![]() |
...Miras...
bir bilgeden miras kalan çağrışımlar getirdim bak son emre kadar al emanetini! kapısına göm gönül çadırının dinlesin ölülerimiz ve aşk ve ayrılık kül bir renkte uzlete rücu eden dağ ateşleri niyetine sor bir daha sor! yeterince verilmedi mi acının hesabı ketumiyetimizde gizlenen bu ertelenme niye ademoğlu yokmuş gibi dünyada birbirine benziyor bütün haritalar taş ve kumun insafına teslim mahsur kaldılar yol tozunda ‘yaşanmamış’tan bir damgadır yalnızlıkları bunca gecikme arasında anlamı ne yüzümüze düşen karanlığa bıçak çekmenin hangi eylem hangi kör dövüş korur bizi bizden varis tayin edildik zorlu bir aklanmaya dağdan kükreyen o sesi dinle! (30 Kasım 2005) Naime Erlaçin |
...********’la Son Dans....
çığlık çığlığa bakire düşlerim izin verdiğim bütün yenilgileri sırtlayarak yürüyorum sırat köprüsünde son dansım olacak bu uykuya son dalışım ********’un* dizlerinde ağlama sakın! yeterince ırmak taşırdım ben kısa düşen bir ipim artık bütün kuyulara buz bir kış gecesi soğukluğunda kurban verirken kendimi tanrılara son kez kanırtıyorum bıçağı kadehler dostum olmadı hiç son arzum bir sigara siluetleşmek istemiyorum sahnede bir kreşendoyla magmaya kavuşmaktır amacım çivileme atlamak sözün göktaşından yalnızlığı okşamak tek başına ölümlü olmak ateşte insanca tutuşmak mesela mumyala beni gökyüzüm ol seril üstüme alçıya al bedenimi...sar sarmala suçluyum biliyor musun bütün şafakları çaldım Aurora’ın evinden** son arzum bir sigara ruhumu sulamayı sakın unutma! (10 Ocak 2003) (*) ********: Mitolojide Rüyalar Tanrısı (**) Aurora: Mitolojide Şafak Tanrıçası Naime Erlaçin |
...Muamma...
remiller devşirilir sözün özünde sersem seccademi yüz vursam yere... göğe... toprağa izini sürsem gölgenin mümkün mü varmak mihrabın sırrına incelir mi mısra çözülür mü muamma ödünç bir yaşam evinde olmaz ki kansız! olmaz ki çavgansız cirit aşkın söze hicrinde rüzgar alev ve su adına şiirin büyüsünü şahit tut! elbet yenilenir külden ölüm bir remil daha doğar kumun sevdalı ateşinde (1 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
...Öldürücü Hikâyeler...
dölümüz uluyor en çok da beşiğimiz hangi yangında telef oldu kuşlar sorduk mu hiç eşkıyaya nasıl direnilir bilmem pusuyu jurnallediğinde yıkıntı öfkelenir mi içimiz? hayvanımızı nasıl terbiye ettiğimizle ilintili her şey : bu yüzden öldürücüdür hikâyeler bu yüzden ihbarsız vurgunlar yedik hepimiz dinmiyor beşik sesi en değerli mülkümüz bir darağacı hâlen ve hamuruna misilleme herkes acıya soyunacağız şimdi bir adak sunar gibi kendiliğimize ağıtın anlamını öğrenecek ejderimiz ('6. DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008) Naime Erlaçin |
...Ölü Kahramanlar Mangası...
tufanlarınızı yıkın üstüme şarapneller / palalar / dikenler ne varsa bütün siperleri acının benim olsun! dağa çıksın birisi birinin muradı deniz kişnek bir tayın sırtında ben bozkır ve çölün kavruk izlerini ölçümleyen dövüşken Tuareg’in eşkin koşusunu armağan edeyim yüreğinize dirilsin göçleriniz sahipsizlik öldürür en çok en çok çaresizlik! aşktan sağılsın usaresi kumun süzülerek acı suyun kirpiğinden düzlüğe insin ufkunu yitirmiş sahra bugün : ellerimize verin topuğunuzda saklı kıyameti terk ederek unutma fiilini iç göçünüzün şahlanarak çıkılsın zamanın içinden örgütlensin kederimiz adını arayan ölü kahramanlar mangası kuralım sonra (28 Şubat 2005) Naime Erlaçin |
...Ölüm Kartı...
göğü yakmaktan ne farkı var inkarın! bilinç zaman anlam say ki boş hepsi yakılmış bir dolu çılgın an avuçlarda kanayan bir tutam saç teli içe ağlayan bakıştır düşe yazılan ölümle aklanır aidiyetten kurtuluş azı dişinde gürleyen ağrıdan geçer koşar adım masumiyeti tescil edilmiş uzun çekimli bin ağıt susarız! kıraç toprağı tohumlamak gibidir yaşam şarjörünü boşaltmak söz üstüne son müntehirin kendinde gizli şifrede hortlar kalbi ayartan sihir : destedeki son kağıt! ne farkı var sevda karasına bulanmış bir şiirin gerçek ölümden zirvede yapayalnız bir krater gölüyle okyanus kadar üstelik birbirine yakınken konuşulmaz daha! cinnetlik bir 'sus'tur öteki yakadan hıçkırarak izlenir kıyamete zimmetleriz kabul’ü bu kıyı isyan! (9 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
...Ölümcül!
