![]() |
Etek ve Pantolon33
Yeraltı sularının yeryünde kaynaması gibi Emel'in kanı kaynıyordu.Uzun zamandır Yalçın'la ve kocasıyla görüşmemişti.Üstelik geniş bir günde gülmenin ve konuşmanın bol olduğu bir günde; oğlunu ve kocasını görecekti. Kurtuluş'taki evlerine geldiğinde onu kocası kapıda karşıladı.İçeri girdiğinde önce bir bardak su içti ve ardından üzerini değiştirdi.Salonda kocası onu bekledi. _Tekrar hoşgeldin Emel _Hoşbulduk Nihat _İyi görünüyorsun. _Sen de öyle.İçkiyi bıraktın mı _Allah'a inansam bırakacağım.Tanrısızlığımın bir sonucudur alkol.Bu dünyada sığınacağım tek yer içki şişesidir. _Yani sence Tanrı yok mu? _Yok tabi Emel.Olsaydı dünya böyle olur muydu? Açlık ve sefalet olur muydu? Bu kadar kötülüğe izin verir miydi? _Yani kainatın bir zekası yok mu demek istiyorsun.Öyleyse sen, ben ve kainat bir zeka ürünü değil mi? Bunca kötülük, bunca açlık, savaş ve yıkım bir aptallığın ürünü mü? Öyleyse niçin bunlarda mantık arıyorsun? Eğer bir mantık ürünü olarak oluşuyorsa her şey, bütün bunları anlamaya kapasiten yeter mi? Ya da bütün rasyonal süreçleri görebiliyor musun? Kare kare her olayı izleyebiliyor musun? _Emel dök bakalım eteğindeki taşları.Seninle baş edemem. _Konuyu değiştirelim.Yalçın nerde? _Müstakbel gelinimiz İnci ile alışverişe gittiler.Birazdan dönerler. _Onlar gelene kadar çay demleyeyim.Gerçi sosyete çayı sevmez.Olsun İnci kızımız sonradan görme değilse, hoş görecektir.Bizimle oturup çay içecektir. _Emel sen rahat ol.Ben spor haberlerine bakayım. _Tamam Nihat Emel mutfağa yöneldi.Nihat gazetesini eline aldı.Bir aile manzarası bütün evin duvarlarına yansıdı. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon34
Yalçınla İnci kapıdan içeri girdiklerinde gurup vaktinin kızıllığı ve güzelliği kadar şiirsel Emel'in güzelliğiyle göz göze geldiler. Emel bir ressamın fırçasından çıkmış kadar ince elleriyle müstakbel gelinine sevgisini uzattı; onunla kucaklaştı.İnci daha çok bir orkideye benziyordu. Bembeyaz teni ve yemyeşil gözleriyle paha biçilmez bir kristal heykelden farksızdı.Yalçın ve babası bu güzel iki kadının buluşmasından oluşan renkli tablo karşısında şaşkın ve laldı.Emel duru sesiyle İnci'ye hoşgeldin dedikten sonra onu misafir odasına davet etti. Yalçın'la İnci misafir odasına girdiklerinde bir sürprizle karşılaştılar. Emel onlara hoş bir yemek masa donatmış ve hazırladığı bu masanın ortasına ise çiçekçiden yeni alındığı taptaze lavanta çiçeklerini koymuştu. Evin her yanını lavanta kokularıyla doldurmuştu. Porselen yemek takımını sofraya özenle yerleştirmiş, yemeği fırından çıkarıp masanın yan ucuna koymuştu.İnci müstakbel kayınvalidesinin incelikleri duymuş ona mahçup olmamak için hazırlığını yapmıştı, alışverişte ona da bir inci gerdanlık almıştı.Yalçın'ın babası Nihat gür sesiyle: _Baylar bayanlar herkes sofraya. Yalçın babasının çağrısına hemen uydu. _Tamam baba _Evet İnci kızım sen yanıma gel. Erkekler bir tarafta otursun istersen. Seninle gel eteğimizdeki taşları dökelim, dertleşelim. _Cici anneciğim ben de seninle konuşmak istiyorum. Bu kadar zahmete ne gerek vardı.Ankara'dan kalkıp bizi kırmadın geldin. Teşekkür ederim. _Rica ederim kızım. Ben evliliği yürütecek bir insan değildim. Kocam Nihat ise beni taşıyacak kadar sırtı yere gelmeyen bir insan değildi.Biz yürütemedik umarım siz yürütürsünüz.Bir oğlumu kaybettim; ikincisi senin güzelliğinle hayat bulmuş; asıl teşekkür etmesi gereken benim. _Yalçın'ın üstünde sadece kirli bir gömlek vardı.Zaten öyle değil midir, herkesin arasında gömlek farkı yok mudur? Ben sadece o kirli gömleği üzerinden attım. _ Ah kızım Yalçın çok şanslıymış.Seni tanımış ve sadece bağrını sana açmış. _Sağol cici anne. Sonra bütün ev halkı yemeklerini yediler.Oturma odasına geçildiğinde İnci cici anne ve babasına hediyelerini verdi. Emel ve Nihat hediyelere bakıp duygulandılar.Nihat kendisine takdim edilen bembeyaz kazağı görünce İnci'ye teşekkür etti.Emel inci gerdanlığı hemen taktı ve İnci'yle beraber çay hazırlamak için mutfağa geçtiler. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon35
Emel, kız isteme günü için hazırlık yapmak istiyordu.Bunun için İnci'den ailesi hakkında bilgi almak istedi.Mutfakta konuyu İnci'ye açtı. _İnci hem seni hem aileni mutlu etmek isterim.Müsade edersen ailen hakkında bilgi edinmek istiyorum.Onları ne kadar tanırsam, o kadar doğru hareket ederim.Bana onlar hakkında bir iz bir işaret ver.O izleri takip ederek kalplerine girmenin bir yolunu bulayım. _Cici anneciğim! Ailemin senin dostluğunla hoşnut olacaklarını biliyorum. O kadar güzelsin ki sana karşı anca yanlış insan yanlış yapabilir. Ailem doğru olanı yapacaktır. _İnci kızım. Onlara ne alayım? Nelerden hoşlanırlar? _Anneme bir paket çikolata alırız; babama ise Türk kahvesi.Onlar bu hediyelere bayılacaklardır. Bu konuşmaların ardından iki kadın salona geçtiler.Baba oğul erkek psikolojiyle kadınları görünce toparlandılar.Oturup hep beraber kahvelerini içtiler.Ertesi gün bütün hazırlıklar yapıldı.İnci önceden giderek ailesine haber verdi.Emel ve kocası sonra Yalçın Ataköy'deki kız evinin yolunu tuttular.Kapının zilini çaldıklarında onlara yeni bir kapı açıldı. İnci ve annesi onları içeri aldı.İnci'nin babası oturduğu yerden doğrularak misafirleri ağırladı.Kız isteme gibi bir olay olmadı.Sadece iki aile tanıştı.Gençler her şeye karar vermişti zaten.Büyüklere sadece büyük olmak düştü.Eve döndüklerinde Emel içinde intihar saklayan bir insan gibi eşiyle ve oğluyla göz göze gelmek istemedi. Varlığını fazla hissettirmeden ertesi gün Ankara'ya döndü. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon36
Bundan sonra yalnızlıkları sadece akşamlarıyla sınırlıydı.Üstüne perde perde gelen Çankaya akşamları ve arkasından bir de türkü söyleyen uçsuz bucaksız Ankara bozkırı...Tezatlıklarına yeni bir tezat eklemişti. Altmış yıl önceki haliyle değil de şimdiki yavan, yavan olduğu kadar artık Anadoluluğundan sıyrılmış Batı ile Doğu arasında sıkışmış, hiçbir tanıma uymayan gereksiz bir şehir gibi geliyordu Emel'e Ankara. Burada nefes alması imkansızdı.Hani şu teyzesi de olmasa çoktan Ankara'da ölürdü.Teyzesi ona Keçiören'in bağlık bahçelik olduğu zamanları anlatırdı.Onları teyzesinden dinlemek Emel'de bir başkalık oluştururdu.Bu geçmiş özlemi onun yalancı arkadaşını oynardı.Emel'in kirli bir Ankara akşamında sevişeceği sevgilisi olmamıştı.Yine de ilk dayağını burda yemişti.İlk ayrılığını burası tattırmıştı ona.İlk hafıza kaybını yine bu şehir sunmuştu ona.Yeknesak sevgilerden bunaldığı bir günün akşamında şu anki kocası olan Nihat onu pis bir Sakarya birahanesine davet etmişti.Altıncı katta bir yerdi, tam öğrencilere göre bir yerdi.Su katılmış biraları ile oturduğunda içine çöküverdiğin sandalyeleri ile arada sırada kafaya değen sonradan balıkçı ağı olduğu anlaşılan pis örümcek ağlı aksesuarı ile zifiri duman bulutlu herkesin bir köşeye kustuğu pimpis bir yerdi.Emel'i buraya getiren kim olabilirdi ki? Tabi ki Emel'in kocası olabilirdi.Hayatının geçirmek istemediği bir saatini işte orada geçirdi.Sabahında onun kollarında olduğunu bilmese şimdi bile o birahaneye ve o bir saate gerek yoktu diyecekti.Zaten bir daha hiç gitmedi oraya.Nihat'la geçirilen koca dört yıl ve daha sonrası o işte ayrılık yalnızlık Ankara hakkındaki düşüncelerini belirledi.Okan'ın doğduğu sene Emel'i psikiyatri servisine yatırmışlardı.Hacettepe Üniversiresi'nin yedinci katında bir yerdi.Orada kaldığı altı ay boyunca hatırladığı tek şey *******i hastalar uyuyunca terasa çıkıp yaktığı ve hiç söndürmediği yirmi adet sigarası ile şizofren arkadaşı Esin'di.Dünyalar güzeli Esin. O hastahanede kaldığı sürece doktorlardan bile esirgediği iki sade cümlesini Emel'e söyleyivermişti.Bir daha ağzından bir kelime daha çıkmadı.Emel bir gün Esin'in yemek tepsisini bir hastanın kafasına nasıl geçirdiğine şahit olmuştu da sadece gülüp geçmişti.O gülümsemeyen yüz ve dingin sessizlik bir gece yarısı banyo askısında sona erdiğinde kaç gece dövündüğünü Ankara ona hiç hatırlatmayacaktı. Nesini sevseydi ki Ankara'nın.Yine karlı bir Ankara ayazında, eski dost kitebevinin arkasındaki apartman sağanlığında buz dolabına sarılıp uyumasını mı; yoksa Kurtuluş parkında sabaha karşı bekçiden yediği tekmeyi mi? Osman Demircan |
Etek ve Pantolon37
