![]() |
Naime Erlaçin
...'Abbara' Çocukları...
sonu olmasın yolun! sürgit büyüyen bir boşluğa düşsün gölge yokluğu varlık yokuşuna süren bir eylemin ufku paslanmış arayışına koşulsun an kelimede titreşsin harfler olmasın sonu! sevişilir elbet sonsuzla da imge çıplak imge arzulu nefsin aç soluğunda kekeler içgüdü habis bir ura düğümleyerek göbek bağını ağrısı nüksetmiş cerahatli mürekkebin dörtnala koştuğu tek kişilik doygunluk gebeliğe tutunur kör bıçağıyla bir yürek yeter! bir de karanfil kokusu sevdanın yağmur ateş ve kan adına kendini bulur yol böyle büyür abbara çocukları harlanmış yangınlar ülkesinde : kuytu geçitlerinde daracık sokakların kurbanlık sayarak şiirin rahmindeki kanı (26 Haziran 2005) – “ 6. Dekad “ Dosyasından… Naime Erlaçin |
...'Es ve La'....
ebemkuşağından renk çalan ey! bunca keşmekeş arasında vişne bahçesini andırıyor nağmelerin iğde suskun / deniz yılgın rüzgardan “günlük” ağaçları çağırıyor bak! gidelim “es ve la”…. zincirlenmişiz epeydir yorgunuz ağzımızda bakır çalığı kötürüm bıraktı bir şey : bilmiyoruz nedir karıştı siyah-beyaz tuşları hayatın alacakaranlık bir bakış gibi yakıcıyız nicedir vişne günleri aşkı hatırlatır hep yitik zamanların harlanışını gecenin vurgun yemiş ah’ları sunağını ararken fallar açar ceren gibi bir denizkızı suda “günlük” ormanını anlatır bir başkası dipsiz bir kuyuya koşuttur içimiz eskitilmemiş şarkılar törpülenir kamburunda taşın kan bağımız dirildikçe ezgilerde yaprağa yazılır şiir dikenden güller düşer de dilimize “evet”le beni! açılsın gönül gözüm pulumun sessizliğini kır önce sevdanın sureti yükselir biliyorsun evrenin “la” sesinde birlikte çalalım bir rengi daha sığla* ağaçlarından kalk gidelim “es ve la”..... ……………… (*) Sığla: Günlük ağacı; çınara benzer; mistik kokusu ve yağının renginden ötürü amber ağacı (liquidambar) diye de adlandırılır. (4 Temmuz 2005) Naime Erlaçin |
...'Gregor Samsa' Kuraklığı! ...
sayarak kum tanelerini bir bir yürüdük çölde bilirdi yürek nasıldı susuz ve sancılı olmak köklerinde korkutmadı hiç göç kuraklığı çünkü kalple aklın kıyasıya seviştiği bir aşk vardı : adına “şiir” dediler… ağır çöküyor kanamalı ağustos vakanüvisler boşta geziyor şu sıra tanımıyorlar öğütülmüş atlasları zılgıtına kına yak ey gönül! bir yabancı yürüyor fikrimin dar sokaklarında kam ana hüzünle tüttürüyor çubuğunu : iç’i 'gregor samsa’* göç’ünden kalmış bir içimlik yabancı… …………… (*) Gregor Samsa: Franz Kafka’nın “Dönüşümler” romanındaki baş kahraman… (6 Ağustos 2005) Naime Erlaçin |
...'Karaşın'...
karanlık kokuyor şiirler karanlık dokuyor alnımdaki kış tezgâhı buz bir çapağı tarif ediyor tortusal süreç yalınç egemenliğinde süreğen karmaşanın kar beyazı yazılmıyor bu işlikte! umudu soruyorum bütünlemeye kalınan sınavlardan : aslolan insana dokunmaktır karaşın sözlerde devasa yalnızlık bir de uyandırılmayı umuyor dona çeken nehir (20 Mart 2007) 6. Dekad, Hayal Yayınları, Ocak 2008, s. 28 Naime Erlaçin |
...'Quasi'...
hiçliği sevmiştim en çok en çok yokluğun anlamını : ölüm beni bildi! kendini mart sanıyor toprak değiştiriyor gece gündüz : budama mevsimi göğünü yaratırdı açlığım eksilmenin kenar süslerinden karantina öğünler / çamur bulaşığı yas entarisi ritüeller yanılsama katmer ve çıban! geriye sayımdır onaylamak kenelerin ölümsüzlüğünü : geçiniz ey hükümlü! “belleğimi ölüm aldı” * hiçliğimi seçti ağrısına tuz yerine beni bandı tırnağım kırık ekmek istemem çorbam acılı olsun lütfen! (*) Salvatore Quasimodo (8 Şubat 2007) www.borgesdefteri.blogspot.com - Mart 2007 Arşivi 6. Dekad - Hayal Yayınları, Ocak 2008, s.74 Naime Erlaçin |
...'Yorgun Parisli'...
