![]() |
İcatlar Ve Keşifler
Barometre ve Atmosfer Basıncı
Hava basıncını ölçmeğe yarayan alet. Yunanca ağırlık anlamına gelen "baros" ve ölçü anlamına gelen «metron»dan. İnce bir kamışla su içtiğimiz zaman, kamışın içindeki havayı ağzımızla içimize çekeriz. Böylece yaratılan boşluk hemen, yukarı doğru çıkan sıvıyla dolar. Bu olay bize doğal gibi gelir; ama bunu nasıl açıklamalı? Eskiçağ bilginleri bu soruya şöyle karşılık verirlerdi: «Doğa, boşluktan nefret eder», yani boşaltılan havanın yerini mutlaka bir şey doldurmalıdır. Ama bu bir açıklama değildir. Atmosfer her şeyi bastırır, sıkıştırır; tıpkı bulunduğu kabın çeperlerine ve içinde yüzen nesnelerin tümüne basınç yapan bir sıvı gibi. Dalgıçlar birkaç metre derine dalar dalmaz, hemen su basıncını duyarlar. Hava için de az çok aynı şey söz konusudur: stratosferin en yüksek katmanlarına oranla biz, havanın «dibinde», çok derinde sayılırız ve sıfır düzeyde (deniz düzeyi) havanın ağırlığı, sm2'ye l 033 gramlık bir basınç yapar. Bir kuyuya daldırılan borudaki hava tulumba ile emilince, atmosfer, borunun içindeki suya basınç yapmaz olur, ama kuyunun içindeki suya basınç yapmağa devam eder. Böylece sıvı, borudan yukarıya doğru itilir. Ve su, 10,30 metrelik bir yüksekliğe ulaşınca, bu sıvı sütununun ağırlığı, havanın kuyu yüzeyine yaptığı basınca eşit hale gelir. Bu iki güç arasında denge kurulur ve su artık yükselmez. BAROMETRENİN İCADI Bu garip olayı ilk olarak 1643 yılında, İtalyan bilgini Evangelista Torricelli açıkladı. Torricelli, suyun yerine, ondan on üç buçuk defa daha ağır olan civayı (sıvı maden) koymayı akıl etti, bu sayede sütunun yüksekliği aynı oranda kısalmış oldu. Böylece Torricelli ilk barometreyi gerçekleştirdi: bir ucu tıkalı ve içi civa dolu cam bir boru. Bu boru başaşağı çevrilip açık ucu gene civayla dolu bir küvete daldırılır. Borudaki civanın bir kısmı küvete akar ve civa sütunu borunun içinde aşağı yukarı 760 milimetreye kadar iner. O zaman civanın ağırlığı, atmosfer basıncı ile eşdeğer olur. YÜKSEKLİĞİN ÖLÇÜLMESİ VE HAVA TAHMİNİ Aynı dönemde, Blaise Pascal, yükselti'yi ölçmek için barometreden yararlanmayı düşündü. Atmosferin ağırlığı, borunun içindeki civanın yüksekliğini belirlediğine göre, bu yükseklik, bir dağın tepesinde azalacaktır; dağın tepesinde, hava tabakasının yüksekliği deniz düzeyine göre daha az olduğundan ağırlığı da daha az olacaktır. Buna göre civa sütununun yüksekliği, hangi yükseltide bulunduğumuzu gösterir: altimetre'nin (yükseltiölçer) esası budur. Daha sonra, atmosferdeki değişmelerin, atmosfer ağırlığını azaltıp çoğaltmakla civa sütununun yüksekliğini değiştirdiği anlaşıldı. Böylece barometre işaretlerine bakılarak hava değişikliği'nin tahmini öğrenilmiş oldu; buna göre deniz düzeyinde, 760 milimetre yükseklikteki civa, «güzel hava» belirtisidir. Atmosfer basıncı, havası boşaltılmış kutular olan madeni barometre'lerle de ölçülebilir. |
Radyografi ve Radyoskopi
X ışınlarının yararlı uygulamaları. 1895 yılında Alman bilgini Wilhelm Röntgen tarafından keşfedilen X ışınları, ışık dalgalarından daha kısa olan elektromagnetik dalgalardır. Göze görünmeyen bu ışınlar, fotoğraf levhalarını etkileyebilir ve nesnelerin içinden geçerek onların yapısını or*taya koyabilir. Bu nedenle X ışınları bugün sanayide ve tıpta geniş ölçü*de kullanılır. GÖRÜNMEYENİ GÖRMEK X ışınlarından yararlanma ilkesi nispeten basittir. Çok yoğun bir ışın demeti incelenecek nesneye yöneltilir; ışınlar karşılaştıkları bölgelerin kalınlığına ve yoğunluğuna göre, nesneden az veya çok geçer. Nesnenin öte tarafından çıkan ışınlar bir fotoğraf filmini (radyografi) veya flüor*ışıl bir ekranı etkileyerek (radyoskopi) görüntü sağlar. Sanayide radyografi madenlerin yapısının incelenmesine ve fabrikadan çıkan eşyadaki en ufak kusurların yakalanmasına olanak verir. Bazı müze laboratuvarlarında tabloların ekspertizinde de kullanılır. ASIL FAYDA TIP ALANINDA X ışınlarının tıpta kullanılması (radyoloji), bazı hastalıkların teşhisini ve organizma içindeki berelerin araştırılmasını geniş ölçüde kolaylaştırır. Radyografi sayesinde organ*lardaki ve kemiklerdeki anormallikler (verem, kalpte biçim bozukluğu, kanser, zatülcenp, omurga çarpıklığı) saptanabilir. Radyoskopi solunum hareketlerinin izlenmesine ve öksü*rüğün etkisiyle akciğer dokusunda meydana gelen değişimlerin saptan*masına olanak verir. Bununla birlikte, bütün bunlar, bir hastaya çok sık uygulanmaması gereken araştırma yöntemleridir, çünkü çok şiddetli dozda veya çok sık kullanıldığı takdirde bu ışınlar hasta için tehlikeli olabilir. |
Sabun
Yağlı maddeleri suda, ayırma yoluyla yok etme özelliğine sahip olduğundan, lekeler ve kirler sabunla giderilir. Bu işlem, sodyum hidroksit denilen alkali bir maddenin, hayvansal (eskiden keçi içyağı) veya bitkisel bir yağlı madde üzerindeki etkisinden elde edilir. İlkçağ'dan beri kullanılan sabun Atalarımız hiç sabun kullanmazlardı: onun yerine kül, kil veya bitki özleri kullanırlardı. İlkçağ'da artık iyice bilinen sabun, ancak 1850'den itibaren sanayide büyük ölçüde üretilmeğe başladı ve gerçek anlamıyla kullanılabilir oldu. Piyasada kalıp dediğimiz küçük parçalar halinde sunulan tuvalet sabunlarından başka, ev işlerinde kullanılmak üzere beyaz veya yeşil sabun; geniş yüzeyleri temizlemek üzere Arap sabunu; nazik çamaşırların yıkanmasında kullanılan toz deterjanlar ve onlara oranla daha yumuşak toz sabun da vardır. Son yenilik: yoğunluğu suyun yoğunluğundan az olan yüzer sabundur. Dolayısıyla, bu sabunu, banyoya düştüğü zaman yitirmek tehlikesi yoktur. |
Takvim
Zaman bölümleme sistemi. Yılın günlerini gösteren cetvel. Geçen zamanı ölçmek için, hareketleri düzenli olan ve kolaylıkla gözlemlenebilen iki yıldızdan yararlanılır: bunlardan biri Ay, öteki Güneş'tir. Ay'ın 29,5 günde bir tekrarlanan ve l yılda 12 evreden oluşan bir hareketi vardır. Güneş ise, mevsimlere göre değişen bir yüksekliğe ulaşır ve hareketini 365 gün 6 saatte tamamlar. Bu nedenle de ay ve güneş takvimleri yapılmıştır. Ay takviminde, Ay'ın evrelerini izleyen 29 ve 30 günlük almaşık 12 ay vardır; bu 12 ay, 354 günlük bir ay yılı oluşturur. Ancak bu yıl mevsimlerin ritmine uymaz (11 gün kısa). Güneş takviminde ise yıl, tersine, mevsimlerin ritmini izler, ancak aylar (30 ya da 31 günlük), Ay'ın evrelerine denk düşmez (l gün fazla). JÜLYEN TAKVİMİ M.Ö. 46'da Julius Sezar, astronomları, Güneş'in hareketine tam anlamıyla uyabilen bir takvim yapmakla görevlendirdi. Güneş yılı işte o zaman 365 gün 6 saat olarak hesaplandı. «Jülyen» adı verilen bu takvim bu nedenle 365 günden, 4 yılda bir de 366 günden (artık yıl) oluşur. Ancak bu takvim tam anlamıyla kusursuz bir takvim değildir. Yer, Güneş çevresindeki dolanımını 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 saniyede tamamlar. Şu halde Jülyen takvimi 11 dakika 14 saniye kadar uzundur. Bu fark ilk bakışta önemsiz gibi görünürse de her yıl tekrarlanınca 100 yılda 18 saatlik, 400 yılda da 3 günlük bir farka yol açar. GREGORYEN TAKVİMİ (TAKVİMİ GARBİ) XVI. yy. da, aradaki bu fark 10 güne ulaşmıştı (ilkbahar 21 yerine 11 martta başlıyordu). İşte bu nedenle papa Gregorius XIII, bu hatayı düzeltmek için 4 ekim 1582'den sonraki günün 15 ekim 1582 olmasına karar verdi. Ayrıca bu farkın yeniden oluşmasını önlemek için artık yılların dört yılda bir tekrarlanmasına karar verildi. Artık yıllar 00 ile biten yıllar dışındakilerdi. Böyle yıllar da 400'e bölünebilirlerse artık olabilirdi. Sözgelimi 1600 artık yıldı, 2000 de artık yıl olacaktır; ancak, 1700, 1800, 1900 yıllar artık sayılmadı. 400 yıldaki 3 günlük hata da böylece giderilmiş oldu. «Gregoryen» diye bilinen bu takvim bugün bütün dünyada kullanılmaktadır. Yılın on iki ayı ve bu ayların gün sayısı şöyledir: ocak (31), şubat (28 veya 29), mart (31), nisan (30), mayıs (31), haziran (30), temmuz (31), ağustos (31), eylül (30), ekim (31), kasım (30), aralık (31). Yıl, her biri kavuşum ayının dörtte birine denk 52 haftaya bölünmüştür. DİĞER TAKVİMLER Birçok toplum resmî olarak Gregoryen takvimini kullanıyorsa da, dinî tarihler için daha eski ve geleneksel bir takvimden yararlanılır. Sözgelimi Müslümanların bir ay takvimi vardır; şu halde Müslüman takvimi yılı, Hıristiyan takviminin yılından 11 gün eksiktir. Müslüman takviminin birinci yılının ilk günü 16 temmuz 622'ye tekabül eder. O tarihte Hz. Muhammet Mekke'den Medine'ye Hicret etmiştir. Museviler ise, M.S. IV. yy.da, ayları (30 ve 29 günlük) Ay'ın hareketine göre hesaplanmış bir takvimi kullanmağa başladılar. 12 ay 354 gün tuttuğu için bu takvime zaman zaman bir 13'üncü ay eklenir. TÜRK TAKVİMLERİ Türkler İslâm dinini kabul etmeden önce, güneş yılına dayanan ve yılları sayıyla değil de hayvan adlarıyla belirtilen bir takvim kullanırlardı (on iki hayvanlı takvim). İslâmlığın kabulünden sonra hicrî-kamerî denen Müslüman takvimini (alaturka takvim de denir) benimsediler. Sonra Osmanlılarda Mahmut I zamanında hicrî takvimle birlikte rumî takvim de kullanılmağa başladı. Malî veya hicrî-şemsî takvim de denen bu takvim gene Hicret'ten başlatılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nde bunların hepsi bırakılarak Gregoryen esasına uygun miladî takvim benimsendi (26 aralık 1925). |
Termometre
Sıcaklık ölçmeğe yarayan Alet. Yunanca «thermos», ı«ı ve «metron», ölçü'den. Termometreler ince cam borudan yapılır. Borunun alt ucu şişkincedir, buraya alkol ya da civa doldurulur. Üzerinde derece çizgileri bulunan ince uzun kısmın içindeki hava boşaltılır, sonra ağzı kapatılır. Böylece ısı arttığı zaman tüpün içindeki sıvı genleşir ve yavaş yavaş yükselir. CELCİUS DERECELERİ İsveçli fizikçi Anders Celcius (1701-1744), termometrenin derecelenmesinde «yüzlük» bir sistem önerdi; bugün birçok Avrupa ülkesinde ve Türkiye'de bu sistem kullanılmaktadır. Celcius, önce civalı termometre üzerinde iki nokta saptadı: buzun ergime noktasını 0, kaynama noktasını 100 olarak işaretledi. Sonra 0 ile 100 arasını 99 eşit parçaya böldü; bunlara Celcius dereceleri dendi. Daha sonra yazıcı termometre (sıcaklık değişimlerini otomatik olarak bir kâğıda kaydeder) ile maksimumlu ve minimumlu termometre (belli bir zaman aralığında en düşük ve en yüksek sıcaklıkları kaydeder) yapıldı. CİVALI VE İSPİRTOLU TERMOMETRELER Her zaman karşılaşılan sıcaklıkları ölçmek için yeterli olan civalı ve ispirtolu termometrelerin ölçme alanı çok dar ve sınırlıdır. Daha düşük sıcaklıkları ölçmek için tolüen ve pentan gibi değişik sıvılar kullanılır. Yüksek sıcaklıklar gazlı termometrelerle ölçülür. Çok incelik isteyen sıcaklık ölçümlerinde, laboratuvarlarda elektrik dirençli termometreler ve termoelektrik termometreler kullanılır. AZOTLU TERMOMETRE Azotlu termometre ile l 600 dereceye kadar olan sıcaklıklar ölçülebilir. Bunun üstündeki sıcaklıkları ölçmek için pirometrelerden yararlanılır. Bu âletin, sıcaklığı ölçülecek cisme değmesine gerek yoktur, yalnızca cismin ışımasını ölçmesi yeterlidir. TERMOSTAT Termostat, kapalı bir ortamda termometrenin verilerine dayanarak sıcaklığı sabit tutan bir âlettir. Üzerinde, istenilen sıcaklığı elde etmek için ayarlanabilen bir düğmesi vardır; bir ısıtma aygıtına elektrikle bağlanan termostat,, aygıtın verdiği sıcaklığı arttırmağa ya da azaltmağa yarar. FAHRENHEİT'İN ESERİ XVI. yy.da ısı, içi hava dolu bir balonla ölçülüyordu. Ancak atmosfer basıncındaki değişiklikler nedeniyle bunun verdiği bilgi yanlış oluyordu. XVII. yy.da Floransa'da ilk ispirtolu termometre yapıldı. 1721'de Alman fizikçisi Fahrenheit, civalı termometreyi gerçekleştirdi. Bugün Anglo-Saksonların kullandığı termometre derecesi onun adını taşır. Bu termometrede 32°F, buzun ergime noktasını; 212°F ise, suyun kaynama noktasını gösterir. |
Atom Bombası
Atom bombasını ilk kez yapmayı başaran ABD, ilk atom bombasını 16 Temmuz 1945'te New Jersey eyaletindeki Alamogordo hava üssünde patlattı. Bu patlamada inanılmaz derecede kuvvetli bir ışık16 km uzaklardaki dağları bile aydınlattı. Ateşten bir top 12,000 metreye yükseldi. İkinci Dünya Savaşı'nda, savaş amacıyla kullanılan ilk atom bombası, 6 Ağustos 1945'te Japonya'da Hiroşima şehrine atıldı. Patlamada 66,000 kişi öldü, 69,000 kişi de yaralandı. Üç gün sonra Nagasaki'ye atılan atom bombası ise 37,000 kişiyi öldürdü, 40,000 kişiyi yaraladı. Atom bombası patlatılınca, bir sarsma dalgası meydana gelir. Bu dalganın hızı ses hızından yüksektir. Atom bombası, genel olarak bu sarsma dalgasının etkisini artırmak için yerden yüksekte patlatılır. Bu dalga yere çarptıktan sonra yeniden yukarı doğru sıçrar. böylece aşağı doğru inip çıkan yeni sarsma dalgalarının oluşmasına yol açar. Diğer yandan bombanın patladığı yerdeki hava ısınır; büyük bir hızla genişleyerek bir boşluk meydana getirir. Bu boşluğu doldurmak için hücum eden soğuk hava, şiddetli bir kasırgaya yol açar. Böylece atom bombası, iki yönden yakıcı, yıkıcı bir kuvvetle binaları devirir, canlıları öldürür. |
Bumerang
Bumerang, günümizde en çok Avustralya yerlileri tarafından kullanılan ağaçtan yapılmış eski bir silahtır. Hayvan avcılığı, spor ve eğlence amaçlı kullanılır. Bumerang, sert ağaçtan yontularak yapılan kıvrık bir atış çubuğudur. Boyu 15 cm'den 120 cm'ye kadar değişir. En bilinen V biçimli ve iki kollu bumerangtır. Havaya atılan V biçimli bir bumerang havada bir halka çizdikten sonra tekrar onu atan kişiye döner. Geriye dönmeyen bumeranglar da vardır. Geri dönmeyen bumerangları eski Mısırlılar da kullanmışlardır. Geriye dönen bumeranglar, hafif, ince ve genellikle 75 cm'den daha kısa boydadır. İki kolu eşit ya da ayrı uzunlukta ve düze yakın ya da kıvrık biçimli olabilir. Kollar arasındaki açı genellikle 120 derecedir. Bumerangın bir kenarı yuvarlak, diğer kenarının yassı olması için ağaç büyük özenle yontulur. Bumerangın geriye dönmesi için özel bir biçimde atılması gerekir. Bumerang, yuvarlark kenarı içe, V ucu da dışa bakacak şekilde sağ elde ve omuz arkasında tutulur. Birkaç adım koşularak fırlatılır. Bumerang düzgün atılabilirse bir kanguruyu öldürebilir. Tavşan ya da kuş gibi küçük bir hayvanı ise ikiye biçebilir. |
Daktilo
Daktilo, 19. yüzyılda Amerika'da bulundu. Daktilonun ilk örneklerine "tipograf" adı verilmişti. Tipograf 1829 yılında William Burt tarafından yapılmıştı. Bu makinenin birçok parçası tahtadandı. Harfleri bulabilmek için, yazı yazanın bir çerçeve üzerindeki kolu çevirmesi gerekiyordu. 1868 yıllarına doğru daha gelişmiş modeller yapıldı. İlk daktilo makinesini satın alanlar arasında yazar Mark Twain de vardı. |
Madenkömürü
Sanayi alanındaki gelişmeler İngiltere'den dış ülkelere sıçramış bulunuyordu. XVIII. yüzyılın başından beri Fransa, İngiltere'de gerçekleştirilen teknik gelişmeleri ilgiyle izlemiş ve Gabriet Jars (1732-1769) adlı genç bir sanayici Manş'ın ötesine göndermişti. Jars'ın görevi maden işletmelerinde uygulanan yeni yöntemleri incelemekti. Ne var ki, İngiliz kapitalizmini öğrenen Fransızlar, ülkenin iktisadi hayatında söz sahibi olmak ve daha çok insiyatif elde etmek hevesine kapıldılar. Loncaların umutsuzca direnişleri ve soyluların emek konusundaki önyargıları artık eski gücünü yitirmişti. Hisse senetleri çıkartan ilk şirketlerden Anzin Madenlerinin (1757) hissedarları arasında, burjuvalardan başka Croy, Charost ve Chaulnes dükleri de vardı. Maliye Bakanı Turgot da özel teşebbüsleri destekliyordu. Yeni kredi şekilleri, 1724'te Paris Borsasının ve 1757'de ilk Fransız Deniz Nakliyat Sigorta Şirketinin kurulmasına, fabrikaların çoğalmasına ön ayak oldu. Fabrikalarda işbölümü esası gittikçe yerleşiyor, seri imalat artıyordu. Bu arada 1777'de Rouen'de ilk "Jenny"nin işletmeye girdiğine de işaret etmeden geçmeyelim. Avrupa'nın bütün ülkelerinde temel sanayi hâlâ giyim ve top dökümcülüğüydü. Daha doğrusu bu sanayilere öncelik veren krallardı. Bu yüzden ilk teknik okullar kurulmaya (birincisi 1745'te Brunswick'deki (Almanya) oldu Ve maden mühendisleri yetiştirilmeye başlandı. Aynı nedenle bilim adamları bu tekniğe doğru eğilmek zorunluluğunu duydular. Bu alanlara önem verilmesinin nedeni maden sanayinin silah imalinde başta gelmesi ve dokuma sanayinin de hem orduyu giydirmesi hem de dış pazarlarda kazanç sağlamasıydı. İngiltere, bu sanayileri ilk geliştiren ülke olmanın bedelini pahalı ödedi. Demirin maden cevherinden ayrılması için kullanılan yüksek fırınlar oburca odun yutuyorlardı, öte yandan, yün sanayinin sağladığı yüksek kazanç, toprak sahiplerinin hayvanlarını beslemek için tarlalarını otlak haline getirmelerine yol açmıştı. Bunun için de ormanları kesmekten bile çekinmiyorlardı. Geriye kalan ormanları da maden sanayii yutuyordu. O koskoca Dean ormanlarının yerlerinde yeller esiyordu. Böyle giderse kısa bir süre sonra, o obur ağızlara atacak bir dalcık bile bulunamayacak; İngiltere kendi madenlerini işletmemesi sonucu, demiri İsveç'ten getirmek zorunda mı kalacaktı? İşte 1625'te, Dudley adlı bir genç kendi kendine bu soruyu soruyordu. Birmingham'da babasına ait bir fabrikanın basma geçmiş, çevredeki ormanlar tükendikçe üretiminin de düştüğünü görmekteydi. Bu durumda, odundan başka bir yanıcı madde bulmak zorunluydu. Bu, taşkömürü olabilir miydi? O güne kadar hiç bir rolü olmadığından, madenkömüründen hemen hemen hiç söz etmemiştik. Antik Çağ'ın insanları madenkömürünü çok az kullanmışlardı; çünkü evlerini ısıtmak için bol odunları ve mekanik güç elde etmek için de köleleri vardı. Yalnız Çinliler özellikle porselenleri pişirmek için madenkömürü kullanmışlardı. Kısacası, zorunlu olmadıkça madenkömüründen yararlanmak kimsenin aklına gelmemişti. XII. yüzyıldan başlayarak odun konusunda kaygılar baş gösterdi. Isınma, ev yapımı, gemiler ve makineler, ormanların kökünü kurutacağa benzerdi; sonra yakıt sorunu, özellikle Belçika, İngiltere, Ruhr gibi sanayi bölgelerinde başta geliyordu. Ancak insanlar bunca zamandır küçümseyerek baktıkları "siyah taşı" nasıl oldu da düşünebildiler? Bir söylentiye göre, madenkömürünü Houillos adlı bir Belçikalı demirciye borçluymuşuz. Adamcağız (1197 yılında) bir gün sönmüş ocağının başında yoksulluktan bitkin oturup kara kara düşünürken oradan geçen kır saçlı, kır sakallı bir ihtiyar, demirciyi öyle umutsuz görünce haline acımış, "Dostum," demiş, "komşu dağa çık, toprağı kaz, demirini dövmek için birebir gelecek bir kara toprak damarı bulacaksın". Bunu duyan Houillos koşmuş, ihtiyarın dediğini yapmış. Ondan sonra artık ocağı da yanmış, aşı da pişmiş. Houillos, sırrını başkalarına açıklamaktan çekinmemiş.- Böylece bu kara taşa Fransızcada "Houil'e" adını vermişler. Bu anlatılanlar gerçeğe uysun, uymasın, şurası kesindir: 1224'ten beri Belçika kömür madenleri işletilir. İngiltere 1239'da Newcastle'da, Fransa 1320'de Rochela-Moliere'de, Almanya 1429'da Ruhr'da kömür madenleri işletmeye başladı. Ne var ki, bu yataklardan çıkarılan kömürlerin verimi düşüktü Üstelik, bazı hastalıklara sebep olmak, hanımların tenlerini, soldurmak, çamaşırları kirletmek vb. sakıncaları göze battığı gibi yaydığı kükürt kokusundan ötürü şeytansal bir özü olduğuna da inanılıyordu. Öyle ki, 1340'a kadar ancak ender sayıda kişiler bunu kullanmak cesaretini gösterdiler. |
Pusula
Karalar gözden kaybolduktan sonra, denizde artık deneysel kurallara dayanılarak yol bulmak ve bunu sürdürmek imkânsızdı. Bilimsel tekniğe baş vurmak zorunlu olmuştu. Gidilecek mesafe çok uzak oldu mu, dünyanın küresel yüzeyi düz bir planda gösterilemiyordu. Bu nedenle, gemiciler son çare olarak XVI. yüzyıla kadar kullanılacak "Yer yuvarlağı"na baş vurdular; artık geminin bulunduğu yer, enlem ve boylamlara göre belirlenmekteydi. Bunun için de X. yüzyılda Araplardan gelme usturlaplar kullanılmakta; bunlarla yıldızların yükseltisi bulunarak kabaca bir enlem-boylam tayini yapılmaktaydı. Ne var ki, boylam hesaplarında birkaç dereceye varan hatalar yapıldığından, işler karışıyordu. Gemiciler, bu çocukluk çağındaki yöntemlerle kalmış olsalardı, kıyılardan uzaklaşmaya dünyada cesaret edemezlerdi. Ama neyse ki, ellerinde pusula vardı. "Pusula": İşte bir Çin icadı daha! Isın sülâlesi zamanında (265-419), Çinliler mıknatıslı bir iğne sayesinde "Güney"i belirleyebiliyorlardı. İğnenin bu özelliğinden yararlanmak için 424'te "Mıknatıslı arabalar" yapıldı. Bu arabalar, dikey bir eksen çevresinde dönen bir heykel taşımaktaydı. Heykel, içinde gizli bulunan bir mıknatısın etkisiyle hep güneye dönük dururdu. Çinlilerin kendilerine mal ettikleri bu icadın gerçek mucitleri Normanlardır. Bunlar, 874'te İzlanda'yı fethetmişler; 932'de Grönland'ı keşfetmişler ve 1000 yılında -yani Kolomb'dan beş yüzyıl önce- Amerika'ya ayak basmışlardı. Pusulaya sahip olmasalardı, bu olağanüstü başarılara nasıl ulaşabilirler, açık denizlerde binlerce millik mesafeleri nasıl aşabilirler ve hareket ettikleri noktaya nasıl dönebilirlerdi? Her neyse, Fransa'da pusuladan ilk olarak 1200'de söz edilmeye başlandı. Bunu, 1207'de İngiltere ve 1213'te İzlanda izledi. Pusulanın ilkel bir yapısı vardı o zamanlar. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten sonra, bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine yerleştirdi. Böylece gemicilerin pergeli halini alan bu gereç, artık onlara etkili bir rehber olabilecek; bilinmeyen denizlere açılmalarını ve büyük keşifler çağını açmalarını sağlayacaktı. |
Sismograf
Depremleri kaydeden, şiddetini, uzaklığını gösteren alete "sismograf" (depremyazar) denir. Sismograf, sarkaç esasına dayanır. Yer sarsıldığı sırada, sarkacın ucundaki yuvarlak ağır topuz, süredurum kanununa uyarak, hareketsiz kalır. Yeryüzünde duran bir kimse, yerle birlikte gidip geldiği için, sarkacı hareket eder gibi görür. Topuzun ucunda bir kalem vardır. Kalemin ucu bîr makara üzerinde sanlı duran kâğıda değer. Yer sarsılınca kâğıt da sağa, sola, yukarı aşağı gidip geleceği, topuz ise hareketsiz duracağı için, kalem kâğıda bu hareketleri çizer. Bu basit esas üzerine yapılmış olan ilk sismograflar sonradan çok daha gelişmiş, pek duyarlı sismograflar yapılmıştır. Bu arada, bugün rasathanelerde, bir depremi gereği gibi kaydedebilmek için, genel olarak, üç ayrı sismograf kullanılır. Bunlardan biri dikey, ikisi de yatak hareketleri kaydeder. Böylece, bir depremin yönleri belirtilmiş olur. Sismograflardan petrol aramalarında da faydalanılır: Petrol aranan yerde 20-30 m. derinlikte bir çukur kazılır. Buraya dinamit sarkıtılıp ateşlenir. Bu patlamanın etkisiyle yeraltında ses dalgalan meydana gelir. Ses dalgalarının çeşitli tabakalarda ayrı ayrı hızı olduğuna göre, sarsıntıların sismografla kaydedilen hızından, ses dalgalarının bir petrol tabakasından geçip geçmediği anlaşılır. |
Teleskop
