![]() |
İsmail Aksoy
11. Çizim: Sarkaç
Birdenbire yükseliyor Bilinmez bir kuyudan Bir araştırma Anılarında senin Bedeninin üzerinde bir sarkaç Ya da bir mermi Anlattılar sana ki o Merkezi basıncı ölçecek Ve bir Poe kişisi olarak Duyumsadın kendini Ne ki paniğe kapılmadın Yalnızca bir sarkaç Bedenin çekirdeğini ölçecek Sebastiao Uchoa Leite (d. 1935, Brezilya) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy. |
7 Kasım – Zafer Günü İçin Kaside
Bu çifte yıldönümünde, bu günde, bu gecede, bulacaklar mı ıssız bir dünyayı, karşılaşacaklar mı umutsuz yüreklerdeki derin boşlukla? Hayır, saatleriyle bir günden daha fazlası, aynaların ve kılıçların bir geçit töreni bu, gecesel köklerinden şafağı burkana dek geceye çarpan çifte bir çiçektir bu. İspanya’nın Güney’den gelen günü, cesur gün demirden tüyüyle, oradan geliyorsun sen, çatlamış alnıyla düşen son kişiden ve ağzında senin yanan sayılarınla! Ve oraya gidiyorsun bizim hâlâ yaşayan anımızla: gündün sen, kavgaydın sen, destekliyorsun görünmeyen sütunu ve kaçışı barındıran rakamındaki kanın doğacağı yeri! Yedi, Kasım, nerede yaşarsın? Nerede alazlanır yapraklar, biradere nerede söyler doğrul diye vızıltın ve düşene: ayağa kalk! Nerede büyür kanının defnesi ve sızar insanın zayıf etine ve yükselir havaya biçimlemek için kahramanı? Sende, yeniden, Birlik, sende, yeniden, ey dünya halklarının bacısı, ey temiz memleketi Sovyetler’in. Bütün dünyaya yayılmış yapraklar gibi büyük tohumun döner sana. Kavganda, hiçbir ağlayış kalmadı artık ey halk! Her şey demirden olacak, her şey dolanıp yaralayacak, her şey kavranılmaz sessizlik bile, kuşku bile, evet, kış elleriyle kuşku bile arayacak yüreklerimizi dondurmak ve batırmak için, her şey, sevinç bile, her şey demirden olacak, zaferde yardımcı olmak için sana, ey bacı ve anne. Seni inkar edene tükürülsün! Saatlerin saatinde alsın cezasını o sefil, kan revan içinde, dönsün korkak karanlık evine, bulsun defne yürekli olanı, o cesur yolu, dünyayı savunan o kardan ve kandan cesur gemiyi! Selâmlıyorum seni, Sovyetler Birliği, bu günde, tevazu ile: yazar ve şairim ben. Babam demiryolu işçisiydi: yoksulduk her zaman. Seninleydim dün, uzaklarda, o büyük yağmurlu küçük ülkemde. Orada büyüdü alazlı adın, ve halkın bağrında yandı, cumhuriyetimin yüce göğüne dokunana dek! Bugün seni düşünüyorum, herkes seninle! İşlikten işliğe, evden eve, kırmızı bir kuş gibi uçuyor adın. Kahramanlarınındır onur ve kanının her damlasınındır, saf ve mağrur meskenini savunan yüreklerden o muazzam birikimindir onur! Seni doğuran o acı ve kahraman ekmeğindir onur, açılırken zamanın kapıları halktan ve demirden ordun şarkı söyleyip yürürken kül ve ıssız toprak arasında, katillerin üzerine doğru, zaferin temiz ve kutsal toprağında bir ay gibi büyük bir gül ekmek için. |
8 Eylül
Bugün olan gün ağzına dek dolu bir kadehti, bugün olan gün muazzam bir dalgaydı, bugün bütün bir dünyaydı. Bugün yükseltti dalgalı deniz bizi bir öpüşün doruğuna, ki titremiştik bir yıldırımın çakışında, ürkmüştük ve dibe batmıştık birbirimizin kucaklayışında. Bugün yaymıştık bedenlerimizi sonsuzca, büyümüştük dünyanın sonuna doğru ve kaynaşmıştık birbirimize sarmalanmış olarak tek bir damlasında balmumunun ya da meteorun. Yeni bir kapı açıldı aramızda ve henüz yüzü olmayan biri, oturdu ve bekledi bizi orada. |
Abraham Jesus Brito (Halkçı Şair)
Adı Jesus Brito'dur, Jesus yabanıl asma ya da halk, ve gözleri aracılığıyla dönüştürdü kendini suya, elleri aracılığıyla köklere, tekrar tekrar ekinceye kadar O'nu orada daha önce yaşadığı yerde, rezil taşlar arasında tekrar filizlenmeden önce. Ve dağlılar ve denizciler arasında güçlü bir kuştur O, yurtsever bir semercidir O yabanıl memleketinin narin ağaç kabuğundan yapılı: ne denli soğuksa, o denli serin buldu O: ne denli katıysa toprak, o denli çok yıldızın çeldi aklını: ne denli açlık varsa, o denli çok türkü söyledi O. Ve demir yollarının bütün dünyası açıldı anahtarlarıyla ve asmadan liriyle O'nun, ve dolandı durdu memleketin köpüğü boyunca, asılı yıldızlarla süslenmiş küçük paketlerle, O, bakırın ağacı, suladı O her bir küçük yoncayı, dehşete düşüren isteksizliği, yangını ve koruyucu ırmakların kollarını. Irza geçmelerin gecesinde tükenen O'nun sesi ışık çığlıklardaydı, *******i şapkasında yığdığı vahşice çağıldayan çanlar getirdi beraberinde, ve yüklü bavulunda topladı halkın kahredici gözyaşlarını. Kumlu ara yollara saptı güherçilenin güçten düşüren genişlikleri arasından, sahilin sarp dağı üzerinden, çaktı şarkının her bir çivisini ve taş taş üstüne yükseltti dizeyi: sonra bıraktı ellerinin izini, damlayan yazımbilimini. Brito, başkentin duvarları arasında, kahvehanelerin gürültüleri ortasında, dolandın durdun derin köklerinle bir hacı ağacı gibi ardında toprağın, ta ki oluncaya dek kökler, taş, toprak parçası ve kara madencilik. Brito, senin haşmetine vuruldu vurulur gibi heybetli deriden yapılma bir davula, ve altında mavi gökyüzünün muhteşem bir ülkeydi senin ormandan ve halktan oluşmuş hakimiyetin. Göçebe ağaç, şakıyor şimdi senin köklerinin altında toprağın, ve sessizlikte. Biraz daha derinde de sen dinleniyorsun. İşte şimdi toprağın ve yeterli zamanın var artık. |