- Enis Batur'a oysa beyaz bir zambak büyürdü kutsallığında adsız sokaklara benzedi içimiz “akım yaratan adam” yorgun Parisli adres arayan çöküyor iktidar kırılgan metaforu simgeliyor zambak mektuplar gece gündüz kuyusuna geç varan siz ve biz dostlar hepimiz topluca yitirdik uğultusunu rüzgârın papirüs tedirgin papirüs öksüz kırılma noktasında kilit taşının yazmıyoruz artık yazmıyorsunuz şiirin adı yok! yazarın da aklın bıçağı bileniyor gece dağında (15 Şubat 2007) - 6. Dekad, Hayal Yay. Ocak 2008, s. 61 Naime Erlaçin |
....Turkuaz....Gönül Takısı
“iki dirhem bir çekirdek”liğin* hayasız kibri vuruyor -kendini beğenmişliği- turkuazın tılsımlı ölümsüzlüğüne :katı yürekli katışıksızlığı gidişin infazdır ey! gelişin hücre aydınlığı yüzüme -yenilgisi cevherin- uykular maviden kalan düş sevinci vazgeçtim güneşin altın kasesinden terk edildi bütün tonları o rengin biliyorsun adımı çoktandır “turkuaz” koydum bu yüzden bir gönül takısıyım şimdi mavinin koynunda… ……… (*) “İki dirhem, bir çekirdek”: 1844 sonrası İstanbul Darphanesinde basılan Osmanlı Sikkesindeki altın ağırlığı. Mükemmeliyeti temsil ettiği için, halk diline de bir deyim olarak girmiştir…. Turkuaz ise, sevenlerinin gözünde altın sikkeden çok daha değerlidir. Koruyucu, kollayıcı, asla yanıltmazlığı ile güven verici…sevgi ve aşkın temeli! ... (9 Ağustos 2005) – “Turkuaz” Dosyasından… Naime Erlaçin |
...‘Kitsch Olgusu’ ve Şiir...(Düz Yazı)
“Kendi acısını bile Duymayan Derin bir yanık gibi İşliyor Zaman” - Kenan Sarıalioğlu Günlük hayatta kâh değersiz bir kopyayı, rüküşlüğü ve zevksizliği ifade etmek için kullanılan, kâh bir moda türünü anlatan; etimolojik yapısı bir hayli karışık olup 1860’lara dayanan, ancak Almanca bir sözcük olduğu kabul edilen ve temelde bir sanatsal akımın adı olduğu varsayılan kitsch’in (okunuşu ‘kiç’) şiir sanatıyla kurduğu ilişki nedir? Kitsch öncelikle, ‘hiç’ değildir. Arabesk ise hiç değil. Yoz beğeniye hitap eden bir sanat türü mü, yoksa yoz beğeniyi meşrulaştırma gayreti güden ‘sözde’ bir sanat akımı mıdır? Ya da zaman içinde bunlara mı dönüşmüştür? Estetik kaygılar gütmeyen; estetik şifreleri değiştirmeye çalışan bir akım olduğu sıkça söylenmiş ve hatta bu özelliği –adı konulmaksızın - Rimbaud, Baudelaire, Warhol, Bukowski, Duchamp gibi bazı önemli sanatçılar tarafından vurgulanmış ama estetiksizleştirilen veya farklı bir biçimde estetize edilen sanatın güdükleşmesi konusu pek tartışılmamıştır. Estetik, iyiye ve güzele doğru yol gösterendir. Peki o halde, bir eseri çirkin ve ‘kötü’ yapmaya yönelik bu hareket neden gerçekleşti? Akımları hazırlayan koşullar, belirli altyapıları yoksa eğer, geldikleri gibi giderler. Diğer bir deyişle, uzun ömürlü olmayıp silinirler. Oysa kitsch’i hem sanatsal hem de gündelik yaşantımızdan çıkarıp atamıyoruz. Beğensek de beğenmesek de, kitsch sesini yükseltmeye devam ediyor. Demek ki altyapısı ve/veya beslendiği kaynaklar var. En azından günümüzde böyle… Taklit olgusunun, tarih boyunca sürüp gitmesine karşın, çağımızda farklı bir anlama büründüğünü görüyoruz. Varoluş nedenleri itibariyle, tüm diğer akımlar gibi bir karşı-duruş, bir eleştiri, bir dışavurum akımıdır da denilebilir. Kimi kuramcılar ‘kitsch’in endüstri devriminden sonra doğduğunu söylerler, kimileri ise II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra… Ve bir tepki hareketi olduğunu eklerler. Susan Sontag’ın, Büyüleyen Faşizm (Fascinating Fascism,1975) makalesinde işaret ettiği gibi, Nazizm ideolojisi, güzelliği saflık ve mükemmeliyetçilik düzeyinde putlaştırmış, mutlakıyetçi bir kusursuzluk tarifi geliştirmişti. Mükemmelciliği simgeleştiren, bir bakıma ikonalaştıran ama temelde propaganda amaçlı olan bu ideoloji elbette gerçek yaşamda da yansımalarını bulacaktı. O halde şu soruları sormanın zamanı gelmiştir: Sanatı kitschleştiren şey ideolojinin propagandacı özelliği midir? Kitsch, ideolojiye karşı bir tepki olarak mı yükselmiştir? Kötüyü yüceltmek, yani kusurlu olanın aracılığıyla kusursuza meydan okumak; sıradanlığı sergileyerek, bir anlamda kusursuzluğun görmezden geldiği ‘kusur’u ortaya koymak gibi örneğin? Yoksa tamamen ters yönde gelişen ve ucuzlatılan sanata karşı filizlenen bir duruş mudur? Bu noktada kesin bir sonuca varmak olası değil, çünkü konunun yeterince incelenmiş ve irdelenmiş olduğu kanısında değilim. Adorno, sürecin 1930’lardan çok önce kök salmaya başladığını iddia eder. Heidegger ise “boş şeylere adanmış üst düzey bir ustalık” olduğunu söyler ve teknolojinin de yardımıyla hareketin ivme kazandığına işaret eder. Ustalığın olduğu yerde sanat da olmalı diye düşünüyor insan. Dolayısıyla kitsch politik midir, sanatsal mıdır, popüler ya da sırf ticari amaçlı mıdır; zamanın koşullarına uygun olarak hangi evrelerden geçmiştir, bu konuda bir uzlaşma var denilemez… Farklı bir görüşe göre ‘Kitsch, avant-garde sanatta olduğu gibi, geleneklere karşı çıkmaktır. Ama ondan daha vulgar ve basit, kitlelere ve halk kültürüne daha kolay ulaşıp yaygınlaşanı üreterek… Bu yüzden iki akım, Clement Greenberg, Hermann Broch ve Adorno tarafından zıt kutuplar olarak algılanmıştır. Onlar Avant-garde’ın akılcı ve bireysel karşı çıkışını kitsch’in propagandacılığı ve piyasacılığı ile karıştırmamışlardır… Siyasal açıdan bakıldığında Nazizm ve Faşizm gibi, örneğin ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde (1984) , Stalinizm de Milan Kundera tarafından kitsch objektifinden süzülerek değerlendirilmiştir. Öyle ki, Stalinizm’in yükselen propagandacı siyasi yapısından ötürü terminolojiye ‘sol-kitsch’ tanımı bile eklenmiştir. Aynı şekilde düşünülürse, çıkarcı kaygılarından ötürü bugün küreselcilik, neo-liberalizm ve post-modernizm (modern sonrası) de eleştirilmektedir. Peki, buna da ‘sağ-kitsch’ mi diyeceğiz? Belki de “görülen dünya, metanın dünyası olmuştur” diyen Guy Debord’a (Gösteri Toplumu - La Société du Spectacle, 1967) kulak kabartmak lazım. Başka bir deyişle, ‘metanın toplumsal yaşamı tümden işgal edişine’ odaklanmalı. Ancak görülen o ki sağ ya da sol, propagandacı ya da gösterişçi, kitsch sonuçta dikkatleri çabucak üzerine çektiği için halkın hemen benimsediği ve daha da önemlisi, kendine yakın bulduğu olmuştur. Kitsch’in bir akım olarak açıklanması ve konuya ilişkin farklı görüşler kısaca böyle özetlenebilir. Ancak kolaycı ve kitlelerce kabullenilebilir niteliğinden ötürü, akımın zamanla bir ‘virüse dönüşmesi’ ne yazık ki engellenememiştir. Dahası, siyasi/sanatsal tabanlı bir tavır olmakla kalmayıp ekonomik ve teknolojik gelişmelere de bağlı olarak günlük yaşamın her kesimine egemen olmayı becermiştir. Televizyonlarda izlediğimiz dizilerden yarışmalara; aşırılaşan magazinleşmeden tutun da liste başı kitaplarla popüler şarkılara; sinema filmlerinden gündelik konuşma diline; yemek seçiminden reklâm metinlerine; tüketim alışkanlıkları, giyim-kuşam-mimari-dekorasyon tarzından alışveriş mekânlarına kadar… Demek ki zamanla ‘parasal getirisi olan’ bir akıma evirilmiş ve sanatsal derinliği radikal denilebilecek bir tür değişime uğratarak yüzeyselleştirmiştir. Sadece bu kadarla kalmayıp, özünde başkalaşmaya (metamorfoz) uğrarken çağdaş etmenlerin de yardımıyla beyinlerin içini ve insanların yaşama biçimlerini kitschleştirerek özneyi adeta nesneleştirmiş, bireyin ‘kendiliğini’ yok etmiştir. Böylece insanın kendisiyle olduğu kadar sanat ile gerçek entelektüel; sanat ile gerçek sanatsever arasındaki bağı da zedelemiştir. Aslında hızlı bu dönüşüm süreci, akımın sağlam kültürel dayanakları olup olmadığını sorgulamamıza da neden olur! Yukarıda sözü edilen ‘yoz beğeni’yi, bilerek ya da bilmeyerek, meşru kılma eylemi, akımı - ana hedefi her ne ise - ondan saptırmış; sanat dünyasını günümüzde sıkça yakındığımız ‘kitschleşme olgusu’ ile yüz yüze bırakmıştır. ‘Bilerek’ diyorum, çünkü sanatsal yetkinliğe varamamış kişiler ve/veya kitleler için kitsch pekâlâ kolaycılığa ve kurnazlığa kaçmanın bir yolu olabilir. Para ve ün kazanmanın da…‘Bilmeyerek’ diyorum, çünkü akımın gelişme sürecine ilgisiz kalan bilinçsiz uymacılar (konformist’ler) için kitschleşme zamanla sürüsel bir davranış biçimine dönüşmüştür. O artık edilginleşmiş kalabalıklara tıpatıp uygun bir giysidir. ‘İn” oldukları kabul edilen yapay eğilimler (trends) ve izlenmesi gereken modalar zinciri, ama gerçekte içi boşaltılmış bir harekettir. Öyle ki, zamanla taklidin de kötü kopyalarını türetmiş (Baudrillard savı) , bunları en kısa yoldan akçeye dönüştürmüş ve ürettiğini hızla tüketmiştir. Hızlı tüketim ise talep yaratır. Kalıcılığının sırrı biraz da burada gizlidir ve gerçek sanatla uyuşmazlığı tam bu noktada başlar. Özgür, özgün, özerk, kendiliğini haykıran, başkaldırıcı, özgül ağırlığa sahip, kalıcı, çıkar gütmeyen ve üst düzeyde özelleşmiş olması gereken sanat -şiir sanatı da dâhil olmak üzere - taklitçiliği (öykünmeciliği) , ‘piyasacı’ olmayı ve uymacılığı sindiremez, çünkü sanat yaratıcıdır. Yetkinliğe ulaşmış bilinç ve birikimle, ‘biricik’, tek (unique) olanı yaratandır. O halde, tüm dengelerin sanat aleyhine bozulduğu bu durumda sanatçı ya kitschleşme olgusuyla savaşarak onu yenecek (veya yenilecek) , ya da çekimser kalarak sessizce kendi karasularına çekilecektir. “Günümüzde şiir yeterince okunmuyor” derken aslında bilinçdışına yerleşmiş olan bir korkuyu dile getirdiğimizin pek de farkında olmayız. Şiir okunmuyor, çünkü çoğunluk kitschleşmiş sanatı benimsemeye başladı. Şimdilerde yapay, sanattan uzak, derinliği olmayan ve kolay olanın alıcısı var. Okunmuyor, çünkü post-modern dünyamızda yetkin sanat bilincine sahip kitlelerin genel nüfus içerisindeki oranı gün geçtikçe azalıyor. Okunmuyor, çünkü gerçek şiir yaratıcısının eseri okurun gelir-geçer gereksinim ve talepleriyle uyuşmuyor. Okunmuyor, çünkü sanat küresel ölçekte özgürlükçülük ve liberalizm maskesi takınmış bir tür ‘örtülü’ faşist hareketin baskısıyla sıradanlığı ödüllendirir biçimde basitleştiriliyor. Okunmuyor, çünkü içselleştirme kadar dışsallaştırma süreçleri de farklılaştı. Düşünce defterinin kepenklerini çoktan indirmiş ve gelişmiş sanat bilincine sahip olmayan iç’ler boşaldı/boşaltıldı. Dışlaştırılacak ve kabul edilebilecek nitelikte sanatsal malzeme eksildi. Bir bakıma insanlık bilincinin fanusu kırıldı. Yerini yapay, güdümlü ve ortak bir akıl aldı. Okunmuyor, çünkü öykünenin, kopya çekenin yıldızı giderek yükselirken sanatçı artık ‘sürü ahlakı’yla, yönlendirilebilir davranış biçimleriyle baş edemiyor. Okunmuyor, çünkü ortak bu aklın onayladığı ‘çabuk kabullenme’, gerçek sorgulama ve arayışın yerine geçmiştir. Okunmuyor, çünkü çağımız insanı altyapı yetersizliklerinin karşıtını kitsch’de buluyor; pek de farkında olmaksızın ya da bir tür başkaldırı psikolojisiyle eksikliğini kitsch’le örtüp, kitsch’le dengeliyor. Okunmuyor, çünkü sahte satıcılar ve sahte alıcıların; aslında avlayan ve avlananın buluştuğu hızlı tüketim plâtformunda şiire ve şaire yer yok! “Günümüzde nitelikli şiir yazılmıyor” savının altında da bu gerçekler yatmaktadır. Görüşü bulanıklaşmış bireylerin yollarına sağlıklı devam etmesi tabii ki olanaklı değildir. Değişen koşullar altında sahici bir şair nasıl direnecek, çığlık atmayı nasıl sürdürecek; attı diyelim, sesini nasıl duyuracaktır? Küresel boyutta yaygınlaşan bu soruna küçük ölçekte bakıldığında da resim farklı değildir. Şairin, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde geçerliliğini sürdüren kültür-sanat politikaları tarafından yeterince desteklenip korunmadığı, kitlelerin ise sanatsal açıdan yoksullaştırıldığı da düşünülürse durumun vahameti daha iyi kavranacaktır. Şiir her zaman sınırlı kesimlere ulaşan bir sanat dalı olmuştur. Yani toplumun onu tüm katmanlarıyla sahiplenmesi, anlayıp okuması gerekmez. Günümüze