeni tutamayan bir bedenim var artik. Çikarip atamiyorum ama kaybolsun istiyorum. Habersizce,onu asla bulamayacagim bir sekilde. Tipki onu bana verenin yaptigi gibi,senin yaptigin gibi. Biliyorum üzülecegim,arayacagim günlerce.Ama sonunda alisacagim.Sadece hatiralarimda kalacak. Yüzük! Esin olmadan ne kadar anlamsiz ve degersizsin degil mi?Bunu biliyorsun ve benden kaçmayi diliyorsun.Niye?Bulabilecek misin esini?Bizim canli bedenimizle yapamadigimizi sen cansiz varliginla yapabilecek misin? Beni bu sekilde düsünecek kadar saflastiran sen degil misin?Git artik yüzük seni istemiyorum. Sen git izin kalsin. Tipki sahibin gibi.... |
Bugün kötüydü hem de çok. insanların hayatında dönemeçler oluyo ya aynı öyleydi. yıpranmış ömrümün belki ilk dönemeciydi belki de hiç bitmeyecek dönemeçlerimden sadeece birriydi. hep aynı şarkı çalıyordu uyuyorum uyuorum bu sensizik bitsin diye. niye uyuyordu ki? bu sensizlik zaten hiç bitmeyecekti. nereye kaçsan peşindeydi. uyuyunca günler çabuk geçmyordu ki sadece onu daha çok düşünüyodun, özlüyodun. ama o yoktu. o nerdeydi. sen onun için ağlarken belki de o kahkalarla gülüyordu. seni çok sevdiğini bilmiyordu. oysa sen her anı onu düşünerek onu isteyerek geçiriyodun. ama o istediğini elde etmişti bi kere seni unutmuştu bile. sen onun sevgilisiydin. sorarlarsa gösterebileceği birisiydin. oysa o. o herşeydi. o tektaneydi. o şimarıktı. o alçaktı zalimdi. bunu bi tek sen biliydun başkaları değil. onu seviyordun sevmekte istemiyodun, ağlıyodun ağlıyodun. aama hıçkırıklarını sadece sen duyuyodun. onu sıkıca sarma istiyodun ölesiye ama o gidiyordu kaçıyordu. sen onun belki de oyuncağıydın. ayrılığa yürek dayanmaz diyodun şarkı söylüyodun aptal gibi hayata gülüyodun karşı geliyodun o gülüyordu, kaçıyordu. umursamıyordu. senin bişiler umurundaydı ama onun değildi. sen seviyodun o diğil. oysa sen sevmek istemiyodun ama seviyodun lanet olsun ki seviyodun. bıçaklandığında ağlamaktan geberiyoddun o işin dalgasındaydı. o umursamazdı, bencildi. o senin farkında bile değildi. anlamıyodun lanet ediyodun allaha kaderine. neden ben diyodun neden ben. neden başkası değil işkence diyodun bitsin bu işkence. oysa bilmiyodun ki herkes böyle herkeste aynı dert belki de bilmek istemiyodun. sen seviyodun hemde ölümüne.........
|
SENİN OLMADIĞIN O YERDE
Adına aşk koyduğun o büyük boşluğa ben koca bir hayat sığdırdım... Beni sevmemene isyan edip kaçmak, sende aradıklarımı hayatla doldurmaya çalışmak, ruhumun en büyük yanılgısıydı... Hayat bana en acımasız yüzünü sevgini inkar ettiğim zamanlarda gösterdi... Ve şimdi asıl olmam gereken yerde, hayata başladığım yerde, kalbindeyim... Vazgeçilmez oluşunun sırrı bu işte: Senin olmadığın yerde ne olduğunu biliyorum ... Cezmi ERSÖZ |
Daha Fazla Yabancı Ölmek İstemiyorum Sana
İyilikten, saflıktan ulaşamadım kendime burada… Burası durmadan hızlanan bir kent. Burada sonsuz arzu çarpışır. Sonsuz acı… Sonsuz hırs… En başlarda ne istedim tam bilmiyorum. Ama öyle açık ve duruydu ki gördüğüm herşey, nereye ve kime baksam beni kendisine inandırıyordu. Henüz içimde bir başkası yoktu. İçimde benden ayrı, bana karşı bir ses yoktu. Gidemediğim yerleri mutlu özlerdim, çünkü gitmesem bile bilirdim ki oraları da benden bir parçaydı. Çok az ve usulca konuşulurdu. Çünkü sessizlik vardı ve ve bu sessizlikte en küçük sesler bile çabucak yayılırdı heryere. Sessizlik kutsaldı, çünkü bütün sesleri o saklardı koynunda. Evlerin önünde küçük bahçeler vardı. *******i ışıl ışıl yanan küçük düş ağaçları vardı. Herşey bizim için yaratılmıştı sanki, göründüğü gibi olan ruhumuza göre. ******* gündüzlere usulca sokulurdu. Yavaştı herşey. Çok