![]() |
Yol Arkadaşları
Sonra geldim başkente, sisle ve yağmurla sersemce doymuş. Hangi tür sokaklardı bunlar? Yıl 1921, elbiseler dolup taşıyordu sokaklarda bunaltıcı dumanında kahvenin, gazın ve tuğlanın. Öğrencilerin arasında dolaşıyordum, anlamadan, bendeki duvarları güçlendiriyordum ve arıyordum her akşam zavallı şiirimde kaybolmuş dalları, damlaları ve o ayı. Şiirin dibinde arıyordum, her akşam dalıyordum şiirin suyuna, sarılıyordum belirsiz içgüdülere, terk edilmiş bir denizin fırtına martılarına, sarılıyordum gözlerimi kapatmama ve kendi özümde batmama. Karanlıklar mıydı, yoksa sadece yeraltının gizli ve nemli yaprakları mıydı? Hangi yaralı maddeden kayıp gitmişti ölüm, kollarıma ve bacaklarıma dokunmuştu, gülüşümü yönlendirmişti ve kazmıştı caddelerde mutsuz bir kuyuyu. Yaşamak için dışarı çıktım: büyüdüm ve pekiştim sefil sokaklarda dolandım durdum, merhamet beslemeden, çılgınlığın sınırlarında şarkı söyleyerek. Duvarlarda attı boyası yüzlerin: ışığı görmeyen gözler, bir suç gibi aydınlattı eğilen sular, yalnız bir küstahlığın mirası gibi, mağaralar yok edilmiş yüreklerle dolu. Onlarla dolaştım durdum: sadece onların korosunda tanıyabildi sesim doğduğu yalnızlıkları. İnsan olmak için daldım içeri, alevlerin içerisinde şarkı söyleyerek – gece arkadaşlarının hoş geldin karşılamalarıyla, benimle birlikte meyhanelerde şarkı söylemişlerdi ve bana sempatiden daha fazla duygu göstermişlerdi onların düşmansı ellerinin koruduğu birden fazla ilkbahar vardı tek bir ateş, düşmüş varoşların gerçek filizi. |
Yoksulluk
Çok da hevesli değilsin, yoksulluk korkutur seni, çok da istekli değilsin pazara yıpranmış ayakkabılarla gitmeye ve eski giysilerle eve dönmeye. Zenginlerin arzuladığının tersine sefaleti sevmeyiz biz, sevgilim. Bugüne dek insan yüreğini kemiren şeyi çekip çıkaracağız ikimiz çürük bir diş gibi. Fakat istemem ki korkasın ondan. Eğer sorumlusu bensem evine gelmesinden, eğer yoksulluk kovalamışsa altın renkli ayakkabılarını, bırakma kovalamasına gülüşünü, hayat ekmeğini. Ödeyemezsen kiranı, gururlu adımlarla git işe, ve bakışlarımın seni izlediğini düşün sevgilim, ve yeryüzünde daha önce hiç görülmemiş en büyük servetiz biz birlikteyken. |
Yokluk
Daha senden ayrılmamıştım bile, girdin içime, kristal gibi, ya da titreyerek, ya da huzursuz, tarafımdan yaralanmış, ya da aşkla dolu, gözlerini kapatır gibi sana sürekli verdiğim hayatın armağanına. Sevgilim, birbirimizle karşılaştık, susuzduk, ve içtik bütün suyu ve kanı, birbirimizle karşılaştık, açtık, ve ısırdık birbirimizi ateşin ısırdığı gibi, yaralar içinde kaldık. Fakat bekle beni, sakla şirinliğini bana. Bunun karşılığında bir gül vereceğim sana. |
Yıldızlardan Kartal, Sabah Sisinden Şarapdağı
Yıldızlardan kartal, sabah sisinden şarapdağı. Kaybedilmiş kale, kör pala. Yıldızla süslenmiş kemer, kutsal ekmek. Dalgalanan basamak, sınırsız gözkapağı. Üç köşeli tünik, taşın çiçektozu. Granitten lamba, taşın ekmeği. Mineralsi yılan, taşın gülü. Batık yelkenli, taşın kaynağı. Ay'ın atı, taşın ışığı. Gündönümünün çeyrek-dairesi, taşın dumanı. Sonlu geometri, taşın kitabı. Boralarla çevrili buzdağı. Batık zamanların yıldız-mercanı. Şefkatli ellerle taranmış sur. Tüyle savunulmuş gökyüzü çatısı. Aynasal dal, fırtınanın yüreği. Sırnaşık şarapla