dek de öyle olmadı zaten. Ama gerçek şiir meraklısının, şiiri bilenin gittikçe azalması tehlike çanlarının çalmaya başladığının işaretidir. “Bu durumda ne yapılabilir? ” sorusu kafalarımızı kurcalayıp duruyor ve biz yanıtı henüz bilmiyoruz. Çözümlemeyi zamana ve tarihe bırakmak belki de en doğrusu. Ama durum tespiti yapmak pekâlâ olanaklı... Sorun, yalnızca kitsch kültürüyle gerçek sanatın karşı karşıya gelmesi değildir. Bundan daha önemli yansımaları da var. Ortaya çıkan tablo ve yaygınlaşan bu salgın hastalık sanatçıyı olduğu kadar sanatseveri de korkutuyor ve hatta küstürüyor. Şöyle ki, kitsch’in egemen olduğu toplumlarda birbirinin dilini anlamayan iki farklı kültür belirginleşmeye başlıyor. Birinin diğerini ötekileştirdiği, sonradan dayatılan ama gerçekte sistemden kaynaklanmayan (intrinsic olmayan; extrinsic) bir tür ‘farklı kültürlülük’ kavramı gelişiyor. Asıl tehlike buradadır! Üstelik herkes dört bir yandan kitsch’le böylesine kuşatılmışken! .. Yakınarak, tavır alarak ya da tepki göstererek sorunlarla baş edilebilir ama korku kafaları bulandıran bir şeydir. Sanatsal kimlikleri sindirir, susturur, onları sanat arenasından uzaklaştırır. Kitleler arasında kopukluklar oluşturur. (‘Kendi karasularına çekilmek’ derken böyle bir durumu tarif ediyordum.) Peki, gün geçtikçe tatsızlaşmakta olan bu gelişmeler şairi yazmaktan alıkoyuyor mu? Elbette hayır. Eğer öyle olsaydı, “Auschwitz’den sonra şiir yazılabilir mi? ” diyen Adorno’nun sorgulamasında olduğu gibi çoktan umutsuzluğa kapılmış olmamız gerekirdi. ‘Piyasacı’ yaklaşımlarla değeri düşürülen ve görmezden gelinen ‘sanatsal anlam’ın arkasında hâlâ dimdik durmazdık. Gerçeği fark eden Adorno bile sonradan şairin ‘çığlık atma hakkı’nı yeniden savunma gereğini duymuştur. Şair, bir yandan okuruna anlam ve estetiği kabul ettirme kaygıları taşırken, öte yandan kitsch olgusunun üzerine saldığı zevksizlik dalgalarını savuşturmaya, ortaya çıkan kan uyuşmazlığının nedenlerini anlamaya çabalıyor. Hal böyle olunca, varoluş sorununu yaş****** katmayan kitlelerin ürettiği veya yol verdiği ‘sözde’ sanat serüveninin ‘ne’liğini mutlaka sorgulayacaktır. Eskiden görmezden gelinenler şimdi mercek altına alınıyor. Kısacası şair, kültür endüstrisinin hızlandırdığı kolaycılıkla boğuşuyor, çoğunluğa karşı kalemiyle bir azınlık savaşı veriyor. Şair çırpınıyor, şair yoruluyor, şair umuyor! kimse bilmez şimdi sessiz ve durgun bir şiir öpecek bizi pusulasız teknelerin ağında… (Likurga Balıkları, N.Erlaçin) Şair çalışırken, Beral Madra’nın da son günlerde gündeme getirdiği gibi (Radikal, 5.02.2008) , estetik zedeleniyor; kitsch tarafından vahşice tahtından indiriliyor. Şiire gelince, ‘o yorulmaz, denetlenemez, rotasından saptırılamaz’ dedik hep. Şiir etkilenmez mi? Elbette etkilenir. Bu gibi dönemlerde kesinlikle onun da bağışıklık sistemi zayıflar. Ama şiir daima kendini toparlamış ve yaşamlarımıza sızacak bir kapı aralığı keşfetmiştir ve yine keşfedecektir. İmgeleri bozuk bu dönem yangınından, ‘yoza tapınma çağı’ndan salimen çıkmayı bilecek, gününe tanıklık etmeyi sürdürecek, insana ulaşmanın yollarını yine bulacaktır. Unutulmamalı ki şiirin dağarcığı her devirde doluydu. Bu gerçeği yadsımak pek akılcı gelmiyor bana. Kitsch ise önünde sonunda gücünü yitirecektir diye umut ediyorum, çünkü ateşten geçmeyen kömürün küle sözü olamaz. (Hayal Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2008, Sayı 25 – Dosya yazısı) Naime Erlaçin |
...“Kitre! ”...
kenar süslerinden sıyrıldığında arayışa yönelir kır şakaklar parmak uçları savurgan ağıt kutsal bir buğudan geçip kenarında durduk söz dağının bekleyiş bu kükreyen sabır ah! anlattı sise : ergen ebruların suya değdiği yerde en yalın rengimiz çıplak “es” ile terleyen harfin dudağında ölümün bahanesidir yaşamak sorgu yargıcı; öd’deki hayvan “kitre” desem şimdi cinayetim dökülecek tarağımdan! (2 Eylül 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 52 (ENKOYU - Yedi: Özel Sayı 'DARBE') Naime Erlaçin |
...“Leitmotiv”...
teklifsiz girilen oyun __sözde “yasaksız” matematik açılımlar gizli masada gelgitler metronom salınımı: ___incelikli edim düşünce çokgen ___karşıtlık yaralı içe sırıtıyor asal sayılar kayıplar: __hesap hatası defteri kırmızıyla tutmuştuk oysa rakamlar italik __ondalıklar lâytmotif tamsayılarla örtülüyor şimdi masa ardışığı yok sayıyor işlem yok sayıyor paydayı karşıttan biliyor tersyüz açılımları eşleniğini arıyor defter! (4 Temmuz 2007) Naime Erlaçin |
...“Son Mohikan”*...
bin yıllık sofasına uzanmış tülünün minesinde dalgın o kadın: adı mohikan “son”u noksan hiçlik yankısına adandı süzüldü dilsiz bir dağ yamacından tarih sırıtıyor tel kakülünde hayli kalabalık şeffaf / şakırtılı uçurumda düş arıyor melez kanı iştiyakla tutunuyor iç avlusuna eşeledikçe koku salıyor gönül evi göğünü yaratıyor hayale bakan sardunyalı odasında sol eli “la” sesi minör incelik hava: Verdi’den bir arya ‘doruklarda nefes alan kartal’…öyle mi? bozkıra veda edilir, boş versene! kıyıya da çatırdasın tekneler yıkılsın yaşam iskelesi düşsel intiharlar doğuruyor kadın “vita” kutusuna sıkışık zamanı ufalayan gül manifestosu dokuyor kiliminde çetele tutuyor hazirana dair defter-i kebirinde titreyen tebessüm deli kırbaç ey! mazrufu yok saymak yakışmaz elbet üzülme sen! kalbidir hem gözleri hem nefesi : yansa solsa da susmaz nağmesi mümkün değil söz geçsin bir ilkyaz gülüne! (11 Haziran 2006) (*) …… “mümtaz dedi ki aneyin gözleri doktor yasaklamış net’i bilinmeyen numaraları aradım bir kanat sesi sonra ”yok yok” dedim ”son mohikan o söz geçer mi doruklarda nefes alan bir kartala” Nefise Nar (Nefise Pınar) ..... Bana armağan edilen bu enfes şiiri mutlaka belgelemeliydim. Üstelik de “son mohikan”ın yaşam defterinde, 6.dekad’ın ikinci sayfası açılırken… Teşekkürler Sevgili Nefise Naime Erlaçin |
...“T. Uyar”a*...