Bir sabah uyandığınıldığında bütün özgürlükler bir belge gibi ellerde olsa, giyinilen her şey bir ömür insanların üstünde, yenilen yemekler bir ömür karınlarda kalsa, gökyüzü o deli mavisini yansıtsa hep, güneş gülücükler dağıtsa, *******i yıldızlar parlasa, ömür denilen o şey akıp da zamanı zorlamasa, mutluluk bankaları yanıbaşında herkesi sıraya koysa... Böyle imkansızların olduğu bir alemde Emel'in kendini iyi hissetmesi dahi hoştu. Halbuki neye yarardı amaçsız bir dünya, yalansız gözler olmadan nasıl anlardı insan iyiyi ve kötüyü çok değer vermenin bedelini, hayalsiz yaşanır mıydı, amaçlara ulaşmaktı gerçek mutluluk, kendini dolu hissederek yaşamalıydı, sevmenin tadını yaşayarak çıkarmalıydı insan.Herkesin İçinde bir ses vardı. Bazen bir çocuk ağlayışında bazen coşkun suların çağlayışında. Bir ses ki yürekten gelen, kalp kapakçıklarını zorlayan, gönüle sığmayan bir ses. Bu ses insanın içinde sevgiliye yazılan mektubun kalem gıcırtısıydı. Bir ses var herkesin içinde titrek ellerin uzantısında devrilen gül kurusu bitmiş sevdaların bülbül ağlayışıydı. Emel yeryüzü mezarlığında kaçacak bir yer bulamıyordu. Nereye gitse ölüm arabaları peşinden gediyordu. Emel sadece mutsuzdu bu yüzden romanı da kendiside olduğu yerde sayıp duruyordu. Elinden hiçbir şey gelmiyordu. İnsanın sadece geceleyin yıldızları seyretmesi yetmiyor. Onları sevmesi için bir sebebi olması gerekiyor. Nihat'la karşılaşmasaydı diyordu Emel'in dolu yüreği. Çünkü bir daha on dokuz yaşında olamayacaktı. Çünkü bir daha yıldızları izleyecek gücü kendinde bulamayacaktı Emel. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon38
Emel sıradan bir beyne sahip değildi. Onun düşüneceği şeyler taksitler, alışverişler olamazdı. Yok evin kırasıymış, yok çocukların okul masrafıymış, yok mutfak masrafıymış gibi sıradan günlük işler Emel'in tarzı değildi. Hayat onu normalleştirmeye çalışırken, Emel hayatın kıyısında bir uçurum çiçeği olarak kalmaya devem edecekti. Emel sıradışı bir kadındı. Okuduğu birçok roman ve şiir ona yavan gelirdi. Emel algılarının gücüyle, içindeki sanatçı ruhuyla üniforma giyip marş söyleyecek biri değildi. Zaten anlam veremezdi, binlerce yıllık insanlık tarihinde sadece iki yüz otuz günün barış içerisinde geçmiş olmasına.Çünkü insan için kendi kusurlarıyla savaşması yeterdi. İnsanların başkalarının kusurlarıyla ilgilenmesine ve onlara savaş açmasına akıl erdiremezdi. Emel'in derdi aşk da değildi. O işi liseli gençlere bırakmıştı. Emel'in asıl derdi zekasının ve duygularının normalleşememe durumuydu. Çok resim yapmıştı çok şiir yazmıştı. Bunlar kartel şirketlerinin ön yargılı dünyasında kabul görmemişti. Zaten bir kadından ne şair ne yazar ne de peygamber çıkardı. Kadınlar şu dünyada anca aptallığa yarardı. Emel çok defa aptallıkla itham edilmemiş miydi? Çünkü o sıradan aşkların somut isteklerini yerine getirip bacak arasında içki sofrası kuracak kadınlardan değildi. Onun gönlünden geçen sadece bir ırmağın yatağında sırılsıklam olmaktı, bütün köprüleri atmaktı. Ama hayatı boyunca karşısına normallikler çıkmış köprüden geçmek zorunda kalmıştı. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon39
Emel'de bir durgunluk vardı.Günlerdir yemeden içmeden kesilmişti. Romanı için yazdıkları ise çalışma masasının üzerinde darmadağın duruyordu.Teyzesi, Emel'in bu durgun halinden endişeleniyordu. Emel, odasından çıkıp; salonda kitap okuyan teyzesine hava almak için dışarı çıkacağını söyledi.Teyzesi Melahat Hanım, beraber çıkmayı teklif etti.Emel, bunu kabul etmedi; kapıyı çarpıp, çıkıp gitti. Sokağa çıktığında bir 'isimsizdi'. Bacakları tutmuyordu.Hayat üzerine bir balyoz gibi iniyordu.Düşünceleri sarsılıyor; sanki binalar havada uçuşuyordu. Ayaklarının üzerinde duramıyordu. Binlerce aracın ve insanın geçtiği Sakarya Caddesi'nin kıyısında titrediğini, soğuktan üşüdüğünü birçok kişi gördü.Gözlerinden acı ve üzüntü yağıyordu.Bir kadının kimsesiz adımları kaldırımları çınlatıyordu. Emel geç saatte Ankara'nın caddelerinde yürüyordu. Bir kavşakta yol ayırımındaydı. Bütün ışıklar kırmızıdaydı.Sokaklarda ölüm kol geziyordu.O anda omzuna sert bir elin dokunduğunu hissetti.Arkasına dönüp baktığında, bir gencin kolundan kendisini çekip az ilerde park etmiş arabaya gelmesini istediğini gördü.Peki Emel neydi? Bir hayat kadını olsa o otomobile binecekti. Lakin kim olduğuna değil, kimin kendisini bir yerlere sürüklediğine baktı.Bunlar üç dört aslan parçasıydı ve Emel onlar için sadece bir et parçasıydı.Gecenin bu tenha saatinde Emel'in gözyaşları sel oldu; yüreği erozyona uğradı.Gecenin ortasında kaskatı olmuş, bütün hayat pınarları kurumuş, sadece içine akıttığı yaşlarıyla beslenen bir ağaca benzedi Emel.Bu gençler kişiliğini baltalamaya gelmişlerdi.Onu kökünden yaralamaya gelmişlerdi.Oysa o ağaç dallarında nice intiharlar saklamıştı da yine de ayakta ölmeyi tercih etmişti.Emel gençlere sert sözle rest çekti: _Gençler ben sizin Ankara gecenizde dibinde uçkurunuzu çözüp işiyeceğiniz bir duvar değilim.Ben taşları yerine kolay kolay koymadım. Ben kendimi duvar dibinde bulmadım. Gençler aradıkları kadının Emel olmadığını anlayıp arabalarına binip gittiler.Emel Ankara ayazında kasıklarına bir ok gibi saplanan soğukta evine doğru yol aldı.Eve yaklaştığında şakağında silah gibi beliren, bir insanın varlığını hissetti. Kendini toparladığında onunla göz göze geldi. _Teyze niçin dışardasın? _Niçin olacak, seni merak ettim. Melahat teyze, Emel'in ellerinden tuturak onu odasına kadar taşıdı. Yatağına yatırıp üstünü örttü.Emel o gece sabaha kadar sayıkladı. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon4
Emel, oturup çayını yudumlarken arka masalardan bir sesle irkildi.Buralardan olmadığı belliydi bu sesin.Biraz daha kulak kabarttı ve birden Çaykara'daki dağ köyünün çocukluğunu, genç kızlığa adım atışını, Ahmet'i hatırladı.Sese doğru yüzünü çevirdiğinde iki damla gözyaşı... Hiç unutmamıştı onu.Ahmet'ti bu.Amerika'da tahsil görmüş ve İstanbul'a bir iş için gelmişti.Evlenmemişti.Trabzon'da yaşıyordu.On beş sene önce Ahmet'in kendisine verdiği sözü hatırladı:'Bir gün mutlaka karşılacağız.İnsan ne günahından ne sevabından kaçabilir.' O an tüm bedeni kasılmıştı.Ahmet'ti bu.Keçilerin başında bıraktığı Ahmet. Belli belirsiz sesi titreyerek: -Ahmetttttttt -Emelllll Sonra dağ dağa kavuştu.Özlemler vadilerden çoşkuyla aktı. Havaalanında Ahmet'in uçağı kalkmak üzereydi.Emel eşini ve çocuklarını bırakmıştı.Aşk her şeyi affederdi.Onları Allah affeder mi bilmem.Trabzon onların aşk coğrafyası olmuştu. Bu şehir yemyeşil yamaçlarıyla, hırçın deniziyle, fındık bahçeleriyle,temiz caddeleriyle, kültürel birikimiyle çok güzel kaybolunabilecek bir şehirdi. Ev tuttular.Ahmet Emel'e şehrin dışında bir şirkette iş bulmuştu.İkisi de çalışıyor; ikisi de kaymakları balları birbirinin üzerine boca ederek geçinip gidiyorlardı.Avuçlarını değil birbirlerinin bedenlerini yalıyorlardı. Bu yalama içi o kadar arttı kı aşkın vidaları gevşedi.Çivileri çıkınca artık Ahmet balyoz gibi yumruğuyla kopan parçaları yapıştırmaya çalıştı. Ne yazık ki aşk bir çivi gibi yüreklerinde kaldı. İlişki bitince Emel aynı şirkette çalışmaya devam etti.Ama kalacak yeri yoktu.Yalnızdı. Aklına derya geldi.Derya ile kuzendiler. Derya sabah uyanır uyanmaz Emel'i salonda kanepede uyurken buldu. -Emel kalk artık.İşe geç kalacaksın! -Ben patronculuk oynayan adamın yanına gitmem.Bugün iş arayacağım. -Tamam.Sen bilirsin.Ben işe gidiyorum. Derya Emel'in gelmesine sevinmişti.Mantık olarak aynı beyne sahiptiler.İkisi de kadındı.İkisi de yorgundu. İki kadın akşam evde oturup konuştular.Derya kızıl saçlı,yeşil gözlü,balık tenli, uzun boylu, konuşması tutarlı, zeki ve güzel bir kadındı. Emel de kızıl saçlı, mavi gözlü, iri dudaklı, konuşması arzulu, boyu az uzun bir kadındı. Bu iki güzel güzel bir fikirde birleşti.Artık etek değil pantolon giyeceklerdi.Erkek garsonların ve aşçıların olduğu lokantalarda yiyeceklerdi.Erkeksiz yaşamayacaklardı ama aşkı onlar olmadan da yaşayabileceklerdi.Bunları düşündükten sonra Uzun Sokak'ta kafe bara gitmeye karar verdiler.Saat sekizdi aylardan eylül. -Hadi hazırlanalım Emel -Olur yalnız pantolon giyelim Derya -Tamam Uzun Sokak Trabzon'un en aktif caddelerinden biridir.Sokak iki kadınla pasifleşti.Sanki sokağın duygularının ırzına geçilmişti.Kadınlar yürüdükçe kaldırım taşlarından inleme sesi geliyordu.Bütün şehrin talihi kanla yazılıyordu sanki.Topuklar şehrin kasıklarına saplanıyordu.Trabzon kadınlar tarafından fethediliyordu. Kafe barın içi loş ışıklı özenle yerleştirilmiş masalar, İstanbul'dan getirtilmiş tabureler ve aksesuarlarla donatılmıştı. Bu kafede her gece canlı müzik olurdu.Solist Kemal kadife sesiyle herkesi büyülerdi.En büyük ideali İstanbul'da şairlerin uğrak yeri bir barda şarkı söylemekti.Şiir yazardı şairleri kanatlı atlara benzetirdi. Bir Rum'du aslında. Herkes kadar Türkiye düşkünüydü. Kemal'in en büyük zaafı kadınlardı.Onu gören kadınların yumurtalıkları ağırır, arzu edilirdi.Şiirlerle şarkılarla bayanları cezbederdi. Bir de Rum olmanın getirdiği farklılık onu diğer sureti çoğaltılmış Türk erkeklerinden farklı kılardı.Şarkısını bitirip Derya ile Emel'in masasına yaklaştı. -Ne haber kızlar? -İyilik ve güzellik senden. -Benden de iyilik. -Sesin çok hoş.Biz bayanlar ağzı iyi laf yapan erkekleri severiz. -Sağolun.Bu gece sizlere en güzel şarkılarımı söylemek istiyorum.Ne dersiniz? -Bir şey mi dememi istiyorsun.Derya Emel'e dönerek: -Bebeğim kalk aşk yuvamıza gidelim. Kemal'in şaşkın bakışları arasında kalkıp uzaklaştılar. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon40
