![]() |
Olgun Ekinci
! _ ♪ Ayrılırsak Biteriz Biz ♪
**Eğer bir gün ayrılırsak…** Güneşin gizemli doğuşunu izleyen seyyahların, Ufak siyahi bir bulutun ardında gözyaşı döken Doğmamakta direnen güneşten, Kalemi yazmaz olur, satırları tükenir, köşesi boş kalır… Onurlu bir fahişenin örselenmiş teninde yürekleşiriz -ki Yürek nasır, nasır taş olur, biteriz doğmamış bakire tenlerde… Bir mevlevi, dergahının sabah ayininde Hu çekip dönemez, ayakları tutmaz, heykelleşir, Sanatına tükürülen heykeller, Kaidesinde parçalar kendini, yontu tutmaz artık… **Eğer bir gün ayrılırsak…** Gençliğimizden bugüne içimizde hüzünlenen çiçekler Bebeklerimize ağaç ağaç, orman orman Bir acı miras olur…Ve yüreklerinde, Tomurcuk olan rengarek güller, dikene keser Güllerimizin soldurulduğu her akşamın sabahında Güneşlerini göremez, Güneşin ve bizim olan çocuklarımız… Ters istikametten gireriz otoyollara Işığı görünen Bolu tüneli kör olur Köroğlu dağlarında Bilmediğimiz kentlerin sokaklarında kayboluruz Bir kafenin verandasında çay içen sevgililer, Pembe panjurlu ev umutlarında çoğalırken Firari sevdamıza tanıklık eden tarihi sokaklar, Göçebe aşkımızın masumluğunda lanetler okur tanıklığına **Eğer bir gün ayrılırsak…** Urfa dağlarında gezen ceylan, haber salar Dersim ormanlarında nesli tükenen geyiklere, ağlarlar Gözyaşları Munzur nehrinde bir deli çağlayan olur… Ağaç dalında bir Van kedisi, iki renkli gözüne isyan eder Ve çeyiz sandığına koymak için, El emeği, göz nuru pembe etaminlerine Kanaviçelerce, bir ceylan, bir geyik, bir kedi işleyen Gelin çağındaki bir kızın elindeki mil isyan eder İşlemez etamine, çeyiz bozulur, kapanmaz sandık Beyaz atlı prens gelmez hiçbir zaman….. ****Eğer bir gün ayrılırsak…**** ______________Biteriz… ****Ayrılırsak Biteriz Biz…**** 2.9.2005 - Adana Olgun Ekinci |
! _ ♪ Sen Hangi Mevsimin Rüzgarısın? ♪
Öyle esiyorsun ki yüreğime Baharda ılık bir meltem oluyorsun Yüzüm, tenim kokunla serinliyor, ferahlıyor Onlarca çiçek oluyor, içime akıyorsun İçimdeki kuşlar kanat çırpıyor melteminle mavi gökyüzüne… Öyle esiyorsun ki bedenime Çıldırtan,bunaltan yaz günlerimde rüzgarım Dağ başında şırıl şırıl akan kaynak suyum Bayır aşağı dağları, ovaları serinleten ırmağım oluyor Serin serin, yayla yayla içime doruklarıma akıyorsun İçimdeki gökkuşağı renkli balıklar, seninle serinliyor… Öyle esiyorsun ki yollarıma Sonbaharın yapraklarını serdiği uzun yollarda Üzerinde yürüdüğüm sarı çıtırdayan kuru yaprakların Meltemi oluyorsun, yapraklar uçurtma şenliğine havalanıyor Elimi uzatıp havada yakaladığım her yaprak tanesi Sen oluyorsun, rüzgarım oluyorsun, yaprağım oluyorsun İçimdeki ormanın yaprakları, sana doğru uçuyor… Öyle esiyorsun ki yağmurlarımda Karlarımı eriten kızgın lav oluyorsun tipi'lerimde Fırtınalarımda sessizliğe çağlayan deli ılımanım Dondurucu ayazlarda elimi, tenimi, heryerimi ısıtan Bir deli ateşim, ılıman sevdam, Kar altındaki bir dağ evinin avcı klübesinde Çıtır çıtır, alev alev yanan ateşim oluyorsun İçimdeki yangının dumanı, külleri sana doğru savruluyor… Esiyor serinletiyor __Esiyor ısıtıyorsun Sen Hangi Mevsimin Rüzgarısın? 9.8.2005 - Adana Olgun Ekinci |
! _ ♪ Biz Kavuş(a) mazsak…♪
Sevdiğim, Küba'lım, Cunda'lım Eğer olurda biz kavuşamazsak-ki dilim varmıyor Yağmur yağmaz bereketli topraklar üzerine Ekinler başak, başaklar boy vermez Ay çiçekleri dönmez yüzünü güneşe Yeşermeye isyan eden tohum sararmaya sevdalanır Biz kavuşamazsak……. Dereler ulaşmaz nehirlere, nehirler Deltasına su vermez, delta Deniz olup kumsala vurmaz beyaz köpüklerini Yakamozlar isyan eder lacivert *******de Ay vermez ışığını yıldızlara, yıldızlar Sevişen aşıklara ilham olmaz bir daha Biz kavuşamazsak……. Yosun sarılmaz sevdasından kaya diplerine Midyeler isyan eder yosunsuz çıplaklıklara Bir balıkçı heyamolasız seferlerinden Siftahsız, eli boş döner kıyılarına Bir balık anlatmaz aşkını Dokunarak sevdalı turnalı sudaşına Biz kavuşamazsak……. Ovalar isyan eder kuşların sessizliğine Serçeler ilk kanat çırpmalarına inat Dökerler gözyaşlarını sessiz soluksuz Çocukluğumun babama selam götüren leylekleri Sıcak yerlerden korunaksız soğuklara göç eder Gökyüzü hakimi süzülen kartallar Uçurum başlarına yuva yapmaz Biz kavuşamazsak…… Sevdalı yüreklerin fallarından Beyaz papatya yaprakları ''SEVMİYOR'' çıkar Yapraklarını suya vermez Nilüferler Bir ayrılık, bir ölüm olur Kızıl Gelincikler Erguvanlar Mor Menekşelere küser Köklerine geri döner Hüsnü Yusuflar Bir dağ başı yanlızlığında Biz kavuşamazsak……. Mona Lisa sessiz gözyaşı döker, tablo bozulur Renklerin ayırdına varmaz Fırçası elinde her bir ressam, tual öksüz kalır O mahur beste duyulmaz Tınıları susar bestekarların, şarkı biter Köşe başındaki yer satıcılarında Arabesk feryatlar yükselir BİZ KAVUŞACAĞIZ……. 20.07.2005 - Adana Olgun Ekinci |
! _ ♪ Biz Kavuş(u) nca…. ♪
Biz kavuşunca… Sevgiliye sunulmak için aşkla kesilen gül Yeniden tomurlanacak ince dalı üzerinde ve kızılca Papatyaların fal tutulan beyaz yaprakları Çift sayılı üreyecek sevenlerin yüreğindeki kır bahçelerinde Emek vermişse sevdalılar sevgilerine Evren gül bahçesine dönüşürken kızıl gün batımlarında Tarlalar papatya işgaline uğrayacak, infazsız.. Dağlar reyhan kokusu ekleyecek, akşam serinliğinde Bir gerilla çekerken içine kekik kokularını… Biz kavuşunca… Tüm fay hatları coğrafyasını, yer kabuğunu şaşıracak Olmayan başka dünyalarda tetiklenecekler… Tsunamiyle Okyanusya, depremle ülkem kentleri yıkılmayacak Biz kavuşunca… Savaş baltalarını bizim için ve bize rağmen bileyenlerin Yüreklerinden başlayan depremi Kandilli bile ölçemeyecek, ölçüm aletleri parçalanırken.. Biz kavuştuğumuzda… Şiirim……..Yarım……Kaldı…! ! ! ! ! ! ! BİR GÜN MUTLAKA…. TÜM İNANDIĞIM DEĞERLERİM ADINA SÖZ VERİYORUM BU ŞİİRİ TAMAMLAYACAĞIM…. 23.9.2005 - Adana Olgun Ekinci |
! _ ♪ Tekrar Severim Diye Korkma ♪
Ne zaman ayrıldık ki biz? Sönmezken yangınları yüreğimizin Ve her gün Ve her gece Kor ateşlerle alevlenir yine ve yitik Seslerimiz çarpışıp, tümlenir ve Gizli sevda çığlıkları üretir kulaklarımıza.. Korkma.. Seni; yine severim diye korkma.. Ben Seni Sevmekten Hiç vazgeçmedim ki… Aralık - 2006 - Adana Olgun Ekinci |
****** Yılmaz Güney'e …(Akrostiş) ..
YANLIZLIĞI BİLMEZDİM ESKİDEN, dediğin şiirinden, Adana sokakların da Irgatlığı canlandırdığın UMUT filmi düştü usuma, yalnız ve çömelmiş... Lümpen, şımarık, sosyete, varsıl rollerin olmadı hiç, hayatı oynardın çünkü Maden işcilerinin ocakta ölüm sessizliğin de suskun çalışmalarının Aynaya yansımasıydı dinginliğin, duruşun, gözlerinin sert ve sevecen haykırışı... Zaman şimdi yokluğunda filmlerinsiz nasıl geçerse öyle geçmekte avare... Günümüz Türk sineması şimdi, Cannes film festivalinin umursuzluğunda Ünlü! komedyenlerin belden aşağı kelimeleriyle süslenirken beyaz perdede Ne yaptığının farkındalığında olmayan manken ve türevlerinin Erotik pozlarının, şuh bakışlarının, televole kameralarına endekslendiği Yönetmenin ödül kaygısız sanat eseri yarattığı filmlerin arenasındayız… _____________________________________Seni… Filmlerini…Özledik…. 9.9.2005 - Adana Olgun Ekinci |
****** Yılmaz Güney'e…
Dokuz Eylül, Ölüm yıldönümün değil senin Sevincin __Mutluluğun ____Duruşun Ve ürettiklerinden korkanların Yüreklerinde volkan Suratlarında şamar gibi Patladığın gündür Ölümsüzleştiğin… 09.09.2005 - Adana Olgun Ekinci |
**_____________________Sen
Yabanıl olduğum ayazlardayken sen Buz tutarken kirpiklerin akşam alacasında Bahar oluyorsun keskin sabahlarıma.. Hücrelerim işgalinde, badem kokulu dal'sın.. Yüreğim bahar, mevsim kış Kar'sız, yağmur'suz İs..pus..kömür kokulu sokakların Kaldırımında soluklanıyorum… Soluduğum her hava sensin Beyazı ben, sarısı sen Papatya'm İçime doluyor çiçek çiçek açıyorsun Gönlüm sana ait bahar bahçedir artık.. Aralık - 2005 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / RÜZGAR ŞARKI FISILDIYORDU KULAĞIMA...
......... Savrulan polenlerin arasında sığınacak yuva arayan tek kanatlı serçeydim sürüden kovulmuşluğumda... Kırılmış, horlanmış, dışlanmış, kurtlar sofrasının orta yerine bırakılıp akıbeti gülerek izlenen şaklaban gibiydim bir başınalığımda... Direnmek onurdu... ......... Emekçi kuş sürüleri, militarist leş kargaları tarafından Taksime ulaştırılmamak için coplanırken tek kanadımın tüyleri, rüzgâr yeleli atların ve kahverengi aslanların yelelerine özenircesine diken gibi, çivi gibi dimdik oluyor, rüzgâr kulaklarıma kışkırtıcı şarkılar fısıldıyor, tahriklere açık bıraktığım yüreğime biber gazı ve gaz bombaları yağıyordu... Üstelik ne bir hastanede nede aidat ödemediğim bir sendika önünde değilken... ......... Vadi yeşil elbiselerini giymeye başlamış ve ani çıkan lodos güneş görmeyen yosunlu kayaların üzerine, toprağa ilk düşen yağmurun yaydığı toprak ve çimen kokularına inat şarkı söyler gibi düşüyor, damlıyordu... Yosunlardan yansıyan sesler, karıştığı rüzgârla valsında provakatif eylemini çoğaltıyor, tahrikleri buyur eden yüreğimin bam teline güm güm vuruyordu kabul etmemin onurunda... ......... Transatlantiğin yol alışında buz dağına çarpışı gibi acı ve görkemli değildi ama her canlının içinde yer eden türden kıpırtılarla uyanırdım güne ve gün uzun gün hiç bitmeyecek de olsa tek kanatlı yaren yanımdı dik tutan ve direnmemi sağlayan... Rüzgâr ve lodos görevini yapmanın ahengiyle çoktan ufuktan kaybolmuş, meydan aç kurtlara direnişe hazırlanan serçeye kalmıştı... ......... Akşam bir başka hüzünle çökerdi gittiğim her yerde ve yine ayine hazırlanan rahibe sessizliği ve pusuya yatmış kimliği bilinmez aç hayvanların nefessizliğinde yol vaktiydi bir kentin gecesinden diğer kentin sessizliğine uzanmak için... Sessizlikler oldum olası kışkırtır beni ve asi, serseri ruhuma yol olur, yoldaş olur uzanırım geceye nefes almadan... ******* nefestir tükenmişliğime, yol göstericidir, havai fişekle aydınlatılmış gökkuşağı renkleridir yolumu kaybetmişliğimde... ......... Pusulasını kaybetmiş acemi denizcinin hafifliği ve rotasını şaşırmanın ağırlığında fırtına öncesi sessizlikte yol alır gibi savruluyorum düşlerimde seni bulacağım umuduyla... Bakmak değil gözlerimin önünde bile görmediğim, dokunmadığım, tutmadığım, hissetmediğim ki olsa bile d u y u m s a y a m a y a c a ğ ı m anları varmış gibi varsaymaktır yolumu, yönümü şaşırtan ve saptığım yanlış yollarda biçare bırakan... Öylesine savruluyor ve öylesine yolumdan çıkıyorum ki nereye baksam aynı yerde olduğumu görüyor, tökezliyor ve tek kanadımın o acılı tüylerinin altında kendimi korunaklı hissediyor yine ve yeniden oraya sığınıyorum yarın hangi fırtına ve yağmurun yoksul tenimi hangi vadilere sürükleyeceğini bilmeden... Varlığının içindeki yoksullukla yol alıyorum, nereye bilmeden... 6.5.2008 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / GEL DE
…………... Sarp kayalıkların geçit vermediği, kar'la kaplı tepelerin canlıların iliklerini dondurduğu zirvelerden, uçurum tepelerinin başlarını döndürüp ne yapacağını bile- mez durumda en çaresiz bıraktığı, geçit vermez dağların aman vermediği, açlıktan bir insanı saniyeler içinde parçalayacak vahşi hayvanlarla dolu ormanlardan geçe- rek, koşarak, uçarak sana gelmek, sende olmak, biz olmak istiyorum… Eğer sende ‘’ hadi gel ‘’ dersen… Diyebilirsen… …………… En anlamlı tarihi ölümsüz kılıp aşkın altın sayfalarına aşk dolu, sevdaya dair en yaşanılası anılarla eklemek, anıları çoğaltmak ve bağrında ve içinde, girdap- larında el ele olmak için sana, sevdamıza gelmek istiyorum… Eğer sende ''hadi gel'' dersen, diyebilirsen… Ve gelişlerin, randevularımız öncesi geçmek bilmeyen anların tatlı sancılarında kıvranmak, buluşmalarda ki dünyadan, yaşamdan koparan bizi ev- ren dışı hayal aleminde atlı karıncadan indirmeyen, zamanı durdurarak istediğimiz anlara geçiş yapmak, orada kalmak, orada olmak için… Sana, bana, bize gelmek isti- yorum, eğer sende ‘’hadi gel’’ dersen, diyebilirsen… Onurumuz anıları yaşatmak, ye- şertmek, geleceğe dair yaşam biçimimizi şekillendirip yön verecek, yaşanmamışlık- ları yaşamak, sevdamıza dair bir kelebeğin kanatlarında ve kırlarda rengarenk çiçek- lerin üzerinde onların renklerine bezenip doğaya karışmak, doğanın bahardaki daya- nılmaz kokularını göğsümüz, benliğimizde hissedip, tenimize karıştırmak için…Sana gelmek istiyorum '' hadi gel '' dersen eğer… …………… Vuslatlarımızın, onulmaz iç kıpırtılarımızın adrenalinde artarak yaşamsal sıvılarımızı yenileyip gençleştirdiği, binlerce metre göklerden süzülüp sessiz kanat çırpışlarıyla avına odaklanan yırtıcı Kartal'ın gözbebeklerinin olağan dışı büyümesin- deki devleşen yüreklerimizi… Yan yana, üst üste, iç içe koymak, besleyip büyütmek için yine ve yeniden sana, bana, bize gelmek istiyorum '' hadi gel '' dersen, diyebilir- sen.. Ki geri dönüşlerin anlamlarını yitiksizleştirmek için; Umut tacirlerinin umudunu yitirmek, çıkmayan candan ekmek kırıntısıyla beslenmek uğruna soframızdaki emek- le yoğrulmuş yağımızı ekmeklerine sürüp katık yapmak isteyenlerin kursağında bı- rakmak için heveslerini, saygıyı kendilerine yontu yaparak kendi dışındakilerin say- gılarına kinlerini katarak, yoğurarak yok etmek isteyenlerin damaklarına bir parmak bal çalmamak, tattırmamak için ‘’ hadi gel ‘’ demeni bekliyorum… …………… Termal tesiste tüm hücreleri yenilenmiş diri, dokuları emzikli bir bebenin tenindeki doğal talk pudrası gibi ıtırlı, ferahlatıcı koku yayan, ilk bisikletine kavuşan bıçkın ve afacan oğlan çocuğunun rüyalarında bulutlar üzerinde pedal çevirmesi, ilk oyuncak kız bebeğine sarılıp uykusuna dalan ve ona annelik yapan saçları belik belik kız çocuğunun sevincini duyumsamak, delikanlılığa ilk geçiş belirtisinde yanakları ve yüzündeki tüyleri jiletle kazıyıp, jöleli saçlarının esintisinde sokağa çıktığında adımları ile erkeklik yürüyüşü ve bakışları sergileyen, ilk makyaj malzemelerini mahallenin en güzel ablalarına özenip, yeni bir yüz yarattığını düşünerek bir an önce henüz lisedeki sevgilisine yeni yüzünü sergilemek, beğenilme dürtüsünü duymak isteyen genç kızın, ilk el ele tutuşma, ilk öpüşme anını sabırsızlık ve sonsuz heyecanla bekleyen ergenlik çağındaki gençlerin duyduğu, duyacakları, yaşamak ve duyumsamak istedikleri aşk adına, sevda adına bütün heyecanları yeniden, yeni baştan, yine, sonsuz ve sınırsız yaşamak, yaşatmak, adına… Sana gelmek istiyorum '' hadi gel '' dersen eğer… …………… Alaboralarla, nadasa bırakılan tarlanın üretkenlik öncesi örselenmiş, yıp- ranmış, dingin ve köhnelerde ruhsuzlaşmış halde, sesini davetini, çağrını bekliyor bu deli yürek.. Kor alevlerden volkanında sönmek, içimde tutuşup harlanan alevlerin yük- seltisinden, gözlerinin bakışında sönmek, ateşime son verilmek için… Sönmek için… Gelmek istiyorum, yorgun gündüzünü *******ine taşıyıp uykusuz geçirdiğin, özlemle- rini içinde çiçek çiçek büyüterek tan vakti saatlerinde ayaz yemiş yüzüne bir balkon karanlık ve tenhalığında, sigara ve kolana sararak, büyüterek saklayıp bağrına taş bas- tığın, sabah gidiş, akşam dönüşlerinde orada olmadığımı bilmene rağmen kaçamak ve firari gözlerle arada bir beni arıyor olmalarını bir nebze dindirmek için… Göz göze gel- diğimiz anda ileriye atılan her adımın yerinde saydığı, o anın asırlarca sürdüğü tatlı ama esrikliğe tutsak gibi yaşadığımız saniyelerini yaşamak için… Gelmek istiyorum eğer sende '' hadi gel '' dersen… …………… Pırıl pırıl, ışıltılı sabah serinliğinin yüzümüzü yaladığı o ilk güne dönerek ve anımsamadan o anı… İlk göz göze gelmenin, ilk el ele tutuşmanın, ilk sevda dolu sarıl- maların yeniden ve yine özlem, heyecan kıpırtılarıyla dolu kavuşmasını yaşamak için sarıldığımızda tenlerimizin iletip tüm hücrelerimizi sardığı kokularımızı baharın badem ıtırlı serinliğinde duyumsamak için, ilk çay, ilk sigara molamızı heyecan kasırgaları eş- liğinde, kimselerin bizi tanımadığı bir tesiste vermek ve orada yıllarca oturuyormuşuz hissini yaşayıp, anlarımızı yıllara yaymak için… Sana gelmek istiyorum '' hadi gel '' dersen eğer… Sana, bize, sevdamıza gelmek istiyorum... Yüceltmek için… Eğer; sende '' hadi gel '' dersen… Diyebilirsen… 14.4.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / KAYIP ARANIYOR