ölümcül şiirini kusuyorsa şair keşfe çıktığında dinamitlenmiş koyakları kim bilir kaç sıkımlık can telaşında kuruyan havzaların belli ki verilmiştir mola deli tutkuya dinleniyordur veya düşüyordur kalem kabuk tutmuştur yara dipsiz hıçkırıkları andırır serseri bir rüzgarda bileniyordur hançer yazılmamıştır henüz toplu katliamdan hükümlü son dizeler geç kalır lakin ayak direyen şairin Azrail’i tuzak bir izleği sürer içindeki kızıl nehir lanetlenmiş çığlığa dönüşürken son dua zincirli bir kekemelikten icazetlidir şiir jiletlenir derin susku ahrazlığa çekilir mülteci bıçağı dilin idamlığın son arzusu kadar derin ağlar bıçak abdestsiz definlerin yasını tutmaktır artık konuşmak ya öl şimdi şair sus ebediyen sessizce şakıyarak doğumu bekle ya da ölü bir cenin doğurmaktan iyidir susmak! (24 Şubat 2005) – “Şiirle Monogamik Sevişmeler” Dosyasından Naime Erlaçin |
...Öptüm Acıyan Yerlerinden...
duyguya inancını yitirmeden yaşlandı hayat soyunarak konuştuk hep buluştuğumuzda çıplak aşkın kendisidir mezuniyet belgesi sevdayı sevdirdin sen dişilik ve erillikte değilmiş hüner marifet: “adam gibi” büyütmek yaşamı “adam gibi” sevmek giyindik böyle kırdık kalemi evrildik ve sustuk üstümüzde kaldı evren ölümsüzlüğü öğreniyoruz şimdi geldim uyuyordun öptüm acıyan yerlerinden (24 Mayıs 2005) – “ 6. Dekad ” Dosyasından… Naime Erlaçin |
...Örtü...
-' zıddıyla kaimdir her şey ', duygu dahil... is kokulu titreyişlere isyandı aşkı anlatmak reddiydi ölüme teslimiyetin anlaşılmaz bir başkaldırış çağlardan akan bir bebek ağlardı duyardım henüz doğmamıştım sürgülerdim kapıları kendiliğime ölümü çalarak ebeliğimden kabus kahramanı olmayacağım bu kış! kuzgunlar inmeyecek omuz başlarıma meme uçlarında özlemlerin tunçtan bir kurs süsleyecek göğü göz bebeklerimde nur birikecek yine dirilecek sevda dizelerin dip köşelerinde kızacak Özlü bana Pavese somurtacak biliyorum! dizlerimde üşüyecek Hades ama böyle susar “öteki” başı önünde ancak böyle geri döner cehennemine saçlarımda saklayacağım gücümü dudağın üşümüşlüğüne can havliyle haykıracak içimdeki büyücü : “sevdayı ört üstüme gelinlik gibi kefenim olsun! ” (2 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
...Paradoksal*...
yolculuktan söz ediyorduk hangi an'da hareketliydik ki var mı gerçeğin içinde tezatların kaynaştığı böyle bir zaman dilimi : doğruysa eğer dediği herkesin yalancı olduğunu nasıl söyleyebilir insan? mutlaka Giritli değildir o! şimdi anlat Elea’lı Zeno karışsın kartların iki yüzü kaplumbağa ile bizim öykümüzü anlat paradoksunla sen söyle! anlayalım neden yerimizde sayıp durduk hep (*) Epimenides ve Zeno Paradoksları (6 Mart 2006) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...Patagonya Yolu! ...
sözcükler var evrimleşmeyi bekler simyacının dilinde tıpkı bir kitabı yalnız bir süreçte sonundan okumak kadar sancılı geleceğe düş malikaneleri kuran insan neden düşünmez geçmiş zaman öykülerini de yüzüstü düşer hep? bin yıldır sessizlikle yıkandı kentler toprakla, kutsal ölüler gibi ne beklemek yoldu karanlığa uzanan kanatları ne yoruldu vandalizmden bundandır gecenin toynaklarını sökerek dilini kesmesi birilerinin çürüyen dokuları sürgit yenileyen münzevi tutkunun mirasını yüklenmek gözü kara bundandır! usanmaz bozkırı taşımaktan yorgun omuz son kurttan yadigar vahşi çığlığı özler gidilir oraya belki gidilmez lakin secdeye kapanır çöl birilerinin dilsizliği önünde korkudandır oysa gidemeyişler...kalamayışlar kendimizden korktuğumuzdandır en çok çarpıtılmış bir isyanda gömülü nafile haykırışlar hasat yasasını okur içe dönük her yürüyüş anaç iklimini ölümden gelen doğurganlığın böyle açılır tinsel patagonya yolları çiçeklenir harf...gürleşir boylanır yine tırnaklar biliriz artık: iade-i itibar ediliyordur yaşama dik başlı bir tutkunun öteki yüzünü bellemek için 'düşünmek' deriz adına! (11 Temmuz 2005) Naime Erlaçin |
..Piyano...
“la” tuşu kırık bir piyanoya benziyor alfabem harfi yitiriyorum! ellerim değmediğinde sana tuhaf oluyor içim göçer resmi çiziyor biri sol avucuma parmaklarımda sendelerken böyle yalnız işgalci zamanlardan kalan bir duygu bu : gitmeler kalmalar ve tırnaklarıma yerleşen bunalım öykülerinden ensemde atmaca o bakışlar ___emanetmişçesine geri istenen ensende ____intihar eden gözyaşlarım böyle anlarda kısılıyor piyanonun sesi hiçbir notaya sığmıyor karakış _____harfimi arıyorum her zamankinden çok çalmalısın şimdi! (13 Ocak 2006) Naime Erlaçin |
...Post-Mortem...
düş aynası tuttunuz da kendinize mağrur bir şımarıklık asıldı suretinize ağırdır ölümden 'ben dağı'nda seferî olmak içeri çağırmalıydınız bu yüzden guguk kuşlarını gün olur bıktırır dayancın avucundaki utanç gelinir ve geçilir 'kevn-i kesif' tezgâhından dibi yanıktır an’ın altın ölü! söz bakır orada öfke gümüştür bize (17 Temmuz 2006) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...Pusu...