yavaş… Kutsal ve sonsuz bir aynaydı gökyüzü. Kendisine içtenlikle ve sabırla bakanların ismini sayıklardı… O zaman da vardı kötülük ve şiddet… O zaman da vardı yalan ve sevgisizlik… Ama yavaş dönerdi dünya. Garip, kutsal bir sessizlik vardı heryerde. Utanırdı kötüler yaptıklarından. Pişmanlık duyulurdu her yalandan sonra. Sanki mecbur kalındığı için sevgisizdi insanlar. Top oynardık mezarlıklarda. Ölüler dünyanın en sevecen insanlarıydılar. Hayatı onlar sevdirirdi bize. Aynı güneşin altına uzanırdık birlikte. O zaman bir tek kalbim vardı benim. Gözlerim bana aitti nereye gitsem. İçimde kendi sesimden başka hiçbir ses yoktu. Hayatın o dinmeyen ağrısıyla hatırlardım kendimi. Susar dinlerdim. O ağrıyı incitmemeye çalışırdım. Kaçmazdım ondan. Bilirdim ki istesem de kaçamam ondan. Güneşin doğuşu ya da batışına nasıl saygı duyuyorsam ona da öyle derin bir saygı duyardım… Toprak, içimde sakladığım halde ulaşamadığım sevgiliydi… Kendimle değil, toprağın sırrıyla yarışırdım. Kendimden değil, toprağın sırrından ürkerdim… Bu ürküntüyle barışmak için sık sık toprağa yüz sürerdim. Koklardım onu. Çıplak bir hazla yürürdüm üzerinde. Kalbimin üzerinde yürür gibi… Sonra sular geliyor aklıma. Aktıkça yüzün gibi aydınlanan sular. İlk orada hatırlıyorum seni. İçimde henüz başka bir ses yokken. Kalbim ve gözlerim sadece bana aitken… O suların peşinde, hayatımın peşinde, yüzünün peşinde… İlk orada akıp giden sularda seninle kendimi gördüm. En çok sende sevdim kendimi. Akıp giden sularda. İlk kez sende gördüm özlemlerimi… Akıp giden kalbimi… O parçalanmış ve sadece sana ait benliğimi ilk kez sende gördüm… O yavaşça dönen dünyayı, bütün sesleri içinde saklayan o kutsal sessizliği… Kendisine sabırla ve içtenlikle bakanın adını sayıklayan o sonsuz gökyüzünü… Gökyüzünün el verdiği o küçük düş bahçelerini… Toprakla sular arasındaydı kalbim. Bu yakınlıkta ne varsa, bu sır nereye varacaksa görmek isterdim. Çünkü öyle inanırdım ki kendime, nereye baksam seni görürdüm. Toprakla sular arasında giderek aydınlanan yüzünü. Dalgaların aydınlığı vururdu terkedilmiş evlere. Bir kapı açılır, içeri üşümüş bir ışık girerdi. Dışarıda bir sonsuzluk kimsesiz yanardı. Bir ceset vururdu sahile, ömrüm olurdu yorgun ve ıslak saçları… Sen olurdun yüzünü saklayan herkes… Sonra… Sonra biterdi toprak… Akmaz olurdu sular. Kirlenirdi o kutsal sessizlik… Düş ağaçları kesilirdi… Seni bekleyecek yer bırakmazlardı bana… Sürüklerdi beni peşinden hızlanan dünya, bu durmadan hızlanan kent… Sürüklerdi beni kalbimden ayrılan ikinci kalp, sürüklerdi beni gözümden ayrılan ikinci göz… Ruhumdan ayrılan öbür ruh, sürüklerdi beni… Artık bu kent o kent değil, bu kalp o kalp değil, bu gözler o gözler değil… Seni sevdiğine inandığım o insan bu insan değil… Burada gidilecek hiçbir yer yok. İnsan en fazla o öbür, o yalancı kalbine çarpıyor… Burada insan en fazla o sahte gözünü hissediyor içi acıyarak… Ne kadar sevse de dünyanın bütün sevgisizliğini üzerine alıyor burada insan… Hep başkalarının sahte yasını tutuyor… Burada her sabah, her akşam insan yeniden, hep yeniden başlıyor hayatına. Sanki hiç yaşanmamış gibi, hiç gidilmemiş gibi, hiç ders alınmamış gibi… Burada insanın yalan yüzü değil, o en derinde sakladığı kalbi kararıyor önce… Artık burası herhangi bir kent: Kalabalık, doyumsuz, aceleci, konuşkan, acımasız, telaşlı unutkan, intikam dolu ve hep kaybetmiş… Burada sistem, kirletilmiş arzularla içimize, beynimize sızıyor, o “kurtarılmış beyin hücrelerimize”. İşte sevgiyi, yitirdiğimiz ve özlediğimiz aşkımızı, işte en derinde yatan insanlığımızı aradığımız yer burası… İşte seni aradığım yer burası: Herşey satılık