bir kış açılış yapıyor içimde katları boşalıyor göğümün gülü bimar edendir buza eriyen külüm beni görmezden gelen ağartı bağışla! “uyar”la beni çaputunu bağla şiir taşıma (*) Turgut Uyar: 4 Ağustos 1927 – 22 Ağustos 1985 (22 Ağustos 2007) Naime Erlaçin |
...”Finale”...
duvara konuşmanın anlamını çözmeden olmaz! kışa durmuş orman sabrını öğrenmeden bir ses var içimde ben'i ben'den çıkardığım karanlığa üflenir her çelimli nefes aşk acıyı yalayan duvarlar büyü bozar dil keskinleştiğinde boşluğa ünleyerek bulunur benliğimiz şiir tinsel prelüd gök havzadan rüzgâra bağışlanan töz içimiz bir nefes yaşamaktır her sabah iki nefes ölmek kendini kendiliğine böyle tamamlar zaman... ('6. DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008) (Hayal Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2008, Sayı 24, 'Şiir ve Kendilik' Dosyasından...) Naime Erlaçin |
...Abraş...
kimse aldırmıyor di’li geçmişe geleceğe fal tutan sıradan hiçliğe kim imzaladı bizi ipe çeken yasayı? değişiyor kimyası zamanın mürekkep al'dan sarı ince bir acıya yontuluyor çıban insan dönüşüm insan sancı içerisi karadelik ‘öteki’ dışarısı habis böcekleşmenin diğer adı bileğime dolanan asi bu huy nesli tükenen savaşçı ruh kimden kalma kim diyor önce sağaltıp yaramı terimi kurulayacakmış sonra! ‘kimse’ sürgününde yol verdim avuntu teknesine yabana bıraktım dilimin yaldırak yanını ah! diye diye işte böyle dağ yıkıldı bitirmedi(m) çağırdığı(m) türküyü* sökün taşlarınızı! tüm yap-bozlarınızı ipiniz darağacınız ne varsa alıp kendinizle noksanlığınızı alıp tuzunuzu gidin buradan dilim çiçekbozuğu dilim abraş sehpanızda davul çalıyor bugün (*) Emin Akdamar ('6. DEKAD' - Hayal Yayınları, Birinci baskı Ocak 2008) Naime Erlaçin |
...Acı Yitim...
________________“oysa tanrının şair dediğine ________________deli diyor gören ________________sözlüğe maya çalarken.”* güncemiz ağlayan nilüfer çiçeği vurgunu sahipleniyor yenibaştan kurgulanıyor öykü her sayfa köklü değişim ******* dil bekçisi isyanın zirvesinde yıkımı sorgularken “maya çalan” tozlanmış bir kapı girişinde çekiliyor tanrıların sütü nilüfer, boşluğa yayılan ukde akıl sedefine küs -kırım sürgünü- zaman külrengi çınlıyor yine (*) Özge Dirik (27 Ağustos 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 46 Naime Erlaçin |
...Adak Ağaçları Kızgın! ...
delice kıpraşan aklın köşesinde bir dünya barınıyor hüznün gölgesinde gökyüzü kıpkızıl çığlıklar kül rengi kolay değil bulutu yadsımak eprimiş bir takvimin anlamını yok saymak ve susmak tepeye yürüyen patika yolları çöl ılgımıyla birlikte yakmıştım ya en çok adak ağaçları üşüdü! nedir bu melankoli henüz uyuyan bahar ve usturanın kör ucunda benim kışa sökün etmem mi turfanda sevinçlere gebe olmalıydım oysa saat başı davet alıyorum şubat kuşlarından yalnızlığı buza terk etmiş öylece bekliyorlar yediveren bir gönlüm var ya kocaman zoraki bir gülücük bağışlıyorum onlara yürek alacasından insanım ve ruh yorgunu “berbat” hissetme hakkımı kullanıyorum sonuna dek yine kızdırdım işte adak ağaçlarını! umudun suretini astığım ağaçlar ey! sinsi kurtlarınız başkaldırıyor kemirilmiş kelimeler donuyor kuru dallarınızda geçmişte bir gün “acı” eskitmiştik hani bir çocuğun elinden tutup parkları dolaşmıştık kayboldu çocuk sonra acıyla birlikte gezinirken ben de mi bittim yoksa üşüyor adak ağaçları adak ağaçları çok kızgın bana! bahçeler ıssız bahçeler küskün bütün ağaçlar nezir ağacı bugün aç kulaklarını Nazım! iyi dinle beni mutsuzluğun resmini yapıyorum giderayak Abidin’e söylemeyi sakın unutma! meşum bir sessizlikte sevişen kelimeleri odun niyetine yaktığım sükuneti yitirmiş tımarhane aklımda! ... (28 Şubat 2004) Naime Erlaçin |
...Affidavit...*
onay almaksızın yürüyeceğiz sezmesinler sille tokat giriştiğini bu ayarsızlığa sindiremesinler zamanın yeminli sesini kurd’u diyorlar insana insan için hadi canım sen de! budalalar için de şaklar sözün kırbacı bir daha düşünmeli kategorize edenler ki insan insanın sesi harfi hecesi anlaşılmaz bir manzumede yeşeren ilhamın kendisi sorumluluk payitahtında kuşunu yemlerken bin özenle şakıyarak iç dinamiğinde hazzın hayata dair sırlar devşirdiği alfabesi kaldır kafanı göçükten yürüyoruz! beyan verildi mühür hazır bir dağ serçesi ant içiyor şimdi (*) Affidavit: Yemin altında verilen ifade. (15 Aralık 2005) Naime Erlaçin |
...Ağlama! Solmaz Gül…
var olmak ölümüne bir yarış…. nahif güllerden geçer aynanın sırrı yerde mi gökte miyiz hangi zaman diliminden kopup geldik umursamayız hiç yaradır yıkıntısına kanayan bir de sevda karası hüzün turkuvaza sığınılır böyle sonsuzu arayan o camdan bu cama müzmin bir ağrıdan arta kalan izleğin peşinde mavileşen yıldıza sor hayra yorulur mu duyguezer kabus tüle ağlayan acının geçitlerinde sınanmadık mı yeterince? mücerret bir hikayenin sandık odasına mezuniyetimiz bırakılır bir gün giz dolu yarından alacaklı kendinden menkul biraz hesaplaşmadı halen özgeçmişiyle biraz meşru hatta güne dünden borçlu birinci doğru: -bilinmezden sonuç çıkaran yanılır en çok! o ki; güneşi dinledi kahinden yok saymadı yaşam ve karmaşayı huşuyla giydirdi geceyi kalbinin külüne ikinci doğru: -sır’ını dökmez soylu aynalar biliriz! ve 'b u d a g e ç e r' dedi kahin 'a ğ la m a s o l m a z g ü l' rengini gizlemez ayna sözün hükmüne çünkü can suyu gibi sinmiştir kederiniz üçüncü doğru: -yaratır acı -hiç durmaz! …. (21 Mayıs 2005) - ' 6. Dekad ' Dosyasından... Naime Erlaçin |
...Ah Krates! ... *
herkese açıktı kapı anlamın gizlendiği kuyuda hazza yer yok herkes dışarıda bizden farklı sevişmezdi yaşlılarla ölüler içi boş kavgalar gün biterken önemini yitiren kötüler de çocuktu bir vakitler “düş kuranlar masum” * üstelik vazgeçilebilirdi herkes! aşkla buluşmak kadar çetindir anlamak bunu paslı bir kapıda beklerdi sedef kanatlımız habersizdik bizi çağıran ürpertici kuyudan nahiftik o zaman bilmezdik herkesin önceden dışlanmış olduğunu anlamla çarpışarak iktidar kazanıyor söz “bütün cinayetlere tanıktır şair” *** ah krates! **** elmas kesimini hatırlatıyor kuyum işi eylem halâ vazgeçebilir herkes tehlikeli bir oyun bu! (*) Krates: Stoacı Zenon’un hocası, Suriye kökenli ve Atinalı “kynik” filozof. (**) Tom Waits: (“You are innocent when you dream”: “Düş kurarken masumsun”…) (***) “Şairler bütün cinayetlere tanıktır” – Cenk Koyuncu (****) krates: İktidar (Grek kökenli bir sözcük… demos+krates= demokrasi! ! !) (28 Mart 2007) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 69 Naime Erlaçin |
...Ah Yaz! ...
