![]() |
Merdiven: Düşüş
Görünür şarkının düşüşü ışığın arasından korkusuzca yaslanır hâtıra tırabzana Nefes nefese çöken merdivenden yukarı koşmak kendisine kapanan odalara karşı Daha fazla konuşmak şimdi olanaksız aynı nefes-alışla. Ses dönüşür şarkı söyleyen çocuklara merdiven parmaklıklarından salınan. Bu Evdir Budur Merdiveni Ev’in Budur Ev’in merdivenindeki şarkı Budur Basamak basamak Dize dize Tümce tümce çöküşüdür merdivenin basamak basamak dize dize söylenirken şarkı Budur Tümce tümce Yeni bir Merdiven Pencere-çerçevesi. Işıldayarak uzanıyor güneş boyunca duvarın, salınıp süpürüyor dal. Enkaz içinde bir bahçeli ev, karmaşık olmayan bir başlangıçtır bir anlatıya. Güneşli bahçeler. Kuru ve beklenti dolu yaz çitleri. Kusursuz asfalt ve tebeşir çiziklerinin akıntısı yağmur sonrası. Merdiven sahanlığında cam mozaikle boyalı yukarı ve aşağı, tek yönlü bir trafik. Açıyor kapıyı mevsim ve çarpıyor sımsıcak yüze karşı. |
Mayısta Muson
Mevsimin rüzgârı, o yeşil rüzgâr, uzayla ve suyla doldurulmuş, aşina kazaya ve sadaka parası gibi uçucu bir maddeye, katlıyor bayrağının hüzünlü meşinini: böyle, gümüş grisi ve soğuk, korunak aradı bir gün, bir devin kristal kılıcı gibi kırılgan, bütün bu güçlerin arasında koruyan ürkünç iç çekişi onun, düşen gözyaşları, yararsız kumu, birbirlerine teğet geçen ve gıcırdayan güçlerle çevrilmiş, kavganın ortasında beyaz dalını, şaşkın kesinliğini kaldıran çıplak bir adam gibi, o düşmansı saldırıda düşen titreyen tuzdan damlası. Hangi dinlenişi denemeliyim, hangi yoksul umudu sevmeliyim, onca zayıf bir alazda, onca uçucu bir ateşte? Neye doğru kaldırayım o aç baltayı? Hangi maddeyi terk edeyim, hangi yıldırımdan kaçayım? Onun ışığı, uzunluktan ve titreyişten yaratılmış tam olarak, sürüklüyor toprakta hüzünlü bir gelinlik gibi soluklukla ve ölümlü uykuyla süslenmiş. Gölgenin dokunduğu ve şaşkınlığın arzuladığı ne varsa asılıyor bir sıvı gibi, sallanarak, yoksun barıştan, uzayların arasında aciz, ölüme mağlup. Ah, ve bu kader haylidir beklenen bir gün aldı, mektuplar, gemiler ve dükkanlar gibi acele ettiler: ölmek, kendi göğü olmaksızın, sakin durarak ve ıslak. Nerede onun rayihalı güneş yelkeni, derin yaprakları, örtülü hızlı bulutlarının ateşi, onun yaşayan nefesi? Kımıltısız, giyinmiş ölen parıltıyla ve kasvetli pulla görecek nasıl yağmurun yardığını iki parçasını ve sularla beslenen rüzgârın nasıl da kendilerine saldırdığını. |
Mavi Kitabını Yazarken
Mavi kitabını yazarken yeşil değil miydi Rubén Darío? Kızıl değil miydi Rimbaud, Góngora koyu menekşe? Ve Victor Hugo üç renkli? Ve ben sarı çizgili? Köylerde mi toplanır tıkış tıkış bütün anıları yoksulluğun? Ve minerallerden oyulmuş kutularda mı saklar zenginler düşlerini? |
Maruri Sokağı’ndaki Pansiyon
Bir sokaktır Maruri. Birbirine bakmazdı evler, benzemezdi birbirine, ama gene de bağlantılıydı birbirleriyle duvar duvara, fakat konuşmayan pencereleri görmezdi sokağı, sessizdiler. Kış ağacının kirli yaprakları gibi uçardı bir kağıt. İkindi tutuştururdu gurubu. Rahatı kaçmış gök yayardı kaçak ateşini. Kara sis işgal ederdi balkonları. Açtım kitabımı. Yazdım sanki bir madenin dehlizindeymişim gibi, rutubetli terkedilmiş bir galeri sanki. Biliyorum kimse yok şimdi, o evde, o sokakta, o kekre kentte. Kapısı açık, dünyası açık bir mahkûmum ben. Hasret çeken bir öğrenciyim şafakta, ve tırmanıyorum erişte çorbasına ve atılıyorum yatağıma ve gelen güne |
Marul Yaprakları