gecenin nabzı yüksekten uçar göç yırtığından süzülür zaman nefesim çekiç dalar karşıki vadiye dağ vurulmuş dağ öksüz sorular diş izi yanıtlar kötürüm kafiyeye salıncak kurar bir dilsiz biliriz onun da aklı var uslanmaz zar tutar mor bir peyzaj rehberliğinde kendinden kovalanan güz gibi dünden yarından sorgular bizi ihbarsız doğan şafaklar gececil bir urla kuşatılırken sessiz pusudur bu! ('6. DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008) Naime Erlaçin |
...Pür! ...
acıyla kalaylanmış bakla sofalarında yüreğin yapısalcı dogmalarla kundaklandık : avazımız pür isyan! ey gül! yalpalayan vahşi özleyiş! kolay değildir yazıyla sevişmek ıslığını duymaksızın kiriş ve yayın nereye götürürse serseri ok üsluptan yoksun harf ve hecede oraya varılır ancak bir masal devini ehlileştirmektir bakla sofalarda ak kağıda konuşmak dilsizin aşk ilanına benzer türki, arabi, ebced külli pür isyan! iner sonra sevdalı dudakları sözün alır kıyametimizi kalem sütliman! (24 Şubat 2005) – “Şiirle Monogamik Sevişmeler” Dosyasından… Naime Erlaçin |
...Ru be ru…(Yüz yüze)
******* yiğitlerini gömdüler ölü solungaçlı aşk emekçilerini : kurşun askerleri sevda bahçelerinde gizliydi ömrün muhtevası karanlığın çiçeğe uyanışında vade doluncaya dek sahipliydi ******* yüz yüze döküldü aynadaki sır yazıtlara sığmaz destan yırtıcılığında yüz yüze akıtıldı onca kan mezar kazıcısı ******* ey! ru-be-ru hesaplaşmaların bekçileriydiniz ne işiniz var musalla taşımda! ve fakat öyle tebliğ edildiniz... uzak durun son duamdan kurşun askerlerinizi gömün siz! ... (24 Ağustos 2004) Naime Erlaçin |
...Rütbe...
dön semaya, yıldızına sor kaç ışık yılı uzağa saklamış gerçeği hangi sureta yaşamın pullarını sıyırıp sundu...sunacak sana sunacak mı veya? çile susmadı insancıl tuzaklarda zulmü tere gömmeyi öğrenemedi ademoğlu sırrına varamadı yer-gök-su’da saklananın toprak ananın, tohumun, çarmıhın iç kavuran dış yangınların tüm rütbeleri sökülmedi acının! erksin, ışıksın, kudretsin yaratanın suretinde kuşatılmanın hazzını tadarken bin yıldız kattın eylemine ilktin lakin bir manzumede hala son hükümransın! temaşa eyle ara bul ey aşk! sen sök son rütbeyi illa illa illa ki yıldızım tavaf edip ruhunu mabedine kapansın (23 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
...S u s a r ı z! ...
söz konuşur _________biz susarız… ufalır lokma çetinleştikçe yolculuk su ve yalnızca ekmektir azığımız bir mumyadan emanet almıştık ayaklarımızı asırlarca yürümekten yorgunuz bugün cennetten kovulmuştuk _________anımsarız hangi zamandan kaldı gözlerinizdeki haykırış çoraklığınızda ölüm davulları çalan bu kıyamet? dördüncü cemre düşer sözden döşümüze ustura keskin! _________biz susarız! (14 Kasım 2005) - www.blogcu.com/nimo Naime Erlaçin |
...Sadaka...
şair beşerin sisli gölgesi sorumlusu insanın aşkın zekatı fitresi kaderdir yazmaya kırılır kalem gömülür ya da ruh şatafatlı bir kuraklığa akmadıkça serçe yürek titrer fecir vakti doğuya bakan bir pencere pervazında hangi yazgıdan kaçılsa nafile! kağıdın sesi sevdalı saraylardan mühürlü telef olsa yolcu / silinse haritalar susmaya dursa dil yitirse mazbatasını imla kaderdir heyhat! sadakasını bekler yol şiirin kavşağında (5 Temmuz 2004) Naime Erlaçin |
...Sarı Yazgı
sarı bir yazgıdır temmuz *******i geç ölen sıcaklar da alır duvarlar arasına ensemizde kekeleyen kış ayazlar misali yanık bir nefes olduğunu anımsatarak uzun bir yalnızlık okşar tüylerimizi ah çıldırtan yaz! sımsıkı yapışıyorum güçlü kollarımla cılızsın ancak zayıfsın hala, kocaman kocamamış yüreklerimiz var üstelik serin sulara gizlediğin düşleri yakalayan akıyor ki deli su öyle! ve ben suyun önüne kattığı bir köprü üstünde -aşka müebbet- kalbimi asıyorum göğe senin için bak sıcaktan dibe vuruyor balıklar siyah bir yazgıya dönüşseler de yavaş yavaş umuttur adı hala geç ölen sarı *******in… (23 Temmuz 2005) Naime Erlaçin |
...Serüven...