Acaba Ne Öğütledi Yüreğine
Acaba ne öğütledi yüreğine Bu başı bağlı ay, mahcup şirin yavrum, Kadim dolunaydaki Eros hakkında Şöhreti ve ayakları altındaki yıldızlar hakkında, Ah hısım akraba dolu Franziskan rahibi - komedyenle birlikte. En iyisi inan bilge sözüme Kulak asma rahibin dediğine, Şu gözlerde tutuşan bir övgü Ürpertir yıldız ışığını. Benimsin, ah benimsin sen! Ağlama artık ne ay varken ne de sis Sevgili duygusal yavrum. |
Acı Çekmedim
Fakat acı çektim mi? Acı çekmedim. Sadece halkımın acı çekmesinden ötürü acı çekiyorum. Yaşıyorum içinde, yaşıyorum anayurdumda, bir hücre gibi o sonsuz ve alazlı kanda. Zamanım yok kendi acılarıma. Kimse acı çekmemi sağlayamaz bana temiz güvenlerini veren bu hayatlar olmadan, ve bir hain gibi bıraktı ölü mağaranın dibine vursun diye, ne ki geri döneceğiz oradan ve yükselteceğiz gülü. Cellat benim yüreğimi yargılasın diye baskı yaptığında yargıçlara, açtı o kararlı kitle, halkım, o muazzam labirentini, aşklarının uyuduğu o bodrumu, ve orada tuttular beni, gözetleyerek ışık ve hava gelinceye dek. Söylemişlerdi: “Borçlusun bize, sensin koyacak o soğuk işareti o kötücül kirli isme”. Acı çektim, sadece acı çekememekten ötürü. Biraderlerimin karanlık hapishanelerinden geçememekten ötürü, bütün acılarımla bir yara gibi, ve her bir topallayan adım yetişti bana, senin sırtına inen her bir darbe paraladı beni, senin şehadetinden her bir damla kan kanayan şarkıma sızdı gitti. |
Açıklama
Dürüst olmadığımı söylüyorsun. Senden daha dürüstüm ben. Senin yavaş yavaş aşındırdığın Bağlılığa bağlıyım ben. Çok uçucu olduğumu söylüyorsun. Bak bu doğru, ve öyle olmalıydım da. Taşıyacak bir şey vermediğinden, Zayıf düştü ellerim. Başka biriyle boğuştun Ve biraz yalnız ve yorgundun. Bense durdum ağırlığın yanında Çok da kolay buldum bunu. Ve bu utku senin işte, Ve bu olağanüstü güç: Ki her şey bitti. Ve hiç bir şey Sonuna kadar sürüklendi. |
Açlık Ve Öfke
Elveda, elveda çiftliğine, fethettiğin gölgeye, o berrak dala, kutsanmış toprağa, öküze, elveda esirgenen suya, elveda bayırlara, yağmurla gelmeyen müziğe, o kupkuru ve taşlı sabah kızıllığının solgun kemerine. Juan Ovalle, sana elimi verdim, susuz eli, taştan eli, duvardan ve kuraklıktan bir eli. Ve dedim ki sana: beddua et o koyu kahverengi kuzuya, o en merhametsiz yıldızlara, kurşun renkli bir diken gibi aya, gelinsi dudakların kırılmış dallarına, fakat dokunma insana, dökme henüz kanını insanın dokunarak damarlarına, boyama henüz kumu kanla, vadiyi yangınlar içinde bırakma düşmüş atardamar dallarının ağaçlarıyla. Juan Ovalle, öldürme. Fakat elin yanıtladı beni: “Bu toprak öldürecek, intikam almak isteyecek *******i, acılığında zehirden bir rüzgârdır o yaşlı kehribar hava, ve gitar benziyor bir suçlunun sopasına, ve bir bıçaktır rüzgâr”. |
Adada Gece
Bütün gece seninle yattım denizin yakınında, adada. Yabanıl ve uysaldın sevinçle uyku arasında, ateşle su arasında. Belki çok geç birleşti düşlerimiz dorukta ya da dipte, aynı rüzgârla kımıldayan dallar gibi yukarıda, birbirine dokunan kızıl kökler gibi aşağıda. Belki ayrıldı düşün benimkinden ve aradı beni önce olduğu gibi karanlık denizde, sen henüz kendin değilken, ben farkında değilken senin yelken açmış geçiyordum yanından, ve gözlerin aradı şimdi sana cömertçe verdiğimi - ekmeği, şarabı, aşkı ve yabansılığı - çünkü hayatımın armağanlarını beklemiş kadehsin sen. Seninle yattım bütün gece, karanlık toprak dönerken yaşayanlarla ve ölülerle, ve ansızın uyandığımda, henüz tam karanlık değilken, kaydı elim belinde. Ne gece ne de uyku ayırabilirdi bizi. Seninle yattım, ve uyandığımda, ve ağzın kurtulduğunda düşünden, verdi bana toprağın lezzetini, deniz suyundan, yosundan, hayatının derinliğinden, ve aldım öpüşünü, sabah kızıllığıyla ıslanmış, bizi çevreleyen denizden bana gelmiş. |
Adada Rüzgâr