Yeni gökyüzü görünümünün oluşmasında kesin rolü oynayacak olan adım, sadece uzmanlarca takdir gören astronomik hesapların geliştirilmesi çalışmaları değildir. Bunu sağlayan Güneş, Ay ve yıldızların daha yakından incelenebilmeleri için gökyüzü cisimlerini Yeryüzü'ne yaklaştıran ve herkesin yararlanabildiği bir fizik aracı olan teleskopun icadı oldu. Büyük olasılıkla teleskop, bir bilimsel faaliyet ürünü olarak icat edilmiş değildir. Hollanda'da gözlük üretiminde ortaya çıkan bir yan üründür. Efsane, 1600 yıllarında bir çocuğun, Lippershey'in dükkanında, bir mercekten, vitrinde duran bir diğer merceğe baktığı ve bunun da dışardaki cisimleri daha yakın gösterdiğini farkettiği şeklindedir. Teleskopun icadı için bir bilimsel dehanın gerekmemiş olması, aslında bu icadın zamanının da çoktan gelip geçmiş olduğunu göstermektedir. Teleskopa her zaman için ihtiyaç duyulmuştu ama gerçekleştirilebileceği düşünülmediğinden, bu alanda herhangi bir girişimde bulunulmamıştı. Oysa bunu sağlayabilecek araç ve yollar aslında 300 yıldır ortadaydı. Ancak şans eseri icadına neden olan olay, 16. yy'ın artan zenginliği içinde, optik üretiminin de nicel bakımdan yoğunlaşması oldu. |
Trafik Işıkları
Kırmızı ve yeşil ışıklı trafik lambası ilk kez 1868 yılında, Londra'da kullanıldı. Henüz motorlu araçların icat edilmediği o tarihte, at arabalarının yoğun olduğu bazı caddelerde, gaz lambası ile trafiğin düzenlenmesine çalışılmıştı. Daha sonraları, 1920'de ABD'nin Detroit Kenti'nde demiryolu sinyalizasyon sisteminden esinlenen bir trafik lambası kullanıldı. Günümüzde kullanılan trafik lambasının patenti ise ABD'li Garrett Augustus Morgan'a aittir. Morgan, buluşunun patentini 23 Kasım 1923 tarihinde Cleveland'de aldı ve buluşunu bir süre sonra General Electric'e sattı. |
Barut
Barut güherçile, kükürt ve kömür tozundan meydana gelmiş patlayıcı bir maddedir. Ateşli silahlarla mermiyi atmak için kullanılır. Çok kez, "karabarut" adıyla anılır. Barutun çok eski bîr tarihi vardır. M.Ö. 1000 yıllarında, Çinliler, ateşi bir savaş silahı olarak kullanırlardı. Gerek Doğu'da, gerekse Batı'da, alev ve ateşten savaşlarda da yararlanılıyordu. Özellikle Çin ordusunda, dehşet saçan savaş arabaları vardı ki, bunların görevi çömlek ve güllelerin içindeki ateşi düşman ordusuna atmaktı. Batılılaın, ateşli silahları Doğululardan öğrendikleri sanılıyor. Ancak, tarihçi Home-ros'un (M.Ö. IX. yüzyıl) eserlerinde, ateşli silahlar üzerinde herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Peloppones Savaşları'nda (M.O. 428-424) içlerinde kömür, kükürt ve zift gibi yanıcı maddeler bulunan toprak kapların mancınıklarla atıldığı biliniyor. Ne var ki, bu yoldan çıkarılan yangınlar, üzerine toprak atmakla kolaylıkla söndürülebiliyor, büyük bir zarara yol açması önleniyordu. Bunun sonucu olarak, daha etkili yanıcı maddeler aranmaya başlandı. Yanmak için gerekli oksijeni havadan değil de, kendi bünyesinden alabilen yanıcı maddeler en iyisiydi. Yani, ateşin üstü örtü ise bile, sondürülememeli, alevler çıkmaya devam etmeliydi. İşte böylece de, ateşli silahlardan patlayıcı silahlara geçilmiş oldu. Bu işte ilk olarak, güherçile kullanıldı. Güherçile, beyaz renkte, ince billurlar halinde bir maddedir. Kimyasal adı "potasyum azotat"tır. Doğu'da, Çinliler, güherçileyi biliyorlardı. Abdullah adında Malaga'lı (İspanya'nın güneyi) bir Arap yazarı (1200 yılları), güherçileden söz ederken, "Çin karı" deyimini kullanmıştır. İranlı yazarlar ise, güherçileye "Hint karı" derlerdi. Böylece, güherçile, XIII. yüzyılın ortalarına doğru. Doğu'dan İslam ülkelerine geçti. Anlaşıldığına göre, Çinliler barut yapmayı biliyorlardı. Ancak, barutu, "maytap" ve "kestane fişeği" dediğimiz biçimde kullanmışlardır. Büyük İskender Hindistan'a gittiği sıralarda, barut Hindistan'da da biliniyordu. Marco Polo, Çin'e yaptığı uzun gezisinde, Çinli rahiplerin geceleri havada baruttu fişeklerle şenlikler yaptığını görmüştü. Avrupa'da barutu ilk bulanın ise, Friburglu Berthold Schwartz (1318-1384) adında bir Alman rahip ve filozofu olduğu sanılıyor. Schwartz, Venediklilerin kullandıkları ilk topları dökmüş, bu toplarla gülleleri uzağa fırlatmak için de, baruttan yararlanmıştı. Ancak, kimi tarihçiler de, Avrupa'da barutun icadı şerefini, Roger Bacon (1224-1294) adındaki İngiliz bilginine verirler. Avrupa'da, ateşli silahlarla barut, ilk kez XIII. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. XIV. yüzyılda da, barutun topçuluk alanında kullanılması geliştirilmiştir. Barutun, bugünkü anlamıyla, ilk olarak. İngilizlerle Fransızlar arasındaki Cressy Savaşı'nda (1346) kullanıldığı sanılıyor. Kimya alanındaki ilerlemeler sonucunda, nitrosellüloz ve nitrogliserinin elde edilmesiyle, hafif dumanlı barutlar kullanılmaya başlanmıştır. Eskiden, barut çok miktarda duman yaptığı için, ateş eden topun yeri hemen belli oluyor, üstelik, bu, top namlusunün kalın bir is tabakasıyla örtülmesine de yol açıyordu. Paul Vieille adındaki Fransız mühendisi (1854-1934) dumansız barutu icat ettikten sonra İse, silahlarda yalnız bu çeşit barut kullanılmaya başlandı (1886). Bundan birkaç yıl sonra da, İsveçli kimyager Alfred Nobel (1833-1896) daha yüksek nitelikte patlayıcı bir madde olan nitrogliserinil barutu keşfetti. Zamanla, barut geliştirilerek, değişik silahlarda, istenilen biçimde kullanılabilecek duruma getirildi. Barut Nasıl Elde Edilir? Barutun karışımında, %70 - 80 potasyum nitrat (NOs), %12-20 odun kömürü, %3-14 de kükürt vardır. Bu karışımdaki potasyum nitrat, kömürle kükürtün yanması için gerekli olan oksijeni verir; kükürt de, barutun kolayca tutuşmasını sağlar ve yakılınca çok miktarda gaz çıkartır. Barutu meydana getiren maddelerden kömürün yanmasıyla, karbon dioksit (CO2), kükürtün yanmasıyla da, kükürt dioksit (SO2) gazları oluşur. Geriye, potasyum sülfat, potasyum karbonat, potasyum sülfür kalır ki, bunların gazları yüksek bir basınç meydana getirir. Bu basınç da, ateşli silahlarda, merminin ileriye fırlatılmasını sağlar. Teknikteki ilerlemelere rağmen, barut, bugün de, pek az bir farkla, eskiden elde edildiği yollardan elde edilir: Karışımı meydana getiren maddeler, önce ayrı ayrı, sonra da bir arada öğütülerek, karıştırılır. Bu karışım, basınçla, hamur haline getirilir; sarsıntılı eleklerden geçirilerek, tozundan ayrılır. Bu işlemin sonunda, tane halinde barut elde edilmiş olur. Bu hamur, borulara basılarak, çubuk halinde barut haline getirilir; buna, "makarna barutu" adı verilir. Ayrıca, küp, prizma, vb. gibi biçimlerde kaplar kullanılarak, istenilen biçimde barut da elde edilebilir. Bugün, karabarut, şistli killer, kaya tuzları gibi, ötekilere oranla yumuşakça kütlelerin atılmasında kullanılmaktadır. Çok duman çıkarttığından, askerlik alanında artık büyük bir önemi kalmamıştır. Bugün için, ateşli silahlarda, daha çok "dumansız barut", daha doğru bir deyişle, "az dumanlı barut" kullanılmaktadır. Dumansız barut kolodyum, trinitro gliserin, trinitro tolüen gibi patlayıcı maddelerin karışımıdır. Bugün, bu patlayıcı maddeleri yapabilmek için, çok miktarda potasyum nitrata ihtiyaç vardır. Oysa, bu madde, yeryüzünde pek az bulunur. Yalnız, Güney Amerika'da, And Dağları'nın denize bakan kıyılarında, kuşların bıraktığı gübreler, bu madde bakımından son derece zengindir. O dolaylarda, bu gübreyi temizleyecek kadar bol yağmur da yağmadığı İçin, "guana" adı verilen bu gübreler, uzun süre, bozulmadan kalabilir. Bu gübreler, genişliği 3 kilometre, uzunluğu 300 kilometre olan bir alanı kaplamış durumdadır. Gübre tabakasının kalınlığı da 1,5 metreyi bulur. İşte, bu çevre uzun süre, devletlerin barut yapması için gerekli olan ham maddeyi sağlamıştır. Bütün devletler, Şili'den gübre satın almak zorunda kalmıştır. Yalnız Almanya, 1913 yılında, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, bu gübrelerden tam 750.000 ton satın almıştı. İngiltere de aynı miktar gübre almış ve bu iki ülke, bu maddelerden yaptıkları barutları birbirlerine karşı kullanmışlardı. Ancak, Almanlar, savaş sırasında, havadan aldıkları azotla, potasyum nitrat yapmayı başardılar. Böylece, barut yapımı için, Şili'deki gübreler yerine, bitmek tükenmek bilmeyen havadan yararlanılmaya başlandı. |
Bomba
Bomba çok eskiden bulunmuş bir silahtır. Romalıların bomba kullandığı biliniyor. Bombayı, düzenli ordular içinde, ilk kez kullanan ise, Fransızlar olmuştur (1427). İkinci Viyana Kuşatması'nda Avusturyalılar, 1808-1809 yıllarında da Napoleon orduları bomba kullandılar. Havada atılan ilk bombalar ise, 1849 yılında, Avusturya ordusunda kullanıldı. Bunlar, sıcak hava balonlarına tutturulmuş, ağır ağır yanan tapalarla donanmış bombalardı. Avusturyalılar bu bombaları Venedik'e attılar. Bu ilk bombaların yaptığı hasar pek azdıysa da, Venedik ahalisini son derece korkutmaya yetti. Bombaları ilk kez uçaktan atanlar ise, İtalyanlar oldu. 1912 yılında, İtalyan pilotları Batı Trablus üzerine içleri nitrogliserin doldurulmuş kutular attılar. Aynı yıl, İspanyollar da, Faslılar'a karşı bomba kullandılar. Osmanlılar da, 1877- 1878 seferinde, Şıpka ve Pievne savaşlarında, Ruslara karşı bomba kullanmışlardır. Bomba, Birinci Dünya Savaşı sırasında, geniş ölçüde kullanılmaya başlandı. Kurtuluş Savaşı sırasında ise, Türk işçilerinin yaptığı ve "Ankara Bombası" adı verilen bombanın büyük yararları görüldü. İkinci Dünya Savaşı'nda ise, bombalar çok geniş ölçüde kullanıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda, A.B.D. Hava Kuvvetleri, topu topu 125 ton bomba attığı halde, İkinci Dünya Savaşı'nda yalnız İngiltere üzerine 42.000 ton bomba atıldı. |
Mürekkep
M.Ö 2,500 yıllarında bulunan Çin mürekkebi bir yana, Mısırlılar da aşağı yukarı aynı çağlarda mürekkep kullanıyorlardı. Asurlular, Mısırlılar, hatta Yunanlılardan kalma, pişirilmiş toprak levhalar veya taş üzerine yazılmış pek çok yazıt, günümüze kadar ulaştığı gibi, Mısırlıların yeraltı mezarlarında da, mürekkeple (siyah ve kırmızı) yazılmış papirüsler bulundu. Bu elyazmalarında Calamus, hatta tüy kalem kullanıldığı sanılmaktadır. Balmumu tabletler ve kazı kalemi, Yunanlılar ile Romalılar için düşüncelerini yazı halinde ifade etmeye yarayan tek araç değildi; ayrıca mürekkep de kullandılar. Zaten Plinius, Marcus Vitrunius Polio ve Dicskorides`in eserlerinde mürekkep formülleri yer alır. Eskiçağ'da sepi ali ve demir tannanlı mürekkepler biliniyordu. Bu mürekkeplerin, elyazmalarını kopya eden sanatçılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Bazı parşömenlerde, baş harflerin erguvan rengi (temel maddesi zencefre, cıva sülfür ve kantaşı) mürekkeple yazıldığı görülür. Bizanslılarda kırmızı mürekkep (kutsal mürekkep), imparatorluk yazışmalarında kullanılırdı ancak 470 Fermanı'yla bu mürekkebin özel yazışmalarında kullanılması yasaklandı. Ortaçağ elyazmalarında, altın ve gümüş yıldızlı çeşitli mürekkeplere rastlanılır. Bu çağda, siyah mürekkep yapımında, özellikle mazı urundan yararlanılırdı. Fakat bu yapım usulü çok ilkeldi ve mürekkep kalitesiz olduğu için, bugün elde bulunan yazmalar ya soluk ya tamamen renksizdir. 18. yüzyılda, mürekkep yapımında bir gelişme görüldü ve daha bilimsel usullere başvuruldu. Yeniçağ'da çok çeşitli ve renk renk mürekkepler ortaya çıktı. Daha sonra dolmakalem mürekkebi, kopya mürekkebi, marka mürekkebi; tipografi, litografi baskılarda kullanılan yağlı, altın, gümüş, bronz yıldızlı matbaa mürekkepleri yapıldı. Türkler, 20. yüzyıla kadar, genellikle bezit yağının yakılmasından elde edilen bezir mürekkebini kullandılar. Siyah mürekkep ise, Musul mazısı, sirke, göztaşı ve temiz suyun kaynatılıp süzülmesinden sonra, içine biraz Arap zamkı katılmasıyla hazırlanılırdı. Uzun süre, mürekkep yapım usûlleri gizli tutuldu. Her matbaacı, mürekkebini kendi yapıyordu. Ancak 1818 yılında Fransız matbaacısı Pierre Lorilleux, ilk mürekkep fabrikasını kurdu ve yaptığı mürekkepleri, diğer matbaalara satmaya başladı. Görünmez Mürekkep Savaş dönemlerinde, ajanların haber iletimi pek güvenli değildi. Açık yazılmış mektuplar okunabilir, şifreler çözülebilir, telefonlar dinlenebilirdi. Bu yüzden, gizli bilgi aktarmak isteyenler, her zaman görünmez mürekkeplere başvurmuşlardır. Yazı mürekkebi, günümüzden 6,000 yıl kadar önce Mısır'da bulunduğuna göre gelişi güzel kimselerin okuyamadığı mürekkep de bu tarihlerde bulunmuş olabilir. Bizanslı Philomenes, meşe yazısından elde edilen bir gizli mürekkepten söz etmiştir. George Washington ile Kont Rumford, yazışmalarda bu mürekkebi kullanmışlardır. Bu mürekkebin okunur hale gelmesi için bir dizi kimyasal işlem yapılması gereklidir. |
Tekerleğin İcadı
Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde, bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı, tekerleği de Güneybatı Asya'ya borçluyuz. Elimize, tekerleğin hangi tarihte icat edildiğini gösterecek hiç bir belge geçmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser, Gawra'da, M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur'da, M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı kesinlikle bilinmiyor. General Frugier'nin ilginç ve inandırıcı varsayımına göre; Yontma Taş Çağı'ndan başlayarak insan, avladığı hayvanı, kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken, kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını, böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar yüklerini iki ağaç kütüğünün üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy'ye göre; tekerleğin atası, tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ya da deridir. Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer ülkelerinde, M.Ö. 3.000'den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır. Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak işten bile değildir. Gerçekten de, M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü, iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere, ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler sabitti. Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georges Contenau'ya göre, yaban eşeği. O dönemde, bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir. Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya, Doğu Sibirya ve Mançurya'da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş Çağı'nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı, Babil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu'nun güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı göçebe halkın hayatı, her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın, atın sırtında geçiyordu. Onu gem'e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya'ya akınları sonucunda, bu bölgede atı tanıdı, ilk uygarlıklar, insanlığın bu en soylu buluşunu, paha biçilmez armağanını onlardan aldılar. Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya, arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya'da görülen araba, giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır'a girince, Firavun'un ordusunda, 1917'de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan gücü olarak henüz öküz ve eşekten yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak dönemi olan Yeni İmparatorluk'tan kalan belgeler, Firavun'u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde, bir eliyle dizginleri tutar, ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir. Bunu izleyen on yüzyıl boyunca, araba, savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular, M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı, iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur'un ünlü kralları Surgon ve Assurbanipal birçok şehirleri, güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların, tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler. Ancak bu ağır "topçu gücü"nün yanı sıra yeni bir silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz Asur atlıları, İskender�in fetihlerine yol açan öncüler oldular. |
Kibrit
Kibrit 1809'da icat edildi; bu küçücük âlet, sadece uçlarından biri, içinde potasyum klorat bulunan bir karışıma batırılmış küçük bir kükürtlü tahta parçasından ibaretti. Tutuşturmak için yoğun sülfürik aside daldırmak gerekiyordu: bu da tehlikeli ve oyalayıcı bir işti. Kullanılışı basit ilk kibrit 1831 yılında, Dole'de, on dokuz yaşındaki genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi: Sauria bu karışıma, en basit sürtünmeyle alev alıveren beyaz fosfor katmayı akıl etti. Daha sonra, İsveç'te, çakma yerine sürülen bir başka karışıma kırmızı fosfor (beyaz fosforun tersine, zehirli değildir) katıldı ve kibritin ucunda sadece potasyum klorat kaldı, böylece «İsveç» kibriti veya «güvenlik» kibriti doğdu. Türkiye 1929'a kadar kibriti Avrupa'dan ithal ederdi; ilk fabrika İstanbul'da Büyükdere'de kuruldu (1932). Yirmi yıl devlet tekelinde tutulan kibrit yapımı işi 1952'de serbest bırakıldı ve bu tarihten sonra özel fabrikalar da kuruldu. |
Mikrodalga Fırınlar
Diyelim ki, normal bir fırında bir keki pişiriyorsunuz. Kekler normal olarak 170-180 derecede pişirilirler. Ama siz fırını yanlışlıkla 250 dereceye ayarlarsanız, olacak olan, kekin daha içi ısınmamışken, dışının yanmasıdır. Normal bir fırında, ısı önce yemeğin piştiği kap sonra da yemeğin dışı ile temas eder ve oradan içine doğru yayılır. Fırının içinde ısınan kuru hava da, kekin içi hala nemli iken dışını kurutur ve kahverengi bir kabuğun oluşmasına yol açar. Bir mikrodalga fırında kullanılan, yani yiyeceğin üzerine gönderilen mikrodalgalar 2.500 megahertz frekansındaki radyo dalgaları boyutunda olup, frekansları FM radyo bandı frekansının yaklaşık 20 mislidir. Bu frekanstaki radyo dalgalarının ilginç bir özelliği vardır. Su, yağ ve şeker tarafından çok rahat emilmelerine rağmen plastik, cam, seramik gibi malzemeler, nitrojen ve oksijen gibi gazlarca emilmezler ve tekrar gerisin geriye yansıtılırlar. Sık sık mikrodalga fırınların, yiyeceği içinden dışına doğru ısıttığını duyarsınız. Bu doğru değildir. Dalgalar doğrudan yiyeceğin yağ ve su moleküllerini etkilerler. Yani yiyeceğin dışından başlayıp içine doğru ilerleyen veya tam tersi yönde bir ısınma söz konusu değildin Su ve yağ molekülleri yiyeceğin her tarafına dağılmış olmaları sebebi ile, ısınma da aynı zamanda her yerde olur. Tabii ki bazı sınırlamalar da vardır. Radyo dalgaları yiyeceğin daha kalın ve yoğun kısımlarından farklı şekilde direnç görerek geçtiklerinden, yiyecekte farklı sıcaklıkta noktalar oluşabilir. Radyo frekansındaki bu mikrodalgalar, oksijen ve nitrojen tarafından emilmedikleri için, mikrodalga fırında bulunan ve çoğunlukla bu gazları içeren hava da, diğer fırınlardaki gibi sıcak olmayıp, oda sıcaklığındadır. Bu da ısınan hava tesiri ile yiyecekte, kızarmış bir kabuk oluşmasına mani olur. Bir mikrodalga fırınına, giysilerinizden birini koyarsanız, kumaş aniden ısınır ve içerdeki havayı da ısıtır. Kumaş yanmasa da normal bir fırında olacağı gibi kumaşın yüzeyinde kırışık bir kabuk oluşur. Daha ilginci, bir mikrodalga fırının içine bir kahve fincanı içinde su koyarsanız, fincanın içindeki suyun ısısı, suyun kaynama noktasını geçtiği halde, suyun kaynamadığını, hava kabarcıklarının çıkmadığını görürsünüz. Bu suyu fırından alır, içine bir kahve kaşığı sokar veya onu içinde kahve bulunan bir kaba dökerseniz, aniden kabarcıklarla kaynayacak ve hatta taşacaktır. |
Hava Yastıkları
Hava yastıkları 80'li yılların başında ortaya çıktıklarından beri binlerce hayatı kurtarmışlardır. Aslında hava yastıkları İkinci Dünya Savaşı sırasında uçakların yere çakılmalarında bir önlem olarak tasarlanmış ve ilk patent o zamanlarda alınmıştı. Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle karşılaşıldı. Basınçlı havanın araba içinde muhafazası, süratle şişmenin sağlanması, ani şişme sırasında yastığın patlamasının veya kişiye zarar vermesinin önlenmesi vs... Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki, ince naylon iplikten yapılmış ve konsolda bir silindir üzerine sarılmıştır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı diğerlerinden farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir şeklinde iken sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak şekildedir. İkinci olarak yastığa ne zaman şişeceğini bildiren, arabanın ön tarafında bir sensör vardır. Bir tuğla duvara yaklaşık saatte 15 - 25 kilometre süratle çarpıldığında oluşacak kuvvet karşısında sinyal verecek şekilde ayarlanmıştır. Son olarak da şişirme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıştırılmış veya basınç altındaki havanın veya bir gazın salıverilmesiyle şişmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda şişerler. Bu kimyasal reaksiyonun ana maddesi 'sodyum azide'dir, yani NaN3. Normal şartlarda durağan olan bu molekül ısıtılınca anında ayrışır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az miktarından, yani 130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir. Ancak bu ayrışmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki, çok reaktiftir. Su ile birleşince vücuda bilhassa gözlere, buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek için hava yastığı üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum ile birleşebilecek bir gaz daha kullanıyorlar ki, bu da potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar. Arabanın önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada, NaNS'ün bulunduğu tüpe bir elektrik sinyali gönderir. Burada çok küçük bir spark oluşur ve bunun yarattığı ısıdan da NaN3 çözülür, açığa çıkan nitrojen hava yastığına dolarak şişirir. Burada ilginç olan sensörün çarpmayı algılaması ile yastığın şişmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30 milisaniye yani 0.030 saniye. Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile kendi kendine söner ve kazazedeye devamlı baskı yapılmasına mani olur. |
Silah Susturucuları
Filmlerde görmüşsünüzdür. Aslında kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi, silahın ucuna takılan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse işitilemeyecek kadar, çok düşük bir seviyeye indirilebilmektedir. Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre çalışırlar. Bir balon düşünün, bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar. Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak basınçlı havanın yavaşça boşalmasını sağlarsanız, çok az bir ses çıkar. Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok yüksek bir ses çıkmasına rağmen, normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır. Her iki örnekte de görüldüğü gibi, kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salını verirse, ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için, bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de, daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur. Kurşunu silahtan atabilmek için, kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter. Kurşun mermiden çıktığında, bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede 200 kilogram olan basınç, şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi, kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkmasına yol açar. Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20-30 kat daha fazladır. Kurşunun arkasındaki sıkıştırılmış, basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi basınçlı gaz olmadığından, normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi, çok az bir ses çıkarır. |