şiirin çıplaklığını giyinmek giz olmak tene dokunuşunda çarpılmak bölünmek sıfırları atmak sonra sadeleşmek hesaplaşma anında kainatın güçleri ve yazının paganları adına yemin olsun ki susmaz bu serüven gök tengri* yaşadıkça! teraziye vurmak ölümsüzlüğü kam ananın korunağında güneşe yaslanmak suyu kutsamak ateşe varmak ata ocağında kadim bir hikaye bu… düşmüşse elden davul - tokmak dönüşmüşse kopuza saza ne gam! varsın çöl olsun dünya gönül kurar obasını yol eder cam köprüleri yeniden doğulur bedenden ruha can otacısında 'gelir de geçer insanoğlu, ‘tükenmez...’ diyor bilge aşkmış şiirin kudret od’u ister Hakasya’da bir dağ başında ister Anadolu’da Mevlana’da yemin olsun ki şa ve man** adına! bitmez bu serüven aşk bu kürede durdukça! ………. (*) Gök Tengri: Atalarımızdan yadigar; günümüzde çok az sayıda kalan Hakasya Türkleri arasında hayatiyetini sürdüren; özünde doğa ve aşkla bütünleşmeyi saklayan; 'Şamanizm' olarak da bilinen bir tür inançlar manzumesi… (**) Şa(sha) : Kadınlık. Man: Erkeklik: Şaman (=kam) : “Şa” ve “man” bir arada iken, ruh ve beden arasında iletişim kuran kişiyi tarif etmenin ötesinde, aşkın birlikteliğini simgeler. (30 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
...Sessizce...
- Samih Rıfat’ın ardından… sessiz okuma sanatını belledik önce sonra susmayı ilahlar hep kuşkulu şair diline dilsiz gömütlük ıslığıydı kimliğimiz anlamsız bir şakırtı emerdi terimizi intiharın cinayet olduğunu söylemediler hiç! sesime konan kuşlara kızdığım gün anladım öldüğümü “bütünün habercisidir parça” ve oğlun kaderi babaya… bu eksiliş bu aceleci gidiş ah! sesimin yırtılışı sesinizde, bulutu yağmanızı özlerdi nefsime tembihlediğiniz sessizlik cinayetler tanıktır: “akla kara arası” sessizce öldük biz (6 Ağustos 2007) (- Ağustos, 2007 arşivi.) 6.Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 55 Naime Erlaçin |
...Sınanmış...
aşk sizdiniz kuzgunum ey! : bilmezdik önce arnavuttu kaldırımlarınız plastik sevdalardan ari gelgeç hazlardan uzak bin yılların teriyle sınanmış bir gönülden kan damlatır gibi öyle aşkı sizden emdik biz! (27 Kasım 2005) – www.blogcu.com/nimo Naime Erlaçin |
...Silah...
unutulmazlığını bilir de kalp durduk yerde acımasız bir intihar giydirir aynalara bu yüzden silah verilir ellere ve ağlamaklı bir gül eğer solarsa gözler …küserse ruh da solar birlikte şemsiyesiz dolaşmalı o halde sevilen yağmurları getirdiğinde rüzgar deliliğini bağışla çılgın ülkeme sıcaktır çünkü hala duaya açılan avuçlarımız söz, kalbimizdeki acının son tohumu gülle barutun yakıcı tutkusu gibi ey! çiçek açan mermiyi özler silahımız... (1 Kasım 2005) - www.blogcu.com/nimo Naime Erlaçin |
...Sophia...
ah Herakleitos içimi en çok besili egolar yakıyor ve kurak bozkırların görüyorum nehirlerin ılgım salgım : utanıyor Sophia sen oysa ateşi bunun için vermemiştin insana! (17 Kasım 2006) 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 7 Naime Erlaçin |
...Sorgu...
rüzgar tozuna karışır kuş ötüşleri içimde yetim bir garipseme durduk yerde çatılır tüfekler yoncalar açmaz küskünlük serperler künyesizliklerine hayat aşk ve ölüm kara mollaları hüznün gelişiniz belli varacağınız yer belirsiz söylemediniz hiç biz nerdeyiz ne bekleriz bilinmezden cezamız ne neye gebedir geleceğimiz işte bu asıl bilemediğimiz yaz ey kiramen katibin* yaz ki biline yaz ki bilelim! (*) Kiramen katibin: Sağ ve sol omzumuzdaki yazıcı melekler. (5 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
...Soru...
“sus! ” demediniz bana önceden söylendiğini her şeyin bildirmediniz önceden işlendiğini tüm cinayetlerin tanışmadık hiç tanışmadınız içinizdeki çocukla neden? * (*) Bir çocuğun sorusuna karşı sorudur bu. Soru sormayı bilmeyenlere! (27 Temmuz 2006) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 93 Naime Erlaçin |
...Söylerdi Aşk…Ateş Adına! ...
….harlandıkça aydınlanırdı ruh alev isinde başlar / kor ateşlerde biterdi kahin sözü… sevdaya çemirlenirdi yürek tüm zamanlarda zincire biat eder bedenleriniz belinizde en ihtişamlısından bir kuşak albenili ve çıldırtıcı bir al aşkın düğün alayından arta kalan kördüğüme dönüşürdü kelepçeleriniz… //çıkmaz yollarda arama hazzı! ! ! Godot’yu bekleyen Laura’ya sor! köşedeki sevda öksüzü çocuğa: şimşek olup hani kabrine süzülüşünü hayallerdi Petrark’ın...//…. böyle buyurdu kahin! … habersizdik / sönmüyordu ocak diyar-ı şuara’da sözün gergefine nakşolurken kasırgalar vaktinde çözülebilseydi muamma ihbarsız infazların sırtına kalıcı bir dövme gibi saplansaydı harfin kanında tutuşan alev okları külden suya dönüşseydi mesela sürüngen anlar söylerdi aşk! ateş adına bildirirdi mutlaka… (31 Ağustos 2005) Naime Erlaçin |
...Su Cenderesi...
doğru bir duruştan kalan acı bu rüzgara direnmek ve denize ve hırçın dalgalara kendi kıyısında korsan olmak gibi bir şey bunca ağaç diktik bunca aşk bellendi koyaklar yine kaygan, deniz kavgalı yine diz boyu yalnızlık neden hep bizi bulur sürgün zamanlar düşünme sakın neden çarklarımızda bilenir sivri uçlu kör bıçaklar su cenderesiyiz çünkü kendimize sıcak tut acıyı aldırma yak bir cigara! (29 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
...Suç ve Biz...