Bir attır rüzgâr: denizde, gökte devineni dinle. Götürmek ister beni: dinle nasıl devinir dünyada taşımak için beni uzaklara. Sakla beni kollarında sadece bu gece, çarparken yağmur denize ve toprağa sayısız ağzıyla. Dinle, nasıl da çağırır beni dörtnalında taşımak için uzaklara. Alınlar bitişik, ağızlar bitişik, bizi yakan sevdaya bağlı bedenlerimizle, bırak essin rüzgâr, ki götürmesin beni ötelere. Köpükle taçlanmış rüzgâr essin bırak, bırak çağırsın ve arasın beni karanlığının dörtnalında, büyük gözlerinin altında batmışken ben, değil mi ki sadece bu gece huzur bulacak, sevgilim. |
Adalara gelirler (1493)
Kasaplar adaları ıssız koydu. şehitliği anlatan bu öyküde Guanahani birinciydi. Gülüşlerinin yokedildiğini gördü balçığın oğulları, fırlatıldığını gördü narin bedenlerinin toprağa, ve öldükten sonra bile bir şey anlamadı onlar. Bağlayıp yaraladılar onları, yaktılar ve küllere dönüştürdüler, derilerini yüzüp gömdüler toprağa. Ve o zaman palmiyelerde süpürücü bir valsi dans ettiğinde boştu bu yeşil şölen yeri. Yalnızca kemikler kaldı, amansızca yığmışlar bir haç gibi, Tanrı'nın ve insanların büyük onuru için. Narvez'in bıçağı yardı ta mercan kayalıklarına dek çobanların balçıklı toprağını ve Sotavento'nun ormanını. Haç burada, tespih, burada Garotten'in kutsal Bakire'si. Kolombus'un definesi, fosfor aydınlığıyla Küba, aldı sancağı ve dizleri ıslak kumunda. |
Adonis Gibi Angela
Bugün yattım masum genç bir kızın yanında beyaz bir okyanusun kıyısında gibi, korlu bir yıldızın yavaş yörüngesinin ortasında gibi. Sonsuz yeşil bakışından aktı ışık kuru su gibi berrak derin çemberlerinde taze gücün. İki alazlı ateş gibi göğüsleri parladı dikelmiş olarak iki bölgede, ve çifte bir akıntıda ulaştı ateş büyük ışıklı ayaklarına. Altın bir iklim olgunlaştı erkenden bedeninin gündelik uzantılarına ve doldurdu onu akın akın meyvelerle ve gizli korla. |
Agnes Charlotta
Kimseler korumuyor mezarımı ve kimse anımsamak istemiyor beni ölüm ülkesi gecesinde hiç ulaşmaz bana canlı bir ses Bir zaman ufacık bir kızdım örgülü dalgalı saçlarım uzardı omuzlarıma ve dururdum sessizce yatak odasının kapısında Güneş parlardı çiçekli duvar kağıdına ve çocuksu tutkunlukla bakardım aynadan anneme tararken saçlarını sevinçle |
Ağaca Giriş
Biraz akıl yürütmeyle, parmaklarımla, yavaşça taşkın altında kalan yavaş sularla, düşüyorum unutmabenilerin krallığı içine, üzüncün inatçı yarıküresi içine, unutulmuş harap bir oda içine, acı yoncaların bir demeti içine. Düşüyorum gölge içine, ortasında tam da mahvolmuş şeylerin, bakıyorum örümceklere, ve otlatıyorum ormanları gizli bitmemişliklerle, ve dolanıyorum arasında bileği bükülmüş ıslak liflerin, özden ve sessizlikten yaşayan hayatın. Uysal madde, ey kuru kanatların gülü, çöküşümde tırmanıyorum yapraklarına kırmızı bitkinlikten ağır ayaklarla, ve katı katedralinde eğiliyorum yere ve dövüyorum dudaklarımı bir melekle. Benim duran orada, dünya renginin önünde, önünde solgun ölü kılıcının, önünde birleşmiş yüreklerinin, önünde sessiz yığınının. Benim duran orada, ölen kokulardan dalganın önünde, sarmalanmış sonbaharla ve dirençle: benim bir gömü yolculuğuna çıkan senin sarı yara izlerinin arasında. Başlangıcı olmayan ağlayışımla gelen benim, besinsiz, uykusuz, yalnız, karartılmış dehlizlere giren ve senin gizemli özüne ulaşan. Görürüm senin kuru akıntının devindiğini, görürüm engellenmiş ellerinin büyüdüğünü, işitirim deniz bitkilerinin gıcırdadığını, denizle ve öfkeyle sarsıldığını, ve duyumsarım içe doğru ölen yaprakları ve senin korunmasız kımıltısızlığınla yeşil maddelerini birleştiren. Gözenekler, damarlar, şirinliğin dolaşımı, ağırlık ve sessiz sıcaklık, düşmüş ruhunu delmiş oklar, uyuyan varlıklar kalın ağzında, tatlı tüketilmiş ilikten toz, sönmüş ruhlarla dolu kül, gel bana, benzersiz düşüme benim, gecenin düştüğü ve ezilmiş su gibi sonsuzca düştüğü yatak odama düş benim, ve bağla beni onların hayatına, onların ölümüne, ve onların uysal maddelerine, onların ölü nötr güvercinlerine, ve tutuşturalım ateşi, ve sessizliği, ve sesi, ve yakalım, ve susalım, ve çanlar. |
Ağacın Çizgisi
Elleri olmayan kör bir marangozum ben. Suyun altında yaşadım, yiyerek soğuğu kokan bir kılıf dahi oluşturmadan, o meskenler o sedir ağacından diğerine, bize gurur verdi hep, ve gene de ormanın dokusunda aradım ben şarkımı, o gizli liflerde, dermansız peteklerde, ve budanmış dallarda, doldurdu rayihayla yalnızlığı, ağacın dudaklarıyla. Her bir maddeyi sevdim, her bir damlasını eflatunun ya da metalin, suyun ve başağın, ve daldım içine o sıkı katmanın, sonsuz ateşle ve titreyen kumla çevrilmiş, dünyanın üzümleri arasında bir ölü adam gibi donuklaşmış ağızla şarkımı söyleyene dek. Balçık, çamur ve şarap sarmalamış beni, gırtlağımın altında bir yangın gibi çiçekleri açan o toprakla kaplı kalçalara dokundum çılgınca, ve taşların arasında kayıp gitti duyularım kapanmış yaranın içine. Nasıl dönüşebilirdim olmadan, bilmeden zanaatım oluşmadan, demirhane benim gücümle kararlı, ya da hızarlar, kışları yük hayvanlarının havası. Her şey şefkat ve kaynak oldu ve ben sadece gecesel amaca hizmet ediyordum |