…………… S_okağa çıkmaya korkuyorum, utanıyorum insanların arasına karışmaya, her yüz, her bakış ve dil seni soracak, utangaçlığımı beton zeminlerin dibine gizleyemeyip kaçıp, sığınacak başka delik bulamayacağım diye… Öyle savruk, hoyrat, başıboş, serseri dolaşmaktayım en tenhalarda… Gören olmasın, ayak seslerimi duymasınlar seni sormasınlar diye… Herkes tanıyor seni, herkes seviyor bu kentte…Onlara, acıyan yaralarını gizleyen hiç söz etmeyip, etmekte istemediğin tavırlarından çıkıp kanatsız melek umarsızlığında hepsinin yardımına koşarak, okula giden çocuklarına kalem defter cep harçlığı vererek büyüttün yoksul yüreklerinde sevgini… …………… E_n sevdiğim, yürürken yüzlerini resimleyip, kimliksiz albümler yaptığım suretleri görmezden gelip şimdi sana anlattığım caddelerden ara sokaklara dalıyorum, benliğimi, kimliği yitirip dolaşmak istiyorum kimsenin tanımadığı dar yoksul sokaklarına evlerde pişen yemek kokularının karıştığı, lastik top peşinden koşan çocukların yemek saatlerini unutmuşluğunda… Öğle saatlerinde takvimlerin durduğu dört Mart'tayım ve takvimsiz ve saatsiz anlardayım zaman ilerlemez gece olamazken sensizliğin kıyametine yürüyorum attığım her adımda ulaşamıyorum, sesim çıkmıyor nara atmak isterken dilsizliğimin farkına varıyorum, attığımı sandığım her adım geri dönüyor beni o tarihin ortasına esaretli yor… Sesini mi unuttum diye irkiliyor numaranı çeviriyorum, günlerdir ulaşamıyorum açık olan telefonuna, bir yerde mi unuttun, ıssız bir tarlaya mı attın diyorum çıldırmışlığımda, elimdeki telefonu şiddetle çarptığım yerden aynı ses yükselerek devam ediyor ''aradığınız numaraya ulaşılamıyor'' diye, sen oradayken… …………… V_irajı alamayan sürücünün görsel kornasını sağır edercesine bağırtıp açık olan camdan el-kol hareket destekli, yeni üretilmiş küfürleri yankılıyor köşe başından dönüyorken… Oysa viraj olmayan yolda yediğim küfürleri süzgeçten geçirip en edeplisini kendime uygun bulmaya çalışırken ortadan yürüdüğümün farkına varıyorum… Sağ elini korna yerine kımıldatmadan sabit bırakıp, yerine sağ ayağı ile gaz pedalına biraz daha bassa gözlerimi asla açamayacak olmanın mutluluğuna erişebilirdim ''Kayıp Aranıyor'' ilanının okunmuşluğunda… Ne acı kaybolduğunu sanıp aramaya çalışırken kaybolmak, yitip gitmek, sonsuzluğun evrenine katılıp belirginsizleşmek… …………… T_eğet geçtiğim anılar biriktiriyorum yaşam ölüm arasında o ince çizgiden ve sıyırmışken ölümsüzlüğü yirmi beş yıl önce üzerimize piyade tüfeğinden mermiler yağdıran mavi bereli asker düşüyor Unkapanı'ndan usuma ve afişler görüyorum belediyenin ilan panolarında kaçarak, bakmadan uzaklaşıyor insansız caddeler, sokaklar arıyorum yalnızlığıma… Afişlemişler miydi seni, hangi resmin vardı o bil boarda? ... Farkına varıp kaybolmuşluğunu bana soracaklar mı sessiz ağlamaktan şişmiş gözlerime bakarak, ne yanıt verebilirdim onlara senin hakkında, ne söyleyebilirdim onlara sensiz geçen zamanların takvime kilitlendiğim esaretimde… …………… A_ğlamaklı sesiyle ekmek parası isteyen yaşlı dilenci kadının bakışlarıyla irkiliyorum, aylardır sıcak bir dilim bile yemediğim ekmeğin kokusu geliyor genzime, yan tarafta gözüme ilişen fırından bir ekmek alarak küçük parça koparıyor tadını alamadan yutuyorum… Kalan ekmeği verdiğim kadın ''ekmek değil parasını istiyorum'' dediğinde kızıyor, parçalara ayırdığım ekmeği kırıntılara dönüştürüp park kenarında çimlerin üzerine bırakıyorum acıkan kuşlara yem olsun diye… Parkın girişinde simit satan Güneydoğulu çocuk sert, kızgın bakıyor bıraktığım ekmek kırıntıları nedeniyle, ekmek fiyatına sattığı simitlerden birileri alıp kuşlara yem yapacakken bu ekmekte, nereden çıkmıştı şimdi? Bakışlarında satılmamış simitlerinde hazır ayran kutularının kardeş kokusu vardı... ……………P_arkı ardımda ve uzaklaşırken yarın ABD'nin Irak'ı işgalinin üçüncü yıldönümünde protesto eylemine katılacağım geliyor aklıma ve ardından İncirlik'te devam edecek miting… Sana canlı yayında dinletirdim bir zamanlar sloganlarımızı, yürüyüşlerimizdeki ayak seslerimizi… Oysa günlerdir uzanamıyorum sesine, duyamıyorum soluğundaki kuşların cıvıldarken gördüğü ekmek kırıntısına kartal gibi süzülüp cıvıldaşmalarını bırakıp kanatlarından çıkan o acıkmışlığa aşk, sevda ile saldırmalarının tınısını, Özledim soluğundaki kanat çırpan aşk seslerini, Özledim kanatlarının altında sakladığın sevginin sıcağını, Özledim sesinin sesime uzanan notalarını, Özledim senin sonsuz sevdanı… Nerdesin? ... Nerelerdesin? ... Takvimlerin esaretinden kurtar beni…Çık artık neredeysen? ... Yokluğunda ben senden daha çok ve derin kayboluyorum, yok oluyorum, bitiyorum… Kayıplığını aratma bana. 17.3.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / Ben ******'yum Kardeş…
** (Her insan doğarken suçludur biraz... Ve / fakat her fahişe masum bir kelebektir doğarken) ** ___ Soğuktu ve tanrılar çıldırmış olmalıydı… Karanlıktı ve ürkütücü sesler bombardımanıyla sarsılıyordu sanki şehir… Şimşekler; Devrim'inin yıldönümünü kutlayan bir ülkenin gün ve ******* boyu patlatılan havai fişeklerine meydan okurcasına ardı sıra patlıyor ve kim bilir hangi yoksul semtlerin evlerini başına yıkıyordu… ___ Evrim geçirdiği varsayılan veveya zannedilen kentin caddeleri; ıssız denizlerde fırtınada hoyratça savrulan kayıkların mülteci limanlar arayışına benziyordu üzerinde seyreden özel ve genel arabaların yol zeminini nafile arayış çabalarında… ___ Ve silecekler, göğüsleyemediği yağmurların isyanında metafizik öfkeler savuruyorken Fuzuli caddesinin bitim noktasına yakın G…… iş merkezinin önündeki son otobüs durağında titriyordu kadın, şimşeklerin her çakışında ışıltılı, yarı çıplak ve dekolte giysileri yanıp yanıp sönüyordu adeta yıldırımlar eşliğinde… ___ Tahrip gücü yüksek sesler arasında yaklaşırken durağa ve açarken camı, ceplerimi aralamış ve duyacağım sunturlu küfürleri kredi kartsız, peşinen kabullenerek içine atacağımı varsaymış- tım… Kolej çocuklarının aksine aykırı davranır ve yaşarken bilirdim kimden, ne zaman, en güzel ve en çirkin küfürler duyacağımı ve kulağımın frekanslarını ona göre ayarlardım… Günlerdir ve haftalardır aynı durakta gördüğüm ve kimlerin alkol kokan nefeslerine nasıl ve nerede, aşağılık, iğrenç isteklerine boyun eğdiğini düşünüp, cinsiyetime öfkeler yağdırırken gözyaşlarım yağmura, yağmur tenime karışıyordu… Biliyordum; bu duraktan sonraki güzergahlar evime giden cadde ve sokaklardan geçiyordu ve o oralarda bir yerde oturuyor olmalıydı, puşt bir erkek beklemenin acı ama gerçek versiyonunu yaşıyordu, hayatı ona, bize, puştluğumuza endeksleydi ve yeterdi artık yeterdi lanet olsun beeee… '' Gel bacım Baraj yolu istikametine gidiyorum, bırakayım'' dediğimde hazırlıksız değildim bekliyordum gelecek seçenekleri… Her gece iş çıkışı aynı yerde gözlerimiz kesişirken, ben acı ile karışık bakıyor o ise içinden ''Ne var lan dümbük, bakıyorsun da hiç karı gör- medin mi? '' söyleminde türevler üretiyordu biliyordum, aşina idi gözler gecede… ___ Adressiz mektuplar yolladığım ve doğmadan birbirimizi sevdiğimiz sevdam düşerken yine ve yeniden yüreğime o bana benzeyen tok ve güçlü sesle irkildim ''' Ben ******yum Kardeş, çalışı- yorum, var sen git evine, işine, arkadaşlarına, nasılsa bir dümbük gelir birazdan, beni alır götürür ve becerir sabaha kadar, hem sen diğerlerine benzemiyorsun ''' … Benzemiyor muyum? Ya da benziyor muyum? Ben neyim? Erkeğim ben erkek heyy… Puştluğu, belden aşağı düşünceleri ve eylemi beyninin kıvrımlarında, hücrelerinde kök salmış ama köklerini gizleyen erkek sınıfından bir erkeğim hemde… Nereden biliyorsun eyyy kadın benim de diğerlerine benzemediğimi… Yoksul semtlerde büyüdüm diye sen etinin bedelini ödeyecek param yok zannediyorsan, seni bir aylığına kiralarım kadın! ! ! ... Kiralarım…Kahretsin…Erkeğim.. Eyvallah… Hoşça kal… ___ Paradokslarımdı küçüklüğümden bugüne çevreme aykırı görünme kaynağım ve bu kaynaktan beslenip, içimde büyütürken arkasındaydım farklılaşmamın… İkinci kadeh rakıyı isterken, Arnavut ciğerinin kokusuyla irkilip yeniden yüzleşmeye sorgulayışlara başlıyordum dünü, bugünü, yarını ve ataerkil bir toplumda kadına verdiğimiz değerlerin yüzdesi şimşek gibi yüzüme çarpıyor, yağmur dursa da eve gitsem uyuyamasam diye erkekçe düşünüyordum yuvarlarken kadehleri… Geceydi ve soğuktu… Ve o kadın her gece oradaydı… Adı bendeydi… Ve bir adam kalkmış, her gece aynı yerde aynı saatte karşılaştığı kadına dair bu yazıyı birde utanmadan kaleme alıyordu! ! ! … ** (O orada her gece üşürken… Ben sensiz *******imde, gözlerinin anne kokusuyla avunuyorum) ** 14.11.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / DÜŞLERİMLE GELDİM SANA...
......... Sarı yapraklı papatyaydın, doğmamıştın, fışkırmak için yeryüzüne günden öte saatleri, dakikaları sayarken, başka bir coğrafyanın ikliminde toprağı delen yaban dikeniydim ve sana o doğmadığımız zamanlarda vurulmuştum... Doğmadan önceki düşüm, öldükten sonra dahi sevdamın rakım yükselteceği gerçeğimsin... Tek, sarsılmaz, değişmez... ......... Elverişli ortamlardan hoşlanmayan farklı, tek kökten iki dal olan uzantısıydık ve güneşe dönerken yapraklarını sen, dikenlerim toprakla beslenir, asi rüzgarların esintisinde ısınır, kavuran güneşin altında üşürdük, biz bilirdik, kimse bilmez, duymaz, görmez ve anlamazdı ve bizim bizi anlamamızdı aslolan, diğerleri yabangülüydü bir başınalıklarında... Savrulurken boranlarda, köklerimizdi bağıtlayan bizi bize ve sadece dışsallığımızdı ayrılan, o kökler ki bu cumhuriyetten daha sağlam ve sarsılmazdı... ......... Varsıllığımız düşlerimizdi, gerçeğimizi yoksul yüreklere taşırken ve sana her gelişim de varsıllığımı taşır, yüreğindeki bitip tükenmeyen melek kokunla birleştirip gökyüzüne salardık barış güvercinleri kanatlarına taksın, yoksul ülke halklarının yüreklerine su serpsin, açlıktan esmer, siyah, beyaz renkli çocuklar ölmesin diye... Yarınları çalınan, ellerinden alınmak istenen ülkelerin umutlarına serperdik düşsel zenginliklerimizi ve her kayan yıldıza başka anlamlar yükler, gemicileri öldürmezdik yıldızsız *******de... Her yıldız sen olurdun... ......... Tahrip gücü yüksek havai fişekler sessiz kalırdı sen yıldız yağmuru olup yüreğime akarken ve gerçeğin düşlere karışıp ayrımına varamadığımız *******de gökyüzünü kandırırdık düşlerimiz rengarenk hatlar çizerdi, ay bile bizi izler gülümserdi... Her hattın yolcusu da biz, taşıtları da bizdik ve kaybolan yıldızların boşluğuna düşsel renkler eklerdik, yıldızlar arası sonsuz yolculuğumuzda... Luna parktaki en tehlikeli ve hızlı binekler az kalırdı gökyüzü yolculuğumuzun düşselinde ve ben çok korkar, belli etmez, sana sıkıca sarılırdım, aslında deli cesaretindi sarıldığım, gökyüzüne ipek dokulu, ıtır kokuların yayılırken... ......... Arındığımız yalnızlıklarımızdan çıkarsız, yalın, çırılçıplak gerçeklerimize dönüşür her vuslat ve her soluğumuzda içine gömülür, soluklandıkça batardık içinde asla çıkmak istemeden, kurtulmayı yok sayarak... Çırpındıkça gerçeklerimize sarılır, sarıldıkça orman yüklü özlemler doğardı yüzlerimize, gözlerimizin ormanlarında kaybolurken dünyanın tüm yağmurları iliklerimize dek yağar, yağmur sonrası o doyumsuz ve serin havayı solurduk soluduklarımız yağmur kokulu aşka dönüşürdü... Her yağmur damlası sen, yanağıma düşen her damla sen olurken... ......... Pusulası bozuk kaptan olurdum düşler gerçeğe sarmalanıp kaybolduğunda ve rota yön, istikamet denen algılardan uzaklaşır, nadasa bırakılan tarlaların arasında unutulan, filizlenen patates yumrusu olurdum, bir an önce kökleşip, güneşe dönmek için yüzümü, güneş sendin, sende ısınır, seninle uzardı köklerim, hiçbir kent kaldıramaz ve saklarken yüreğimin ağırlığını, saklar ve ezilirken düşlerimin gerçekliğinde en büyük emekçi, en kutsal alın teri sen olurdun, taşırdın beni düşlerimin gerçekliğinde... Hem de hiçbir gün yorulmadan, hiçbir gün dinlenmeden... Düşlerim miydi? Sana gelişlerimde ayakta tutan... 6.11.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / SENİ KAÇ KERE UNuTMAK İSTEDİM..
.........Sağanaklar yağardı akşam caddede yürürken ve yerleşkesinin ilk yeri saçlarım olan o dünyanın en güzel kokusu, birazdan akar gider, sensiz kalırım, unuturum diye düşlerdim hain ve sinsi olmayan gözyaşlarım yağmur damlalarıyla sevişirken... .........En çokta kapalı yakamı açardım saçlarımdaki nehirler içime aksın, oralarda bir yerlerde tıkansın, daha ilerilere gitmesin diye...Setler, engeller kurardım önüne ve içimden, tenimden çıkartmaz, yağmur kokularına karıştırmaz, içimde, tenimde saklardım, izin vermez veremezdim çıkmasına... Öylesine kutsal, öylesine aşımdı ki salisesiz kalamazdım o dünyevi koku olmadan... Saklayacaktım, sen bilmeyecektin, unutacaktım işte... .........Volkanik tepenin en akıntılı eteğinde lavları karşılamaya hazırlanıyor, yangın yüreğime yarenlik etsin diye çadırımın kapısını açık bırakıyorum ama heyhat dağ çiçeklerinin kokusu akıyor içeri, kokuna yoldaşlık edip vals yaparken havada, benekli bir papatya konuyor elimin üzerine donup kalmışlığımda... Alır diye, hissederde koklar bana kalmaz diye uğurluyorum onu ve yabancı hiçbir şey girmesin diye çekiyorum fermuarını çadırın... Bırak işte tam zamanı bu dağ başı diyorum ve eşi dünyada olmayan sen çiçeğini diğer çiçeklere bırakmıyorum sevgili çünkü çiçeklerin ömrü bahar kadardır ve ben kış yaşamıyorum artık... .........Tarlaların yüzünü güneşe dönen ayçiçekleri ekili yerlerinden geçiyorum yapraklarına dokunarak ve sarı yaprakları okşuyorum en çok, papatyanın renkleriyle kardeş renk ilan ediyorum, yüzlerini bana çeviriyorlar tebessümlerinde utanıyorum sefilliğimden tarla bekçisi Nuri amcanın çilingir sofrasına konuklanıyorum alkol ikindisinde... İçtiğim, nefes aldığım her şeyden uzaklaştırıyorum seni o an ve oda ne? Diyorum, irkiliyorum, her ayçiçeği sen oluyor, içime doluyor, esiyorsun papatya kokulu ahenginde... Tuh! Tam unutmak üzereydim... .........Aşk adına sesi, varlığı ve bu dünyaya ait olmayan bir kadın silueti yaratıyor, ona sığınıyor, sarılıyor, tensiz sevişmelerin hazlarında çarmıha geriliyorum boşlukta... Ve o boşluktan savruluyor, bilmediğim kentlerin terkedilmiş, sokak çocuklarının mesken tuttuğu virane evlerin beton zeminine çakılıyor, kan revan içinde kalıyor, seni arıyor gözlerim var mısın? Diye... Yokluğuna seviniyor, acılarımı göstermediğimin hazzıyla bali koklayan on yaşındaki çocuğun sigarasına ortak oluyorum... Sigaramın ilk nefesini değil ama son nefesini artık bir sokak çocuğuyla paylaşıyorum sevgili, galiba seni unutmaya başlıyorum... ......... Podyumda yürüyen mankenleri izliyor ve şu ana kadar geçmeyen ama mutlaka senden güzel birinin geçeceğini düşlüyor, bekliyor, bekliyorum... Kahretsin, yerlisi de yabancısı da ya eğri çırpı gibi ya da Afrika’daki açlar gibi kemikleri sayılırcasına... Niye böyle güzel, niye bu kadar iyi ve sevgi dolusun, neden beni bu kadar seviyorsun? ... Ben her gün, her an, her saniye seni unutmak isterken senli düşlerimde, anılarımızda boğulmak ve kurtulmayı istemeyişim nedendir sevgili? ... Daha kaç karakışlarda beraber kavrulup, boğucu nemli sıcakların alevinde üşüyeceğiz sevgili? . Seni her unutmak istediğimde senli düşlerde boğuluyor, kurtarıcım yine ve hep sen oluyorsun... Unutmak istediğim kadar seviyorum seni sevgili, seviyorum... 28.11.2007 Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / YABANCI MEYHANELER
......... Sensizlikten dibe vurduğumda tanımadığım yabancı meyhaneleri sevdim, kimsenin beni tanımadığı, her yuduma, yokluğunun özlemi ve gizli gözyaşlarımı eklediğim kadehlere sarılırken... Mezem, yediğim, içtiğim sen olurken yabancıydı herkes, dilini bilmediğim loş ve renksizliklerde savrulup, yok olup ve içerken özlemini yudum yudum... ......... En uzak masanın yabancı ama yakın gözyaşları içimi acıtır, yanındaki sarhoşdaşları alkolün promilinde kaybolurken içtikçe, ağladıkça yakınlaşır masanın vurgun yürekli ve loş ışıkların ateşini gözyaşlarıyla söndüren yabancısı... O öyle yabancıyken, camları kırık ve terkedilmiş evlerin komşuları kadar yakındık... ......... Votkadan gözleri kör olan insanlar düşerken usuma ne çok insanımızın, sahte insancık- ların sahte üretkenliklerinden canlarını verdiği belirir gözlerimde, ilintisiz hayallere dalarım sahte içkilerin, sahte aşkların, günlük ve çıkar ilişkilerinin hayatımızda ne çok yer kapladığına dair ve yabancı kadehin göbeğine sarılır ellerim, yabancı meyhanelerde... ......... Tropikal, egzotik içki olarak sevdiğim Mali bu içenlere hiç rastlamadım tanıdık veya yabancı meyhanelerde ve yıllar önce Elazığ’ın köhne sokağının bir meyhanesinde sevgili Şaroğlu’ların Cafer ağa ile içtiğim sütlü mali bu, badem, çikolata düşer sensiz meyhanelerin loş ve yalnızlığına... Ve o yalnızlıkta loş ışıkların tuvaline Haitili kızları resmederim, onlar özgür ve tutsak, ben esrik ve ayık, salsa kıvamında ve tropikal... Paul Gauguin üstat, kızar adeta, kıskanır düşsel tablomu... Eh bu kadehte ikiniz için şimdi... ......... Ağır ağabeyleri severdim küçükken ve ben ağırlaştıkça güzel içenleri sevdim, çünkü alkolle uzlaşım ve uyumum yıllar sonra bir sonbahar akşamında sana rastladığımdaydı, içmeden sarhoş eden gözlerin, gizemli yüzün ve yüreğindi sevgili, aşkı, sevdayı ve sevmenin alfabesini öğreten en güzel sevgili, hafifliğim, ağırlığım, ağır ağabeyliğim, sarhoşluğumun nedeni oldun, aşk doğurdun sevdanda... ......... Pratik yalnızlıklar çizerdim öğrencilik yıllarımda Galata köprüsünden geçerken ve umudunu oltasına, gelecek balıklara bağlayanlara kızar, balık olmak ve oltaya takılmadan sürüden kaçmak isterdim... Yine o köprünün altındaki salaş meyhanelerde fahişe kadınlarla içerken, balıkları meze yapan ihtiyarlara küfrederdim... Bu yüzdendir yabancı meyhanelerde içkimin yanında asla balık yemeyişim ve o fahişe kadınlar düşer her kadehte usuma, balık siparişim etsem, bir fahişe düşer diye korkarım kadehime... Korkum; etini satan o emekçi varsaydığım kadınlardan değil, balıkların yabancı meyhanelerde sensiz, sesin siz geçireceğim o loş gecede sessiz gözyaşlarıma şahit olacağındandır sevgili... Sendendir... 23.01.2008 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / ACILARIM ÖZLEMİNDiR