Emel güvercin yalnızlığı yaşıyordu.Dünyaya akıtılan kirli ve yanlış bilgiler her evin çatısında, kedi karaltısı meydana getiriyordu. Emel her yanı ürkeklikle tıpkı bir güvercin gibi bu dünyada yaşamaya çalışıyordu. Güvercin kanadında uçmak istese de hiçbir yerden barış rüzgarları esmiyordu.Güvercinleri sevenler de vardı.Ama Emel hazır cennetlere konmuyordu.Kendini kentin ta içlerine, insanların en yoğun olduğu yerlere atıyordu.Bazen büyük yaralar alıyordu.Yine de ne ülkesinden ne de dünyadan uçup gitmek istemiyordu. Gerçi teyzesi ona evinin kapılarını açmıştı.Kendine kedisiz bir dam bulmuştu.Ne yapsa ne kadar sevse teyzesine borcunu ödeyemezdi.Fakat Emel'in ne insanlarla ne de Allah'la bir sorunu vardı. Emel hep ' Şairleri ve yazarları kurşun değil, beyinlerindeki ur öldürür.' derdi. Emel aslında şair ruhluydu ve beyninde kocaman ur bulunduyordu.O ur ki bazı ******* Emel'in uykularında kabusa dönüşüyordu.Bu ara romana da başlayan Emel, hastalığını iyice arttırıyordu. Yazdıkça Melahat Hanımın evini kan gölüne çeviriyordu. Osman Demircan |
Etek ve pantolon41
Acaba bütün bu yaşadıkları bir zamanlar hissettiği gibi hayatın ona oynadığı illüzyon gösterisi olabilir miydi? Eğer bu yetenekse onu kullanabilirdi ama iyi bir illüzyonist olamayacağı da kesindi.Hayat şapkadan tavşan çıkarmaya benzemezdi ki.Bütün doktorlara gitse, bütün aktarlara uğrasa bu yaşadığı acıları ona unutturacak bir doz verebilirler miydi acaba? O da biliyordu ki reçete kendi elindeydi. Yazmak ve yazmamak kendi elindeydi.Mayakowski gibi mi yapsaydı? Ama onun intihar ettikten sonra yazmaya değecek bir eşi yoktu ki ve ona son intihar mektubu yazabilsin. Zaten neye yarardı ki o zaman bunca yaşamı, kavgaları, yenilgileri, yeni baştan başlamaları veya hangi birisi neye yarardı ki? Bu dünya uğruna ölünebilecek bir dünya değildi ki alt tarafı beyaz bir kefene sarılış, sonra iki metre toprak altına gömülüş; nefes alamama falan, karanlık hep karanlık...Zaten her gün ona koşmuyor muyduk? Bu ceza neden yaşarken kesilsin ki. Nihat arkasından kaç gün ağlardı.Onun ağlayıp ağlamayacağını Oktay'dan sonra zaten anlamıştı. Kırılan dal kendi dalıydı sanki. Bir uçurumun başında falan da değildi. Olsa olsa dibinde olurdu.Gördükleri yaşadıkları bir hayal perdesinin ön tarafını meşgul eden balık hafızalı insancıklarıydı adeta.Bu da olsa olsa onun hayata karşı panzehiri olurdu herhalde. Bir gün hayal kahvecisi gelir, ışıkları kapatır ve insancıkları yuvalarına gönderir; bir daha hiç gelmeyecek akşamına kadar. Ve insanlar uykularına çekilirdi.Uyanırlar mı uyanmazlar mı bir daha bilinmezdi tabi ki. Yeni bir hayal kahvecisi gelir mi gelmez mi ya da onları uyandırır mı derin uykularından; hiç doğmamış güneşlerine bu sevgili şehirlerinin.Hayatın illüzyonları neyse kalbinin yanılsamaları ne olacaktı bu hayatta Emel'in.O tam bir muammaydı.Bazen onu ilk çocukluk aşkını yaşadığı Trabzonlara ya da bir anlık hevesine mağlup olduğu Kos Adası'na veya Ankara'daki o altıncı kattaki pis meyhane köşesine getirip götürüyordu.Ve bunlardan hiçbiri ona cevap verecekmiş gibi durmuyordu.Bunca sorularına ve sorgulamalarına rağmen. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon42
İsmini veriyordu ama kafasında şekillendiremiyordu.Hatta ona silik bir silüet gibi bile gelmiyorlardı.Acaba gerçekten bunları yaşamış mıydı? Peki bu isimler, bu yerler ona neden bu kadar hem tanıdık hem de uzak geliyordu öyleyse.Yoksa bunlarda mı beyninin içindeki o şeyin ona oynadığı bir oyundu.Zaman ve mekan mefhumu yavaş yavaş kayboluyordu Emel'de. ' Allah'ım bu ne ceza böyle.Benim için düşündüğün son böyle bir şey miydi? ' sözlerini kendisi bile duyamadı.Bir sessiz fırtına olarak gecenin karanlıklarına imzasını attı. Beynindeki tükenişler ve kalbinin umursamaz yanılsamaları ona hayatında oynayacağı bu en büyük rolün sahne dekorlarını kurmakla meşguldu.Ne bilinir ki bunu izlemeye sevgili insancıkları da gelir miydi Emel'in? Belki de onu yoran yeni başlangıçlardı hep.Aslında Emel çocuk özlemi bile duymamıştı geçmişte.Birileri sanki ona bu görevi vermişti ve o da bu görevi ifa etmişti. Şimdi bile doğru dürüst bir anne olarak görmüyordu kendini.Anaç tarafı hiç gelişmemişti ki.Çünkü ona birileri sürekli yalnızlığını hatırlatıp durmuştu.Kendi çocukları bile. Eğer bir gün evlilikle ilgili bir şey yapsa dahi bu herhalde çocuk yapmak olmazdı.Yani mezara, hep karanlığa hep karanlığa atacağı kimsesi olmazdı.İç karartıcı tılsımlarıydı Emel'in bunlar. Sisler perdesinin arkasından bakıyordu Emel.Efendilerini bekleyen kuklalar ve iple oynatılma sıraları, Emel'i tiksindiriyordu. Hayatını tiyatroyla özdeşleştiremezdi.O ne efendiyi ne kuklayı oynamak istiyordu.Bir gün daha kalabilecek miydi bu hayat oyununda.Yüremeyi unutmuş yorgun ayaklarına hayatı yükleyip bir adım daha öteye gidebilecek miydi? Her adım atışında insanlığını ayaklar altına almamak için çaba gösteriyor bu durum ise yüreğini sıkıyordu. Her basamakta eline ve yüzüne kan ve gözyaşı bulaştırıyordu.İnsanlığın yükselişi ve alçalışı aynı yolla oluyordu. Bir merdiven ki hayatın iniş çıkışlarına aynı yollardan girmesine sebep oluyordu.Bu savaşı daha ne kadar sürdürecekti; olmayan yeldeğirmenlerine, camdan yüreğini attığı denizin kayalıklarına karşı.Kim bilir belki de hiç başaramayacaktı.Üçüncü sınıf bir yazarın elinde bu olsa olsa onun kendiyle olan iç hesaplaşmaları olurdu onun bu durumu. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon43
Ya da bir bulvar gazetesinin üçüncü sayfa haberi veya sakız gibi çiğnenenip şair meclislerine düşen kötü bir şiir olurdu Emel'in dramı.Yani uzaya savrulan cümleler gibi gelip bir dalganın silmesini bekleyen iskele duvarı yazıları gibi olurdu hem onun yazarları hem romanı. Bir dram yaşıyordu Emel. Gidecek köyü olmayanların kendi köylerini sevmesi gibi Emel çıkmazlar yaşıyordu.Gözleri hastaydı bu yüzden ne varsa içinde hepsi ölüyordu.Yarına dair pencerede bir şey aradı.Masanın üzerindeki saate baktı.Saat gece yarısını beş geçiyordu. Teyzesi henüz uyumuştu.Çankaya sırtlarındaki bu evde Emel roman yazmaya devam etti.Evet yazmalıydı. Sabaha kadar pencereden içeriye sızan yıldızların iliklerini ısıtan ışıkları altında yazmalıydı. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon44
Emel gecenin en karanlık anında kalemi gözlerine saplayıp kör olmaktan vazgeçtiği zamanda romanın müsvettesine şu cümleler döküldü: 'Kendimi çok kötü hissediyorum.İkiye bölünmüş gözlerimden bütün bakışlar ayrılığa açılıyor.Yüzümde bir çocuğun babasından kopmuş dramı.Ne zaman bir yazı yazmak için kağıda baksam bir çocuğun feryadı dökülüyor satırlara.Bir ağaç büyüyor cümle sessizliğinde. Kuşlar konmuyor dallarına, içini kemiriyor kurtcuklar.Dizlerine kadar batıyor güneş, gölge oluyor bütün analar; çocuklar ışık olsa dahi analarının kara bahtını aydınlatamıyor. Babalar pantolonlarını masanın altına saklıyor. Bütün masaların altında çöp toplayan kızlar uçkur çözüyor.Sonra kirli çamaşırları yıkayan bu kadınlar derenin kenarında eteklerini yukarı çekiyor.Baldır bacakların beyazlığında yüzüyor dereden kaçan balıklar. Suda sepet içinde bir çocuk, çamaşır yıkayan kadının kasıklarından düşüyor. Ona sadece aynı dereden su içen tarla kuşları sahip çıkıyor. Kuşlar o beyinleriyle çocuğu anlıyor; ona gökyüzünü veriyor. O çocuk gökyüzünde mavi bakışlı kız görüyor. Çocuk aniden büyüyor, kızla evleniyor. İki kız çocukları oluyor. Yağmur ve damla önce tarla kuşlarının tüylerine sonra toprağa yağıyor.Ve bütün tarlalarda çocuklar buğdayları biçiyor; ekmek arası insanlık yiyor. Bir paylaşım günahtan sevaba doğru yükseliyor ve insanlık kendi ektiğini kendi biçiyor böylece. ' Bunları yazdıktan sonra masanın üzerinde uyuyakaldı. Teyzesi onu kahvaltıya çağırdığında hala gözlerinde tarla kuşlarının bakışları vardı. Emel ekmeği alıp ikiye böldü; teyzesiyle beraber karnını doyurdu. |
Etek ve Pantolon45