mahvolmuş taçlar. Kana susamış toynağın saltanatı. Taşduvara fırlatılmış fırtınalı deniz-yeli. Kımıltısız turkuvaz katarakt. Orda uyuyanların yurtsever çanı. Boyun eğmiş kar-yığınlarının metal halkası. Dayanaklarında dinlenen demir. Erişilmez ve içe-kapanık fırtına. Puma pençesi, kana susamış kaya. Kulesel gölge, kar-tartışması. Parmaklarda ve köklerde yükselen gece. Sislerin penceresi, merhametsiz güvercin. Gecesel gelişme, yıldırımın ikonu. Dağ-zinciri, denizin çatısı. Kaybolmuş kartalların mimarisi. Gökyüzü halatı, doruğun arıbalı. Kan düzeyi, el yapımı yıldız. Mineral havakabarcığı, kuvartz'dan ay. And-dağı yılanı, horozibiğinin alnı. Sessizliğin kubbesi, öldürülemez memleket. Denizin gelini, katedrallerin ağacı. Tuzun dalı, siyah kanatlı kiraz ağacı. Karbeyaz kaya-dişleri, buz-soğuğu şimşek. Ürkütülmüş ay, tehditkâr taş. Soğuğun saçı, havanın devinimi. Ellerin volkanı, kara katarakt. Gümüşsü dalga, zamanın yönü. |
Yetiştim Greve
Yetiştim altından daha da ötesine: Orada bulunuyordu henüz insanları birleştiren o ince ip, orada yaşıyordu insanların saf kuşağı. Geçirdi ölüm dişlerini onlara, altın, o ekşi dişler ve zehir yayıldı onlara karşı, fakat halk yığdı kapının ardına bir çakmaktaşını, şefkati ve kavgayı iki paralel su gibi köklerin ipi, ağaç gövdesinin dalgaları gibi aksın diye bırakan dayanışan bir arsaya dönüştü. Gördüm uykusuzluğu yaran birleşmiş kollardaki grevi, ve kavganın titreyen bir molasında gördüm ilk kez tek yaşayan şeyi! İnsan hayatlarının birliğini. Harap ocaklarıyla direncin mutfaklarında, gözlerinde kadınların, o güzelim ellerde ki yavaşça yayılmıştı bir günün işlevsizliğine, tanınmayan mavi bir denizde gibi, o çok olmayan ekmeğin kardeşliğinde yenilmez birliktelikte, filizlenen bütün taştan tohumlarda, kendini acizliğin tuzuna yükselten bu değerli narda, buldum en sonunda yitik temeli, şefkatin uzak kentini. |
Yerliler
Kendi derisinden kaçtı yerli eski azametin derinine, oradan da bir gün yükseldi adalara: yenilmiş olarak dönüştü görünmeyen atmosfere, yaydı kendisini toprakta ve serpti gizli işaretlerini kumun üzerine. Ayı israf eden, dünyanın gizemli yalnızlığını tarayan, o muazzam taşta yükseltmeden kendisini dolaşmayan, havayla taçlanmış, kendi ormanlarının görkemi altında o göksel ışık gibi kalıcı olan, tüketti kendisini birden tek bir ip kalana dek, kırışıklıklara dönüştürdü kendisini, akan kendi kulelerini ezdi ve aldı paçavralardan paketini. Gördüm onu Amatitlán’ın manyetik tepelerinde, kemiren genişlikleri gizemli suyun: bir gün gitti o kalan kuş ve köklerden artığıyla ezen haşmetine Bolivya dağlarının. Ağladığını gördüm onun, çılgın şiirden oluşan kardeşim benim, Alberti, bu Araukanya bölgeleri, onlar Ercilla’yı kuşattıkları zamanki gibi ve adı anılan ilk kırmızı tanrılar yerine, sadece ölülerden mavi siyah bir zincir vardı. Daha uzaklarda, Ateş Ülkesi’nin vahşi su şebekesinde, yükseldiklerini gördüm, ah dik tüylü kurtlar, o sefil sallarda dilenmek için ekmeğini Okyanus’ta. Her bir lifini öldürdüler onların ıssız bölgelerinde, ve yerli avcısı aldı kelleler karşılığında o kirli banknotları havanın efendilerinden, Antarktik’in, karla kaplı yalnızlıklarının krallarından. Bu cürümü ödeyenler oturuyorlar bugün Parlamento’da, kayda geçiriyorlar Başkanlık Sarayı’nın