Yalan Makinesi
Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır. 'Polygraph' denilen bir alet ile sanığa 4-6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller, dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın, o Nefes alış hızı. o Nabzı. o Kan basıncı (tansiyonu). o Terleme miktarı. kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir. Yalan makinesi testi başladığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya devam edilir. Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan söylendiğini derhal anlayabilir. Her şeye rağmen, insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan söylerken farklı davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaşmış değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez. |
Güneşte Kararan Gözlükler
Güneş ışığına maruz kaldığında kararan gözlük camları ilk olarak 1960'ların sonlarında geliştirildi, yaygın olarak kullanılmaya başlanılması ise 1990'lı yıllarda oldu. Bu tip gözlük camlan fotokromik veya fotokromatik adı verilen ve yüzde 0,01 ile 0,1 arasında gümüş kristalleri ihtiva eden özel camlardan yapılırlar. Kristaller normalde şeffaf olup son derecede küçüktürler ve gözlük camına bakıldığında fark edilmezler. Gözlük camlarına bol miktarda Ultraviyole ışın ihtiva eden güneş ışığı geldiği zaman kristallerdeki gümüş iyonları etkilenerek gümüş atomlarına dönüşür ve camın içinde küçük gümüş parçacıklar oluşturmaya başlarlar. Bu siyah-beyaz fotoğrafçılıktaki partiküllerin oluşumuna benzer ve tamamen kimyasal bir reaksiyondur. Bu gümüş parçacıkları sivri uçlu ve o kadar düzensiz şekillerdedirler ki gelen ışığı olduğu gibi absorbe ederler, hiçbir rengi yansıtmazlar ve dolayısıyla kararırlar. Gözlük tekrar loş bir ortama götürüldüğünde, gümüş atomları tekrar birleşerek gümüş kristalleri haline dönüşürler ve gözlük camının rengi normale döner. Her iki yöndeki kimyasal reaksiyonlar da çok hızlı cereyan ederler. Eğer fotokromatik camlar tekrar eski haline dönmezlerse fırında kısa süre ile (çerçeveyi eritmeyecek kadar) ısıtılmaları önerilir. Başlarda gözlük camının tümü fotokromatik olarak yapılıyordu. Tabii kararma olayı da camın kalın olduğu kısımlarda daha koyu, ince kısımlarda daha açık oluyordu. Sonraları merceklerin üzerleri milimetrenin binde beşi kalınlığında kaplanmaya başlandı. Günümüzde ise merceğin milimetrenin binde 150'si kalınlığındaki kısmı bir banyoya daldırılarak fotokromatik tabaka kimyasal reaksiyon yolu ile merceğin bünyesine işleniyor. Fotokromatik camlar gördüğümüz ışığa değil Ultraviyole ışınlarına hassastırlar ve reaksiyona girerler. Dolayısıyla Ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camların arkasında, arabaların içinde, ortam çok ışıklı da olsa kararmazlar. |
Termos
Tek sebebi var, vakum yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam şişedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boşluk vardır. Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı ilet ilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır. İçerden dışarıya, dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Termosun içine kahve konulursa ısısı dışarı kaçamayacağı için kahve sıcak kalır, soğuk su koyarsanız dışarıdan içeriye ısı giremeyeceği için su ısınmaz, soğukluğunu muhafaza eder. Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği, 1643 yılından, Toricelli'nin bugünkü termometrelerin atası olan civalı barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan vakumu muhafaza edebilecek, aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o zamanlar kimsenin haberi yoktu. Termos başlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil, bir laboratuar aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. İngiliz fizikçi Sir James Dewar, 1890'lı yıllardaki bu buluşunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluşlara bağışladı. Dewar'ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği iyi gördü ve 1903'de Almanya'da patentini aldı. Hatta ismi için ödüllü bir yarışma dahi açtı. Kazanan isim Yunanca 'ısı' anlamına gelen 'Thermos' oldu. Bu isim 1970 yılına kadar ticari bir marka olarak kaldı. Sonraları bu tip cihazların genel ismi olarak herkes tarafından kullanılması kabul edildi. Termosun daha çok tanınmasını ve evlerde yaygın olarak kullanılmasını sağlayanlar kuzey ve güney kutbuna giden kaşifler, Everest'in tepesine çıkan dağcılar ve zeplin yolcuları oldu. Dünyanın bir ucuna giderken bile kahveyi sıcak tutabilen termosa karşı insanların güven duyguları arttı. Termos piknik çantasında unutulmaması gerekenlerin içinde en baştaki yerini aldı. |
Çömlekçilik ve Madenler
Tarih öncesi toplumlarının gücünü sağlayan sanayilerden biri olan çömlekçiliğin gelişmesi de tekerlek sayesinde olmuştur. Daha önce söylediğimiz gibi, seramik. Cilâlı Taş Çağı'nda biliniyordu. 'Bu insanların killi toprağa elle biçim vererek meydana getirdikleri çanak-çömlekler, bugün arkeologlara, kazıların tarihlerini tespit etme imkânını vermektedir. Çömlekçi, hammaddesine elleriyle istediği biçimi verdikten sonra, bunu güneşte pişirirdi. Pişirme işlemini ateşte yapmayı ve iklim şartlarının etkisinden kurtarmak için kapalı yerde pişirmeyi, neden sonra düşünebildi. Böylece ilkel fırın doğmuş oluyordu. İlk sanayinin eserleri kısa sürede Yakın Doğu'yu sardı; bunlar, boyalı desenlerle süslü Mezopotamya çanak-çömlekleri, çok güzel şekiller verilmiş ve üstleri mavi . yeşil sırla kaplı Mısır vazolarıdır. Ortak yönleri, her ikisinin de çok gözenekli olmalarıdır; ancak bunun pek sakıncası olmasa gerekti, çünkü bu kaplar sıvı değil, tahıl ve tohum koymaya yarıyordu Sümerler iki küpü birleştirerek, tabut olarak kullanmaktaydılar. Günün birinde 'aklı evvel' bir zanaatçı, imal ettiği vazolara daha düzgün yuvarlak biçim verebilmek için dönen bir tepsi kullanmanın yerinde olacağını düşündü. Bu buluş, hangi tarihe rastlar? Tekerleğin icadından hemen sonraya diyebiliriz; çünkü, dönme'nin izlerine M.Ö 4.000 yıllarından kalma vazolarda bile rastlanmaktadır. Bu dönen tepsinin, başlangıçta zanaatçının elle çevirdiği tahta bir tekerlek olduğu kesinlikle kabul edilebilir Aynı eksene monte edilmiş, ayakla çevrilen bir "düzenteker" (Makinelerde devinim hızını düzgün tutmaya yarayan büyük çaplı çark.) biçimindeki tezgâh daha sonra bulunmuştur. Öte yandan birkaç taşla inşa edilmekte olan derme çatma ocaklar da yavaş yavaş gelişmiş; bacalı ve tuğladan yapılma fırınlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün Louvre Müzesinin ve British Museum'un Eski Sanatlar Bölümlerinin vitrinlerini dolduran sayısız çanak-.çömlekler, işte böyle doğdu. Buralarda şimdi, mavi sırlı Mısır fayanslarını, Perslerden kalma Sus şehrinde imal edilmiş renk renk panoları, İndüs'ün pembe çanaklarını. Kuzeydoğu Çin yapısı siyah hamurdan üç ayaklı vazoları ve inanılmaz zariflikte Girit vazolarını hayranlıkla seyrediyoruz. Aynı çağlarda Sarı Irmak boylarındaki Çinliler yeni bir hamur denemekteydiler. Bunu Kaolin'den (beyaz kil) elde ediyorlardı. Böylece, tertemiz bir işçilik ve eşsiz bir zarifliğe imkân veren "porselen" icat edilmiş oldu. Bu çeşitli sanayilerin köşelerinde, kendi hallerinde geliştiklerini düşünmek, büyük bir hata olur. Mısır'ı, Ege adalarını, Mezopotamya'yı, Bülücistan'ı, İndüs vadisini ve hatta Sarı Irmak'ı kapsayan geniş bir ticaretin var olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu insanlar, gerek eşek, sonrada deve kervanlarıyla, gerekse akarsuların akışlarına uyarak, deniz kıyılarını izleyerek durmadan yolculuk ederlerdi. Yükleri de ,özellikle seramik eşyaydı. Buna tohum, parfüm, deri, kumaş, sanat eşyaları, mermer, fildişi ve hızla gelişmekte olan madenciliğin yarattığı yeni ihtiyaç maddeleri de eklenirdi. M.Ö. 3.000 yılından başlayarak Giritliler, Mezopotamyalılar ve Mısırlılar hızla bakırın yerini almakta olan tuncu bol miktarda imal edebilmekteydiler. Yüzde 90 bakır ve yüzde 10 kalay karışımıyla elde edilen bu maden, yepyeni bir sanayinin hammaddesi olmuştu. Dökümcüler, madeni kalıplamadan önce, kalıba bir 'çekirdek' koyarak delik meydana getirmeyi biliyorlardı. Delik sayesinde mızrak, kılıç ve balta gibi araçlara tahta saplar geçiriliyordu. Bu silahlar, tahtanın madene perçin çivisiyle çakılmasıyla de imal edilmekteydi. Bundan başka "halk sınıfları" için tunçtan süs eşyası da yapılıyordu, öyle ki, bu maden, kuyumculukta da önemli bir yer tutmaktaydı. Tunçtan küpe, yüzük, kolye, bilezik, taç gibi eşyalar Mısır ve 'Mezopotamya'da özellikle aranan ticari mallardı. Louristan'daki kazılardan çıkarılan birçok kalıntılar, bu çeşit süslerin zırhlara, silahlara, atların üzengilerine ve gemlerine kadar yayıldığını göstermektedir. Bununla birlikte, önemli kişiler bu 'değersiz' madene pek. 'itibar' etmemekte; pahalı süsleri tercih etmekteydiler. M.Ö. 3.000 yıllarında altının bilindiği bir gerçektir. Akarsularda saf olarak bulunabilen bu maden, parlaklığı, rengi ve işleme kolaylığı gibi niteliklerinden ötürü hemen kuyumculuğun en çok aranan maddesi haline gelivermişti. Çağımızdan beş bin yıl önce altın, Sümerlerde, bugün bizde olduğundan daha bol ve yaygındı. Gerçekten de bugün altın süs eşyasını Güney Amerikalı birkaç zenginden ya da bazı zenci boksörlerden başka, bir Ur kralcığı kadar kim takıp takıştırabilir? 1927'de Ur'da bir kral mezarı ortaya çıkaran Wooley'in, gördüğü manzara karşısında neden şaşkınlığa düştüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz: Hükümdar, mezarına bütün eviyle birlikte; yani, muhafızları, savaş arabası, seyisi, öküzü ve dokuz karısıyla gömülmüştü. Ayrıca ev eşyaları, altın ve bakır silahtar, gümüş ve altın sofra takımları, çeşitli mücevherler, altın kabzalı hançerler, iğneler, taçlar, küpeler, altından ve gümüşten yapılmış taşlı araba süsleri de mezara konmuştu. Milattan otuz yüzyıl önce kilolarla altının kullanıldığı ve bu çeşit bir 'israfa kuyumcuların sanat ve dehalarını dökmüş olmaları, insanlık tarihinin başlangıç çağının saltanatı üzerine yeterli bilgi vermektedir. Gerçekten de bu, Tutmosis, II. Ramses, l. ve II. Sargon gibi büyük 'inşaatçı'ların göz kamaştırıcı saltanatlarına yaraşır bir dönem olmuştu. Roma ve Atina'nın henüz birer kulübe topluluğu halin de bulunduğu sırada bu 'haşmetli' imparatorluklarda yüce uygarlıkların eserleri olan dev şehirler yer yer yükselmekteydi: Ege adalarında Knosos; Nil boyunda Teb; Fırat boyunda Babil; Dicle'de Ninova; İndüs üzerindeki olağanüstü şehir, Mohenjo-Daro... Dünyanın karanlığını boylu boyunca yaran parlak ışıklı bir yıldız dizişiydi sanki. |
Demir
XIX. Yüzyılın başlarına kadar gözler hep Roma ile Yunan'daydı. Çağdaş uygarlığımız yalnız bu iki kaynağa indirgenmekteydi. Bu görüş Napolyon'un Mısır seferiyle değişti. Onunla birlikte Mısır'a giden bilginler, icat ve anıttan yana zengin bu iki uygarlıktan, çok daha eski bir uygarlığın varlığını şaşkınlık ve hayranlıkla gördüler. 1842'de ufuk daha da genişledi; Fransa'nın Musul başkonsolosu Botta, Mezopotamya'nın antik anıtlarını ortaya çıkardı. Bunu, öteki uygarlıkların, (Sümerler, Babilliler, Egeliler, Hititliler, Ukrayna'dan Moğolistan'a uzayan steplerde yaşayan göçebe halk) tanınması ve incelenmesi izledi. Bugün Atina ve Roma gözümüzde parlak olmakla birlikte uygarlık tarihinin bir ayrıntısından başka bir şey değildir. Birçok belli başlı teknik icatları artık onlara mal edemeyiz. Biliyoruz ki bunlar. Roma saltanatının ya da Yunanistan'ın ünlü filozoflarının gölgesinde değil, zaman zaman büyük imparatorluklar kurmakla birlikte sonradan unutulmuş Asyalı toplumların eserleridir. Yukarıda sabanın, koşumun, gemin bu halkaların icatları olduklarını görmüştük. Ama tereyağının İşkillerin icadı, demirin de (M.Ö. 1300'de) Mitillerin icadı olduğunu kaçımız biliriz? Demir madeni daha önceden de biliniyordu; Hititlere borçlu olduğumuz, "demir sanayii"dir. M.Ö. 2950'de Ur'da bir demir balta; M.Ö. 2840-M.Ö. 2700'den gelen Sümer kalıntıları arasında ve Keops Piramidi'nde demir silâhlar bulunmuştur. Ancak o zamanlar, son derece az bulunan bir maden olduğundan demir değerli eşyalardan sayılıyordu. Hammurabi zamanında (M.Ö.2000) Babil'de demirin değeri gümüşünkinden sekiz kat fazla ve altının dörtle üçü oranındaydı. Günümüz de bol rastlanan bu madenin o zamanlarda bunca 'ender oluşu'nun sebebi neydi acaba? Çünkü demirin elde edilmesi bakır ya da tunçunkinden daha güçtü. Bakırı eritmek ve toprağından ayırmak için 1.083 derece ısı yeterlidir. Tuncun yapımında kullanılan kalaysa daha kolay (232 derecede) erir. Demirin eritilmesi için 1.535 derecilik bir ısı gereklidir. Bundan başka, maden cevheri oksit şeklinde olduğundan, bunu oksijenden ayırmak için çok miktarda redüktör'e yani indirgeme işlemini yapacak bir aracıya, özellikle karbona ihtiyaç vardır, işte bu iki şart, bakır ve tunç metalürjisinde (madenleri ve arıtılmalarını inceleyen bilim.) kullanılan fırınlarla gerçekleştirilemiyordu. Bunu, M.Ö. 1700'de yapılmış bir Mısır resminde gördüğümüz, ayakla işleyen körüklerle yapmak ve gerekli miktarda oksijeni maden cevherinden alacak maddeyi sağlamak imkânsızdı. Demiri herkesin kullandığı bir maden haline getirenler, Hititler oldular. Bunun için de yüksek fırınlardan yaralandıkları kuşku götürmez. Böylece, tunçtan yapılmış ağır silahlar, zırhlar ve kalkanlar, yerlerini demirden olanlara bıraktılar. Arkeologlar, Korsabad'daki II. Sargon'un sarayında bu silahlardan ve araçlardan 160 ton bulmuşlardır. Demir, Yakın Doğu'dan Mısır'a ve Dorların yaşadığı Balkanlara doğru hızla yayıldı. M.Ö. 900 yıllarına doğru Avrupa'da görülmeye başlanan bu madeni Avrupalılara tanıtan her halde Dorlar olmuşlardı. Doğu Asya, demiri aynı çağlarda benimsedi. Delhi'de, M.Ö. IV. yüzyıldan kalma 17 metre yüksekliğinde ve 17 ton ağırlığında büyük bir sütun bulunmaktadır. Vierendeel: "Bugün bile değme atölyelerin gözünü korkutacak böylesine dev gibi bir parçanın imalinde kullanılan madeni Hindular nasıl eritmiş ve nasıl çalışabilmişlerdir, insan şaşıyor," diyor. Tabii demir önce yalnızca askerlikte kullanıldı. Ağır tunç kılıçlar, demirden yapılmış ince, hafif ve uzun kılıçların karşısında 'âciz' kalıyordu, öte yandan mızrak, ok ve yay daha kullanışlı biçimde yapılmaya başlandı. Gem ve mahmuz hafifledi. Bunu ev eşyaları ve günlük hayatla kullanılan öteki araçlar izledi. Bıçak, testere, zincir vb. demircilerin atölyesinden çıkmaya başladı. Bu arada makas da icat edildi. Önceleri makas sadece savaşçıların saç ve bıyıklarını kesmekte kullanılıyordu. Bir süre sonra mücevherler de demirden imal edilmeye başlandı. Demirin gelişmesini izlemek, çok öğreticidir. Yakın Doğulu bir halkın zekâsının ürünü olan bu maden Asurlulara< kan dökücü egemenliklerini bütün Yakın Doğu'ya yaymaları imkânını vermiştir. II. Sargon, Assurbanipal gibi kralların ün kazandığı bu imparatorluk, kendi içinde eriyen Sümer, Mısır ve Babil gibi eski uygarlıkların mirasçısıydı. Asya'nın bu dev temsilcisi karşısında, Avrupa'nın ne önemi olurdu?.. Sadece Yunan dünyasının meydana getirdiği küçük bir ışıklı nokta dışında. Güneybatı Almanya'dan göç etmiş tarımcı bir halkın Keltlerin, birkaç yüzyıldan beri içinde yaşadıkları karanlık, sessiz ve kısır bir dünya, Kelt köylerinin yoksul kulübeleri,. Babil'in, Knosos'un Ninova'nın sanat eserlerinden ve banyolu konutlarından çok uzaklardaydı. Ve Avrupa'nın günün birinde bunları aşacağı, o dönem için aklın hayalin almayacağı bir şeydi. Bununla birlikte M.Ö. 612'de heybetli Asur yapısı çöktü; Ninova, ateşler içinde yok olup gitti. Yıkıntılarından başka bir imparatorluk yükseldi: Pers İmparatorluğu. Sınırları daha da genişleyen bu devlet, Akdeniz'e kadar uzandığı Hellen kıvılcımı, Batı'nın yoğun karanlığında henüz pek güçsüz bir ışıktı. DEMİR VE DÖKME DEMİRİN ZAFERİ Bu önemli gelişmenin öncüsü, "çelik sanayinin babası" diye adlandırılan John Wilkinson'dur (1782-1808). Madencilik, araçlarını ve tekniklerinin birçoğunu ona borçludur. Hadde makinesini 1552'de Nurenberg'de Bruler adlı biri icat etmiş; iki yüzyıl sonra Fransız Chapitet, madeni oluklu iki silindirin arasından geçirerek "profil" (U,T ya da köşeli vb.) demir imal etmişti. Wilkinson, bunun kullanma alanını o derece genişletti ki, XIX. yüzyılın eşiğinde mimarlar, mühendisler ve makine yapımcıları her türlü ihtiyaca uygun boy ve biçimde madeni levha bulabiliyorlardı. Wilkinson 1774'te boru biçimindeki madeni eşyaların içini "perdahlama' ve bir de 'delme' makinesi icat etti. O tarihe kadar Fransız Nicolas Focg'un icadı olan (1750) 'delici'den geliştirilmiş bir araç kullanılıyordu. Wilkinson bu aracı mükemmelleştirerek top namlularına uyguladı. Onun sayesinde yepyeni bir 'araç-makine ailesi' türedi. Bu aile yetenekli iki teknisyenin (İngiliz Joseph Bramah (1749-1814) ve Fransız Marc Brunel (1769-1849) çalışmalarıyla daha da gelişti. İkisi de tarımcı çocuklarıydı; mutlu bir rastlantıyla sanayi alanına atılmışlardı. Bramah bir yığın icatlar ortaya attı (sözgelişi, bira tulumbası). Ama, asıl ona büyük ün sağlayan "hidrolik pres" (1796) oldu. Brunel, "delgi makinesi", "yuva açma makinesi" ve "perdahlama makinesi" yaptı. Bundan başka Liverpool'da rıhtımlar ve doklar, Londra'da Thames�ın altına bir tünel inşa etti. (1824-1842). Henry Bramah�nın hidrolik presinin işlerken kuru kalmasını sağlayan, eski öğrencisi Maudslay'in (1771-1831) pistonları deriyle kaplaması oldu. XVIII. yüzyılın sonlarında mühendisler bu tür araçlara sahip olduktan sonra odunu bir yana itip yerine maden kullanmaya başladılar. Maden zaten buhar makinesi için zorunluydu. Araçlar, sonra da en çeşitli mekanizmalar madenden yapılmaya başlandı. XVIII. yüzyılın sonundan on yıl kadar önce. Mühendis John Rennie'nin (1761-1821) yaptığı, dişli çarklılara kadar bütün aksamı madenden olan ilk buharlı değirmen İngiltere'de dönmeye başladı. Bununla birlikte yapımcılar, kalıba dökmeye son derece uygun olan dökme demiri birçok alanlarda tercih ediyorlardı. XVIII. yüzyılın ortalarından başlayarak İngilizler, dökme demirden çok çeşitli dökme eşyalar yaptılar: 1738'de ray, 1755'te vagon tekerleği, hidrolik çarklar ve kazanlar... 1773'te teknik, madenden bir köprü yapmaya karar verilmesiyle bir atılım daha yaptı. Köprü yapımcıları bundan önce de maden köprü inşa etmek hevesine kapılmışlar, 1755'te Lyon'da üç kemerli bir köprü yapmaya kalkışmışlardı. Ama bu tasarı zamana göre aşırı ileriydi. 1773'te İngiltere artık bu iş için olgunlaşmıştı. Darbylerin fabrikaları, yakınlarında bulunan Severn ırmağının üstüne ilk "demir köprü"yü attı. 1779'da trafiğe açılan ve hâlâ sapasağlam duran bu köprü, zamanında bir şaheser olarak karşılanmış, yapımcısı Abraham III. Darby "mühendislik ve mimarlık sanatına yeni ufuklar getiren öncü" olarak kutlanmıştı. Dökme demir köprüler birbirini izledi: 1796'da Sunderland'da 1804'te Paris'te (le pont des arts) 1806'da yine Paris'te (le pont d'Austerlitz) Bu başarılar tutkuları kamçılayınca, dökme demirle büyük binalar inşa etmeyi deneme hevesi baş gösterdi. Fransız mühendisi François Joseph Belanger (1744-1818), Paris'te 1811'de buğday halini 40 metrelik, dökme demir kubbeyle kapatmayı başardı. Dökme demir doruğuna ulaştığı yerde, demir ve hemen ardından çelik onu geçmeye hazırdılar. 1787'de Wilkinson ilk demir gemiyi kızağa koyar, 1796'da Amerikalı Finley ilk asma köprüyü tanıtırken, mimarlar da demiri, yapılarda gizli kalan 'iskelet' olmaktan çıkarıp 'dekoratif (süsleyici) unsur olarak kullanmayı düşünüyorlardı. Köprüler, gemiler, araç-makineler, kubbeler gibi yararlı teknik uygulamalara rağmen, XVIII. yüzyılın sonunda madenin başlıca kullanıldığı yer hâlâ savaş sanayisiydi. Silah imalâtçılarıyla top dökümcülerinin sanayide yerleri kamu işleri mühendislerinden önce geliyordu. Fransız Devrimi'nin Avrupa'yı karşı karşıya getireceği bütün büyük çarpışmalarda demir, madenlerin kralı oldu. Ordunun ihtiyaçları nedeniyle de olağanüstü gelişimini sürdürdü. Çelik alanında tüfek, Vauban'dan bu yana değişmemişti. Fransızlar, Devrim ve İmparatorluk savaşlarını 1777'de kullanılan silahlarla sürdürmekteydiler. Bunlar, hâlâ ağızdan döktürülüyorlardı. Tüfeğe karşılık, top yapımı ilerleme kaydetmişti. Gösterdiği balistik (atış uzaklığı) sorunlardan ötürü matematikçilerin dikkatini çekmiş, bu sayede sağlam bilimsel temellere kavuşmuştu. İngiliz Benjamin Robins (1701-1751), mermilerin silahtan çıkış hızını ölçmek için bir "balistik sarkaç" icat etmiş ve "iç balistiğin" temellerini atmıştı. İsviçreli Johann Sulzer (1720-1779) da, 1755'te havanın direnci üzerine ilk deneyleri yaparak "dış balistiğin" esaslarını buldu. Bu direncin 1781'de matematik kanununu koyan, Prusyalı Georg von Tempelhof (1737-1807) ve İngiliz Charles Hutton'dur (1733-1824). Bu kuramlarla kişisel gözlemlerin gösterdiği yoldan ilerleyen Fransız Jean-Baptiste de Gribeauval (1715-1789), yarım yüzyıl boyunca Avrupa savaş alanlarında gürleyecek olan maddeyi buldu. Ondan önce top hâlâ tunçtan yapılıyor, ama önce dolu dökülüyor, sonra delinip perdahlanıyordu. Namlu dibi kapalı olduğundan gülleler hartuçla atılıyor, nişan da nişan çizgisi' ve 'nişangâh'la alınıyordu. Aracın, 'sefer topu' ve 'kuşatma topu' olarak ikiye ayrılması, parçaların uzatılması ve kısaltılmasının yanısıra getirilen tek yenilik standardizasyonuydu. Araçların bölümlerinin aynı ölçüler üzerine imal edilmesi kolayca parça değiştirilmesini sağlıyordu, İngiliz Henry Shrapnel'in (1761-1842) icat ettiği 'obüs,' topu daha öldürücü bir araç haline getirdi. İspanya seferinde bu silâhla ilk karşılaşan Napolyon orduları büyük kayıplar verdiler. |
Deniz Taşıtlarının İcadı