Ağaçların Dallarında Niçin Kalır Güz
Ağaçların dallarında niçin kalır güz yapraklar düşene dek? Ve nerede asar o kendi sarı pantolonlarını? Doğru mudur güzün beklemekte olduğu olacak olan bir şeyi? Belki bir yaprakta titreyecek ya da evren uğrayacak geçerken? Toprağın altında bir mıknatıs mı var, güzün kardeşi olan bir mıknatıs? Ne zaman emredilir toprağın altında gülün önceden belirlenmişliği. |
Ağır Ölüm
Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar. Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler. Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler. Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar. Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar. Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına. |
Ağıt
Kardeşim Cemal ki Sisi derdim O'na çocuksu bir seslenişle Ölmeseydi eğer yaşamının yirminci gününde Ve toprağa gömmeselerdi O'nu (Yaksalardı sözgelimi) Ve annem karalar giyip ağlamasaydı Babam cenaze arabasına alsaydı beni Koşmak zorunda kalmasaydım mezarlığa kadar Cam kırıkları ayaklarımı kesmeseydi eğer Ve toprak kanımın rengine boyanmasaydı Mezar taşlarına yaslanıp ağlamazdım Ve mezar taşlarının bunca soğuk olduğunu bilmezdim Ölümün soğukluğunu duydum Son kez öperken Sisi'nin dudaklarından Bir ses görmek istiyordum Ses ki yankılanır, görünmez Ölüler ki her gün daha yalnız kalırlar Bembeyaz patiskalar içinde Yıldızlar ağlar ninem ağzıma biber sürdüğünde Yemyeşil kertenkeleler kalır Antep mezarlıklarında refakatçi olarak Antep gazi olmazdan evvel de bu böyleydi |
Zamanda Bir Nokta
Şimdi anlıyorsun işte, nasıl da yıldızlar ve yürekler bir olmuş ve nasıl da hiç bir yerde bir son, bir engel var; nasıl da sınırsız olan mükemmelce oturur ve ayrılmaz düşünceden, nasıl da her bir parça sonsuz büyük ve sonsuz küçük olabilir, nasıl da en dıştaki yayılım yalnızca bir noktadır, ve nasıl da ışık, uyum, devinim, güç, kendine has herşey, ayrılmış herşey ve birleşmiş herşey hayattır. |
Zaman Ve Leylek
Çok şey duymuştum zaman hakkında duydum ki uzun olabilirmiş o duydum ki salıverilebilirmiş insan hem kazanıp hem de kaybedebilirmiş onu duydum ki yerli yerinde ya da değerli olabilirmiş iyi ya da kötü dışarda ya da içerde çok şey duydum zaman hakkında ama bir türlü görmedim onu Çocukken zamanı güzel bir büyük kuş olarak canlandırırdım usumda bir leylek olarak belki çünkü duymuştum ki zaman uçabilirmiş ama bazen de kımıltısız dururmuş tam anlamıyla. O zaman sevmiştim zamanı kırmızı uzun gagasıyla zaman dururdu bir bacanın üstünde eğilerek karanlık bir gölcüğün üstüne yavaşca açıp yaymadan beyaz kanatlarını ve kanat çırpmadan saatlerce gökyüzüyle uçsuz bucaksız otlaklar arasında Ne ki aklım karıştı daha sonra duyduğumda zamanın çarkı terimini vakit kaybını vakit nakittir ya da zamanında yapılacak şeyleri ve benzeri deyimleri yavaş yavaş kaybettim leyleğe olan çocukluk inancımı ve şimdi gerçekte benim leyleklere inandığım zamandakinden daha az leylek var Danimarka’da Zaman hakkında çok şey duymuştum zaman hakkında çok şiir yazdım yazdım ve duydum bir çok şey zaman hakkında kendime de yeterli zaman tanıdım hatta bazen ulaştım da bizzat kendim zamana ama hiç görmedim zamanı. |
Yüz Yıl Yaşamak
Bu yüzyıl sığınmacı olarak yaşadım savaştan savaşa, kitaplarda içtim kanı, gazetelerde, televizyonda ve evde, trende, ilkbaharda, acılarımın İspanya’sında. Avrupa unuttu her şeyi, resim sanatını ve peynirlerini, Rimbaud’yu ve Rotterdam’ı, dağıtmak için salkımlarını üzerimize, masum Amerikalılar, ve kirletmek için bizi dünyanın kanıyla. Ey siyah Avrupa, aç gözlüsün aç yılanlar gibi, kaburgalarını görene dek senin çağdaş coğrafyanda ve sunarsın diğer askerlere ruhsuz ışığını, bir kelime dahi anlamadan diğerlerine öğretmeye çalışan her zaman asker olanlara: yalnızca kirletebilirler Kuzey Amerika tarihini kanla. Fakat yalnızca bu kadar değil, hayır, daha çok, daha, yalnızca şimdi hakkında değil ya da yarın yaşayacağımız hakkında, hayır, işte böyle işliyor akıl ki patlatıyoruz sahip olduklarımızı, eziyoruz havada tuttuğumuz kristal cam gibi, gömüyoruz burnumuzu kana ve hakaretler yağdırıyoruz birbirimize. Onca soruyla geldim ben yaşarken kahraman olan ben, eşzamanlı denizin kıyısında, ve fırlattım yanıtlarımı suya kimseyle dövüşmemek için, artık bir şey sormayana dek ve tam bir yüzyıllık ölüm getirdi beni buraya, bir şey söylemeyen denizin ne dediğini duyayım diye. |
Yüreğin Nasıl?