…………… Sevdam… Acılarım özlemine ulaşıp sessiz çığlıklar üretirken, kökünden söktüğü ağaçların zapt edilemez dayanılmazlığındaki kasırgaların, hortumların uçsuz bucaksız boranında çoğalmakta, çoğalmakta, çoğalmakta… Ve her gün yeniden artarak ve aşkına çoğalarak büyütmekteyim hayretler içinde bırakarak seni... Sana olan sevdama… …………… En çok yaralarım olgunlaştırdı geçmişten bugüne uzanan içsel yaşantımı, onanmaz, kabuk tutmaz derdindeyken bilemezdim sevgi pınarımı sana, kaynağımda beslenen sözcüklerimi - ki sakladığımdı onlar- sevdana dair akıtacağımı… Bu yolda derman olacağını Lokman hekim gibi kanayanlarıma… …………… Varoluşcu öğretiden kanıksadıklarım yol gösterici olamazken, Genç Werter'in** Acıları o zamandan dağlarken içimi, acıtırken kibrit kutusunda sakladığım küçük diye büyütmek istemediğim, aslında avuntum olan acılarımı asla bilemezdim sihirli lambadan bir cin ve dumanının gökyüzüne ulaşacak büyüklüğünü… Öylesine acılarım, yaralarım oldu ki sihirli lambasından çıkacak cinin, Alaattinin düşlerini kurardım bir gece yalnızlığımda gelsin, merhem olsun yaralarıma diye..Gelmedi…Gelemedi..Hiç olmadı ki cinim, sihirli lambam. …………… Tütsülerle kutsanmış Kızılderili reisinin yeni doğan erkek çoğuna ateş dansında yapılan gösteriler nasıl acıtıyorsa kabiledeki çocuğu olmayan kadınları… Öylesine acıtıyor özlemine olan tutsaklığım geceden sabaha, sabahtan geceye, yeni gece ve gündüzlerde…suçlusu, asli faili ben, ben, yine ben olsam da..Ve her gece sakladığım çadırımda gözyaşlarımı acılarıma ortak ederken ay ışığının siluetine yazıyorum özlemlerimi… …………… Azalan ama fırtınası içinde yüklü ve devasa, sevdasından katmerler eksilmeyen, yücelten her adımıyla çoğalttığı yağmur bulutlarıyla sevgi sağanakları yağdıran yağmurlar getireceğim sana gelirken, yağmurda daha çok renklenen havai fişeklerin dansıyla… Görenler değil sen şaşıracaksın önce ve sonra, gökkuşağı renksiz ve flu kalacak rengarenk yağmur altındaki renklerin valsına… …………… Perdesi çekilmemiş gecede çocuksu günahlar yaşayan mabetlerin içindeki masum aşık değildik biz elbet, masum ve onurlu sevdalar üretirken kimselerin bilmediği aşk çiftliğimizde, geleceğin keşfedilmeyecek sır dolu aşk defterlerini aralıyorduk… Akdeniz ikliminin bilinmeyen sıcak ormanlarına kar yağdırıyorduk sadece ikimizin bildiği ve kirpiklerimizde beyazlaşan tonlarda… Kimseler üşümezken ikimiz dik üşüyen çıra gibi sahillerde ve çam gibi yuvalarda… Dünyayı yeniden değildi keşfimiz ama kendi ellerimizle, alın terimizle kurduğumuz bu yeni dünyada yaşanılası sevdaydı düşlerimiz seninle… Şimdi ve yarın onun gerçekliğine az kalmışlık yani arifesi dedikleri bazılarının…Şimdi…yarın..yarın gibi yakın artık…Yaralarım yok artık…Yarınsız, çıkarsız,hesapsız, arifesindeyim acılarımın bitmek üzere olduğu... Özlemlerim tükeniyor -ki sana gelmelerdeyim artık… **Goethe'nin ölümsüz eseri… 15.2.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / AFFET...SANA SöYLEYEMEDİM…
** Varlığında meleksi dokunuş, yokluğunda şeytanın darağaçlarına asıldım, ama tek seni sevdim** ……… Sevdan; yüzyıllar sonra uykusundan uyanan yanardağın eteklerine, geç uyarı verdiği lavın kızgın ateşleriydi kaçmama, kurtulmama fırsat vermeyen, hoş bekliyordum gel diye, gelsin diye ve yaksın, kavuracaksa kavursun, beklemekten buzdağı olmuştum keşfedilemeyen anakaralarda… ……… Erguvanların boğaz içini süsleyip, güzellikler kattığı zamanlarda yeni terliyordu bıyıklarım ve ülkeyi kurtarmaya soyunmuşken ben, henüz bana romantik hareketlerde bulunan kızlara bakmaya bile utanırken başladığım üniversite, aslında giyiniksizliğimdi, baba parasıyla okumaya soyunmuş ama üzerimde kendimi utandıran giysilerle… Böyleydim ben, buydum, başkası olamazdı üzerimde yüreğimde böyle yoksul öğrencilik varken ve ama onurluydum, dimdiktim… ……… Ve günler ve aylar ve yıllar ne çabuk geçti ki yoksulluklarıma eklediğim kaçak şehir hatları vapurundaki öğrenciliklerime gülebilmeyi beceriyor ve seni yirmi dört saat düşündüğüm için en ağır ve en usta işçi olduğuma inanıyorum… İşçiydi babam, elleri karalar içinde gelirdi her gece iş çıkışı eve ve sanatkarca bir koku doluşurdu odalara, ta ki altında odun yakılan, üstünde su olan ve takunyayla girilen banyo denilen sefaletlikte… Sonra baba kokulu, is kokular yayılırdı odalara.. ……… Tanrıların arabaları diye bir kitaptan bahsederken arkadaşlarım, oralı olmuyor, çoktan oku- duğumu farz ediyordum bu ve benzeri kitapları, başka ülkelerinde halklarını kurtaracak sayfaların içine gömülüyordum… Kendimi, halkımı, babamı, annemi, komşularımı kurtaracaktım ve yürekten inanıyordum bu kurtuluş savaşına… Önce ben kurtulmalıydım ve öyle oldum, başlıyordu yine ve yeniden… İlk işim, ilk uyanışım, ilk kravat ve takım elbisem olmuştu işte, daha ne olsundu, şimdiye dek olmadıysa flörtüm, tutmadıysa uzun saçlı bir kız elimi, tenimde duyumsamadıysam annem ve ve kızkardeşim dışında kadın kokusunu benim suçum muydu toplumun mu? ... Bastığım yerler titrerken ayak altımda ve sağa sola yatarken çiğnediğim toprak, sessiz çığlıkları duymaktaydım o ******* boyu yoksul, ******* boyu yalnızlığıma yoldaş suskun anlarda… ……… Aşk suskun, aşk konuşan delidir derler de hangisi doğrudur? Akşam üstü ve karanlık yitik gecenin ardından, umutlarımın tükendiği sıfır noktasından tam isabetti varlığınla yok oluşuma yol alırken gelişin… ******* gündüz, yoksulluğuma varsıl olan gülüşündü kimliksizliğime eklenen ve gülüşlerimdeki yalnızlığıma ulaşan hüzünlü bir çift ela gözlerindi… Yoktu, olmadı, olmayacaktı sen gibi seven beni ve hiç kimse sevemezdi böyle senin sevdiğin güzellikte, işte buydu beni şımartan buydu beni böyle sana yoğun, ölümsüz tutku ile bağlayan… Ve ben geçmişe, o ana dair söylemek istediklerimi dilime düşerken erteliyor, başka randevumuza saklıyordum, geç gelen sonbaharımızın sarı ve kızıl yaprakları yüreğimize yansıyıp bahara dönüşürken… Takılıyordu dilime, engelliyordu bir yerde bir şeyler ve sen varken dünya duruyor, başka evrene göç ediyordu göçebe yüreğimizin asi ve aykırı sevdaları… Aşktı, sevdaydı, tutku, özlem her şeydi senin adın ve varlığın ve dünyaya geliş nedenin seni sevmem içindi inandığın ilahi gücün bildiği… Sevmem içindi yaratılışın… ……… Palazlanan sancılarımın mola yeriydin ve kentin sokağında sevdamı bırakıp çift kişilik yalnız- lığımıza yol alırken, zirveye vuran sancı nöbetlerimi, üniversite hastanesinde Ankara'lı Ayten hem- şirenin morfinman iğneleri ile bir sonraki sancıya dek erteletiyordum.. Ama öylesi dayanılmaz, öylesi sancılıydı ki yokluğunu bile düşünmüyordum artık saçlarımın… Son buluşma bitiminde yolcularken beni, o ilahi gücüne sığındım senden habersiz ve bulunamayacak dağlık bir bölgeye düşürmek iste- dim yüreğimden uçağı, içindeki onca günahsız, onca suçsuz insana rağmen… Ayten tiyatrocu olmak isterken kazara hemşire olmuştu ve hepimiz bu evrende yaşarken başkalarının hayatını, giyerken ken- dimiz olmayan rolleri, hep oynamıyor muyduk bize ait olmayan utanmaz yaşamları… Akdeniz Üniver- siteli Eylül adlı kız ondan başkası değildi ve hep derdin ''bir gün başkasına aşık olursan ilk ve tek ve çekinmeden bana söyle'' diye ama yapamadım, o aradı seni işte ''çekil'' dedi aramızdan… Rezil ve utanmazca bu oyunda sen kendini oynarken, hayat sana yine benimle çelme attı, son günlerimi sen ve sesinsiz geçirmek, üzmemek içindi ürettiğim senaryo… Artık yataktan dahi kalkamıyor, yürüye- miyorum, sabahı görmem olanaksız biliyorum, sesler kulağıma girerken yok oluyor, yok oluyorum an be an… S/en E/zgimiz V/e T/ütsülerimizin A/lacasında P/rensesimsin… Son nefesimde anarken adını, yüreğimde götürürken sevdamızı.. Seni sana, aşkımızı yüreğine armağan ediyorum… 10.1.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / ANLAMADIM Kİ! ! !
……… Sırf sana benzeyen, benzetmek istediğim, yüzlercesini bir araya getirip sadece serçe parmağın bile olamayan kadınları izliyor, tanımamanın mahcubiyetine, utangaçlığına kırılgan- lığımı ekliyorum merhabalardan uzak… __DÜN GECE HİÇ TANIMADIĞIM BİRİNE __SIRF SANA BENZİYOR DİYE USULCA SOKULUP MERHABA DEDİM** ……… Ellerine baktığım gördüğüm her kadın eskilerden bugünüme uzanan şaşkınlığımdaki huzursuzluğum oluyor, sıkıntılar arasına serpiştirilmiş… Huzursuz sokaklar inşa ediyor, son- ra şaşkın, ürkek, yorgun bakışlarımla yıkıyor, yeniden yapmaya gücümün olmadığının farkına varıyorum sana benzemeyen hiçbir el ve ellerde… İzlediğim ellerin farkında lığında olanların şaşkın ve huzursuz ve çatık kaşlı söylenmemiş sözcükleri asılıyor boşluğa… __TANIDIK BİR HUZUR ARADIM ŞAŞKIN BAKIŞLARINDA DÜN __BİLDİK BİR SÖZ BEKLEDİM ESKİDEN KALMA ÖYLESİNE** ……… Vakur görüntüsünden küstahça bakışlar fırlatıp, yaşıtlarından tamamına güzelliği ile fark atacak ve hatta podyum yosmalarına taş çıkartacak selvi boylu genç kızın bakışlarından bakışımı gökyüzüne çevirerek kurtulmak istiyor, gökyüzü yerine raflara yeni yerleştirilen yaz sezonu kıyafetleriyle karşılaşıyorum çok katlı mağazada… Baktığı gözlerimden uzak yüzüm- dü ve yanındaki kendiyle çelişen kız arkadaşına söyledikleri, her erkeği yoldan çıkararak on- ları peşinden koşturacağı, ama bende bir sorun olduğuydu küstahça bakış ve sözlerinde. __KONUŞTU BİR ŞEYLER SÖYLEDİ BEKLEDİĞİM SÖZLER BUNLAR DEĞİL __YÜZÜME BAKTI GÖZLERİME AMA SENİN GİBİ DEĞİL** ……… Tanıdık gelen her yüzde izler arıyorum sana benzeyen, saçlarını toplasam baktığım ka- dınların bir teli etmiyor saçlarının… Gözlerinde bir şezlongdan diğerine Ağustos sıcağında ve hemde öğle saatlerinde uzanan bir çift sevda sıcağı arıyor, üşüyor, bakışlarımı anılara gömü- yor, uzaktaki dinlencenin dayanılmaz firariliğine gömüyorum geceme kör, anılarıma her dem taze bakmak için. Sana asla benzemeyenlerle üşüyor, senden ufacık kırıntıyı anımsatanlarda terliyor, bakıyor, şaşı kalıyor, dona kalıyorum yürüyüp yürümediğimi anlamadığım sokakların adına niye Arnavut kaldırımları dediklerini bilmediğim taş sokak ve caddelerinde… __ANLADIM Kİ HİÇ KİMSE HİÇ KİMSE SEN DEĞİL __HİÇ KİMSE SENİN GİBİ CANIMDAN ÖTE CAN DEĞİL __ANLADIM Kİ HİÇ KİMSE HİÇ KİMSE SEN DEĞİL __HİÇ KİMSE SENİN KADAR FİKRİME HUZUR DEĞİL** ……… Adana sokaklarını arşınlıyor, sabahı geceye, geceyi sabah dinginliğine uzatıp uykusuz *******ime bir yenisini ekleyip bitkisel uykusuz komalara girmek istiyor ve ardımdan bakışsız gözsüz, süzmesiz binlerce çift gözün izlencesinde olduğum paranoyasıyla yol alıyorum duy- mak isteyip duyamadığım, duysam kelimelerin anlamsız ve boşluğunda asılı kalarak, imgesel yağmurların altında her damlada bir uzvumun kesildiğini hissederek… __KONUŞTU BİR ŞEYLER SÖYLEDİ BEKLEDİĞİM SÖZLER BUNLAR DEĞİL __YÜZÜME BAKTI GÖZLERİME AMA SENİN GİBİ DEĞİL** ……… Püfür püfür esen bir gece ekliyorum umutlarıma ve üşümek ve ısınmak ve veya bilme- diğim gecenin getirisine yürüdüğüm sokaklardaki yorgun ama beni terk etmeyen gölgemin ar- dımdan geldiğini bilerek… Gölgeme umut, yollarıma can, canıma canan ol diye, umutlarıma can geleceğime yıldız ol diye… __ANLADIM Kİ HİÇ KİMSE HİÇ KİMSE SEN DEĞİL __HİÇ KİMSE SENİN GİBİ CANIMDAN ÖTE CAN DEĞİL __ANLADIM Kİ HİÇ KİMSE HİÇ KİMSE SEN DEĞİL __HİÇ KİMSE SENİN KADAR FİKRİME HUZUR DEĞİL** ** _LEMAN SAM - ANLADIM Kİ ADLI ŞARKISI 24.07.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / AŞK UZAKLıKTIR..
……… Sevda; görmediğimiz çöllerin ortasında kıvranan sancılı karın ağrılarıysa eşit mesafede aynı anda onu hissettiğimizdir aslolan sevgili… Ve geçmeyen sancıların devredilmesinde bize kalan uğultularıdır, onunla avunur onunla seviniriz… Kimse öğretmeden biz ürettik biz sevdik uzaklıkları gözlerimizde... ……… Ebemkuşağının turuncu renkli ucuna tutunurken sen, sarıldığım sarı renklerden papatya desteleri yapıyor, yeşil renkli yollardan sana iletiyorum, ulaştığında deli mavi bir aşkın renksiz silueti yansıyor, gülümsemelerine eklenirken… Ne çok uzakmış ve ne kadar yakınmış aslında aynı gökkuşağının farklı renklerini ayrı kentlerin örtüşen yürekleriyle çok uzaklardan aynı gözlerle izlemek… Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renkleri aynı anda sevda soluklu tek nefes ve tek yüreğe dönüştürmek… ……… Vurgun yemektir aşk ve acemi dalgıcın denizin sığ kıyılarında kendisini Hint Okyanusunun gizemli derinliklerinde sanması, başını sudan çıkardığında ayaklarının yere değecek yakınlıkta olması değil, yüreğinin üzerinde hissettiği yürek yarısıdır, varlığı kıtalar ve okyanuslar arası uzakta olan aşkıdır, başarmıştır ilk deneyimi... Yakınlaşmıştır aşk farklı iklim ve soğukluktaki deniz suyunun ateşinde şimdi... ......... Tırnaksız ve yaralı ellerimi buz tutan yüreğimin üzerine koyuyor, yüreğime eklediğim yüreğinin sıcaklığı yayılıyor parmak uçlarıma ve bana ait olan o çıplak yürek düşük banketten yuvarlanıp sonu olmayan uçurumlara sürükleniyor, kayboluyor sensizlikte... Dizlerim titriyor ve çığlıklarıma karışıyor kayboluyorum... Senden öğrendiğim aşkın kelimelerine sarılıyorum yolumu bulmak için kitaplardan okuyup ta aşk zannettiğim kelimelerin sonsuzluğuna sürükleniyor ve iki uçurumun sonsuzluğunu birleştiriyorum, bir tek harf etmiyor, boş ve imlasız kitaba dönüşüyor aşk adına anlamsız uçurumlar ve uzaklıklarda... ......... Aya batırdığın saçlarının ucu ışık verirken yıldızlara, yüzümü yıkadığım yıldızların ışık haleleriyle karışıyor ışıklar ve bitmeyen ulaşan yola dönüşüyor uzaklıklarda... Lacivert geceye uzanan kokulu güz yaprağına dönüşüyor, onlarca gölge bırakıyorsun içinde mumlar yanan ve korktuğum gecenin yalnızlığından mum kokulu gölgelerine sarılıyorum... İki kesik yol çizgisi oluyoruz öyle yakın, öyle artarda ve bir türlü birleşemiyor uzadıkça uzuyor, gittikçe gidiyoruz nefesimiz ensemizde, sesimiz kulaklarımızda... Uzaklaştıkça yakınlaşıyor, yakınlaştıkça uzaklaşıyoruz sesimiz, nefesimiz ceplerimizde ve korunaklı ve ürkek... ......... Pamuk kozasından çıkmayı beceremeyen iki acemi tırtıl böceği gibi savruluyoruz ayrı rüzgarların ters esen vadilerinden farklı ovalara... Ve halkların kardeşliğinde birleşen emekçi ovaların alın teriyle komün bir öğrenci hareketinin birleş kesinde örgütsel aşkın kaçamağında yeni mabetler keşfedip sığınıyoruz tutsaklığımızın uzaklığına... Öylesi yakın, öylesine içimdesin ki... Soluklanmaya, kirpiklerimi kırpmaya korkuyor, uzaklaşırsan benim olacak, sarılsam kaybolacaksın diye korkuyorum uzaklıklara... Hep uzaktan sevdim, hep uzaklığımı sevdin... Aşk uzaklıksa; uzağız... Biz aşkız... Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / AŞK Ve TOTEM
(**ayak parmaklarından saç tellerine kadar aşkı yaşadığın güne dair **/** çay saatleri zamanı **) …………… Salkım söğütlü ağacı, mevsimsel dönüşüm tamamlanmadan izlerken, kahverengi akan o Kızılırmak'ta asma köprü üzerinde, ıslatmayan damlalar düşüyordu yüreğime… Kalkış saati an be an yaklaşan otobüs, damlaları çağlayana çevirip, ufaltırken yürek yarımı, diğer yarım öfkesinin en hazan anlarını isyana çevirip, ele vermeyen dağlarda, eşkıya yavuklusu olmayı önermeye hazırlanıyordu seni sessizliğinde ve yaşarken saçlarına değin aşkının doyumsuzluğunda… Her saniye'nin bitişi, beni tükenmişliğin bilinmeyen labirentlerine gizliyor, ben yok oluyordum yanında, sen görmüyordun… …………… Ezgiler vardı dilimde lal olmuş, söylenmemiş türküler vardı yüreğimde giz olmuş, bestelerin tınısı vardı genzimde güfte kardan çalınmış… Unutmuştum hepsini ne varsa geçmişime dair deli dolu yaşanmamışlıklar ve yaşadıklarımı kuru bir dere yatağına serperek yaşanılası bir gelecekle takasladım bilmediğim kentin caddelerine girerken sen farkında değildin… Farkın; gözlerinde gizemlediğin sırlarını güneş vurunca gözlerime kelimesiz aktarımındaydı ve ben algılıyordum ela ve veda dolu bakarken… …………… Veda değildi gidişin, ayrı istikametlere saparken aynı kentin ayrılık hüzünleri yaşatan kuytu tenha kalabalığında farklı taşıtlara binişimiz… Her vedanın vuslatına konuşlandı göçebe yüreklerimiz elde, dilde, yürekte, ajanda da kurgulamadığımız o dünyadan kopartan aykırı randevularımızın şimdi nereye sürükleyeceğinin gündönümündeyiz… Gelirken ben sana, sen gelirken orta noktamızın benim seni beklediğim ağaç altındaki balon yüklü, çakıl taşlı arabanın serinleten esintisine... Kayboluyordu prensin beyaz yeleli atı… Masal bitiyor, düşler alemine gezinti başlıyordu prensesin konuk olduğu prensinin kolları, yüreği, konuk severliğinde, bitimsiz, sınırsız, sonsuz… Ve bitmeyecek yeni sayfalar ekleniyordu destansı masalların gerçek kahramanlarının geleceğine dair… Her vedanın ardından eksilmeyen, sevda çoğaltan yeni sayfa, sayfalar eklenir, çoğalırken kendi yalnızlıklarımızda bize dair... …………… Totem'ler dikiyorum seni yolculadıktan sonra her kilometre taşının yanına ve Avustralya'nın klan'larından kalan… Kabak ve patates toplayan yerel giysili kadınların olduğu uçsuz bucaksız köy, kasabaların yanından, içinden geçiyorum meraklı bakışları ardımda bırakarak ve ilk kez birinin buradan geçiyor olduğunu düşünerek… Her yıl on sekiz Mart'ta görmedikleri ve ne için neye karşın öldüklerini bilmedikleri ataları, dedelerini ziyarete gelen Avustralya'lıların yolu totem diktiğim yerlere düşer mi? diye de sinsice gülümsemekteyim, gülüşümü geçtiğim meskun mahallerdeki meraklı bakışların gözle- rinden gizleyerek… Yolu düşer de izlerler miydi totemleri son dikilen yere kadar, bulabilirler miydi beni ve sorarlar mıydı sorgulamadıkları atalarının varlığında klanların Orta Anadolu'nun ücra bir köşesinden nehir kentli yerleşkeme kadar neden ve niçin diktiğimi? …………… Ayak parmaklarından başlayan aşkın mucizevi anısına diktiğim, her birinin özel ve değerli anları yansıttığını, ama hikayesinin sır olduğunu duyarlarsa, yorumları ne olurdu bilemiyorum, lakin deniz aşırı ve kıtalar ötesinden gelerek ve uslarında taşıyacak olmaları ayrı ve gizemli bir aşkın tadını yerleştiriyor yüreğimin bilinmeyen köşelerine… Hava da yaz'a, mevsime veda bulutları dolaşıyorken her saniye de daha çok uzaklaşırken farklı yönlere ikimiz, sevdamızı totemleştirmenin sevincini ilk kez yoğun yaşıyor, küçük mavi bir bulutla paylaşıyorum adrenalimi yükselten sevdanı… Sanki yüzerken ya da güneşlenir, çay içerken havuz başında göz kırpıyordu küçük mavi bulut ve az sonra bölünmüş yoldan güneye sapınca afacan çocuk kaybolmuştu, oyun oynadığı arkadaşlarından gizlenerek ve ben bulutların dansı bu olsa gerek diye düşünürken… …………… Patates ekili alanların sonlanıp, pamuk diyarı kentin izdüşümlerine yaklaşırken, nice sonra farkettim havadaki oksijenin dahi farklı yansıdığını soluklarıma ve toprak altı sarı sıcak kokudan, toprak üstü beyaz gelincik ekili yerlere ulaşırken…Sevda dolu bulutların mutluluk valsından hüzün, ayrılık, nem kokan, nasıl yaşanırsa öyle ve sıradan yaşamın Aborjin'lerin dualarından esinlendiğim o ilk ve sevdiğim kurala doğru ilerliyordum '' Seni Ayakta Tutmaya Yetecek Kadar Güzelliklerle Dolu Bir Yaşam Sürmeni Dilerim*…'' Şimdi ve sonra beni sonsuz ayakta tutacak tek güzellik yüreğimdeyken, ardımda geçtiğim her kilometre taşının yanı başına Tjilpa** motifli totemler yerine bulut dolu günlerde güneşim olan gözlerini motif olarak, desen olarak işlediğim totemler diyarından, kendimi kuralsız kurguladığım totemsel düşlerime ilerliyordum… *Avustralya yerlileri Aborjin duasının ilk bölümü.. **Aborjin'lerin totem olarak seçtikleri kedi.. 18.4.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / BAHAR ÇARPMAZ BENİ