Kara taşıtlarından, henüz hiç sözünü etmediğimiz deniz ulaşımına geçelim. Daha önce anlatılmamasının nedeni, Yunanlıların ve onlardan öncekilerin su üstü ulaşımında geri olmaları değildir; Cilâlı Taş Çağı'nda bile su üstü ulaşımı bilinmekte ve uygulanmaktaydı. Hatta geminin arabadan önce icat edilmiş olması da olağandır. Öyle ya, ağaç kütüğünü oyarak basit bir kayık yapmak, dingil ve tekerleği gerektiren arabanın icadından daha kolay değil midir? Hatta gemiciliğin, suyollarının karayollarından daha kısa ve kullanışlı olduğunun fark edildiği günden başlayarak gelişmiş olduğunu kabul etmek, daha akla yakındır. Güzel bir yaz günü, körfezin karşı kıyısına geçmek için kestirmeden denizi aşmak varken, tepeleri ve koruları aşarak karayolundan gitmek zorunda kalırsak, buna hangimiz üzülmeyiz? Geminin icadını şu ya da bu halka mal etmekten kaçınmamız yerinde olur. Gemi yolculuğunun, ta ilk zamanlardan beri dünyanın her yanında uygulandığını kesin olarak kabul etmeliyiz. Yunan gemiciliğine öteki ülkelerdekinden (sözgelişi, Çinlilerden ve İskandinavlardan) fazla önem verişimiz. Yunanlı gemicilerden birinin adının "Ulysse" (Odusseus) oluşundan ve Homeros adlı ünlü şairin onu ölümsüzlüğe kavuşturmasındandır Gerçektende, ilk klasik gemiciyi gözümüzde canlandırmamıza imkân veren Homeros'tur. Şair, kahramanını: "Kabaca işlenmiş birkaç ağaç kütüğüne hayatını emanet etmiş ve dalgalara meydan okuyan bir yiğit," diye tanımlar. Klasik bir tanım, ama onu ta tarih öncesine kadar, çok gerilere götürmemiz gerekir, işte o zaman, M.Ö. III.-II. binde bile nasıl olumlu bir gelişmeye ulaşıldığını anlarız. Daha iyisi, Louvre'a bir gidelim ve Mısır kayıklarının resimlerini gözden geçirelim. Bunlar, birkaç çift kürekçinin çektiği uçları kıvrık gondollardır. Yön, dümenle belirlenmekte, dümenci pupada oturarak gondola belirli açılar vermektedir. Daha büyük hacimdeki gemilerde, dümen yerine çark kanadı kullanılmaktaydı. Çark kanadının görevi, artık teknenin ekseni üzerinde değişik eğriler vermek değil, bir bağlama sistemiyle dikey tutturulduğundan, mili çevresinde dönme hareketi sağlamaktı. Bu haliyle, gerçek bir dümenin ilkel şekline varmış oluyorlardı; ama daha da ileriye gidemeyeceklerdi. Çünkü dümen için menteşe şarttı ve henüz bilinmiyordu bu. Fenikeliler, Mısır "Gondol"larını geliştirdiler, uzattılar. Bunların iki uçları, ön ve arka kasara (geminin baş ve kıç tarafında ,asıl güverteden yüksek olan kısa güverte.) biçimini aldı, boyu yirmi metreyi, su iç derinliği de iki metreyi buldu. Sanayici, tüccar, armatör ve korsan bir halk olan Fenikeliler, Akdeniz'deki üstünlüklerini bu gemiler sayesinde kurdular. Hatta Karadeniz'e ve Atlas okyanusuna çıktılar. Bu sürekli yolculuklar, onları mevsime göre değişen rüzgârları incelemeye ve -pusula bilinmediğinden- yıldızlara bakarak yön bulma yöntemini keşfetmeye götürdü. Gemiciliğin ilk kurallarını da belirleyerek edindikleri bilgileri derlediler. Bu kurallar, derme çatma sayılmasalar gerekti; çünkü Firavun Nekao, M.Ö. 600 yılında bunlara dayanarak Afrika'nın çevresini dolaşmış ve Bartolomeo Diaz'dan yirmi yüzyıl önce Ümit burnunu aşmayı başarmıştı. Şimdi bu dönemi geçip üç dört yüzyıl ileriye giderek Yunan tarihinin altın çağında Atina'nın limanı Pire'yi ziyaret edelim: Rıhtımına 40 metre uzunluğunda 300-400 tonajlık gemiler yanaşmış. Bunlar, pupadaki çift kat kürekle idare edilmekte ve yelkenle hareket etmekteler Donatımı, son derece basit: Hepsi de yatay birer serene bağlanmış tek kare yelken taşıyor. Kaldı ki, direk çarmıhlara dik tutulduğundan, kaptan sadece pupadan ya da gerektiğinde, yan-arkadan esen rüzgârla yol alabilir. Başka bir gidişin gemiyi alabora etmesi işten bile değildir. Ancak, savaş gemilerinin bu çeşit sınırlandırmalarla engellenmesine imkân yoktu elbet. Bu nedenle, savaş donanması, su altı derinliği 3.50 metre olan üç sıra kürekli kadırgalardan meydana getirilirdi. Yelkenden başka sayıları bazen üç yüze varan kürekçiler de bulunurdu: Sıkı bir disiplinle idare edilişi, ayrıca pruvaya (geminin ön tarafına) eklenen madeni mahmuz, bu gemileri korkunç savaş araçları haline getirmekteydi. Buna son şeklini almış olan çapayı ve istenen yerde durmayı sağlayan dikey demiri, çipo'yu da eklemek gerekir. Ancak bu tekneler, İskenderiye'nin sonraları denize indireceği kocaman gemilerin yanında neydi ki? Karınca yuvası gibi kaynayan Siraküza limanındaki şu göz kamaştırıcı gemiye bir bakın hele: II. Hieron'un komutasındaki bu gemi, Korintli Arşias'ın tersanelerinde inşa edilmiş. 5.000 tonajlık hacmi var ve 3.900 ton tutarında mal taşıyabiliyor. Yolcular, özel kamaralarında kalıyor ve lüks salonlarda vakit geçiriyorlar. İskenderiye-Siraküza yolunu, altı günde alabilen bu dev gemide 600 tayfa hizmet ediyor, 300 asker de onlara eşlik ediyor. Birkaç yüzyıl atlayarak. Roma egemenliğinin en parlak cağında 6 kilometrelik rıhtımı, 112 hektarlık havuzlarıyla Akdeniz ticaretini Roma'ya bağlayan Ostia limanına gidelim. Kalyonları, Ben Hut'un ünlü üç sıra kadırgalarını ve Arşimet'ten bu yana pek önemli bir gelişme göstermemiş olmakla birlikte 200 yolcu ve 3.400 hektolitre buğday taşıyabilecek kapasitedeki kabotaj (bir ülkenin iskele ya da limanlan arasında işleyen gemiler; bu gemileri işletme işi.) gemilerini selâmlayalım. Bunlar İskenderiye�den Roma'ya sadece on günde gidiyor... Romalılar, rüzgârları iyi tanıdıklarından, yolculuklarını Hint okyanusuna; oradan da kervanlarla Çin'e kadar uzatabiliyorlar. DENİZ VE IRMAK GEMİCİLİĞİ Kristof Kolomb zamanındaki, 1.600 tonajlık, 1.200 kişiyle 200 top taşıyan yelkenliler ve 100-200 tonajlık küçük gemiler de gelişmişti. XIII. Louis 70 metre uzunluğunda, 15 metre genişliğinde, 72 top taşıyan ve 15.000 metre kare yelkenleri olan bir gemiyi 1638'de denize indirdi. XIV. Louis zamanında, özellikle Fransız ve Hollandalılar sayesinde düzenli yolcu seferleri başladı. Gemilerin uzunluğu hâlâ 60 metreyi geçmiyordu, ama denge sağlayıcı yan omurgaları, bir kablo aracılığıyla idare edilen çember dümeni ve mükemmel manevra kabiliyeti sağlayan sayısız kare yelkenleri vardı. Kat kat uzanan güvertelerdeki namlular, düşmana 500-600 metre yaklaşınca ateşe başlarlardı. 1624 yıllarında bir Hollandalı fizikçi, elips biçiminde keresteden yapılmış ilk denizaltıyı suya indirmişti. Yukarı aşağı işleyebilen küreklerle yol alan bu gemi, Westminster'den Greenwich'e doğru dört metre derinlikte, iki mil kadar ilerleyebilmişti. Gemiciliğe paralel olarak limanlar da gelişmekteydi. Gemilerin limanlara girişini güvenliğe almak için kıyı dalgakıranları inşa etmek, karaya yanaşabilmeleri için havuzları derinleştirmek ve yüklerini boşaltabilmek için rıhtımları uzatmak gerekiyordu. Hamburg, Amsterdam, Le Havre, Liverpool, Nantes, Bordeau,Lisbon gibi deniz limanları durmadan büyüyor, Anvers, Londra gibi ırmak limanları gelişiyordu. Suyolunun avantajları uzun zamandan beri bilinmekteydi. Ticaret trafiğinin gerektirdiği, tarifelere göre düzenli işleyişe en iyi suyolu karşılık verebiliyordu. Üstelik itici güç burada, karayollarından daha yüksek verim sağlıyordu. Tonlarca yükün dağları ve vadileri aşması için kaç beygire ihtiyaç vardır? Oysa, bunlar küçük bir mavnaya yüklendikten sonra, kıyıdan tek bir beygirle çekilebiliyordu. Akarsuyun bu işe uygun olmadığı yerlerde de kanallar açmak zorunlu oluyordu. Venedik'in olağanüstü gelişmesi ve önemi, sahip olduğu kanal şebekeleri sayesinde Batı Avrupa ile doğu ülkeleri arasında bağlantı sağlayabilmesinden ileri gelmiyor muydu? Bunu, daha sonra. Kuzey ve Orta Avrupa ile Amerika arasında, Amsterdam yapmaya başladı. İtalya, Rönesans'ta uygarlığın öncülüğünü yapmıştı; araştırmacıların zekâlarını kanal tekniği yönünde de işletmeleri beklenirdi. Lombardiya, arklarla sulama sistemini XI. yüzyılda uyguladı. XII. yüzyılda Tessin'in, XIII. yüzyılda da Adda'nın yatağını değiştirmeyi başardılar. Su işleri tekniği yaygınlaşıyordu. Hollanda ve Fransa ilk tasarılarını hazırladılar. XV. yüzyılda Seine'de Eure'den Troyes'a kadar gemiler işlemeye başladı. XVI. yüzyılda, Fransız mühendisi Adam de Craponne (1527-1576), Ourance ile Rhone sularını birleştiren bir kanal yaptı. Mühendis Domenico kardeşlerin (XV. yüzyıl) geliştirdiği 'çifte kapılı tasfiye havuzu' en son mükemmelliğine erişti. IV. Henri 1604'te Briare'da kanal şantiyeleri açtırdı. Bu iş, Tourslu mühendis Hugues Crosnier'ye verildi ve 1642'de işletmeye açıldı. Kralın bir suikasta kurban gitmesi, iç kargaşalıklar ve savaşlar nedeniyle bu iş oldukça uzamıştı. Bununla birlikte resmi makamlar ve mühendisler heyecan yaratan bir proje hazırladıkları için çalışmalar sürdürülmüştü. Proje, Okyanus'la Akdeniz'i bir kanalla birleştirmekti ama, bu yüce kişiler, hiç bir şey gerçekleştiremediler. Uygulanabilir bir planı sonunda Languedodu basit bir vergi memuru olan Pierre-Paul Riquet (1604-1608) teklif etti ve Colbert'in de desteğiyle 1667'de ilk kazmayı vurdu. Eserinin sona erdiğini (1681) görmenin kıvancına erişemediyse de, Riquet'in onur verici bir işi başardığı tartışmasız kabul edildi. Bu çağda Hollanda'da iç suyolları gemiciliğinde büyük gelişmeler görülmüştü. Sanayi ve tarım merkezleri, mavna seferleriyle birbirlerine bağlanmıştı. Sözgelişi Delft ile Rotterdam arasında en az on altı tekne işlemekteydi. Bu ulaşım araçlarının düzenliliğinden suyolunda sarsıntı olmadığı için rahatlığından ve ucuzluğundan ötürü, insanlar, âdeta eşyalara imreniyorlardı... Çünkü bunlar ırmaklar boyunca keyifli keyifli giderlerken, insanların, yoldan başka her şeye benzeyen, atların ayaklarını ya da arabaların dingillerini kırdıkları şoselerde eziyetli yolculuklara mahkûm edilmeleri haksızlık değildi de neydi? Bu nedenle de XV. yüzyıldan başlayarak insanların da suyoluyla taşınması tasarlandı. Bu girişimler, XVII. yüzyılda resmiliğe büründü ve suyoluyla düzenli şekilde insan taşıma işi ancak o zaman gerçekleştirilebildi. Böylece "su arabaları", kara arabalarıyla ciddi bir rekabete başladı. Su arabaları, Fransa'da 1625'te Paris-Tours arasında işlemeye konuldu. Bunu Auxerre, Lyon, Nantes "hatları" izledi. Yolculuk uzun sürüyordu, ama en az üç kat daha ucuz ve kara taşıtlarıyla kıyaslanamayacak kadar da rahattı. Yolcu taşıyan şık ve süslü vapurlarda yolculara ayrılan bölümlere, manzarayı seyredebilmeleri için baştan başa cam takılmıştı. |
Basım ve Kâğıt
Ortaçağ, tekniğin doğuş çağıdır: Doğum uzun, güç ve acılı olmakla birlikte, sonları yaklaştıkça gelecek çağların uygarlığının temelini kuracak, en önemli üç icadın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlar, ortaçağın uygarlığa başlıca katkıları ve önemli çıkış noktaları olmuştur. Bu noktalardan yapılan üç atılım, toplumu modern çağın eşiğine getirivermiştir. Bu icatlardan birincisi, �baskı�dır. Gutenberg'den önce hazırlanmış bir kitaba bakarsak bu icadın önemini daha iyi kavrayabiliriz: Madenden, deriden ya da tahtadan yapılma iki levhanın arasına sıkıştırılmış kocaman bir şey... İçinde, papazların aylarca çalışarak, büyük bir sabır ve sanatla meydana getirdikleri bir teoloji ya da metafizik eserinin kopyası var. Görülüyor ki, kitap, o çağlarda pahalı bir lüks eşyasıdır. En büyük kitaplıklarda bile birkaç yüzden fazlasını bulmak imkânsızdır. Bunlardan birini Tıp Fakültesinden ödünç almak isteyen Kral XI. Louis bile gümüşlerini rehin bırakmak zorunda kalmıştı. XIV. yüzyılın sonlarında, ansızın ortaya "Kylographie"ler çıkıverdi. Bunlar, üzerlerine desenler oyulmuş tahtadan levhalardır ve bu desenlerden birçok sayıda basılabilmektedir. Kaynağı ta uzaklarda, Çin'de olan, bu oyma desenli basma resimlerin bazıları 947 yılından günümüze kadar kalmıştır. Konu, titizlikle düzleştirilmiş bir levhaya işleniyor; sonra desen ya da yazının çevresindeki tahta çelik kalemle oyuluyor ve geriye kalan kabartma kısımlar iyice mürekkeplenip kağıda basılıyordu. 'Bu tekniği Avrupa'ya getirenlerin Türkler ya da Ruslar olduğu sanılıyor. XV. yüzyılın başlarında, iyice yaygınlaşan bu yöntemle bir yandan kutsal resimlerin bolca dağılması sağlanırken öte yandan da oyun kâğıtları basılıyordu. Oyun kâğıtlarının kaynağı Hindistan olsa gerektir; bunlar, Avrupa'da görünür görünmez kumarbaz kitlesini hemen sarmıştı. Bunlar, tahta gravürlerle basımı sayesinde bollaşırca, fiyatları da büyük ölçüde düştü. Zamanla bu kâğıtların tek levhayla değil de, biri resmi, öteki yanındaki yazıları taşıyan iki levha kullanılarak basılması düşünüldü. Sonra yazıların satırlara, daha sonra da harflere bölünmesi akıl edildi. Bütün bu olgular zincirleme olarak birbirini izler yani birinden ötekine kolay geçilir sanılmamak; çünkü sadece hurufatı (basım harflerini) icat etmek yetmez, bunları çabuk basmayı sağlayacak sistemi de kurmak gerekir. Baskının temel bulgusu olan hurufatın 1423'te gerçekleştirildiği, mucidinin de kilise adamlarından ve çağının en önemli "kylografi" basımevlerinden birinin sahibi Coster (1370-1440) olduğu sanılıyor. Tahtaya harfleri ilk oyan ve bunları kelimeler ve cümleler yapmak üzere bitiştiren de Coster olsa gerektir. 1440'dan çok önce bu yolla birçok kitaplarla Donatus'un "Latin Grameri"ni dizmiş ve basmıştır. Sanıldığına göre, gelecek kuşakların Gutenberg adiyle tanıyacakları Jean Gensfleich da onun çırakları arasındaydı. 1400'de Mayence'de doğan ve bir yargıcın oğlu olan Gutenberg, ailesinin yoksul düşmesi üzerine bir zanaata girmek zorunda kalınca kuyumculuğu seçmişti. Ama kısa süre sonra politikaya fazlaca karıştığından, ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara Coster'in yanında çalışmış olduğu ve baskının toplum hayatında büyük bir devrim açacağını, o çağlarda sezdiği, kuşku götürmez. Gutenberg'i 1443-1444 yılları arasında Strasbourg'da görüyoruz. Harfleri tahtadan değil, dökümle meydana getiriyor; bir yandan da ketenyağı ve is karasıyla ilk baskı örneklerini hazırlıyordu. 1448'de, icadından yararlanmak ve para kazanmak üzere Mayence'e döndü. İki yıl sonra, zengin bir burjuvadan gerekli para yardımını sağlayarak Pierre Schaeffer'le birlikte işe koyuldu. Böylece baskı tekniği doğmuş oluyordu. Mayence'deki küçük atölyede kurşun ve antimon bileşimi kullanılmaktaydı. Bundan böyle de dünyanın bütün dökümcüleri hurufat imalinde bu bileşimi kullanacaklardır. O dönemde el presiyle sayfanın iki yanına birden basılıyordu. Mizanpaj yönünden de belirli bir ilerleme görülmüştü. Uzman tarihçiler, Gutenberg'in ilk bastığı eserin bir astronomi takvimi olduğunu kabul ederler (1447). Bastıklarının en tanınmışı, yalnız on iki tanesi günümüze kadar gelen, iki sütun 36 satır ve 1282 sayfalık "İncil"dir. Gutenberg, 1467 ya da 1468'de öldüğünde, icadı baş döndürücü bir hızla yayılmaktaydı. Önce İtalya'yı fethetti; 1464'de Roma yakınındaki Subiaco'da; 1470'de de Roma'da ilk basımevleri kuruldu. 1469'da onu Paris'le Fransa izledi. Budapeşte ilk basımevine 1473'te, Oxford 1479'da kavuştular. Yüzyılın sonlarına doğru sayısız Avrupa şehirlerindeki atölyelerde her boyutta sayısız "İncil" basılmaktaydı. İcat, tanıtılmış, kabul ettirilmişti; iş, bunu mükemmelleştirmeye kalıyordu. Büyük basımcılar sırayla sahneye girmeye başladılar: 1490'da Aide Manuce, Venedik'te 1504'te Henri Estienne, Paris'te; 1555'te Christophe Plantin Anvers'de; 1587'de Louis Elzevir, Leyde'de... Ancak Gutenberg'in kullandığı "gotik" harfler yerine 1464'te "romen" harfleri; 1500'de de "italik"ler kullanılmaya başlandı. Bu büyük icadın paha biçilmez sonuçlarını sayıp dökmeye gerek var mı? İlk ağızda felsefe eserleri ve kutsal kitaplar yayımlanmış; ucuzluğu ve küçük hacmi yüzünden herkesin kitap sahibi olabilmesi, böylece her düzeyde ve zekâda insanın okuyabilmesi, eleştirebilmesi sağlanmıştı. Bu, insanı doruğa yükseltme amacını güden kendine özgü bir uygarlığın hareket noktası oldu. KÂĞIT Basım tekniği, cahillikle mücadelede ve uygarlık yolunda ilerlemede eşsiz bir silah oldu. Gutenberg'den kırk yıl sonra, Nurenberg'de yirmi dört preslik, yüz işçinin ve ayrıca 'musahhih'lerle ciltçilerin çalıştığı bir basımevi kuruldu. Ancak, yeterli miktarda kâğıtla desteklenmemiş olsaydı, bu basımevi kurulamaz ya da devam edemezdi. Az önce sözünü ettiğimiz ikinci büyük ilerleme, "kâğıt" tır. Kâğıt da Çin'den geliyordu ve yeni bir icat değildi. Eskilerin yazı gereci olarak değişik maddeler denemiş olduklarını biliyoruz. Mısırlılar "Papirüs" adını verdikleri bir tür kamışın gövdesini kurdele gibi kesmişler; bunları bizim kontrplakları yapıştırdığımız gibi yapıştırarak uzun bantlar meydana getirmişler ve üzerlerine hiyeroglif (resim yazısı) yazmışlardı. Mezopotamyalılar da, kil tabletlerden yararlanırlar, bunların üzerine çivi yazısı yazarlardı. Çinliler, yazıya önce tahta levhaları oyarak başladılarsa da giderek kalemi bırakıp fırçayı tercih ettiler. Sonra, sanatçılara özgü bir incelikle ipekli kumaşlar üzerine "ideogram"lar (bir fikri harflerle değil resim ya da o düşünceyle ilgili işaretlerle yazma sistemi, ideograf: Bu resim ya da işaretlerden, biri.) çizmeye başladılar. Çinlileri yazmak için başka bir madde aramaya yönelten, kullandıkları maddenin çok pahalı oluşuydu her halde. Öte yandan Uzak Doğu keçenin de vatanıdır ve keçe yapımı kumaştan önce başlamıştır, öyle ki, üstünde fırçayla yazı yazılmasına elverişli bir çeşit keçe imal etmeyi düşünmelerine şaşmamak gerekir. Görevine "Tarım Bakanlığı" diyebileceğimiz Tsay-Lun, 105 yılında bu alandaki araştırmalar" geniş çapta destekledi. İpek kalıntılarını lime lime ettirip suda bıraktırdı. Böylece, bir tür hamur elde edildi. Sonra bu sulu hamur, sepetten yapılmış bir kalburun içine konulup süzüldü. Kalburda kalan lifli madde, kâğıttı. Tsay-Lun çalışmaları sürdürdü ve daha ucuz bir hammadde, sözgelişi bambu ya da incir ağacı denenmeye başlandı; kalbur da geliştirildi. Denemelerin gizli tutulması emredilmiş olmakla birlikte, bu teknik kısa sürede duyuldu. Bunun üzerine 751'de Çinli kâğıt işçileri tutuklanıp Semerkant'a sürgün edilince, orada hammaddesi keten ya da kenevir olan kâğıt imal etmeye başladılar. Bir çeyrek yüzyıl sonra, kâğıt tekniğinin sırrı Bağdat'ın, sonra da Şam'ın yolunu tuttu ve buralarda da kâğıt fabrikaları kuruldu. Araplar yoluyla yayılarak Fas'a ve 1145'te İspanya'ya vardı. Fransa'da ilk "kâğıt değirmeni" 1190'da Herault'da dönmeye başladı. Bunu ırmak boylarında (Auvergne, Troyes, Floransa) başka değirmenler izledi. Avrupalılar, bu alanda büyük yenilikler getirdiler. Hamurlarını tahtadan değil, keten ve pamuklu kumaşları parça parça ederek elde ediyorlardı. Yazılarını fırçayla değil, kaz tüyüyle yazdıklarından, elde edilen kâğıdı -direncini çoğaltmak için- jelatine batırıyorlardı. Bir direnç sayesinde, Gutenberg maden hurufat pres kullanabilmişti. Tabii kâğıt, hayvan derisinden yapılan ve çok pahalı olan parşömeni (bu kelime Bergama şehrinin adından gelmektedir. "Tirşe"de denilir. Bugünkü "parşömen kâğıdı" ile karıştırılmamalıdır.) hemen gözden düşürdü. Yeni sanayi, basımın yaygınlaşmasıyla ilerledi. Hem öylesine ilerledi ki, kısa zaman sonra hammadde sıkıntısı çekilmeye başlandı. Yün işe yaramadığından, mısır kutnusuna (öbür adı "dimi". Sıkı dokunmuş bir çeşit pamuk bez.) başvurmak gerekti. Ancak öte yandan halkın bir kısmı zenginleştiğinden, çamaşır ihtiyacı da artmış; bu yüzden pamuklu kumaşta da büyük imalât artışı olmuştu. Moda, bilimin yaygınlaşmasına hizmet ediyordu... |
Mekanik Saat
Ve işte ortaçağ sonlarının üçüncü büyük icadı! Seine kıyısında Adliye Sarayının kare kulesindeki saati bütün Parisliler tanırlar. Birçok kereler (son olarak 1849'da) onarılan bu saat, Fransa'da imal edilen saatlerin ilk örneğidir. X. yüzyıla kadar zamanı bilmenin en pratik yolu, su saatiydi. Suyun sürekli akıtılması esasına dayanan bu araç, zamanla süs kaygısıyla yerleştirilen birtakım mekanizmalarla karmaşık bir hal almıştı. Bunun en tipik örneğinin, 807 yılında Harun Resifin Charlemagne'a (Şarlman) armağan ettiği "saat" olduğu kesindir. Sürekli akan suyun belirli düzeylere gelmesi sonucunda her saat başı bir kapakçık açılmakta ve oradan dökülen bilyeler bir zilin üstüne düşmekteydi. On iki tane olan bu kapacıkların açılıp kapanmalarını birtakım zemberek ve yaylarla hareket edebilen "otomat"lar sağlamaktaydı. Su saatinde, millerin ve otomotların suyu sürüklediğini gören biri, bunları sudan başka bir şeyi -sözgelişi antik kum saatlerindeki gibi kumu ya da sicime bağlı bir çakıl parçasını- itemez mi diye kendi kendine sordu. Bu fikir, ancak XIII. yüzyılda, Arşimet'ten beri iyice unutulmuş dişli çarkların ve tokmaklı zillerin kullanılmaya başlanmasından sonra uygulanmaya konulabildi. İtici ağırlıkların düşmesini düzenlemek ve ölçülü hale sokmak için "karşılaşma çarkı" kullanılıyordu. O dönemde henüz sarkaç yoktu; bunu daha sonra, XVII. yüzyılda Huygens bulmuştur. Bu makinelerden, daha doğrusu bu en ilkel saatlerden bize kadar gelenlerin en eskileri şunlardır: 1324'ten önce imal edilen Beauvais'deki saat ve 1348'den kalma Douvre'daki saat... Birincisinin ne kadranı vardı ne akrebi ne de yelkovanı; yalnız her saat başı çalardı. Kadranlı saatler, XIV. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı. 1370'de Heinrich von Vic adlı Alman'ın imal ettiği Paris Adliye Sarayındaki saat, daha ilkel başka bir saatin yerine konmuştu. Yalnızca akrebi olan bu saatin, hem durmadan onarılması, hem de kurulması için birinin sürekli yanında beklemesi gerekiyordu. Bu tür saatlerin günde yarım saat geri kalmaları kutlanmaya değer bir başarı sayılıyordu. Saatin kaç olduğu, ortaçağda kimsenin aldırış etmediği bir şeydi. Komşu manastırın saatleri günü yeterince bölümlüyordu. Manastırdakilere gelince, tören saatleri, gündüzleri ya güneş kadranı, ya su ya da kum saatiyle ve geceleri de yıldızlara göre ayarlanıyordu. Artık mekanik saatçilik, yani itici ağırlıkların kullanılması gelişiyor ve eski yöntemlerin yerini alıyordu. Saatler değişik perdeli çan sistemleri ve hareketli sahnelen temsil eden süslemeleriyle anıtsal sanat eserleri halini aldı. 1352-1354'te inşa edilen Strasbourg katedralinin saatinde bir kadran, dişli çark sistemi ve saatte bir gelip Hazreti Meryem heykelinin önünde secde eden ayin alayı heykelcikleri vardı. Frankfurt ve Lund'un dev saatleri da aynı çağın eserleridir. Olağanüstü bir ustalık isteyen bu zanaatın merkezi, Nurenberg'di ve ilk özel saatler XIII. yüzyılın sonlarında burada imal edildi. O zamanın saatleri ancak önemli kişilerin sahip olabilecekleri pahalı şeylerdi. Ne var ki, çok geçmeden itici ağırlıkların yerini zembereğin almasıyla saatler hantallıktan kurtulup taşınabilir hale geldiler; böylece daha geniş halk yığınları saat kullanma imkânına kavuştu. Şimdi mekanik saatin icadının uygarlık üzerinde yaptığı paha biçilmez etkilerden söz edelim: Gelişmekte olan sanayinin "yaklaşık" saate 'tahammülü' yoktu. Dakik çalışmak verimliliği her bakımdan artırıyordu. Ayrıca, kutsal hareketlerin dakikliği ancak o zaman daha iyi kavranabilirdi, Bu anlayış insanları, tabiat olaylarının belirli ve şaşmaz nedenlere bağlı oldukları düşüncesine götürdü. "Determinist" (gerekirci) akım, yani tabiat yasalarını matematik güçlerin yönettiği kanısı, başka bir deyişle bilimin temeli, bu gözleme dayanır. |
Dokuma ve Kumaş