en berbat anlarımda parktaki banklarda mahpushanelerde ya da yaşarken fahişelerle hep bu memnuniyeti taşırdım içimde mutluluk diyemem ismine- ne olursa olsun rıza gösterirdi içimdeki dengeydi ve yardım ederdi fabrikalarda ve yanlış gittiğinde ilişkiler kızlarla. yardım etmişti savaşların ve akşamdan kalmaların arka sokak kavgalarının ve hastanelerin arasından. uyanmak ucuz bir odada garip bir şehirde ve açmak perdeyi- en çılgın memnuniyet şekliydi bu. ve yürümek boylu boyunca kırık aynalı eski bir süs masasına- görmek kendimi, çirkin, sırıtarak olana bitene. en önemli olan nasıl iyi yürüdüğündür ateşin arasından. |
Yüreğimin Yakınında Çırpınan Bu Yürek
Yüreğimin yakınında çırpınan bu yürek Umudum ve varsıllığımdır benim, Mutsuzum ayrılırsak Ve mutluyum öpüşler arasında; Umudum ve varsıllığımdır - elbet! – Ve bütün mutluluğum. Çünkü orada, bazı yosunlu yuvaların içi gibi Çalıkuşu saklar çeşitli mücevherleri, Gözlerim ağlamayı öğrenmeden evvel Biriktirmiştim, benimdi bu define Onlar gibi bilgece davranmayalım mı Aşk bir gün sürse bile? |
Yüreğim İçin Yeterli Olan
Yüreğim için yeterli olan göğsünde senin, özgürlüğün için yeterli olan kanatlarımda benim. Ağzımdan yükselecek göğe senin ruhunda uyuklayan. Sende bulunmaktır her günün yanılsaması. Çiçeklerin taçlarına çiyin gelmesi gibi geliyorsun. Yokluğunla kazıyorsun altını ufuğun. Dalga gibi kaçışta sürekli. Derdim ki, şakırdın rüzgârda, çamlar ve direkler gibi. Benziyorsun onlara, yüksek ve sessiz. Ve birden, bir hançer saplayışıyla, üzüyorsun birini. Dostça koruyarak yaşlı bir yol gibi. İçinde oturur özlemin sesleri ve yankıları. Uyanışımda habersizce kaçar zamanlara ruhunda duran ve uyuyan kuşlar. |
Yükselmek İçin Göğe
Yükselmek için göğe gereksindiğin iki kanat, bir keman, ve bir çok şeydir, sayılamaz onca şeydir, adsız şeyler, uzun ve hantal gözün sertifikaları, badem ağacının tırnaklarındaki yazıt, sabahleyin çimdeki unvanlardır. |
Yük Gemisinin Hayaleti
O ev köpükten borunun içinde uzaklık, törensi dalgalardaki tuz ve bazı belirli kurallara göre, ve bir koku, eski gemiden bir gürültü, çürümüş tahtalardan ve paslanmış demirden ve uluyan ve ağlayan yorgun makinelerden, çarpıyor pruvaya, çiğniyor geminin böğrünü, ağır ağır yiyor şikayeti, yutuyor uzaklıkları biteviye, acı sudan bir gürültü yapıyor acı suda, ve sürüklüyor ötelere o eski gemiyi eski sularda. Geminin iç ambarı, loş tüneller, günlerin limanda ara sıra ziyaret ettiği: çuvallar, kasvetli bir tanrı gibi istiflenmiş çuvallar gözsüz boz yuvarlak hayvanlar gibi, şirin boz kulaklarla ve dikkat çeken karınları şişmiş buğdayla ve kobrayla, gebe kadınlardaki gibi hassas karınlar hırpani boz giysi içinde bekler sabırla avuntusuz bir sinemadan oluşan gölgede. Ansızın işitilir en uçtaki suların loş bir at gibi hızla geçişi, suda at toynaklarının bir gürültüsüyle, hızlı ve suların tekrar yuttuğu. Ve zamandan başka bir şey kalmaz kamaralarda: zaman o ıssız feci yemek salonunda, kımıltısız ve görülür büyük bir kaza gibi. Meşinin ve yıpranmış maddelerin kokusu, ve soğan, ve yağ, ve daha fazlası, ve geminin köşelerinde salınan birinin kokusu, ismi olmayan başka birinin kokusu gelir merdivenlerden aşağı bir imbat gibi, ve seğirtir dehlizler arasından namevcut bedeniyle ve ölümün koruduğu gözleriyle araştırıyor. Renksiz gözlerle, bakışsız gözlerle, bakıp duruyor yavaşça etrafına ve gidiyor titreyerek, varolmaksızın ve gölgesiz: sesler kırışıklık ekliyor ona, şeyler delik deşik ediyor onu, şeffaflığı parlatıyor kirli iskemleleri. Kimdir hayalet bedeni olmayan bu hayalet, gecesel un gibi hafif adımlarıyla ve sadece şeylerin desteklediği bir sesle? Dilsiz varlığıyla dopdolu ayağa kalkıyor mobilyalar küçük gemiler gibi o eski gemide, yüklenmiş onun mat, kararsız varoluşunda: giysi dolapları, o yeşil çiyler, perdelerin ve yerin rengi, her şey tahammül ediyor ellerinin boşluğuna onun, ve nefes alışı yıprattı şeyleri. Kayarak gidiyor ve sürçüyor, iniyor şeffafça, geminin üzerindeki soğuk havadaki sıvazlayan bir hava gibi, görünmeyen elleriyle yaslanıyor filika küpeştesine ve bakıp duruyor geminin arkasında kaçan acı denize. Sadece sular reddediyor onun kudretini, rengini onun ve unutulmuş hayaletten kokusunu onun, ve soğuk ve derin giriyorlar dansa ateşten varlıklar gibi, kan ya da güzel koku gibi, yeni ve güçlü fışkırıp atılıyor sürekli bir birliktelikte. Tükenmez, alışkanlıksız ya da zamansız, yeşil yığınlarda, etkin ve soğuk, vuruyor sular geminin kara karnına ve yıkıyor maddesini, yarılmış kabuğunu, demirdeki kırışıklıklarını: yaşayan sular kemiriyor geminin kavkını ve değiş tokuş ediyor onların köpükten uzun bayraklarını, ve tuzdan dişleri damlarlarda uçuyor havanın içinden. Hayalet bakıyor denize gözsüz yüzüyle: günün dolaşımı, geminin öksürüğü, bir kuş uzayın yuvarlak ve yalnız denkleminde, ve tekrar iniyor geminin hayatına, düşüyor ölü zamanın ve ağacın üzerine, kayıyor o kara mutfaklarda ve kamaralarda, havayla ve atmosferle ve avuntusuz uzayla durgun. |
Yuvarlanan Dalgaların Gürültüsüyle
