![]() |
Hüsrev Hatemi
Agit Bir yas aniti olmadan yat Ugultunun kol gezdigini, Duydugum ve bildigim tepede; Hâl nice? Güller de... Görünüyorlar mi zaman zaman? Mevsim hep kiş ve vakit gece Oldugu sürece... Uyu, kötü rüyalar yildirmasin seni, Bir yas aniti olmadan yat... Hüznün aniti ol sadece... Sen bir su damlasi gibi ari, Sen bir saç teli kadar ince. Bir yas aniti olmadan yat. |
Ağustos Melâli I. Cesâret kalbim, cesâret! Sustun bütün kış, ürktün kırılmaktan; Çok gerilerde kaldı derken kar, Sonra bahar Ve Temmuz geçti. Yasımız duruldu, coşkumuz geçti... Ne ümit var artık ne korku; Ağustos gecesinde ağulu Sesleri yalnız böceklerin... Cisim sarayı yıkılmadan, Yeni bir sevinçle yıka haydi Geçmiş günlerin kıştan kalan, Balçığını sanmam ki arınsın. Bir devletin inkırazı sanırsın, Ağustos güze terk eder mülkünü Ve Zaman’ın Mehter Bölüğü, İcra-yı âhenk edip sürekli, Örtüyor gidenlerin çığlığını... Cesâret ey kalbim, cesâret! II. Seni eleme emanet etmeliyim Çünkü elem, Sevinçten çok sağlam Ve kalıcı. Çocuk! Bu acımasız, Bu can alıcı Zaman, üstün gelir hepimize... Ben seni elemin ellerine, Emanet edip gidiyorum. Kıyılar, dağlar Ve ormanlar, Senin de ardında kalır Çocuk! Gün gelir, fakat onlar da Zaman’a yenilip giderler... Sonunda yenilenmez yenilgiler; Zaman, bir başina kalir... Ve bizim çoktan geçtigimiz, Öte âleme geçince Zaman, Orada hepimiz istisnâsiz, O’ndan daha kıdemli oluruz... Hiç üzülme seni elemin, Emin ellerine terk ederek, Gidiyorum. |
Anabasis Yürekler yenilmiş ve suskun, dönüşteler Bu bezgin yolculukta başlar eğik Orak mı tırpan mı elinde bir yaşlı adam, Bir yaşlı adam, en önde gider. Ufku kapatmış bir dağ, sarp ve yola dik. Sen küçücük yüreğinle bu mâcerayı Hep şaşıyorum ki nasıl yaşadın? Ceylanlar vurulmuş, kurtlar nerde; Bu acımasız zamanda onlar da vurulmuş. İlerde yola bakan yüksek yerde, Kendini yırtıcı gösteren bir mazlum kuş, -Korkusundan olmalı bu gayreti- Yol yeşildi, bozkırlaşıyor şimdi, Taş ocakları ve delik deşik kayalar. Sen elimi tutma geriye koş, bekleyenlerin var. Sen bir kuşsun, kanatların Seni buradan uçursun. Eski dünyanın hayalini bana bırak, O benim gözlerimde dursun. Sen yüksel ve gerilerde Gölünü bulduğun zaman in. Bırak bu Dünya sana hain, Davransın, bu bedeldir, Bu bedelidir bir gül olmanın Ey! Kurbanlardan daha kurban çocuk Dönüşe geçme sen, dayan çocuk... Seni de mi Ezel meclisinden Yazıya yabana saldılar. Öyleyse kaybolmana imkân mı var? Kurbanlığı kabul etme İsyan-çocuk. |
Ave Praha
Can akımı küçük bir kediden geçer, Üç günlükken ölür kedi, daha nice... Daha nice iletkenden, Geçmeyi sürdürür akım; Bu gece Bilmem nedendir sustu şarkım. Batan günün kızıllığı yayılırken, Şarkı başlamıştı ve sesler... Sesler Vaslav bulvarından, Bir erganun âhengiyle doğup, Külâhlı kulelerine şehrin Topkapı Sarayı’ndaki kardeşlerinin Selâmlarini henüz sunmuştu ki; Bilmem nedendir, sustu şarkim. Bunca Bohemya kralinin, Anilarini yaşatan Prag, sen Degişen düzenlerle sarsilmadin... Hatirlatma bana bizdeki Sulugöz ve içten olmayan özlemi... Bir Ortaçag katedralimiz sayilan Bergama Ulucâmii’ne uğramadan Sâdece antik kenti gezdikten sonra, Cehennemî otobüslere dolarak, Cehennem olan kıroları ve Tünel’de, Galip