burada, herşey ambalajlı. Sevgi, umut, ütopya, başkaldırı, inanç, ölüm, farklı hayatlar… Herşey, herşey satılık burada.. Burada herşeyin bir fiyatı var… Burası durmadan hızlanan bir kent… Aşk bile burada serbest piyasa kurallarına bağlı… Sahte bir kalple peşinden koştuğum bu dünya seni bana anlatmaz, artık biliyorum… Burası benim önümden koşan bir kent… Burada ikinci kalbimle, ikinci gözümle, ikinci benliğimle yarışıyorum. Burada kendimle amansız kavgalıyım… Seni sevdiğim kadar sevmedim bu hayatı, inan… Ne olur bir tek buna inan… Çünkü sende gökyüzüm var. sende sonsuz yağmurlarım, kutsal sessizliklerim var… Sende o küçük düş ağaçlarım var… Affet bu küçük insanlığımı… Affet peşinden geldiğim bu kenti… Affet o derin doyumsuzluğumu… Göremedim affet, sen bu kentte denizden çıkan bir cesettin. O yorgun ve ıslak saçları ömrüm olan bir ceset… Affet beni… Gidilecek başka bir yer yokmuş bu kentte… Toprakla akan su arasındaki yüzünden başka… İşte bunu öğrettin bana… O sessiz, o kutsal yüzünle bana bunu öğrettin. Bu kentte aşk olamayacağını… Beni kendine çağırdın. Akşamın o ıstıraplı eşiğine… Son bir umutla sana sarılıyorum sevgili. Dünya nereye giderse gitsin, bir tek sen kaldın bu kentte, birtek sen kaldın içimdeki iyilik yüzünden utandırmayan beni… Ben bu dünyadan kaçtım ve gidecek başka yerim yok… Burası içimi kanatarak hızlanan bir kent… Bir yanım ölü, bir yanım sen… Sevgiliysen tanı beni, bil öyleyse… Dediğin gibi sevgili, daha fazla yabancı ölmek istemiyorum sana…. Cezmi Ersöz |
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını... Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden... Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı... Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor... Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde... Belki aynı gece,belki yıllar boyunca konuştuğumuz yerden bana geldik...susuz ve yorgun...Yaşamaya köpekler gibi aç,ama ölüme dünden razı... Bana geldik...Belki içimizdeki acıyı avutur,koptuğumuz ışığı ikna eder,biraz olsun hiç yaşamamış,hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapar,içimizden bir ömür çalar,yitirdiğimiz ve anlayamadığımız ne varsa uzakta bırakır,buradan,bu hayattan yolumuza devam ederiz,sanmaya geldik... İçtik,şımardık,ağladık,hayatı özledik,çığlık attık;ardımızda bıraktığımız ve bir kez olsun sahiden dönüp bakmadığımız onca kırıl kalp,onca vazgeçiş,onca erteleyiş,onca unutuş bir gecede bağışlanır sandık... Ama olmadı...Bunu ilk ve son kez sevişirken anladık...Birbirimizin çıplak bedenlerine dokunduğumuzda...Aynı anda,belki de peş peşe,derinden,çok derinden öksüz kalan bir çocuk gibi kesik kesik ağlamaya başladık...Engel olmaya çalışsak da,yine de kahredici bir hoşluğu vardı bu ağlayışın içimizde...Bu hayatta sevgili olarak birlikte gidecek bir yerimiz yoktu...Geçmişimiz bizi geri çağırıyordu...Gidecek bir yerimiz yoktu,ama kaybolmamıştık...Bu yüzden kahredici bir boşluğu vardı göz yaşlarımızın... Sonra sabah oldu...Sonra acı ve özlemin yerini utangaç bir boşluk aldı...Bütün o eksik hazların yerini derin bir suçluluk duygusu aldı... Sonra o gitti,yaramda hiç unutamayacağım bir ürperti bırakarak gitti...Yaram ki,kimse onun kadar beni anlayamaz,yaram ki onun kadar kimse beni sevemez...Gözlerimden çok içimdeki yaramı sevdim ben...