Bir çiçek için bile yaşamaya değerdi.İşte maharet o çiçeği görebilmekti. Hayat bir nehirse, o nehirsen nasibine düşecek su, çiçeği büyütmeye yeterdi.Ya da güzel düşüncelerle o çiçek beslenebilirdi. Emel yaşamak istiyordu. Ölüm onun için bir kurtuluş değildi. Belki açan her goncayla cennet kapıları ona gül kokuları taşıyabilirdi. Yalnız gül kurusunda cehennemi ve ayrılığı yaşayabilirdi. Ölümle sonsuz karanlığa nasıl dayanabilirdi. Ölüm, Emel'e bütün cennet kapılarını kapatabilirdi. Mezarında goncalar açsa da bir daha gülü koklayamayabilirdi. Bu duygularla Emel kahvaltısını yaptı.Teyzesi bugün dışarı çıkmak istediğini söyledi. _Emel benimle gelir misin? Biraz dolaşırız. Atakule'ye çıkarız. Alışveriş yaparız. _ Melahat teyze evet çok kapalı kaldım. Bunu ben de isterim.Bugün kitap da alırız. Ha aklıma gelmişken çiçekçiye uğrayıp gül de alalım. _Olur Emel. Kahvaltıyı yapıp hazırlandılar. İki kadın önce yol üzerindeki Atakulu'ye çıktılar. Ankara'ya yukardan baktılar. Emel'in gözlerinde hala tarla kuşlarının bakışı vardı. Çankaya sırtlarından Emel güzel düşünceler içinden hayallere kanat açtı. Emel'in üzeri çiçek koktu. Kendini kır çiçeği hissetti. Hayat bir ilham nehri halinde yüreğine aktı. Gönül yurduna diktiği ağaç tarla kuşlarıyla doldu.Yüreği bir kuşun heyecanıyla çarptı. Mutluydu Emel... Mutluluğu yüzüne kıble rüzgarları gibi vurdu. Bir kutsal ışık gibi yüzü parladı. Emel yaşama karşı duyduğu minnetle güzelleşti, bütün çirkinlikler önce gözlerinden sonra yüreğinden uçtu. İçi tarla kuşlarının cıvıltılarıyla doldu. Yaşamak ne güzeldi.Tıpkı Emel gibi, tıpkı Emel ile Melahat teyzenin dostluğu kadar güzeldi. _Emel istersen hiç arabaya binmeyelim sadece yürüyelim. _Çok iyi olur.Ayaklarımız açılır. Atakule'den ayrılan iki kadın Kızılay'a doğru yürümeye koyuldular. Amaçları Meşrutiyet Caddesi'ne gidip kitap almak ve çiçekçiye uğramaktı. Geniş soluklarla içlerine hava dolduran bu iki kadın kalplerindeki yaşama sevinciyle yollarını adımladılar. Yollar topuk sesiyle şenlendi.Ankara slogan seslerinden kurtulup ve gri renginden arınıp iki kadınla neşelendi. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon46
Şehrin caddelerinde bir huzursuzluk kol geziyordu. Kızılay Meydanı'nda ise kollar insanların daha iyi yaşaması için havaya kalkıyordu.Melahat teyze kötü şeyler olacağını hissetmiş olacağından olsa gerek Emel'i Meşrutiyet Caddesi'ne doğru yönlendiriyordu.Oysa Emel çoktan teyzesinin yanından ayrılmış kendini direnişçilerin arasında bulmuştu.'Yaşasın özgürlük! Yaşasın bilgi toplumu! ' diye slogan atmaya başlamıştı bile. Evet Türk milleti yedi yüzyıldır hala cahildi ve dünyaya kültür ve bilgi olarak pek bir şey katmamıştı.Sadece aydınlık bir Türkiye için kitapları havaya kaldırıyorlardı..Bir kaideye oturtulan baş gibi toplumun üzerine şablon düşünceler konulmasını istenmiyorlardı.Toplumun kendi düşüncesini, kendine vücut veren bilgisinin üzerine oturtmak ve toplumu kendi kafasıyla düşünen bir noktaya getirmek istiyorlardı.. İkincil olmayı kabul edenin kendine ait birincil değerleri olamazdı. Ayrıca cesareti olmayanın dini bile olamazdı. Toplum felsefesini kendi kurmalıydı.. Bilgi toplumunda her akıl kendi inancını bilinçli ve cesursa yaşamalıydı.Bunları savunuyorlardı ve bunları haykırıyorlardı.Emel yanındaki kızın eline tutarak kenetlendi. Sonra silah sesleri duyuldu ve panzerler kalabalığın üzerine daldı. Bir köpek elinden sımsıkı tuttuğu kızın bacağını ısırdı ve kızı yere yuvarladı. Emel köpeğin gırtlağına sarıldı. Bir cop darbesiyle gözleri karardı o and****endini yerde buldu. Başının ağrısıyla uyandığında bir gecekonduda olduğunu fark etti. Etrafında gençler gülümseyen yüzleriyle Emel'i ayıltmaya çalışıyorlardı. Başına aldığı darbeyle bayılmıştı Emel. El ele verdiği kızdan da kopmuştu. Bir bütünken o kızla şimdi tüm güzelliğiyle tek başına bir odadaydı ve yanında üç delikanlıyla baş başaydı.Neydi insanı insana sevdiren. Neydi bu insanların arasında Emel'i çirkinlikten koruyan ve güzel gülümsemeleri gösteren. Neydi düşmanlıktan rant kazanan. Kimdi insanların arasına köpekleri salan.Ve salyalı dişleriyle gülümseyen kimdi.Emel yüreğini ağırlaştıran bu duygularla gençlerin kendisine sunduğu hizmete baktı. Gözleri yaşardı. Ağladı böyle insanların varlığı karşısında. Üç erkek Emel için üç dilekti sanki. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon47
Emel ayağa kalktığında kendisi için hazırlanmış sofraya geçti. Üç genç Emel'in yanına oturdu. Sıcak çorbasını içtikten sonra kendisine ikram edilen mercimek köftelerinden yedi.Sonra Emel bu üç delikanlıyla salona geçti. Salonda sedir ve kütüphane vardı. Orta yerde bulunan kilim üzerindeki geniş sehpa da kitaplarla doluydu. İlk defa bu kadar kitabı bir arada görüyordu Emel. Sedirin üzerine oturduğunda üç masal prensinin gerçekten yanında oturduğunu gördü.Şaşkındı Emel. Mitingden sonra kendisini yerden almışlar bir arabayla buraya getirmişlerdi.Aklına yanındaki kız geldi o nerdeydi acaba? _ Bunca yardımdan sonra ne söylesem boş.Her birinizden önce anneniz gurur duyuyordur.Sonra eşiniz daha sonra oğlunuz ve kızınız gurur duyacak. Sizler çok doğru yoldasınız ve ben de doğru bulduğum bu yolda sizinle beraberim. _ Kendinizi yormayın Emel Hanım! Biz de seninle beraberiz. Benim adım Erkan ODTÜ' de okuyorum.Arkadaşlarım Emre ve Gürkan ile birlikte epeyce bir üyesi olan bir derneğe üyeyiz.Seni miting alanında Betül'ün yanında görünce tanıyamadık.Onunla konuşmana kulak misafiri olan arkadaşlar adının Emel olduğunu ve yazar olduğunu söylediler.Biz de illagal bir kuruluş olmadığumız için senden şüphelenmek için çok sebep bulamadık. Bize saldıranlar polis falan değildi. Sadece karanlık güçlerdi. Bu güçler ki aydınlığı hiç sevmez hemen saldırıya geçerler.Betül'ü merak etme o çok iyi. Şu an evinde tedavi görüyor.Sana da selamı var. _Peki böyle bir dernek kurmanızın sebebi neydi? Üstelik bu derneği direncin sesi haline getirip meydanlarda gürletmenin sebebi neydi? Bu soruya yirmi yaşlarında yağız bir delikanlı olan Emre cevap verdi. Ben aslen Rizeliyim.Rize'de Doğu'dan gelme bir komşumuz vardı. Terör dolayısıyla oraya göç etmek zorunda kalmıştı. Gecekonduvari bir evde kalıyorlardı. Bütün ai,le bir odada yatıp kalkıyordu.Biz babayı ve anneyi ne kadar uyardıksa da aynı odada kalmaya devam ettiler.Sonra çocuklar büyüyüp yetişkin oldu.Evin oğlu askere gitti. Askerden dönen evin oğlu kız kardeşine tecavüz etti. Sonra ikisi de öldürüldü. Emel üzgündü. Anlam vermeye çalışıyordu anlatılanlara. Bir ara; ' insanlara dini eğitim verilmeli.' dedi.'Eğer insanlar Allah'tan korkarsa böyle eylemlere kapılmaz.' diyerek sözlerine devam etti.Bunun üzerine Gürkan söze atıldı. _Emel Hanım söylediklerinizde haklı olabilirsiniz.Fakat size sormak isterim; en çok dini kitapların satıldığı bir ülkede böyle olayların sıkça yaşanıyor olmasını neyle açıklayacaksınız? Benim bir abim vardı İmam Hatip Lisesinde öğretmendi.Cep telefonu öğretmenler odasındaki dolabından çalındı. Şimdi günah ve sevap kavramlarıyla sığlaştırılmış bir eğitim ocağından böyle bir hadisenin vuku bulmasını doğal karşılamaz mısınız? Demek ki şu günah bu sevapla olmuyor bu işler. _O zaman ne yapmak lazım gençler? Bizim şu an yaptığımızı her zaman yapmamız gerek. Halka kitap dağıtmak lazım. Demek lazım ki homoseksüellik bile tedavi ediliyor.Kimseyi öldürmeyin.Gelin bilgiyle iyileşelim. Okuyarak öğrenerek sorgulayarak anlayarak tedavi olalım. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon48
Emel hurma ağaçlarını özlüyordu. Hatta hiç tadılmamış meyvelerin tadına bakmak istiyordu. Ve gururlu insanların aynaya bakmaktan imtina ettiği zamanlardaki gibi yüreği hurma ağaçlarının bal tadıyla neşeleniyordu. Emel ilk defa beşinci mevsimi yaşıyordu. Yeni tanıdığı gençlerin arasında ünü bir kelebek güzelliğiyle dolaşıyordu. Gençlerle tanışmasını teyzesine anlatmıştı.Teyzesinin teklifi üzerine de gençler Çankaya'daki eve uğramaya başlamışlardı. Burda toplanılıyor; kitap okunuyor, istişare yapılıyordu. Gece geç saatlere kadar okunan bir romanın analizi yapılıyor; ardından şiirler okunuyordu. Erkan'ın görevi bilimsel yazıları okumak; Emre'nin görevi ideolojiler tarihini anlatmak; Gürkan'ın görevi dinler tarihini öğretmek; Betül'ün görevi ise sosyoloji ve felsefe dersleri vermekti. Emel felsefeye çok önem verdiği için bu konudaki makaleleri ve tezleri açıklama görevini kendisi üstlenmişti. Melahat teyze bütün bu işlerin organizatörüydü. Bazen toplantılar sabaha kadar uzar evde beyin fırtınası eserdi. Ankara'da böyle bir etkinliği duymayan kalmamıştı. Her yaştan ve kariyerden insan da gelmeye başlamıştı artık. Sade öğrenciler değil; aydınlanmak isteyen ve beynini beslemek isteyen kişiler Melahat teyzenin evine gidiyordu. Sonra bu evi derneğe dönüştürdüler ve adını da direncin sesi koydular. Herkes mutluydu çünkü yıkıcı değil yapıcı bir iş yapılıyordu. İç açıcı bir aydınlık yaşanıyordu Çankaya sırtlarında. Elinde kitap olan Emel'in yanına gidiyordu.Bu dernekte hiç kimsenin amacı bir başkasını düşüncelerinden dolayı kınamak değildi. Herkes aklına geleni söylerdi. Burda amaç zaten düşünmekti.Kimse kimseyi hizaya sokmaya çalışmıyordu. Çünkü Melahat teyzenin evi bir kışla değildi.İnsanları normalleştirme merkezi de değildi. Kişi burda sıradanlıktan kurtulur, kendine ait özel yeteneklerini keşfeder ve duvar yazılarına benzer cümleler değil; alışık olunmayan cümleler kurmayı öğrenirdi. Gidip gelenlerin sayısı artmaya başlamıştı.Emel herkese özel önem veriyordu. İnsanlara ruhsal zekasıyla yaklaşıyor ve ortama yaratıcılığını katıyordu. Biliyordu ki mantıksal zeka ve duygusal zeka hayvanlarda da vardı. İnsana özel tek zeka ise yaratıcı zekaydı. Emel derneğe gelen insanların yaratıcılığını arttırmak için şiir, resim, kompozisyon yarışmaları düzenliyordu. Değerlendirmeyi eserleri yayımladıkları gazetenin okurları yapıyordu. Emel gittikçe genişleyen bir organizasyonun lokomotifliğini yapıyordu. |