Dede’ye baş çevirip bakmadan Sent Antuan’a seğirten zontaları... Bizim işimiz çok zor biz ki, Nazım Hikmet’in ve Yahya Kemal’in Âkif’in ve Hacı Bektaş’ın Hâşim’in ve Pir Sultan’ın Yüreklerini anlarız. İslav kederinden ve Tanburi Cemil’den Ayrı zevkler devşiren dervişleriz ki, Yâremiz merhem kabul etmez Kokteyllerden sormak ile, Köftelere saplanan kürdan mızrak ile Belli olmaz ahvalimiz... Fakat sayılırız parmak ile, Kırmak ile de tükeniriz... Tükendik bile, Hüvelbaki... Hemşerilerinin vefâsı sana, Mübarek olsun ey Prag Biz bedbaht ettik Dersadet’i; Sağol, beni karşıladın, Şimdi de bulvar ve köprülerinde, Heryere taşıdığım dertlerimle, Beni başbaşa bırak. |
Bedahşan İli ve Yüreğim
Sen çık ve salın, gün akşamlıdır Tükeniyor, yok oldu bile sevgi Yazılsın tarihi ve sezilsin Sonlanışı aşkın, artık o yok ki... Öyleyse gülüm, neye yarar bilim; Ezelden ölümün ettiği zulüm, Granit kayalara kazılsın. Umardık yüreğimizin yazıtları, Yâni o kayalar, bir de kanımız, Bir gün lâl olur Bedahşan’da. Ah kuzu, bıçak hep senin boynuna Kirlenmiş çöllerde şimdi Leylâ... Teneke kutu ve çöpler yanında, Yüreğimiz lâl olmaz asla. Yeridir, bu yürek şimdi ezilsin, Yazılsın tarihi ve sezilsin... Bir zaman vardı, şimdi yok sevgi Sen çık ve salın, şunu da bil ki, Küskün gider gidenler yer altına Nice gevher bedenler çürüdüler Gevher canlar imiş, parlıyor hâlâ Tek sahipli ve çok yüzlü bir tebessüm Özlem ve buluşmalar hep onunla. Ben kınanma hırkasını kendim giydim eğnime Sağtöre kadehini taşa çaldım kime ne Bu kimi ilgilendirir Beyefendi? Çünkü nice beden, gevher misâli Arzın sandukasına kondu. Ah çık ve salın ki gün akşamlıdır Dilim ise lâl olacak yakındır Ama yüreğimin kanı ve kayalar, Lâl olmayacak Bedahşan’da... Of kuzu, bıçak hep senin boynuna Sen çık ve salın, gün akşamlıdır. |
Beyazıt'ta, Kış, Pazar Sabahı
Ten tortusu topraktadır Cân neden damıtıldı ki... Üstelik uçurdun gitti. Garip imbiksin ey ölüm! Bahar seni buhar eyler Hayat çökertir toprağa, İmbikten üstün imbik mi? İstanbul’u damıtan kim? O da öte yana geçmiş... Sarıgüzel yangını mı, Oldu bunun başlangıcı? Sen ey ölüm kırlangıcı, Konar gibi yaparsın da; Yüzümüze bir değersin, Sonra beklenmedik anda, Alıcı kuşa dönersin. Sevda sahip çıkmaz bize, Bizi ölümden saklamaz; Üstelik ihbar da eder Sazlar, susmasanız şimdi, Bir rind gibi karşılamak Güzel olacak zâlimi. Oysa, buna da bırakmaz, Felç, prostat ve siare... Tekrir-i müzakere mi... Görüşme yinelemesi İstemeliyim Tanrıdan, -Yeni Elest kurultayı- Tanrıya demeliyim ki "Seven, ölmeli mi seni?" Kaygusuz’un Filibesi Onu aşkla seven kimdi? Bu sözü kim anlayacak, Kimler kimin kurbani ki? Garip imbiksin ey ölüm. Ey ölüm garip imbiksin! |
Beykoz’da Gece Başlarken
Bir eski temmuz mu bu geçmiş yillardan? Yosun, kavun ve deniz kokan... Hem küflü hem sicak bir Temmuz Hiçbir yerden hiçbir beste duyulmuyor Ister istemez geçmişi düşünüyor insan; Siz söyleyin Filozof Riza Bey, Yenmek, bir kabristan mi almaktir? Yoksa dönüşümlü müdür sevinç ve hüsran, Yoksa hayatin özeti sadece, Bir eski temmuz mudur geçmiş yillardan? Yosun, kavun ve deniz kokan... Hem küflü hem sicak bir Temmuz Baharat kokulu kiş çarşilardan, Farkli ve uzak bir Temmuz... Gün akşam oldu karardi kayaliklar, Işidi birkaç yildiz gökte Yerdeyse birkaç diskotek ve restoran. |