Yuvarlanan dalgaların gürültüsüyle muhteşem çam ormanları, ışığın ikircikli oyunu o yalnız çanın çınlaması için, alacakaranlığın gözlerindeki eğlencesi, ey güzel, dünya şarkılarını söyler deniz kabuğuyla. Sende şakır ırmaklar, ve ırmaklara kaçar benim ruhum, istediğin gibi, ve nereye istiyorsan oraya. Göster bana ne olur yolu umudunun yayında, ve gönderirim sana ben şehvetimin ok akınını. Etrafımda görüyorum sisten belini, ve sessizliğin acı veriyor bana ezinçli saatlerimde, ve senin yanında berrak taşlardan kollarınla çapa atıyor öpüşlerim, ve yapışkan arzum oturur orada. Ah, gizemli sesin, aşkın boyadığı ve eğdiği, akşam ölüp giderken çınlayarak! İşte böyle gördüm seni derin saatlerde eğiliyor tarladaki başaklar rüzgârın kudretiyle. |
Yukarıdan (1949)
Aşılmış uzay, kararsız hava, çalıların ay dünyası, o kuru ay dökülmüş üzerine damarların, o yırtık tunikanın kireç beyazı deliği, donmuş yılların yeşilliği, kuvarsın, buğdayın, sabah kızıllığının paniği, saklamış kayalardaki serpilmiş anahtarlar, paramparça Güney'in korku dolu çizgisi, sere serpe coğrafyadan oluşmuş bedende kükürdün uyuması, ve turkuvazın düzenlemelerinin o kısık ışıkta dönüp durması, her zaman çiçeklenen, kekre dal, korunun geniş gecesi. |
Yolunu Yitirmiş Bu Trenler
Yolunu yitirmiş bu trenler, utançtan mı öldüler yoksa? Sarısabır ağacını hiç görmemiş olan kim? Nereye dikildi yoldaş Paul Eluard’ın gözleri? Yer var mı bazı dikenlere? Soruldu mu gül çalısına? |
Yolcu (1927)
Ve dolaştım durdum denizlerden limanlara. Maçunaların ve meyhanelerin arasından açığa çıkardı dünya tortuları ve dilenci yığınlarını, bordaların yanında aç hayalet sürüleri. Uykudaki ülkeler, kumda kurumuş, çölden gelen ışıklı giysiler ve bol entariler, kireç tutmuş güçlerin tozlu ağındaki petrolün yağlı deliğini gözetleyen akrepler gibi silahlanmış. Burma’da yaşamıştım, kubbelerin Zengin metali ve yeşil çalılıkları arasında, kaplanın kendi kanlı altın çemberini yaktığı yerde. Dalhousie Caddesi’ndeki pencerelerimden geliyor o betimlenemez koku, pagodaların yosunu, tütsülerin kokusu ve dışkı, insan kokusunun ağır bastığı bir dünyadan çiçek tozu ve barut. Çekip aldı beni sokaklar safran sarısı maddelerin ve kırmızı tükürüklerin baş döndüren çırpınışlarıyla İrrawadhy’nin kirli dalgalarının yakınlarında, suyun yağı, kanı ve petrolü en azından tanrılarının balçıklarında derin uyuduğu kuzeye doğru yücelerden dalga dalga gelmişti. |
Yol Arkadaşları
Sonra geldim başkente, sisle ve yağmurla sersemce doymuş. Hangi tür sokaklardı bunlar? Yıl 1921, elbiseler dolup taşıyordu sokaklarda bunaltıcı dumanında kahvenin, gazın ve tuğlanın. Öğrencilerin arasında dolaşıyordum, anlamadan, bendeki duvarları güçlendiriyordum ve arıyordum her akşam zavallı şiirimde kaybolmuş dalları, damlaları ve o ayı. Şiirin dibinde arıyordum, her akşam dalıyordum şiirin suyuna, sarılıyordum belirsiz içgüdülere, terk edilmiş bir denizin fırtına martılarına, sarılıyordum gözlerimi kapatmama ve kendi özümde batmama. Karanlıklar mıydı, yoksa sadece yeraltının gizli ve nemli yaprakları mıydı? Hangi yaralı maddeden kayıp gitmişti ölüm, kollarıma ve bacaklarıma dokunmuştu, gülüşümü yönlendirmişti ve kazmıştı caddelerde mutsuz bir kuyuyu. Yaşamak için dışarı çıktım: büyüdüm ve pekiştim sefil sokaklarda dolandım durdum, merhamet beslemeden, çılgınlığın sınırlarında şarkı söyleyerek. Duvarlarda attı boyası yüzlerin: ışığı görmeyen gözler, bir suç gibi aydınlattı eğilen sular, yalnız bir küstahlığın mirası gibi, mağaralar yok edilmiş yüreklerle dolu. Onlarla dolaştım durdum: sadece onların korosunda tanıyabildi sesim doğduğu yalnızlıkları. İnsan olmak için daldım içeri, alevlerin içerisinde şarkı söyleyerek – gece arkadaşlarının hoş geldin karşılamalarıyla, benimle birlikte meyhanelerde şarkı söylemişlerdi ve bana sempatiden daha fazla duygu göstermişlerdi onların düşmansı ellerinin koruduğu birden fazla ilkbahar vardı tek bir ateş, düşmüş varoşların gerçek filizi. |
Yoksulluk
Çok da hevesli değilsin, yoksulluk korkutur seni, çok da istekli değilsin pazara yıpranmış ayakkabılarla gitmeye ve eski giysilerle eve dönmeye. Zenginlerin arzuladığının tersine sefaleti sevmeyiz biz, sevgilim. Bugüne dek insan yüreğini kemiren şeyi çekip çıkaracağız ikimiz çürük bir diş gibi. Fakat istemem ki korkasın ondan. Eğer sorumlusu bensem evine gelmesinden, eğer yoksulluk kovalamışsa altın renkli ayakkabılarını, bırakma kovalamasına gülüşünü, hayat ekmeğini. Ödeyemezsen kiranı, gururlu adımlarla git işe, ve bakışlarımın seni izlediğini düşün sevgilim, ve yeryüzünde daha önce hiç görülmemiş en büyük servetiz biz birlikteyken. |
Yokluk
Daha senden ayrılmamıştım bile, girdin içime, kristal gibi, ya da titreyerek, ya da huzursuz, tarafımdan yaralanmış, ya da aşkla dolu, gözlerini kapatır gibi sana sürekli verdiğim hayatın armağanına. Sevgilim, birbirimizle karşılaştık, susuzduk, ve içtik bütün suyu ve kanı, birbirimizle karşılaştık, açtık, ve ısırdık birbirimizi ateşin ısırdığı gibi, yaralar içinde kaldık. Fakat bekle beni, sakla şirinliğini bana. Bunun karşılığında bir gül vereceğim sana. |
Yıldızlardan Kartal, Sabah Sisinden Şarapdağı
