![]() |
…Likurga Balıkları…
çünkü sınır komşusuyduk biz : iki çılgın nehir iki balık vurgunda kaç kulaçta kim bilir çivilendik suda ağır çırpınış yersiz yurtsuz kimse bilmez şimdi sessiz ve durgun bir şiir öpecek bizi pusulasız teknelerin ağında (Mart 2008) – Likurga Dosyasından Naime Erlaçin |
…Lupus…
bir düşü aramaktı yürümek sözün tutuştuğu yerde yalınayak kaldırımlar ateş tuğlası yol amansız duruşma dışa vurduğunda acı zamanı tersten okur gerçek sorumlusu “hiç kimse” düşsel fırtınanın tini yalayan çığlık tek umursanan farklıdır öyküsü yanık tabanların “homo homini lupus” fal da biter ey Avigdor! Beckett’in kaşığına kulak ver onu diline savur çünkü şiirde geçmez zaman şiirde ölmez masallar tükenir lupus sabır ve diken küle beyan rüzgâr sus pus… (*) Avigdor Arikha: Samuel Beckett’in dostu. Öldüğünde Arikha’ya bir tek kaşığı kalmıştı. (Sn. Enis Batur’un bir yazısından esinlenerek…) (12 Ekim 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 9 Naime Erlaçin |
…Maya…
toprağa su yürüdü gönendi ağaç utandık yaprağından burası Likurga zaman ey! kendine üfleyen ney : bu yüzdendir marazi bu hal şiire kekelemesi sözün tel tel ak kâğıda dökülen ekşi bu maya Mart 2008 – (Likurga Dosyasından) Naime Erlaçin |
…Mistik Karşılama…
yeniden doğmak gerektiğini hatırlatıyor bulutta saklı eskimiş ay korkuyoruz güneşin yaşlanmasından : ruhun kuş sürüsü tedirgin ağır mirasından ürküyor ebegümeci dudaklar satır aralarında eğreti bir ağıt yoncalarla öpüşüyor mizanı bozuk yolların hülyalı mitosunda belleğimi mayalıyorum bir çekirge uğruna akşamın grileştiği sessiz doğumların ihtiram duruşunda soğurmak içinmiş acılar bildim uğurlayanmış hep karşılayan mistik bir rükuda mavi çarpıyor tanrıların kalbi vadesi yetmemiş borçlar ödeniyor ölü kuşlarla turkuvaza bin yıllık intiharları atıyorum ey! eskimemiş ay’lar adına karşıla beni içerim ışık anası (24 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
…MÜLK…(Düz Yazı)
Onca karmaşaya rağmen, bir çiçek bahçesi olduğunu unutmuyor evren. Üzerinden bin yıl geçse dahi tohumun özünde saklıyor kendini. Toprakla sevişmeye koyulduğunda, güneş su ve insandan beslenmeyi çok iyi biliyor. Yaşama sanatının mucidi o… Çiçek ise kısa ömürlü… Elle tutulur, koklanır; özenle bakılmadığı takdirde kuruyup gider. Aynı zamanda bu kısacık ömründe ruhları şenlendirir. Tıpkı unutkanlığı reddeden evren bahçesi gibi… Bir de tinsel bahçelerimiz var. İnsanoğlunun tüm sırlarını gizlediği bu âlemin renkleri, alacalı tonları, bağbanları, yamakları bizleriz aslında. Şair ise oradaki sesleri duyan, renkleri gören, kalplere aktarabilen biri… Hayatın karanlık yüzünde içlerimizi eşeleyen, tohumlayan ve evrenle birlikte yaşamını sessizce, belki de bir ömür boyu susarak sürdüren... Yalnızca sözcüklerin kadife eldivenleri ile dokunur bizlere. Tepelerde, kıyılarda, ruhun koyaklarında dolaşır durur. Bir gün bakarsınız bir dağ lalesinden esinlenip “gelincik” sözcüğünü armağan eder dizelerinde. Tirşe, yavruağzı, kimyoni, şarabi, ebruli gibi unutulmuş renkleri ve Yuda’dan erguvan’ı getirir gönüllerimize. “Şairler ses verir, soluk verirler, evren çiçek açar” diyordu Ahmet İnam. O halde, evrene tılsım üfleyendir şair. Ona gerçeğin ötesinde yepyeni anlamlar kazandıran kişi… Ya şaire üfleyen evren? O şenlendirmez mi şairi? Hüzünlendirmez mi; çiçeğini güldürüp soldurmaz mı? Aşkı ve sevdayı yorgun güzlerden bahar coşkusuna taşıyan değil midir o? Elbette söz’ün müziğine tutkuyla değen her yürek gibi o da kendi çiçeğini açtıracaktır. İnleyen çiçekler, “elem çiçekleri”, “uçurum çiçekleri”, beyazdan tarçıniye, patlıcaniden mora insan ruhunda seyrana çıkmış rengârenk çiçek… Şairin dilinde her nefes alış, her soluk veriş farklı bir kimlik kazandırır kişiye. Böylece adımız konulur bir çiçekten. Neyiz bugün? Gül mü, karanfil mi, mateme gark olmuş bir kasımpatı, yoksa gülün dikeni mi? Söz’le buluşulan o yerde anlamlarız kendimizi. Bu yolculuk bazen bir yonca yaprağından çiğdeme, oradan da Afrika’lı bir menekşeye kadar uzanır. Narçiçeklerinin narında veririz molalarımızı. Nilüferi seyrederken suya akseden yüzümüzle Narcissus’a benzer; zihnimizde bir bataklık nergisinin serüvenlerini yazarız. Krizantemden asalet alır, yaseminden tutkuyu öğreniriz. Sıradan bir reyhan dalı aniden güven veren, kucaklayan bir “sevgi evi”ne dönüşür. Kimi gün alabildiğine mutlu bir kır papatyası yansır aynamıza. Taç yapraklarıyla aşk falları açar, ya da güneşi tutkuyla kovalayan bir günebakan oluveririz. Sevgiliye sunulandır şiirce bir söz. Sevgiyle alınan ve ona da çiçek açtıran. “Geceleyin gül yanar” dediği gibi şairin: “gül akar gülüşünde, yanar ışığı yüzünün harede gözler büyür, ay