Çarşikapi Yaziti
Felek, esbab-i cefâsini bile toplamiyor; Ciddiye almiyor ki bizi... Devrilmiş anlatacak çinarlar, "Yediyüzyil süren hikâyemizi" Buz gibi bizler ve sizler, Yürekleri kaplamiş buzlar, Çocuklarimiz buzlar arasinda, Ateşli kinler üretiyorlar. Isinmaga yarasin da... Diye mi düşünmekteler? Iki anlamiyla da horlayarak, Tarihimizin ve günümüzün, Nöbetini tutuyoruz; Haydar Paşa’nın gelini mi olur, Antalya’da mutlu Felemenkliler mi, Ne söylenirse yutuyoruz. Yarınlar bizim demek için, Günler de bizim olmalı; Sade zaferleriyle değil Yenilgileri ve yaslarıyla, Dünler de bizim olmalı. |
Deidesheim Düşünceleri
Gün bitiyor, gece de sona erecek, Başladığı gibi, Bütün yüzyıllarda Ve her gün Tekrarlanmada mı bu, Akşamın inişiyle yürekleri ezen duygu? Hallac ki bireysel günlerin pamuğunu atar, Tanrının tek zamanında toplardı Mutluydu, çünkü tek zamana Koşutluğu sürdürenler, Sürtünme kuvvetinden doğan elemi, En aza indirenlerdir. Mutluluk, Tanrısal tek Zamanla Birlikte yahut ona koşut, Olmaktadır bunu duydum... Tekrar ediyorum: Bunu duydum, Otuzyıl Savaşlarını görmüş, Hemen her köşesi gibi yeryüzünün, Acıdan pay almış Deidesheim’da... Kuşlarla, yaban ördekleriyle, Meşelerle, bütün yaratiklarla bir olup, Hatta ölümden sonra da Tanrisal Zamanda olmaktir mutluluk. |
Düşsel Süvar
Suvar atini sen düşsel süvâri, Serin sularinda göklerin... Bir daha olmayacak ki seferin. Bizi kiminle bilirdin ey can? Bu kent, Herşeyin kirlendigi bir şehirdir Of çocuk elemler sana göredir Hüzün senin için biçilmiş kaftan, Sahi ben bizi kiminle bilirdin ey can? Çocuk, seni gördügümü kim söyleyebilir Nerde düşsel refret ve su içtigi nehir, Nerde düşlerde dolu içiren pir? Kim duvardaki sazi indirebilir... Düşsel süvâriyi kim getirebilir? Ah çocuk, elemler sana göredir... |
Ellili Yıllar İçin Acılı Alaturka Şarkı
Meded ey zaman, bir parça kestir Kestir bir parça ucundan zülfünün; Gönül şarkılarını söylerken Safiye Aylâ, Firak ey felek firak! Ve bir o kadar da hüzün. Ilık gazozlu, aynalı taraklı Çok tramvaylı geçen yazlar spor ve Sergi Sarayı’na hayran şehir... Cambazhaneli *******, gök havai fişekli Budur ellili yillarin hayâlimdeki şekli. Yenildik sana ey zaman, bu kesin fakat yine de, Yine de demek isterim ki derdimi, Yahya Efendi dergâhina en muvafik derdimi, Arzetmege bir dem bulamadim Buna izin vermedi felek. Sana yaptirayim ey zaman-aman Insan kemigi tarak, Tara kâküllerini ve ellili yillari Bir yana birak. Derdimi arzetmege bir dem bulmamişken ben, Ey dost, tanidilar seni ve derhal geri aldilar Sari giymesek de olacagi buydu zâten. Bekle orda üzerin sari yapraklarla örtülü Âhüzari beni muhtemelen aglatabilir, Lütfen uyarin Bülbülü. Söyleyin Bülbüle nâliş filân etmesin Bu bahar Feriköy’de kalsın İstinye’ye hiç gitmesin Esther Williams’lı ayna, plastik tarak Çok Fahrettin Kerim’li ve Ulunay’lı bir yaz Ey zaman, tara sen yine kâküllerini Ve ellili yılları Bir yana bırak. |
Grili Çocuk II Gidiş’i