Çünkü ondan başka kimse bana beni gösteremedi...Herkese,ama herkese yalan söyledim,ama bir tek o biliyordu hepsini...Bir tek o gördü beni kendimi aldatırken...Onu unutmaya çok çalıştım...Yok saymaya...Hayat diye içine girmediğim akvaryum kalmadı...Her mevsim mutluluk modaydı...O akvaryumların içinde mutluymuşum gibi yaptım...Yaramı unutup herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım...Akvaryumun içinde,herkes gibi camların dışında bir yeri özledim...Bana ait olmayan bir hayatta,hiçbir ortak yanım olmayan insanlarla akvaryumun dışını özledim...Yaramı unutup,neyi özlediklerini bilmeyen insanların özleyişlerini sevdim...Bilmiyorum,belki bunu da kendi yaramı unutmak içim yaptım hep...Anladım ki,nereye gitsem sonunda yarama dönüyorum...Ne yapsam,ne etsem döndüğüm tek yer yine o eski kalbim...Bütün o oyunlardan bana kalan o eski yadigar...Ne kadar sevse de insan,tükenip,yorulduğu bir saat var...Herkesin bencil bir ömrü var...İşte en çok o zaman hatırlarım o eski kalbimi,onca insana kendimden öç alırcasına dağıttığım kalbimi,çok sevdiğim bir yabancı gibi hatırlarım...Mahcup bir özlemle çağırırım onu dağıttığım yerlerden;hayatlardan,yorgun ve bencil sevgilerden... Utanarak...Sanki kendi kalbimi geri çağırmak bir suçmuş gibi çağırırım...Güzellik ve soyluluk saklıdır o kalpte...Kalbimdeki kimsesiz kalmış güzelliğe ve soyluluğa vurgunumdur ben...Onu her arzulayışımda karşıma Tanrı çıkar...Beni böyle eksik,böyle yarım,böyle susuz,böyle bir başına O bırakmıştır...Tanrı vardır ve benim bu sonsuz susuzluğum ondandır... Bu susuzluğu hissettiğim andan beridir hayattan korkmamayı öğrendim...Kime dokunsam Tanrı’ya sonsuz bir yakarış;kime dokunsam o büyük kopuşun sancısıydı;kime dokunsam kendimdeki ilk ağrıya dokunuş gibiydi...Kime dokunsam eksik,ve yanlış bir Tanrı’ya dokunmak gibiydi... Tanrı’yı unutmak,içimdeki aşkı unutmak gibidir bazen...Böyle zamanlarda kalkıp giden her şeyin peşine takılırım...Bütün zamanların,bütün trenlerin,bütün vaatlerin ve hızların arkasından giderim...Farklı olmak adına,kendim olmak adına,herkes gibi olmak adına koşarım giden her şeyin ardından...İçimdeki Tanrı’yı,içimdeki aşkı soluksuz,kimsesiz bırakarak koşarak giderim her şeyin ardından...Kendimi hatırlamamak için her anımı,her dakikamı tıka basa bu hayatla doldururum...içimdeki aşkı,içimdeki susuzluğu unutabilmek için bir projeye,bir yaz boz tahtasına dönüştürürüm kendimi...Her yerde ve herkesle olmak için kendimi boşlukta bir yerde yeniden yaratmaya çalışırım...Herkesle ve her yerde olmak için,beni her yere bir an önce yetişmek için,kendime bana ait olmayan bir kalp,bir yüz alıp kimsenin bilmediği,uğramadığı bir boşluğa yerleşirim...Herkes ve her şey olmaz için,beni çağırdıkları her yerde olmak için bu boşlukta yaşadım kimsesiz,bu boşlukta yüzüme çarpan kapılar,bu boşlukta hızlandıkça geciktiğim,bu boşlukta çırpındıkça yitirdiğim her şey bana aşksız geçen yıllarımı hatırlatır...Bana Tanrı’sız ömrümü,yüzümden yoksun geçen anlarımı hatırlatır...Böyle zamanlarda defalarca çiğneyip geçerim kendimi...Verdiğim sözleri,ettiğim yeminleri...Atarım kendimi herkesin ortasına...Gizlerimi atarım hoyrat gözlerin önüne...Önce ben başlarım kendimi yağmalamaya...O güvenmediğim hayatı ve zamanı yanıma alarak gizlediğim ne varsa ortaya dökerek...Öç alırcasına kendimden...Dökerim her şeyi ortaya...Herkesin kendinden kurtulmak için kışkırttığı yurtsuz ve kimsesiz bir gece için... Böylesi *******de herkes o eski yarasına haksızlık etmiştir;böylesi *******in sabahında herkes ezbere ve çabuk çabuk konuşur ve kimse kimsenin gözlerine korkusuzca bakmaz...Herkes bir an önce,eksik ve yanlış da olsa bir gece önceki ömrüne dönmek ister...Herkes susuz bıraktığı o eski kalbine dönmek ister... Bunları bilince,bunları hissederek yaşayınca kimseye kızamıyor insan...Öfke dönüp dolaşıp geliyor yine içte patlıyor...İçimde patlıyor...