büyürken sularda” …(Aydın Afacan) Gül gider gün gelir ve bir akasya ya da ıhlamur ağacına tutunarak dallarında çiçeğe dururuz. Yalnızlığı paylaşırız onunla. Ruhu dağlayan acılar yakıcı birer goncaya dönüşür. Yitirdiğimiz sevgilinin başucuna hatmi çiçeği bırakırız bazen. Ne çok şikâyet edilir çiçeksiz saksılar ve saksısız çiçeklerden. Ve ne çok soru sorulur bir sap çiçeğe: “elimde demin küçük bir saksı vardı boş bir saksı nasıl ağırmış meğer nasıl kolum ağrıyor boş bomboş çiçeksiz bir saksı” …(Arif Damar) “bir sap çiçek mi – saksısız – kaçışına uğrayan bir çiçek neden olmasın yağmurlar yağmurlar yağdığı zaman…” …(Edip Cansever) Bir şair, “her şeyin tadı dağıldığında”, hayatın havı döküldüğünde çiçekle anlatır iç yağmurlarını: “bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta” …(Murathan Mungan) Sümbüldür, hüzün rüzgârları estirir yüreğimizde. Ve iğde… Tüm yollar bir kez olsun mutlaka iğde'den geçer. Itırlı esansıyla sarhoş ederiz sevgiliyi. Gri bir melankoliye tutuklanmış rengimize isyandır bu kuvvetli koku salış… An olur, gönlümüz zehirli bir çiçeğe dönüşür. Zakkum ağacıdır mesela o gün mekânımız: “Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman Yüreğimdeki zehirli çiçeği Usulca bıraktım dünyanın dışına…” …(Cezmi Ersöz) Küskündür gönül. 'Elleme' deriz, 'elleme küserim'…Küstüm! söz düşer tohum olur ben düşerim sözden siz düşersiniz diri bir nefestir üflenen her dize çiçek açar hükmederiz evrene bugün bir zambak dalına tutunduk tenimizi döver yarın insafsız bir yosun evrene böyle düşülür gizemli döşünde tohumun gül ölümsüzlüğü tomurcuklanır iç bahçelerde çiçekten gelir çiçeğe gideriz aslında çiçek bizleriz! Payımıza “şairlik” düşse ne olur, düşmese ne? Tılsımlı şiirler veren, nefes üfleyen şairler var oldukça solmaz bu âlemin çiçekleri… Ve şiirden esen her söz, mülk edinilmiş bir çiçektir bu bahçede! (S’İMGE Dergisi, Temmuz 2006) Naime Erlaçin |
…Öteki Yarı...
usandım eskitilmiş sözcüklerden! sıradan menevişler bir çarmıh ve ikinci tekil şahıs hallerden “y a ş l a n m a z g ü l ” den bir ses ver bana ölümsüz bir lehçe eprimiş dillerden taçlandır önce yasemin saraylarımı bozgunlarına asıldığımız kale burçlarında şiirler bağışla! ak düşmemiş hecelerde çimlensin kendiliğimizin meçhule üfleyen yamaçlarında bilelim duygunun ateşinde döllendi ey! aşktan yayılan nefesi ayrılık ve hüzünden h a n g i kuşun kanadına tutunsa yeniden yaratır dilim göğünü gürleyerek hiçliği delen bu sayha yıpranmadı usanmaktan henüz iki soluk arasında bekleyen bu gül nida bağışla dilime söylesin anlatsın insan yanımın dikende ağlayan öteki yarısını (5 Nisan 2006) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 79 Naime Erlaçin |
…Peçe*…
bir yas peçesiydi yüzüm eksik yanık yapayalnız eski bir kuda oyunundan kalan cilası sıyrık tutkuların düşkıran istilasına arsızca kondu’laşmasına arı-duru sevdaların gece gündüz yozlaşmasına mecalsiz bir isyan! bize zimmetliydi uçurumlarla intiharların sancılı hazzı bir biz kalmıştık düşerken aşka tutunan “inecek peçe iniyor peçe ya sabır! ...” boşluğu ünlüyordu boyundurukta bir ses içimiz kızıl isyan! ey gülüme günışığı gibi değerken dilimi bağışlayan sevgili! kıyamete dek rızama boyun eğdiren eller size döndü ey! çıbanları patlayan sırlı yüzüm günebakan çiçeğinde sayısız kederlerin çatıldığı yetim haller indi peçe! matemi lal eden bir duygunun sınırsız gücüyle çoğalmaktan nasıl yorgunuz şimdi ___delice akmaktan hiç düşündün mü! : nasıl da kalabalığız yatağını bulmuş efsunlu bir masal nehrinde… ……… (*) Yalnızca 14 Şubat’lar değil, tüm sevenlerin her doğan günü kutlu olsun… Sevgimle (14 Şubat 2006) Naime Erlaçin |
…Sessizliğe İnmek…
- Feride’ye çekildim kalbimin kısrak yüzüne öze çekildim sordum: ne demekti sessizliğe inmek? dörtnala giderdim anlamı çözerken kaçmayı sevmedim sürati de yolculuğu bir tek dirilerek geçti okum yayından en zoru delmekti ruh çekirdeğini susmaktı konuşmaktı derinde durularak anlamak rüzgârın rüzgârdan başka bir şey olduğunu sezdiler bildiler bildirdiler acılı şiirlerden böyle geçtik ey! kabuğa tutunup söze çekildim (25 Aralık 2007) Naime Erlaçin |
…Sis…
karanlığa dokununca avuca sızan hırsız buğudan söz ediyordum : gölgeniz kaçmıştı sizin kısıktı nefesiniz sesiniz dağda! böyle ezber ediliyor sevmek ruhsatlanıyor böylece dengeli bilgelik yoktan var ederek yitirilmişi yolculukta keşfederek bireyliğimizi …bakmak lazım görmek için... kamaşmıştık oysa afili benliğimizden yol ortası aynı uzaklıkta iki yöne ve “herkes yalnızdı siste yürürken”*… bu yüzden fark etmedi kimse kimseyi tanımadı duman yeşeren kendiliğimizi! ah bir de omuz silkseydik ne iyi olurdu! sisi anlatsaydık soyguncu karanlığa hiç yaşamamış gibi daha önceleri hiç yaşanmamış gibi… üstelik kimse yokken! (*) Hermann Hesse (27 Ocak 2007) (S'İMGE Dergisi, Mart-Nisan 2007, Kedi Şiir Seçkisi) 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 89 Naime Erlaçin |