Bir kış günü, sabah dönüşürken öğleye, Gittin, griler giyerek ötelere... Boz idi bulutlar ve bozdular, Güneşli görünümünü havanın. Giden sendin, gelenlerden bana ne? Eski gelmelerin çekildi gerilere, Bundan böyle, bürünmüş grilere, Kalacak gözümde gidiş ânın. Ah çocuk, gri giymeyi de nerden buldun, Gitmek mi sis rengi giydirdi sana? Yamaçları sıyırıp göğe ağar gibi, Akşam karanlığında savrulan kar gibi, Bu ellerde geç kalmağa korkar gibi, Gittin çocuk, sislere büründün de. Ve süreklileşti benim için artık, Bu kısa bölümü zamanın. |
Gül olmak Külleşmeye hazırlıktır
Firak çakmaktaşından doğan kıvılcım, Değdiğinde sevdanın kavına... Fesleğen yerine gül bitebilir, Gül yerine fesleğen de... Sevda okunun keskin ucu, Saplandığında yüreğe, yani avına Ateş renkli bir gül kesilirdi; Ateş en iyi kavuşturucudur... Halbuki, sükûn idi O’nun yoldaşi Itir, onu saran bir bulut... Deryâ ise derinliginde berdevâm, Of çocuk neden uzaklaştin sen? Fakat, işte, şimdi hemen söyle neden? Füsun ve hüsün, onun çagrişimlariydi Gül olmak, külleşmeye hazirliktir Külleşmek, acilarin dinişi. |
Hazin Kurallar
Kurgusu değişince hayatın, Şirin görünür ölüm; bu kuraldır. Sanırım ki korkumuzdan, Öyle bir duruma düşmüşüz... Düşler bile düz, mâcerasız; Duygular nehri mecrâsız, Yürek vadisi nehirsiz, Zehirsiz ve panzehirsiz, Bir ömür. Sözde özgür... Coşkudan uzak ve yavan Gök yerine bir basık tavan, Güneş yerine bir kandil. Bunun farkına varılınca Arkada tek geçit, bin menzil Önümüzde yolun sonu görünür; Bu da kuraldır. |
İstanbul’a Ağıt
Kaybettiğim eski İstanbul bir gün Yaşlı, hasta bir beyefendinin, Terekesinden çıkacak - vefatından hayli sonra - Ben o günü sanmam ki göreyim Fakat o gün geldiğinde Büyük bir sarı zarf içinde Üstünde "muhibbim" filan beyefendiye İthafıyla yaldızlı bir kent Yarı küflenmiş fakat olağanüstü güzel Zuhur edecek bir evden... O zaman kentimiz çoktan, Hani erkek çocukları ürperden Hımar tıraşından geçerek İmar görmüş tepeleriyle New İstanbul olacağından İş işten geçmiş olacak Sadece gönül sahipleri umarım Derinden ve insanın içine işleyen Bir musıki duyacaklar kısa süre Beton tepeler üzerinde... "İşte onların mahvolmuş yurtları". |
Keder Denizi
Yürekler vardir ki Devran elinden, Onlara gam sunuldugunda, Iri güller gibi kan aglayip Sessiz, dünyayi seyrederler... Yürekler vardir ki onlar, Kirginlik ve yalnizligi tadinca; Sokak gösterilerinde yakilan, Taşit lastikleri gibi, Alevli ve gösterişli yanarlar... Yürekler vardir, gam denizi derinlerinde Mürekkep baliklaridir ki, Onlara sitem eriştiginde, Deniz içine aglarlar... Laciverd ve dilsiz. |
Kitap ve Biz
Bütün olaylardan önceydi Kitap, Hayli uzun zaman yumagi bir de Bir ölüm gecesi... dogum ve nice Ölümler, dogumlar, yine ölüm... Yürek çöküntüsü ya da sevinç haberi, Gördüm yüzünde işiyan yazlari, Yüzünde kazilmiş kişlari gördüm. Sözler serpilmişti sazliklara, Sizan işik altinda sözler nemli, Sözler serpilmişti sicak kumlara, Güneş altinda da sözler gördüm Duydum... Kuşkularin yogun kedere, kederin yasa Yasin yikima dönüştügünü Kitap aslinda çok önceden bir muştuydu Neden öyleyse çocuk, neden Yüzünün taç yapragindan çekilmiş su? Küçük bir çiçek için ne uzun... Ne hazin bir öykü bu. |
Lâcivert Gece