ofisleriyle evliliklerini, yaşıyorlar Kardinallerin ve Genel Müdürlerin arasında, fakat Güney’in efendilerinin kesilmiş gırtlakları büyüyor çiçekler gibi. Araukanya’da şimdiden yok edildi şarapla mağrur kuş tüyü, butikler tarafından mahvedildi, avukatlar tarafından karartıldı onların zengin soyguncularına hizmet ederken, ve bu toprakta, ve yollarda öldürenler silah atımlarıyla, savunusu bizim kendi kıyılarımızın göz kamaştıran gladyatörünün, geldi ateş ederek ve pazarlık yaparak, onlara Barışı Oluşturanlar denildi, ve apoletleri çoğaldıkça çoğaldı onların. İşte böyle kaybetti her şeyini o, göremeden bir zerresini, işte böyle tamamlandı, yerlinin göremediği, mirasından dökülen: görmedi hiç bir savaş sancağını bırakmadı ki ok vınlasın, yıkansın kanda, fakat herkes emdikçe emdi onu azar azar, resmi makamlar, yankesiciler, toprak sahipleri, çaldılar onun imparatorsu uysallığını, herkes hapsetti ağında ceketini onun, ta ki sürene dek onu Amerika’nın en son bataklığına kanayana dek son damlasına kadar. Ve yeşil ovalardan, salınan yaprakların sonsuz, saf göğünden, ağır granit yapraklardan inşa edilen o ölümsüz meskeninden sürdüler onu harap olan kulübeye, sefaletin çorak lağımına. Göz kamaştıran çıplaklıktan, o altın göğüsten, o soluk belden, ya da onun derisinde bütün çiyi toparlayan mineralsi süslerden, sürdüler onu paçavra iplere, hoyratça fırlattılar yıpranmış pantolonları ona, ve havanın arasından böylelikle dolaştı yamalanmış haşmeti bir zamanlar onun olan bu dünyada. İşte böyle oluşturuldu bu ıstırap. Bir hainin gelişi gibi görünmezce oldu bunlar, kanser gibi fark edilmezce, ta ki düşene dek, babamız, ta ki ona bir hayalet olmayı öğretene dek onlar ve açtıkları tek kapıdan gidene dek, başka yoksulların kapısından, dövülmüş bütün yoksulların bu dünyadaki kapısından. |
Yeraltından Çıkarılmış
Kont Villamediana’ya adanmıştır Toprak ıslak gözkapaklarıyla doluyken küle dönüşür ve katılaşır, kalburlanmış hava, ve o kuru kemikler ve sular, kuyular, metaller, nihayet verirken enkaza dönmüş ölülerini, kendime bir kulak isterim, bir göz, yaralı ve emekleyen bir yürek, çok zaman önce yok olup yatan yalnız bir bedende saplanmış bir bıçakla delinmiş, bir çift el isterim kendime, tırnağın bilgisini, dehşetten ve ölen gelinciklerden bir ağız, görmek isterim, nasıldır sallanmış damarlarıyla boğuk sesli bir ağacın ayağa kalkışı yararsız tozdan, en acı topraktan isterim, kükürdün ve firuzenin ve kızıl dalgaların ve suskun kömürün çevrintisi arasından, görmek isterim bir etin kemiklerinden uyandığını alazlarla uluyarak, ve bir şeyi ararken garip bir kokunun geçip gittiğini, ve toprakla körleşmiş bir görüntünün koştuğunu iki koyu gözün ardından, ve bir kulak, ansızın, hiddetli bir istiridye gibi, çılgın ve sınırsız, doğrulur gök gürültüsüne doğru, ve temiz bir dokunuş, batmış tuzların arasında, ansızın gelir ve okşar memeleri ve zambakları. Ey ölülerin günü! Ey ölü başağın uzanıp şimşekten kokusunu döndüğü mesafe, ey bir yuva ve bir kuş ve bir yanak ve bir kılıç sunan derin dehlizler, her şey o karmakarışık düzensizlikte öğütüldü, o umutsuz çürümüşlük, her şey beslendi o kuru uçurumda arasında o sert toprağın dişleri arasında. Ve geri döner geriye onlar: kendi yumuşak kuşunun tüyü, kuşağına ay, biçimine rayiha, ve