…Soğuk Parantez…*
sabahlar bilmez yaşlanmayı kadim bir masalın ayak izlerine gece kırmızı saatlerin mührünü vurur : açılır parantez cezaya durduğunda tek ayak üstünde en fazla kendi kökünü söker kişi eşikten sızan suyudur buz dona çeken akşamın adresini bulamayan bir mektup yazar sevgiye : soğur beden geçmiş zamanlardan kalan iri sözler ufalanıp un eler yazgımıza arsızca kuşanılır sabahın diri vakitleri tanrısal gücü umulur dağın yalnız bir ağıttan dişlerini geçirir gerçek etimize acıtır içimizin çengelleri : sessizliği dinleriz meçhule üflenmiş mum alevinde kapanır parantez puhu kuşu sonuncu kez kanat çırpar ağlar tüylerini bırakır kırık bir eylül cübbesine : soğur evren üşürüz böyle... (*) 13 Eylül 2005 - Sevgili Babam A. Muzaffer Bulgulu anısına. Naime Erlaçin |
…Söz İşçiliği…
mengene kıskacında biri omuz başlarını görmez hiç kanatlara dargın bir düş boyu övgüler düzer “caymak” üstüne anlamı sarmaladığında gece alırlar ordan örselenmiş kanatlıları derinde öten baykuş: bulanık ağıt ırmak döşer gökyüzüne karasuyumuz alabildiğine sağır bir kuş kafesinde ey dirim çığlığı, bilge bakış ey sezgiden başka ne kaldı uğurlanacak! “körlüğün aydınlandığı yerde”* “oyun bitmez ki! ”** ruh ağrısına açılmış bir dava gibi “hiçlik”le sorgulanır ”varlık” : ölerek bellenir söz işçiliği (*) (**) Bilge Karasu (14 Temmuz 2007) - 6.Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 57 Naime Erlaçin |
…Sustalı…
artık biliyoruz var! çağrılı her beden kendine savrulmuş bir sustalı orada şiir tersine gidilen yol aşk manifesto, dirimsel sözden ağmak sihir bir av kurguda geceden başka vaadi olmayan ey acıdan geçtiler bağışla! buğday tanesi biriktir çöplüğünde onlar için safir bir gökten kaçtılar sırt dönerek boşlukta doğurmaya kovulmakla var olmak arası rüzgârın savrulduğu yerde masum bir güneş de doğar elbet bunca yıkıntı bu darp izi bu ne bu peki! bir yolluk hazırla bir de kovuk bilelim yerimizi… (ah kalbim! kendine bir mektup yazdın şimdi yüzüne yakıştığı yerden…) (11 Ekim 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 29 Naime Erlaçin |
…Şikayetname 14 / Cüce
…sadakora dönüştüğünde dil… iç bohçalarımız ağlıyor şimdi sedef kakmalı sandıklarda soyunduk kainat boyu giyindik cüce! soluk bir peyzajın sırat köprüsünde ürpererek geçiyor içimiz içimizden indigo maviler uğramaz oraya esmez rüzgâr tülü yasemin saraylardan cinnetin kabir taşlarına alâmetifarikadır bedenimiz kırk kilit altında uyusun ipek eskisi keçe ısrarcı bir derinliğe gebeyiz biz gösterişli rükûlar boşa bağışlanmaz artık ne de anlaklı sözler gidişler gelişlerden kısa ömürlü hep bu bapta ecinnilere tuz örsünde bilenmiş bıçaklar çekeriz siyaha sulta duran selamım çılgın nara ey! çöl kıyısında kıyamete dek gardiyansız bir esarette avazı kesik ejderha pusularda fişlendi hallerimiz son mecnundan yadigar deliduman sayıklamalar giyindik bilesiniz : karanlık cücesiyiz biz! (25 Ağustos 2006) - “Şikâyetname” dosyasından... Naime Erlaçin |
…Şikayetname 15 / Ceza! …
gerilla güncesinde kâr hanenin topluca kundaklandık böyle edilgin şarkı ey billur köşkte baş otağcı...yurtsuz! altın renkli kuşun karın ağrısı insan bedeninde Nuh tufanından beri yinelenen tek meseldiniz siz panayır tedhişçisi durmayın çözümleyin bizi! kaç kere taşındınız yüzsüzce aşındırılan öz'ünüzden teninize kaç sinsi göç değdi habersiz her hücre ucu yanık ketum ve yenik bir ünlem ahdim ol kutsanmamış akit soyumuz şahit öç almaktan yana uyrukluyuz üstelik yılanın erkinden sorgula celallenmişliğimizi masumiyetten öfkeden ah çıdam ruh ağrısının titrek soluğuyla alazlanmış militan nefesinden ver cezayı düşür suçu! bellet ki kuyumuzda kendini arayan onlara cinsiyetsiz şiirlerden sağılarak geldik biz! (3 Ekim 2006) - Şikayetname Dosyasından Naime Erlaçin |
…Şikayetname 16 / Pencere…
bırakın yüzünüzü seçmesin gözlerim kimlik yitiminden tutuklanmasın kimse! sakınılmak ister yürek kurşun zehirlenmesinden aksi halde küstürüyor içe akıtılan asit tırnaklara sıvaşan insancıl leke “zaman yüzünü eskitemez, çünkü yüzü yok! ” * bilirim tekilce gidilendir yol değmesin teninize ellerim bırakın şöyle uzak durayım azat edileyim tanışıklıktan ki pas tutmasın dışa açılan tek pencere (*) Nilgün Marmara (30 Ekim 2006) – Naime Erlaçin © -Şikayetname Dosyasından Naime Erlaçin |
…Tabula Rasa! …