O bella bionda, Sei come l’onda! Serin tatlı çiy’den ve biraz parlaklıktan Ördü ay sessizliğin ağını Bahçesinde bir çocuğun Marul yapraklarını topladığı. Yıldızlamış bir şebnemi saçına Ve ay ışığı öper gencecik alnından Bir ezgi mırıldanarak toplamakta: Dökülüşünce dalganın, ne güzelsin! Yalvarırım, benim ol, ayırır gene de beni, Balmumu kulak çocuksu şarkısından O’nun Ve kalkan yürek ayırır beni Ayın marullarını toplayandan. |
Manzara
Kaya ve uçurum, daha çok zaman kayadan, bu zamansız madde. Yaranın zarı içinden düşer kımıltısız sonsuz bakire su. Enginlik dinlenir burada, kaya üstünde kaya kayalar üstünde hava. Dünyanın bildirisi olduğu gibi: bir güneş kımıltısız, cehennemde. Başdönmesinin dengesi: kayalığın ağırlığı gölgelerimizden fazla değil. |
Manyetik Sanat
Bütün bu aşktan ve dolaşmadan kitaplar oluşur. Ve barındırmazlarsa öpüşü ya da gökleri, barındırmazlar bereket için insanları, barındırmazlar kadınları her bir damlada, açlık ve arzu, öfke, berrak yollar, ne kalkan olarak işe yarar ne de çan olarak: gözsüzdür onlar, açamazlar benim iki gözümü, yalnızca kuralın ölü ağzına sahipler. Sevmiştim o yaprak asılı cinsel organları, ve kanla aşk arasında kazdım kendi dizelerimi, ateş ve çiy arasında paylaşılamayan bir gül diktim katı toprağa. Bu yüzden şakıyarak dolanıp dururum. |
Mahvolmuş Cadde
O yaralı demirin üzerinden, alçı gözlerin üzerinden, kayıyor yıllardan değişik bir dil zamandan. Bir kuyruktur kaba at kıllarından, öfkeyle dolu taş eller, ve evlerin rengi ölüp gidiyor ve çatlıyor mimarlığın kararları, korkulu bir ayak kirletiyor balkonları: ağır ağır, yığılmış gölgeyle, kışla ve miskinlikle yaralanmış maskelerle, gidiyor günler yüksek alınlara aysız evlerin arasında. Su ve alışkanlık ve yıldızın savurduğu o beyaz çamur, ve özellikle öfkeyle çanların dövüp durduğu hava, yıpratıyor eşyaları, dokunuyor tekerlere, duruyor puro butiklerinin önünde, ve saçaklarda büyüyor o kızıl saç uzun bir ağıt gibi, düşerken dibe anahtarlar, saatler ve unutulmaya alışkın çiçekler. |
Lirik Şiir
Taşlar gibi Duygudan yoksun dinliyorsun şarkımı. Kesin ve karşı koymayarak unutuyorsun sen. |
Limanlar
Mavi bir taş gibi yontulmuş Acapulco, uyandığın zaman şafak atıyor kapındaki denizde, bir trompet salyangozu gibi gökkuşağı renkli ve kenarları işlemeli, ve taşlarının arasında kayıyor bir yıldırım gibi titreyerek denizin ışıltısıyla dolmuş balık. Sen o temiz ışıksın, göz kapaksız, salınan çıplak gün bir sahil çiçeği gibi suyun yayılmış enleri arasında ve dağ aydınlanmış balçık lambalarla. Senin yakınlığında verdi denizkulağı bana o sıcak öğle sonrası sevdayı hayvanlarla ve tropik bataklık ormanlarla, yuvalar dallarda düğümler gibi ve orada taşıdı balıkçılların kaçışı köpüğü yüceliklere, ve suda, bir cürüm gibi kızıl, ağızlardan ve köklerden oluşmuş, hapsedilmiş bir halk gürledi. Uysal ve çıplak, denizin taşıdığı Kaliforniya’nın kıyılarda çizemediği Topolobambo, Mazatlán, ey yıldız ışıklı gecesel liman, işitiyorum dalgalarının vurduğunu yoksulluğuna ve takımyıldızların senin, senin sadık koronun yürek atışı, ayın kızıl ağı altında şakıyan uyurgezer yüreğin senin. Guayaquil, mızrak hecesi, ekvatorsu yıldızın bıçak ağzı, bir kadının kanla ıpıslak örgüleri gibi dalgalanan nemli karanlık için açık kilit: yapraklara fildişi damlatan ve insan ağızlarına kayan deniz asidi gibi kemirici üzümleri ıslatan acı terin peşinde olduğu demir kapı. Mollendo’nun kayalıklarına tırmandım, o beyaz, sadece ışıltısını ve yara izlerini kurutmuş, hazinesini taşların arasında palamarla bağlamış yarılmış anakarasıyla bir krater, içe kapatılmış insanın dar mekanı arasında yalçın, çıplak kaya yüzeylerinin, o metalik yarıkların gölgeleri, ölümün sarı dağ burnu. Pisagua, acının harfi, işkenceyle lekelenmiş, senin