Etek ve Pantolon49
'Bağlantılar kopuk olduğunda duygular tetiklenemez.Hayatta her şey hissetmemizi istiyor.Eğer kalbimiz tepki vermiyorsa, özlemlerimiz hissizleşiyorsa, hayattan kopuyuruz demektir.Bu da ölümün diğer adıdır aslında.Mezarda yaşamanın ta kendisidir.Bu yüzden üzülmek, mutsuzlaşmak, huzursuzlaşmak bir makastır.Hayatla bağımızı kesen bu keskin yürek duruşları nabzımızı durdurmadan hepimizi yok eder.' Emel, bu yazıyı okuyordu gençlere.Yüzlerdeki aydınlık günlerin ışıltılarıyla herkes pür dikkat okunanları dinliyordu.Evet bir halay çekiliyordu omuz omuza, Türkiye topraklarında. Emel, halay başıydı ve elindeki Türk bayrağını sallayıp duruyordu. Bir düğün havası yaşanıyordu Ankara'da. Bütün makaslar atılıyordu ve herkes kucaklaşıyordu.Sımsıkı bağlanılıyordu Emel'in sayesinde insanlar birbirine. Bir his kasırgası esiyordu gökyüzünde. Bütün insanlar birbirini hissediyordu. Eller ya gözyaşlarını siliyordu ya da tokalaşıyordu. Bir devrimdi bu. Türk halkı bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerliyordu. Hatta bazı devletler kültür ve bilgi almak için Türkiye'ye geliyordu. Bütün sömürücüler ve hortumcular ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette birbirine bakıyordu. Sonra akıllının birisi dahice bir yol düşündü. Emel ölmeliydi. Kimdi bu kadın. Türkleri zenginleştiriyordu ve bilgilendiriyordu. Böyle olunca halkı yönetmek zorlaşıyordu. Damaklarındaki tat gidiyordu. Ellerindeki bütün kartlar uçup kayboluyordu. Peki kimi bulmalıydılar? Emel'i kime öldürtmeliydiler. Ya da onu kimle rezil edebilirlerdi. Birisi ona tecavüz etse, namussuz olacağı için kimse onu dinlemezdi. Zaten dünya erkeklerin donlarının içinden yönetilmiyor muydu? Emel etkisiz kalınca biz de sike sike halkı yönetmeye devam ederdik diye düşündüler ağalar beyler. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon5
Derya ile Emel sokağa çıktıklarında saat on iki olmuştu; kimsecikleri göremediler.Sadece bir polisin on beş yaşlarında bir genci sıkıştırdığını gördüler Uzun Sokak'ın Maraş Caddesi'ne bakan tarafında. -Bak bu gece karakolda nöbetçiyim.Beraber gidelim.Sana çam nasıl yarılır göstereyim.Ormanlar nasıl istila edilir; ağaçlar nasıl baltalanır göstereyim. -Polis amca,sana bu hakkı kim veriyor? Bilirim ki sen karakolda milletin namusu için nöbet tutarsın. -Sen bu yaşta neler de bilirsin. -Bilirim elbet.Belki de bir sınır karakolunda asker olacağım.Belki de şehit olacağım. -Sen asker ve şehit olmadan önce benim olacaksın. Derya ve Emel şahit oldukları olay karşısında dehşete düştüler.Trabzon ve Karadeniz az daha kopup denize kayacaktı. -Ne yapıyorsun sen.Gençten silah zoruyla ırzını istiyorsun.Bu hakkı sana hangi kanun verdi? Derya bu sözlerinden sonra genci çekip çıkardı esaretin elinden.Tuttu gerçek adaletin elinden. Polis kadınların hışmından çekindi bir şey diyemeden arabasına binip gitti. Gencin adı Kurtuluş'tu.On altı yaşında Trabzon'un Fatih Mahallesi'ndendi. Kumral, ela gözlü, yaşından küçük gösteren cılız bir oğlandı. Eve geldiklerinde hala şoktaydılar.Bir süre konuşmadılar.Derya sessizliği bozarak bu kasvetli oyuna son verdi. -O saatte dışarda ne işin vardı Kurtuluş? -Babamla tartışmıştım. Emel söze katıldı. -Bazı insanlar ortalığa düşmüş kişiler ararlar.O kişiler insan yanılgılarıyla, hatalarıyla, günahlarıyla beslenirler. 'Polis onlardan biriydi.Bütün polisler aynı değil tabi ki.Her camianın virüsleri vardır.Bunlar hastalık bulaştırırlar.Onlar da bir zamanlar sağlıklıydı tahmin edersin ki.Yanlış solunumlar hasta etmiştir bu insanları.Yanlış atmosferlerde bulunmamak lazım.' dedi Derya. Kurtuluş uyumak istediğini söyledi.Emel kendi odasına çekildi.Sarı boyalı odasına.Biblolarla dolu bu oda Emel'in kuş yuvasıydı.Kolları kanatları kırık bu kadının sığındığı tek yerdi. Derya turuncu renkli odasına çekildi.Oda İtalyan mobilyalarıyla donanmıştı.Eskitme elbise dolabı, yatak, komodin ve tuvalet aynasıyla bu oda acılarını rüyalarında dindirdiği yer olmuştu. Tutuncu renkli salonda Kurtuluş kolduğun üzerinde uyudu.Koltuklar siyah deriden yumuşacıktı.Babasına telefon edilmiş, merak etmemesi sağlanmıştı.Ailesi Derya'yı tanırdı.Evlerinin dizaynını ona yaptırmışlardı. Sabaha kadar derin nefeslerle derin bir uykuya daldılar. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon50
'Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski aristokrat düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötükük de gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara ağız açtırılmamalıydı. İşte onlar tehlikeliydiler.' yazısını okuyordu Emel. Bu sefer toplantıda yirmi yedi yaşlarında bir genç de vardı. Adı Yaşar olan bu genç aslında bir tetikçiydi. Niyeti Emel'i yalnız yakalamak, sonra hakkında iftira çıkarmaktı. Eğer bunda başarılı olamazsa onu vurmaktı. Şimdi tek yaptığı kalabalığa kendini sevdirmekti. Onu sadece Betül takip ediyordu. Çünkü hoşuna gitmişti Yaşar. Konuşması, duruşu çok delikanlıca idi. Pür dikkat okunanları dinlemesi iyice dikkatini çekmişti. Emel metni okuyup yorumladıktan sonra çayları Emre getirdi. Emre, aristokrat aydınlardan değildi. Güvendiği insanlara karşı gizlisi saklısı yoktu. İlme hizmet yolunda amele bile olmaya hazırdı. Öyle televizyon programlarında hayata dair konuşurken masada kedi kafası kaynatacak cinslerden değildi. Ne yazar bozmasıydı ne şair. Gerçek Türk aydınıydı. Emel'i çok severdi. Böyle bir etkinlik içinde hep beraber olmaktan son derece mutluydu. Çayları kontrol eder, boşalan bardaklara yüreğini dökerdi.Erkan da boş durmazdı. Her geleni kapıda karşılar ikramlarla içeri alırdı. O tam bir salon erkeğiydi. Ev onunla nezih bir ortama kavuşurdu. Gürkan ise Emel'in dizinin dibinden ayrılmaz onun kitaplarını defterlerini taşırdı. Bugünkü yazıyı da o bulmuştu. Melahat teyze, huzur içinde öleceğini düşünüp Emel'e şükranla bakıyordu.Çaylar içilip vedalaşmanın ardından kalabalık dağılıp gidince hemen kapıyı kilitlediler. Hiç kimsenin evde kalmasına izin vermiyorlardı, kimseyle yalnız bulunmamaya dikkat ediyorlardı. Bu kararı Emel teyzesiyle beraber almıştı. Biliyorlardı ki kadından çıkacak ideoloji veya felsefe bir iftirayla yerle bir olabilirdi. Bir kadın bir erkeğin bacak arasında kolayca ezilebilirdi. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon51
Bugünkü konuyu Betül bulmuştu. Emel, dizlerinin üzerine çökmüş yeni yazıyı okuyup yorumlayacaktı. Herkes saf saf dizilmiş bekliyordu. İkinci safın sağında Yaşar yine yerini almıştı. Betül bu sefer Yaşar'ın tam karşısındaydı. Emel elindeki hikayeyi okumaya başladı: ' Orta yaşlı kadın,saatine baktı: 'Uçağın kalkmasına daha vakit var' diye söylendi,sıkıntılı sıkıntılı. Havaalanında beklemekten sıkılmıştı.Atıştıracak birşeyler alıp açlığıyla birlikte sinirlerini de yatıştırma ihtiyacı içinde büfeye yöneldi.Bir kutu taze kurabiye aldı.Kutuyu alışkanlıkla çantasına koydu.Sonra yürüdü,gözden uzak sıralardan birine oturdu.Hem koltuğunun altında taşıdığı polisiye romanını okuyacak hem de kurabiyesini atıştıracaktı. Kitabını açtı.Kaldığı yerden okumaya başladı.Biraz sonra dalmıştı.Yanına birinin oturduğunu hayal meyal fark etti.Umursamadı.Kimse huzurunu bozamayacaktı. Bir taraftan ilginç polisiye romanını okurken,diğer taraftan yanına oturan adamla arasındaki kutudan kurabiye atıştırıyordu. Bir de ne görsün,yanında oturan adam da aynı şeyi yapmıyor mu: Aynı kutudan kurabiye alıp yiyor. 'Olur şey değil! 'diye söylendi,orta yaşlı kadın,'Amma da cüretkar,izin isteme gereği bile duymadı.' Kızgındı,ama işin sonunu çok merak ediyordu:Bakalım adam bu cüretkarlığını nereye kadar sürdürecekti? Kurabiye kutusuna elini her uzatışında,yanındaki adam da uzatıyor,o da bir kurabiye alıyordu.Bu durum pakette tek kurabiye kalıncaya kadar sürdü. 'Bakalım şimdi ne yapacak? ' diye düşündü orta yaşlı kadın,'Herhalde son kurabiyeyi malın gerçek sahibine, yani bana bırakacak kadar mantıklı biridir.' Göz ucuyla adamı izlemeye başladı.Adam yüzünde hafif asabi bir gülümseme ile pakete uzandı.Son kurabiyeyi aldı,özenle ikiye böldü.Yarısını ağzına atarken öteki yarısını orta yaşlı kadına uzattı. 'Aman Allah'ım! Ne kadar da yüzsüz biri,kurabiyelerimi nasıl da sahiplendi; üstelik teşekkür bile etmiyor! 