güllerin arasında yeraltından çıkarılmış, taşlaşmış yosunlarla dolu adam, ve deliklerine gözleri onun. Çıplaktır o, elbiseleri görünmüyor tozda ve ezilmiş zırhı düşmüş cehennemin dibine, ve sakalı sonbaharda hava gibi büyümüş, ve yanarak özler elmaları ısırmayı. Dizlerinden ve omuzlarından dalgalanır unutuşun yamaları, çözülür toprak, kırık camdan ve alüminyumdan bölgeler, kekre cesetten kavkılar, demire dönüşmüş su torbaları: ve korkunç ağızlardan gruplar yayılmışlar ve mavi, ve hüzünlü mercandan dallar örer yeşil başı için bir çelengi, ve üzünçlü ölü bitkiler ve gecesel sınırlar kuşatır onu, ve onda uyur daha yarı açık güvercinler yeraltı çimentosu gözleriyle. Tatlı kont, siste, ey madenlerde yenilerde uyanmış, ey yenilerde ırmaksız sulardan kurumuş, ey yenilerde örümcekler olmaksızın! Dakikalar gıcırdar senin filizlenen ayaklarında, öldürülmüş cinsiyetin doğrulur, ve kaldırırsın elini köpüğün hâlâ yaşayan gizine doğru. |
Yeniden Selâmlayacağım Güneşi
Yeniden selâmlayacağım güneşi bende akan su çağıltısını düşüncelerim olan bulutları benimle birlikte kurak mevsimlerin acı dolu gelişimini yaşayan kavakları ve bana tarlaların gece kokusunu armağan eden karga sürülerini. Bir aynada yaşayan annemi selâmlayacağım ki yaşlılığımın resmiydi |
Yeniden Doğmuş
Yağmur yağıyor. Yağmur, yağmur! diye haykırıyor bir köy sevinç içinde ve doğuyor, atılıyor ileri ekin ekmek için, hâlâ salıntısı içinde açlığın, ak gün-ışığı sağ gözünde, solunda kara gölge, ayrılmış ve toplanmış bir köy, çuvallardan ve hurma-ağacı yapraklarından bir alay, toprak renkli, emekleyen, nihayet tutunmuş su-birinkitilerine tanrı yumurtalarının. Teşekkürler Sizlere, tanrılar: Yağmur yağıyor. Sabrı öğretin bizlere, tanrılar, kolay kırılır ekin sapı hastalıklı başaklar üretir, bir günde dönüşmez tahıl yiyeceğe. Kardeşim tahta bir maşrapa çalmıştı, ıslatarak fırlatıyor dayı tartıya pamuğu: bir kilo daha! Ve kim tükürmez ki ağanın arabasına? Annem lânet yağdırıyor babama ve tüccara romatizmaya ve borçlarına, babam anneme çaydaki sinekler yüzünden. Diyorlar ki, sarhoş olduğunda temizlikçi adam yiyiyormuş kendiliğinden ölmüş davarların etini kunduracı loncasında. Sütçünün kızı yabancılarla yatmış, ama parıldıyor uykumun derininde boynu, beli, ayakları, büyüleyen şıngırtılı halhalları. Teşekkürler Sizlere, tanrılar: Yağmur yağıyor. |
Yeni Zalimler
Yeniden yaygınlaşıyor insan avı bugün Brezilya'da, köle tacirlerinin soğuk açgözlülüğü evinde hissediyor kendini orada: Wall Street'de emrettiler domuzsu uydularına dişlerinizi geçirin halkın yaralarına diye, ve sonra başladı av Şili'de, Brezilya'da, tüccarların ve cellatların yerle bir ettiği Amerika'mızda. Geçeceğim yolu sakladı halkım, elleriyle örttü şiirlerimi, kurtardı beni ölümden, ve Prestes'in bir kez daha gaddarlara vurduğu Brezilya'da yolu kapatıyor halkın sayısız kapısı. Brezilya, keşke saklasaydın senin üzüntüye değer liderini, Brezilya, keşke sen yarın O'nun anısı adına toplamak zorunda kalmasaydın her bir lifi yapmak için O'nun resmini yükseltmek için o sert kayada dışında yüreğinin ortasının bıraksaydın da sürseydi hâlâ ulaşabileceğin özgürlüğün keyfini ey Brezilya. |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 06:59 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.