- Doğan Ergül’ün ardından… küle dönüştüğünde gözünü içe kırpmayı biliyor yaz hangi çakırdikeni sağ kalır renklerin tutuştuğu bu âlemde duymaksızın kalınlaştığını acının : iç avlusunda kostaklanarak geçmiş saatlere bozkır yırtan bir hece süzülür ağrılı çekirdeğinden sözün acıyı imler yetimliğimiz içbükey aynaların hızarcı kesiminde anlamak bize düşer ki yazın sahibi yok! (2 Haziran 2007) 'SONRA Edebiyat' Dergisi, Sayı 2: Temmuz - Ağustos 2007 ('6. DEKAD', Hayal Yayınları, Şiir Dizisi 13, Ocak 2008, s. 49) Naime Erlaçin |
...Alla Moni Kavmine (K.V. 337) ...
dervişliği bilmez bir dervişe sözlerim kendimi: kağıda yüklerim suçu yaşamak sıradan sevaplar benim yazmak: patetik kemirgen şiir: tiran 'izle beni dostum kaygının bu dalgasında'* cümbüş kuruluyor mazgallarında berduş mahallesinin sinir uçları çığlık çığlığa bir 'Marquis' ve “sade”liği yitik tensel edim tinsellik rondo ey! baç veriyor aykırı doğrularımıza kuşatıyorum böyle ben'ler arasında 'başkadın' olan ben'imi cinneti peydahlıyorum : benimle koş! 'peşimde ol dostum bu keder dalgasında'** (*) P.Neruda: 'Duyman İçin Beni” - Çeviri: İsmail Aksoy. (**) P.Neruda: 'Duyasın Diye Beni' - Çeviri: Ergin Koparan (Aynı şiirin değişik çevirilerinden…) (17 Temmuz 2006) - 6. Dekad, HAYAL Yay. Ocak 2008, s. 50 Naime Erlaçin |
...Altıncı Dekad’da Sorgulama
çok şey olacak çağdayım olduklarımla başım bir hayli dertte olamadıklarımın bilincinde bilmem ki büyüdüm mü b ü y ü d ü k m ü? ne denli sık gezindim içinizde izinli - izinsiz ben (siz) oldum s i z n e r e d e s i n i z b ü y ü d ü n ü z m ü? çok acıdı canımız tutulmayan sözlerin tutulanları yuttuğu vahşi bir dünya bulduk dışarıda -kahpelikten diplomalı şimdi bir maruzatım var: beni kategorize etmeyin sakın! hiçbir canlıdaki hiçbir ben’i bir zamanlar ne çoktuk darağacına dönüştü sıradan mekanlar kara deliklerde kanadı cerahatli yara külrengi düşlerdi teğet geçen yürekteki lavlara zamanın izini bir nişan gibi taşıyarak alnımızda sabırla geri döndük varılan her adresten gittiniz geldiniz gittik geldik tek yanımız kaldı çiğnenmedik s ı n ı f l a n m a d ı k henüz bir bedel biçilmedi çünkü etiket yoktu sırtımızda gidince gönüllü gittik biz! b ü y ü d ü k m ü (n e) d e r s i n i z? (11 Haziran 2005) – “ 6. Dekad “ Dosyasından Naime Erlaçin |
...Amber Bakışlı...
—Dağlarca’ya saygıyla… gönül kadırgasında mesireye çıkmış kâhine sordum: “neden? ” —amber bakışlı kara bir budundu ak tutku erken doğan gerilimler örerdi hayatın örümceği “yüz ölüm var, biri kaçmış” dedi cennetimizse hayli derin… utançtı kayıp şölen mektepli kitaplarda oysa “bir umut verir(di) gece aşağıda” miskinliğe inat azatlık şafaklara okudu gül seslerini nakşederek sözcükleri dilin tülüne idama mahkum dillere sundu panzehirini kına yaksınlar diye dağlarından levanten kalplerine… (*) ” yüz ölüm var biri kaçmış”…(F.H.Dağlarca) (**) “ama bir umut verir gece aşağıda”…(F.H.Dağlarca) (22 Ekim 2006) - 6.Dekad (MOR TAKA Dergisi - 7.Sayı, Ocak- Şubat -Mart 2007) Naime Erlaçin |
...An ve Anlam!
aşkla tanımlar kişi kendini ipini çeker sonra darağacında mezarında kükrer yeniden kül kalıntıları sorgular tinden ateş kuşu şiir tanrısı ve magmada son bulur serüven harf aldatmaz bir tek! yontar sesini çığlığın bilirim ışıltısını saklar sözün hamurunda çünkü dil kristal nidalarda kesif bir hüzün kuşanır narin kırılmalar bıçak ezgilerde nihayetlenir her çıkmaz sokak yorgun sahafların gürgen kokulu eskimiş raflarında veya aşka yarılır sözün mücerret tohumu geç kalmış bir bahar gecesinde zifir gibi! iblisini karşılar insan bir yüz düşer ansızın yüzüne çehresinde yırtılır beklenen tan o an ki ışık yüklüdür ve yaşam aşktan anlamlanan! (4 Şubat 2005) – “Şiirle Monogamik Sevişmeler” Dosyasından Naime Erlaçin |
...Antitez...