Çünkü kime kızıp,kimi lanetlesem en sonunda onu içimde buluyorum...Suçladığım herkeste biraz ben varım...Kimi yargılasam elimde kanı var...Kime bağlansam onda haksızlık ettiğim ömrüm ,susuz bıraktığım Tanrı’m var...Kime koşup sarılsam onda kolları bağlı erdemim var...Başkalarını yargıladıkça kendini tutsak eden,başkalarını küçümsedikçe küçülen sevgim var...Oysa ne yapsam o yurtsuz gecem,susuz bıraktığım aşkım beni hiç unutmaz...Sorar hesabını...Defalarca gidip gelerek ömrümden,kimlerdi,diye sorar o kanayan yüz bana,kimdi bütün gece onda yargıladıkların...İtildiğim ve sığındığım yüzümden tek bir yanıt çıkar,tek bir ses...O ses der ki,bütün gece yargıladıkların aslında sensin...Bilirsin ki o ıssız gecede bunu sana söyleyen senin sesindir...Sahibini ancak bu ıssız gecede bulmuştur...İçinde soluksuz bıraktığın Tanrı’nın sesi,içinde öyle kimsesiz,öyle kanlar içinde bıraktığın sahipsiz yüzünün sesidir...Ne olur sus ve öfkelenme der bu ses bana...Boyun eğ bu sese...Kabullen onu...Bir kez olsun kendi sesinin önünde eğil der...Bir kez olsun kulak ver ona...Kulak ver ona,onun neleri yitirdiğini,neleri sonsuza dek kaybettiğini bir kez olsun anların ağzından duy...Yüzünden akan kanı bir kez olsun öp...Sadece gözyaşı değil onlar...Dokun onlara,dokun kendi kanına,yitirdiğin ve özlemini çektiğin her şeyi kendi kanında bulacaksın...Orada bütün yargıladıkların var...Orada reddettiğin bütün ömrün var...Bu hayattan tiksinip lanetlediğin ne varsa,hepsi kanında saklı...Seni terk edip ihmal edenler,seni bir türlü anlamak istemeyenler,seni yargılayıp dışarıda bırakanlar orada...Orada,seni deliler gibi sevenler ve senin içine bir türlü giremeyenler...Ne olur bir kes olsun onca insana dağıttığın kendini geriye çağır...Ne olur bir kez olsun anla,ömründen daha uzağa gidemezsin...Onca yıl susuz bıraktığın Tanrı’ndan daha uzağa gidemezsin...Ne olur anla,onca yıl kimsesiz bıraktığın yüzünden daha uzağa gidemezsin...Ne olur bir kez olsun anla,yarını yok sayarak hiçbir yere gidemezsin... Yaşamak ne ki,hem kendini,hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil?..Yaşamak yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi?Yaşamak her gittiğin yerde bıraktığın yüzleri kanayarak özlemek değil mi?.. Yaşamak,içindeki o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini bu hayatta aramak değil mi?.. Bu hayatın ne yengisi,ne yenilgisi teselli etti beni...Ne zaman kazandım,ne zaman,artık kurtuldum,desem,daha derin bir boşluk açıldı önüme...Bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola,kazandıkça kaybettim,yükseldikçe alçaldım...Ne aklımdan kurtuldum,ne delirdim... İçimdeki erdem öylesine soluksuz kalmıştı ki,ne zaman aşkın bir güzellik görsem ertelediğim hayatım gelirdi aklıma...İçimdeki erdemi suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü... Çünkü ne zaman yasadışı bir gece yaşasam anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden... Ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam;çok uzaktan,çok eski bir duygu bana rağmen,bana inat yanımdan geçip giderdi...Kimi sevsem hiç olmadığı kadar yalnızlaşırdı...Kimi sevsem bütün o yanlış hayatım gizlendiği yerden çıkıp gelirdi...Kimi anlamaya çalışsam hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme...Kime elimi uzatsam o unutulmuş ömrümle karşılaşırdım... Kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim...Kime sarılsam verip de tutamadığım sözler çıkardı karşıma... İnsan her sabah doğan güneşten utanır...İnsan er ya da geç gelen mevsimlerden utanır... İnsan onca yıl susuz bıraktığı Tanrı’sından utanır... İnsan bunca işarete,bunca özleme rağmen bir türlü gidemediği yerden utanır... İnsan yalan bir hayattan onca yıl bir kurtuluş beklediğine utanır... |
'Bu gece sende kalabilir miyim? ...'