Gülüşün kovamaz lâcivert geceyi Bir hilâl belirir gecede, sâdece... Kederle de kararmaz gözlerinin lâciverdi Yildizlar belirir, kayan yildizlar Yeryüzündeki bütün yalnizlar Ürperir, derler ki “çocuk kederli” Sert çocuk, sarp çocuk, lâcivert Çocuk, Biraz neşelensen bu ne dert Çocuk? Ürkme baykuşlardan, baykuşlar güzel Keşki bu kadar azalmasalardi... Hele kirpiler, yarasalar Hepsinin başimin üstünde yeri var. Ölü degil senin gecen, canlilarla dolu çocuk Sisli çocuk, puslu çocuk, bugu çocuk. |
Maktul Yürek
Keskin agzindan ayrilik kilicinin, Yüregimin yedigi darbe, Bu acinin; En uç örnegini bana tanitti: Neden kisas uygulandi yüregime? Ne suçtu ne de bir suça kanitti, Eski Dünya’nın ölümünü seyretmesi... Yılları yele vermiş olması da belki İkinci bir ağır suç sayılarak, Nâhak yere zaman yargıcı, Yüreğim için bu hükmü verdi. Görmeden sevdiği kentler: Bağdat, Saraybosna ve Priştine’nin Harabolduğunu duymuştu Kendini savunmaması bundandır... Ben yirminci yüzyılı, bu sebeple Yüreğimsiz bitiriyorum. |
Muhayyer Sünbüle
Bu rüzgârla, şimdi çoktan unuttugum Tarlalarda başaklar egiliyor; Degirmen miydi depo mu, o yikik... Terkedilmiş yapinin bacasinda, Derin düşüncelerde iki leylek; Birisi ayakta ve çökmüş digeri. Bu rüzgâr, şimdi deniz kokusunu, O kadîm sâhilde gezdirirken Bir şeyi yapamayacak yalniz... Ölmüş güzellerin saçlarini, -Onlari ben unutmamiş olsam da- Artik dagitmayacak bu imkânsiz. Duyulan bir sünbülün şarkisi mi? Sünbül, eski saçlarin anisi; Sanirim bizim de ardimizda... Ölüm, zaman ormaninin parsi. |
Selânik Şarkısı
Eski duyarlıkları özleme hiç, Aramak boşuna, yok onlar... Giriş kapısı yıllardır çivili, Kırık camlı otelde olmalılar; Çünkü onlar da Selânik’de Metrûk bir otelde öldü. Vardar kapısı mıydı ey kalbim, Yoksa Egnatia caddesi miydi? Günlerimiz zaman çeşmesinden, Akarak tükendi bitti; Beyaz kuleler ömrümüzde ender... Ve güvercinlerdir ki sevinçler, Muttasıl kaçarlar bizden. Ah Namıka Hanım, bilmem kimdiniz. Bana mümkünse söyleseniz... Neden bu Hüzün Bedesteni? Bir de nedendir ki sevinçler, Hep terkederler beni. |
Sirtlanlar Serenadi
Dilrübâ sirtlanlar siritiyor bak, Kamyonlar seni ezer Çocuk muhakkak... Kerli ferliler yasalariyla, Yarasalari serçelerden Çok daha fazla koruyacak. Sel gider kum kalir diyorsun Çocuk, Kum kalir bu dogru fakat gül kalmaz; Güller kalmaz, kuşlar kalmaz inan ki Çocuk Sirtlari saglam yere dayali sirtlanlar Pek dilrübâ siritirlar Çocuk... Canavarlar ve cinayetler çogalir; Ortada seni seven tek kul kalmaz... O ürkek kumrudur ki senin ruhun, Yakindir, yoklugundan yakinan bir kul kalmaz. Kalmaz inan ki Çocuk... Iskete iskeletleri agaç dibinde, Dilrübâ sirtlanlar siritir Çocuk... |
Toprak Aynasinda Âlem
Gönül çeşmesini tâ durulunca pâk... Etmeye bir ömür yetmedi. Güller ki neyden fazla inlerken, Nemli gözlerle bir mâzi, Ve tâlik yazili çeşme Nerdeydi? Zemin denirdi, arz denirdi, saglam Ve siki basarken ona biz neden? Serviler, kekik otlariyla bir âlem, O eski âlem neden kaydi? Ölüm beklemezdi serviler gerçi, Bilmem hangi hayal kirikligi, yâhut Hangi kederle müntehir onlar, Kina giren kiliçlar misali, Yeraltini süslemektedir şimdi. Güller, yilanlar ve bütün O eski âlem’in çocukları, Semada ararken servileri. |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:43 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.