eksiltme ehlileştirme beni -sırça konaklarda suça ortak olmak... nasıl ödenir hesabı bunun! nasıl telafi edilir kayıp vahşetini tokuştur vahşetimle ilkel’in terazisinde tartılalım inkar edilsin benzerlik ve tekdüzelik böyle katledilsin suç bilensin çelik önce ölüm vardı unutma canlanan her dokuda o yüzden şımarır insanlık onurum mutlakıyetin cızırtılı reddinden yersiz yurtsuz doğar meşru ikinci çoğulluğum düşlerin inceliğine inat kalındır gerçek biliyorsun : eksi artıya denk! bulaştırma suçu ki artsın karşı duruşlar söylesin vahşetimiz biz uyumuz biz! ben “bu”yum…bir sen “o”sun başka bir renk! .... (8 Mart 2005) Naime Erlaçin |
...Suskun...
indim bekledim güneş ah! bir kez geçti üzerimden “sus” dedi hamuş sustum! mevzi: kuyu (14 Haziran 2006) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...Susmaya Giden...
sessizce gelen susmaya gitti sorgusuz sualsiz yanıtsız gürüldeyerek akardı yeraltında gece yarısı sonsuza doğru acılar ırmağında ak kağıda düşürdü rengini : içedönük bir yolculuk methiyesi gökten soruldu kökenden ey yar özentiyi uslandıran bilgelikten dil’in sevdalı sorumlusu öz’ündeki karmaşadan soruldu susmaya gitti! geleceğe pullanmış mühürlü bir mektuptu (25 Ocak 2006) Naime Erlaçin |
...Sustalı...
artık biliyoruz var! çağrılı her beden kendine savrulmuş bir sustalı orada şiir tersine gidilen yol aşk manifesto, dirimsel sözden ağmak sihir bir av kurguda geceden başka vaadi olmayan ey! acıdan geçtiler bağışla buğday tanesi biriktir çöplüğünde onlar için safir bir gökten kaçtılar sırt dönerek boşlukta doğurmaya kovulmakla var olmak arası rüzgârın savrulduğu yerde masum bir güneş de doğar elbet bunca yıkıntı bu darp izi bu ne bu peki! bir yolluk hazırla bir de kovuk bilelim yerimizi... (ah kalbim! kendine bir mektup yazdın şimdi yüzüne yakıştığı yerden…) ('6.DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008) Naime Erlaçin |
...Sürgün...
yanıtsız sualler sorumlusu bir duruşum var hayata dair dil döner dil yanar adaletsiz duruşmaların son nöbetinde yanı başımda kadim bir uygarlığın torpillenir gemiler seyrekleşir hayaller gecenin karasularında muamma bir yazgıya benzer öyküler altın kubbeli mabette gizlenmiş ejderhaya gülümserim usulca taç takarım tatlı su çiçeklerinden cinli saatlere kudurgan bir siyah sinsice düşerken maviliklere cephede cinnetlik top sesleri biteviye ağlayan insanın çocuk feryadından yadigar yürek döner ah! yürek yanar şimşekler tutuşur bedenimde sorgular içimin ejderhası haykırır acı insan sesimde çıngıraklarım susar ezberlerim sürgünleri (5 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
...Şairin ve Şiirin Zekâsı...(Düz Yazı)
Şiir, zekâ ülkelerinde uzun ve üzücü yolculuklardan sonra doğan şeydir. -Balzac Şiirin oluşturulmasındaki başlıca etkenlerden biri de hiç kuşkusuz zekânın işlevsel kılınması, zihinsel yeteneğin şiirde beceriyle kullanılarak aklın (us) öne çıkarılması eylemidir. “Her baktığımızı şiir eden de akıldır” diyordu Nurullah Ataç. Ancak tek başına zekâ, nitelikli şiir “yapmaya” ya da doğurmaya yetmez. Şairin iradesi, kararlılığı, çalışma azmi, birikimi, dil bilinci, donanımı; bunları içe sindirmişliği, duruluğu, öngörüsü, yaratıcılığı, yerine göre mizah ve ironi gücü, derin bakışlılığı, matematiksel ve müziksel ritim kavrayışı ve daha pek çok “geliştirebilir” anlamdaki değişkenin yanı sıra zekâ, akla dönüştüğü sürece önemli bir değer, şiire eklemlenebilir bir sermayedir yalnızca. Şairin içindeki şiire uyanışı gerçekleştiren; hem köklerinin uzandığı ilkellik, naiflik ve masumiyet öğelerini koruyan, hem de bilgelikten uzak düşen depolanmış bilginin bu safiyeti ezmesini engelleyen bir tür yaratıcı araçtır. Denge kurucudur, terazidir, şiiri eksenine oturtandır. Yeri geldiğinde bir güvenlik aygıtı; şair söyleminin omurgası sayılabilecek ve şiirin sıkıca tutunduğu bir payandadır. Ancak unutulmamalı ki akıl şiirin tek hükümdarı olmayıp sadece kullanılabilir bir öğedir. Üstelik zekâdan yola çıkıp akla varmak da yetmez. Ve elbette şiiri yalnızca akıl üzerine kurarak onu abartmamak da gerekir. Burada Melih Cevdet Anday’ın bir sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum. 