Mekanik icat, ihtiyacın ürünüdür. İnsanın en önemli ihtiyacı da, önce yemek, sonra giyimdir. Bu nedenle de elbise yapımı her çağda insan uğraşılarının belli başlılarından biri olmuştur. Bu alanda ilk kullanılan madde, ketendi. Keten kumaş, uzun süre 'rakipsiz', 'kral kumaş' sayıldı. Büyükannelerimizin sandıklarında bulunan elbiseleri hatırlamaya çalışmak, bunu kanıtlamaya yeter. Yün de onun kadar eskidir, denilebilir. Bununla birlikte merinos yünüyle imal edilenler ancak XVII. yüzyılda Fransa'da, sonra İngiltere'de yayıldı. Bu sıralarda pamuklu kumaşlar biliniyor, pamuk da Kuzey Amerika'da XVII. yüzyıldan beri ekiliyordu. Hatta zencilerin köle oluşlarının nedenini doğrudan pamuk plantasyonlarına bağlamak gerekir. Çünkü bu duruma yol açan etken. Güney Devletlerindeki pamuk ve şekerkamışı plantasyonlarında el emeğine duyulan şiddetli ihtiyaçtı. Keten, yün ve pamuğa ipeği de eklemeliyiz. Yalnız ipek, herkesin kullanabileceği bir madde değildi; hayat düzeni ne kadar yükselirse yükselsin, ancak lüks maddesi olarak önem kazandı. İpek üretiminin en büyük merkezi, Lyon idi. Ancak Edit de Nantes'ın geri alınmasından sonra Protestanların çoğu başka ülkelere, özellikle İsviçre ve İngiltere'ye göç ettiklerinden, atölyelerini de oralara taşıdılar. XVII. yüzyılda Fransa'da dokuma sanayii önde gidiyordu. Yeni kurulan modern bir orduya yüz binlerce üniforma yapımı dokuma sanayinin hızla gelişmesine yol açmıştı. 1685�te 1.500 işçi çalıştıran Van Robais Fabrikaları, 1720'de evde çalışan binlerce işçinin yanı sıra 1.8UO işçi çalıştırmaya başladı, İngiltere'de dokuma sanayinin önemi daha büyüktü. Yün işi ülkenin başlıca kazanç kaynağı olmuştu. (O kadar ki, Lordlar Kamarasının başkanı yün bir çuvalın üzerinde otururdu.) Toplumsal ve ekonomik önemine rağmen kumaş imalâtının ortaçağdan o güne kadar büyük bir değişiklik geçirmemiş olması gerçekten anlaşılır gibi değil... İplik çokluk evlerde öreke ya da çıkrıkla eğirilirdi; hatta bu, yaşlı kızların geleneksel uğraşısıydı. iplik elde edildikten sonra da antik tezgâhlarda dokurlardı. Cilâlı Taş Çağı'ndan bu yana gerçekleştirilen tek yenilik, Leonardo da Vinci'nin icadı (1490), mekiğin kullanılmasıydı. Atkı ipliği, mekiğin içine yerleştirilmiş bir çubuğun üstüne sarılmaktaydı. Zincir iplikleri birbirlerinden uzaklaştıklarında, dokumacı açılan kanala bir uçtan mekiği sürer, öteki uçtan çekerdi. Zincir iplikleri yine birbirlerinden uzaklaşır, dokumacı çıkrığı yeniden atar, böylece sürüp giderdi. Bu 'ömür törpüsü' işte, işçiler enikonu ustalık kazanmış olacaklar ki, bir işçi yılda yedi top kumaş imal edebiliyor, Van Robais Fabrikası bir partide 1200 top kumaş dokuyabiliyordu. Böylesine bir ustalık, kişisel yeteneklere dayandığından verim son derece düşüktü. Bu nedenle, kaliteden çok miktara önem veren İngilizler, üretimi hızlandırmanın yollarını aramaya koyuldular. Bu yolu, 1733'te John Kay buldu (1704-1764). icat ettiği bir aygıt sayesinde kordonla hareket ettirilen mekik bir yuvanın içine giriyordu. Böylece mekik yalnız daha çabuk gidip gelmekle kalmıyor, (hızından ötürü "uçan mekik" deniyordu.) dokumacının bir elinin de serbest kalmasını sağlıyordu. "Uçan mekiğin" icadı hemen kaygı verici bir sorun yarattı: Kumaşlar daha hızla dokunduğundan iplik kıtlığı başgösterdi. Bu defa da iplik bükme işi ağır gidiyordu, öreke ve çıkrığın yerine artık makine kullanmak zorunlu olmuştu. John Wyatt'ın öncülüğünü yaptığı böyle bir makine, 1738'de Alman Ludwig Paul tarafından geliştirildi. Wyatt icat etmenin zevkiyle yetinen alçak gönüllü bir insandı, yaptığı makine ilgi görmedi ama, 1767'de James Hargreaves buna bazı değişiklikler getirerek bir kişinin tek başına 120 iplik birden bükmesine elverişli bir makine yaptı ve buna kızı "Jenny"nin adını verdi. İşsiz kalmaktan korkan işçiler 'Jenny'ye karşı çıkınca iflâs eden Hargreaves, fabrikasını kapatmak zorunda kaldı. Bir başka mucitin, dokuma tarakları fabrikatörü Thomas Highs'in de durumu bundan daha parlak olmadı, icat ettiği dokuma makinesi, "wateroframe" (1768) elle değil de hidrolik çarkla işlemesi bakımından gerçek bir ilerleme kaydettiği halde başarı kazanamadı; ama hiç değilse küçük bir iplik imalcisi olan Samuel Crompton'un (1753-1827) dikkatini çekti. Crompton, Highs'in makinesinin bazı öğelerini Jenny'ninkiyle birleştirdi; böylece "Mııle Jenny" adiyle tanınan 'melez' bir makine ortaya çıktı (1774). Hayli alay ve kıskançtık konusu olmakla birlikte, aslında muslin dokumaya bile elverişli, ince ve sağlam iplikler eğiriyordu. "Mule Jenny"nin yararlan öylesine ortadaydı ki, iplik imalatçıları benimsemek zorunda kaldılar. Ama kazancını başkası cebe indirdi... Richard Arkwright (1732-1792) adlı açıkgöz bir iş adamı gittikçe artan kumaş talebi karşısında, öncekileri aşan mükemmellikte bir tezgâh imal etmeyi kafasına koydu. Böylece hem "Mule Jenny," hem de "Waterframe"in özelliklerini birleştiren bir tezgâh çıktı ortaya. Arkwright hemen işe girişerek fabrikalar kurdu ve seri imalâta başladı. Sonunda kraldan soyluluk unvanı alacak kadar zengin oldu. XVIII. yüzyılın sonlarında halk, ona ulus çapında yüce zanaatçılardan biri gözüyle bakıyordu. Arkwright öldüğünde, dokuma sanayii ters yönde yeni bir devrim geçirmekteydi. Bu defa da dokumacılar, fabrikalardan taşan ipliği tüketemeyecek kadar ağır çalışıyorlardı. İplikçiliğin hızını izleyebilmek için dokuma tezgâhlarının makineleşmesi zorunlu hale gelmişti. Uçan mekik bile şimdi kaplumbağa kadar yavaş geliyordu. Bu iş, içli şiirlerin yazarı, Edmond Cartwright adlı bir papazı (1743-1823) iyice sarmıştı. Sonunda bir çözüm yolu bulmadı da değil: El tezgâhının dört hareketini birleştirdi; Watt'ın sanayide yeni yeni kullanılmaya başlanan buharlı makinesiyle hareketini sağladı (1785). Cartwright yetenekli, iyi niyetli bir insandı. Bu nedenle olacak, Arkwright�ın tersine iflâs etti ve sonunda Parlamentonun ulusal armağan olarak 1809'da sunduğu parayı kabul etmek zorunda kaldı. |
Çelik
İngiltere'de krallık emirnamelerince yasaklanmasına, Fransa'da Sorbonne'un şiddetle karşı çıkmasına rağmen, ormanlar tükendikçe taşkömürüyle ısınma yaygınlaşıyordu. Evlerden bir süre sonra fabrikalara da girmeye başladı. Önce cam (1635), bira ve tuğla fabrikalarına girdi. Derken günün birinde, bir demir döküm fabrikası sahibi, "biz niye kullanmayalım?" diye düşündü. Bu kişi Dunley idi Ne yazık ki, bu iş Dunley'in düşündüğü gibi kolay değildi. Yalnız odunkömürünün yerine taşkömürü kullanmakla demir elde edilemezdi. Önce demir cevherinin içindeki oksijeni yok etmek gerekiyordu. Odunkömürünün görevi maden cevherinden oksijeni alarak karbonikgaz yapmaktı; yani işlem sırasında odunkömürü ikili bir rol oynuyor, önce reaksiyona gerekli ısıyı sağlıyor, sonra da kimyasal madde olarak bu reaksiyona katılıyordu. Hatta demirin içinde eridiğinde üçüncü bir rol daha oynuyor, (yüzde 1,5'dan azsa) demiri "çelik", (yüzde 3 ya 5 olursa) "döküm" haline getiriyordu. Yerine doğrudan taşkömürü koymak neden mümkün değildi? Çünkü taşkömürü, odunkömürü gibi hemen hemen tam karbon değil, tersine oldukça katışık bir maddeydi. Taşkömürü ısı verici olmakla birlikte kimyasal madde olarak reaksiyona katılamazdı. Katılabilmesi için taşkömürünün karbona çevrilmesi gerekliydi. Dunley bunun da çözüm yolunu buldu:Taşkömürünü damıtarak kok haline getirmek mümkündü. Yalnız bu buluşu, uygulama alanına sokan başka bir İngiliz aile, Darbyler oldu. Abraham Darby (1677-1717), Dudley gibi Birmingham dolaylarında doğmuştu. Bu bölgenin hem demir, hem de madenkömürü bölgesi oluşuna dikkat etti. Dindar adam, bu durumun Tanrı buyruğu olduğuna, izlemesi gerekli yolu kendisine O'nun gösterdiğine inanıyordu. Böylece Dunley'in yarıda bırakmış olduğu işi ele aldı. İskoçya'ya giderek Coalbrookdale'de bir fabrika kurdu ve taşkömürünü kok haline getirmek için deneyler yapmaya başladı. 1709'da bu işi başarmasına başardı, ama ölümü buluşunu sanayileştirmesini engelledi. Odun kullanmadan demiri ilk elde eden oğlu II. Abraham Darby oldu (1735). Olay İngiltere'de büyük yankılar yarattı. Ülkede taşkömürü boldu, bu da artık istenildiği kadar kok kömürü elde edilebilir, yüksek fırınlara yutabildikleri kadar yakıt verilebilir demekti. Böylece demir ve çelik üretimi arttıkça artacaktı. Uygarlığın ve İngiltere'nin kaderini değiştirecek olan "çelik çağı" açılmıştı. Baba Abraham'ın, ölümünde yılda 600 ton döküm veren fabrikalarının, üretimi oğlunun ölümünde 10.000 tona, torunu zamanında da 15.000 tona yükseldi. Ne var ki, büyük çapta üretim, Britanya sanayii için genellikle yapılan yermelerin bir kere daha tekrarlanmasına yol açtı. Üretim miktar bakımından yeterliydi, ama kalitesizdi. Elde edilen demir, maden köpüğüyle doluydu, dolayısıyla iyi kalite demire ihtiyaç görüldüğünde, oduna sadık kalan İsveç ya da Rusya'ya başvurmak gerekiyordu. Bu durum, özellikle sert çeliğe ihtiyaçları olan araç imalatçılarını zor duruma sokmuştu. Gerçi Birtnguccio'dan (1540) beri 'semantasyon' yoluyla, yani demire karbon içirerek çelik yapmayı biliyorlardı, ama semantasyonlu çelik bile, sözgelişi saat zemberekleri imali gibi ince işler için, elverişsizdi Sonunda sabrı tükenen bir saatçi kollan sıvadı ve istenen nitelikte çeliği imal etmeyi başardı. Bu, Doncasterli Benjamin Huntsman adında bir İngilizdi (1704-1776). Yüksek ısıya dayanabilecek büyük bir kabın içinde semantasyonlu çeliği koyup erittikten sonra, buna su verdi. Böyle eritilip su verilen çelik en ince araçları bile imal etmeye yarayacak nitelikteydi. Şunu da hemen ekleyelim; bu yolla ancak az miktarda çelik imal edebilirdi, dolayısıyla fiyatı da pahalı oluyordu. Çeliği tonlarla ısmarlamakta olan mühendisler, buluştan bu yüzden hoşnut kalmamışlardı. Sheffield Çelik Fabrikası da, Huntsman çeliğini çok sert olduğundan kullanmak istemedi. Madem çelikte önemli olan karbon oranıydı; bu iki şekilde, ya karbonsuz demire karbon vermek ya da fazlasıyla karbonlu dökümden karbon çıkartmakla elde edilebilirdi. O güne kadar birinci yoldan gidilmişti. Ama bu yol ihtiyaçları karşılayacak miktarda çelik vermediğinden, ötekini denemek yerinde olacaktı. İngiliz madencisi Henry Cort da böyle düşünmüştü her halde. Dökümü karbonundan arıtmak için oksitleyici bir maddeyle karıştırıp kor haline gelinceye kadar ısıttı. Fazla karbonu böylece giderdiğinde, elde ettiği maddeyi, köpüğünden arıtmak için dövmekten başka iş kalmıyordu. Cort'un fırınına "Uzun alevli fırın" ve kullandığı yönteme de "puddlage" (dökme demiri ocakta tavlama) adı verilir. Bu buluş sayesinde sanayiye yetecek miktarda iyi kalite çelik elde edilebiliyor; dolayısıyla Rusya ve İsveç'in tekeli kaldırılıyordu. Böylece İngiltere çelik piyasasına hâkim oldu. Ve gerek madeni, gerekse üretim yöntemiyle dünyaya kendini kabul ettirdi. İngilizler madencilikte dünyada rakipsiz duruma yükselmişlerdi. Birçok ülkeler, İngiliz mühendislerini davet ediyor, kendi ülkelerinde demir fabrikaları kurmakla görevlendiriyorlardı. Madeni araç imali konusunda İngiliz mühendislerine baş vurulmaya başlandı. Fransa ve Almanya'da ilk yüksek fırını İngilizler kurdu. (1787). Buhar kazanlarını 'monte' edenler de onlar olduklarına göre, o dönemde İngilizler dünya sanayisini ellerinde bulunduruyorlardı, diyebiliriz. ÇELİK ADİ BİR MADEN HALİNE GELİYOR Çeliğin her bakımdan demire üstün olduğunu herkes takdir etmekteydi. Ama geçen yüzyılın ortalarında lüks bir maden durumundaydı. Sözgelişi, 1864'te Fransa, 1.213.000 ton dökme demir, 792.000 ton demir ve yalnız 41.000 ton çelik üretmekteydi. Bununla da sadece silah, bıçak, testere ve benzeri gereçler imal edilmekteydi. Semantasyon ya da eritme yoluyla olsun, imali güç ve pahalı oluyordu. Öyle ki, bu durumda çelik bir köprü inşa etmek söz konusu olamazdı. O sıralarda Londra'da Henry Bessemer (1813-1898) adlı bir mucit yaşamaktaydı. Son derece verimli bir zekâya sahip olan bu kişi, çok çeşitli konularda başarılı çalışmalar yapmıştı; optik camlar ve kadife üzerinde basma konusunda yenilikler getirmiş, bir yazı makinesi, bir tulumba, kanatçıkları olan bir obüs imal ve dalgalardan sarsılmayan bir gemi inşa etmişti. Bu son icadının III. Napolyon tarafından reddedilmesi üzerine (1855) atölyesine döndü ve başka araştırmalar yapmaya koyuldu. Madenciliği geliştirmeye karar verdi ve dökme demirin erimekte olduğu fırının başına geçip incelemelere girişti. Böylece, günün birinde sıvı halindeki dökme demirin üzerine esen soğuk havanın onu soğutacağı yerde ısıyı yükselttiğini hayretle gördü. Servetinin büyük bir bölümünü yutan bir dizi denemelerden sonra, bu oluşumun nedenini bulabildi. Hava akımı demirde bulunan karbon, silisyum ve manganez gibi öğeleri yakmaktaydı ve ısıyı yükselten işte bunların yanmasıydı. Kısacası dökme demirin karbonunu yakarak Huntsman yönteminden daha kolay ve daha fazla miktarda çelik elde edebilmekteydi. Bessemer yöntemi yalındı: Eritilmiş dökme demiri soğuk bir toprak kaba dökmek ve üzerinden bir hava akımı geçirmek yeterliydi. Sanayi, buluşu hemen benimsedi, ama mucitin dediği kadar kolaylıkla uygulanamadığını fark eder etmez de aynı çabuklukla itti. Bunun üzerine Bessemer kendisi bir çelik işletmesi kurdu ve Sheffield'deki fabrikasında bu yöntemi geliştirmek için ciddi çalışmalar yapmaya koyuldu. İki yılına ve servetinin kalan bölümüne mal oldu, ama sır bulunmuştu. Kulakları sağır edici horultular ve fışkıran alevler içinde çelik kusan, içi kil döşenmiş yirmi ton kapasiteli dev imbiklerle uygulanan konvertisör tekniği doğmuştu. Unutmamak gerekir ki 1851'de İngiltere yalnızca 60.000 ton çelik imal etmişti. Bunu, 1880'de 1.320.000 tona 1890'da 3.637.000 tona (%45'i Bessemer yöntemiyle) yükseltti. Aynı yıl Fransa'da üretim 389.000 tona (%26 Bessemer); Almanya'da 1.613.000 tona (%16 Bessemer) ve A.B.D.'de 4.346.000 tona (%88 Bessemer) ulaştı. Almanyada'ki %16 ile A.B.D.'deki %88 oranı arasındaki büyük fark nedeniyle okurlarımın aklına şu iki soru takılmıştır: 1) Neden bütün ülkeler üretimlerinin tamamı için Bessemer yöntemini benimsememişlerdi? 2) Neden çoğu yerde sadece yardımcı yöntem durumunda kalmaktaydı? Bu, Bessemer yönteminin bile kendine göre sakıncalarının bulunmasından ileri geliyordu. Çelik büyük bir hızla elde ediliyordu; öyle ki, başındaki işçi madeni tam olarak hangi anda akıtması gerektiğini iyice belirleyemiyordu. Bir dakika önce akıtsa, dökme demirin çeliğe dönüşümü tam olmuyor, bir dakika sonra, demirin kendisi yanıyordu. Yani işlem süresinin çok kısa olması sonucu oluşumu ve madenin niteliğini kontrol etmek imkânsızdı. Öyle ki bu yöntemle mükemmel ve her işe elverişli bir maden elde edilemiyordu: Elde edilen, çelik raylar için uygun, buna karşılık araç imali için yetersizdi. Bu nedenle teknisyenler daha yavaş bir yöntem bulunamaz mı diye düşünmeye başladılar. MODERN ÇELİĞİN SIRRINI BULAN ADAM İlk çözüm şeklini getirenler Siemens kardeşler oldular. Siemensler yetenekli bir mühendis ailesiydi. Bunlardan Ernst'ten (1816-1892) telgraf konusunda söz etmiştik; ilerde de dinamonun icadındaki katkısına tanık olacağız. William (1823-1853) İngiltere'de bir su altı kablosu fabrikası kurmuştu. Onlara kardeşleri Frederich (1826-1904) ve elektronikte başarılı çalışmalar yapmış olan Ernst'in oğlu Wilhelm'i (1855-1919) de katmamız gerekir. Fırını icat eden Frederich oldu ve bunu William uygulamaya koydu. Bu fırındaki gaz ocakları gazı ve havayı yakıyor, bu işlem ısıyı artırdığından hem yanar maddeden tasarruf ediliyor, hem de verim yükseliyordu. Bu yöntem daha önceleri cam sanayisinde kullanılmış ve yüksek fırınlar da uygulanmıştı. Fransız mühendisi Louis Le Chatelier (1815-1873) de dökme demiri eritmede kullanmayı denedi. İlke iyiydi ama uygulaması güçlükler çıkarttı: Le Chatelier fırının içini döşemeye elverişli sertlikte tuğla bulamadı. Bununla birlikte girişimi küçük bir fırının sahibi olan Pierre-Emile Martin'in (1824-1915) dikkatini çekti. Maden mühendisi olan Martin, Bessemer'den farklı olarak birçok şeylere birden el atmaktansa, bir tek konunun üstüne eğilip onu derinliğine incelemekten hoşlanan bir insandı. Babasının Fourchambault'daki atölyesinde yaptığı staj ve Sireuil (Charante) fabrikalarındaki tecrübeleri, Bessemer yönteminin kusurlarını meydana çıkarmasına yol açtı ve bunları nasıl giderebileceğini kendi kendine sordu. Siemenslerin ve Le Chatelier'nin girişimleri ona yol gösterdi: Bütün iş, fırınların içini kaplamaya yarayacak uygun sertlikte bir madde bulmaktı. Martin, 1863'te Le Chatelier ve William Siemens'le bağlantı kurdu ve onların öğütleri uyarınca bir fırın inşa ettirdi. Ertesi yılın nisanında ilk çelik akmaya başladı. Bunda dökme demir, silisli tuğlalarla döşenmiş bir tabanın üzerine konmakta ve gaz ocaklarıyla ısıtılmaktaydı. Bu şekilde, karbondan arıtma işlemi ağırlaştırılmış olduğundan dilenen andan durdurmak mümkün oluyor, böylece istenen kıvamda çelik elde edilebiliyordu. Beratı 1865'te alınan Martin yöntemlerinin pratik bir şekilde uygulanabilmesi için mucitin daha uzun zaman incelemeler yapması gerekti. Martin çalışmalarının ürünlerini alabilmiş ve başarısını gölgeleyen hiç bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır Gerçekten, birçok madenciler Martin yönteminin üstünlüğünü takdir etmişler ve hemen uygulamaya koymuşlardı, ilk Sireuil'de uygulanan bu teknik hızla yayıldı ve fırınların kapasiteleri gittikçe artarak 200 tona vardı. Buna paralel olarak nitelik ve çeşitlerde de gelişme görüldü, öyle ki, bir süre sonra birçok ülkelerde Martin yöntemi Bessemer'i büsbütün ortadan kaldırdı. 1915'te Martin öldüğünde, Martin çeliği Fransa'da üretimin %34'ünü Almanya'da %35'ini, Amerika'da %66'sını, İngiltere'de %71'ini kapsamaktaydı. Bessemer'in ülkesi İngiltere'de bile 1948'de üretilen 12.987.000 ton çeliğin 14.877.000 tonu Martin yöntemiyle elde edilmekteydi. |
Ateşli Tulumbalar
İngiltere'deki kömür madenlerinde durum gittikçe daha tehlikeli bir hal alıyordu. Sürekli artan kömür talebi, kuyuların daha çok derinleştirilmesini gerektiriyor, dolan suları boşaltmak gittikçe güçleşiyordu. Britanya ekonomisinin en önemli sorunu durumuna gelen suları boşaltma işi için bütün mühendisler seferber olmuşlardı. XVII. yüzyılın sonlarında bu mühendislerden biri, Thomas Savery (1650-1715), bilim yayınlarına göz gezdirirken Hook'un, Papin'in makinesinden söz eden bir yazısına rastladı. Savery, Hook'un eleştirmelerine rağmen, icadın işe yarar olabileceğini tahmin etti. Bunun için de, ne gibi yenilikler getirilmesi gerektiğini tasarlayarak hemen işe koyuldu. Savery, pratik bir buhar makinesinin ihtira beratını, (patent) 1698'de aldıktan sonra makineyi önce kralın, ertesi yıl da Royal Society önünde denedi. Papin'in makinesine, musluğa bağlı boruyla, istenildiği anda eksilen suyun yenilenebileceği büyük bir kazan eklemişti. Burada kaynatılan su, ani bir soğuk su akımıyla sıvılaştırılıyor, böylece borunun içinde boşluk meydana geliyor, sonra dışarı atılacak su bu boşluğa doğru akıyordu. Bundan sonra kazan yeniden ısıtılıyor ve işlem tekrarlanıyordu. Papin'in makinesindeki gibi piston yoktu ve mekanizması da daha sadeydi. Ağır işlemekle birlikte (dakikada dört darbe), hiç değilse düzgün çalışıyordu. Ancak, iki büyük sakıncası vardı. Önce çok masraflıydı (75 lire suyu bir metre kaldırmak için 16 kilo kömür yakmak gerekiyordu), sonra, tulumba ne kadar yüksekse, buhar basıncının da o oranda yüksek olması gerekiyordu. Oysa basınç 8-10 atmosferi bulduğunda ısı öylesine yükseliyordu ki, lehimler eriyor, yarattığı gücün etkisiyle kazan patlıyordu. Savery, patlamayı güven altına almak ve kazandaki basıncı kontrol edebilmek için Denis Papin'in 17 yıl önce Londra'dayken icat ettiği aygıtı kullanmayı düşünememişti. Fransız bilgini 1681'de, en sert etleri bile kısa zamanda pişirmeye yarayacak bir tencere icat etmişti. Bu, aslında, bugün kullandığımız "düdüklü tencere"nin ta kendisiydi. İçindeki basıncı bilmek için bir supap yerleştirmiş, basıncı bir ağırlıkla dengelemişti. Bu gerçek bir "güvenlik supabı"ydı ve kapsamı tencerenin yararını çok aşıyordu. Burada Papin ve Savery'nin amaçlarının ayrı olduğuna işaret etmemiz yerinde olur. Savery bir teknisyendi ve maden ocaklarındaki suların boşaltılması gibi somut bir soruna eğilmişti. Bunu çözümleyince, daha öteye gitmek aklından geçmiyordu. Papin, onun tersine, bir bilgindi. Huygens'in kendisine aktardığı pratik sorun, (Seine'in sularını Versay sarayının parklarına kadar yükseltmek) onun için bir hareket noktası olmuş, dehası gittikçe genişleyen bir alanda icatlara yönelmişti. Kısacası, Savery ile Papin arasında, yarar gözeten bir uygulamacıyla bir anda dünyayı sarsabilecek bir bilim adamının bütün özellikleri vardı. 1707'de altmışına varmış, hayal kırıklığına uğramış, bezgin ve kırgın bir insan olan Denis Papin, eski sorunu, Savery'nin eserinin ışığında çözümlemeye koyuldu. O sırada Savery'nin makinesi madenlerdeki suları boşaltmakta kullanılıyordu; ama suyu dışarı atacağına hidrolik bir çarkın kanatlarının üstüne akıtıyordu. Papin'in meydana getirdiği gülünç makine karmaşık ruhunun bir aynasıydı sanki Bir tek güç kullanacağına (sözgelişi bir buhar), buhar, hava basıncı ve ağırlıktan yararlanıyordu. Bilgin, yine de bunu bir gemiye monte edip küreklerini çektirmeyi başardı. Gemi, Fulda üzerinde Cassel'de gerçekten işledi, ama bir defaya mahsus, göstermelikti bu. Papin, kararsız kişiliğine kapılıp Londra'ya yerleşmek üzere Almanya'dan ayrıldı. Weser'deki takacılar, kendi kendine giden bu gemiyi öfkelerinden paramparça ettiler. Parasız kalan zavallı Fransız da yoksulluk ve unutmuşluk içinde yaşlanmaya boyun eğmek zorunda kaldı. Ne zaman öldüğü bile tam olarak bilinmeyecek kadar unutuldu... Savery'nin makinesi suyu 17.50 metre yüksekliğe çıkardığı ve son derece ekonomik işlediği halde, maden işletmecileri tarafından beğenilmemişti. Çünkü madenler çok derin kazıldığından her 17.50 metreye bir makine yerleştirmek gerekiyordu. Ayrıca bunların işletilmesi göze alınamayacak kadar büyük masraflara yol açacaktı. Dartmouth'da (Devonshire) işleyen bu tür bir makine Thomas Newcomen (1663-1729) adlı bir çilingirin dikkatini çekti. Tasarılarını kendisine yakınlık gösteren büyük fizikçi Robert Hook'a açarak ondan kendisine öğüt vermesini diledi. Günümüzde, basit bir çilingirin ünlü fizikçilerden birine baş vurması ve onun tarafından da ciddiye alınması pek olağan değildir. O zamanlarda böyle şeylere hiç kimse şaşmazdı. Bir icadın, bilginden çok, usta ve zeki bir işçinin eseri olabileceği akla yakın görülüyordu. Bilim ve tekniğin işbirliği yeni yeni kurulmaktaydı ve Kolomb'un yumurtası hikâyesi her gün tekrarlanıp duruyordu. Öte yandan, bilim adamları da kendilerine fazlaca güvenen bilgiçler olmasa gerekti; hatta tarihçilerin, kişiliğini alabildiğine kötüledikleri Hook bile... Böylece Newcomen, Newton'un eşiti büyük bilgine danışmaktan çekinmedi. Sonra da arkadaşı camcı John Cawley ile birlikte, Savery'nin ateşli tulumbasının neden bunca güçsüz ve masraflı işlediği konusunda kafa patlatmaya başladılar. İlk kusuru, buhar basıncının yetersiz olmasındandı. Basıncı artırmak için ısıyı yükseltmek, kazanın patlamasını önlemek için de daha kalın imal etmek gerekiyordu. Ancak, bu kalın kazan daha geç soğuyacak, yani tulumba daha ağır işleyecek dolayısıyla verim düşecekti. Makine de bu yüzden masraflıydı zaten. Isıtmak için bir yığın kömür yaktıktan sonra soğutmak için çırpınmak, olur iş değildi doğrusu. Newcomen, Papin'in ve Savery'nin makinelerini inceledikten sonra, ikisi ortasını buldu. İkincinin kazanını, .birincinin de pistonlu silindirini aldı. Hem kazan, hem de tulumba gövdesi olarak tek bir kap kullanacağına, iki ayrı kaptan yararlanmayı düşündü. Böylece, soğutmaya ihtiyaç kalmayacağından kazanı gereğince kalın imal edilebilecek; doğrudan doğruya ısıtılmayacağına göre silindirin de soğutulması kolay olacaktı. Newcomen'in projesi 1705'te gün ışığına çıktı. Makine şöyle işliyordu: Kazanda oluşan buhar, bir silindire giderek pistonu kaldırıyor; piston dibine kadar iyice itildikten sonra soğuk su veriliyor; buhar sıvılaşınca silindirde hava boşluğu elde ediliyor; o zaman hava basıncı bütün gücüyle etki yaparak pistonu aşağıya itiyordu. Sonra silindire yeniden buhar gönderiliyor işlem böylece sürüp gidiyordu. Piston sürekli olarak inip kalkacağından, bunu bir çubukla, işletilecek tulumbaya bağlamak yeterliydi. Savery gibi Newcomen de makinesini yalnız tulumbalarda kullanmayı düşünmekte, bunun suyu yükseğe çıkarmaktan başka bir şeye elverişli olabileceğini aklının ucundan geçirmemekteydi. Her ikisinin de tek kaygısı, suyu 10.33 metreden yukarıya çıkarmaktı. Newcomen'in makinesi, tam anlamıyla bir buhar makinesi değildi. Çünkü bunda itici güç buhar değil, hava basıncıydı. Ancak bu nokta kullananları ilgilendirmiyordu. Bu makine Savery'ninkinden daha güçlü, daha az masraflıydı ya, onlar için de önemli olan buydu. Önceleri dakikada altı iniş-çıkış yaparken sonra bu on ikiye yükseltildi ve gücü de 100 beygiri buldu. Makinenin ilk alıcısı Wolferhamptonlu bir kömür madeninin sahibiydi. Makine büyük bir başarıyla görevinin üstesinden gelince, öteki maden şirketleri de art arda satiri almaya başladılar. Geliştirilmeye son derece elverişli oluşu makinenin satışını artırıyordu. Gerçekten, 1713'te 'prototipi' son derece ilkel olmakla birlikte hızla gelişti; yüzyılın ortalarına doğru enikonu mükemmel bir araç haline geldi. Bu gelişmelerden ilki musluklarda oldu. Üç musluktan biri silindire buhar yolluyor, ikincisi soğuk su akıtıyor, üçüncüsü de suları boşaltıyordu. Muslukların elle işlemesi bir sakıncaydı elbet, çünkü bir işçinin yalnız bu işle sürekli uğraşması gerekiyordu. Ancak otomatikleştirme işini Newcomen mi, yoksa, Potter adlı bir işçi mi gerçekleştirdi, bilemiyoruz. 