cana geliyor en ağır eskitilen kış sesine sarılıyor taze cenin suyu okşadı biri taşı tuttu toprakla sınanırdı bahar bilmiyor nasıl soyunulduğunu bir başkası var daha o değil : içimizdeki yara küstüren bayrak açıyor sus’a veresiye defteri tutuyor ontik hesaplaşmayla az şey mi bu! tam sırasıdır: tabula rasa! (22 Ağustos 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 81 Naime Erlaçin |
…Temyiz ve Kerbela…
zamandan bilinir sanıklığımız tanıklık hüküm ve beraat böyleyken neyin izdüşümüdür darağacı hangi yangından kalma cama sıvaşan bu kalıcı iz s o r a r ı z! mülteci kamplarında içimizin iskana açılır öznel muhaceret zulümden sorgulanır sorum ve sorumsuzluk nehirler yılgın akar tuza ekmeğe utançla küskün bir ay dokunur harfleri kırık elifba’ya meşakkat bebeleri birikir nesebimizde sabi’den inen kıpkızıl bir tokattır yanağımızda tüten vakitsiz ecellerden o sıra istimlak bedelleri tahsil eder inatçı bir melek hangi tebaası şiirin s o r a r ı z! vareste tutulur kan ve is’ten? en iyi çağ tanır ölüm bandıralı sessizliği bir dilekçe yazılır kapı kulluğunu andırır suskuya etimizden düşen nafile ve çaresiz bir çığlıktır t e m y i z! sur’dur üflenir soysuz sükuta sanık el pençe divan kızarır arifin anlayan yüzü haysiyet divanında içim ağrır iğdiş edildikçe sutur ki yağmalanmıştı dünden yarından mesul bir yudum suya hasretliktir bu mana : söz K e r b e l a… (16 Şubat 2006) – “ 6. Dekad “ Dosyasından… Naime Erlaçin |
…Yana Yana…
-Zehra’ya* gülü kuşattık giryanı öptük “dün” müydü aheste o yolculuktan sonraki yorgun ve gamlı iz dil’in yasemin tülünde tüten bu iklimden suyun ipeği geçti ey! hızlı bir ölüm seçti ensemizdeki kuğu “gün”müydü kâinatın yas tutan sessizliği? __hayli perişan ____hayli aksak / tedirgin ay’ın öteki yüzünde etimizi tütsüleyen göz süzdü bir vaveylâ ile kararan büyü gececil bir işaret, onulmaz yara ___ki yanıyordu yıldızlar büyüdü gök sığmadı hiçbir diyara ölümle denendi şiir geceye sıralandık gül’den yay’a yana yana sözün buğusunu dirhem dirhem kuşandık… (*) Dün aramızdan ebediyen ayrılan sevgili çocuğa… (28 Mart 2006) Naime Erlaçin |
…Yâran…
herkese lazımdı aşk! dinmedi kırlangıç fırtınası tül mevsimine sulta duran kemirgen saatlerde duymadı kimse! dil ısıran gölgesinde urağan sislerin durağan nefeslere terk edildik kimdi kimin karavanasında kırbaçlanan ____bilmedik hiç! tarçın tenli telkari hüzünler kor bir asit üflerdi göğümüze 'artı' eksik… 'eksi' yenik siz biz mesuldük hepimiz ____jurnalci bu sınavdan hükmümüzde kayıp incelen siyahlık çentik atıyordu fersiz gözlerimize “geç”i tarif ediyordu bütün saatler intihara fişleniyorduk düpedüz “aşkla yıkıldı yâran”* görmedi kimse! ………….. (*) Ayşe Keskin (19 Eylül 2006) Naime Erlaçin |
…Zar…
anla beni çocuk kav değiştiriyor coğrafya kırılan dallara astığım aynadır bedeninde eskittiğim zaman içim kıyamet! taş kırma cehennemi nereden sürgündük unuttuk hangi çöldü eğiren bizi __hangi tufan küldür ateşin yazgısı yandık küstük küldük an be an siz __biz ___onlar ______kumla sınandık bir sabinin gözbebeğinde kaldı yılanın unuttuğu zar ağla beni çocuk! (27 Temmuz 2006) Naime Erlaçin |
2 TEMMUZ – Madımak Anısına
Giden can’lara Allah’tan rahmet diliyorum. Bu gün bizlere hatırlamak düşer…. “ben yaşama da, ölüme de inandım; tamamlarlar sanırdım eksiklerimi. çarşıları hep birlikte gezerdik; biri dostumsa, sevgilimdi öteki. ikisinin adını yan yana andım. bir soluk alayım izin verin de…” (“İzin Verin De”den bir bölüm - Metin Altıok) “ey benim umudumu bölük bölük eden hızarlar oluklu hançer güle narh koyanlar Şahmaran’ın başı için payınıza düşen ne? bir gün sorarlar…” (“Hançerin Sapı”ndan bir bölüm – M. Altıok) “ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar! ...” (“Evde Yoklar” dan dizeler – M.Altıok) DEDİ ve DOSTLARA GİTTİ. Onu yaktılar! ...Dostlarını da…. DEDİM ve SUSTUM! ! ! Saygıyla… (2 Temmuz 2005) Naime Erlaçin |
3/4'lük Yıkımdirim
'yaptılar yıktılar yeniden yaptılar...' hüzün 3/4'lük bir ezgi uzaktan duyulan ha batının sevdalı valsi ha doğunun gizemli semaisi tempo çok hızlı başım dönüyor! gönül imgeler raksında sürüyor bitimsiz tırmanış yorgun ebedi yokuşsa hem önümde hem ardımda sorumlusu varmış sadakatin ihbarlısı elbet ihanetin aşk ise kah sinede yaban kumrusu kah yavru bir atmaca uykuda tarih kadar suç da gerçek ayağa kalk ey suçlu ne beklersin! kılıç kadar keskin bu ritimler yakıyor 3/4'lük isyankar ölçü yağarken farklı bedenlerde tekleşen ruha geceye ses yükler sevda çıtırdayarak köklere benzer usulca büyür koynunda sessizliğin sezgiler tanık olur sükut ve sükuna kader elleşmesi geç saatlerin yıkıcı nefesi başka bir yerde duyulan sadece 3/4'lük bir ezgi taptaze bir ulu çınar gölgesinde! (06 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
90 YIL Önce, 90 BİN Kişi! (Bir SARIKAMIŞ TÜRKÜSÜ)