…………… Sarıya çalan çimenlerin rengi yeşile bel verirken, nadasa bırakılan toprakların kahverengisi koyu kızıl renge bürünmekte, en koyu tonunu seçmekte adeta… Renklerini kaybetmeyen çamların yeşili, ilkokula yeni başlayan, ilk resim defteri, ilk boyalı kalemleri olan çocuğun resimlediği ağaçlardaki yeşile adeta nazire yaparcasına rekabet halindeler ''en güzel yeşil benim yeşilim'' diye. …………… Eflatun'un tonları raksetmekte her akşam gün batımının kısmi aksinin yaşandığı baraj gölünün üzerinde… Yeşilin ve mavinin tonları sessiz savaşmakta durgun suyun debilerinde, kuzey-batısında bilimsel destekli çam ağaçları gözlem ve şahitlik ederken… Beton yığını binalar en güzel aksini engellemekte, göl ile kızıl güneşin buluşmasını. Umutları yüreğinde çiçek açarak yaşamaya direnen insanoğlu gibi yığınların arasından bulduğu ilk aralıktan inadına yansımakta, aksetmekte kızıl, eflatun tonlarıyla. …………… Ve sisli ve puslu olsa da sabahların ağaran saatleri ''Geliyorum'' demekte bahar…Ve gelmekte kazmalar yaktıran Mart'a inat…Sislerin arasından çiğ damlacıklarıyla tozlarını yıkamakta çimenler, öğlene yakın saatlerde güneşin ısısıyla kurulanırken estetik yaptıran manken edasıyla salınmakta, ışımakta renginin dansıyla ve açmakta adeta çiçeksiz figürleriyle. …………… Toprak her sabah üzerini örten nemini verirken güneşe, kuruturken ıslaklığını yüzlerce kilometre uzaktan oksijen cenneti Datça'dan yılın, baharın ilk müjdesi bademlerin toplandığı haberleri yayılıyor ki ülkenin en güzel, en lezzetli, en iri bademleri onlar tonlarca… Doğal yayılışlı ünlü Datça hurmasını kıskandırırcasına kokular yayar yarımada boyunca, yattığı yerde şiirler yazdırır Can babaya ve başında şarap içen ziyaretçilerine, sevenlerine… Son cemre'de düşünce dalga dalga, çiçek çiçek gelmekte bahar… kokusuyla…aşklarıyla…sevenlere sevilenlere ilham olurcasına… …………… Aşkları çarpmadı baharın beni hiçbir zaman, kokusu yetti güzelliğini yaşamaya, temiz havası can verdi aşksız onca yaşantıma… Çarpmadı bahar, baharlar beni aşka davet edercesine, her hangi bahar aşkım olmamasını dert etmedim olamayınca, sevemeyince, sevilecek olamayınca…yıl…yıllar..baharlardır..baharım sen olmayınca.. gizemli,kokunu solumadıkça…fırtınaların, boranların, karakışların ortasında sen olmalıydın bahar….sen kokmalıydın sen kokmalıydın çağla çağla, çiçeklerin açmalıydı bademce, sarmalıydı kokun benliğimi… başım, mahur besteden etkilenip durmamacasına dönmeli, esrikliğim on iki ay sürmeliydi… Sürecek. sürecekti…sürüyordu… ve sürecekte… Her şeye inat sürecek… …………… Polenleri fark edemem hiç nedense… Böceklerin ötüşü anlam vermese de kuşların sesini alırım anında çok uzakta da olsalar… Onların sesidir bahar bana… Tek notalı cıvıltıdır bahar, kanatlarında, onları çırpışında, gagasındadır bahar bana… Sevgi fısıldar cıvıltısı… Sesinden gelen tek tını bahardır bana, en güzel nota, en güzel ezgi… Sonsuz aşktır bana gelen tının, tınıların... Bahar sensin...Baharım sensiz...Bahar çarpmaz beni… Sana çarpılır… Vurulurum sana. 8.3.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / BAHAR KOKULU KADIN
......... Savruk rüzgârların saçlarını köklerinden savurduğu, aslan yeleli görüntüler çizdiğin ilkbaharda doğadan yayılan koku değildi genzimi yakan sevgili, tenime, hücrelerime nakış gibi işleyen bahar kokulu bir kadının tensel ve anne sevisiydi iliklerime işleyen... ......... Elmaların çiçek açmaya durup, kirazların beyaz gelincik giyindiği mevsimin vitaminini almış tarlaların güneşe döndüğü yüzüydü yüzün, öyle aydınlık, öyle ışıldayan, öyle dingin ve sevdası yüreğinde saklı nazlı köylü güzelleri gibi... Nazın, çiçeğe duran elmanın yeşili, az sonra kırmızıya göverecek kirazın şeker tadıydı, ben bilirdim tatlıydı, sence acımsı olan... ......... Vişne tadında hüzünler biriktirir, şeker karıştırmazdım her nesnenin tat farklılığında hissedilenlerin ayrı lezzetinin ayrımına varmak için ve her ayrımda farklı kokular sindirmek varken bahar kokuları giyinmiş kadının kutsal kokusu gelir, yerleşirdi içime... Bahar demek sen, sen demek bahardı, bahar kokardı saçların, savrukluğu yüreğimde saz tellerimi titretir, bilinmeyen türküler söyletirdi elma-kiraz besteli... ......... Tutsak düşerdim kokularının kardeş türküsüne ve gece olmasın, rüzgârlar savurmasın diye rüzgâr kıran setler yapardım yüreğimin kırılgan köşelerinden, sen bilmezdin, ben kaleyi içerden, dışarıdan, esecek her yere karşı savunmasız savunurdum yürek yangınımla... O yürek yangını ki hiç sönmez, her rüzgâra karşı Çanakkale Geçilmez yapardı, geçilmezdi ve asla geçilmeyecekti, sana siper sana kavuşmak, sana siper seni sevmek, yeniden sevmekti... ......... Ayçiçekleri hangi saatlerde döner yüzünü güneşe? aklımda kalan ise hep yüzümün dönük olduğudur güneşin batmasına yakın saatlerde ki ufka... O ufukta birazdan gece valsı yapacak yıldızların aya olan şavkıdır yansıyan gözlerime ve gözlerim ay ışığında kimsesiz yoksul sokaklarda dolaşır, dev bir perdede çocukluğumun geçtiği mahalle gelir gözlerimin önüne... Birkaç sokak öteden bastığı yeri titreterek gelen Mualla ablanın ayak sesleridir duyulan ama henüz görünmeden kokusu tüm mahalleyi sarar ve eskiden tüm kadınlar öyle kokularla salınırlardı ki tüm mahalle yayılan her kokudan hangi kadının gelmekte olduğunu bilirdi... Küçüktüm ama güzel kokan kadınların bıçkın kızları ki ablalarımdı onlar, hepsi mankendi adeta, çimdiklerdi hepsi beni, ben utanır, onlar gülerdi yosmaca... ......... Prag’da bir sonbahar günü sokakta keman çalan küçük kız düştü usuma on yıl önceden ve her tınının ardından saçlarını arkaya savurmasında kokusu yayılırdı sanki çalgı sesli sokağa ve şimdi örtüşüyor o kızın masumluğundan yayılan koku ve sana karışıyor adeta... O küçük ve masumluğu gözlerinin hüznüne yansıyan kemancı kız sen oluyor, hünerli ellerinden coğrafyama yayılan ıtır oluyor, çiçek açıyor ve işgal ediyorsun sana dair boş bıraktığım her bir hücremi... İşgalin, ayak seslerinden genzime, tüm bedenime yayılan bahar kokularına karışıyor, Bahar Giysileri Giyinmiş Bahar Kokulu Kadın oluyorsun... Sen kokuyorsun sevgili... – Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / Belki Gelirsin Diye...
......... Sadece iki kişilikti masa ve her yudum, her kadehte giyindiğim yalnızlıklarım meze oluyor, ağır geliyor, kaldıramıyordum anason kanıma karışıp nerde olduğumun şaşkın ve ürkek ve korunaksız akşamüzerinde... Batmakta olan güneşin son yansımalarıydı önümdeki kadehe yansıyan ışık ve bir yerlerden esiyordu rüzgâr yanaklarımı yalarcasına... ......... En çok beyaz mezeler olsun isterim ille de masamda birde olmasını istediğim ‘’O’’, ama o şimdi, nerede başladığı ve bittiği belli olmayan bu kentin kim bilir hangi yoksul evinde çocukların yüreğini zenginleştiriyor ve hangi yoksul genç kızların geleceğine umutlar döşüyor gözlerinin varsıl bakışlarında... Özlemler karışırken mezeye yalnızlıklar çoğaltıyor ve her yalnızlığımda olduğu gibi sanal kestane şekerleri biriktiriyorum, belki gelirsin diye... ......... Vurdumduymaz görüntü sergileyen masalardan kaçamak bakışlar yakalıyor, aynı duymazlığı sergiler gibi yapıyorum ve karşılıklı gizli zannedilen bu oyunu aslında alenen sergiliyoruz bakışlarını kaçıran yeni ve acemi âşıklar gibi... Kumsal restauranttaki takım elbiseli ve yaşı seksen civarında olan o amca düşüyor usuma ve aynı yalnızlıkta olduğumuzu fark ettiğimde onun gibi durmadan kolumdaki saate baktığımı nice sonra hissediyorum... Hep kadehine, hep saatine, hep bir yerlere bakıyordu şu andaki ben gibi ve gecenin sislerinde gözlerindeki hüzünleri yüreğimde hissetmiş, şimdi hüzündaş olmuştuk yıllar sonra... ......... Teğet geçer gibiydim geceye çift kişilik masamda bir başınalığımda ve yıldızlara sevgi sözcükleri biriktiriyor ama günlerce süren puslu *******de onlara nasıl ulaştıracağımın çaresizliği içinde kentin sokaklarına özgür kardelenler gibi salıyor sonra kıyamıyor geri topluyordum... Sevgiyi hak etmeyenler ülkesinde tüketilecek tek bir sevgi sözcüğü yokken ve yaşanılan aykırı ama onurlu sevdalara selam yerine ihanet eden insanlar üreten toplumda hiç kimse kusura bakmasındı hep suçlanmış, aşağılanmış ve sürünmüşlüğümde... ......... Aşk öldükçe, tükendikçe varoluştur ve susmalar, gizli kovmaların ardında söylenmemiş ve saklı itiraflar yaraladıkça bu kutsal sevdaya dair adrenalinim hep ve çok yükselecek, çünkü gözlerimden yüreğime yerleştirdiğim o tek kişilik güvertede seninle yaşarım... Senli ve korunaklı güvertem onurlu denizcinin dalga, fırtına, tsunamiyi hiçe saymışlığında yerleşik ve gelenek sayılan hurafelere baş kaldırış ve isyanıdır ve o isyandır direnişe kondisyon sağlayan hep başımı dik tutan... ......... Papatya satan çiçekti kızdan bir demet alıyor, şaşırıyor, şaşkınlığım geçince elinde kalanların hepsini satın alarak camdan atıyor ve naylon çiçekler yapan üreticilerin sahte emeğine küfürler ederken şef garsondan istediğim maydanozu limonluyor masaya öyle görkemli yerleştiriyorum ki az önce oyun oynadığımı varsaydım masalardaki bakışlarını kaçıranlar adeta tatmak istiyorlar, görmezden geliyorum... Niye mi? Belki gelirsin diye, hani sevmezsin yapma çiçekleri bilirim, evladır ülkemin bir demet maydanozu sana, işte her bakışı atlıyor, saklıyorum bakışlarımı sana ama yoksun, yine de belki gelirsin diye saklıyorum... Kentimin yaz sabahlarında yaşam keyfini bilen büyüklerimiz kahvaltıda maydanoz yerler, bende sabaha saklıyorum kahvaltı yaparız diye ve esrikliğimi yüreğime gömerek ahmak ıslatan yağmur altında esir bir kentten diğer esir kente doğru yol alıyorum cebimde maydanoz, yüreğimde sen, gelmiyorsun yağmurları yalnız yağdırıyorum yüreğime, o yağmur altında yoksul köylülerin sürdüğü tarlaların her birine birer demet bırakıyorum... Bir sabah tarlalarda aşkımız filiz versin, sıçrayan ihanet ve kıskanç dolu bakışlar olmasın, nazar değmesin diye sevgili... Serptiğim demetlerin ardından bakıyorum BELKİ GELİRSİN DİYE gelmiyorsun... Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / BERABER BüYüDÜK Çocukluğumuza...
………Sarı sıcak bir akşam üstü idi yitik yorgunluklarımı giyindiğim ve uykusuz uyandığım sabahtan devretmek için uykularımı yönüm eve doğruydu, gülümsemeleri bahar kokan çocukların seslerini yarı baygın ve uykulu duyduğumda… ………En çok sigaraya sarardım uykularımı, yatmadan açar içerdim uykularımda firari düşlerime yol göstersin, sisli sabahlara uyanayım diye…Erkenci uykunun balkona yansıyan bahar kokularına karı- şırken mahmurluk, ne çok çocuk ne çok çocukluk vardı akşam üzeri bahçesinde…Ve en çokta kızlar eğleniyor, ipten atlarken tramplendeki akrobatlara taş çıkartırcasına atik ve gülüyorlar…Hele içlerinde en çok gülümseyen ve yüzüne yapışmış gülümsemesiyle etekleri açılan var ki adeta bulutlara uzanıyor ve dokunuyor en yakındaki buluta, bulut oluyor mavileşiyor, gülümsemesine karışıyor çocuksu mavilik- ler, yeniden dönüyor küçük dünyasındaki arkadaşlarına…. ………Ve son nefesin ardından karanlığa uzanıyorum, yastığıma çocukluğumdaki gibi sarılıyor, o çok yorulduğumda sabah hiç uyanmak istemeyişlerime, çocukluğuma uzanıyordum ama gözlerim, ama bedenim yenik düşmek üzereydi yine ve eskiden anılarda olduğu üzere… ……..Ta uzaklardan sesler duyup yanılmışlığıma uyanırken misket oynamak vardı şimdi diyorum ve her sabah olağan hale gelen beyaz peynir, siyah zeytinli kahvaltıma yol alıyorum… En çok sevdiğim ekmek arası zeytindi sokakta oynarken eve koşupta bir çırpıda hazırladığım ve yine döndüğüm, bir dilimde sana ikram etmek istediğim sokaklar… Sen her defasında ''yemem'' derken ben illede ısrar ederdim sen kızardın, içimden öyle şeyler söylerdim ki hınzırca gülerdim kendime ve sen yeni bulut- lara uzanırcasına ip atlardın… Bıçkın edayla etraftan bakan erkek var mı? Diye öfkeyle bakar, yoksa kimse seni izlerdim sadece, sen farkındaydın şımarıkça salınır atlardın… Saklambaç oynarken sen beni, ben seni gördüğüm(üz) de, görmemezliklerimiz hep sır kaldı ikimizde ve yıllar sonra kendimizle gidecek sırlarımızı birleştiripte paylaşmamız, ikiye bölüp tümlediğimiz gizlerimizin aşkıydı, Aşktı… ………Akşam olup evlerimizin yolu göründüğünde uzaktan seni izler, eve girene kadar takip ederdim ve gece nöbet tutmak, serenat yapmak isterdim uyuduğun pencerenin önünde, yıllar sonra bu mahallenin sokaklarında tutacağım nöbeti ve kirleteceğim duvarları bilmeden… Uyuyor olduğunu bilerek ve sektir- meden geçerdim her sabah ekmek almak için bakkala giderken, sen ise iyiki hep uyurdun o saatlerde, yıllar sonraki uykusuzluklarına inat… Yarı ölüm hali değil midir uyku ve ondandır benimde geceye sarı- lıp sabahı kucaklayışlarım, sana uyanışlarım… En çokta ben seviyorum diye sıkça giydiğin puantiyeli eteğini severdim, birde minicik olmasaydı, sen eğilince arkana geçip kimse görmesin diye ardında duruşlarıma ne çok kıkırdayarak gülerdin ''olişkom'' diye… ……… Papatyanın sarısı, göbeği, tam ortasıydın, ben ise seni koruyan, çevreleyen ve minicik esintide savrulan beyaz yapraklardım, savunmasız, çaresiz kire, toprağa bulanan, ezilen ayak altında… Trenle iki günlüğüne teyzemlere gidişimiz, asırlar gelmişti ama dönüşümüz olmasaydı, dönmeseydik, olma- saydım buralarda ve görmeseydim o bomboş evinizi…Şark hizmeti derlerdi ta o günlerden bugüne ve ne şark kurtuldu şark olmaktan, nede sen geldin oralardan… Gece yarısından başlayan, yıllardır süren bitirmediğim, bitiremediğim bir şiirsin şimdi sadece benim okuduğum… Seninle oynadığımız oyunlarda biz ikimiz hiç kazanamadık ama o zamanlardan başlayan kirlenmişliklerde ikimizdik temiz kalan, asla unutma; yazdığım, okuduğum, kıyamadığım, unutmayacağım en güzel ve bitmeyen şiirimsin… Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / BıRAKTIĞIN YERDEYİM - ÖL(e) MEDİM…
*****(benim tomurcuklarım olmadı-doğarken-yaşarken-ölürken hep sonbahar'dım) ……………Sensiz geçen Ondört yılı topladığımda bir gün bile etmiyor ve burada senden sonra yaşamadığım üç mevsimin adını dahi unutmuşken, çiçeklerin kokmadığı, ağaçların yeşermedi- ği, kurumuş yapraklarını sürekli döktüğü güz mevsimindeyim… Yürüdüğüm her yerde, attığım her adımda duyumsadığım hışırdayan yapraklar, melankolik esintinin paranoyak izlerini taşıdı- ğım şeklinde ifade ediliyor ve bilmiyorlar içimdeki fırtınayı, anlamıyorlar bir mevsimle geçen öm- rün bağrında neler ve nasıl taşıdığını, asla da bilmeyecekler, bilemeyecekler… ……………Enfiye çekip damarlarıma kadar hissettiğim ******* biraz daha rahat uyumaktayım ama uyandığım gece yarılarında ucuca eklediğim sigaralar ve ardından gelen kronik bronşitin öksürükleri beni çok mutlu ediyor, çünkü her öksürüğüm ve çekilmesi damarlarımın, ciğerleri- min parçalanışı beni sana bir adım daha yaklaştırıyor ve sana, yanına geliyorum adım adım ve yudum yudum… Bu özlem nasıl vuslata dönüşecekse öyle hızlı ve atılganım Altmış iki yaşımın verdiği dinamizmle ve kendime çok kızıyorum boş bulunupta o sözü sana verdiğim için, kimse- ye belli etmiyorum aslında kendi kuyumu kazdığımı… O bildik atasözleri ile karşıma çıkmasın- lar ve tereciye tere satmasınlar diye… Ne demekti o ''benden önce ölmeyeceksin'', ne demekti o ''benden sonra çok uzun yaşayacak, anılarımızı torunlarımıza anlatacaksın''… O an gözlerin- deki hüzünleri yüreğime serpip yeşertirken nasıl oldu da söz verdim sana ben, bugün hala ken- dime kızgınlığımı sakil ortamlara taşımak ağır geliyor, kaldıramıyorum, nefes alamıyorum… ……………Vakur görünüşümün ardında, içimdeki deli poyrazı bilmeyenler her ay aksatmadan düzenli olarak gittiğim yerleri merak etmekte ve yaşadıkça da merak edecek, sen ve benim dı- şımda da kuşlar dahi duymayacak sana verdiğim sözün gereği olarak… Yürüdüğüm cadde ve sokaklarda başımı, yüzümü gizlemeye çalışıyorum seni merak edip nerede olduğunu soracak- lar ve beni tanıyacaklar diye ama akşam olup ta iki duble içmek için pineklediğim mekanlarda yıllar öncesinin şef garsonları, komileri, işletmecisini görünce saklayacak, gizleyecek bir şey kalmıyor… Hemen hepsi seni soruyorlar göz pınarlarım doluyor, taşıyamıyor, gizleyemiyor, ar- dından tuvalete gidip hüngür hüngür ağlıyor ve bütün pınarlarımı susuz çöle çevirinceye kadar boşaltıyorum son dublemi içerken elim, ayağım, yüreğim titremesin, şiirli, şarkılı, fıkralı gecele- rimiz anlamında yad olsun diye… Meydanda su fıskiyelerinin arasından, altından ıslanarak ge- çen ve bizden ekmek parası isteyen güneydoğulu küçücük kızların