iki yanılsama arasında gidip gelmek bu birinde yoksullaşıp diğerinde varsıllaşmak asl’olan içsel dönüşüm öteki ben’leri yaşamak nasıl bulunur el yordamıyla gerçekçi bir yalan? : ne söylense eksik! bir mum dilerim bir büyüteç ve kuyuya saldığımız urgan : dil! götürür sonunda yolculuk en uzak ülkeye bağlarım içimin atını böyle düşer kağıda dizginlerden gölgemiz kabul’üm reddimde saklı! (8 Ekim 2005) Naime Erlaçin |
...Aquarius...*
izlerimi arardım engebeli bir patikada göğsüme yaslanmış sayısız çocuk ve ergenliği yitik al bir gülle içimde gezinirken : sen! hangi ufka uzandıysa ellerim gidenlerden kalan devasa bir boşluk nereye çevirdimse başımı Uranüs’ün gökçe kızı ey! bütün kara deliklerde sen ışığına tutunduğum yokmuş gibiydi acıların söylemedin hiç savrulduğun cehennemleri yeşilce bir bakıştı yüzünün fanusuna astığın ince nakış bir duvak / kırılgan güzellik / derin sevgi mahzun tebessümünden ruha yansıttığın anayurduydun vefanın / ilk ve son adresi toprağın en bakirinden adın 'özveri' upuzun bir öyküdür bu bizce yazılan suyun şimdi dallara korkusuzca yürüdüğü : yediveren bir sarmaşığız artık kendimize hep susarak söylenmeli sevgiler içimizde konuşarak kanat çırparken kocaman yüreğinle yepyeni bir zamana doğru sessizliğimle kutsandın bil ey! gülüme tutunan son şey bu… (*) Mutlu ol, kutlu ol Sevgili Çağıl (Ener) … Çok özelsin! ... Bana, bize... Seni tanıyan herkese ) (4 Şubat 2006) Naime Erlaçin |
...Arasöz “Aşk”...
hiç hafife almadık birlikte yürümeyi doğurmaktı en zor olanı yorgun ikindilerden kehribar zamanlara geçişin bir adı vardı unuttuk! ürkerim hala yarasa harfleri ellerken peşimde güz kovalayan bir heves uyku gözümde kuşku dil yetmez ah! günahını deşer sözcüklerin dil nefes ve tutku bir 'la' sesiyle kamaşır içim ağustosu oldurursun yeniden titreyerek okşadığım yüzün eskitilmemiş kuşatma kırıntıdır çaldığım söz öbeğinden demek bir adı varmış bunun! (17 Ağustos 2007) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...Ardıç Kuşu...
tipiye vururdu kar donardı su ölümcül ıssızlıkta söz keserdim erken düşlere küserdi içim giderdim uymazdı vaazlar -pamuk öyküler yazmak mesela- pembelik bırakmak gönül camlarına ardıç kuşu olurdum avcının namlusunda dikleşir başım yaşama sarılırdı zamanın duldasında ademle havvayı anlatırdım -ebedi sevdayı- güller göverir çağlalar dökülürdü kalemimden tenimde tutuşurdu fırtına yanardı ellerim beşik kertmesi öykülerde mecburiyetim yükselir sesimden ganimet devşirirdi inmelerimden erirken ruh ve beden gerdek gecesinde sözün nereden bilirdiniz nerden bilirdim ki asi bir rüzgar beklerdi ardıç kuşunu şiirden esen! severdim rüzgarı ben (17 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
...Asal Çelişki! ...
akma üstüme ey şiir kapatmak istiyorum defteri anla! yazının düzüne sevdalanmış vefasız bir aşığım ben : yoruldum yorulduk! siyaha çıkıyor engebeli bütün ufuklar koro halinde simsiyah oluyoruz bir adam bıyıklarını boyuyor acı ile ana rahmine dönüyor bir çocuk : kahroluyoruz! üstüme gelme ey şiir! sana bırakıyorum kaos ve karmaşayı aşkı bir uçurumda sahipsiz etim kıyılıyor defterin kapağında yoluma gidiyorum ben : renksiz! (10 Ekim 2005) ......dedim ve sonra yine yazdım! Naime Erlaçin |
...Ayin...
yetişkin döngüsünde taş kırıyor orman iklimi : insan soyu tahtada! duvara vuran gölgeyle oyalanırdı aklına yaslanamıyor topal çoğulculuğunda sınıfta kalmak bu çakmak yazılı sözlü tüm sınavlardan! mağaraya kapanmak mürekkep lekesine kusarak hiçliğini oku(n) maya dair kusurdu bilenmemiş kalem kınalı masallar itici fantezi satırlarda türeyen aşk iğdiş edilmiş günce “bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için! ” vazgeçiyorum sil baştan okusun ateş bizi : kadife gölgelerde pervasız yarınlarla sevişen geleceğimizi (*) Nilgün Marmara (30 Mart 2007) - 6.Dekad, Hayal Yay. Ocak 2008, s.87 Naime Erlaçin |
...Ayrıksı...
- Ayşe’ye incelikli bir eğretileme olsun ellerimiz dönüştükçe yalnızlaşan kimlik içe yaslanmış yüzüdür ağlara takılan ertelenmiş tüm hesapların yıkanalı çok oldu ayrılıkta… acıda hesap vermez dalga kıyıdan uzaklaşınca su kayıp deniz kuru ey Keskin! eyleyen ve gözleyen biz bir biz varız __kim okur! bir biz ___kim yazar! güdülemeyen mazruf ayrıksı uğultu suyun akarında (11 Eylül 2006) Naime Erlaçin |
...Ayrılık...
ayrılık gamzede acı tebessüm : namluya sürülür hep davetiye göndermez ölüm biliriz o gün geldiğinde başka yer yok! usulca okşanan yalnızlığı alıp yanımıza hayatın ipine asacağız ayrılık repliklerini aşka yaslanacağız! (3 Mart 2007) - 6. Dekad Naime Erlaçin |
...Baç...
gürledi gök çarpıştı artı eksi kendini verdi kadın ve aldı erkek baç alır gibi gizlenirdi sevda şimşeğin gözünde aşk uyur tanrısal bir hikmet saklanır acı hükümlüsü bu vergide gürledi gök çarpıştı kadınla erkek kaderi yazan yağmurdu (17 Mayıs 2004) Naime Erlaçin |
...Barut Yeşili*
yunmadıkça gayya kuyusunda suyunda bir kez yosun tutmadıkça bilemez insan yüreğinde açan kış veya yaz yeşili midir tetik çekildiğinde baruta söz mü keser yoksa yazgı elbette ağlar karaya vurduğunda küf yeşili resmin öteki yüzünde yaşamın sırrını çözer fresko üstüne yürür de duvarlar bir renk ustası biliyorum bin yıllar ötesinden yemyeşil! sürgün toplar bıkmaksızın yırtılır barutu grinin buğulanmış teninden umut doğurmak yosuna seçtiği eylem : anası olmak yeşilin ah yosun! bir gayya kuyusu olsaydı sürgün yeri nasıl da yeşerirdi evren ……. (*) “Aslında biz sürgündük, çekilince tetik. Öyle de kokuyoruz, yosunlu karaya vuruşlarda. Barut gibi yeşil…” – Ömer Serdar (12 Ekim 2004) Naime Erlaçin |
...Bekleyiş...
okusun biri beni ya da ağıt yaksın ardımdan kim ki kuşandı zırhını yaş dökmüyor artık içi ellenmedik coğrafya tel tel sıra sıra kamaşır durur uzanan bu bekleyiş kâğıda vuran damga : ya “yürü git” diyor “ya kal burada…” (5 Nisan 2008) - Likurga Dosyasından... HAYAL Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2008, Sayı 26, s. 56 Naime Erlaçin |
...Beslan...