Onu ilk olarak “Kara Tren” türküsüyle tanımıştım. Sonra birbirinden güzel ve anlamlı diğer türküleri geldi. Bizleri köklerimize doğru, uzun ve kimi zaman da çileli bir yolculuğa çıkaran içli bir sesi vardı. Özhan Eren’den söz ediyorum. Sarıkamış Türküsü’nü anımsayanlar olacaktır mutlaka. 'Sarıkamış üstünde kar kar altında Mehmet yatar gülüm donmuş, kara dönmüş gören sanmış yarini sarar kimi Yemen kimi Harput üzerinde ince çaput avut yiğit, gönlün avut yar sarmazsa Mevla’m sarar' diyen biri… Nereden geldim şimdi Sarıkamış’a? Birkaç gün önce Sarıkamış yöresinin Milli Park ilan edildiğini okudum. Sonra Çanakkale düştü aklıma. Hani şu iyileştirme ve düzenleme çalışmalarının, AB ülkeleriyle yaptığımız anlaşmalar(!) gereği aniden durdurulduğu Çanakkale şehitliği… Tarihi miraslarıymış. Biz dokunamazmışız! Sakın ola Sarıkamış’ı da kuzeydeki dostlarımız özel ilgi alanlarına dahil etmeye kalkışmasınlar! Herhalde ben yine anlamadım. “Gözlerim kör oldu, basiretim bağlandı” desem bile, belagatim yerli yerinde duruyor halen. İyi-kötü meramımı anlatırım zahir! İşgalci kuvvetlerin tarihi mirası mı olurmuş? Biz de bir tarihte Viyana kapılarına dayanmıştık diye hatırlıyorum. Yeryüzünün bu yanında kapısına dayanmadığımız öyle az yer kalmıştı ki… Az şehit bırakmadık oralarda. Anzak’lardan, şundan bundan ne eksiğimiz var? “Ölüm hak, miras helal” diyor atalarımız. Oralar da bizim karar verme alanımız olmalı o halde… Neyse sadede dönelim. Tarihe biraz daha yakından bakmak lazım diye düşünüyorum. Hani bize Sarıkamış’ı anlatırken, “bir gecede, tek kurşun atmaksızın, donarak ölen 90 bin asker”den söz etmişlerdi ya, aslında hiç de öyle değilmiş. Aslanlar gibi dövüşmüşler. Hem de incecik kılıklarıyla; mühimmatsız, teçhizatsız, gıdasız, sağlık hizmetlerinden yoksun ama kocaman yürekleriyle göz kırpmadan vatan için ölüme yürümüşler. Karşılarında güçlü Rus ordusu ve içeride onun arkadan vuran işbirlikçileri varken… Sarıkamış’ı anlamak, bunu izleyen tarihi gelişmelere de ışık tutacaktır. “külli cümleleri hayatın ölümden geçer ölürüz biz kendimiz için...” demiştim hatırlarsanız…. Nitekim ölmüşüz de! Özhan Eren, bu konuda epeyce bir emek vererek “Sarıkamış’a Giden Yol” adlı bir kitap yazmış. Sarıkamış’la ilgili başka kitaplar da buldum. İşte tam orada; Sarıkamış ve Allahüekber Dağlarında yazılmış bir destanımız var bizim. Bundan 90 yıl önce, dondurucu bir Aralık gününde başlayan ve bugün bin rahmetle andığımız 90 bin askerimizin şahadete ermesiyle son bulan acıklı bir destan. Defin merkezi ise KAR! KAR hikayeleri hep birbirine benzemez! Bu da böylesi işte... Kar’ın da kendine göre, ruha yansıyan bir rengi vardır. Özhan Eren’in kar hikayesinin rengi ise vatan toprağına benziyor! (22 Aralık 2005) Naime Erlaçin |
A TRACE – (Abir Zaki’den Sürpriz Bir Armağan)
Bu sabah sevgili arkadaşım Abir Zaki’den sürpriz bir armağan aldım. “İz” şiirimin altında şöyle bir not vardı: 'http://allpoetry.com/poem/1116031....... sevgiyle....' Rumuz: abir Abir ve ben, genellikle birbirimizden habersiz olarak benzer duyguları dile getirirdik. Hatta zaman zaman aramızda anlaşılmaz bir tür telepati olduğunu bile düşünmüşüzdür. “Yine böyle bir şey olmalı” diyerek verdiği adrese gittiğimde, İngilizce’ye çevrilmiş ve o dilde bir o kadar da güzel yazılmış olan kendi şiirimle karşılaştım. Duygu ve düşüncelerimi ifade etmek amacıyla yorum göndermeye çalıştığımda ise siteye üye olmadığım için sistem beni kabul etmedi. Şiirsever dostların izniyle o yorumu ve Abir’in emeğini burada sergilemek ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Abir şiirlerini pasifleyip gitti ama gördüğünüz gibi ben izin vermiyorum! ! ! ... Sevgi ve saygılarımla… “Abir Zaki, you are unbelievable! ! ! ...It is not only a perfect translation, you also have re-written the poem beautifully. Only a poet can understand the deep inside world and language of another one. And we certainly do my friend! I really don’t know how to express my feelings of appreciation. Thank you very much rosebud…. With all my heart )) Naime Erlacin” A TRACE who could live someone else’s death unless it’s a loving heart because of this I left behind my dreams sparing no effort so much for nothing… thus; the birth of my nascence is from my first outcry into this world rekindling nonstop continuously childbearing myself and so says an apprehender: for so much effort is to be printed in a loving heart even if it is solely one! ………. Written by: Naime Erlacin, a Turkish Poetess translated by: rosebud Comment? All rights reserved, © rosebud. Copying without permission for non-personal use is forbidden. Naime Erlaçin |
Acı Hasat!