Yıldızlardan kartal, sabah sisinden şarapdağı. Kaybedilmiş kale, kör pala. Yıldızla süslenmiş kemer, kutsal ekmek. Dalgalanan basamak, sınırsız gözkapağı. Üç köşeli tünik, taşın çiçektozu. Granitten lamba, taşın ekmeği. Mineralsi yılan, taşın gülü. Batık yelkenli, taşın kaynağı. Ay'ın atı, taşın ışığı. Gündönümünün çeyrek-dairesi, taşın dumanı. Sonlu geometri, taşın kitabı. Boralarla çevrili buzdağı. Batık zamanların yıldız-mercanı. Şefkatli ellerle taranmış sur. Tüyle savunulmuş gökyüzü çatısı. Aynasal dal, fırtınanın yüreği. Sırnaşık şarapla mahvolmuş taçlar. Kana susamış toynağın saltanatı. Taşduvara fırlatılmış fırtınalı deniz-yeli. Kımıltısız turkuvaz katarakt. Orda uyuyanların yurtsever çanı. Boyun eğmiş kar-yığınlarının metal halkası. Dayanaklarında dinlenen demir. Erişilmez ve içe-kapanık fırtına. Puma pençesi, kana susamış kaya. Kulesel gölge, kar-tartışması. Parmaklarda ve köklerde yükselen gece. Sislerin penceresi, merhametsiz güvercin. Gecesel gelişme, yıldırımın ikonu. Dağ-zinciri, denizin çatısı. Kaybolmuş kartalların mimarisi. Gökyüzü halatı, doruğun arıbalı. Kan düzeyi, el yapımı yıldız. Mineral havakabarcığı, kuvartz'dan ay. And-dağı yılanı, horozibiğinin alnı. Sessizliğin kubbesi, öldürülemez memleket. Denizin gelini, katedrallerin ağacı. Tuzun dalı, siyah kanatlı kiraz ağacı. Karbeyaz kaya-dişleri, buz-soğuğu şimşek. Ürkütülmüş ay, tehditkâr taş. Soğuğun saçı, havanın devinimi. Ellerin volkanı, kara katarakt. Gümüşsü dalga, zamanın yönü. |
Yetiştim Greve
Yetiştim altından daha da ötesine: Orada bulunuyordu henüz insanları birleştiren o ince ip, orada yaşıyordu insanların saf kuşağı. Geçirdi ölüm dişlerini onlara, altın, o ekşi dişler ve zehir yayıldı onlara karşı, fakat halk yığdı kapının ardına bir çakmaktaşını, şefkati ve kavgayı iki paralel su gibi köklerin ipi, ağaç gövdesinin dalgaları gibi aksın diye bırakan dayanışan bir arsaya dönüştü. Gördüm uykusuzluğu yaran birleşmiş kollardaki grevi, ve kavganın titreyen bir molasında gördüm ilk kez tek yaşayan şeyi! İnsan hayatlarının birliğini. Harap ocaklarıyla direncin mutfaklarında, gözlerinde kadınların, o güzelim ellerde ki yavaşça yayılmıştı bir günün işlevsizliğine, tanınmayan mavi bir denizde gibi, o çok olmayan ekmeğin kardeşliğinde yenilmez birliktelikte, filizlenen bütün taştan tohumlarda, kendini acizliğin tuzuna yükselten bu değerli narda, buldum en sonunda yitik temeli, şefkatin uzak kentini. |
Yerliler
Kendi derisinden kaçtı yerli eski azametin derinine, oradan da bir gün yükseldi adalara: yenilmiş olarak dönüştü görünmeyen atmosfere, yaydı kendisini toprakta ve serpti gizli işaretlerini kumun üzerine. Ayı israf eden, dünyanın gizemli yalnızlığını tarayan, o muazzam taşta yükseltmeden kendisini dolaşmayan, havayla taçlanmış, kendi ormanlarının görkemi altında o göksel ışık gibi kalıcı olan, tüketti kendisini birden tek bir ip kalana dek, kırışıklıklara dönüştürdü kendisini, akan kendi kulelerini ezdi ve aldı paçavralardan paketini. Gördüm onu Amatitlán’ın manyetik tepelerinde, kemiren genişlikleri gizemli suyun: bir gün gitti o kalan kuş ve köklerden artığıyla ezen haşmetine Bolivya dağlarının. Ağladığını gördüm onun, çılgın şiirden oluşan kardeşim benim, Alberti, bu Araukanya bölgeleri, onlar Ercilla’yı kuşattıkları zamanki gibi ve adı anılan ilk kırmızı tanrılar yerine, sadece ölülerden mavi siyah bir zincir vardı. Daha uzaklarda, Ateş Ülkesi’nin vahşi su şebekesinde, yükseldiklerini gördüm, ah dik tüylü kurtlar, o sefil sallarda dilenmek için ekmeğini Okyanus’ta. Her bir lifini öldürdüler onların ıssız bölgelerinde, ve yerli avcısı aldı kelleler karşılığında o kirli banknotları havanın efendilerinden, Antarktik’in, karla kaplı yalnızlıklarının krallarından. Bu cürümü ödeyenler oturuyorlar bugün Parlamento’da, kayda geçiriyorlar Başkanlık Sarayı’nın ofisleriyle evliliklerini, yaşıyorlar Kardinallerin ve Genel Müdürlerin arasında, fakat Güney’in efendilerinin kesilmiş gırtlakları büyüyor çiçekler gibi. Araukanya’da şimdiden yok edildi şarapla mağrur kuş tüyü, butikler tarafından mahvedildi, avukatlar tarafından karartıldı onların zengin soyguncularına hizmet ederken, ve bu toprakta, ve yollarda öldürenler silah atımlarıyla, savunusu bizim kendi kıyılarımızın göz kamaştıran gladyatörünün, geldi ateş ederek ve pazarlık yaparak, onlara Barışı Oluşturanlar denildi, ve apoletleri çoğaldıkça çoğaldı onların. İşte böyle kaybetti her şeyini o, göremeden bir zerresini, işte böyle tamamlandı, yerlinin göremediği, mirasından dökülen: görmedi hiç bir savaş sancağını bırakmadı ki ok vınlasın, yıkansın kanda, fakat herkes emdikçe emdi onu azar azar, resmi makamlar, yankesiciler, toprak sahipleri, çaldılar onun imparatorsu uysallığını, herkes hapsetti ağında ceketini onun, ta ki sürene dek onu Amerika’nın en son bataklığına kanayana dek son damlasına kadar. Ve yeşil ovalardan, salınan yaprakların sonsuz, saf göğünden, ağır granit yapraklardan inşa edilen o ölümsüz meskeninden sürdüler onu harap olan kulübeye, sefaletin çorak lağımına. Göz kamaştıran çıplaklıktan, o altın göğüsten, o soluk belden, ya da onun derisinde bütün çiyi toparlayan mineralsi süslerden, sürdüler onu paçavra iplere, hoyratça fırlattılar yıpranmış pantolonları ona, ve havanın arasından böylelikle dolaştı yamalanmış haşmeti bir zamanlar onun olan bu dünyada. İşte böyle oluşturuldu bu ıstırap. Bir hainin gelişi gibi görünmezce oldu bunlar, kanser gibi fark edilmezce, ta ki düşene dek, babamız, ta ki ona bir hayalet olmayı öğretene dek onlar ve açtıkları tek kapıdan gidene dek, başka yoksulların kapısından, dövülmüş bütün yoksulların bu dünyadaki kapısından. |