cirit attığı yolların Arnavut kaldırımlarında yürümekteyim, damağımda kurutulmuş dutların yumuşak kıvamını ve yediğim sütlü kabak çekirdeklerinin kabuklarını cebimde biriktirerek… Eczane'nin camekanında''horla- ma ilacı geldi'' yazısına acı tebessümlerimi yollayarak, süper lıght sigarası olmayan bir tekel bayiden iki kutu bira alarak kokunu duyumsayacağım otel odasına doğru yol alıyorum tek ba- şıma ve elinin sıcağını ellerimde hissederek… Ve birazdan yarılanan gecenin matemine mate- mi eklemek, kahvaltıda yemeyeceğin sahanda yumurtaları sipariş vererek tarafımdan… ……………Tütsülerin onurlandırdığı ve titrek olmayan bir mum alevinin yüreklerimizi ısıttığı o geceden yüzlerce gece üretiyorum sensiz *******imde ışıtsın diye ve gördüğüm her dumanın ardında bize benzeyen siluetler arıyorum biçare… Gözlerim karanlığın içinde yolculuğa çıkar- ken yüreğim bilinmeyen ovaların yağmurlarında ıslanıyor, ıssız dağ başlarında yazısız pankart- lar açıyorum çamı çok olan yuvalarda açık demli çay kıvamında… Uzansam tutuvereceğim o yıldız dolu *******, yorucu merdivenler sonrası terli tenlere bırakıyor yerini yanar ateşlerin iz- lerinde ve mavi kalemlerin keyfinde zirvede çözülen bulmaca dolu sayfalardan bir sahil kasa- basının rüzgarlı öğlen güncesine uzanıyorum midye tava- kokoreç kardeşliğinde… Akşamı lez- zetli balıkların nasıl bu güzel kıvamda piştiği soru olurken düşlerime bir daha aynı lezzette ba- lığı, midyeyi nerede nasıl yiyeceğimi düşünüyor, bulamıyor kadehlere sarılıyorum öksürükle- rimin eşliğinde… Boğuluyor, kıvranıyor, yutkunamıyorum her şey her nesne üzerime gelirken animasyon izliyorum sanki sessiz ve çığırtkan… Çocukluk, gençlik ve üniversiteli yıllarıma ait resimlerime baktığın o kasabada en çok üzüldüğüm şey ise masamızla ilgilenen egzotik giysi- li garson kızın olduğu tamamı ahşapla gizemlenmiş lokantanın yerinde yeller estiğiydi… …………… Artık sana verdiğim sözlerin yüzdesini küçültmeye başladım ama silmedim, silme- yeceğim, yokluğunda bile kıyamam, dayanamam bilirsin yanımda, kollarımda, el eleyken dahi özlemlerindeydim ve minicik gereksinim molalarında dahi uzun hasretler soluklanırdım adım- ların yaklaşırken, sonra su gibi akan zamanlardan yalnızlıklarımıza büründüğümüz uykusuz *******imin sen kokan *******ine salınırdım… İlk karşılaştığımız tesiste durmuyor, duramıyo- rum, karşındaki barakada yudumluyorum çayımı, mola veren insanların bilmezliğinde, sigara paketinin yarısını tüketiyorum orada, sonrasında yanlış rotalardan başka kentlerin bozuk inşa edilen yeni duble yollarında olduğumu fark ediyor ve geri dönmeye en kısa mesafeli U dönüşü yapılmayan yerlerden başlıyorum bir şeylerden, birilerinden, yasaklara uymamanın verdiği o garip zevki tadarak ve intikam alırcasına gençliğimizi hiçe sayanlardan… …………… Pırıltılı *******den gökyüzünün tüm yıldızlarının aydınlatamadığı berrak ama zifiri karanlıklarında debelenmekte, bir yol bulmaya çalışmaktayım patikalarda düşe kalka yürürken yüzünün ayışığında… Bir görünüp bir kaybolurken yüzün, gözlerinin hüzünlü ışığına doğru yol alıyorum soluk soluğa… Hiç görmediğin takım elbisemle en güzel renkli kravatımı hazırlı- yorum geceden sabahında seni ziyaret için ve en sevdiğin çiçekleri bir gün önce sipariş vere- rek… Kahrolası hiç sevmem şemsiye taşımayı ve çiçekler çeketimin içine kokusunu yayarak sana geldim yine söz verdiğim ziyaretlerim için yağmur eşliğinde… Hep farklıydın ya, hep ay- kırıydık ya istemedin mermer mozoleli mezar taşı ama bende kanıksadım hak verdim insanlar soğuktan titrer, açlıktan ölürken ne menem şeydi mermer mezar taşları… Her gelişin, ayakta dimdik olmalı demiştin ama dizlerimde bedenimde derman kalmadı, yok yok yağmurdan değil taşıyamıyor dizlerim bedenimi çok ağır geliyor, çöküyorum ayak uçlarına ve yanına çiçekleri bırakarak… Nefes alışlarım kısalırken başımı kaldıramıyorum çöktüğüm ayak uçlarındaki top- raktan ve her yer ilginçtir toprak, çimen kokmalıyken kokun yayılıyor oralarda sanki dev boru- lardan ve püskürterek… Kokun beni sana çekiyor, içine çekiyor, daralıyor, boğuluyor, ayak uç- larının olduğu yere başım gömülüyor, nefesim kesildiğinde hareket etmeyen bedenimde duy- duğum sesler işlem tamam dedirtiyor bana duyduğum seslerden… ''Sevdiğine kavuştu'' diyor tanımadığım ses-sesler, nasıl bir aşk diyorlar, her hafta aynı gün aynı saatte buradaydı, şimdi sevdalısının, yavuklusunun yanı başında kendi adını ölmeden yazdırdığı yerinde ve yan yana diyorlar…. Sana geldim… Bize geldim… Söylemiştim değil mi? '' BİZ AYRILAMAYIZ ''… 28.07.2006- Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / BUGÜN SENİN DOĞUM GÜNÜN
…………… Sanki yer yarıldı içine girdin, bense çaresiz, tükenmiş, bitmiştim ararken seni ve en acı en kötü günlerim yıllara yayılarak sürüyordu kaybolmuşluğunda… Yolu, çıkarı olmalıydı sana ulaşmamın, yitirirken hafızamı son kozlarını oynayan kumarbaz, alt kümeye düşmemek için son maçında canına dişine takan bir futbol takımının oyuncuları canhıraş mücadelelerinde yaşamla ölüm arasında ince çizgide nasıl hissederse çırpınırcasına... Öyle çırpınıyor, koşuyor, tökezleyip düşüyorum ve yeniden kalktığımda ayakta duracak, koşacak, konuşacak gücüm kalmıyor t-ü-k-e-n-i-y-o-r-u-m … …………… Enerji toplamaya çalışırken takıldığı bütün aletlerde işlevini yitirip boşalmış dünyanın en küçük pil'i oluyorum, çöpe atılmaya gerek dahi duyulmayan, rasgele savrulan herhangi bir yere… Bilsem orada olduğunu, duymasam da hissetsem sadece, yere basarken birisi gelse ayak sesinin tamam diyeceğim, devam edeceğim esrik, savurgan, serseri, susmak onurları olan insan kütlelerinin içindeki yaşar gibi yaptığım yaşantısız soluklarıma… Gün içerisinde alacağım tek soluk yetecek okyanuslarca uzaklığa rağmen… …………… Veriler topluyorum küçüklüğümden bugüne sakladığım, gençliğimde kupon biriktirip kuyruklarda rezilce bekleyerek aldığım ansiklopedilerden… Bu mevsimde susuz da kalsalar kır çiçeklerinin bu esarete birkaç gün dayanacağına, solmayacağına dair doneleri iliştiriyorum yitmek üzere olan belleğime… Ve hafta sonları yanından geçerken hep seninle ilişkilendirdiğim rengarenk çiçeklerin tezgahta kalanlarının tamamını satın alarak kutunun içerisine ellerimle yerleştiriyorum, sana ulaştığında tek yaprağı dahi zarar görmeden ilk andaki görüntüsü ile ve açarken kokusunu içine çek diye… Orda yoksun biliyorum, nerdesin bilmiyorum ama sana ulaştıracaklar, haber verecekler biliyorum… Orada olmamanın haklı gerekçelerinin olduğunu aklıma asla getirmiyorum, getiremiyorum ki… Kaç gün geçti bilemiyorum, bildiğim sadece yokluğunda senin yerine teslim alınan koli… Ne kutlama şiirlerime yanıt, nede eline geçtiğinden emin olmadığım çiçeklerden bir haber alamıyor, gecenin sessizliğine hıçkırıklarımı ekleyip yorganı ilk kez başımın üzerine çekiyorum… …………… Tahrip gücü en yüksek seviyede bombaların beynimi parçalayan uğultularıyla yataktan yere düşmek üzereyken uyanıyor, kara kışın ortasında terlerimi siliyorum gördüklerimin deli eden etkisini gözlerimin önüne seriyorum birer birer ve atlamadan kaybetmeden hiçbir kareyi… Biliyorsun ve biliyorum hep tersine çıkmaya yorumlanır rüyalar biz hariç ve gördüklerimiz gerçektir tersi doğrudur ütopik rüyalarımız. Yoksul insanlara yardım için dost olamayacak dostlarınla günlerdir koşturuyorsun kentinin sokaklarında, caddelerinde, tanıdığın tanımadığın işyerlerine girerek bir bilet bir bilettir diyerek ve şaşarak kendi direncine enerjine durmamacasına… Uzun, altın yeleli saçlarından sağanaklarla süzülen yağmur tanelerinin tenini, bedenini esir alacak olmasının umursuzluğunda, yüreğindeki insanlık onurunu dışa vurarak, anaç ve melek yüreğini sergileyerek… Sonrasını hatırlamasam da olur, o dinleti sonrası günlerdir bronşit esaretinde ve yine yardım istemeyen umarsız davranışlarına kimliğini ekleyip kıvranıyor, öksürüyor, öksürdükçe ciğerlerinin parçalanmışlığını sergiliyorsun rüyamda… Neden, niçin? Diye sormuyorum yanıtsızlığımda sevmediğin soruları sormam bilirsin… Bilirsin de bir haber vermezsin merakımda, bilirsin de ses, nefes vermezsin dünya başıma yıkılıyor sandığım ve hissettiğini bildiğim anlarda… …………… Ağır geçeceğini tahmin ettiğim kış, Kasım vurgunundan bu yana bihaber geçti… Öyle ki kar ve buzlarla kaplı Tunceli yolculuğu bile şehir içindeki en kısa yol oldu sanki buz üzerinde dans ederken ve sabah kalktığımda yola çıkarmayacak kar kaplamışken yolları… Yabancısı değilken kar'lı yolların, ürkekliğini duymazken asla en çok Joanne Beaz şarkılarını özledim, kilitli duran bagajımda ve sensizliğimde… Yeni dünyanın gençliği, eskileri, kokanaları, sonradan görmeleri malzeme olmayı sevdikleri tele vole *******inde ve yeni soluk Layla'lar da kutlarken doğum günlerini, bekaretini verdiği geceyi doğum gününe denk düşüren, aşk koydukları adı kirleten, emek'ten üretimden yoksun ve onur yoksulu olduğu dünyaya gözleri kapalı insanların olduğu bu coğrafyada ağlamaktasın... Bir ben biliyorum ağladığını birde sen… Oysa cola bardağı eşliğinde bir dilim pasta, koca bir kutlama senin onurlu dünyanda… Tüm çirkinliklerine rağmen dünyanın hawai fişek eşliğinde kutlamadır sana, aykırılığını kabullenmeseler de umarsızlığın direncin dingin yüreğinde… …………… Paris'in gökyüzünü görünmez yapan ışıltılı *******inde adrenalleri yükselen aşıkların hissettiği romantizmden, Havana'da salsa yapan Cuba'lı kızların dansın büyüsünde kendilerinden geçerek dünyadan koparcasına yaptıkları ritim, Leonardo'nun Mona Lisa'sının ellerindeki ahengi birleştiriyor, büyütüyor, ışıtıyor, dünyanın en büyük tablosunu yapıyorum… Ve balonlarla süslüyor, pankartlar iliştiriyor, mumlar eşliğinde tütsüleri ateşleyip sana sunuyorum… İyi ki doğdun, iyi ki varsın diye… Yıllar önce doğuşuna sevinenlere yıllar sonra çok uzaklarda ama hemen senin yakınında bir deli adam ekleniyor, ne iyi etmişlerde annen-baban seni doğurmuşlar diye… İyi ki doğdun bir tanem… İyi ki varsın hayatımdan öte damarlarımda… Bugün senin doğum günün… Doğum Günün Kutlu Olsun… 24.3.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / DOKUNUŞLAR ÖLÜM, ÖLÜM ÖZGÜRLÜĞÜMÜZDÜR…
……… Serçelerin ürkek ve ahenkli ötüşlerinden tenlerimize yansıyan sonsuz senfoninin ölümün kıyısında başlayıp girdaplarına sürüklendiğimiz anlardı bitmez dediğimiz ******* ve sabahın gizeminde sarmaladığı uçsuz bucaksız yolculuklarımız… Serçe kadar hafif, ötüşü kadar çıldırtan, ölümü güzelleştiren soluksuz anlarımız… ……… Eros'a nazire yaparcasına ıssız ormanın derinliklerinde yeni yollar, geçitler ve pa- tikalar keşfediyorduk soluklarımızdan ölüm, tenlerimizden yeniden doğuş yayılırken ve orman kavruluyordu güneş görmemişliğinin adrenalinde… Dokunduğumuz ölüm, girda- bının bilinmez derinliklerine çekerken rengarenk sis dağları oluşuyor ve her sisten yeni fidanlar ve fundalıklar üretiyorduk, bakir alanlar doyumsuzlaşıyordu kıraçlığında… ……… Varyasyonlar yerçekimine başkaldırıyor kanatsız uçmaların yenidenliği şekilleni- yordu uçsuz, bucaksız, kimsesiz, sen ve ben ile nefeslerimizin toplamının yeni bir evren yarattığı noktada… Süper marketteki kasiyer bir kızın sevgilisi ile geçireceği flört zaman- larının, yazar kasa ile tuşları arasında kaybolan yitik anlarına benzeyen yaşanmamışlıkları binlerce kez uçurumdan atlarcasına adrenal yükleyen tenlerimize yayılıyordu gecenin bit- meyen tütsü kokulu gizemlerinin arasında… Doğuyor, ölüyor, kutsanıyorduk yeniden… ……… Tahta sandığından çıkarmaya kıyamadığı ve genç kızlığında işlediği naftalin kokulu emek dokulu kanaviçe, etamin ve haraşolarının çok yakışacağını düşündüğü yeni yetme çıtır torununun giydiği cüretkar mini eteğinden ve yarattığı seksapelden utanan seksenlik ninenin içindeki bastırılmış duyguların, gündüz mavi küçük bulutlarda, gece binlerce yıl- dızlarda açığa çıkması, yansımasıydı tek yürek, tek beden ve tek can olurken... Gardiyanı biz, ceza evinin yüreğimizin olduğu içsel ve kapalı duygularımızın firar ettiği anlardı ki biz izin veriyor, görmezlikten geliyor, göz yumuyorduk iki firarinin masum, temiz, suçsuz ve günahsız dünyevi buluşmalarına… Aykırı yüreklerle tabiatta dengesizleşiyor, buluşamaz denilen iki ayrı kıtanın durgun nehirleri tek bir akakta azgın ve coşkulu ilerliyordu… ……… Açık denizlerde yelkeni parçalanmış tekneydik, okyanusların egzotik renkleri ses- lerimizin çığlığa dönüştüğü her anda tenlerimizde yeşilden maviye, maviden türkuaza dö- nüşürken sürükleniyorduk bilmediğimiz denizlerin sularında ve nereye götürse gidecektik yelkensiz, güvertesiz… Karaya vursak hissetmez, coşkun nehirlerden denize dökülsek farkına varmazdık ve kelimesiz ve parşömensiz yazdığımız mektuplar ıslanırken yeniden ve sayfalarca yazmaya devam ediyorduk ıssız, yeşil, mavi adacıkların arasında dümensiz, rotasız savrulurken … Serenat; martıların kanat çırpan beyaz kanatlarıydı… ……… Papatyalardan taç yaptığım çiçekleri boynuna takıyor, ıssız, korunaksız, mum ko- lu mabedimizin prensesi oluyordun konukluğumda, bense prangasını parçalamış özgür mahkumdum anne kokunun konukluğunda… Yangınlar çoğaltırdık konukluğumuzda ve dünyanın tüm itfaiyeleri yetersiz kalırdı, gözlerimizle yakar, tenlerimizle söndürürdük bize ait yangınları ve öyle alevsiz, öyle yakıcı, öyle büyülü… Yandıkça ölümün ürperten serin- liğinde kayboluyor, yağmur bulutlarına dönüşüyordu küllerimiz… Yeniden savrulurken alevlere, göklere, küllerimizde doğuyorduk tek can olmanın cazibeli hışırtısında… Tutsa- ğıda bizdik bu aşkın, özgürlüğü de… Her dokunuş, her ölüm özgürlüğümüzdü… 31.1.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / DÜŞLERİMDE DÜŞÜRME BENİ
......... Sinsi ve hain geceden gün gibi içime düşen ve yayılan düşsel kırıntıların esintisinden kahroluyor ve yol arıyor, ışık bakıyorum ufacıkta olsa seni görmek, düşleri temizlemek için. Öyle kırılgan ve öyle sinsi ki, düş denilen olgu, silip atmak istiyorum... ......... Evin içinde geceden yankılanan düş seslerim adeta duvarlardan bana bakıyor, ben ise uyku ve gecenin mahmurluğuna sersemleşmemi ekliyor, balkondan savurmak istiyorum sabahın köründe taşıt bekleyen insanlara korna çalarak ilerleyen dolmuş şoförüne ve çıkardığı onca gürültüye... Sus be adam... ......... Vedalara uzanan yansımaları silmek, sifonla şehrin kirli sularına gömmek için yüzümü yıkıyor, yıkıyor ve aynada akseden yüzümün kirli sakallarına da yansıyan kır renklerin çoğalmasını izliyorum, kendimden yanak alarak... Esrik *******imin sabahında tanımaz ifadeyle süzdüğüm yüzüm, yarı yabancı yarı tanıdık geliyor sevgili... Neden düşlerime geldiğinde öyle hoyrat, öyle acımasız ve zalimsin? Sanki uzaklardan bir yerden Ferdi Tayfur’un yıllar önce söylediği o arabesk şarkı çalıyor: Tanrım nasıl sevdim böyle zalimi. ......... Tut ki zalimsin, şose boylarında düdüğü bozuk eski bir şimendiferin altında kalarak ölmektense, iğneli sözlerinin üzerinde Hint fakiri gibi oturmak daha güzel sevgili ama bil ki platonik değil o dikenler... Hint okyanusunun gizemli mavi derinliklerindeki yosunlar bile sen kadar zalim değil sevgili, dokununca öyle sarmalıyor, öyle okşuyor ki uzak ülkede piyano çalan ellerin sahibinin ben olduğu hissini veriyor... ......... Arka arkaya yumruklardan abandone oluyorum, ipleri olmayan uçsuz bucaksız ringin orta yerinde ve vurdukça vuruyor, kanadıkça yaralarıma saldırıyorsun, kan içmeye susamış vampir-boksör karışımı bir edayla... Oysa bakışın, gülüşün, yürüyüşünün edalarını seviyorum, vuruşlarının edası, senin olsun sana kalsın sevgili... Hintli değilim ama öyle yoksul, öyle fakirim ki düş sonrası anastezik ağrıları çoğaltan hekimliğinin hüneriyle... ......... Pusulası bozuk tekne olup on iki mil dışına savruluyor, bayraksız ve vatansız mülteci var sayılarak dünyanın denize kıyısı olan tüm ülkelerinden iltica önerisi alıyor ama hepsini reddediyorum sevgili, biliyorum ki sevgisi güzellik olmayan ülkelerde sen gibi güzel seven, sen gibi düşlerinde dövse bile sevgisini göstermeyen halklar, halk değildir... Halk; gözleri sen gibi hüzünlerinde bile güzel bakan, umuda tohumlar eken, düşlerinde yıldız çoğaltan olmalıdır ve değilse ben sana mülteci, ben sana sığınmacıyım sevgili... Örselesen de düşlerimde, düşsem de yaban ellere hep sana sığınır, düşlerine saklanırım... Mart - 2008 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / EN UZUN YoLCULUK