- Kuzey Osetya, Beslan’a… ne kundakçılar gördüm, ne intiharlar ağaçlar budandı mevsimsiz kan tozuna bulandı nice yazlar aşklar vardı günlük ayazlarda donan sokağa terk edilen ayrılıklar aşklar vardı gözyaşı nehirlerinde piranalarca ciğerleri parçalanan çetelesini tuttum bozgunun Irak’ta çekildi son pim acılı coğrafyaları soğurdum dinamitlendi yürek her kelle kopuşta yangınlarda koştum yalınayak etim etten düştü oralarda böylesi görülmedi hiç kim haklı, kim haksız onca çocuk neden can ruletine kurban? yitirmedim umudu insana dair hayır! çalmadı henüz saat yalnızca güldür gülümdür karanlığa ağlayan körler ufkundayım bugün dolunay kayıp gök solgun dünya zindan (4 Eylül 2004) Naime Erlaçin |
...Bin Yıl...
kaderse hikayede id kandili olmak çırağlar tutuşur parşömende yakışır turkuaz nakkaşın ellerine yakışır yazmana susmak derinde saklanır abıhayat bin yıl taş kesse el yazmaları gizemini taşırır su mazrufun ‘sus’ verse de taş durmaksızın güle kurban sayar gizlice kokusun sessizlik ki büyür yürek kelamında ödeşmesi o an çölde yitik kervanlarla hesaplaşması kılavuzun son ferman mühürlenip yazılınca zarf intihara külliyen bininci kez doğurur kağıt gökten bin yıldız ağar çoğalır yalnızlığına kum id kandili olmak kaderde varsa gökyüzünde saklanır abıhayat bin yıl! (20-24 Haziran 2004) Naime Erlaçin |
...Bizden Biri...
'Kendi içiyle konuşmayı en iyi beceren yazar' konuşmuş yine... '...sokakların lal duruşuna dayanamıyorum...' diyor. Tıpkı bir başka yazar dostum gibi...Ve sokakların hoyratlığına dayanamayan ben gibi! ...Soruyorum arkadaşıma. “Neden evden hiç çıkmıyorsun? ” diye. 'Çünkü paçama kimin tüküreceğini bilmiyorum' diyor. Ben ise açtığım kapılardan, benden önce atılıp, tüm saygısızlığıyla kimin geçeceğini; yok yere kimin küfredeceğini; omzuma kimin çarpacağını bilmiyorum. Dışarıda işimiz yoksa eğer, çıkmıyoruz böylece. İçiyle konuşan adamın bir akasyası var hiç değilse. Ona koşuyor her defasında. Yalnızlığını demliyor orada ve hayatı sorguluyor durmaksızın. Girmediği zindanlardan, çıkmadığı dağlardan söz ediyor bize. Hayalinde büyüttüğü aşklardan... Hayır! Tek aşktan… aşkından... Aşk küreye bir kez giren kişi, onun bir bütün ve tek olduğunu bilir çünkü. '...aşka ne çok inandım ben akasya ve hâlâ ne çok inanıyorum...' demiyor mu bir de...tabur halinde vuruluyoruz! ...Tabii ki, 'aşka inananlar taburu'ndan söz ediyorum...Yüzündeki mahcup gülümsemeyi görüyorum. Yağmurda ıslanan kendine bakıyor uzaktan ve tebessüm ediyor. Üstelik biraz da muzipçe... Neden mi? Çoğu insanın hayat boyu duymadıklarını, asla sezinlemediği incelikleri, kıyısından bile geçmediği denizleri keskin bir farkındalıkla görüyor da ondan... Ve yazıyor sonra... '...hüzün adresine çoktan postalandı... cümlesiyle noktalıyor son yazısını... Şimdi yazılmaz mı bunun üstüne! ... BİZDEN BİRİ -Ayhan Sönmez Dost’a somurtkan dudaklarınız arasında hangi sırları saklardınız söylemediniz hiç kancalı bir sopaya benzerdi sessizliğiniz semaverinizle konuşurdunuz en çok çamaşır asan komşu kadını beklerdik satırlarınızda buğusu tüten ekmek gibi işlerdi ruhlarımıza aşktan söz eden içli sesiniz mahpushane rutubeti hissedilirdi her rüzgar esişinde şiirden sıraya girip kurşuni gözlerinizden geçen bulutlarla söyleşir elifba’larınıza selam verirdik sözlükler ve çocukları severdiniz siz akasya altı küçük harfleri bir de yüreğiniz bir dost kapısı / açık / apaçık gizemli çığlıklarında suskun alabildiğine bitmeyen ayinlere benzerdi dilinizden akan nehir gitgide vahşileşen bu alemde bir sığınak mıydı yoksa dizeleriniz? nereden gelmiştiniz bilmezdik ancak bizden biriydiniz (10 Aralık 2005) Naime Erlaçin |
...Bozkırda Kuş Ötüşleri...
süt kokusu duyarız bozkırda çayır çekirgeleri tarla kuşu ve kevenlerin rüzgar dansında gölgeleri sorarız saydam güz ikindisinden soprano vurur kuş ötüşleri yalın bir aksisedadır ses geçmiş yazların mahmur seherinden müthiş bir su dağı olma özlemi yüreğimizde kıpır kıpır biliriz! orası bizimdir savrulur kalp öğrendiğinde elmasın salt elmasla şekillendiğini *******i ağladığını ayçiçeklerinin aşkın kanaviçesi kaplar havayı izini bırakır ince sis vaatkar birer çığlığa dönüşür şakımalar ....ki açlığımızdır kim doyurur çocukları analar olmasa aşıkları....kim? .....! ve yitik elması arayan şairler ve hazan sarısı toprak ve bozkır..... (17 Ekim 2005) (2006 Yeni Şiirler Antolojisi - S'İMGE Yay.) Naime Erlaçin |
...Buz Susku...
yapay sancılardan doğdu eğretilik şeffaf tümörler göverdi duygularda en kısa düşenlerdi hayata bir ayrılık bir yalnızlık bir ölüm vardı inzivaya sarıldı ayrılık taşısa ancak söz taşırdı yükümü cenazesini gözlerimin bir o kaldırırdı ölümü kıyıda bırakıp buz bir suskuya yatırdım benliğimi kum masallar bağışlandı ak kağıtlara al üstümden bu kederi ey şiir! gidecek yolum var daha (20 Kasım 2004) Naime Erlaçin |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 03:14 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.