'diye düşündü kadın.Zor zaptettiği öfke fırtınası altında kurabiyeyi alıp ağzına attı.Bu kadar sinirlendiğini hiç hatırlamıyordu.Adama çatmaya karar verdi.Ama tam o sırada uçağın hazır olduğu anons edildi.Hızla toparlandı.Kitabı çantasına koydu.'Kurabiye hırsızı'adını taktığı adama öldürücü bir bakış fırlattıktan sonra çıkış kapısına yöneldi. Az sonra uçağa binmişti.Başına gelenleri hatırladıkça hem gülüyor hem de kızıyordu.Koltuğuna yerleşti.Bitmek üzere olan kitabını almak için elini çantasına daldırdı.Kitaptan önce eline bir kutu geldi. 'Allah Allah...! Bu kutunun çantamda işi ne? 'diye şaştı. Bakması ile birlikte gözleri büyüdü.Büfeden aldığı kurabiye kutusu hiç açılmamış haliyle çantasıda duruyordu.'Ben ne yaptım? 'diye haykırdı. Yolcular dönüp dönüp kendisine bakarken,utançla başını yere indirdi:'Bunlar benim kurabiyelerim olduğuna göre,adamla ortaklaşa yediğimiz kutudakiler onundu.Hiçbir tepki göstermeden kurabiyelerini benimle paylaşma nezaketini gösterdi.Oysa ben o adam hakkında neler düşündüm.Kaba ve cüretkar olan aslında benmişim! ' Çaresizlik içinde inledi: 'meğer kurabiye hırsızı benmişim.' cümleleriyle hikayeyi okumayı bitirdi. Sonra ' Çoğunlukla kendi doğrularımızın doğruluğundan o kadar emin oluruz ki,yanlışlarımızın farkına bile varmayız. ' sözleriyle de hikayeyi tek cümleyle yorumladı. Salondakiler hayranlık içinde Emel'i dinlemenin zevkini yaşadı. Daha sonra koyu bir sohbet başladı. Yaşar çay faslını beklemeden izin isteyip gitti. Herkes mutluydu; bir tek Betül hariç. Aşık olanı en duygusal aşk şiiri yatıştırabilir miydi? Yüreği iyileştiren bilgi değilse neydi? Osman Demircan |
Etek ve Pantolon52
Yaşar dışarı çıktığında yüreğinde depremler oluyordu. Fay hatları oluşuyordu benliğinde. Her çatlakta ruhunda derin izler bırakan uçurumlar meydana getiriyordu. Fay, kalbinin her kılcalında duygusal yol ayırımları yaşatıyordu.Gitgide yalnızlaşıyordu kendi iç dünyasında. Bu duygularla yürürken birden dikkatini bir berber dükkanı çekti. Berber, müşterisinin saçlarını her kesişinde, müşteri daha bir güzelleşiyordu.O an; ' Eğer saçlarda kan olsaydı her yer kan revan olurdu. Berber dükkanı kasaba dönüşürdü.' diye içinden geçirdi. Aklına o an Betül geldi. Güzel saçlı Betül... Aslında o saçları okşamayı ne kadar da çok isterdi! 'Fakat bir tetikçinin silahı bırakıp eline saz alma, aşık olma olasılığı neydi? ' diye de düşündü bir an.Gecenin karanlığında kaybolurken birden aklına yıldız gibi parlak ve mehtap kadar ferah bir fikir geldi.Betül'ü sevmek hem aşka hem kendisine yapacağı bir ihanet olurdu. Aşka yaldızlı cümleler katmak ise ay yüzlü sevgiliye yapacağı en büyük haksızlık olurdu. Hemen bir çiçekçiye uğradı.Betül'e gönderilmesi için satın aldığı karanfil demetine: ' Seni ve sevdiklerini özgür bıraktım; çünkü Betül seni çok sevdim.' yazdı.Sonra çiçekçiden ayrılıp Ankara gecesinde gözden kayboldu. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon53
Herkesin çakal olduğu bir dünyada horozlanmanın ne anlamı vardı. Yaşar gecenin karanlığında derin bakışlı bir kurda dönüştü ve çakalları düşünceleriyle boğdu. Sevememenin keskin duygusunu bileklerinde bir zincir gibi hissederken Betül'ün yüzü gökyüzünde ay ışığı aydınlığında parladı. Gönlünde akan sevgi nehri yürek genişliğindeki ekinleri suladı. Bir serinlik ve huzur bütün iç dünyasını kapladı. Yaşar biraz daha yürüdü ve sonra yol kenarındaki bir banka oturdu. Sonra sağda solda tünemiş güvercinlere bakarak kendi kendine konuştu: 'Güvercinler mi akıllı yoksa biz mi? Çok akıllıyız hatta dünyada kendimizden başka akıllı ve zeki başka birilerinin olmadığını kabul ederiz. Kendimizi büyük görmek ya da göstermek küçüklüğümüzün bir alametidir. Güvercine hayvan gözüyle baktığımızda onun da bize hayvan gözüyle bakmayacağı ne mümkün! Eğer öyleyse ikimizde hayvanız! Zekamız ancak kendimizi kavrayarak ve ifade edecek kadar. Başkalarına ben hayvanım dedirtecek kadar değil. Bu dünyada sevgi kime ait. İnsanlara sıkıntı çektiren, üzüntü veren, kendi menfaatleri için başkalarını feda eden bir dirhem dünya malı için başkalarını güvercin gibi öldürmeye hazır olan içi kararmış, kalbi katranlanmış, gözleri kanlanmış çakal gibi insanlar var. Ve bu insanlar sevgiden bahsediyor. Sonra ne güzel güvercin deyip üzerine atlıyor ve sevgiden besleniyor. Böyle davranıp diğer insanların aç, zayıf ve yoksul olduklarını söylüyorlar. Yaşar bunları düşünürken saatine baktı. Epeyce geç olmuştu. Banktan kalkıp yürümeye devam etti. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon54
Yaşar Ankara'nın sokaklarını arşınlarken bir adamın sevgilisiyle kavga ettiğini gördü. Gecenin bu geç vaktinde yıldızların alabildiğine yeryüzüne aktığı bir saatte iki sevgili küfürler üretiyordu. O an Betül'ü düşündü korkularıyla göz göze geldi bir an. Sevgi gibi bir duyguyu yakalayıp da onu midesine indirenlerden olamayacağını düşündü o an. Rahattı artık çünkü Betül'ün dünyasından ayrılarak bütün dişlerini kendi yüreğine saplamıştı. Bundan sonraki yaşamında kendi kendini yiyip bitirecekti. Bu aşk onu kendi korkularıyla yüzleştirecekti. Yaşar kaldırım taşlarının ağırlığını parmak uçlarında hissetti. Hayatının kilometre taşlarını dizmeye çalışırken bir gün mutluluğa ulaşacağını düşünmüştü. Oysa şimdi hayatı bir çıkmaz sokaktı. Yolculuğu aşkın soğuk duvarlarıyla karşılaşmasıyla son bulmuştu. Ve duvar dibinde kurşuna dizilen bir mahkum gibi Yaşar aşka vurulmuştu. Ankara Yaşar'a mezar olmuştu. Bir mezar ki bütün şehir taştan bir lahit olmuştu. Üzerine kapaklanan şehrin beton binaları nice mutlu sohbetleri üzerine dökmüştü. O Betül'e söyleyemediklerini düşünerek kan kusmuştu. Yaşar çoktan ölmüştü. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon55
Durmadan konuşuyordu. Susmasını bilmiyordu. Dudakları mengene gibi kelimeleri eziyor; cümleler posa halinde ağzından çıkıyordu. Bütün duyguları yüreğinden ve beyninden tazyik halinde sözlerine karışıyordu. Yıllarca suskun bir yüreğin haykırışlarıydı bunlar. Yıllarca sevmemiş bir yüreğin heyecandan atışlarıydı bunlar. Emel hızla kapıya koştu. Evet dedi bu gelen sevgilimin kapı çalmalarıdır. Evet dedi teyzesinin şaşkın bakışları arasında gelen sevgilimdir bu. Az önce çenesi düşmüş kadın saç baş dağınık vaziyette kapıyı açtı. İçeri giren doktor ve hemşireler o an Emel'i yaka paça yakaladılar. Sevgilim nerde çığlıkları arasında ona sakinleştirici yaptılar. Teyzesinin gözyaşları, göz pınarlarından boşalırken Emel'i salondaki kanepeye yatırdılar. İyice sakinleştiğini anladıklarında da onu sedyeye yatırıp alıp götürdüler. Melahat teyze ağlamaklıydı ve şaşkındı. Yeğeninin şizofren oluşuna üzülmekteydi. Akıl hastahanesinden kaçıp bir kedi gibi kendisine sığınmasına dayanamamış onu bağrına basmıştı. Gel gör ki Türkiye'yi ve dünyayı kurtaracağına dair kurduğu hayaller ve oğlum geldi; Betül, Emre, Yaşar geldi diyerek kapıya koşmaları Melahat teyzeyi iyice çileden çıkarmıştı. Artık yaşlı haliyle Emel'le baş edemiyordu. En son Emel'in sevgilim geldi ölümüm de geldi diyerek ağlayarak kapıya koşması ve kapıyı açtıktan sonra da kollarını boşluğa dolaması onu iyice perişan etmişti. Kendisi yaşlıydı ve Emel'in can güvenliğini sağlayamayacak kadar da güçsüzdü. Doktorları çağırması Melahat teyzeye vicdan azabı yaşatmıyordu artık. Kızkardeşini ve eniştesini trafik kazasında kaybetmesinin ardından Emel'i yanına almış ve büyütmüştü. Bir gün misafirlerin ve kendisinin şaşkın bakışları arasında Emel'in Jeanne d'Arc'ım diyerek elinde bıçağıyla sağa sola saldırışını görmüşlerdi. Bu güzel ve zeki kız beynini kemiren yanılsamaların kurbanı olmuştu. Beyni yasak meyve olmuş içini kemiren şeytani düşüncelerden kurtulamamıştı. Maalesef kendini akıl hastahanesinin karanlık köşesinde bulmuştu. Ondan sonra da ne yaşamış ne ölmüştü. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon56
Emel günlerini akıl hastahanesi odasında dakikalar arasına yüreğini sıkıştırarak geçiriyordu.Her an acı çekiyordu. Saatin akrep ve yelkovanı gözlerine batıyordu. Yere baktı. Bütün gölgeler aniden kayboldu.Gözlarindeki damarlar yaprağı kalmamış bir ağacın dallarına benziyordu.Belli belirsiz bakışlarında terk edilmişliğin yaprak dökümü vardı. Gülümsemeler büyütürken yemyeşil, gönül boşluğunu dolduracak gül bahçelerinin hayalini kuruyordu.Sahip olamadığı gerçek çiçeklerin yapay kelebeği oluyordu. Bütün güneşli günlerde plastik bir dünyanın silikonlu öpücüklerini hastahanedekilerin yanaklarına konduruyordu. Emel'in dudağının kenarında uçuktan minik bir kan görünüyordu.Ama bu küçük kan içinde sebebi bilinmeyen bir hırs vardı. Evet Emel, bir tohum kadar küçüktü ama içinde ormanı taşıyacak kadar da büyüktü. Saçları ise taranmamış, hiç su yüzü görmemiş gibiydi. Kızıl uzun saçları kızgın bir ateşi andırıyordu. Yüzündeki delik deşik yerler daha önceden küçük bir volkan patlamış da boş kalmış gibiydi. Kim bilebilirdi kendini boşlukta aradığını, kim bilebilirdi içindeki çözülmesi çok zor iki bilinmeyenli denklemi... |