.......... Soğuktu, nemli camlardaki buğu yüreğe yansırken dışarıdaki soğuk, içerideki sıcaklık hiçti, hiçbir şeydi, anlamsızdı, kuş uykusundayken sen ve tüm kent uyurken... Kentinin orta yerinde zaman, gece yarısını ben geçe ve sen uyu zamanlarıydı, geçiyor muydum, hayal miydi, neredeydim? Diye sorgularken, direnen gözlerimdi uykuya ve sensizliğe... ......... Eflatun renkli sabaha yaklaşırken Bolu dağı tünelinde, neredeyse ülkenin bir yılık bütçesini buraya harcayan tüm siyasileri özlemle anarken nefesim daralıyor, çıkamayacağız bu tünelden diye düşünüyordum ki yine ve sonsuz yaşama dürtüsü ağır bastı... Korkum ölümden değil bilirsin ve sadece senin bildiğin içindi, öyleyse az kalmıştı çıkmaya... ......... Ve yoksa bir serçe miydim gözlerimin inanmaz ve şaşkınlığında mavi renkli laleleri gördüğümde, düşte miydim diye yolun sağı ve soluna bakarken genleriyle oynanıp üretilen onca renkli laleleri görünce hayretimi kendime sakladım koyunlaşmış yolcuların içinde... Ve başka seçeneğimde yoktu suskunluklarını kader olarak algılayan ve bu şekilde yaşamı seçmiş küçücük kalabalığın içinde... Körfez belediyesinin rengârenk lalelerle süslü yollarından alacaklı olduğum kente doğru uzanıyordu zaman ve otobüs... ......... Teknelerin olta ve ağlarını çoktan denize saldıkları saatti yolculuğun sonu ve kısa dinlence uzun soluklu güne uygun düşecekti, çünkü gün uzun, zaman sabahtı henüz ve hiç yormazdı bu kent özlemle gelenleri... Farklıydı havası, suyu, her şeyi ve karmaşıklıkla gizem arasında çözülemeyen bir duruşu vardı, bu yüzdendi sanırım onca insanın bu yapıya rağmen burayı tercih etmesi... İçine alıyor, sarmalıyor bırakmıyordu kolay kolay... ......... Ayıp sayılan sevdaların yaşanmamışlığı, soğukla birlikte çarparken yüzüme, yosun kokulu, martı sesli iskele civarında acı bir gerçek gibi yıllar önceye götürüyordu... Ve o tarihlerde hiçbir kızla randevulaşıp buluşulamayan bu kent şimdi yüreklerde dünya güzeli varsayılan Hazal kızla buluşmaya yapacağı ev sahipliğinde farklı heyecan ve tatlar veriyor, çıkardıkları seslerin ahenginden bihaber martılar ise güneyden gelen adamın üzerinde döne bağıra yükselip alçalıyorlardı... ......... Platonik aşkların sevdaya dâhil olmadığıydı asıl olan ve gerçek ise az önce başım üzerinde dans eden martıların şehir hatları vapuruna eşlik ettiğiydi... Karaköy’den Beyoğlu özlenen anlara uzanış, militan eylemlerin izdüşümünde anılardı şimdi belleklerde kalan ve küfürlü sohbetleriyle özlenen Can Yücel’in Kahve’sinde çay mola zamanlarıydı Kuzguncuk gülümserken güne... Ben en çok dönüşleri sevmedim gidişlerimde ve yine o kent uyuyorken dönüş yolumda, biliyordum uyumayan kim varsa, bu yüzden acı en aza iner miydi? Diye uyuma numarasıyla geçmek kimi ve nasıl kandırmaktı? İçinde, konusunda sen olan her şeyi sevmek nasıl güzeldir bilirsin belki sevgili peki, bilir misin içinde sen olan kentten bir gece geçmek ve ertesi gece o kentten yine geçmek nasıl bir duygudur? Belki bilmiyorsun diye söylemek istedim, duyuyor musun? Uyuyor musun demiyorum biliyorum seviyorsun. Nisan 2008 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / GECEYE YOLCULUK…
……… Solgun, soğuk, rüzgarlı, tenha *******de yanmayan sokak lambalarının dibine düşen sarı, kızıl, kuru, çiğnendiğinde ses çıkaran cansız yapraklar misali savruluyor, zikzaklar çize- rek bir baştan bir başa sürükleniyorum siluetsiz sokaklarda… ……… Evrimi, her gelen yeni yerel yönetim yüzünden tamamlanamayan cadde ve sokakların başıboşluğuna, tenhalığına aldırmadan arşınlıyorum kaldırım kenarındaki yolları, çünkü; ola- naklı değil kirada oturup ta son model arabalara binen görgüsüzlerin kaldırıma park eden araçları yüzünden orada yürümek… Olsun yollardayım diyorum kendi kulağıma kendim duya- cağım çığlıklarla ve küfürler ediyorum her arabaya! ! Ama sahibine değil… ……… Varsıl görünümlü caddelerden titrek görüntüler sunan ara sokaklara dalıyorum gece- nin bilmediğim saatlerinde ve sıcak ekmek kokusu her adımda genzime dolan fırına yaklaşı- yor, sokakta yürüyerek yiyeceğim sıcak pidenin dayanılmaz lezzetini hayal ederken karşıma çıkan o hain, o puşt köpek yüzünden yolumu değiştiriyorum… Yoksa küçücük bir köpekti de gecenin karanlığından yansıması mıydı bana iri gözüken, derken yeniden dönemezdim ki o sokağa, kaybetmiştim yolu bir kere… Uçan, yürüyen kanatlı kuş ve tavuklardan korkan birisi düşüyor hiç çıkmadığımı usuma ve üzerine yerleşiyor çıkmamışlılığında oradan… ……… Tüysiklet bir görüntü yaklaşıyor her attığım adımda ve az önce odur mutlaka diye dü- şündüğüm kadınla karşılaşıyorum tek göz odalı eve yaklaşırken…'' Ulan pezevenk her gece içersin, bir gecede gel misafirim ol, elini cebine sokturmam ********'' söylemini kaçıncı kez tekrarlıyor, kaçıncı kez yüzüme bakmadan o karanlıkta onca alkol yüklüyken tanıyor hatırlamı- yorum birbirimizden uzaklaşırken. Gençliğinde uzun saçları, yüksek topukları, attığı her adım- la rüzgar yeleli kısraklara benzetilirmiş ve şimdi bir lokma ekmek için konsomatrislik yaptığı gazinodan evine doğru uzanmaktaydı ağır aksak… ……… Aksak, ağır ve vurdumduymaz siluet kalırken ardımda her gece yeniden keşfini yaptı- ğım yolların üzerinde genel hareket halindeyim… Baraj gölüne paralel kesitteki mahallenin sokağa taşan sarmaşıklarının yanından geçerken manolya kokuları geliyor şimdi, pide koku- sunu o köpeğe değişmenin acizliğinde ve anımsıyorum birden esrik güncenin gerisinden geçen gece teknolojinin gerekliliğini… ……… Petunya'larla kaplı duvarın önünde duruyor ve seni otuz yedi bin (37000) gündür ara- madığım düşüyor yitirdiğim usuma, belleğimi hızlandırıp aradığımda seni ve konuşmamız bit- tiğinde tuttuğum kronometre bile gülüyor bana, bize, özlemimize.. O mis kokulu duvarda tüm kokuları içime çekerken, aslında asırlar öncesinden gelen kokundu özlediğim ve gecenin o saatinde özlem dolu konuşmalarımızın belgesiydi, otuz yedi saat konuşmak gecede… Ay ışı- ğının yüzümüze yansıdığı geceydi, gecede konuşulan tam otuz yedi saatti, özlemler dolu an- ları yeniden gökyüzünün laciverdine devreder ve uğurlarken iki deli yürek birbirini… Yatırıp seni gelmeyen uykularına, uykusuzluğumda gece yolculuğundaydım yine, seninle sabaha… 27.07.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / GİTME... ÜŞÜRÜM... Gitme...
......... Sen bakma üşüdüğüme, şimdi ben çok uzaklarda ve ulaşamayacağım simitçi fırının susamlı, taş simidini özledim aslında ve o susam taneleridir yokluğunda içimi ısıtan. Görsem ısınmam, yemem, her nesneyi sen saymışlığım ve düşünmüşlüğümde... Yoksun ya işte... Üşüyorum... ......... En çok kaldırım kenarında küçücük ayakları şişmiş çocuklara yanarım ve okşamak istediğim al al yanaklarının soğuktan donmasına aldırmadan ve aslında canı yanmışlıktandır çığırtkanlık yaptıkları simitler... Öyle susar ki içimin çığlıkları, konuştursam nefes alacağım, konuştursam susturmayacağım ‘sen’ diye atan tınıları... Öyle sonsuz ki çığlıksızlıklarım, gıptayla izliyorum simit satan minikleri onların çığırtkan sesinde ve ayazlarda... ......... Veto edilen kanun hükmünde kararname gibi geri dönüyorum kimliği belirsiz soğuk *******den sıcak ve hışırtılı müzik yayan küçük dükkânların yoksul ve baharat kokan, nemlenmiş duvarlarını düşleyerek... Ve her defasında veto yemekten usanmadan, nereye ve nasıl gittiğimi bilmeden dönüyor dönüyorum, genzimde hep o nemli kokularla... ......... Turnikeden jetonsuz geçmeyi deniyor, takılıyorum ve kuyruktakilerin sevgi ve sövgü dolu bakışlarına gözlerimin karasıyla, tedavülden kalkmış jetonun antika değeriyle bakışlar fırlatıp ve sürtünmek zorunda kalarak geri dönüyorum... Sussam, bakışlarımla konuşmasam, biliyorum ki bu masum ve her gün yeni bir hakları gasp edilen insanlar, içlerinden Allah Allah nidaları, dışlarından serseri ve sümsük kelimelerle saldıracaklar... Yok, öyle yağma, jetonumuz yoksa da özlem dolu yüreğimize sakladığımız yumuşaklığımızın ardında sert ve kararlı bakışlarımız var ne de olsa... ......... Akşam saat kaçta olur, gece ne zaman başlar umurum olmadı asla, zira gözümün açık olduğu her an sen varsın, seninleyim ve gecede siluetinle kenti bir boydan bir boya kat ederken yorulmayışın, sızlanmayışın, siluetinden değil aslındandır sevgili... O yüzden her gece, sabaha karışsın, uyumayayım isterim, çünkü rüyalarıma sıkça gelmiyorsun, üşüyor ve sıcak simitçi fırınları arıyor, bulamıyor, çıldırıyorum sevgili... ......... Paylaştıkça çoğalan, geceye kısrak gibi narin ve asi uzanan aşktı yaşadığımız ve daha nice yaşayacağımız... Veda zamanlarının dayanılmaz ürpertisini ceplerimde saklayarak zemheri soğuklara kardeş yapıyor, üşümelerimi çoğaltıyorum titrek ve dalgın yürürken kentin caddelerinde... Her adımda üşüyen yerlerime simitçi çocukların çığırtkanlıklarını ekliyor ve çocuk sesli üşümeler çoğaltıyorum yokluğunun mevsimlerinde... Üşürüyorum yokluğunda, mevsimler aynı takvim yaprağında, bir gün sonraya dönmüyor... Gitme sevgili gitme üşürüm... Düşerim takvim yapraklarının sonsuzluğuna, üşenirim yarına... Gitme, gitme... Şubat – 2008 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / GÜL KOKuLU YAĞMURLAR...
(**gül kokulu yağmurlarda ıslandık** / **yine de senin kokun gitmedi** / **Kadınım'dan**) …………… Sağanak yağmurlarda yürüyorum günlerdir durmadan, her damlanın saçlarımdan ayaklarıma kadar süzülmesini izliyor, onlarca, yüzlerce damlacığı tek tek takip ediyorum saçak altı ve şemsiye tutan korunaklı, meraklı bakışların izleyişinde… Biliyorum insanların akıllarından neler geçirdiklerini ve ben düşünmek istemiyor ilerliyorum damla damla… Islanmayan tek zerrem kalmasın, yaşamda kirletilmemiş ne kaldı diye anımsamaya çalışırken saf, masum, temiz ve dokunduğu, gezinti yaptığı her dokumda çocukluğumun çizmelerini renklendirip, birikintili yerlere giriyorum su ile dolsun diye ayakkabılarım… ……………En çok Serpil'i severdim küçüklüğümde, benden deli ve her su birikintisinde adeta vals yapar gibi yürüdüğü ve çamurlu suları yüzüme atıp sonra temizlerken anne şefkati gösterdiğinden, sonra da bize gidelim üstünü kurulayayım dediği için ve ben büyümeyen asla da büyümeyecek olan utangaçlığıma hiçbir kılık giydirmeden utanır koşarak eve kaçardım… Serpil'den… Yağmur'dan… Utangaçlığımdan… Ve ablamın okuldan gelmesine yakın saatlerde onun havlusunu kullanırdım kızacağını ve beni birkaç mahalle kovalayacağı bildiğimden… Vazgeçmezdim büyüklerimin öfkesini, kızgınlıklarını bana aktarmalarından ve onların bu sayede sinir sistemlerini çalıştırdığımı düşünür her hangi kalp rahatsızlıkları geçirmeyerek uzun soluklu yaşayacaklarına inanırdım çocuk yüreğimle… Ve sevinirdim ölmeyeceklerine dair… Şımar- tılmama uygun fırsat ve insanlar olmadığından her an mahallelinin tümüne usumdan geçen geçmeyen her muzurluğu onların istemediği benim çok sevdiğim, hala tatlı tatlı gülümsediğim biçimde sunardım… …………… Vera'ya yazdığı mektupları okurken büyük ustanın... Kaldığım, daha sonra okunmak üzere açacağım sayfanın aralarına bahçemizden kopardığım güllerin yaprağını koyardım açıldığında koksun, yayılsın diye okuduğum ortama… Sınıftaki kızlardan öğrenmiştim kitap arası kurumuş gül yapraklarını ve önceleri kırışırken sonra ütülenmiş gibi olurlardı sayfa aralarında orta okula giderken ve bedenimde sesimde ergenliğe geçişin izlerini taşımaya başlıyordum usul ve ağır ve delişmen… Değişirken ben tüm fizyonomimle, duygularıma bana ait olmayan romantizmleri eklerken, gülle tanışıyor, renklerini karıştırıp olmayan renkte güller üretiyordum bahçemizin kimsenin göremeyeceği kuytu bir köşesinde… Her gün yeni bir renk ekleniyordu bahçemizin gizli gül köşesindeki güller den yaptığım dünyama ve en güzel gülü senin için yetiştirmeye başlıyordum o zamanlardan bugüne sana ulaştırmak gül kokulu tenine emeğimin güllerini sarmak için… Solan ve yaprakları azalanları kopartıp gökyüzüne serpiştiriyordum gece ve yıldız yıldız düşüyorlardı savurduğum uzaklıktan toprağa… …………… Taç olarak kalanları koparıp yenilerini ekiyordum bahçeyi gül kokuları kaplarken ve en çok *******i sever, sular, konuşurdum onlarla ki ağır, dingin büyümesi yılları alacak olan göz kırpardı bana gecenin karanlığında, yıldız yansırdı çenekleri ve taçlarından, her yağmur yağdığında kokusu giderken hepsinin, yıldız gözlü gül adeta raks eder, damlaların sesinde gök yüzüne yansıtırdı rengini, tek renkli gökkuşağı oluşurdu sadece benim gördüğüm ve bana yansıyan… Yağmurlu *******de görünmeyen yıldızlara kızar, açık havalarda toplardım yıldızları asılı oldukları lacivert geceden ve ceplerime doldurup yağdığında yağmur, binerdim sen renkli gökkuşağının üzerine yol alırken seninle, semada, birer birer çıkartıp ceplerimden serperdim dünyaya yıldızları… Yıldız yağdırırdım düşlerimden güllerimin üzerine, ebru desenli gül zar oluşturmak, bahçemim çitlerini yıldızlarla çevirmek için… …………… Ay gösterince yüzünü seyre dalardım yıldızları, uzanır, yakalar, biriktirirdim yeniden ve her gece daha çok… Şimdi her yağmurdan sonra açık havayı kolluyor, gecesinde yıldızlarla konuşuyorum sesimi iletsinler diye ve göz kırparken ay'a yansıtsın sana istiyorum gülümsememi ve ardından attığım kahkahalarımı ki çok seversin… Ben büyüdüm, ceplerim büyüdü, hacminin büyüklüğüne sığdırıyorum onlarca, yüzlerce yıldızı ve sana büyüttüğüm gül, gül zar'a dönüştü artık, görmedin, ama içinden asla çıkmayacağın… Çıkmak istemeyeceğin… Görmediğin renklerde, İrem bahçesi kıvamında çoğaldılar ve seni yolunu gözlerken, kokularıyla raksına hazırlanıyorlar görsel şölenlerinin ilk ve tekliğinde… …………… Pamuk tarlasında açan kozalara günün ilk ışıkları değdiği an aydınlık, ışıl ışıl, parıldayan bir örtü kaplar ekili alanları, büyülü atmosferin içinde egzotik yolculukta zannedersin görünce seni ve yanında olanları, uzun sürmez gün uzayınca uyanırsın sisler tarlasındaki düşsel geziden… Düşsel tüm düşünceleri yırttım topladığım yıldızlarla… Tüm güllerin yapraklarını koparıp heybemde sakladım hiç birinin kokusunu gidermeden… Her gül taç'ının üzerine yıldızlar yerleştirdim sabahın alacasından gecenin matemine kadar ve şimdi her gül fidanı yıldız açıyor, yıldız kokuyor, yıldız yansıyor görenleri hayrete düşürüp… Ay ışığında yıldızlar yansıyor gökyüzüne gül kokulu, cilveleşiyor, oynaşıyorlar her gece yeryüzünden gökyüzüne… Gökyüzünden yeryüzüne… Kayan yıldızlar gül resitali sergiliyor gökyüzünü izleyenlere… Heybemdeki gül yapraklarını gökyüzüne asıyorum topladığım yıldızların yerine ve yerleri boş kalmasın diye… Şimdi yağmur bekliyorum, yıldız yıldız astığım gül yapraklarından süzülsün, gül kokulu yağmurlar yağsın diye… Alnıma, saçıma, yanağıma, tenimin her yerine davet ediyorum düşecek her bir damlayı, tenim yağmur, tenim gül kokulu yağmur koksun diye… Artık ve bundan sonra göğsümüze düşecek '' Gül Kokulu Yağmurlar ''… 6.4.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / HANGi ANNELER GüNÜ! ! ANNE?
…… Sizin hiç anneniz öldü mü? Benim ölmedi çünkü; hiç annem olmadı, doğumumda sonsuzluğa göç etmiş, yaşamını verirken bana, toprağa vermiş son nefesini… …… En çokta bu dayatma, kapitalist geleneğin çiçekleri vurur beni ama sen bilmiyorsun… Onca yıl bir ama bir tek kez geldin rüyalarıma ve flu yüzünle papatyalarla donatmamı istedin mezarını ve sanki biliyordun deli oğlunun en çok papatya sevdiğini, kucağında papatya resimli kadın gibi… Sabahı zor edip onlarca papatyayla kabrine geldiğimde her gün yediğim vurgunların en büyüğü idi o anki anne ve mezarındaki çiçekleri, toprağı çalanlar hangi ülke ve inancın insanları, buz tutan kıran *******de sen hiç üşümedin mi anne titremedin mi? Kutsal addedilen bu yerde toprağın altındakileri ürpertircesine beni dinden, beni imandan çıkaranlar mı yoksa ben mi suçluyum anne? …… Varoşlarda doğmasam, orada oturan bir işçinin karısı olmasan şu an nerede olacaktım kim bilir ve bu yanılsamamla sen yine annem mi olacaktın? Peyniri, zeytini mahalle bakkalından her sabah ve gramla alırdık yoksulluktan, seninde evliliğin hep böyle gramla alınan yiyeceklerin dayanılmaz yoksul sızısıyla mı geçti anne? ... Biliyor musun ben hiç muz yemedim küçükken, her gece yorganı çekince üzerime sessizce ağlardım, babam duysun istemezdim… Muz'suz, mutsuz, sensiz geçen çocuklu- ğumda ilkokulun Amerikan süt tozlu, beslenme çantalı geçen günlerin teneffüslerinde muz yiyen çocuklar potansiyel düşmandı anne ve şimdi nerede muz görsem ezmek istiyorum ayaklarımın altında, sahi muzun tadı nasıldı? Anneler sıcak sarılır derler, muzda anne gibi sarar mı dilimi, tenimi? ... …… Trakya'daki arkadaşlarımdan her yıl Mayıs'ta tenekelerde gelen peynir ne güzelmiş anne, ama heyhat tıkanıyor, yiyemiyorum, karşı sokağın içlerinde doğu-güneydoğudan kopartılan kürt kökenli ailelerin çocukları ekmekle beslenip sağlıksız büyürken kahrolası geçmiyor bir yerlerimden ve kabul etmiyorlar verdiğimde, ''dilencide, açta değiliz, topraklarımıza dönmek amacımız'' diyorlar… …… Aşk sonsuz bir ilahi ise annelerin çocuklarına yansıyan meleksi kokusu nasıldır anne? Sahi sen nasıl kokardın, kimselere soramadım, kabrini her ziyaretimde toprağını, çiçekleri soluyorum, toprak kokun doluyor genzime, gözyaşlarıma karışınca kokun uçuyor o bittiğim anlarda anne… Babam yıl- lardır hiç konuşmuyor, küçükken korkardım ama büyüyünce anladım hak verdim babama, tüm mahalle acırken, dimdik ayaktaydı ama konuşmazdı ve hiç evlenmedi, bizi hiç yalnız bırakmadı yokluğunda, gerçi üç tarafı denizlerle kaplı ve bizim olan o deniz kıyılarına hiç götüremedi bizi o maaşıyla ama yi- nede kendimizce mutluyduk anne, her ay başı mangal yakar, ancak o zaman et yiyebilirdik, sahi sen kebap sever miydin? Şimdi usta ben oldum mangal başında ama sensiz, ama kimsesiz… …… Pasaport vermiyorlar bana anne ve iki yıldır Fransa'ya yerleşip ülkeye dönmek istemeyen oğullarımı göremiyorum… Ninem bir gün beni dizlerine oturtmadı, bir gün sevmedi, oğullarımda ninesiz ve senin sevginsiz büyüdü anne ama dizlerimden yüreğimden hiç indirmedim onları… Yarın insanlar yine çiçekler, hediyelerle annelerine koşarken ben ne yapacağım ki anne? Ve her yıl olduğu gibi babam da sabah erkenden çıkar ve gece döner, ne yapar ne eder bu günde yıllardır söylemez… Aykırılığımı bir kez olsun çiğnedim, bu hakkımı kullanarak ve geçen ay kabrinin yanındaki boş yeri satın aldım anne öldüğümde, tükendiğimde yanında yatacağım anneciğim, ellerini verir misin bana orada, yeryüzünde beraber olmadık, ol-a-madık, yeraltında ellerimi tutar mısın bırakmadan, çok üşüyorum anne, kokunu, dokunu orada hissettir misin, bir kez olsun anne sıcaklığında sarılır mısın, çok özledim, hep özledim bir kez dindirir misin özlemlerimi… Anneler günün kutlu olsun melek annem… 11-05-2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / HOŞ GELİR ÖLÜM VE GiDERİM...