1713'te bu musluklar bir sicimle makinenin düzgün hareketini sağlayacak 'denge düzenleyicisi'ne (balansiye) bağlanarak işletilmeye başlandı. 1718'de Beighton adlı bir teknisyen bu ipi söküp yerine, ince bir çubuk yerleştirdi. Böylece makine kendi kendine işler duruma geldi. Bundan sonra, kazanın geliştirilmesi işi ele alındı. Alman Jacob Leupold (1674-1727), basıncı artırmayı (1725) ve İngiliz James Brindley de (1716-1772), kazanın beslenmesini düzenli hale sokmayı başardılar/İngiliz John Smeaton (1724-1792), buharın kaybolmasını önlemek için silindirin ve pistonun daha iyi perdahlanmasını sağladı. Kısacası, yaratılmasından bu yana yarım yüzyıl geçmeden Newcomen'in makinesi bütün Avrupa'yı fethetti. Fransa'da ilk olarak 1732'de maden ocaklarındaki suların boşaltılmasında kullanıldı. Hollanda'da denizden kazanılan yerlerde aynı amaca hizmet etti. Bazı ülkelerde de şehirlere su verme ya da toprakları sulama işine yarıyordu, İngiltere'de yüzlercesi işlemekteydi. Bunlar, koca bir bina büyüklüğünde dev makinelerdi. Ağır ağır gidip gelen hantal sarkacın çevresine bir yığın seyirci toplanıyordu. Newcomen'in makinesi son 1934'te hizmetten çekildi. 1787'de yapılmış olan bu saygıdeğer kalıntı halen Barnsley (Yorkshire) adlı İngiliz köyünde bulunmaktadır. Sarkacı 7, silindiri de 3.30 metre yüksekliğindedir. 1951'de, Büyük Britanya festivalinde işletilmesi kolay olmadı. Piston bazen inadı tutup yükselmiyor, bazen inmeyi unutuyor, bazen de yorgunluktan poflaya tıslaya duruveriyordu. Bunu da 147 yıllık hizmetten sonra hoş görmek gerekir. En iyi işlediği günlerde, makine, her iniş-çıkışında 227 'litre suyu 40 metre yükseğe çıkartmaktaydı. |
Buharlı Makine
Boulton ve Watt Şirketi 1786'da "çift etkili" makineyi piyasaya sürdü. Elli beygirgücündeki bu makine bir un fabrikasına satıldı. Bunu iplik, dokuma ve demir fabrikaları, maden ocakları izledi. Watt'tan önce bile 600 işçi çalıştıran Boulton fabrikaları alabildiğine büyüdü. Bütün dünyadan gelen vinç, sonda, un fabrikaları, iplik ve dokuma fabrikaları, darphane, Stanhope presleri, bira fabrikaları vb. için buharlı makine taleplerini karşılamaya koyuldu. Böylece 1775 ile 1800 yılları arasında 325 makine imal etti. A. B. D. ilk makineyi 1781'de satın almıştı; Almanya'da ilk defa 1785'te Fransa'da da 1778'de işlemeye başladı. O yıl Jacgues-Constantin Perier (1742-1818), Seine sularını yükseltmek amacıyla Chaillot'ya (Paris) ilk ateşli tulumbayı yerleştirdi. O tarihe kadar çeşme suları, artık enikonu eskimiş olan hidrolik makineler aracılığıyla yakın ırmaklardan su arklarıyla getirilmekteydi. 1778'de Perier, Birmingham'a giderek Boulton firmasına iki makine ısmarladı ve bunları Debilly rıhtımına monte etti. 8 Ağustos 1781'de şaşkın bir kalabalığın önünde işlemeye başlayan makineler, Seine'den suları alıyor, Chaillot sırtlarında inşa edilmiş olan her biri 4342 hektolitrelik depolara akıtıyordu. Bu yenilik büyük sükse yaptı. Yirmi yıl içinde Fransa'da (12'si Anzin madenlerinde olmak üzere) 500 tulumba işletmeye kondu. Almanya'da on kadar makineye karşılık İngiltere'de 5 000 tane işlemekteydi. Watt'ın makinesinin, Newcomen'inkinden üstünlüğü, ne daha güçlü ne de daha kullanışlı oluşuydu. Asıl önem verilen nokta, iki kat daha az yakıt harcamasıydı. Boulton da, makinesini tanıtırken, özellikle bu avantajından yararlanmıştı. Boulton önce para istemeden makineyi müşteriye veriyor, monte edilmesini ve bakımını üstüne alıyordu. Sonra da müşterilerinden borçlarını, kömürden edecekleri tasarrufun karşılığı paranın üçte birini vermek yoluyla ödemelerini istiyordu. Bütün dünyaca benimsenen Watt'ın buharlı makinesini geliştirmek için binlerce mühendis işe koyulmuştu. İlk geliştirmeyi Watt'ın kendisine borçluyuz. Silindirden fışkıran ve 'kondansör'e giden buharı görmüş böyle bir gücün boşa harcandığına acıyarak bunu kullanmayı aklına koymuştu. 1782' de piston henüz yarı yoldayken buharın gelmesini önledi. Böylece buhar ve kömürden önemli miktarda iktisat edilmiş oluyordu. 1804'te İngiliz Arthur Woolf'un (1766-1837), buharı iki aşamada çalıştırmayı gerçekleştirmesiyle makine daha da iktisatlı çalışmaya başladı. Birinci aşama, 4 atmosferlik bir yüksek basınç silindirinde; ikincisi de, alçak basınçlı daha büyük bir silindirde meydana gelmekteydi. "Çift etkili" makinenin icadından sonra yapılan en önemli gelişme, Oliver Evens adında (1755-1819) Philadelpialı araba yapımcısının çabalarıyla gerçekleşti. Newcomen, Watt ve Woolf gibi Evens de kendini Denis Papin'in düşlerine kaptırmıştı. Ekmek parası kazanmak için bir yandan araba, dokuma tezgâhı ve değirmen yapmakta, öte yandan da Jonathan Hornblower'in (1725-1812) Amerikalılara 1750'de sunmuş olduğu İngiliz yapısı ateşli tulumbayı geliştirme imkânları araştırmaktaydı. Çalışmalarını sürdürmek için tekniğe değil de, bilime baş vurması oldukça ilginçtir. Black'in çalışmalarına dayanan Watt, suyun 1 dereceden 100 dereceye getirilmesi için 100 kaloriye, buharlaştırılması için 537 kaloriye ihtiyaç olduğunu bulmuştu. Evens, 100 dereceden 200 dereceye çıkarmak için de azıcık daha ısıtmanın (30 kalori) yeterli olduğunu gözlemledi. Bu durumda az bir masraf eklenmesiyle 15 kat fazla basınç elde edebilecekti. Evens'in yazdığı gibi, "deneyler, 1.5 atmosferlik bir basınç elde etmek için 4 ölçek kömürün yetmesine karşılık, 2 atmosfer için 5 ölçek, 16 atmosfer için de 8 ölçeğin yeterli olduğunu kanıtlamaktadır" Evens, Watt'ın makinesinin silindirinde, yüksek basıncın alçak basınçtan daha fazla iş gördüğünü bildiğinden 8 atmosferlik buharla işleyen bir "çift etkili" makinenin ihtira beratını aldı (1797). Yüksek basınç kesin bir avantaja sahipti. Ancak, basınca dayanabilecek güçte kazanlar imal edilinceye kadar öne sürdüğü yenilikler kuramsal olmaktan ileri gidemezlerdi. 1800 yıllarında maden işletmeciliği henüz emekleme çağındaydı. Perçin çivisiyle tutturma tekniği yetersiz olduğundan kazanların su geçirmezliği güvenilir durumda değildi. Neyse ki, o günlerde de sanayi dalları günümüzde olduğu gibi dayanışmalı çalışıyordu. Buhar makinesi, demir ve demir-dökme fabrikalarına itici güç sağlıyor, buna karşılık kendi gelişmesi için gerekli imkânları alıyordu. Wilkinson'un delgi makinesi sayesinde silindirlerin içi istendiği gibi oyulabilmekteydi; öte yandan araç-makineler işlemeye başlamış ve kimyacılar madenlerin direncini artırma çabalarına hız vermişlerdi. ENERJİNİN FETHİNDE İLK AŞAMA: BUHAR Buhar, hidrolik çark ve yel değirmeninin tam tersine coğrafi ve meteorolojik şartlara bütünüyle yabancı, güçlü ve düzenli bir enerji kaynağıdır. Mekanik uygarlığın gelişmesini buharın icadına bağlamak bu bakımdan yerinde bir görüştür. Bununla birlikte, Watt'ın makinesi ancak 1802'den sonra bütün sanayi kollarında kullanılabilmişti. Dolayısıyla bütün Sanayi Devrimi'nin buhar makinesiyle başladığını söylemek hatalıdır. Sanayi Devrimi çeşitli ülkelerde, değişik tarihlerde başladı. Watt'ın ilk araştırmalarını yaptığı tarihte, Fransa'da yeni yeni başlamış olmasına karşılık, İngiltere'de bu tüm hızıyla gelişmekteydi. Bu bakımdan buharlı makinenin, Sanayi Devrimi'nin sebebinden çok önemli bir sonucu olduğunu söylemek daha uygundur. Gerçekten sanayicileri, özellikle taşkömürü üreticilerini buhara köle olmaya sürükleyen etken geniş çapta ticaretin gerekleri olmuştu. Yeni itici gücün getirdiği köklü değişikliğin kapsamını ölçebilmek için, o güne kadar enerji kaynağının akarsular, yel ve hayvansal güç olduğunu hatırlamak yeter. Bir insan toplumunun uygarlık düzeyinin kesin ölçüsü, sahip olduğu itici güçlerinin miktarlarıyla doğru orantılıdır. Toplum bilimsel yönden ne derece yükselebilmişse, tabiatın kendisine sunduğu enerji kaynaklarından o derece yararlanabilir, onları kendine hizmet ettirebilir. Topraktan çıkardığı bir kara taşı makinelerinde yakmaya yetenekli bir toplum, elbette hayvan ya da köleleri çalıştırarak gelişmeye çalışan bir toplumdan daha ileri bir düzeydedir. Daha önceki sayfalarda bir ülkenin zenginliğinin altın stoklarından çok, sanayi kuruluşları ve maden kaynaklarıyla ölçülebileceğini söylemiştik. Bu görüşü şimdi daha belirgin hale sokup şu önermeyi ileri sürebiliriz: "Bir ulusun zenginliğinin kilowattsaat'le (kilowattsaat yalnız bir elektrik birimi değildir. Bir buhar makinesinin, bir yel değirmeninin, hatta bir hayvanın ya da boksör'ün enerjisi de kilowattsaatle ölçülebilir.) ölçülmesi gerekir." Fransa'yı örnek alırsak; 1952'de ülkenin kömür, petrol, hayvan vb. gibi enerji üretimi kaynakları yılda 3 milyar kilowattsaatlik bir enerji sağlamaktadır. Bu nüfusa bölündüğünde 2.620 kilowattsaat eder. Demek ki, her Fransıza ortalama olarak 2.620 kilowattsaatlik bir enerji düşmektedir. Aynı yılda her Amerikalıya 7.790 kilowattsaat; her İngilize 4.730; her İsveçliye 4.080 kilowattsaatlik enerji düşmektedir. Bu sayılar bu ülkelerin teknik düzeylerini göstermektedir. 1790'da, yeni buharlı makinenin uygarlığı fethe çıktığı yıllarda, en uygar ülkede kişi başına ancak 34 kilowattsaatlik bir enerji düşüyordu. Bunun çoğunu da beygir ve öteki çekim hayvanları sağlamaktaydı. O dönemdeki sanayinin en mükemmel enerji kaynağı olan hidrolik çarklar yalnız fabrikalarda kullanılıyordu. Bunlar buğday, ceviz ve zeytin öğütmekten başka demir eritme körüklerini, dokuma tokmaklarını, presleri ve tezgâhları işletmekteydi. Bugün 'fabrika' dediğimiz tesislere o gün "değirmen" denilmesinin nedeni de buydu. Bugün bile birçok köylerde "kâğıt değirmenlerine ya da "yağ değirmenlerine rastlamaktayız. |
Balon
Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt, bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen'in makinesi ağır ve zor ilerliyor, teknik yerinde sayıyordu. Watt�ın aracılığıyla bilimin işi ele alması üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı, olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim, insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu, ama bu müdahalesi, toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi. Şimdilik bütün rolü, yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti. Söz hakkı, usta teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş bulunduğuna göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti. Bu döneme kadar "gaz teorisi"ni kuranlar fizikçiler olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne kadar yalnız bir tür "hava" var sanılıyordu; o da soluk aldığımız hava; Fransa'da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere'de Cavendish ve Priestley; İsveç'te Scheele; Rusya'da Lomonosov genel olarak kullanılan "hava" teriminin birçok gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772'de Priesley, bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: "ateş havası" (oksijeni kastediyordu.) "sabit hava" (karbonik gaz), "güherçileli hava" (azot bioksidi), "yanar hava" (hidrojen), "flogistikli hava" (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; "sabit hava"nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, "yanar hava"nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu. Briestley'in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı. Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile birlikte Paris'te mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak üzere ülkesine dönmüştü. Fransa'da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu. Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph'in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, "suni bulut" meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler... Buna bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley'in kitabında "havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar" olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi? Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan bir kese yaptı, bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit dökerek elde ettiği "yanar hava"yla (hidrojen) doldurdu. Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi. İki kardeş, bu defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi, saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı. Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar. "Balon," kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve 300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783'te uygulamaya karar verdiler. O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru ilerledi. "Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz," dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa ağır ağır düştü. Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri Paris'e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi. Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı. Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. "Uçan bir makine" meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki, Robert'in "Mariot Kanunu"ndan haberi olmadığından kusursuz bir küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783'te, Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars'da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu. İnsan zekâsının bu 'mucize'si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor, kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş, patlamış ve Paris' ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü. Bu sırada Etienne Montgolfier de, Paris'e gelmiş ve "Montgolfiere" imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu. Saat ikide halatlar kesildi ve balon 'yolcularını' alarak havalanmaya başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar. Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan olan Pilatre'i çok heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı. Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis, "Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa, ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!" diye emretti. Pilatre bundan gocundu, "Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır, asla bu olmayacak," diyerek dostlarından D'Arlandes Marki'si François-Laurent'ı kralı ikna etmeye gönderdi. Deney günü saat 13'te balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D'Arlandes'i de alarak Muette bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris'in üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles'a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular, yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente döndüler. GÜDÜMLÜ BALONLARIN KISA SALTANATI Patlamalı motorlar ve havalı lastikler, mekanik -uygarlığın iki temel icadı olmuştu. Yöremize bir göz gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu anlamaya yeter. Özel arabamızdan traktöre, motosikletten otobüs ve sanayi motorlarına kadar her şey bunlara dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı eklemek gerekir. Ikarus'un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu patlamalı motor ve havalı tekerlek oldu. Ne var ki bu, sayısız bilim adamlarının uzun ve inatçı çalışmalarına, Lalande gibi bazı bilginlerin, saçma şeylerle uğraşıyor denilip alaya alınmalarına, hatta bazılarının hayatına mal oldu. Bununla birlikte, kabul etmeliyiz ki, bazı çılgınların imal ettikleri ilkel araçlarla kuşlar örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında, kuşku ve inansızlık gösterenler, bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande'ın zamanında aerodinamik bilimi mevcut değildi, ama bu girişimlerin iyi bir sonuca ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek yeterliydi. Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren cüretli mucit cahil kişi olsa gerekti; çünkü o kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu, insanın kuş olmadığını, bunun sonucu olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar güçlü karın kaslarına sahip bulunmadığını da unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün "uçan adam" deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı. Halkın aklı ancak "havadan daha hafif"e erebiliyordu. Böylesi, yolcusunu kazasız belâsız taşıyabilecek tek hava aracıdır, deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir araç değildi ve ilerlemek için rüzgârın sürüklemesine uymak gerekiyordu, ama günün birinde bunun da çaresinin bulunacağına herkes inanıyordu. Güdümlü balon karşılarına yine o bildik "havadan daha hafif" sorununu çıkartmaktaydı. Çünkü güdüm ancak motorla olabilirdi. Bu durumda motor hem çok hafif, hem de dümeni ve pervaneyi çevireceğinden aynı zamanda güçlü olmalıydı. Görülüyor ki, güdümlü balon, sadece buharlı makinenin tanındığı bir dönemde gerçekleşebilecek bir tasan değildi. Sözgelişi Giffard'ın, 1852'de kendi balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo ağırlığında ve olup olacağı 3 beygirgücündeydi. Üç beygir de etkili bir güdüm sağlayabilecek bir güç değildir. Elektrik motorlarının icadı araştırmalara yeni bir yön kazandırdı ve mucitlerin hevesini körükledi. 1883'te Gaston ve Albert Tissandier kardeşler elips biçiminde ve 28 m. uzunluğunda bir balon imal ettiler. Buna, pillerle beslenen bir Siemens elektrik motoruyla döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün bunların toplam ağırlığı 300 kiloyu bulmuştu ve bir buçuk beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu girişimde de gerekli güdümün elde edilmesi mümkün değildi. Balonlara güdümlülük verme fikri yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye başlamıştı ki, 1884'te Charles Renard (1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini kanıtlayabildi. Bu havacı 8 beygirgücünde ve 564 kilo gelen bir elektrikli motor koymayı başardı. La France adını verdiği 50 metrelik balonuyla 7.600 km.'lik bir uzaklığı gidip döndü. Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek vaat etmeyen bir gösteri gibi görünüyordu. Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama güçle birlikte ağırlık da artıyordu. Patlamalı motorların yaygınlaşması ve gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897'de Alman Woelfert balona, bir Daimler motoru yükledi. Deutschland adını verdiği bu balon 28 m. uzunluğundaydı ve iki pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı, bu hacimdeki bir hidrojen balonunun içinde alev saçan bir patlamalı motor oturtmanın barutla ateşi bir arada bulundurmak demek olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda yaptığı deneme faciayla sona erdi. Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü Brezilyalı Alberto Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901'de "Deutsch" armağanını kazandı. Bu armağanın, Sint-Cloud'dan hareket edip Eyfel'in çevresini dönecek ve hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi kararlaştırılmıştı. Santos-Dumont'un balona nasıl hâkim olduğunu görenler şaşmış ve hayran olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı. Henüz uçak sözü edilmediği ve Ader'in ordunun anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu dönemde meydan güdümlü balonundu. Fransa'da ve Almanya'da mucitler ve halk heyecan içindeydi. Cüretli zenginler yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin Fransız sanayicisi Paul Lebaudy (1858 -1937), 1902'den başlayarak bir seri güdümlü balon yapılması için bir servet harcadı, ama bunların çoğu facialarla son buldu, içlerinde en şanslı olan, Mühendis Julliot'nun yapısı Liberte (1909), 63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120 beygirlik bir motor ona 40 km.'lik hız vermekteydi. Almanya'da bu işlerin başında Graf von Zeppelin bulunmaktaydı (1838-1917). Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu kişiyi halk heyecanıyla ve imparator da lütuflarıyla desteklemekteydiler. Birçok acı tecrübeler geçirdiği ve facialara tanık olduğu halde, bu manevi desteklemeler sayesinde umutsuzluğa düşmedi ve gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi başardı. "Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar, ilkinin boyu 128 m. ve hacmi 11.000 metre küptü (1900). Ve iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi. Sonuncusu (1936) Avrupa ile Amerika arasında ticari bir havacılık hattında çalışıyordu: bunun hacmi 105.000 metre küptü ve motoru da 2.650 beygirgücündeydi. Salonu, yemekhanesi konforlu ve fresklerle süslüydü; ayrıca bir sigara salonuna, duş odasına da sahip olan bu güdümlü balon 50 yolcu taşımaktaydı. Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.'yi buluyordu. Fakat o oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları hidrojen faciaya sebep olmak için bir kıvılcım bekliyordu. Eninde sonunda güdümlü balon yok olmaya mahkûmdu. 