Etek ve Pantolon57
Bugün çok farklı bir gündü Emel için.Çünkü odasına yeni biri gelecekti.İki kişilik odaydı zaten.Bu odanın fıstık yeşili duvurlarından birinde çok hoş bir tablo vardı.Bu tabloda nehir kıyısında bahçesi çiçeklerle dolu bir ev resmi vardı.Evin çevresinde hayal gücünün en uç noktalarına uzanan çizgilerinde çocuklar kendi bedenleriyle oynamaktaydı.Odada aynı zamanda bir masa ve iki sandalye,iki tane de elbise dolabı bulunmaktaydı.Bir tane penceresi hastahanenin bahçesine bakıyordu.Emel yaklaşık olark bir yıldan beri buradaydı.Bu zamana kadar hiç kimseyle odasını paylaşmamıştı. Rüyalarını,hayallerini hep uçurumlara atmıştı.Bu ilk idi onun için.Kendisinin neden burada olduğunu bile hiç hatırlamıyordu.Sürekli dalıyor,derin derin düşünüyordu.Bir gün nihayet yeni oda arkadaşı gelmişti.Hemşireler tarafından odaya yerleştirilmişti Nergis.Hemşireler Nergis'e:'Odan burası bu da oda arkdaşın'dediler.Hemşireler çıkıp gittiler.Nergis kendisine ayrılan yatağın üzerine oturdu.Emel ise camın kenarında,bir sandalyede oturuyordu.O an ikisi de göz göze gelip; birbirine bakarak daldılar.Bir an hastahanenin önünde birinin çığlık atmasıyla kendilerine geldiler.İkisi de birden çığlık sesinden irkilmişlerdi.Emel ve Nergis çığlığı duyar duymaz camdan aşağı baktılar. Çığlığın nereden geldiğini merak ettiler. Hastahanenin tam önünde iki akıl hastası kavga etmiş ve biri diğerinin canını acıtmıştı.Bunları gören iki oda arkadaşı çok üzüldüler. Emel, ' Aklı başında bir insan başkasının canını yammaz.' deyip Nergis'e baktı. Sonra Nergis, Emel'e yaklaşarak, tebessümle ' Benim adım Nergis.' dedi. Emel de ona kendi adını söyledi. Emel ile Nergis arasında sıkı dostluğun temelleri bu şekilde atılmış oldu. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon6
İstanbul deyince aklınıza ne gelir? Ayasofya başlı başına bir semboldur Türkiye coğrafyasında.İçeri girdiğinizde sizi bir ürperti kaplar.Üşürsünüz iki kişilikli bu yapıda.Tıpkı iki cinsiyetli bir beden gibi kalakalmıştır öylece.Ne camidir ne kilise.Allah'la barışamaz çok istese de.Çünkü dini belli değil, imanı belli değildir.Kızkulesi'nden daha yalnızdır aslında. Böyle kiliselerden birisi de Trabzon Ayasofya Kilisesi'dir.Sabah Emel, Derya, Kurtuluş Ayasofya müzesine gittiler.Kiliseyi görmeye, her yerine göz gezdirmeye başladılar.Yer yer dökülmeler olmuştu tavanlarda. İkonlar tümüyle korunamamıştı.Bu dünyada dost eli değmemiş yerler harap olmaya mahkumdu anlaşılan.Üç insan tuttular birbirlerinin kolundan elinden.Ne gözyaşı döküldü, ne Ayasofya yalnız kaldı.Sevgiyle saygıyla herşey anlam kazandı. Bir insandaki nefret bütün orduya yeterdi.Ya sevgi, kardeşlik, dostluk...Gücü hissetmeyen onu kullanamazdı.Üç arkadaş, üç fidan içlerindeki bahar dalı gibi yaşama gücünü kendilerinde buldular.Yeşil yeşil baktılar insanlar****unduracılar Caddesi'nde gezerken mutlu oldular.Hayatın sert iklimlerinde toprağa tutunur gibi arkadaşlığa tutundular.Cinselliği insan olmadan rüzgarlarla yaşadılar.Kurtuluş'un esintide pantolonu dalgalandı iliklerine kadar.Kabardı gömleği göğsünün en dar yerine kadar.Emel'le Derya'nın etekliği savruldu. Bir Marilyn Monroe klasıği oldular tabiatın kollarında. Haz aldılar yaşamaktan, gezdiler barış içinde.Sonra Kurtuluş'u evine bıraktılar.Teşekkür ettiler annesine ve babasına güvenlerinden ötürü.Baba utandı cahilliğinden.Baba olmanın korunaklı hamiliğinde sardı sarmaladı oğlunu.Anladı en ilkel duygunun öfke olduğunu.Buyur ettiler evlerine iki dostu. Emel ve Derya yorgun olduklarını başka zaman gelmeyi düşündüklerini söylediler.Ayrıldılar kapı yüzlerine kapatılmadan dostluk evinden. -Çok yoruldum Derya -Ben de.Gidelim çay demleyelim.Balkondan şehri izleyelim. -Tamam Derya Balkona geçtiklerinde dışarda gri bir hava vardı.Şehir doğu Avrupa şehirlerinin rengine bürünmüştü. İnsanlar ha yağdı ha yağacak yağmura yakalanmamak için acele ediyordu.'Niçin bu kadar yağmur yağar? İnsanlar niçin yağmurdan kaçar? Tadı yok mu damlaların, mazgallardan akan suların? ' dedi Emel ve Derya'ya dönerek: -Derya, yağmurda hiç yürüdün mü? -Yürüyemedim; çünkü bu ülkede insanlar yürümesini bilmez.Kent kültüründen yoksun kişiler şemsiyesiyle gözünü kör eder. Az ilerde bir milletvekili göğsünü ve kasıklarını kabarta kabarta geziyordu.Halka fotürünü sallıyor; şapkasından tavşanlar çıkarıyordu. Bak dedi Derya Emel'e: -Bu siyasetçiler niçin şapkayı sever biliyor musun? -Hayır -Çünkü bunların alayı illüzyonisttir o yüzden. Balkon açık hava müzesi olmuştu onlar için. Değişik insan manzaralarına bakıyorlardı.Bazı davranışlarda ne hümanist ne komünist tavırlar görebiliyorlardı.Galiba yirmi birinci yüzyılın ideolojisi sadizmdi. Minareler bile gökyüzünü çiziyordu.İnciniyordu bulutlar.Çanlar keçileri kaçırıyordu.Yahudiler üçüncü dünya savaşını çıkarabilmenin hesaplarını yapıyordu. Bir genç cami duvarına yaşasın sadizm yazdı.Birisi cami duvarına işedi. Emel ve Derya daha fazla dayanamayıp salona kaçtılar. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon7
Cuma namazı Paşa Ağaoğlu camisi hınca hınç doluydu.Bu cami ünlü bir tarikatın toplandığı, zikir yaptığı, müritlerin şeyhini gördükleri yerdi.Buraya kadın, kız, erkek, delikanlı her cinsten insan gelirdi.Buraya gelen ihya olur giderdi.Namaz başlamadan önce tarikatın şeyhi Hızır gelirdi. Hızır gibi yetişirdi yani insanlığın imdadına.Meded ya Hızır nidaları arasında ön safa yerleşirdi.Sonra amcalarının çocukları, halasının çocukları, teyze çocukları gelirdi. Namaz kılınırdı.Şeyh el alır el verirdi kalkıp giderdi.Kendi kendine cezbelenenler olurdu.Bazıları ise kutsal kıçın oturduğu yere oturmak için yoğun çaba gösterirdi.Cami çıkışında cemaat dağılırdı.Bütün manevi putlar şeyhin arkasından giderdi. Mehmet, Nurullah, Sedat, Suat muhafazakar insanlardı.Trabzon da muhafazakar bir şehirdi.Böyle yerlerde her şey gizli kalırdı.Çünkü kimseyi rahatsız etmediğin sürece, görünmediğin sürece her şey serbest olurdu. Mehmet bir gün polis arkadaşına kimi hapse attıklarını sormuştu.O da kim masum ki demişti.Sadece yakaladıklarımızı hapse atıyoruz diyerek hüznünü bildirmişti. Mehmet bunları düşünürken aklına askerlik anısı gelmişti.Kışlaya general geleceği gün bütün subaylar dağa kaçmıştı.Arazi olmuştu tüm askerler. Yalan dedi her şey.Bütün sözler yalan.Erkekler reklam panolarına benzerler.Kadınlar bu panolara aldanarak içeri girerler.Bir daha çıkamazlar.Bütün oğlanlar babalarının yalancılarıdır.Kızlar da annelerinin. Bu düşüncelerden sıyrılan Mehmet ilerlemekte olan arkadaşlarına yetişti. Nurullah, Sedat'ın yanında iğdiş edilmiş vaziyette duruyordu. Sedat konuştukça o emme basma tulumba gibi kafasını sallıyordu.Güreşte kafasını kaptıran pehlivan misali Nurullah,Sedat'ın yanında boynu bükük omuzları çökük kalıyordu.Sedat bir başka horozu gagalamanın verdiği hazla kendi ruh çöplüğünde ötüyordu. Mehmet eşiyle iyi anlaşıyordu da eşi türbanlı olduğu için onu toplum içine çıkarmak istemiyordu.Çünkü eşi yüzünden ayıplanma korkusu taşıyordu.Eşinin başını açamazdı; ona karışamazdı.Hatta kızı liseden sonra okumuş kendi isteğiyle türban takmıştı.Kızını ve eşini birey olarak görür kimseyi kendi dünya görüşüne göre yaşamaya mecbur etmezdi. Kızı üniversitede bir oğlanla tanışmış onu sevmişti; onunla dini nikah kıymış bir evde yaşamıştı.Sonra üç kez boş ol demiş kızı bırakıp gitmişti.Oğlan Konya'nın tanınan dindar ailelerindendi.Nedense kızı kabul etmemişler oğlumuzun dölü değerlidir onu sen taşıyamazsın demişlerdi. Mehmet üzgündü.Suat bunu anlamış Mehmet'le konuşmaya çalışmıştı. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon8