'İnsanoğlu aklı aşmalıdır; eğer aşmazsa, akıl da bir dogma olur.' Şair, post modern dünyada “kapatılmışlık duygusu”na kapılmış; bu duyguyu derinden yaşadığı halde olup bitenin ayırdına varamamış olan insanın çemberlerini kırmaya; ona daha geniş bir özgürlük alanı açmaya doğuştan güdülenmiş biridir. Kendi uyanışı ile diğerlerini uyandıran ve onların yaşamlarına dokunan birisi… Sezgi kanallarını zekâsından süzdüğü aklın yardımıyla açacaktır, çünkü aklın temel görevlerinden biri zekâyı bilinç ekranına yansıtmak suretiyle düşünceyi iğdiş eden tüm öğelerin yenibaştan yapılandırmasıdır. Antonio Negri’ nin siyasal çözümlemelerinde de belirttiği gibi, sahici bir cezaevinin dışındaki yaşamda insana “yeni özgürlük alanları” sunmak; her ne türden olursa olsun – siyasal veya öznel - iktidar ile insan arasındaki köprüleri yeniden kurarak onu yalnızlığından kurtarmak için çaba göstermek şarttır. O halde şair bu görevi neden üstlenmesin? En azından sorunun kendi payına düşen ucundan tutamaz mı? Şairin büyü gücünün yaratıcı zekâyı değerlendirme becerisiyle doğru orantılı olduğu varsayılırsa, bu özellik aynı zamanda şiirin kalıcılığını, etkileme alanının genişlemesini sağlayarak işlevselliğini de artırmaz mı? Arife Kalender bir yazısında şöyle diyordu: “Şiirin bir ‘taşma’ eylemi olduğunu düşünürsek; Bu ‘taşmalarda’ şairin zekâsı, gözlemleri, şiir ve genel kültür birikimi, dil bilinci, düş gücü, yaşam biçimi kendisini ele verir. Bu nedenle yaşama değen, ondan somut izler taşıyan şiirin kendi ömrünü uzattığını söylemek yanlış olmasa gerek.” (“1940 Sonrası Şiirimizin Uçları”) Bu süreçte şair yalnızca kendisini ele vermekle kalmaz. Kendisini ele vermeye hazır olanı da yakalar. Akıl tüm canlı cansız âlemle, doğa ve insanla bağlantı kurarken, şiir bu süreçteki sayısız iletişim kanallarından sadece biri olup şairi taşarken “taşıran”a, içinden taşanı ise ötekilere “taşıyan”a dönüştürebilir. Üstelik hiçbir yaptırım gücü olmaksızın başarabilir bunu. *** Günümüzde toplum psikolojisine, çağı önüne katıp sürükleyen ekonomik ve genelde sosyolojik gelişmelere dair kavramlar yeniden tarif ediliyor. Özellikle post-modern çağın sanat algılayışındaki gelgitlere paralel olarak şair de şiirini yeniden tanımlıyor. Duyarsızlaşan insana karşı duyarlılığını yoğunlaştırıp şiir dilini yeniden gözden geçirerek değişik boyutlar kazanmaya, eskisinden farklı kanallar açmaya çabalıyor. Öyle ki sosyolog, yazar ve felsefeci gibi diğer sanat ve düşün emekçileri de - özellikle şair - bastığı zeminin sağlamlığı konusunda giderek kuşkuya düşüyor. Çekirdek bilgiden uzaklaşmanın, ona ulaşamamanın nedenlerini ve hatta köktenci filozofların tanımladığı “bilgi ve hakikat” kavramlarını yeniden sorguluyor. Şiiri deşelerken gelmiş geçmiş tüm teorik, faydacı (pragmacı) ve sezgisel argümanları kullanıyor. Daha da önemlisi, kuşkularını insana aktarmak gibi önemli bir sorumluluk üstleniyor ki bireyi sıradanlaşmaktan, “sürü psikolojisi”nin yıkıcı etkilerinden kurtarabilsin… Bu noktada “şiirin zekâsı”ndan söz etmek pek de yanlış olmaz diye düşünüyorum. Şairin şiire enjekte ettiği zekâ tohumları sayesinde ortaya çıkan bir olgudur bu. Yeterli zekâ düzeyine sahip olmayan ve aklını kullanamayan şair, “zeki şiir”i de kotaramaz. Dönüşen ve sürekli değişen insanın sorunlarını ne görür, ne de onlara eskisinden değişik yorumlar getirebilir. Bu durumda bireyin kendisinden yola çıkarak günlük yaşama; giderek topluma ve şiirin evrenselleşme boyutuna nasıl varacaktır? Gerçek yaşama nasıl dokunacak, bireyi zaman içinde nasıl bir yolculuğa çıkaracak, yeni çözümlemelere ulaşmasını nasıl sağlayacak, farkındalık çıtasını nasıl yükseltecektir? Zekâ derken yalnızca bilişsel-akademik zekâ’dan (Intelligence Quotient, IQ) söz etmediğimi özellikle vurgulamak isterim. Duygusal zekâ (Emotional Quotient, EQ) sanat için çok daha önemlidir, çünkü IQ’nun yüzü genellikle bilime dönükken, EQ sanata, duygudaşlık kurmaya, hayallere doğru yelken açar. Dolayısıyla burada estetik şifrelere ulaşmış sözel-dilsel-yazınsal zekâ ile doğrudan ilintili olan “şiirsel zekâ”dan söz etmek daha doğru olacak. Sırası gelmişken Alfred De Vigny’ nin bir deyişini anımsatmak isterim: “Şiir bir akıl hastalığıdır.” De Vigny böyle derken dışavurumcu; dışa vururken derinlere dalabilen; duygusal, atak, gözükara olarak nitelendirilebilecek şiirsel zekâyı tanımlamış olabilir miydi acaba? Mümkündür… Yoksa gerçekten Sokrates gibi delilikten mi söz ediyordu? Üstelik farklı dönemler ve farklı toplumlardaki şair tanımları da birbirini tutmuyordu. Kiminde ona tanrısal bir görev atfediliyor; kiminde kudretinden kuşku duyulmayan bir şaman oluyor; kiminde “tekinsiz” ve hatta dışlanması gereken biri olarak değerlendiriliyordu. Şair ise çağlar boyunca kendi penceresinden bakmayı sürdürüyordu. Örneğin söz duyguya ve duygusallığa geldiğinde insanoğlu sıradan bir bakışla sevmekten dem vuruyor; herkesi severek ve/veya birilerinin onu sevmesiyle mutlu olacağına inanıyordu. Ancak şaire göre mesele bu denli basit değildi. Akılla beslenmiş, sezgileri güçlü, yaratıcı zekâ düzeyi ileri olan şair dünyaya daha geniş bir pencereden baktığı için insanlığın nereye doğru gittiğiyle, varacağı noktada mutlu olup olmayacağıyla, değişim ve yeniden varoluş olgusuna yüklediği ontolojik anlamlarla daha çok ilgiliydi. Çünkü esin perilerinin dokunduğu zekâsını eğitmiş olan kişiydi o. Eğittiği bu