bağırdelen sağanaklar da iner bir gün kırılır kaburgalar kasırga şiddetinde eksiğinize çoğalır bir’e geçersiniz adı:aşk! yarına döner yanıtsız dünler zaman durur kavşaklar uçurum bin'e bölünür bedeniniz ruh gezgin ruh mülteci ufuk tek hikaye böyle! vız geldiğinde yargılar tutanaklar siygalar son baskı olmanın sıradanlığını reddedip kendinizi yadsıyıp üstelik özgün bir taşbaskıya özendiniz mi siz iliklerinize değin ıslandınız mı kanınızda acımasız bir giyotine gönüllüce uzandı mı başınız hiç demek ki ehil ellerde açmış çiçeğiniz! böyle bulunur yaşamın hazzı acı hasatla iki’de tek ya da hiçsiniz siz! (27 Aralık 2004) Naime Erlaçin |
Acı Yüklü Kent
gök yollarında bir kent yürüyor pek tanımadığım kokusu çarpıyor tenime insafsız idamların yorgun akşamlarında el ayak çekilmiş caddeler ıssız park ışıkları değiyor yüreğime baygın kıyısında yalnızlığın darağacı kuruyor haramiler gözler çaresiz uykuya diken sessiz yakarışların yükselen feryadında beynime saplanıyor acı yüklü kent her binişimde buluta kırılıyor yaşam kilidi yolculuklarda epridi ömrüm öyküm tarih kadar kadim ölümsüz gençlik ise nöbette kent kapılarında gardiyan esrik bu büyüde paralanarak uçuruyorum kendimi kent sokaklarına kalbimde çöreklenen hayalin sureti yitirilmiş geçmişten zalim bir tetik sesi vurulmanın bir anlamı olmalı darağacında sallanan beden 'zaman' kuşanmış beni üzerine yalnızca kendine ağlar masum kara mizah gibi bir intihardan dinle bu çığlığı ey kalbim dinle ve vurul! benimle ölüyor zaman... (28 Ağustos 2003) Naime Erlaçin |
Acılar Diyarından
çat orada çat burada çat kapı arkasında geceye “biz”i katar kendi aşımızdan doyarız gönlümüz pek nazenin hüzündür otağımız kah susar kah bağırır kah isyanda ağlarız aşkın adı emektir sevgi “unutulmayan” ebedi gül dikeninde sevda bekçileriyiz gözler şahin gözleri pençeler atmaca acılar diyarında hayalete döneriz ışıkta tutulmuşsa yol bir kez yoktur bunun dönüşü tam yol ileri! yürümeli meçhule doğru meçhul bir akıbettir bekler bizleri… (17 temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Acının Sesi
...acıya var mıydık? suskundum ben sendin isteyen acıyı sapladın böğrüne yağlı bir hançercesine olabildiğince derin bizi ertelemeyi seçtin sustum! nöbetine durdum acının yıkıldı yüreğimin kapısı penceresi yoktu bir köprüaltı sığınacak ayazda bıraktık kendimizi acının sesiydi haykıran açığa alındık hepsi bu işte! kim anlatacaktı aşkı, kim yazacaktı bundan böyle biz biterken acının içinde bir yolu vardı öğrenmenin sınamanın kendimizi adı yaşamak! biliyoruz şimdi acıya varmışız demek ki! (21 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Acıya Şahit Gerekmez
- kızıma aralama gizli kapılarımı uzatma başını bakma içeri! görülmedi böyle hasret yangın yeridir yüreğim cehennem nöbetindeyim yeni doğmuş bir noktürnün kanatlarında uçtum dün gece alevdim ateşlere düştüm harman sonu firez yandı notalarda sakladım kromatik yürüyüşleri gömerek ruhuma yanıyordu gözlerim, “özlem”dim artık ben hasret geçti vurarak içimden lavlarımda kükredim bakma yüzümün içine ateşim üşütür buz kesersin donar kirpiklerin sessizce dökeceğim göz yaşlarımı acıya şahit gerekmez! yüreğin ölümcül nöbetindeyim (23 Ağustos 2003) Naime Erlaçin |
Acıyı Yok Say!
yeşermelisin! taze sürgünler fışkırmalı bedeninden yok say acıyı izin ver damara yürüsün ateş kartal kanadına koydum da seni göğü karış karış dolaştırıyorum rüzgarın ruhunu kuşan hiç durma buluta ak! içine daldıkça beyazlaştır griyi vadesiz yaşamlar doğurmak üzre yeşermelisin! yüreğin son kez tohuma vursun sedef yuvalardan fışkırsın inciler can suyun benden olsun gümrah bir aşk ve ne varsa daha sevdayı öğreteceğim yeniden yok say acıyı inkar et güzü hemen! (24 Ağustos 2003) Naime Erlaçin |
Adagio Akşamlarda Majörden Minöre
sancılardan geldim... majörlerden! adagio akşamlarda soyunarak sıyrılarak benliğimden... bir çizgi var biliyorum güzelle çirkin arası ötesinde duruyor düşlerim içimden geçiriyorum yırtarak kendimi ruhsuzluğu bırakıyorum bir tarafa öbür tarafa inceliklerle hayallerimi yitirmenin sonu yok güzelliği ve hoyratlaşmanın ve sığlaşmanın ah güvercin yüreğim! dağları sarıyor feryadın çıtırdıyorsun yine atmaca gözlerim yangın yerlerim doğruluyor kirpiklerim kendi yüreğime can çekişirse kalp ot bitmez o iklimde nasıl yapıştırılsın kırık fanus nasıl üretilsin anlamlı sözler! çizgi ötesine yürümekteyim uzun soluklu bir misafirliğedir gidişim adagio akşamlarda taptaze minörlere... (25 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Adak
paylaşımsız mekanlar gıyabında ağladık atışlarda ıskalanan hedefe biçildi kefen yoktu bir yurt yuva zamanı meçhul iğfallerin resmiydi ayrılık mızrak çekerken yangınlar göğe yetimdi çocuklar... sürgünler öksüz eksiği olduk bütünleşmenin paramparça bir ağıt sindi kafiyeye yarımlar ortasında kaldık kalk gidelim Anadolum! gidelim ata ocağımıza örteriz başımıza azgın bir rüzgar, yakarız bir çubuk buluta kesince kurt boğazı yağmur dileriz el ele bu kez kargısı senden olur kutsal duanın gönlüne göçerlik değene hazandan sayılmaz yaprak dökümü ne de yol hala sözü geçer orda adağın (20 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
Adamım!