Emel ve Derya bugün iş aramaya karar verdiler.Emel bir aydır işsizdi.Derya onunla kalmaktan mutluydu ama kadın sevgili ve anne olmadan önce birey olmalıydı ona göre. Günlerden pazartesiydi. Derya bürosundan mimar arkadaşlarını aradı fakat bir randuman alamadı.Sonra aklına Tuncay geldi.Tuncay Sürmene'den arkadaşıydı. Basın Yayın Bölümünden mezun olmuş sonra yerel bir televizyon kanalı kurmuştu.Emel spikerlik için uygundu diksiyonu düzgündü.Emel'i onunla tanıştırabilirdi. Hemen telefonuna sarıldı. -Alo Tuncay nasılsın? -Sağol iyiyim, sen nasılsın? -İyi... -Eşin nasıl hala evlimisin yoksa? -Evet -Telefonda sorulmaz ama çok merak ediyorum. -Neyi? Derya Tuncay'ın evliliğini merak ederdi.Çünkü karısının yüzü hep gülerdi. -Eşinle konuştuğumda ona kadınlığını yaşattığını söyledi.Umarım sen de erkekliğini yaşıyorsundur. -Evet Derya, biz sadece seks konusunda anlaşmıyoruz.Cinsel birlikteliğimiz olmadığı zamanlarda da anlaşıyoruz; çünkü tenlerimiz uyuşuyor.Yani yatakta sarılmamız bile bazen yetiyor.Aynı şeyi düşünüyor aynı şeye duygulanıyoruz.Aynı yataktan akan bir nehir gibiyiz.Biz çok mutluyuz. -Biliyorum Tuncay. Bu yüzden çocuklarınız da mutlu.Tatmin olmuş anne ve babayla yaşıyorlar. -Bir sıkıntın mı var Derya? -Evet, bir arkadaşım var sana yayıncılık konusunda yardım edebilir. -Hımm aslında ihtiyacım yok ama gelsin bir görüşelim -Çok sevindim Tuncay, yardımcı olman beni çok mutlu etti. -Yarın ofisimde olacağım. -Tamam söylerim gelir, kendine iyi bak hoşcakal Tuncay -Hoşcakal Derya Bunu öğrenen Emel çok heyecanlanmıştı; yarın için hazırlığa başlamıştı bile... Derya ise Emel için bir şeyler yapabilmenin mutluluğu içinde gözlerini kapamıştı günün yorgunluğunu çıkarmak için uyuyakalmıştı. Sabah sabırsızca hazırlanan Emel ofisin yolunu tutmuştu; Derya ise henüz uyanmıştı. Ne var ki Tuncay işe geç gelecekti; eşi ufak bir rahatsızlık geçirmiş onun yanında olması gerekmişti. Heyecanla bekleyen Emel bunu öğrenince umutsuzluğa kapılmıştı. Aksiliklerin hep kendisini bulduğunu düşünüp umudunu kırmıştı.Beklemeliydi farkındaydı bunun. Kulağına yan odadan ilahi sesleri gelince şaşırdı.Merak edip kapıyı çaldı.Buyrun sesiyle irkildi.Sanki bu ses tanıdık bir sesti.İçeri girince içine limoni koku doldu.Duvarlar sarıya boyatılmış koltuklar ve halı portakal çiçekleri desenliydi.Masada iri siyah gözlü, düz siyah saçlı, altın hızmalı gömlekli Ömer oturuyordu.Emel'i görünce gülümsedi. Dişlerinin arasından ışık hüzmeleri yayıldı.Dudaklarından aşk fışkırıyordu.O an dudaklarına dokunmak istedi Emel. -Hoşgeldin yardımcı olabilir miyim? -Olamazsın; çünkü erkeklerin ayrılmak için bahaneye ihtiyacı yoktur. -Anlayamadım. Emel o an hep bu odada olmak istedi.O kadar istedi ki... Saatler sonrası gelen Tuncay onu odasına davet etti. Önce havadan sudan konuşulmuş sonra iş konusu açılmıştı.Ses tonunu, mimiklerini beğenen Tuncay kararını vermiş Emel'i işe almıştı. Emel çok mutluydu bunu Derya'ya borçluydu; ilk işi onu aramak olmuştu zaten. Dostlukları sağlam temellere dayanıyordu bu iki arkadaşın. Eve gelir gelmez Derya'ya sarıldı.Ona Ömer'le ilgili duygularını anlattı.Mümkün müydü bu yalancı dünyada gerçek aşkı bulmak? Şairlerden iyi arkadaş iyi dost olurdu.Duyarlı zeki insanlardı şairler.Peki onlar iyi bir sevgili ve eş olabilir miydi? Ömer şairdi ve Emel de şiir gibi bir kadındı. Kaynaşabilirler miydi? Osman Demircan |
Etek ve Pantolon9
Emel de kalem erbabıydı.Birçok yazısı ödül almış ve çeşitli dergilerde yayımlanmıştı.Hatta uygun ortamı bulsa roman yazmayı düşünüyordu. Ömer şairdi ve onu kaleminin gücüyle etkilemeye karar verdi.Aklına ona mektup yazmak geldi ve şu mektubu yazdı: 'Suskunluğumun hangi noktasındayım bilmiyorum ama kafamda soru işaretleri beynimdeki kılcal damarları çatlatıyor.Kaç gün ışığı kaç akşam karanlığı gözlerime gölgeler indirse de kirpiklerime biriken gözyaşları birçok romanı bakışlarımdan sildi süpürdü. Yazarlığın kalem uçlarında gezinen parmak uçları sessiz sedasız bana gitmeleri öğretti.O kadar zamandan sonra gördüğüm bütün düşleri gökyüzünden dökülen metal fırtınayla incittim.Soğuk ve gri demirler saplandı bembeyaz bulutlarıma. Artık ne zaman yağmur yağsa kör olurum. Sessiz kalan bütün bencillikler adına ismimi savaş meydanlarında çarpışan kılıçların tınısında parlattım.Şimdi göz kamaştırıyorsam bu döktüğüm kanların çokluğundandır.Hayat bana ilk önce konuşmayı sonra yazmayı daha sonra susmayı öğretti.Şimdi rüzgarları dinle onlar sana tenimin kokusunu taşırken hala ölmediğimi söyleyecektir.' Ömer'in masasında zarf sevinç ışıltısı gibi parlıyordu. Alıp okuduğunda sinirlenip bağırmaya başladı.O güzelim dudakları kara delik gibi Emel'in bütün dünyasını yuttu.Ömer Derya'yı beğeniyordu. Onu yüceltecek şeyin sadece Derya olduğunu düşünüyordu.Emel yıkık bir duvar gibi taşları yerinden oynamış bir durumda masasına döküldü. Osman Demircan |
Etek ve Pantolon58
Koridorlarda kimselerin kalmadığı, herkesin odasına çekildiği kasvetli bir hastane gecesinde Emel kendi yaşadıklarını süsleyerek Nergis'e anlatıyordu:' Bir gece Kemancılar Sokağı'nda iki kişinin ayak sesleri duyuluyordu; biri kızdı biri hayat... Kız umutsuz ve korkak bir şekilde bir o kadar da yalnız yağmura aldırmadan koşuyordu. Arkasında hayat iki metre boylarında, maskeli adam kılığında kendisini takip ediyordu. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Kızın elleri titriyordu. Daha fazla koşamayacağını anladı o an. Çıkmaz sokaktaydı ve önünde kocaman bir duvar vardı. Duvarın gölgesinde dehşit verici manzaralar vardı. Hayat duvarın dibinde ona tecavüz ediyordu. Kız dudağındaki kanla susuyordu.' Hayat bazen insanı umulmadık noktalara getirir de artık çok geçtir. Oysa yorulduğunda unutmak için sığınılan düşler sokağında hiçbir şey geç değildir. Emel düşler sokağındaydı ve bir yaz yağmurunun altındaydı. İlk defa elleri üşümüyordu. Kemancılar Sokağı'ndan düşler sokağına kaçmıştı. Burada bütün duvarları yıkmıştı. Üstelik Emel sessizliğin gölgesinde dudağındaki kanla kendi şarkısını söylüyordu. Onu sadece Nergis alkışlıyordu. Osman Demircan |
Fantastik Kimya Dersi
Aşkın okulunda kimyasal dersler çok olur. Yürek tutuşur beden laboratuvara dönüşür Ter boşalırken ateşli anlarında sevgi pişer Kalbin deney tüpü içine kimyasallar girer Pipet duygu tepkimelerini acımasızca içer Kimyalar uyuşur dudak titremeye dönüşür. Bütün kalp atışları kayaları havaya uçurur. Sabrın taşları bir mermer gibi ansızın çatlar. Bedenin yüksek dağlarında dinamit patlar. Osman Demircan |
Filistin Gibi
Hiçbir ressama konu olmamış Hiçbir şiirde bahsi geçmemiş Kara gözlerimin içine bir bak. En kötü halimle sev beni. Bulabileceksen eğer bir ışık Kirpiklerimden yakala beni. Rüzgar değmemiş saçlarımla Aşkın acı yerinden sürükle. Afrika gibi tükenmiş her yanım, Bütün dünyayla barıştır beni. Lütfen ayaklarını öpeyim. Çok acılarım var Filistin gibi. Soykırımdan kurtar beni. Acılarını sevmeli her insan. Sabanlarla üzerinden geçilmiş Bütün duyguları sömürülmüş Toprak teninde zenci çocuğun Ağlayışında duy sesimi. Osman Demircan |
Git Artık Ne Olursun
Şu an nerdesin? Kiminle berabersin? Git artık ne olursun. Hayalimdesin bıçağınla ellerin ihanetin kucağında vur vur Kalmasın beynimde yerin, bu akşamüstü seni terk ederim. Cinnet denizlerinde titreyerek seni aklımdan def ederim. Başım bedenimden ayrılmış yüreğim elimde yine severim. Sense kan görmek istemezsin yıkım ve veda saatlerinde Bense yıkarım yüzünü istemem elimin tersiyle seni iterim. Bilirsin ki seni çok sevsem de gidişinle ayak izini silerim. Osman Demircan |
Gizli Aşk
Hiç bozulmamış çiçekler El değmemiş düşleri didikler Ruhlardaki hoş kokular Uçuşan düşünceleri besler Güneş alev alev; ateşli saatler Mutluluk eşkin eşkin ruha işler Arzda endam eden kelebekler Gizli bir ateşi söndürmek ister. Osman Demircan |
Gölge Düşmüş Coğrafyama
Gecenin en onarılmaz saatlerinde acılar en karanlık gölgesinde Bütün kaybolmuş gündüzlerine dokundu çığlığını gömmüşlüğün Nerede çocukluğun gecenin öteki yüzünü görmüş masumluğun Varlık anında sızı sonsuz yenilgilerin ölümlerle dolu küçüklüğün. Mutlu olmak adına hayatı atlıkarıncaya dönüştüren oyunculuğun Büyün bitince büyüyen gece iç karartan ışığı yok eden yokluğun Dudaklarında bin yıllık susuzlukla çok mutsuz kupkuru gülüşün Savaş altındaki karanlıkta kalmış çocukluğun az büyümüşlüğün. Böyle coğrafyanın kanla çizilmiş atlasında kalemindir korktuğun Seni mahkum eden alın yazısı değildir sana ebediyen çizilen Bak ölümler sefaletler vicdansızca önünden akıp giderken Söyle nasıl kurtulur kendi inancının gölgesinde sefil kalmış olan Sürekli hükümlü yetiştiren hayatımızı kelepçeleyen adil olmayan Bu keder coğrafyasında yaban sesiyle özgürlükten bahseden Ağaçsız yoksul toprağımıza amansız kader gibi gölgesini vuran Kurallı kuralsız bütün oyunlarıyla topraklarımıza kök salan Hayata ait yenilgilerimizi yüzümüze vuran direnç abidesi görsün. Osman Demircan |
Göster Cennetine Cehennemin Ateşini
Söyle cehenneme nasıl cayır cayır yandığını Görsün cennet alevlerin ne kadar olduğunu Tutuşup mazeret dolu bir tahta gibi kor kor Göster zamana güzelliğin nasıl kül olduğunu Söyle yağmurun, karın yüreğine değmediğini Ve hala ölmediğini susuzluğunun türküsünü Söyle nasıl cehenneme ansızın dönüştüğünü Göster çiçeklerin niçin bu kadar kuruduğunu Osman Demircan |
Gözlerimdeki Uçurum
Zaman, gözlerimdeki uçurum kenarında Seni düşündüm saatime her bakışımda Kaybetme korkusunu yaşarken bedenim Ellerim, ayaklarım pranga tutsaklığında. Osman Demircan |
Gözlerinde Erimek İstiyorum
Ellerin ellerime değse çığ düşer yüreğimden. Eririm buzullar gibi karanlık gözlerinin içinde. Yok mesafesi aşkın birikir damlaya damlaya Kar olurum; kış olurum; yağarım asfaltlarına. Hangi yana kaçsan seni bulurum kardelenim. Sıcak eline, dudaklarına, yağar kar tanelerim. Yüreğimden parça parça sökülen kristallerim Beyaz gelinliğe büründürür tenini sevmelerim. Osman Demircan |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 12:06 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.