Lokalden henüz çıkmış, sokağın köşesindeki küçük büfeden sigara ve bira alıyordum. Eve mi dönecektim? Aslında hiçbir yere gitmek istemiyordum. Eskiden nedense hep benim gibi insanların gittiği yerlerden incinmiş, yaralanmış dönerdim evime. Evim yaralarımı sardığım yerdi. Şimdiyse evim her gün biraz daha yabancılaşıyor bana. Evimde yaralarım iyileşmiyor artık... Beni evine götür ne olur, çok üşüyorum... Dönüp baktım; genç, zenci bir kadın vardı yanımda. Soğuktan titreyen kalın alt dudağını dişleriyle eziyordu. Bütün bedeniyle üşüyordu. Bütün tarihiyle. Sanki bir tek gözleri üşümüyordu. Hesap soran, insanın ta içine saplanan, bütün yalanlara doymuş olan gözlerden kimse kaçamazdı... Omuzunda çuval bezinden yapılmış büyükçe bir çanta vardı... Eski moda çizmeleri çamurlanmıştı. Üzerinde tek göz alıcı ve en yeni şey boynundaki gökkuşağı rengindeki fularıydı... Gözlerinden kendimi zor alıp: 'Daha önce hiç tanıştık mı, kim olduğumu biliyor musunuz? ' diye sordum... Simsiyah yüzünde sıcacık bir gülümseme dolaştı. Gözlerindeki keskin hüzün bir an yumuşadı. Dişleri titreyen alt dudağını serbest bıraktı: 'Hayır tanımıyorum sizi, hiçbir yerde de tanışmadık...' Sesinde sanki bir alay gizliydi. Anlamıştım tanıdığını. 'Peki, neden ben? Neden benim evimde kalmak istiyorsunuz? ' Durdu, o yalana doymuş gözleriyle içime bir kez daha baktı. Omuzundaki çantayı hafifçe düzeltti ve vurgulayarak: 'Çünkü sen diğerlerine göre bana daha az zarar verirsin...' Üşüme sırası bendeydi. 'Daha az zarar öyle mi? ' Sanki şu bugüne dek hayatıma giren bütün kadınları simgeliyordu bu siyah derili kadın. Sanki onlar adına konuşuyordu. Daha az zarar verirsin, derken, onlar adına çok eski ve belki de hiç ödenmeyecek bir sitemi dile getiriyordu. Onlar adına üşüyordu, üşütüyordu. Seni tanımıyorum derken, hayatıma giren bütün kadınlardan sakladığım o karanlık, o gizli yanıma dokunmak istiyordu... Onu yargılıyordu... Sevdiğim, hayatıma giren kadınların neredeyse hiçbiri egemen, burjuva sınıfından değildi. Hiçbiri güçlü, korunaklı, varlıklı olmak istememişti. Hiçbiri bu hayatta iyi ve güçlü bir yer edinmek derdinde değildi. Sevmekti asıl hırsları, asıl dertleri. Sevmekte kaybolmak isterlerdi. Sevildiklerini hissettiklerinde onlar için zaman hep sonsuz şimdiki an'dı... Ruhları ve bedenleri zenciydi... Uyumsuzdular ve derilerini koruyan hiçbir kalkan, hiçbir yapay deri yoktu. Belki de hepimiz zenci doğuyorduk, kimimiz uyum sağlıyor, güçleniyor, kazanıyor, kazandıkça siyah derisinin üzeri beyaz, parlak, güvenli bir deriyle örtülüyordu... Ailesi hakkında hiç bir şey öğrenemedim. Söylemiyordu. Ailesiyle olan bütün bağlarını koparmıştı. 'Merak et, ' diyordu sadece. 'Merak et.' İstanbul'da doğmuştu. Okuduğu üniversiteyi yarım bırakmıştı. Geçinmek için çalışmak zorunda kalmıştı hep. Geçinmek... Bütün tutkularını, arzularını, düşlerini gölgelemişti, bastırmıştı. Geçinmek. Ev kirası ödeyebilmek, karnını doyurmak, ayakkabı almak, mavi kart çıkartabilmek... Geçinmek! .. Bu kelime, kronik bir hastalık; acımasız bir kabus gibi yıllarca başka bir şey düşünmesine izin vermemişti... Apartmanın merdivenlerini çıkarken adımlarına, ayaklarına baktım göz ucuyla. Öyle yavaş, neredeyse ürkek denilebilecek bir şekilde çıkıyordu ki merdivenleri, uzun süre hep yabancı evlerde konakladığı hemen belli oluyordu... Onu sokaklardan kurtarıp, bir gece de olsa misafir eden birine minnetini ödemeye önce merdivenleri olabilecek en sessiz adımlarla çıkarak ödüyordu sanki... Evime girdik. Salona, odalara tedirgin bakışlarla baktı; 'Evde kimse yok, doğru söyledin değil mi? ' diye sordu... Emin olunca salonun duvarındaki fotoğraflara bakmaya başladı. İçi pembe, dışı siyah ve soğuktan şişmiş olan ellerini, bir yere çarparlar, bir şey düşüp kırılır endişesiyle arkadan birbirine kenetlemişti. Mutfağa