boş harabelerinde, korkutan sarp kayalıklarında, taştan ve yalnızlıktan hapishanende denediler yok etmeyi insanın bitkisini, örmek istediler ölü yüreklerden bir halıyı, küçümsemek istediler bahtsızlığı insan değerinin ezilmesinin çılgınlığı için bir belirti: orada, o tuzla örtünmüş boş caddelerde, sallıyor umutsuzluğun hayaletleri pelerinlerini, ve o çıplak rezil yarıklarda duruyor tarih bir anıt gibi kırbaçlanmış yalnız deniz köpüğüyle. Pisagua, senin şakaklarının boşluğunda, o hiddetli ıssızlıkta, ayağa kalkıyor insanın gerçekliği çıplak, soylu bir anıt gibi. Sadece tek bir insan değil, sadece kan değil kirleten hayatı senin uçurumlarında, fakat bütün cellatlar zincirlenmiş yaraların bataklığına, cezalara, yas giysileri kuşanmış Amerika’nın kırlarına, ve senin ıssız ve yalçın kayalıkların dolduğunda zincirlerle, yalnızca bir sancak değildi yırtılan, yalnızca bir haydut değildi intikam heveslisi, tarihte tekrar dişlerini gösteren ve ölüm getiren bir bıçakla o bahtsız halkın yüreklerini delik deşik eden o utanç veren suların direyiydi fakat, kendilerini yaratan toprağı denetleyerek, kirleterek şafağın kumunu. Ardında memlekete acılar bırakan ve tırnağıyla acılı memleketimizin kabuğunu kazıyan bilinmedik o tanrıya altın getiren o gizli tuzda ve güherçilede boğulmuş, ey kumlu limanlar. Antofagasta, senin uzak sesin açılıyor o kristalsi ışıkta ve doluyor çuvallara ve silolara, ve dağıtılıyor o kısır sabahta gemilerin yönüne doğru. Kurumuş gül ağacı, İquiqe, senin beyaz tırabzanların arasında, çölün ve denizin ay ışığının yıkadığı çam duvarların boyunca, orada aktı halkımın kanı, orada öldürüldü gerçek, umut çözündü kanlı iliklere, gömüldü cürüm kumun altına, ve mesafe boğdu ölümün hırıltısını. Hayalete benzeyen Tocopilla, dağların altında, iğnelerle dolu çıplaklığın altında dolduruyor güherçile kuru karını söndürmeden kararlılığının ışığını ya da ölümün keseklerde sarstığı o karanlık elin kaygısını. İnsan sevdasının eziyet görmüş suyunu kovan çaresiz kıyılar, saklanmış senin kireç beyazı kıyılarında utancın en muhteşem metali gibi. Senin limanlarına indi o gömülmüş insan görmek için satılmış caddelerin ışığını, o ağır yüreği hafifletmek için, unutmak için kum ovalarını ve belâları. Geçip giderken, kimsin o halde sen, kim geçip gidiyor altın gözlerinden, kim izliyor seni o parlayan camlarda? İniyorsun aşağıya ve gülüyorsun, değerini biçiyorsun ağaçtaki sessizliğin, dokunuyorsun camların ışıltısız ayına ve başka bir şey yok: gözetim altında kalıyor insan et yiyen gölgeler ve demir çubuklar tarafından, uzanıyor yayılarak hastanesinde, uyuyarak barutun kör ışıltısında. Alnıma yaprakların yağmurunu deviren Güney’in limanları: iğnelerle dolu kaynağından acılarımın üstüne yalnızlığın yağdığı kışın acı çam ağaçları. Puerto Saavedra, buza kesmiş İmperial’ın sahilleri: o kumlanmış ırmak ağızları, kimsenin taçlarını sallamadığı ve fırtınayla kırbaçlanmış portakal ağaçları gibi yukarı yükselen martıların o buz gibi şikayet çığlığı, şefkatime doğru yolunu yitirmiş şirinler, o yabanıl denizde paramparça olmuş ve yalnızlıkların üstüne püskürtülmüş. Sonrasında kar vardı yolumda, ve boğaz boyunca uyuyan evlerde Punta Arenas boyunca, Puerto Natales’te, o uluyan fırtınanın mavi yayılışında, o hızla esen, o dizginsiz, yeryüzü üzerindeki nihai gecede gördüm dayanmış kalası, yaktım lambaları zalim rüzgârın altında, indirdim ellerimi o çıplak Antarktik ilkbaharda ve öptüm en son çiçeklerin soğuk tozunu. |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 11:29 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.