bir rüya gördüm dün gece adamımla el ele yürüyorduk salt sevgi salt tutku vardı gözlerinde kuyudan çıkarıyordu beni koparıyordu bütün çekişmelerden koruyor sarmalıyor “benimsin” diyordu “seninim” derken kolay değil dedim seninle koşmak seninle tökezlemek sevildiğince sevmek seni : “adam gibi bir adam”ın “kadın gibi kadın”ı olmak tükendim artık yaşlandım bir tek aşkım kaldı yorgun yüreğimde uyandım ki uykudan sözümün efendisinin elleri yine ellerimde! (24 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
Adana'dan Bir Haber ve Suya Yansıyanlar
I. ULUSLAR ARASI ADANA EDEBİYAT FESTİVALİ 5-6-7 Nisan 2007 Çağımızın Edebiyatına Bakışlar; Adana’dan Dünyaya, Dünyadan Adana’ya Düzenleyenler: Adana Altın Koza ve Adana Edebiyat Girişimi Yer: ADANA TARİHİ KIZ LİSESİ KÜLTÜR MERKEZİ ………………. Çok duygulandım! 'tarih kadar eski doğan gün kadar yeniyim' dediğimi anımsıyorum bir yazımda... Bunu kuşkusuz Adana'ya ve Çukurova toprağına borçluydum. “Yer: Adana Tarihi Kız Lisesi Kültür Merkezi” Böyle diyordu gelen mesajda. Olsa olsa benim lisem (AKL) olabilirdi bu. Yıllardır Seyhan nehrinin ihtişamlı akışına sessizce tanıklık eden tarihi eğitim yuvası… Umarım orasıdır, çünkü sınıflarına, koridorlarına, yatakhanelerine sinmiş edebiyat kokusundan bir şeyler kalmıştır mutlaka. Bir ihtimal, idare katındaki siyah-beyaz seramikler ve ana salonun ortasındaki çinili soba yerinde durmuyordur. Bahçenin dip köşesindeki mandalina ağaçları; rayihalı gölgesinde kitaplar, şiirler okunup şarkıların söylendiği okaliptüsler; yemekhaneye doğru uzanan taşlık yoldaki asma ve ön bahçedeki süs havuzunu çevreleyen erik ağaçları da kesilmiştir belki. Ama hissediyorum, bizden bir kalıntı var orada… Bu bir edebiyat esintisidir ki günümüzün edebiyatseverlerini yeniden çağırıyor yanına! AKL’den 1963’te mezun oldum. Neredeyse yarım yüzyıl evvel… Şimdi orada bir edebiyat festivalinin filizleniyor olduğunu duymak hem çok duygulandırıyor, hem de mutlandırıyor beni. Söz konusu olan mekân orası değilse bile, Adana Kız Lisesi’nin adının bu şekilde anılması büyük sevinç kaynağı… Çünkü biliyorum ki o lisenin mezunları, taş binadan ayrılırken Türkiye’nin dört bir yanına ceplerinde edebiyat tohumları taşıdılar. Ve elbette plastik sanat ve müzik tohumlarını da… Sergilere çıkan ilk resimlerimizi orada, bodrumda yaptık, Adana Şehir Tiyatrosu’nda düzenlenen ******* orada planlandı, Verdi’nin aryalarını orada ezberledik; J.S.Bach ile çağdaşı olan bestecilerin farkını, Mozart ve Beethoven dinlemeyi orada öğrendik. Tam anlamıyla tarihe mal olmuş bir kültür merkezidir AKL. Ve hepsinden önemlisi, Türkçeyi belletti bize. Doğulu bekçimiz “simitler geldiler! ” diye bağırdığında, “Türkçe bu değil! ” diye feryat eden; “inkilap” dediğimizde “inkılâp olacak, inkılâp! ” diye azarlayan değerli hocalarımız sayesinde! Festivali düzenleyen, emeği geçen ve katılan tüm dostlara başarılar dilerken sonsuz sevgilerimi sunuyorum… Bilinsin ki ruhum orada olacak! Sevgi ve saygılarımla… (28 Mart 2007) Naime Erlaçin |
ADI HER NEYSE...(Düz Yazı)
Gitmek var, kalmak var... Gitmeye karar vermek, kalmaya mahkum olmak var.... Dünyanın bin bir türlü hali var yani.... En kötüsü de sonuçta ayrı düşmek iki gözüm. Yalandan yanlıştan, beceriksizlikten, sorumluluktan, sorumsuzluktan, kaçıştan, gurbetin çağırışından, mecburiyetten, velhasıl pek çok nedenden dolayı ayrı düşüyoruz… Dilimizden koptuk. Dilimiz döndüğünce de anlatmaya çalışıyoruz. Kökümüzden, kültürümüzden kopup iki arada bir derede sıkışıp kaldık. Ruhen göçebe insanlarız biz. Göçebeliğin tüm şartlarını sonuna dek zorlayarak evimiz, köyümüz, kentimiz ve hatta ülkemizden koptuk. Yaban ellerde, değersiz ayrık otları gibi dikilmiş duruyoruz. Ayrık otu ne kadar dikse, o kadar işte! Demem o ki, yaşamaya devam ediyoruz. Yaşamak ise önce ayrı düşüp, sonra da ayrı düşmenin çilesini çekmek değil midir zaten... Ne tür bir kısır döngü bu; kaç üstü kaç oluyor cezamız! Bana kalırsa uzun süre dert çekmez insanoğlu. Onarılır bir biçimde. Doğa onarır onu. Aslında kahır çeken gönüldür. Gönül bir kez darbe yemeye görsün, iflah olmaz artık. İflah da etmez... Bazı felaketlerin alameti yoktur! Ayrı düşmek de öyle bir şey. Bir bakarsınız aniden, uyarılmaksızın ayrı düşüvermişsiniz. En ağır ceza ise sevdadan ayrı düşene kesilir. Sevdası kaçmış gönül ne işe yarar ki! Gönüle heyecan, telaş ve hüznü veren sevda olmayınca, at o gönül’ü çöpe; sonra da kutuyu ebediyen boşalt gitsin! Ne yapmalı o halde? Yaşamanın, ayrı düşüp eksilmek olduğu bir dünyada bizleri yeniden yaratmayı beceren sevgi, sevda, aşk, bağlılık, umut veya adı her neyse ona sahip çıkmalı sanırım. O “adı her neyse” var ya, işte insanı yaşama bağlayan ve hayatta tutan köklerin ta kendisidir o. Gönül, sevda, çile çekmek, ayrı düşmek, ayrılık... Karatahtamda bunlar var bugün... Yaşamı çoğaltan ve tenhalığı yok eden o “adı her neyse”ye mutlaka sahip çıkın dostlar. Belki bugün UMUT'tur adı... Ve sahip çıkın tüm sevgilere! (29 Mayıs 2003) - 'Gençler İçin Denemeler' Dosyasından... Naime Erlaçin |