gidip, bira şişelerini açtım ve tabaklara kuruyemiş doldurdum. Bunları salondaki sehpaya bıraktım sonra da teybe bir kaset koydum... Bütün bunlar benim için çok sıradan şeylerdi. Evimin olması, evimde rahatça içki içebilmem, müzik dinleyebilmem, misafir ağırlamam... O ise beni şefkat dolu hayranlıkla, gizemli bir merakla izliyordu... Bir ara; 'İnsanın kapısını açıp girebildiği bir evi olması nasıl bir şey? ' diye sordu... Ne diyeceğimi bilememiştim o an... Evsiz kaldığım günleri, arkadaş evlerinde gecelediğim *******i, otel odalarını çoktan unutmuştum, öylesine sıkıntılı, çekilmez günlerdi ki, aslında unutmak istemiştim... O ise yıllardır hep başkalarının evinde kalıyor, kendine bir ev tutamıyordu. Çünkü sürekli bir işi olamıyordu hiçbir zaman. Çok kısa sürelerde yayınevlerinde, pazarlama şirketlerinde çalışmıştı. Onun deyişiyle, bu kadar beyaz işsiz genç varken, bir siyaha, bir zenciye bu şehirde kim sürekli iş verirdi... İçine girilmeyecek evlerin kiraları elli milyondan başlıyordu. Depozit, iki, üç aylık peşin para istemeleri de cabası... Üstelik hiç eşyası da yoktu. Bütün her şeyi, dahası evi sırtında taşıdığı o çuval bezinden çantasının içindeydi... Bütün gün gazete ilanlarında iş arıyor, akşam olunca da umutlarını bir sonraki güne erteleyip kafelerde, barlarda, köşebaşlarında kendisine 'az zararı' dokunabilecek birini bulmaya ve onun evine o gecelik davet ettirmeye çalışıyordu... İçinde boğulmuş ıstırapların kanı, içinde sahici acıların kıvılcımları olan gözleri insanın ruhunu ne kadar didik didik edip okumaya çalışsa da sonuçta o da yanılıyordu... 'Az zararı' dokunur diye kendisini davet ettirdiği ya da çağrıldığı erkeklerin evlerindeki kadınların çoğunlukla kendilerine ait bir evleri olmuyordu, sandığından daha büyük, daha derin zararları oluyordu ona... Tahmin ettiğim gibi 'az zararı' dokunmak sözü onun dilinde gizli bir alayla çıkıyordu... Böyle insanlar derisinin rengi yüzünden onu ruhu olan bir insan olarak görmüyorlardı: Yarı hayvandı, ya da ruhsuz bir cinsel objeydi onların gözünde... Bir kere hemen hepsi onunla zorla da olsa yatmak istiyorlardı... O da içini acıtsa da, bedeni buz kesse de bu tekliflere çok da direnmiyordu zaten. Sokaklarda tecavüz edilirken öldürülmekle kıyasladığında bunu artık daha katlanılır bulmaya başlamıştı... Sevişmeyi çaresiz kabul ettiğini anladıkları anda kimi erkeklerin inanılması güç, akıldışı, iyilikleriyle, jestleriyle karşılaşıyordu... Ama çoğu boşaldıktan, işini bitirdikten sonra birdenbire garip bir acımasızlığa, gaddarlığa bürünüyordu... Aynı insanda bu iki zıt duygunun nasıl olup bir arada bulunduğuna her defasında ürpererek şaşırıyordu... Bazıları onu ruhu olan, iğrenme duygusu olan bir insan olarak görmediği için tuvalete kapısını örtmeden giriyor, bazısı yakın bir erkek arkadaşını; 'Şu an evimde zenci bir kız var, istersen gel, hep söyler dururdun, bir de sen dene, ' diye telefonla evine çağırıyordu... Çoğu kez uğradığı aşağılanmalar o çok derin olan tahammül sınırını bile aştığında, sırtında taşıdığı evi olan çantasını alıp o evi terk etmek istediğinde derisi siyah olan birinin kanayan gururundan kendisine hakaret payı çıkartan kimileri tarafından kıyasıya dövülüyordu... Derisi siyah olduğu için evine gittiği, yatağına girdiği erkekler içlerinde taşıdıkları hastalıklı, iğrenç, zayıf, sapkın, ahlakdışı, sakat saydıkları ve taşımaktan korktukları bütün duygularını, her eğilimlerini ona yansıtıyor, onda görüyor bu yüzden kişiliğini ve gururunu biraz olsun korumak için yaptığı davranış bu insanlarda akıldışı bir vahşete, inanılması güç bir gaddarlığa neden oluyordu... Bunları uzun zamandır kimseyle paylaşmamıştı. Beni biraz olsun tanıdığı için adeta zincirlerinden boşanmışcasına, bir duygu patlaması halinde, hatta zaman zaman benim varlığımı bile unuturcasına