1914'ten başlayarak Graf von Zeppelin, 148 m. uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir motorla işleyecek olanı "Zeppelin IV"ün montajıyla uğraşıyorken uçak deneme safhasından çıkmış, askeri ve sivil alanda parlak bir geleceğe doğru uçmaya başlamıştı bile. HAVACILIĞIN BEŞİĞİ Balon, XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir yığın mucit güdümlüsünü de imal edebileceklerini ileri sürüyorlarken, "havadan daha ağır" olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu. Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı; çünkü tabiatta balona benzeyen bir örneğin bulunmamasına karşılık kuşlar, "havadan daha ağır"ın tipik örnekleriydi. Uçurtma çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha büyüğünü imal etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı işte bu mantığı yürütüyor ve bu uğurda kurbanlar veriyorlardı, insan kaslarının uçmak için yeterli güçte olmadığını çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı. Sorunu bilimsel olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857) oldu; hatta vatandaşı William Samuel Henson 1842'de elli metre boyunda tek kanatlı bir uçak bile imal etti. Ama uçuramadı, çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz çözümlenmemişti; buharlı makineyle çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki, yapılacak bütün denemelerin boşa gitmesi kaçınılmaz bir sonuçtu. Gerçekten de 1895'te İngiliz mühendisi Hiram Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi Samuel Langley'in (1834-1906) 1903'teki denemeleri başarısızlıkla sona erdi. Buharlı uçan makineyi uçurmayı başaran tek mucit Fransız Clement Ader (1890 ve 1897) oldu. Balonun aracılığı olmaksızın göğe yükselebilen ilk insanın Ader (1841-1925), P.T.T.'de mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı. Başarılı oldu ve epey de para kazandı. O zaman kendini rahatça, "havadan daha ağır" sorununu incelemeye verdi. Yaklaşık bir milyon frank harcadı, ama amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890'da, pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle dönen ve ağırlığı beygir başına 15 kg. olan aracı yerden kalktı. Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla da kalmadı; bir hamle yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı gerçekleştirdiği aracı; birer ufak buhar makinesiyle dönen, iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü, aşağıda yerin hızla gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle, hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini görünce soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi. Anlayışla karşılanması gereken böyle bir telâş, buna rağmen aleyhine oldu; çünkü deneyde hazır bulunan Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir başarı saymadılar ve bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan Ader havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı. Ader'in başarısızlığı, "havadan daha ağır"ın başarılı sonuca varabilmesi için hafif makinenin yeterlj olmadığını, bu aracı kullanmayı bilmek de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın itici bölümünde kusur yoktu; beygir başına 3 kilo gelmekteydi ki, bu gerçekten büyük bir başarıydı. Ancak, resmi deney için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı bile pratik bir makine haline gelemeyecekti; aracın itici bölümünü başarıyla meydana getirmişti, ama aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader'in pilotluğu bilmediği kadar aracı da uçmayı bilmiyordu. Bütün öncüler gibi Ader de bir makinenin uçabilmesi için kuşa benzemesi gerektiğini düşünmüştü. Buna inanıldığı için de leyleğin, akbabanın uçuşu inceleniyor, kanatları ve bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama araştırmacılar tabiatı kılı kılına taklit etmenin söz konusu olamayacağını tahmin edebilmeliydiler. Hayvanların imkânları ayrıdır, insanınki ayrı. Onları inceleme, kopya etmeye varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme mekanizması anlaşıldıktan sonra insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca varmak gerekirdi. Bunu böyle anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk bilim adamı Alman Otto Lilienthal (1848-1896) oldu. Kendini bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa verdi; bu sorunun bilgini, yapımcısı, akrobatı, fizyolojisti oldu. Kırk üç yaşında olduğu halde kanatlar takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar yapmaktaydı. Aracı 4 m. kapsamlı ve 14 metrekare havayı kaplayan bir planördü. Yelkensi aracının ortasında durur, kendini bir tepeden aşağıya atar, havada mümkün olduğu kadar uzağa gidecek şekilde süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve yükselen hava akımlarından yararlanma yöntemlerini araştırırdı. Yaptığı iş ölüme kafa tutmak değil, onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de değil; aracı 1896 yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu serüvende kaybetti. Ama gelecek kuşaklara hazine değerinde bilgiler ve havacılığın doğmasına imkân hazırlayan gözlemler bıraktı. Bu hazineyi Fransız Ferber ve Amerikalı Chanute ve Langley buldular, değerlendirdiler ve yararlandılar. Amerikalı mühendis Octave Chanute'ün (1832-1910) özelikle kayda değer katkıları oldu. Mouillard'ı tanımış ve Lilienthal'm deneylerini dikkatle izlemişti. Birinin teorik çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar verdi. Kişisel deneyleri onu, Almanın planöründe değişiklikler yapmaya götürdü: Onun tek katlı kanadının yerine iki katlısını koydu ve bir de stabilizatör, yani doğrultuyu düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı sırtına alır ve hava kendisini kaldırsın diye bayır aşağı koşardı. 1897'de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı. Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu dönemde Chanute'ün kendisinin ve Lilienthal'in deneylerini anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz yankılar yaratmıştı ve bir yığın heyecanlı genç, Ader'in deyimiyle "uçucu" olma hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi, Dayton'da (Ohio) bisiklet satıcılığı yapan otuz iki ve otuz sekiz yaşındaki Wilbur (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948) kardeşler oldu. Wright kardeşler Chanute'ün deneylerinin izinden gitmek kararında olmakla birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi bir yana bırakıp ağır ama emin adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi ayrıştırdılar ve güçlükleri tek tek bulup bunları gidermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Araştırmalarına, çift kanatlı Chanute planörüyle başladılar (1889). Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek için arka planda karın üstü yatmanın, stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik dümeni kullanmanın ve dümenin, gözlerinin önünde olması için öne yerleştirmenin daha iyi olacağını gördüler. Bundan başka geriye bir direksiyon dümeni eklediler, taşıma yüzeyini de genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı 1902'de, binden fazla deney ve uçmanın verdiği tecrübelerin sonucunda Lilienthal ve Chanute'ünküne kat kat üstün bir planör durumuna getirdiler. 1903'te Wrightlar yerden kesilmek için dıştan yardım almaya son vermeyi düşündüler ve bu amaçla araca bir motor takmaya karar verdiler. Bunun için de 20 beygirlik bir Fransız motoru aldılar. Yeni 'uçak' 17 Aralık 1903'te havalandı. En çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor ve bu, o zamanlar binlerce kilometre aşan Conste Hation'un yanında hiçten öteye gideceğe benzemiyordu. Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin yanında saçmaydı: Havacılık doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun, hafif motor ve aerodinamik tekniğin, zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe gelişeceği kesindi. Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken Avrupa da boş durmuyordu. Onun da mucitleri Lilienthal, Ader ve Chanute'un deneylerini, kendilerine özgü dehalarıyla devam ettiriyorlardı, izledikleri yöntem. Amerikalılarınkinden bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla gitmelerine karşı, Avrupalılar çılgın bir cüretle ve "ya batar ya da çıkar" zihniyetiyle ilerlemekteydiler. Yüce olmasına yüce bir yöntemdi bu, ama hem insanca, hem paraca pahalıya mal oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909), Mühendis Robert Esnault-Pelteri, Gabriel Voisin, ve Louis Breguet gibi teknisyenlerden başka bir yığın spor meraklısı ve çılgın amatör de işin peşindeydiler. Teknisyen, sanatçı, salon adamı olsun hepside Cyrano'nun ülkesine yaraşır zarif bir gözü peklik gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı. Santos-Dumont, Henri Ferman, Louis Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı. Peki ya bilim? Bilim bu ampirik ve tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti. Bilindiği gibi, Wright kardeşler buluşlarını 1908'de Fransa'da açığa vurdular, ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş bulunuyorlardı. İlk uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar Leon Levavasseur'un (1863 -1922) V motorlu Antoinette ve Laurent Seguin'in ünlü rotatif Gnöme'uydu. Birkaç ay önce de teknisyen Paul Cornu'nün yaptığı ilk helikopter ve Breguet ile Fizyolojisi Charles Richet'nin ortak yapımları Gyroplane'ı (jiroplan) havalanmış bulunuyordu. Bunları da çok geçmeden 1910'da Marsilyalı mühendis Henri Fabre'ın hydravion'u (deniz uçağı) izleyecekti. |
Sodyum Karbonat
XVIII. Yüzyılda en verimli iki sanayinin madencilik ve dokuma olduğunu hatırlatalım. Kimya, dokuma alanında, lavoisier'den önceki yıllarda da büyük rol oynamıştı. O kadar ki, bu yüzyılın sonlarına kadar kimya her şeyden önce kumaş boyama sanatıydı diyebiliriz. O dönemde şu boyayıcı maddeler kullanılmaktaydı: Meksika'dan, Kanarya Adalarından ve Hindistan'dan ithal edilen kırmız böceği; Meksika ve Antiller'den bakam ağacı; Hindistan ve Uzak Doğu'dan çivit, Brezilya'dan brezil. Orta Doğu'dan mazı, vb. Bazen kumaş, boyayı kendiliğinden emerdi, bazen de boyadan önce kumaşı yağlardan arıtmak gerekiyordu. Kısacası, dokuma eskiden beri bilime dayanan bir teknik olmuştu. Kumaşları yağlarından arıtmakta şapın ne gibi yararları olabileceğini ilk sezen, İngiliz Wtlliam Petty (1623-1687) olmuş ve: "Şap, kumaşla boya arasında bir bağdır," demişti. Ama boyamada en yararlı çalışmaları yapanlar Fransızlar oldular. Fizikçi Cisternay Du Fay (1698-1739) boya ve şap oranını tam olarak tespit etti. Kimyagerler "Jean Hellot (1685-1766), Pierre-Joseph Macquer (1718-1784) ve İngiliz meslektaşları Bancroft (1744-1818)" yüzlerce yıllık tekrarların dışında bir teknik bulmaya çalıştılar. "Boya Sanatının öğeleri" adlı eserin yazarı olan büyük kimyacı Claude Berthollet (1748-1822), Lavoisier'nin görüşlerine dayanarak kimyaya, bilime dayanan bir yöntem kazandırmaya çalıştı. İki başka teknik daha boyaya sıkıca bağlıydı: Birincisi, deri sanayisinde de kullanılan şap üretimi. Şapın 1461'de Kilise topraklarında keşfedilmiş olması nedeniyle, üretimi XV. yüzyılın sonuna kadar Papalığın tekelinde kalmış, üç yüz yıl içinde de bütün Avrupa'ya yayılmıştı. İskoçyalı Kimyacı Peter Spence 1845'te modern yöntemi keşfedinceye kadar şap üretiminde bir değişiklik görülmedi. İkinci tekniğe gelince; bu, kumaşların beyazlaştırılmasıydı. Soldurma işlemi, kumaşları uzun zaman güneşe sermek yoluyla sağlanıyordu. Berthollet, Gobelins'deyken bunu klorun etkisinde bırakmakla elde etti. Sonra da klorlu tuz bileşimi icat ederek bunu, Paris yakınındaki Javel köyünde sanayi çapında üretmeye başladı. Ev kadınlarının o gün bugündür kullandıkları Javel çamaşır suyu böylece bulunmuş oldu. Kumaşları dokumak ve boyamakla iş bitmiyordu, bunları bir de yıkamak gerekiyordu. XVIII. yüzyılın sonuna kadar, yıkama bir sorun olmamıştı. Venezüela ve Mısır'dan gelmekte olan sodyum karbonattan ya da İspanya kıyılarında çıkarılan bir deniz bitkisini yakarak sabun imal ediyorlardı. Bundan başka potasyum ve sodyum külleri de cam ve kâğıt üretiminde, yünlerin yağlardan arıtılmasında kullanılmaktaydı. Ne var ki. Devrim öncesinden başlayarak İspanya ile ticaret yavaşlamış ve birkaç yıl sonra da büsbütün durmuştu. O kadar ki, sodyum karbonatın yerini tutabilecek bir madde bulmak zorunluydu. 1788'de Bilimler Akademisi, bulana prim vaat etti. 1790'da Nicolas Leblanc (1742-1806) adlı bir aday çıktı. Orleans dükünün özel doktoru olan Leblanc, nötr tuzlar hakkında kayda değer araştırmalar yapmıştı. Şimdi de deniz tuzunu, yüksek ısıda kömürün ve sülfirik asitin etkisinde tutarak yeni bir madde imal etmeyi teklif etmekteydi. Fakat elde edilen madde kaliteli olmakla birlikte çok miktarda, pis kokulu bir kalıntı bırakıyordu ve bundan kurtulmanın nasıl mümkün olabileceğini kimse kestiremiyordu. Bu, en sonunda pratik bir güçlüktü, ama Bilimler Akademisi bunu bahane ederek bilgine primi vermedi. Leblanc'a güveni sarsılmayan tek kişi, efendisi Orleans düküydü. Hatta Saint-Denis'de bir fabrika kurup bu maddeyi üretebilmesi için kendisine 200.000 frank sermaye verdi. Ama şanssızlık Leblanc'ın yakasını bir türlü bırakmıyordu. Devrim sırasında Orleans dükü tutuklandı ve giyotinle idam edildi. Bütün mallarına el konulduğundan, fabrika elden gitti. Böylece mucit günden güne yoksulluğa düştü. Sonunda 1804'te haklarını tanıdılar, ama bu defa da kapitalistler elinden tutmak istemediler. Herkes tarafından terk edilmiş ve umutsuz kalmıştı. Leblanc bu duruma dayanamayıp intihar etti. Leblanc yönteminin sakıncalarının kolaylıkla giderildiğini ve nice sanayicinin onun sayesinde servet sahibi olduğunu düşünecek olursak, bu karayazı insanı daha çok üzüyor. Mucitin ailesi yoksulluk içinde yaşarken vatandaşlarından Jean Darcet adlı biri. (1777-1886), 'mamulü' verimli olmaktan çıkaran kalıntılarından kurtarmanın yolunu buldu. O sırada işi İrlandalı James Muspratt ele aldı (1793-1886). Sırasıyla eczacı çıraklığı, Wellington ordusunda asker ve İngiliz donanmasında subay adaylığı yapmış olan bu serüvenci, 1822'de Liverpool'a yerleşmiş ve Leblanc yöntemiyle sodyum karbonatı imal etmeye karar vermişti Darcet'nin yöntemini geliştirip buna yenilerini de ekledikten ve birçok mali güçlükler atlattıktan sonra bu maddeyi sanayileştirmeyi başardı. Malını bütün dünyaya kabul ettirmek için uzun yıllar çabaladı ve XIX. yüzyılın ortalarına doğru kesin başarıya ulaştı. 1863'te bütün dünyaya yılda 300.000 ton mal satmaktaydı. Sodyum karbonat gelişmiş, büyük kimya sanayii kurulmuştu. Yine aynı yıl içinde yani 1863'te yarım yüzyıldan beridir laboratuvarları uğraştıran bir buluş daha sanayiide bomba etkisi yaptı: Yirmi beş yaşında bir Belçikalı kimyager daha kolay ve daha ucuz bir üretim yöntemi öneriyordu. Bu genç mucit Ernest Solvay (1838-1922) idi. 1836'da İskoçya�da, daha sonra Viyana, Leeds ve Paris'te denenip de mali felâketlere yol açan bir yöntemi başarıya ulaştırmıştı. Bu, tuzu amonyak ve karbonik gazla işlemekten ibaretti. Reaksiyon sodyum bikarbonat vermekte, bundan da, ısıtılarak istenilen karbonat elde edilmekteydi. Hemen şuna işaret etmeliyiz ki, bu yöntemin basitliği bir görünüşten ibaret olup aslında Solvay'ı uzun zaman uğraştırmıştı. Solvay'ın yönteminin gerçek bir ihtiyaca karşılık verdiğine de inanmamız gerekir. Çünkü birkaç yıl içinde Belçika, A.B.D. Almanya, Rusya ve daha birçok ülkelerde üst üste fabrikalar kurulmaya başlandı. Böylece Üretim 1875'te 40.000 tona, 1895'te 1.000.000 tona yükseldi. 1902'de de dünyada üretilen 1.800 000 ton sodyum karbonatın 1.650.000 tonu Solvay yöntemiyle elde edilmekteydi. Solvay, zavallı Leblanc'ın tersine şanslı çıkmış, büyük bir servet, ün ve sevgi kazanmıştı. Ama bunları iyiye kullanmasını bildiğini de hemen eklemek gerekir. Her şeyden önce, çok zengin bir sanayici olduktan sonra bile bilim aşkını kaybetmedi. Aynı zamanda büyük bir insanseverdi. Brüksel ve Paris'te enstitü ve kurumlar kurdu. 1911'de de bütün dünya fizikçilerim Belçika'nın başkentinde toplayacak bir kongreler sistemi meydana getirdi katkısının özellikle büyük etki ve sonuçları olmuştur. Planck, Rutherford, Bohr gibi bilginler buluş ve icatlarını burada açıklamışlar ve bu toplantılar Curie, Einstein, Jeans, Langevin, Perrin, Poincare ve daha başka ünlü bilim adamlarının bir araya gelmelerine fırsat hazırlamıştı. |
Havagazı
Nıcolas Leblanc, Philippe Girard, Jacquard, gibi bahtsız mucitlere şimdiden Jouffroy d'Abbans, Chappe ve Fulton'u ve konumuzla ilgili olarak Philippe Lebon'u ekleyelim. Havagazınm, mucitlerinden biri olan Lebon da ötekilerden daha şanslı olmadı. Bir sabah ölüsünü sokakta buldular ve mezarlıkta bir çukura gömdüler. Eski dönemlerde verilen gösterişli davet ve eğlentilerin öyküsünü tarih kitaplarında okuyoruz: Kral saraylarının muhteşem dekoru, muazzam salonlarda şatafatlı giyimleriyle boy gösteren senyörler, operada suareler, balolar, şölenler... Bu zengin dünya nasıl aydınlatılmaktaydı, diye kendi kendimize sık sık sormuşuzdur. Geriye doğru işleyen bir zaman makinesi olsa da sözgelişi üç yüzyıl öncesine, XIV. Louis zamanına gidebilsek, şimdi bize gülünç gelen görünümlerle karşılaşırız: Versay sarayının Aynalı Galeri'sinde orada burada yanan pis kokulu isli mumların titrek ışığı altında davetlilerin gölgeleri hayaletler gibi kımıldar dururdu... Mumlar, Devrim öncesi yıllarına kadar pahalı ve en ileri ışıklandırma aracı olarak kullanılmıştı. Balmumundan yapılanı halkın asla uzanamayacağı büyük bir lükstü. Yağ lambasıysa çok az sayıda kimseler dışında kullanılmaz olmuştu. Sokakların aydınlatılmasına ilk defa 1667'de Paris'te başlandı ve içinde mumlar yanan lambalar kullanıldı. 1769'da bütün şehirde bu lambaların sayısı 3.500 idi ve bu göster? karşısında dünya parmak ısırdı. Bununla birlikte, 1780'de İsviçreli asıllı bir Fransız, Argand (1750-1803) ışık gücünün, bir hava akımı yaratılarak artırılması durumunda yağ lambasının geleceğin aydınlanma aracı olabileceğini düşündü ve deneyler yapmaya koyuldu. Fitilli bütünüyle yağ kabının içinde bırakacağına, hafifçe dışarı çekti ve ekseni çevresinde hava akımının dolaşabilmesi için silindir biçimine soktu. Alev halka biçimini aldı ve lamba Argand'ın umduğu gibi daha güçlü bir ışık vermeye başladı. Ne yazık ki, mucit, Etienne de Montgolfier'in de yakın dostu olduğu halde Fransız halkının ilgisini çekemedi. Tek ilgi gösteren kişi yararlı her yenilikten yana olan ve adından çok söz ettiğimiz İngiliz Boulton oldu. Ancak Argant'ın lambasının noksanları vardı; sözgelişi, baca görevi yapacak camı yoktu. Bu camı bulanın Quinquet adında bir Fransız eczacısı olduğu sanılıyor. Yeni ışıklandırmanın halka tanıtılması 27 Nisan 1874'te Paris'in ünlü tiyatrosu Comedie Français'de, "Figaro'nun Düğünü"nün ilk temsilinde yapıldı. Çabuk yaygınlaşarak 1860'da petrol lambalarına da uygulandı ve havagazının benimsendiği tarihe kadar bütün dünyada kullanıldı. Argand'ın İngiltere'de, bu işi Boulton'a bırakması üzerine Birmingham'daki fabrikalar harıl harıl Argand lambası imal etmeye başladılar. Boulton'un fabrikaları durmadan gelişerek dünyanın en büyük tesisi durumuna gelmişti. Bütün ülkelerde ve İngiltere'nin bütün kontluklarında temsilcileri bulunmaktaydı. Cornouailles'daki temsilci, William Murdöck (1754-1839) adlı bir mühendisti. O güne kadar birçok yararlı icatları olmuştu. 1780'de Murdöck, Boulton'u bir ziyareti sırasında, ona çocukluğunda yapmış olduğu bazı deneylerden söz etti: Doğduğu İskoçya'nın kömür bölgesi Ayr'de kömür yakar, arıtır, dumanını toplamakla vakit geçirirmiş. Bu defa patronunun desteğiyle aynı deneyleri tekrarlamaya koyuldu. Bu sabırlı kişinin çalışmalarının ayrıntıları hakkında bilgi sahibi değiliz. Fransız Lebon'unkinin aynısı olsa gerekti: Kuşkusuz bu dumanı topladıktan sonra arıtmak için sudan geçirmiş ve çıkan gazı yakmış, alevinin beyaz, parlak bir ışık verdiğini gözlemlemişti. Bu "yanargaz" bir yenilik değildi. İngiliz Shirley 1667' de, Clayton 1739'da ve Dixon 1760'da buna dikkati çekmişlerdi. Hatta 1783'te Belçikalı Minkeleers, Louvain Üniversitesinin kitaplığını ve 1787'de Murdock'un vatandaşı Dundonald Kontu Culross, manastırının holünü bununla aydınlatmıştı. Ama Murdöck eserini, bu yarınsız girişimlere hiç benzemeyen bir inatla sürdürdü. 1792'de ışıklandırmayı önce evinde kurdu ve pis kokuları gidermek için karmaşık arıtma işlerine girişti. Bu uzun çalışmalarının sonucunu ancak 1801'de alabildi. Ancak, bu yıllarda yalnız bununla uğraşmamıştı. Boulton ve Watt işten çekilmişler ve sorumluluğun bir kısmını aktarmak üzere onu çağırmışlardı. Murdöck işlerine öylesine dalmıştı ki, PhiKppe Lebon adlı bir Fransızın, havagazını keşfetmiş olduğunu ve Paris'te genel yerleri aydınlatmaya hazırlandığı söylentileri kulağına gelmemiş olsaydı eski araştırmalarını befki de unutup gidecekti. .Bunun üzerine işe koyuldu. 1803'te Boulton fabrikalarını ve 1805'te Manchester'deki Philips ve Lee fabrikalarını aydınlattı. Murdöck 1780'de, Cornouailles'da deneylerine başladığı zaman Lebon henüz 11 yaşında idi. 1792'de, yani İskoçyalı, evini havagazıyla aydınlatmaya başladığı sıralardaysa, Lebon Angouleme'de mühendislik yapmaktaydı. Doğduğu şehirde yaşadığı bu kısa dönemde ani bir esinlenmeyle araştırmalara başladı. Talaş almış, bunu bir tüpün içinde yakmış, tüpün ağzına da ıslak bir bez bağlamış, bezden süzülen gazın yandığını ve keskin bir aydınlık verdiğini gözlemlemişti. Temel bulgu bu olmakta birlikte işi geliştirmek ve yararlanılabilir bir duruma getirebilmek için çok çalışması gerekecekti. Lebon, ısınma ya da aydınlanmada, yanar maddelerden daha elverişli bir şekilde yararlanma ve bu maddelerden çeşitli ürünler elde etme konusundaki yöntemlerinin beratını ancak 1799'da alabildi. Bu yöntemler, önce odunu ısıtma ve damıtma yoluyla katranını çıkarmak, sonra elde edilen gazı su dolu bir kabın içinden geçirmekti. Gaz, suyun içinde arınıyor ve Lebon'un verdiği adla, "thermolampe" (ısı lambası) denen lambalarda yanıyordu. Ne var ki, arıtma işlemi her halde tam olmamıştı; çünkü Paris'te yerleştiği evin çevresindeki komşular mahalleyi pis kokular sardı diye gürültüler koparttılar. Bunlara tabii mum ve Argand lambası yapımcılarınınki de eklenmeye başladı. Lebon boyun büküp evden taşınmak zorunda kaldı. Dominique sokağındaki Seignelay konağını kiraladı ve bütün Paris'i bir gösteriye davet etti. Sonuç bir zafer oldu. Burada halka yalnız küçük çapta bir gazhane değil, aynı zamanda bir deney laboratuvarı da göstermiş; evi ve bahçeyi, gazı yakan lambalarla ışıl ışıl aydınlatmıştı. Bununla birlikte partiyi kazanmış sayılmazdı. Çünkü gazın kokusu çekilir gibi değildi. Deneyleri sürdürecek parası da kalmamıştı. Üstelik taşkömürü yerine odun gibi bir maddeden hareket etmiş olan Lebon, çıkmaza girmişti. Gelecek Murdock'un yöntemindeydi. İşin bir gün tatsızlığa varacağını anlayan mucit, çaresiz Normandiya'ya gitti ve gazhanesini Rouen'de kurdu. Orada kendisini İngilizler. Almanlar, Ruslar ve daha başkaları ziyarete geliyor, yöntemini öğrenip evlerinde uygulamaktan çekinmiyorlardı. Her ne hikmetse, havagazının iki muciti de icatlarından bir yarar sağlayamadılar. Hemen hemen iflâs durumuna gelen ve mühendislikten aldığı maaşla geçinmekte olan Lebon, Napolyon'un taç giyme töreninde bulunmaya Paris'e gittiği 2 Aralık 1804 gecesi Champs-EIysee'de öldürüldü. Murdock ise 1839'a kadar yaşadı ve başka icatları oldu. 1805'te Veierendeel'in deyimiyle yarı bilgin, yarı şarlatan bir Alman Londra'ya geldi. Adı Winzler olan bu Kişi Avrupa'nın belli başlı şehirlerinde havagazının çığırtkanlığını yapıyordu. Kamusal bir gösteri yapma izni alarak Carlton Hous Gardens'in duvarlarından birinin üstüne bir havagazı feneri yerleştirdi. Sonra bir gaz şirketi kurdu ve Londra sokaklarını aydınlatma işini üstlendi. Ama işler kolay yürümüyordu: Halk yangından ve zehirlenmekten korkuyor, öte yandan Walter Scott dumanla aydınlanmayı uman ve ışığı borularla taşımayı kuranların aklına şaşıyordu. 1814'te bütün bunlara rağmen havagazı, Londra sokaklarını aydınlatmaya başladı; 1817'de Amerika'da, daha sonra da Paris'te ilk gaz lambaları yandı. Paris'te, Philippe Lebon'un dul eşi, kocasının yarıda kalan görevini üstüne alarak 1811'de bir gazhane kurdu. XVIII. Louis ve kendisinden başka hiç kimsenin bu yeni aydınlanma şekline güvenleri yoktu. 1817'de ilk denemenin yapılması kralın ısrarları sayesinde mümkün oldu ve gaz fenerleri ancak 1829'da Paris'i aydınlatmaya başladı. Fakat, yağ lambaları ancak 25 yıl sonra tam anlamıyla söndü. |