zekâyı gelişmiş şiir diliyle kalemine postalayan olup, şiirsel bildirişimini varoluşsal dizgenin bir halkası olarak ortaya koyabilendi. Evrensel ve bireysel açmazlarla derdi olduğu için öncelikle mutsuzluğun-kargaşanın-haksızlığın-ölümün tarifini yapmayı amaçlıyor, kendini buna zorunlu hissediyordu. Günlük yaşamda alışılmadık olan anlatımlarla çözüme ulaşma çabasındaydı. Gelişmiş aklın soru sormayı bildiği ve sorulara yanıtlar aradığı kadar, şairin zekâsı da sorularla iç içeydi. Yanıtlar ise şiirin dip köşelerinde ve soruların arkasına gizlenmişti. *** Şiir kolay anlaşılan; düzyazı ve “düz düşünce”ye çevrilebilen bir metin olmadığı için ona ancak sezgilerle varılabilir. Sezgi ise bireyin iç odalarında sakladığı bir tür zenginlik olup, kilidi açan yine akıl ve zekâdır. Canlı-cansız varlıklarla, doğa ve evrenle, geçmiş ve gelecekle iletişim kurmayı olanaklı kılan zekâ, şairin hem kendisi hem de bireyliğinin bilincinde olan okur için dil aracılığıyla sezgi odalarını açmanın yollarını mutlaka arar. Şair en azından bununla yükümlü olduğunu bilir. Tıpkı diğer sorumluluklarının farkında olduğu gibi… Örneğin şiiri “eksik” olan kişi, İsmet Özel’in de işaret ettiği gibi “Neler yazsam da şiir dense? ” mantığıyla yola çıkar (“Şiir Okuma Kılavuzu”, Şule Yay. 2006, s. 79) . Bu durumda piyasaya dönük kolaycı yaklaşımların, “pazar” kaygılarının şiire ve şaire yalnızca zararı dokunacak; şairin gerçek duruşunu eserine yansıtma olasılığını azaltacağı gibi şiire bir de bedel biçilmiş olacaktır. Oysaki şiir, okura dayatma hakkına sahip olmadığı gibi, yönlendirme ve hükmediş anlamında bir okur despotizmine karşı da kendisini korumayı bilmelidir. Okurun saptadığı bedel her ne ise onu reddedebilmelidir. Akıl bu direnci sağlayan ve tescil edendir. Şaire etkileyici bir azınlığa mensup olduğu kadar gücünü de dikkatli kullanması gerektiğini sürekli hatırlatandır. Bir bakıma yol haritası çizer. Bu yol haritasından sapan kalemin sonuçta ölü doğum yapması ve nihayet tıkanarak kendisini bir çıkmazda bulması kaçınılmazdır. Bir yanda kişisel egosu, öte yanda “yarı aydın” da denilebilecek güdükleşmiş aydın, dışsal iktidar ve çoğunlukla medyanın öncülük ettiği “üretilmiş pazar ekonomisi” (Ahmet Oktay; “Okur Dediğimiz Kesim de Artık Üretiliyor”, Yelkovan Dergisi, 2007, S.2, s.29) arasında sıkışmış olan şair/yazar ancak akıllı manevralarla bu karmaşanın üstesinden gelebilir. Piyasacı kaygılardan uzak duracak biçimde kendisini eğiterek, yüksek telif ücretleri, liste başı olmak veya ödüllerle avunmak yerine gerçek edebiyat dünyasına ait olmayı; pazara teslim olanların değil ama pazarı teslim alanların (Mehmet Başaran, Yelkovan 2007, S.2, s.31) yanında durmayı bilmek zorundadır. Aklın çizdiği harita sayesinde pekâlâ başarabilir bunu. Buradan çıkan sonuç şu ki, şairin sorumluluğu okura olduğa kadar kendisine de karşıdır. Aklını kullanan şair ise “nasıl yapmalı” yerine şiirin nedenleri üzerinde düşünür. Şiirin doğurtulma sürecine ve içselleştirdiklerini uygun bir şiir diliyle dışsallaştırmaya odaklanmıştır. Şiirin ne şekilde kabul göreceği onu pek de ilgilendirmez. Kolaycılıktan uzak ve oldukça sancılı olan bu yaratıcılık döneminde, içinde uyanan şiir bir anlamda kendini yazdırırken, şiirin biricikliğini kaleme yansıtan kişi olduğunun bilincindedir. Zekâsı ve dolayısıyla aklının yardımıyla doğum olayını gerçekleştirendir. Duyguyla yoğrulmuş, bilgiyle kundaklanmış ama sütannesi akıl olan bu bebek, bazen kendinden önce doğanları anımsatsa bile (esinlenmeden söz ediyorum) , satır aralarında zekânın izlerini taşıdığı sürece daima tek, özgün, biricik ve hepsinden önemlisi sağlıklı ve kanlı canlı olacaktır. Tüm bu tespitlere rağmen yüksek IQ’nun bilimde mutlak başarı anl****** gelmediği gibi, her ne türden olursa olsun (IQ, EQ, sözel-dilsel, vb.) , hiçbir sanat dalında zekâ tek başına başarıyı garantilemez. Diğer bir deyişle zekâ varsa şiir olmayabilir ama zekâ yoksa şiir topallar. Zekânın abartılması ise şiiri yapaylaştırır. Ayrıca sırf “düşünen ve okuru düşündüren” olmak da yetmez. Şairin temel işlevlerinden biri de okuru “ötekiler”i düşünmeye ve “ötekiler”e ait olanı tarafsız bir gözle görmeye yönlendirmektir. Sonuç olarak zekâ düzeyi yüksek şair, bunları şiirine aklın yoluyla, öteki araçları da kullanarak ve aynı zamanda şiirini bozmaksızın yansıtabildiği ölçüde başarılıdır ancak. Ve elbette zeki ve aklını kullanabilen okurla buluştuğu anda da şanslıdır denilebilir. Böylece, Balzac’ın sözünü ettiği uzun ve üzücü yolculukların sonunda yalnızca şiiri doğurmakla kalmaz, popülarite olgusuna hiç endekslenmediği halde okurun kalbinde gizlenmiş olan büyük ödülü de kazanmış olur. (HAYAL Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık 2007, Sayı 23) Naime Erlaçin |
...Şehrayin...