anlatıyordu... Bazen kendisine benim yerime soru soruyor, benim yerime kendi yanıtlıyordu... Yaşadığı eziyetler onu bu dünyadan kopartıyordu. Kendisine, içindeki o çok gizli yuvasına gizleniyordu... Artık bencilleştiğinden ya da kendine kilitlenmiş olduğundan değil, acıların durmaksızın üzerine yağmasından bazen her şey onda başlıyor yine onda bitiyordu... Böylesi anlarda yanındakini bir an unutup kendisiyle konuşması bu yüzdendi... O kendisiyle gözyaşlarıyla konuşurken bir ara kalkıp yatağını hazırlamaya başladım, ayrı yatak hazırladığımı görünce çok şaşırmıştı, o insanın içini acıtan kocaman gözleriyle beni bir süre izledikten sonra; 'Birlikte yatmayacak mıyız, içime girmeyecek misin? ' diye merak, öfke ve düş kırıklığıyla harmanlanmış, kırık bir ses tonuyla sordu... Evet, bana bütün yaşadıklarını, acılarını, uğradığı aşağılanmaları geçirebiliyordu bu an. Başarmak istediği buysa başarıyordu işte... Bütün sevdiğim kadınlardan gizlediğim ve garip bir korkuyla savunduğum karanlık yanıma dokunabiliyor, onun kapısını öfkeyle zorluyordu... Vahşetim, çaresizliğim, köleliğim ismimin arkasına sakladığım ve görülmesinden korktuğum, utandığım bütün duygularım, bütün korkularım, bütün saplantılarım o gizli yerdeydi işte... Ve o bunu çok iyi biliyordu. Beni bu hayatta, şu birkaç saat önce tanıdığım kimsesiz, işsiz, evsiz, bu itilmiş siyah derili kadın kadar gerçekten tanımak isteyen kimse çıkmamıştı karşıma... O bugüne dek sevip bağlandığım ve hep 'az zarar' verdiğini düşündüğüm ve bununla kendimi avuttuğum bütün kadınların ortak ruhu, ruhlarının toplamıydı sanki... Kendisini kaybetmişcesine ve yıllar öncesinden, bütün geçmişimi bilircesine bakıyordu bana... Birden fermuarını çözdü, pantolonunu aşağıya indirdi. Sonra da külodunu çıkarttı. Beni nasıl aşağılayacağını biliyordu, ama öfkesini kontrol edemiyordu da: 'Hadi gel, gir içime, hadi hakkındır, beni evine aldın ya, beni o soğuk sokaklardan kurtarıp getirdin ya buraya, gir içime hadi...' diye bağırmaya başladı... Karanlık yerimin bu denli zorlanması öfkeden deliye döndürmüştü beni. Ona tam, 'Yeter artık, yeter, bitir bu oyunu, ' diye bağırırken, cinsel organının çevresinde, kasıklarında, karnının altında derin sigara yanıklarını fark ettim... İşte o an da öfkem gülünç geldi bana, gülünç ve acınası... O ise adeta acıyla kıvranarak ve soluk soluğa, kendiyle konuşmaya devam ediyordu. 'Gir içime, ama sigara söndürme oramda, duyarlı yazarsın ya sen de içime gir, hadi...' Yıllardır biriktirdikleri dökülüyordu ağzından. Yavaşça koluna girdim. Yatağına kadar götürdüm. Hatırladığı her şey onu bitkin düşürmüştü. Pijamasını giydirdim. Üzerini örttüm, gözyaşlarını sildim... 'Hadi içime gir, içime girmiyorsan, gömleklerini ütülerim, bulaşıklarını yıkarım istersen, ' diyen dudaklarını susturdum. Yüzünü hiçbir zaman unutmamak için ona bütün benliğimle, ruhumla baktım. Sevdiğim kadınlara verdiğim bütün o 'az zarar'lar onun yüzünde kaskatı, tesellisi imkânsız bir acıya, acının gerçek, sahici imgesine dönüşmüştü. Eğildim ve o acıyı öptüm, dudaklarım parçalansın, bu acı beni ne yapacaksa yapsın ve ben artık böyle kalmalıyım, diye öptüm... Odama çekildim sonra. Ben de onun kadar bitkin düşmüştüm. Sıkıntılı bir uykuya daldım. Sabah uyandığımda ilk fark ettiğim yanımdaki yastığın üzerindeki en yeni ve en gözalıcı şeyi olan fularıydı... Yastığa boylu boyunca uzatmıştı gökkuşağı rengindeki fularını. Yanımda küçük bir de not vardı: 'Her şey için sağ ol. Giderken uyandırmaya kıyamadım. Seni daha fazla rahatsız etmek istemiyorum. Hem yazarların herkesten daha çok yalnızlığa ihtiyacı vardır. Senden ricam, biraz daha umutlu, iyimser şeyler yaz. Benim gibi insanların buna çok ihtiyacı var... |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:21 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.