......... Sevda çöllerinde kum tanelerinin sağanaklarına sarılıyor, içime esrik vahalar dolduruyorum yokluğunda, avuntumdan öte iklimler değişiyor içlerimde, yağmur yağmur sen yağıyorsun tenhalarımın susuzluğuna... Irmaklarım taşıyor akaklarından azgın şelalelere dönüşüyor, yağmur düşmeyen ormanlara sağanak oluyorum kesintisiz... ......... Eylül devrolurken Ekim’e hazan tarifleri yapıyorum literatürlerde olmayan ve baharın ilk ya da sonu olmaz diye haykırıyorum, vadilerin sessizliği yankılanıyor tınılarca... Bumerang gibi dönen seslere yeni sesler ekliyor, varsıllaştırıyorum yüzyıllar süren sessizliğindeki vadilerin eteklerini, deli dolu sesler girdabında yoksul bir bayram yeri eğlencesi yaşıyorum nazire yaparcasına çocukluğumun tarlalarıyla adeta... Deliyim... ......... Viyolonsel sesler dolduruyorum boş kibrit kutusuna, akşamında çilingir soframda sensizliğe, sesin sizliğe seni katıp yokluğunda içip, varsın gibi düşselimde, olmayan gözlerine okuyacağım şiirlere eşlik etsin diye... Rakımın ilk yudumu, sigaramın ilk nefesi, kavun ve peynirimin ilk dilimi, kumsal işi ızgara palamudun ilk tadı, tadım, nefesim, soluğum, yediğim, içtiğimsin, her şeysin, her şeyden ötesin... Ötekisiz ve tek sevdamsın vazgeçilmez, çıldırtan, çılgınlıktan öte tapındığım ilahem... ......... Tut ki yaşamadım bu sevdayı, tut ki yoktun, olmadın, yine de ölmeyecek miyim, yine yitip gitmeyecek miyim sonsuzluğa... Şimdi ve artık varsan, soluk alışlarımda seni atıyor ve sonsuzluğa adınla, sevdanla soluklanıyorsam, şımartan, çıldırtan aşkının bize özel tohumlarını yüreğime ekmiş ve onu orada ikimizin korunaklarında besleyip, büyütüyorsam ve yokluğunda sarılıp aynı yere saklıyorsam ne gam ölmek... Doğarken başlamıyor mu? ölmek denen gerçeklik ve ondan kendimizi korumak, sakınmakla mı eksilteceğiz yaşam denen, içinde boşa geçirilen dönmeyen anları... ......... Aykırı gözlerinin onulmaz çığlıklarını nazlı kavuşmalarımıza eklerken, gecenin aydınlık ve gündüzün karanlığını hiç hissetmedim, çünkü AŞKTAN YENİ HABERİM OLMUŞ, AŞKI SENDE TANIMIŞ, ADINI AŞK, VARLIĞINI KUTSALLIK KOYMUŞUM, Aşk adına ne varsa sende, seninle, varlığınla yaşadım, kutsandım, onurlandım... Yaşadığım ama doymadığım, asla doyamayacağım, o kutsallık adına kucaklıyorum yitip gitmeleri hem de gülümseyerek, hem de kucak açarak... Ölümse adı hoş gelir... Kabulümdür... ........ Paradokslarımız övüncümüzdü seninle paylaşımına doyamadığımız ve gidişimde uygun düşmeli iki deli yüreğin birlikteliğinden bana düşen payında... Gururluyum gururunu yaşattın bana, onurluyum, onurunu paylaştım seninle, sevdalıyım, öğrettiğin, yaşattığın sevdanla ve ellerin ellerimde yüreğin yüreğimde gidişimi paylaşırken, hüzün gözlerinde ki anne gülüşüyle uğurlamalısın beni... Sana yaşamak yakışır yüreğindeki sevdamızla... Sevdamızın, aykırılığımızın onuruyla gitmek düştü bana kucaklarken ölümü... Hoş geldin ölüm hoş geldin.... 24.10.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / KANAYAN YARALARıMIZDI AŞK…
……… Solgun *******in ardından tan vakti gülümseyen gün değildi aşk, o bitmez ve geçmez dediğimiz yaralarımızı tazeleyen ama kanatmayan, acıtmayan, benzersiz bir oksijen depolayan tarifsiz melankolik serseriydi tenlerimizi rahatlatan… ……… En olmaz dediğimiz anlarda yaratılan ve tazelenen yaraların üzerinde tomur- cuklarla yeşeren, susuz filizlenen, kökleri yıllar öncesinin onulmaz acılarını hapse- den kırılgan ve masum aşktı yaşadığımız, acısı diplerde ve yaraların hemen altında dokunsak kanayacak, dokunsak ağlayacak… Şimşekler çakardı o olmaz zamanlarda ve iki uzak ve ayrı kentin aynı sefil kardeşliğini yaşayan ortak varoşlarındaki halkın yüreğine düşen cemre olurduk habersiz, uzun, kısa, orta saçlı kızlar seni severdi sen bilmezken, nehrin kıyısına komşu gecekonduların yeni yetme gençleri de beni severdi benden habersiz ve umutsuz atlarken nehrin balık kokulu sularına… ……… Ve bir anda dört mevsime eklenmemiş diğer nice mevsimleri üretir eklerken sevda denen deliye kış ortasında bahar düşerdi bazı kentlerin kıyılarına, ayrıldığımız- da güneş doğmazdı oralara ve damarlarımızdan hücrelerimize doğru yol alırken sak- larken içimizde güneşi şimdiye kadar doğmamışlığında… İçimizdeki güneşti yarala- rımıza değip tuz sancısı acılar doğuran ve her acıda yeniden doğar, doğarken tuzu şifalı ilaçlara, yaralarımızı aşka çevirirdik konakladığımız sınırı olmayan ülkelerde… ……… Tahrip gücü yüksek mektuplar yazardık dağarcığımızda uykuya dalacağımız anlarda birbirimize yollayacağımız ve geceyi bölen sessizlikten fırlayarak uyanırdık yazdıklarımız ulaştı mı diye…? Senden gelenleri okurken bulvardaki çiçekleri ve çimleri sulayan belediye arazözünün hortumundan fışkıran sular eşlik ederdi yaz- dıklarının serinliğine ve ürperirdim bir an, yıldızlardan yüreğime dökülen imgelere sarılır, çim tanesi olur mola vermek isterdim yaralarıma değen su taneciklerinde… ……… Aşk'a inancını kaybetmiş insanlara umut olmak değildi yazdıklarım, acılarım ve ben, seviyorken sendeki seni ve acılarını, kardeş yaralardı üleştirdiğimiz, dike- nini yitirmiş güllere ağıtlardı yakılan ve yazılanlar… Yaralarımızı öperdik kavuşma- larımızda- ki, nemli kalsın, kurumasın, sonraki mevsime uysun diye ve en çok bana gelen ayaklarının parmak yaralarını sever, sonsuzluğa uzanır öperdim onu doymaz- dım, her gelişinin kanayan en güzel yarasıydı, bahar badem kokardı sonbaharda… ……… Patika yollara sapardık yangına çevrilip küle dönmesin diye yüreklerimiz ve her mevsime uygun kanamalar üretirdik çünkü; aşktı ayakta tutan, aşk kanayan yara- larımızın iksiriydi… On'suz geçen zamanlardan intikam alırcasına her anı yeni anıla- rımıza ekler ve evrenin aşksız deliklerini, yüreklerimizden gözlerimize yansıyan o deli mavi sevdamızla kapatmak isterdik farkında olmadan, kapanır mıydı, var mıydı? bilinmezliğinde… Yüz yıllar süren suskunluğunu patlamalarla sonlandırıp kızgın lavlarla akan yanardağın ateşleriydi yaralarımız ve kanayanımızdı sönmeyen sönme- yecek olan… Kanayan yaralarımızdı aşk… 12.09.2007 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / KAYBOLMA EMİ…
…………… Saatleri asla umursamadığımız akşam üzerinde kısa soluklu bir molaya yönelişinin gereksinimiydi belki kalkışın, kalkmak üzere oluşun… Uzun mesafeli yemeklerin yanına eğer eklenmişse bir kaç kadehte, zorunlusun birikenleri dengelemeye bir sigara içimi aralığında da olsa… Yüreğim ürperdi kalkarken ve dökülüverdi sen ''Kaybolma Emi'' derken aynı anda ben- deki ''Geri Gelirsin Dimi''.? Gelişine türküler yakacağımı bilen sen, kaybolamayacağımı biliyor- ken hüzünler dökmekteydi yine gözlerin, saniyeler molasında ve dayanamıyordu yüreklerimiz yanyana iken bile gözlerimizin ayrılmasına. Kaybolamam, geri dönüşlerine yazılmışım ben… ……………En çok ilk buluşma anında soluğunu hissederim görünmeden sen, sonra her adımın bitmek bilmeyen saatler gibi gelir zaman geçmez durmuştur o an, soluğum kesilirken ne zaman yanımda olacaksın diye sabit bir tablo olursun gözlerimin önünde, renkten renge dönüşen kır çiçeklerinin davetkarlığında yüreğime konmanı beklerim kelebekliğinde… Ve orada konuklanıp kanatlarının ahengiyle, benimse ev sahipliğimin hiç bitmemesini isterim, bir çiçeğin, bir kelebe- ğin, bir sevda masalının umarsız dinginliğinde… Mevsimler değişir, yüreğim yangın yerinin kı- zıl alevlerindeki renk değiştiren atmosfer tabakalarına bürünür, attığın her adımın çıkardığı ses ve tınısındaki mızıkayı çalar, yanan alevlerin hışırtısında… Yol titriyorken adımlarında, içimdeki depremler insan girmemiş, keşfedilmemiş, güneş görmemiş ormanların iliklerinde hissedilir ve yol olur balta girmemiş ormanlarda… …………… Ve bir kez daha tutsaklığım pekişir seni görmediğim anlarda yüreğine doğru yolcu- luğum başlar ay yüzünü gösterdiği *******de ve saklandığında ise ay körebe oynar, yine bulu- rum yolumu yüreğine yapacağım içsel yolculukta ve yolumu kaybetmeden, isabet kaydederek sana yolculuğumda… Hiç yolumu kaybetmedim ki sana gelişlerim de, ışığa, güneş'e, ay'a ve aydınlatacak bir nesneye gereksinimim olmadı ki gözlerinin ışıltısı oldu rehberim, kılavuzum ve öyle aydınlandım, kutsandım ki bilmediğim yollardan sevdiğim yüreğine uzanan yollardan sana gelirken… Yolum aydınlanırdı geceye düşen zamanların kör karanlığında ve bir çift sevgi dolu gözlerin düşerken ve gitmiyorken silueti yollar boyunca, ışıl ışıl, sevgi dolu ve aşk kokan, beyaz çizgileri çizildiği anda silinen karayollarına emsal olurdu, bakışlarındaki aydınlık ve hiç gitmezdi izlerindeki bakışın sihirli yansıması yollarımdan… Birisi, birilerinin gözbebeğindeki yansımalardan bozkır kente yol almış, ama kimmiş bilinmezmiş derlermiş tozu dumana kata- rak ve hasretine yaklaştıkça yanan yüreğimin ardında bıraktığı küllerden, izlerden, gözlerinin yollara yansıyan, çıkmayan, izi kalan o sevilmesi kutsal olan kadından diye… Ve o adam, o sevilesi kutsal kadına tapıyor, buluşmalarında yeryüzünün coğrafi şekilleri bile bu sevdaya yansıyıp şekil, kabuk, katman değiştiriyor sevdalarının masumluğunda diye… …………… Tramplenin en üstünden ilk kez atlayacak olan yüzücünün bedeninde dalga dalga yayılan, kor ateşlerle yüreğinde hissettiği yükselen adrenalini yaşatırsın bana göründüğün an ve geçen zamanların görünmüşlüğünde… Dairesel hareketler içinde boşlukta asılı bir yumak ve çile gibi kalırım, usta bir örgücü kadının mil'leriyle tığ'larıyla ilmik ilmik örmesini beklerim-ki sus olan, pus olan, lal olan dilim açılsın, soluklanayım, son parandemi atıp serin sularında sana kavuşayım, sarılayım, kulaçlarımızı birleştirelim, yine ve yeniden dünyadan, yaşamdan kopma- nın bir kez daha anılarını oluşturmak için… Her gelişimde sana, her yaklaşmanda adımlarının sesi gelirken ressamın yeni çizmeye başladığı bir tablo olurdun, bense merakla izlerdim her fırçanın izleyeceği yolu ve kaybolma diye kırpmazdım gözlerimi… Ta ki sen '' Kaybolma Emi'' dediğinde bende sana '' Geri Gelirsin Dimi '' diyene kadar… …………… Ay'a benzer hilal kaşlarının altındaki gözlerinin derinliğinde gizlenirken, kendime ge- lir ve anımsardım ressamın tablosu çoktan bitmiş ve o sanat eserini karşıma koymuş izliyorum şimdi renklerini, ahengini, fırçadan tuvale dökülen hüzün gözlerin hülyasını… Nice sonra gar- son bardağımda eksilen suyu tamamlarken, bende gözlerinde çoğalttığın sevgi yağmurlarına özlemlerimi şemsiye yapıyor, korumaya alıyordum annecil sevgini, sevgisizlere rağmen ve ina- dına dosta, düşmana, herkese… Gelmiştin işte, karşımdaydın, kaybolmuyordun, kaybolmuyor- dum, kaybolmuyorduk… İnadına çoğaltırken sevgimizi, aşk defterimizin temiz, ak sayfalarına yaşanılası saf ve masumluğumuz ekleniyordu yeni günün içlerinde… …………… Piyanistin notalarına eşlik edercesine ve kuğu zerafetiyle yerini alırken sen, şimdi kaybolmama ve geri dönme sırası bendeydi, bir sigara içiminde çekilen duman dışa savrulma- dan dönmüştüm bile, o an kadar ayrı kalmanın tahammülsüzlüğünde… Durdurmak istediğim zamana karşı koyamamak çıldırtıyordu beni ve sen bilmiyordun bu kavramla olan içsel kavga- mı; çünkü sana hissettirmemeye çalışıyor, başaramıyor ve hüzün dolu ağırlıklar çöküyordu omuzlarıma ve sen durgun olduğumu düşünüyordun bu anlarda… Oysa tüm çabam geçen, yaşanan tüm güzelliklerimizi de bugüne bu ana eklemek ve hiç bitirmemekti, senin ''Kaybolma Emi ''? Dediğinde '' Geri Gelirsin Dimi ''? Söylemim bu yüzdendi… Sevdamdan dı… 31.5.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / KELEBEKLER DOĞUYOR GÖZLERiNDEN
…………… S_arı kanatlı serçelerin ötüşünü dinlerken, çıkan sesin nasıl bu kadar ahenkli ve iç dünyamı dinlendiren, bestelenmiş gibi ritmli olduklarına anlam veremiyor, sana çeviriyorum yüreğimi ve bu kez anlamlar yüklemeden çam kokulu, göl kenarında bir doğanın atmosferine sarıyorsun beni ıssızlığında, sabahları kuş cıvıltılarının doldurduğu… Başka da hiçbir sesin duyulmadığı ve çamların buram buram iliklerime dolan serinletici buğusu yayılıyor bedenimde durmaksızın, çoğalarak, cıvıl cıvıl… …………… E_lma dallarından çiçeklere, otlara, toprağa, ahenkle ve ritmindeki uyumla uçarken kelebek- ler, oluşturduğu rengarenk kıvılcımlardan habersiz ne düşündüğünü ve uçmasının özgürlüğünde, ne, nasıl paradokslar oluşturduğunu düşünüyorum…Beni görüyor mu ve nasıl algılıyor, belleğinde hangi şekle uygun görüyor? Diye sorgulayıcı yorgunluğa dalarken insanları doğadaki çeşitli sınıflara ayırıp seni bin bir renkli ve hiç birinin diğerlerine üstünlüğü olmayan kıvamda kelebeklendiriyor, kanatlarına sokak çocuklarının düşlerinde gördükleri uçan balonlar takıyorum… El sallıyor, kanat çırpıyor ve asla sayılamayan yüzlerce noktadan oluşan gözlerinle gülümseyip, az önce sınıflandırdığım insanlara doğ- ru yolculuğa çıkıyorsun, çocukluk düşlerini emanet ederek bana… Çocukluğum, geçici aldığım emane- ti kıskanıyor ve onun yanına koyuyorum, şimdi iki çocuk, iki düş, şımarma mevsiminde papatyalar takı- yorlar birbirlerinin saçlarına ve bendeki çocuk kıskanıyor başındaki sarılı, beyazlı taçları, en çokta sana yakıştığını düşünüp, annesine sakladığı papatyaları, sağ dizi yerde, sol elini yana açarak, hafifçe eğilip sağ eli ile sana sunuyor kırlardan topladıklarını, bir centilmen oluyor çocukluğum, sen utangaçlığında kabul edip alıyor, lolita kıvamında buseler koyuyorsun çocukluğumun masum yanaklarına… …………… V_aftiz töreninde ağlayan çocuğa veriyorsun balonlardan birini ve kelebek kanatlarını, saklı kimliksiz bir rahibeye dönüştürürken… Hiç bilmediğin, gitmediğin bir kente doğru havalanıyor, rüzga- rın akışına bırakıyorsun özgür yüreğinin üzerindeki ışıltılı kanatlarını çırpmadan, yorulmadan, usul ve sessiz süzmektesin yabancısı olduğun kenti, gökyüzünden kuş uçumu mesafeye inerken… Gecenin gözlerinden, balonlardan birini mum yaparak, yakarak, aydınlatıyorsun rotanı, kent ışıldıyor, sen hiçbir yerini bilmediğin sokakların içinde, kırmızı taneli dut ağacının yaprağında soluklanıyorsun, vişne renkli balonları yüreğin gibi özgürleştirerek… …………… T_ahteravallide denge sağlayan akrobatları, rüyalarında göreceği heyecan ve şaşkın ve ağız- ları bir karış açık izleyen çocuklara mavili balonları veriyorsun, umutları, düşleri tamamlansın, eksik kal- masın sabah uyanınca hayal dünyaları diye… Pembe balonlar veriyorsun her birinin eline, varoşlardaki semt pazarında içi saman dolu sahte barbie bebekleri, annelerine aldırtamayan, sabah evden çıkarken para istediğinde sunturlu küfür savuran, akşamdan kalma aile reisinin! ! düşman gördüğü karısının hala izlerini taşıdığı mor göz altı izli kadınların ellerini tuttukları sevimli, ürkek, belikli kız çocuklarına… Siyah balon vermek isterken vazgeçiyorsun bana kızarak, bende sana verdiğim papatyalarımda öfkemi saçıp kara kartalın başarısızlıklarından dolayı siyah yok diyorum ve veremiyorsun emekçi kadınların cüzdanı- na, çantasına göz koyup alıp kaçmak isteyen, artlarında dolaşan kapkaç kılıklı, varoşların, yıkanmayan yorgun, kirli, korkunç, erken yaşlanmış yüzlü gariban çocuklarına… …………… A_ğaçlara takılan uçurtması için ağlayan çocuğa dallarda takılı renklerle örtüşen balonlar ve- riyor, teker teker azaltıyorsun kanatlarındaki renkler gibi rengarenk balonları… Tanımadığın kentin sema- larında bir veda havasında turluyor, gökyüzüne serpiştiriyorsun diğer tüm renkteki balonları ve gökyüzü balonların danslarında rengarenk eşlik ederken hafif esen rüzgarın kollarına kanatlarını sarıyor, kendine doğru kanat çırpıyorsun… Kendine doğru çırptığın her kanat, seni bana getirken, beni sende, seni bende saklarken, yanyana koyduğum çocukluğumuz şimdi sana kavuşacak olmanın mutluluğunda papatyalar- ca gülümsüyor ve bana benim için sakladığın serseri ve isyankarlığına denk düşüyor dediğin o en güzel kırmızı balonu veriyorsun, alnının öpülmüşlüğünde… …………… P_eribacalarını panoramik bir tepeden ve gün batımında izlerken pembe, kızıl renkler vuruyor yüzümüze, gözlerine yansıyor pembe pembe bakıyorsun hüzünlerini çoğaltırken…Gözlerinden yüzlerce kelebek doğuyor, kuş cıvıltılı yerlere gönderiyorsun her birini sevgi ile yolcularken… Şimdi ve sonra gör- düğüm her kelebeğin, rengini senden aldığını, sevginle kanat çırptıklarını ilişkilendiriyor, günün herhangi saatinde ve her yerde duyumsayabildiğim kuş seslerinin cıvıltılarıyla buluşturuyorum, göl kenarlarında, ağaçlarla kaplı doğanın koynunda resmediyorum… 21.04.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / KİMLİKSiZİM…