Yeraltından Çıkarılmış
Kont Villamediana’ya adanmıştır Toprak ıslak gözkapaklarıyla doluyken küle dönüşür ve katılaşır, kalburlanmış hava, ve o kuru kemikler ve sular, kuyular, metaller, nihayet verirken enkaza dönmüş ölülerini, kendime bir kulak isterim, bir göz, yaralı ve emekleyen bir yürek, çok zaman önce yok olup yatan yalnız bir bedende saplanmış bir bıçakla delinmiş, bir çift el isterim kendime, tırnağın bilgisini, dehşetten ve ölen gelinciklerden bir ağız, görmek isterim, nasıldır sallanmış damarlarıyla boğuk sesli bir ağacın ayağa kalkışı yararsız tozdan, en acı topraktan isterim, kükürdün ve firuzenin ve kızıl dalgaların ve suskun kömürün çevrintisi arasından, görmek isterim bir etin kemiklerinden uyandığını alazlarla uluyarak, ve bir şeyi ararken garip bir kokunun geçip gittiğini, ve toprakla körleşmiş bir görüntünün koştuğunu iki koyu gözün ardından, ve bir kulak, ansızın, hiddetli bir istiridye gibi, çılgın ve sınırsız, doğrulur gök gürültüsüne doğru, ve temiz bir dokunuş, batmış tuzların arasında, ansızın gelir ve okşar memeleri ve zambakları. Ey ölülerin günü! Ey ölü başağın uzanıp şimşekten kokusunu döndüğü mesafe, ey bir yuva ve bir kuş ve bir yanak ve bir kılıç sunan derin dehlizler, her şey o karmakarışık düzensizlikte öğütüldü, o umutsuz çürümüşlük, her şey beslendi o kuru uçurumda arasında o sert toprağın dişleri arasında. Ve geri döner geriye onlar: kendi yumuşak kuşunun tüyü, kuşağına ay, biçimine rayiha, ve güllerin arasında yeraltından çıkarılmış, taşlaşmış yosunlarla dolu adam, ve deliklerine gözleri onun. Çıplaktır o, elbiseleri görünmüyor tozda ve ezilmiş zırhı düşmüş cehennemin dibine, ve sakalı sonbaharda hava gibi büyümüş, ve yanarak özler elmaları ısırmayı. Dizlerinden ve omuzlarından dalgalanır unutuşun yamaları, çözülür toprak, kırık camdan ve alüminyumdan bölgeler, kekre cesetten kavkılar, demire dönüşmüş su torbaları: ve korkunç ağızlardan gruplar yayılmışlar ve mavi, ve hüzünlü mercandan dallar örer yeşil başı için bir çelengi, ve üzünçlü ölü bitkiler ve gecesel sınırlar kuşatır onu, ve onda uyur daha yarı açık güvercinler yeraltı çimentosu gözleriyle. Tatlı kont, siste, ey madenlerde yenilerde uyanmış, ey yenilerde ırmaksız sulardan kurumuş, ey yenilerde örümcekler olmaksızın! Dakikalar gıcırdar senin filizlenen ayaklarında, öldürülmüş cinsiyetin doğrulur, ve kaldırırsın elini köpüğün hâlâ yaşayan gizine doğru. |
Yeniden Selâmlayacağım Güneşi
Yeniden selâmlayacağım güneşi bende akan su çağıltısını düşüncelerim olan bulutları benimle birlikte kurak mevsimlerin acı dolu gelişimini yaşayan kavakları ve bana tarlaların gece kokusunu armağan eden karga sürülerini. Bir aynada yaşayan annemi selâmlayacağım ki yaşlılığımın resmiydi |
Yeniden Doğmuş
Yağmur yağıyor. Yağmur, yağmur! diye haykırıyor bir köy sevinç içinde ve doğuyor, atılıyor ileri ekin ekmek için, hâlâ salıntısı içinde açlığın, ak gün-ışığı sağ gözünde, solunda kara gölge, ayrılmış ve toplanmış bir köy, çuvallardan ve hurma-ağacı yapraklarından bir alay, toprak renkli, emekleyen, nihayet tutunmuş su-birinkitilerine tanrı yumurtalarının. Teşekkürler Sizlere, tanrılar: Yağmur yağıyor. Sabrı öğretin bizlere, tanrılar, kolay kırılır ekin sapı hastalıklı başaklar üretir, bir günde dönüşmez tahıl yiyeceğe. Kardeşim tahta bir maşrapa çalmıştı, ıslatarak fırlatıyor dayı tartıya pamuğu: bir kilo daha! Ve kim tükürmez ki ağanın arabasına? Annem lânet yağdırıyor babama ve tüccara romatizmaya ve borçlarına, babam anneme çaydaki sinekler yüzünden. Diyorlar ki, sarhoş olduğunda temizlikçi adam yiyiyormuş kendiliğinden ölmüş davarların etini kunduracı loncasında. Sütçünün kızı yabancılarla yatmış, ama parıldıyor uykumun derininde boynu, beli, ayakları, büyüleyen şıngırtılı halhalları. Teşekkürler Sizlere, tanrılar: Yağmur yağıyor. |
Yeni Zalimler
Yeniden yaygınlaşıyor insan avı bugün Brezilya'da, köle tacirlerinin soğuk açgözlülüğü evinde hissediyor kendini orada: Wall Street'de emrettiler domuzsu uydularına dişlerinizi geçirin halkın yaralarına diye, ve sonra başladı av Şili'de, Brezilya'da, tüccarların ve cellatların yerle bir ettiği Amerika'mızda. Geçeceğim yolu sakladı halkım, elleriyle örttü şiirlerimi, kurtardı beni ölümden, ve Prestes'in bir kez daha gaddarlara vurduğu Brezilya'da yolu kapatıyor halkın sayısız kapısı. Brezilya, keşke saklasaydın senin üzüntüye değer liderini, Brezilya, keşke sen yarın O'nun anısı adına toplamak zorunda kalmasaydın her bir lifi yapmak için O'nun resmini yükseltmek için o sert kayada dışında yüreğinin ortasının bıraksaydın da sürseydi hâlâ ulaşabileceğin özgürlüğün keyfini ey Brezilya. |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 01:37 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.