Adım Kadın
bir yıl yüz yıl bin yıl geçse de değişmem ben ne isem o'yum! kafamın dikine gitmişim bazen bazen uysal olmuşum sevgiden yana yüreğim zengin kimi zaman mantığımdan yorulmuşum hırsıma tutsak değil gönlümün efendisi olmuşum Havva ile yaratmışlar beni ilkçağda 'adın kadın' demişler ortaçağda yakmışlar sonra da hakkımı aramışlar! yavruma kanat olmuş çevreme özveri sunmuşum çok doğurmuş çok yorulmuş daha çok da susmuşum ne olmuşsam olmuş bazen dilime tutsak ama hep gönlümün efendisi olmuşum! milyar yaşımda mıyım neyim bir milyar yıl daha geçse değişemem adım 'kadın' benim ben ne ise o'yum! Naime Erlaçin |
Adın Masumiyet
kelebek ürpertisiydi yazgın bilemezdin gülün ömrünü gözlerin ürkek...ruh kalkansız kozasında canlanan ipek böceği idin pamuklara sardım da korudum unutmamıştı tanrı kanatlarını aklımdan hüznün çıkmadı hiç gözlerine bakamadım giderken kandı tutan beni içimde uyku yoktu o gece hatırlar mısın kolay değil elbet baba evinden kopmak gurbete av olmak... kurban olmak ölesiye korkarken meçhulden ruhun üşürken donarken hatta ah can çiçeğim! ne kadar da güzeldin adını “masumiyet” koydum dalında kuruyan kiraza döndüm özlemekten ama uzaklık nedir sevenlere biliyorsun adresi...şiirlerde beklerim gözyaşı resmi var kapısında! (05 Temmuz 2003) Naime Erlaçin |
Adını Ölümcül İsyan Koyun!
şu andan başlayarak ısırgan valse son veriyorum felsefi kuyularda boğulmak yok! göğsünüze çivileyeceğim güneşi hava - su - toprak ve ateşten geldiğimi unutmayarak yoksa 'civitas solis' hayalcisi misiniz Campanella’nın ahkam kesicisi nehrinizi izler yolunuza düşerim bilesiniz bir adım ötesi ekvator çizgisi evrenin anayasasında tersyüz olmaya ne dersiniz susturun haydi hodri meydan! vurun beni dizin bütün idam mangalarınızı vız gelir savaş arabalarınız isterseniz buza yatırın cesedimi yitik düşler adanmışlığında yaşamınızın göktaşı olur gene binerim gırtlağınıza kapıyı her çalışında belanın dansım özümde canlanır gaflete düşmeyin hafife almayın beni aldanmayın yumuşaklığıma acıklı bir intiharca yalnızlığa terk ederim sizi biraz büyümeye ne dersiniz kırk fırın ekmekli bir sofraya buyursanıza! antik taşlara sıvar bedeninizi ölümcül valsin hacamatlamışlığında ah ne yazık ki ağulu dilimle öyküler yapıştırırım gafil ve nahif alnınıza! köpük beyazı sınanıyor bugün güneşe sakladığım cesareti ışık gücünün 'civilizasyon' sona erdi! ilkele dönüştür bu haberiniz olsun topraktan icazetli yaprağın tek kişilik ihtilal sırıtışında siz bilirsiniz neler olduğunu...iyi bilirsiniz! şahin bakışlar bunun için değil miydi “yemedi kadın bu pisliği” deyin başka kapının mandalını çekin endazesi bozulursa mertliğin bize de söz düşer elbet adını ölümcül isyan koyun isterseniz olsun bitsin! olsun olacaklar ve bitirilsin! (27 Mart 2004) Naime Erlaçin |
Adres: Düşler Ülkesi
bakmayın siz benim iç karartıcı şiirler yazdığıma öyle gülerim ki bazen kasılır kalırım gülmekten inanamazsınız hem deli hem dolu deli-dolu olurum da tutamazsınız hüzün kan kardeşim onca yüzümden oysa sadece biridir hüznüm aldanmayınız! bin yüzü olmalı insanın -yazacağım bunu anlatacağım bir gün- bırakınız çocuklaşmayı yaprakla bile oynaşırım ben yolunuz düşerse bana bir gün sakın şaşırmayınız ölüdeniz ruhumda açan nilüferlere bakın siz sıkmayınız beni yeter son şiir yazılmasa da olur sadece bir “hayal”im ben görmeye uğraşmayınız! adresim: düşler ülkesi yazınız dostlar yazınız… (26 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
Adresim Hüzün
bugün günlerden hüzün yer hüzün ülkesi intiharda bileniyor duygular hüzünlü bir karanlığa dolaşıyorum gelişigüzel ayağımın altında dallar eziliyor hüzün kırılıyor yalnızca hüzün alıp hüzün satıyorum kazancım hüzün kaybım da gül uzatıyor küçük bir kız : “al bunlar en güzelleri adları hüzün çiçeği hüzün kokarlar aynen hüzünlü gönlün gibi...” ağaç olsam hüzün dökülüyor yapraklarımdan yağmura koşsam hüzün boşanıyor üstüme bıraksam kendimi kaçsam oradan yok olası hüzün koşuyor ardımdan! ben: hüzün ikametgah: hüzün sokağı adresim bu işte! beni ararsan eğer hüzn'ü sorman yeter bir köpek uluyor sokakta hüzünlü bir ölümdür buralar! (2 Haziran 2003) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 04:41 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.