…………… S_abahın hangi zaman diliminde olduğumu anlamaya çalışırken duvar, tavan, içerideki eşyalar üzerime geliyor birer birer ve çoğalarak… Duvar yıkılıyor üzerime yorganı çekmeye çalışıyorum korunmak için, nafile yorgan gecenin hangi saatinde yerlerde bilemiyorum, tavan çöküyor beynimin kılcal damarlarını titreterek ve eşyalar devriliyor yerlere… …………… E_ve akşam mı geldim ve hangi odadayım kestiremezken, bir an hangi evde nerede olduğumu bulmaya çalışıyorum nafile… Yıllarca her akşam bir oteline esrikliğimle konuk olduğum Güneydoğu'da odaklanıyorum bir an ve yok yok diyorum kendimle konuşmalarımda, akşam en son kadehi istediğimde şef garsonun servisi kapattıkları söylemine sinirlenerek bardağı yere atıp kırdığımı hatırlıyorum, sonra iki kişinin kolunda dışarı çıkartılışım ve yediğim ilk darbeden sonra hiçbir şey hatırlamayışım… Hesabı ben mi? başkası mı ödedi diye düşünürken başkasının o saatte o meyhanede olmadığı, bir başınalığım düşüyor geceden esir alan uğultu korosundaki beynime… Gerek görülmedi, hesap tamamdı, kovulmak ve tek yumruk hesap olarak dönmüştü adını bilmediğim, nereden oraya geldiğimi anımsamadığım meyhaneye ve bu odaya gelirken hangi yollardan geçmiştim, ne ile gelmiştim? Siyah keten pantolonumu dolabın kapağı üzerinde olduğunu görüp, kalkmak isterken sendeleyip ama yine de doğrulup ceplerini karıştırıyor, arabamın anahtarına ulaşıyorum… Kim getirmişti beni arabamla ve kim çıkarıp yatırmıştı? …………… V_ivaldi'nin Dört Mevsim' i geliyor kulaklarıma, kim dinliyor diye düşünürken feryatlar yükseliyor çoğalıyor gitgide artan temposu yükselen bir ritimle… İşine gitmekte olan tüp dağıtım kamyonetini süren entel bir şoför sonuna kadar açmış Müslüm baba'nın ''Tanrı İstemezse Yaprak Düşmezmiş'' adlı ünü yurt dışına yayılan şarkısını... Sigarasının ayyaşlığında… Okula giden yarı uykulu çocukları görünce yavaşlayacağına olanca gücüyle kornaya yükleniyor, çocukların uykusu ile gece vardiyasından dönüp henüz yatanların uykusu arasında çok bilinmeyenli sentezler oluşturarak ve arkasında savrulan dağılan boş tüplerin sesi titretirken mahalleyi doymadığı şarkıyı başa almaya çalışıyor hünerli elleri ile… Nazım Hikmet'in hangi yıl yazdığını düşünüyor bulamıyorum o an ''Memleketimden İnsan Manzaraları''nı ve ülkenin her yeri, her karesi manzara olmuşken ve bu manzarayı yaratan, üreten, resimleyen, içinde olan yurdumun insanları varken tarihte ne ola ki… Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadı değil miyiz? Tufanları gösteren tarihlerin yadı değil miyiz? …………… T_arhana çorbası olsa şimdi biraz, dumanı tüterken içip toksinlerini az da olsa atabildiğini düşünmek bir an rahatlatıyor, ardından da kıvrandırıyor… Günlerdir sıcak bir tas çorba içmediğim geliyor aklıma, acıkıyorum tarhana kokulu düşler ülkesine uzanmak isterken ve şu anda çıkıp nerede sıcak çorba bulabilirim diye düşünürken kimliksizliğim geliyor aklıma… Kimim ben, ne iş yaparım, çorba içtikten sonra nereye gideceğim… Sahi bilmediğim işime gidemezsem ararlar mı beni telefon gelir mi? Sorarlar mı bilmediğim işime bugün neden gitmediğimi, nerede olduğumu, hasta olup ta gidemediğimi mi düşünürler diye sorgularken telefonun arama sesini en üst seviyeye getiriyorum ki rahatça duyayım nerede çalıştığımı öğreneyim diye… Pencerenin yanından güneş ışığının tamamının vurduğu balkona çıkmak isterken korkuyor, ürküyor vazgeçiyorum… Şimdi hangi kentin havasını bile soluduğumu bilmezken ne işim vardı balkonda ve ne işim vardı odasını bilmediğim duvarları, boyası yabancı olan bu evde… Kimdim, neydim diye sınırlarımı zorluyorken telefon sesiyle irkiliyor hemen açıyor, sonra yere çarpıyorum gelen mehter marşı'nın sağır eden gürültüsünde… Bazı kareler oluşmaya başlıyorken resim yırtılıyor, parçalanıyor, yok oluyor yeniden ve yine kaybolmuşluğumda… …………… A_ğır, aksak dolaşıyorum evin içerisinde, yattığım odanın dışındakiler boş, eşyasız ve benim gibi kimliksiz… Mutfağa giriyorum ortalık içki revan… Her tarafa şarap, rakı, bira şişeleri ve birkaç kadeh yayılmış, ağır anason kokusu çökmüş insanın içini dışına çıkaran rezillikte… Boş şişeleri tanımaya çalışıyorum kim, ne zaman içti diye ve hepsi yabancı hepsi başka anlamlarla bana bakıyor, bense kendime bakamamanın acısıyla banyoya giriyor ayna arıyorum… Kendimi birden fazla görüyorum kırılan aynada ve sayısız beni birleştirmek kendimi tanımak istiyorum, ağzım, burnum, kulağım, kaşlarım yüzümü tanırken kimliğimi görmek istiyorum ama inat ediyor kırık ayna göstermemekte… Bir parçasını alırken çerçeveden diğer parçalar lavabonun üzerine farklı ritimlerde ses çıkartıp yayılıyor, kırılıyor şangırdayarak… Elimdeki kırık parçayla antreye süzülen güneş ışığında bakıyorum tanımadığım kendime… Kaç gündür böyle saçım sakalım karışmış haldeyim, ne zamandır banyo yapmıyorum uzamışlığında saçımın sakalımın kirlenmişliğinde… Kirden yağa dönüşüp parlayan saçlarım, ışık huzmesiyle daha bir belirginleştiğinde kendimden nefretimi ayna parçasına yükleyip fırlatıyorum yerlere kimliksiz yüzüme dayanamıyorum… …………… P_erde arıyorum kornejsiz evin içinde cama germek çırılçıplak soyunmak için… Kahretsin hiçbir şey yok evde… Tozdan rengi değişen küveti su ile doldurup içinde saatlerce kalmak, uyumak istiyorum hiç uyanmadan… Su akmıyor, anlaşılan üzerimdeki kir'e eklemeler olacak bugün yine artarak… Dışarı çıkıp dolaşmak isterken, neredeliğimi bilmediğim aklıma geliyor, ceplerimi karıştırıyorum beş kuruş para yok… Ne yerim ne içerim diye düşünüyorum ve hangi yemekleri sevdiğimi düşünürken aklıma hiçbir şey gelmiyor, gelmiyor, gelmiyor… Akşam içki ve yemekle karışık dayak yediğim meyhaneye gitsem yemek verirler mi bana, yoksa gecenin yansımasını yine mi yaşarım? Neredeydi bu meyhane diye inceden, derin, yoğun düşünüyorum ve bir şeyler yapmam lazım ki mide gurultularım sancıya dönüşürken, içimde oluşan ağrılara son vermeliyim… Duyduğum melodiye anlam yüklemeye çalışırken artarak devam ediyor ve kapının yumruklandığını işitiyorum zil melodinin eşliğinde… Koşarak giderken kapıya beni kurtarmaya geldiklerini, yemek getirdiklerini, kimliğimi, işimi getirdiklerini düşünüyor açıyorum hemen kapıyı… Üzerime çullanan birkaç kişiyle yere düştüğümde yüzüstü yatırıp ellerimi arkadan kelepçeliyor ve yerden kaldıran hemen telsizle yakalandığımı bildiriyor bir yerlere ''anlaşıldı''komutuyla kollarıma girip merdivenlerden iniyor, sireni yanan, öten bir arabaya bindiriyorlar mahallelinin alkışları eşliğinde… Ne yaptım, neler başardım da beni çılgınca alkışlıyorlardı anlayamıyordum kimliksizliğimde… Cama vurmaya çalışan birilerini polis uzaklaştırırken aklıma geçmişten iki şey süzülüp belleğime takılıyordu; Beni Siz Delirttiniz… Beni Siz Delirttiniz… Beni Siz Delirttiniz… Ve de '' Bu düzeni görüp delirmemek mümkün müydü''? Halkımın, sirenlerin, caddelerin izlerinde kimliksizliğime doğru yol alıyordum… 29.3.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / KİTAPLARIM SATMıYOR ARTIK
……………S_on kitabımı çıkartırken; yayınevine, kapak tasarımcısı ve fotoğrafcısına, baskı ve cilt- ciye, matbaaya ve kitap dağıtımcısına, önceden de ödenemeyen borçlarım nedeniyle hatırı sayılır rakamlarda senetler imzalayıp verdim, satıp, kazanıp ödenmek üzere… Altın vuruşum olacak son eserim, öylesine emin, öylesine coşkuluyum, okunacak, satacak son kitabım… Alkolden titreyen ellerim, imza günümde alkışlayan ellerle yeniden buluşacak, doğuşum olacak sil baştan… ……………E_vrim yaratmıştım, ilk kitabı yayımlayıp yirmi altı yaşın olgunluğuyla ve aşık usandırıyor çıkmıyordum tüm döviz cinsinden desteli tomarlara karşın ulusal kanallara, gizli bir tatmin ve du- yumsanmamış tüm orgazmları yaşarken, gizli cennetimde sadece doğu-güneydoğudan gelen kü- çük kitabevlerinin açılışına ve imza gününe katılıyordum, henüz tanınmamış kimliğimde… Orada kürt, alevi ve ezilmişliklerinin mezhebinde cendereye sıkıştırılan, bunaldıkça okuyan kesimler ve sorgulayan, yargılayan halk ve halklar vardı, köşeye sıkıştırırlardı imzadan sonraki yöresel akşam yemeklerini tadarken gençler ve çok hoşuma giderdi onların karşısında nakavt olmasını hisseden boksör gibi… Sağ'lı sol'lu yumruklar gibi yanağıma, alnıma, kaşıma, gözüme, göğsüme, karnıma, her yerime dokunan, ezilmişten kaynaklı dokusu ipeksi ve altın işlemeli kelimeler vuruyor, kendimi savunmasızlığımda… Nice sonra yerden kalkıyor, kaldığım yerden devam ediyordum, gardımı alıp yeniden savunmaya geçiyordum kelimeler ok gibi fırlarken yüzüme ve günün ilk ışıklarına değin sürüyordu ringdeki kelimelerin vatan kurtaran deyişleri… …………… V_an, en uçtaki imza, söyleşi kentiydi ve göl kenarında gece sohbetlerinin ardından gör- sel şölene dönüştürülen, karnımızdan önce gözlerinin aylarca doygunluk hissettiği kahvaltı salon- larında günaydınlaşırdık edebiyat dostları ile… Sokağa taşan masalarda garsonların ekmek yetiş- tirmekte zorlandığı, irili ufaklı sokaklarda ne çok kahvaltı salonları vardı ve tüm Van halkı sanki bu- ralarda kahvaltı yapıyor, evlerde çay demlenmiyor hissi uyanırdı her gidişimde ve kadınların ayıp sayılan, olamadığı ve gidemediğini bilmeme rağmen… Göl kenarındaki Tatvan dönüşte uğrak yer- lerimdendi dostlarımın olduğu ve yıllar geçse de hala telefonla iletişim kurduğum ve öğlenleri ünlü Büryan kebabı yenmeliydi yöreye özgün… Severdim de yerken, mutlu olurdum kuyunun içinde o ilik gibi pişen et, çatal değdiğinde dağılıverirdi taze ve pişmişliğinde, oburdum küçüklükten kalan alışkanlıklarımla ve gece Diyarbakır da konuklanırken final ille de Selim Amca Restaurantın küpte yaptığı terbiyeli işkembe ile olacaktı her konukluğumda diyar kentte… Süregelen günlerin ne çok ve çabuk geçtiğini düşünürdüm evime döndüğümde ve Ergani, Siverek, Muş, Bulanık, Varto, Bat- man, Cizre, Hekimhan, Doğanşehir, Gölbaşı, Besni, Adıyaman, Nizip, Kahta'daki cebi yoksul, yü- reği, sevgileri, dostlukları varsıl insanlar, dostlarım gelirken aklıma, geceden sabaha uzanıyorken uykusuzluklarıma, gömülürdüm yatağımın tenha köşelerine, onların gülüşleri eklenirken yastığıma yatağımın altında saklardım oğlu-kızı dağa çıkmış biçare ihtiyarları… …………… T_unceli; dağlarının, deli akan Munzur'uyla, ruhumun derinliklerini dinlendiren, halkının tamamının potansiyel suçlu kimliği taşıdığı, çocukların anne karnında suçlu ilan edildiği en güzel özgürlüğüm oldu benim sokaklarında dolaşırken… Pertek, Hozat, Çemişgezek'iyle, Nazimiye, Pü- lümür, Mazgirt'iyle, köylerinden dahi modern giysiyle gelen kızların, okudukları kitapları imzalatma çoşkusu taşıyan dinmemiş yangınların ateşiydiler, sıcaklıklarını yüreğime aktardıklarında ve devr alırken dinmeyen ateşlerini, hazırlık yapıyordu büyük kentlerin, aşkı, babalarının işçilerin sırtından kazanan kızlarının kuaförleri ve Avrupai mağazalarında… Onlar semahların, onlar dergahların, asil ve ezilmiş, dilleri yüreklerinde saklı ve isyana hazır kadınlarıydı ülkemin… Patlamaya hazır volkan, suskun, ama susmayan yürekleriydiler… Tanıdıklarına rağmen, bildik ve kitap istemelerine rağmen yol boyunca düşman ülke sınırlarında göremeyeceğim eziyete alıştım artık Tunceli il sınırlarından yol alırken gakkoşlar diyarı Elazığ'a yolculuğumda, en çokta Karakoçan'da bir sigara içimi molayı severdim dostum Hıdır'ın dükkanına girerken ve biliyordum elimde büyüyen Taylan şimdi orada ve sarılacak yine bana bırakmadan dakikalarca, doğduğundan bugüne bu ilçeden çıkmamışlığında bana ülkesinin yağmurlarına hasret tutuklu gibi… Altı yaşındaydı ilk tanıdığımda ve şimdi üniversi- teye hazırlanıyor, ille de İzmir diyor deniz görmemişliğini dindirmek için… Biliyorum gider İzmir'e o ilçenin en yüksek puanını tüm deneme sınavlarında kotarmasıyla, aklıyla ve hak ediyor ülkemin Taylan'ı annesine ''Kendim için bir şey istiyorsam namerdim, ama sana güzel bir gelin getireceğim'' söyleminde… Ve Taylan ve Hıdır ve yüzlerce onlar gibi dost biriktirdim her uğramışlığımda… …………… A_daptasyonda zorlanırdım her dönüşümde ve içimin kırsalında sevgileri çoğalırdı o yö- renin insanları düşerken ve çıkmazken usumdan… Anlattıklarım, inanmakta zorlanan sayıları ço- ğalan topluluk oluşturuyor ve her defasında bir sonraki ziyaretime günlerini denk düşürmek iste- yenlerle durmadan artıyordu… Ben ise gittikçe tükenen ama hissettirmediğim bir yolun sonuna yaklaştığımı, gelmek üzere olduğumu saklamaya çalışıyordum nafile çabayla.. Bir tek dost ya da arkadaş bile sormaz olmuştu yeni bir yazımın, öykümün, şiirimin varlığını… Zaten bir tükenişin son uzatmalarını tükenmek üzere olan kalemimle yazmış ama okutacak, değerlendirecek, kötü de olsa eleştirisine sunacağım kimseler kalmamıştı yazı dünyamda…! Ya beğenmezlerse ve raflarda rengi solmaya başlayan son iki kitabım gibi akıbete uğrarsa diye düşünmeden duramıyordum… …………… P_elür kağıt bile bulamadım tasarladıklarımı yazmak için son kitabıma dair ve oturduğum semte uzak diye bir ilköğretim okulunun çöplüğünden topladım gecenin ilk saatlerinde… Ama artık her şey çok güzel olacak, yeni nesil okuyucu ve eski okuyucularım çıktığı anda kapışacaklar son ve yeni kitabımı… Ardından sayısız baskılar yapacak ve yıllar önce röportajlarını reddettiğim televizyon kanalları yeniden peşime düşecekler-ki ekran kıyafetimi de çıkacağım kanallar alsın artık, kravatım dahi kalmadı çünkü, bu ker*** eve taşınırken son iki kravatımı yatağım dağılmasın diye ip yerine kul- lanmıştım ve parçalanmıştı lime lime… Ama en çok sıcak lavaş ekmeğe tereyağı sürüp, arasına tu- lum peyniri koyarak yemeyi özledim kaç yıldır, aldığım ilk para ile bunu gerçekleştireceğim, eğer o geçmek bilmeyen kalp ağrılarım geçici bir süre izin verirse… Açık kalp ameliyatımı yapan cerrah bu tür yiyecekleri anında tetikleyici olduğundan kesin olarak yasakladı ama nasıl olsa kitabı çok satan bir yazarın, hele ki umudu olan son kitapsa kalpten öldüğü nerede görülmüş? Çok özledim okuyu- cularıma kitaplarımı imzalamayı… Çok özledim kışları battaniyeye sarılmadan sobanın sıcaklığı ile ısınmayı… Çok özledim sıcak ekmek ile tere yağ ve tulum peynirini… Çok özledim… Özledim… 29.5.2006 - Adana Olgun Ekinci |
_ Sevgiliye Mektuplar / ÖDüNÇ DÜNYANIN AYDINLIĞIYIM, SIĞINDIĞIN YÜREĞİMDE…
……… Sınırsızladığım hayal dünyama, güz esintileriyle rakseden bahçeler çiziyorum, akşam olduğunda soluklanmak, gece düşler alemine çocuksu salıncakla salınmak için… Sabah se- rinliği yalarken yüzümü, yüreğimin çocuksu yarısı ılıman kıtalara göçteyken, güneş olup aydın- latıyor, ısıtıyorsun diğer yarımı… ……… Ebegümeci topluyorum karşı dağdaki köye bakan sırtın yamaçlarından, akşam yemeğime katık, düşsel yalnızlıklarıma meze, geceden sabaha hazımsıklarıma derman olsun diye… Sever- sin sen diye özgür papatya ve gelinciklerden taç yapıyorum, akşam soframda karşıma koymak, saçlarına takmak için… Yokluğunda iki kişiyim, bereketinle avunuyor, gözlerine sarılıyorum… ……… Vadilerin güneş görmeyen serinliklerine çocuksu olmayan yürek yarımı taşıyor, azgın ve çağlayan suları ılımanlaştırıyorum güneş olup aydınlattığın varlığınla…Kayalara çarparak ilerleyen yatağından taşarak oynaşan nehir, yansıyan siluetinden süt dökmüş kedi gibi uysallaşıyor, bando mızıka takımının ritminde ahenk ve uyumla akaklarına sarılıyor… Bağımsızlığını kazanan ülkenin yıldönümü kutlamalarına katılan halka, adeta selam duruyor, delice akışından vazgeçerek selam veriyor şimdi geçtiği tören yolundan sarsarak, iç titreterek akışkan dinginliğinde… ……… Torosların karla kaplı zirvelerinden bereket saçarak enginlerime, hayal bahçemin mimoza- larına iniyorsun damla damla yağarak… Değdiğin, dokunduğun, ıslattığın her noktada yediveren güllerin fidanı tomurcuklanıyor, adı deli, yüreği mavi olan bir adamın usuna gelincik tohumları ser- piliyor, reyhan kokusu yayıyor usundan karşı yamaçlara, ovalara, platolara… Öylesine yağmur, öylesine bereketsinki asırlardır süren susuzluğun kıraçlarına derman oluyor, akıyor, yağıyorsun, serinletiyor, besliyorsun, bilgeliğinin, kutsanmamışlığının azize ruhuyla… ……… Akşamın ''geliyorum'' dediği saatlerde bu mevsimde hep nemli bir yalnızlık çöker yorgun gerçeklerimin üzerine, bunalır, boğulur çıkış yolu ararım kendi kazdığım tünellerimde, sırılsıklam sabahta karabasanlar çöker, serinlikler ararım… Yorgun yüreğimdeki cemresin o an esintinle ve üzerimdeki sisli yalnızlıklarımdan arınmaya başlarım, yüzleşirken gerçeklerimle, kavgadayken ruhumla, adalet dağıtan, kanıma damlayan meleksi rüzgardır hissettirdiğin… Bedevi yalnızlıkla- rımda dirilirim, yorgun gerçeklerime rüzgar olup serinletirken sen, nefesin, sesin… ……… Perspektifsel bir daire çiziyorum çiti olmayan korunaksız düş bahçeme ama heyhat top- raksız, kil ve kumsuz kalıyorum… Onlarsız güz esintilerinde savrulur, hiç olurum, açamam hiçbir mevsim hiçbir böceğe, uçan kuşa, meleyen kuzulara… Öylesi aç, öylesi muhtacım ömrümce bah- çeme serpeceğin toprağına ve bilirim yem etmezsin kurda, kuşağa, böceğe… Toprağın bereketli toprağın kutsal… Toprak olup ömrünü bahçeme serpmelisin…Güz bahçemin güneşi, toprağımın bereketi, yağmurum olmalısın… Damla damla, sağanaklarla yağmalı ardından güneşler açmalısın tenimde….Sınırlarımda… Sınırsızlığımda… MART - 2007 - ADANA Olgun Ekinci |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 12:25 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.