bir pula kırar toprağını mağlup gökte ekin yeşertirken namağlup gururla akbaba ile sırtlanın kavgasında gurabin*e gelmez sıra ne etsin gönül fukarası muhayyile yoksunuysa eğer hangi sevda kök salar kıraç bozkır toprağında gökyüzü iki kere sever aşığı akşamdan sabaha sabahtan akşama cılız bir kibrit alazında her doğuşunda aşkın şehrayin** büyütür şair aşkın şiiristanında... (*) Gurabin: Kargalar (**) Şehrayin: Şenlik, donanma Not: Bazı eski ama eskimemesi gereken sözcükleri özellikle kullanıyorum ey şuara (şairler) . Unutulmasınlar diye. Onlar bizlere emanet edilmişti. Şimdi sıra bizde ve sizde. Sevgi ve saygıyla… (6 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
...Şiirin adı Ç...
-“Şiir hiç de edebiyat değildir; bir yaşama ve ölme yöntemidir…” …………………………………………† ?…….(Arseni Tarkovski) çift-çapraz’a getiriyorlardı sordum çağırtkanlara : gidilen yerlerden kim çağırır geri? çağrıya ses vermez çalımlı bir çağda çalgınların yaşlanmadan çağıltısız neden öldüğünü çağırmayın beni! dalımda çürüyor çağlalar çoğulluğumuz küflenmekte seviyor içimizdeki çamur diplere dönmeyi “insanı geçer acı” çakır bir ayaz çökeltisiyiz şimdi çalıyor çanlar! (12 Ekim 2006) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 67 Naime Erlaçin |
...Şikayetname 11 / Bilmece! ...
ne zaman’dı adım ne mevsim ne de acıklı bir yol hikayesi içinden Nil geçen kadındım öyküsü avazında gizli aynasıyla dost geri dönüşümsüz ilkeli ay ışığına sevdalandıkça su tek yönlü akış bozkırda isyanın en güzeli! çiçekleri yoktu uçurumların uçurumlar uğramamıştı oraya sazlıklardan yükselen iğdiş edilmiş son çığlıktı nefesim bir bilmece çözemediniz heyhat! izninizle (9 Nisan 2005) Naime Erlaçin |
...Şikayetname 1 / Harf Küstü…G
düze yazdım içimin eğrisini aynı minval üzre dereleri düz gittim kısır döngüsünde denizin, sıkıştıkça karalar şeffaf labirentleri özlerdi uyuyan mar kıyılarak çıktım kendimden emanet bir güneşe ki pusudaydı bilmezdi ağlamayı hesabını tutmadı acının defter-i kebirde ışığa gizlerdi öznel matemiyle içsel patlamaları suları kışkırtıyordu o sıra uçurum kenarında! hangi andan mirastı bu karın ağrısı hüzne budanan güzdeki duman dağlara çiy bırakan kızılderili ağıdı? küsmüştü Ra’nın akrebi Mu’ya kararırken yüzümün seherindeki nur tükenmişti yaz yazı ve yazgı gittim! düşürerek taşa kazınmış bütün harfleri bir münzevi kadar yoksul ve mağrur çünkü daha kolaydı geriye bakmamak ölüme gebe kalmaktan eğri bir harf unutuldu ne yazık! gittim! gitti.. git… gi… g…. küstü harf koşmayı bilememişti! ... (9 - 20 Şubat 2005) – “Şikayetname” Dosyasından… Naime Erlaçin |
...Şikayetname 10 / Lokma
kırbaçlandı yüreğim deli mor ah! parçalarım dökülüyor ister yaralarımdan izle beni nafile öpücükler bırak istersen kıymıklarıma insana küsüyorum ben! anam babam dostum arkadaşım viran bir ağlama duvarına sürüldünüz şimdi sizin için kanıyor harap mevzilerde sizin için paralıyor kendini taşlar gülme yüzüme ey yar! gökyüzünü arama bakışlarımda adres sorma bana neşter atılmış derin çıbanların ağır kokusunda yudum urbamı iz bilmez muhacire döndü gözlerim küsüyoruz şiire ben ve yosunlaşmış insan tiryakiliğim çılgın atların koştuğu çayır çimen göğsümde sararıyor ay yere düşerken bir nankörlük vardı bir de vefasızlık / çiğneyemediğim ağzımda büyüyor lokma! … (9 Nisan 2005) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:32 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.