Şeker Pancarının Hikâyesi
Havagazı önemli bir keşif olmakla birlikte bir lükstü de. Çünkü XIX. yüzyılın ilk, on yılı içinde asıl sorun yiyecek ve savunmaktı. Savunma: Daha önce de dediğimiz gibi bakır piyasasını İngilizler tutuyorlardı ve bu madeni, çanları eriterek elde etmişlerdi. Güherçile de, ülkede çıkmadığından, barut imal etmek için nemli mahzenlerin duvarlarında kendiliğinden meydana gelen maddeyi kazıyorlardı. Karbon, kükürt ve güherçilenin karışımından meydana gelen barut yalnız savaşlarda değil, maden ocaklarında ve yapı mühendisliğinde de kullanılmaktaydı. XIX. yüzyılın sonlarında Nobel dinamiti icat edinceye kadar barutun bileşimi değişmedi Fransız kimyacıları Henri Braconnot (1780-1855) ve Jules Pelouze (1807-1867) 1830'da nitroselülozu. Alman Christian Friedrich Schoenbein (1799-1868) pamuk-barutu ve Torinolu Ascanio Sobrero da 1846'da nitrogliserini bulmuşlardı. Ancak, nitroselüloz olsun, nitrogliserin olsun işlenmez, hatta yararlanılmaz patlayıcılar halindeydiler. Bunları Nobel işledi. Yiyecek: İlk iş olarak, Amerika'dan getirilmekte olan fakat İngilizler yolu kapattıkları için müthiş sıkıntısı çekilen şekerkamışının yerini tutabilecek başka bir şey bulmak gerekiyordu. Şeker imaline yarayacak bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747'de Alman kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini anlattı. Marggraf'ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında bir fabrika kurarak, günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı. Ne yazık ki, ekonomik bunalım içinde ve Fransa'nın güçlü baskısı altında olan ülkesi, girişimlerini destekleyecek durumda değildi. Eli kolu bağlanan Achard, çalışmalarından bir başkasının yararlandığını görmenin acısı içinde yaşadı. Bu başkası, eski Fransız subayı Benjamin Delessert (1773-1847) idi. Paris'te 1801�de ilk Fransız pamuk ipliği fabrikasını kurmuştu. Ertesi yıl bunu, üretimi Marggraf-Achard yöntemine dayanan ilk şeker fabrikası izledi. İlk ürününü 2 Ocak 1813'te aldı ve sevinçten uça uça bunları Baron Chaptal'a götürdü. O da hemen Napolyon'a koşturdu. Buna son derece sevinen Napolyon'un bizzat fabrikaya gelip sanayiciyi kutlayacağını Chaptal, Delessert'e şu satırlarla müjdeledi: Acele, çok acele Monsieur Benj. Delessert'e Coquevin Sokağı. İmparator fabrikanıza geliyor. Ondan önce orada bulunacağım. Acele gelin. Chaptal. 2 Ocak, öğle Şeker pancarından şeker yapımı, XIX. yüzyılın ilk yıllarının en önemli kimya sanayii icadıdır. Kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı ve fiyatlar durmadan düştü. Çünkü 1836'da günde 1.000 kilo pancar işlenebilir ve 50 kilo, şeker alınabilirken, 1841'de aynı sonuç 750, 1850'de 650 ve 1860�ta 550 kilo pancardan alındı. |
Konserve
Napolyon savaşları kimyacıların dikkatini bir ihtiyaca daha çekmişti: Yiyecek sıkıntısı. Askerlerin, hele denizcilerin, yiyeceklerini birlikte götürmelerini ve bunların uzun süre dayanmasını sağlamak gerekiyordu. Taze et bulunmadığından eskiden beri fümesi, kurusu ya da salamurasıyla yetinilmekteydi. Buna reçel ve peynir katmak tek beslenme yolu olarak biliniyordu. Ancak, bu sınırlı imkânlar, savaş geniş bir alana yayılınca ve ulaşım gittikçe zorlaşınca sağlık bakımından kötü sonuçlar vermeye başladı. Hükümet, bilim adamlarına baş vurdu. Et ve sebzelerin besleyici niteliklerini ve tazeliklerini kaybetmeden uzun zaman saklanabilmelerini sağlayacak bir yöntem bulana 12.000 franklık bir ödül vaat etti. Bu ödül 1810'da Nicolas Appert'e (1750-1841) verildi. Bu adam deş Lombards sokağında bir şekerci olup Champagne'da, şarap mahzenlerinde geçen çıraklık yıllarında bu konuyla ilgili bazı gözlemler yapmıştı. Kendi kendine "Yiyecekleri bozan mayalar olduğuna göre, bunları kaynatmak yoluyla yok edilemez mi?" şeklinde düşünüyordu. Bu, Pasteur keşifleri öncesinden dâhice bir esinlenmeydi. Pasteur de "Etudes sur le vın-Şarap Üzerine İncelemeler" adlı kitabında aynı şeyi kabul etmiştir. Böylece Appert 1795'ten başlayarak yiyecekleri, sıkı sıkı kapatılmış kutularda ve bir Papin kazanının içinde kaynatmaya başladı. Bu yöntemin iyi sonuç vermesinden sonra Appert, orduya yiyecek sağlama işinin sorumlusu oldu. Elli işçinin çalıştığı Massy'deki fabrikasında cam kavanozlar içinde üç aya kadar taze kalan et, balık, sebze ve süt imal etmekteydi. Savaş rastlantıları, bu şişelerden bazılarının İngiliz askerlerinin eline geçmesine yol açtı. Teknisyenler hayretle bunları incelemeye koyuldular ve 1812'de Bermondsey'de aynı yöntemle konserve yapan bir fabrika kurdular. Pratik insanlar olduklarından, ağır ve nazik bir madde olan camın uygun bir malzeme olmadığını düşünerek onun yerine maden kullanmanın çarelerini aramaya koyuldular. 1814�te Donkun ve Hail firması ilk teneke konserve kutularını piyasaya sürdü. Ama bunlar öylesine sağlamdı ki, kalem ve çekiçle açılması gerekiyordu. Konserve sanayinin kurulması yalnız askerleri^ değil, denizcilerin ve kâşiflerin de çok işine yaramıştı. Kalitesi de iyi olsa gerekti. Çünkü Parry'nin 1824'te Kuzey Kutbuna götürmüş olduğu, konserveler, 1937'de açıldığında içindekilerin hâlâ yenebilecek durumda olduğu görüldü. Böylece, Appert'in icadından ilk yararlananlar askerler, denizciler ve kâşifler oldular. Konserve yalnız aylar boyu taze yiyecek sağlamakla kalmıyor, az da yer tutuyordu. Yöntem daha da geliştirilebilirdi. Daha sonra ağırlığı hafifletmenin ve aynı hacme daha fazla yiyecek sığdırmanın yollarını aramaya koyuldular. İlk akla gelenler, etin kemiklerini ve buna benzer fazlalıkları ayıklamak oldu. Bu işi de 1838'de Alman Justus Liebig (1803-1873) ele aldı. Liebig otuz beş yaşında olduğu halde dünyanın en ileri gelen kimyacılarından biriydi. Çocukluğunda kötü bir öğrenci olmuş, hiç bir lise onu kabul etmek istememişti. Babası onu bir eczacının yanına çırak verdiğinde orada da sevilmemiş, ama 1822'de Gay-Lussac laboratuvarına girince ilerlemenin yolunu bulmuştu, iki yıl sonra da Humboldt'un tavsiyesi üzerine kendisine Giessen (Hesse) Üniversitesinde kimya kürsüsü verilmişti. Bundan sonra genç adam kendini araştırmalarına dileğince verebildi. Öğrenciler yetiştirdi, laboratuvar kurdu, icatlarda bulundu. Bütün Avrupa'nın gözü şimdi teorik çalışmaların yanında pratik sorunlara da seve seve eğilen, bu doğuştan kimyacı genç adamdaydı. Liebig 1838'e kadar kloroformu, kloralı bulmuş, yağları ve albüminoidleri incelemişti. Ette ne kadar çok yararsız maddeler bulunduğunu tespit ederek şaştı. Bir sığırda yüzde 28 kemik ve üçte bir su bulunmaktaydı bu su çıkarıldı mı, et 5 ton yerine 2 ton gelirdi. Böylece fazla yer tutmamakla kalmaz, susuz daha da iyi saklanabilirdi. Ette yalnız besleyici olan şeyleri saklayıp gerisini yok etme fikri bu genç kimyacının buluşudur. Böylece besin gerçekten en küçük hacmine indirilmiş bulunuyordu. Appert'in eserini tamamlayan bu yöntem beslenmekte gerçek bir devrim yaratmıştı. Pek yakında da (1865), Güney Amerika'dan ithal edilen etlere Avrupa artık yünün yan ürünü, deri ve kemik tozu gözüyle bakmayacak, tersine bir 'Liebig özü' halini alan yiyecekler Avrupa'yı beslemeye başlayacaktır. Öte yandan 1856'da İngiliz sanayicisi Borden, sütün dörtte bir suyunu çıkarıp buna beşte iki oranında şeker ekleyerek toz süt imaline başladı. Kimya elini besin sorununa uzatmıştı. |
Kimyasal Gübre
Bununla birlikte XIX. yüzyılın ilk yarısında et özüyle yaşanabileceğine marnlamıyordu. Günümüzde bunca bollaşan konsantre çorbalar henüz çok enderdi. Temel besin ekmek ve halkın büyük çoğunluğu için tahıllardı. Ekmek yapımı da gelişmemişti. Makinelerle hamur yoğurma tekniği gittikçe yaygınlaşmaktaydı ve fırınlar genellikle odunla ısıtılmakla birlikte kömür de kullanılmaya başlanmıştı. Buğday ekimine gelince hâlâ eski yöntemle sürdürülüyor ve bu tarım hâlâ bilgisizlik içinde yüzen köylülerin elinde bulunuyordu. Ama yine de Devrim'den bu yana toprak işçisinin hayat şartlarında bir gelişme olmuş, botanikçiler tarım işleriyle yakından ilgilenmeye başlamışlardı. XVIII. yüzyılda "iyi tarımcı" aranıyor, bilim adamları tarım üzerine makaleler yazıyor, kaliteli tohum ve verimli çalışma konuları ciddi şekilde ele alınıyordu. Henri-Louis Duhamel du Monceau (1700-1782), buğdayı on yıldan fazla saklamanın yolunu bulmuş, ayrıca hayvanların beslenmesi ve ağaçların aşılanması konusunda incelemeler yapmıştı. Abbe Henri Alexandre Tessier (1741-1837), 1776'da buğday çeşitleri üzerinde denemelere girişmişti. 1800'den sonra Alman tarım bilgini Albrecht Taer (1752-1828), tarım tekniğini modernleştirmeye çalışmış. İsviçreli Theodore de Saussure (1767-1845), bitkilerde solunum ve beslenme mekanizmasını aydınlatmıştı. Fransız Jean-Baptist Boussingault (1802-1887), toprağın beslenmesi ve gübrelerin rolü üzerinde çalıştı. Böylece bilim, tarım konusuna da eğilerek onu başlı başına bir bilim dalı haline soktu. Fransa'da ilk tarım okulu 1822'de Nancy'de kuruldu. Bunu 1827'de Grignon'daki okul izledi. 1830'da bir Tarım Bakanlığı ve 1848'de Tarım Enstitüsü kuruldu. Ancak, bu takdirde değer çabalara rağmen, tarım konusunda ağır bir gelişme göze çarpmaktaydı. Köylüler atalarından kalma bilgilerinden şaşmıyorlardı. Elde ettiklerini iyi fiyatla satmaya bakıyor ve gerisini umursanıyorlardı, İngiltere dışında, öteki ülkelerde yenilik çıkaranlara kuşkulu gözlerle bakılmaktaydı. Yaşayışlarındaki yalınlık, kalın kafalılıklarının aynasıydı sanki. Daha önce anlattığımız gibi, İngiltere toprağı dinlendirme yöntemim kaldırarak bir "tarım devrimi" yapmayı başarmıştı. Bu yenilik özellikle 1840'larda Kara Avrupası'na yayıldı. Böylece toprak yalnız tahıl vermekle kalmayıp hayvan yemi de verdiğinden davarlar ve bunun sonunda da gübre çoğalmıştı. İngilizler bu durumdan yararlanıp hayvan türlerini geliştirmişler, bilinçli çiftleştirmelerle en iyi yünü veren koyun, en iyi eti sağlayan sığır türleri üretip yetiştirmişlerdi. Toprağın ekiminde iki, üç, dört yıllık bir almaşık yöntem, o ezeli kıtlık korkusuna son vermiş, aynı zamanda kolza, şeker pancarı, şerbetçiotu gibi sınai bitkilerinin ekimine ve bostancılığa da hız vermişti. Bu arada saban yavaş yavaş yerini pulluğa bırakıyordu. Böylece toprak daha derin kazılmaya, gübrelenmeye, kireçten yoksun topraklara kireç verilmeye başlanmıştı. Gübrelemek ve kireçlemek toprağı fizik ve kimyasal yönden geliştirmenin tek yöntemi olarak bilinmekteydi. Tarımcılığın başlamasında o güne kadar bilinen tek gübre türü hayvansaldı. Buna ara sıra bazı deniz yosunlarını da eklerlerdi. Bu sırada Thiersli köylülerin ilginç bir gözlemi oldu: Yakınlarında bulunan bıçak sapı fabrikasının, kemik artıklarını tarlalara döktüklerinden iyi ürün aldıkları dikkatlerini çekti. Bu gözlemin söylentileri kulaktan kulağa yayıldı ve kemiklerin gübre olarak kullanılması yaygınlaştı. Açıkgözler kemikleri toplayıp değirmenden geçirmeye ve tarımcılara satmaya koyuldular. Tüketim çoğalınca insan kemiklerine de dadandılar ve Napolyon'un savaş alanları temizlenmeye başlandı. Kemik nasıl bir oluşumla tarlaların verimini artırmaktaydı? Bu soru Liebig'in kafasını kurcaladı ve Giessen'deki laboratuvarında bitkilerin beslenmeleri üzerine araştırmalar yapmaya koyuldu. 1840'da şöyle bir gözleme vardı: Bitkiler beslenmeleri için gerekli olan karbonu havadan, fosfor ve potasyumu topraktan alıyorlardı. Öyleyse toprağın verimliliği bu maddelerin ne oranda bulunduğuna bağlıydı. Kemiklerde fosfat bulunduğundan, bu oluşum açıktı. Liebig, köklerin fosfatı daha iyi emebilmeleri için kemiklerin sülfürik asitle işlenmesini salık verdi. Bu öğüdü John Lawes adlı bir İngiliz (1414-1900) değerlendirdi. Rothamsted'deki (Hertfortshire) malikânesinde daha önce de bitkiler üzerinde araştırmalar yapmıştı. Liebig'le işbirliği kurarak kemik toplama işine girişti ve evini fabrika durumuna soktu. Buldukları kemikleri burada işleyerek süperfosfat adiyle piyasaya sürdüler (1843). Lawes iyi bir sanayiciydi. Büyük bir servet yaptı ve tarımcıları da zengin etti. Aynı zamanda bilim adamı olduğundan, bir deneme merkezi haline gelen fabrikasında deneylerini sürdürmekteydi. Çalışmalarının sonunda, bitkilerin azotu havadan değil de topraktan aldıklarını ortaya koydu, önemli olan bu buluş tarımsal kimyaya yeni bir alan açmıştı. Bunun üzerine Şili'den nitratlar ve Peru'dan guano (kuş gübresi) ithal edilmeye başlandı. Liebig, bitkilerin beslenmesinde potasyumun rolünü açıklamıştı. Bu besin Şili nitratlarında bulunmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Stassfurt'da (Almanya) dünyanın en zengin potasyum yatakları ortaya çıkarıldı. Böylece 1860 dolaylarında kimyacılar toprağa ihtiyacı olan fosfor, azot ve potasyumu istenen oranda verebildiler. Verim büyük çapta artmış ve o ezeli kıtlık korkusu tarihe karışmıştı. Rothamsted Deney İstasyonuna göre, 1771'de hektar başına alman ürün 21 hektolitre iken, 1885-1894 arasında 25.7'ye yükselmişti. Öte yandan, ekim tarzı da gelişmişti. Makineleşmenin sanayiye getirdiği baş döndürücü ilerleme herkesin gözü önündeydi. 'Azami' üretim için bunun şart olduğunu artık herkes takdir ediyordu. Çünkü makine insandan daha çabuk iş görmekle kalmamakta, üretime insan elinin aciz olduğu bir düzen ve standardizasyon getirmekteydi. Makineleşmeyi tarıma sokmak, denenmeye değer bir şey olarak görülmeye başlanmıştı. Toprağı kazan, eken, sürgü çeken, biçen, döven bir makine, o güne kadar saçma olarak düşünülmüştü, ama neden olmasındı? Galyalılar bir tür biçki makinesi kullanmışlardı: Öküzlerin çektiği bir arabanın altında bulunan dişliler buğdayı kapıp kesmekteydi. Ne var ki, bu makine tutulmamış, çarçabuk unutulup gitmişti. Çünkü tarımda makineleşme, ancak el emeğinin kıt olması durumunda yararlıdır. Sezar'ın zamanında el emeğinin kıt olması diye bir şey söz konusu değildi. Bu ihtiyaç gerçekten ancak XVIII. yüzyılın sonlarında duyulmaya başlandı. O dönemde Sanayi Devrimi İngiliz köylülerini şehirlere çekmekteydi. Yüzlerce hektarlık toprakların sahipleri bu durumda modern tekniğe başvurmak zorunluluğunu duydular. Küçük toprak sahipleriyse topraklarını satıp şehirlere, fabrikalarda işçi olarak çalışmaya gidiyorlardı. El emeği kıtlığı tehlikeli bir durum almaya başlamıştı. Zengin tarımcıların projeleri altüst olacağa benzerdi. Buğdayı makineler aracılığıyla biçme imkânı bulunmaz mıydı? Royal Society, sorunu yarışmaya koydu (1780). Binlerce ve çoğu hayali cevaplar geldi, öyle ki, XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar şöyle elle tutulur bir çözüm şekli ileri süren olmadı. Ta 1828'e, Patrick Bell'in "biçer"ine kadar. Bu araçla, ekinler gel-git hareketine uyan bir bıçakla kesilip kenara atılmaktaydı. Aynı tarihlerde makineleşme sorunu Amerika'da ciddi bir durum almıştı. Bu ülkede el emeği kıtlığı yoktu, ama topraklar el emeğiyle ekilmeyecek kadar büyüktü. Louisiana'yı ve daha birçok devletleri de içine alarak genişlemiş olan Amerika Birleşik Devletleri'nde çiftliklerden her biri Belçika büyüklüğündeydi ve esir tüccarları harıl harıl zenci köle taşıdıkları halde, bunlar uçsuz bucaksız topraklarda kayboluyorlardı. Bu durumda, makineleşme çok ciddi bir sorun olarak karşılarına çıkmaktaydı. Sorunu, Virginialı bir çiftçinin oğlu, Cyrus McCormick çözümledi (1809-1884). Babasının tarlalarına iki beygirle çekilen garip bir makine getirdi. Bir kayış aracılığıyla tekerlekler bir bıçkıyı harekete geçiriyorlardı. Bu araç buğdayları biçiyor ve özel bir bölmeden geçirip yana atıyordu. Tarlaların ne büyük bir hızla ve ne kadar düzgün tarandığını görenler şaşırıp kaldılar. Bunun üzerine McCormick sanayici oldu ve 1839'dan başlayarak makinelerini satmaya başladı. 1851 Londra Sergisi tarımsal makineleşmenin zaferini ilân etti. Birçok tip biçer makine sergilenmişti. Ama McCormick'inkinin bunların en gelişmişi olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Biçki makinelerinin yanı sıra mekanik ekerler, döverler ve birkaç demirli mekanik saban da sergilenmişti. 1868'de Rus Andrey Vlassenko'nun "biçerdöver"! ortaya çıktı ve aynı yıllarda ilk buharlı döverler de işlemeye başladı. |
Suyun Kontrol Edilmesi
Toprağın verimli hale getirilmesinden ve tarımın makineleştirilmesinden söz ediliyordu ama bilgin ve teknisyenlerin el ele verip yarattıkları bu büyük gelişmelerin yararsız duruma gelmesine de az kalmıştı. Gerçekten de eğer nem kontrol altına alınmazsa, yani su çok geldiğinde fazlası kontrol altına alınıp az olduğunda artırımı sağlanmasaydı, tarlalar yine eskisi kadar kurak kalacaktı. Bu nedenle, akaçlama işinin 1823'ten başlayarak ciddi bir şekilde ele alınıp başarıya ulaştırılmasını bir başka hayati gelişme olarak kabul etmeliyiz. Yapılan iş, suyu toprağın altındaki kanalizasyonlara çekmekti. Hollanda'da denizden kazanılan yerlerin kurutulması da bambaşka bir su sorunuydu. Bu bitmez tükenmez iş XVI. yüzyıldan beri sürüp geliyordu. Önce denizin bir kısmını ayıran bentler inşa ediliyor, sonra bu sular tulumbalarla çekilip boşaltma kanallarına veriliyordu. Geriye toprağın tuzunu almaktan başka bir şey kalmıyordu. Bu muazzam işe koşulan ilk araç, yel değirmeni olmuştu. Buharlı tulumba çıkar çıkmaz buna baş vuruldu. Asıl bu araç sayesinde başarılı çalışmalar yapılabildi ve toprak, denizleri kemirmeye başladı. Hollanda'dan sonra İngiltere, Fransa ve Almanya da işe koyuldular. Kayalıklarda ya da zaman zaman suların altında kalan topraklarda sürdürülen bu savaş insanların başarısıyla sona erdi. Ve buralarda tarımın başlaması, başarının armağanı oldu. İnsanoğlunun fundalıklarla savaşı da uzun sürmüştü; bu da başarıyla sonuçlandı. Bu topraklarda bir kumtaşı tabakası suların sızmaların engellemekte ve sular toprağın üstünde bir tabaka halinde durmaktaydı. Böylece Fransa'da Landes bölgesinde 14.000 kilometre karelik bir alan kayalık haline gelmiş olup oturulmaz durumdaydı. Burada sular ne toprağın altına geçebiliyor, ne de akıp denize ulaşabiliyordu. Önlerinde Avrupa'nın en büyük kumulu duruyordu ve rüzgâr bu kumulu yılda 20-25 metre ileriye itmekteydi. Öyle ki, Landes tehlikeli bir çöl olarak görülüyordu. XVI. Louis zamanında bir mühendis işi ele almaya ve bu toprakları uygarlığa elverişli duruma sokmaya karar verdi. Nicolas Bremonier adındaki bu mühendis (1738-1809), kendisinden önce bu konuda çalışmalar yapmış olan meslektaşları Charlvoix ve Abbe Desbiey'nin girişimlerini inceledikten sonra, 1787'de işe koyuldu. Önce kumulun ilerlemesini durdurmak için çam ağaçlan dikmeye başladı. Girişim başarıya ulaştı ve 1867'ye kadar 80.000 hektarlık alanda dikilen ağaçlar sayesinde kumul kesinlikle durduruldu. Ancak bu işlem, araziyi kayalık olmaktan çıkaramamıştı. O kadar ki, söylentiye göre, Napolyon bir ara bu bölgeye develeri alıştırmayı bile tasarlamıştı. İşin ikinci kısmını Orman Mühendisi Jules Chambrelent (1817-1893), üstüne aldı. Bu kıraç düzlüğü akaçlamak ve açmak yoluyla 650.000 hektarlık bir orman meydana getirdi ve bu bölgenin odunla ilgili sanayilerin merkezi halini almasına yol açtı. Su, ekmekle eşdeğer ölçüde bir hayat öğesidir. Toprağı bastı mı felâketlere sebep olurken, toprağın ekilmesi ve insanın beslenmesi için de kaçınılmaz şarttır. Susuz toprak çöldür. Bir kuyu, bir vaha, bir uygarlık merkezi demektir. Bu durumda insanın suyu izlemesi, tarihin en eski çağlarından bu yana en önemli kaygısı olmuştur, insanın hemen yakınında bir kaynak ya da ırmak bulamadığı her yerde kuyuculuk imdadına yetişmiştir. Artois gibi bazı yerlerdeyse, su kendiliğinden toprağın yüzüne kadar çıkmaktaydı. Ta eski zamanlardan beri bilinen artezyen kuyuları işte bu ihtiyaçtan doğmuştur. Bazen bu kuyular, su bulunduğundan kuşkulanılan yerlerde suni olarak meydana getirilir, toprakta su tabakasına rastlayıncaya kadar kazıldıktan sonra, sular tulumba ya da dolaplara çekilirdi. Bunca yararlı bir zanaat kimin buluşudur? İlk kuyu açma tekniğini bulanların Çinliler olduğu sanılmakla birlikte suyun bulunduğu yeri teşhis etmekte ve kuyu açmakta Araplar büyük hüner göstermişlerdi. Ancak modern araçlar ve yöntemlerle kuyuculuğun ilk tanımını Bernard Palissy'ye borçluyuz. Palissy aracı: "Ucunda bir kol ya da tahta sap bulunan bir oluklu burgaç" diye anlatmaktadır. Bu oluklu burgacın kullanılması öylesine yaygınlaştı ki, İtalya'da, Modena şehrinde iki soyluluk almasında görüldü ve Kuzey İtalya kuyucuların vatanı olarak ün yaptı. Ancak, bu zanaatın ampirizmden kurtularak jeolojiye dayanan rasyonel bir teknik haline gelmesi ve kuyucuların yerini uzman mühendislerin alması için XIX. yüzyılı beklemek gerekti. O güne kadar en fazla 10-12 metreye inilebilmişti. Öyle ki sondajcılar, Fransız meslektaşları Degousee'nin, kireçli bir katmanı geçip 140 metre derinliğe inmesini inanılmayacak bir başarı olarak, hayranlıkla karşıladılar (1830). Bu tarihlerde Paris'e içme suyu sağlamak bir kere daha acil ihtiyaç haline gelmiş ve resmi makamlar birçok artezyen kuyusunun açılması için karar almışlardı. İlk kuyu Grenelle'de açıldı; 1833-1841 arasında yapılan çalışmalar sonunda 548 metreye inildi ve su öylesine bir hızla fışkırdı ki, şantiyeleri barınaklarıyla birlikte devirdi. Bunu 1866'da Passy'deki artezyen kuyusu izledi, 586 metre derinliğe, Hebert alanındakinde de 718 metreye inildi. |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 09:38 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.