Tek Mesajı Görüntüle
Old 09-25-2006, 12:31 PM   #2
M@D_VIPer
Forum Kalfası
 
M@D_VIPer Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26
Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi : M@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Açıklama’dan anlama’ya ya da keşiften icad’a yöntemin izlediği yol

Doğa bilimlerinin geleneğinden hareketle insan davranışının pozitivistik bir çerçevede anlaşılması, bilginin keşfedilmek üzere orada öylece bizi beklediği varsayımına dayanır; doğası gereği “normatif” olan bu yaklaşıma göre bilgi ve keşfin yeri labaratuardır, kapalı bir mekan ya da bilimsel faaliyet sürecinde –yöntem ve biraz da modernizmin imanının gücüyle- bağlamından koparılabileceği varsayılan zamansız, mekansız sosyal olguların içinde cerayan ettiği bütün bir dünya olarak labaratuar. Misra ve Gergen (1993), bu gelenek içinde davranışın, kültürel bağlamının bozularak kavranılması yoluyla, olgunun, bağlamsız oluşlara, insanın da, deneyci tarafından yöneltilen uyaranlara, yasaya uygun olarak tepki veren makinalara -günümüzde karmaşık bilgisayarlar- indirgendiğini belirtmişlerdir. İnsan davranışı, büyük ölçüde iradi olmayan, refleks benzeri, sabit ve rutindir; adeta biyolojik olarak, yaradılışın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir kavramsallaştırmada doğal olarak sosyo-kültürel bağlamın yeri yoktur ya da olsa olsa periferik bir rolü vardır. Sosyo kültürel bağlam, dil, kendiliğindenlik, belirsizlik hatta coğrafya, müphemliğe hiç tahammülü olmayan modernizmin tektipleştirici bilim paradigmasıyla uyuşmaz. Bauman (2003), müphemliğin kökünü kazıma çabasını, modern siyasetin, modern aklın ve modern yaşamın özü olan tipik bir modern pratik olarak tanımlar: Modern pratiğin amacı, yabancı toprakların fethi değil, dünyanın tam bir haritasındaki boş noktaların doldurulmasıdır; aslında boşluğa tahammülü olmayan doğa değil modern pratiktir. Bauman, bu ödevin imkansızlığını vurgularken, Moskovici (1988), toplumlarımızın, tarihte, kollektif güçlerin büyük birikimlerinden uzaklaşmış ilk toplumlar olduğunu yazar. Geleneğin kutsal olana ve olmayana atfettiği prestijler, modern toplumlarda yeni bir dikotomiye transfer edilmiştir: Rasyonal olan ve olmayan. Bu dikotomi, insanlar arası ilişkileri ve insanın doğayla ilişkilerini iki ayrı kategoriye ayırır. Bu ayrım, tıpkı gerçekliğin bir özelliği kadar zorunlu ve apaçık olarak, düşüncenin evrensel bir özelliği gibidir. Bir yanda belirli bir anda ve belirli bir ortamda etkili eylemi tanımlayan rasyonellik vardır; bu rasyonellik bir takım davranışlar, fikirler ve yöntemlerde somutlaşır. Zorlayıcı niteliği dolayısıyla, ekonomi veya teknikte rasyonel kurallara uymayan her birey veya her grup başarısızlığa mahkum olur. Öte yanda ise, duyarlılığı, genel olarak inançları ve kişilerin veya kitlelerin efervesan’ını kapsayan rasyonel olmayanın alanı, yani bilincin bakışından uzakta ve istisnai koşullarda cereyan eden tüm şeylerin alanı vardır; bu karşıtlık modernitenin sorunudur. Bunun temelinde, toplumun kumandasını, irrasyonel olanı içine alma, kullanma ve özümseme kapasitesine sahip olduğu varsayılan rasyonel kutba bırakma hedefi yatmaktadır. Dahası, sadece rasyonel kutbun egemen olduğu bir duruma ulaşmak için tüm diğer toplumları silme, batıl inançlar ve kalıntılar düzeyine indirgeme eğilimi bulunmaktadır. Akıl güçlü, haklı ve Batılı bir kisvede sunulmuştur; sanki yararlı olan herşeyin temelinde o vardır; insanları doğanın teröründen ve arzuların olağanüstü illüzyonlarından o kurtarıp özgürleştirmiştir. Bauman (2003), bu “düzen” mücadelesinin, bir tanımın başka bir tanımla mücadelesi olmadığını, belirlenimin ikircime, semantik kesinliğin müphemliğe, saydamlığın örtüklüğe, berraklığın bulanıklığa karşı mücadelesi olduğunu yazar. O’na göre, “düzenin ötekisi” olarak kaos, salt olumsuzluktur, düzenin olmak istediği her şeyin reddidir, bu anlamda “voroluş”, aksi halde orada olmayacak şeyleri tasarlama yani kendi kendini tasarlama gayretiyle yönlendirildiği ölçüde, tasarım, manipülasyon, yönetim ve mühendisliğin etkisi altında olduğu ve bunlar tarafından sürdürüldüğü ölçüde moderndir.

Dünyanın Batı’dan hareketle ve Batı’ya doğru tektipleştirilmesiyle ilgili paradoksal bir örnek, insana dair bilginin batıdan hareketle oluşturulduğu eleştirisiyle ve batıdışı dünyanın bilgisini psikoloji evrenine dahil etme iddiasıyla varlığını temellendiren kültürlerarası psikoloji alanından, bireycilik-toplulukçuluk konusunda yapılan çalışmalardan verilebilir. Bu alanın en önemli isimlerinden Triandis'in (1995), bireycilik-toplulukçuluk kavramını ayrıntılarıyla ele aldığı ve araştırma bulgularını gözden geçirdiği kitabı genel olarak değerlendirildiğinde, bireyci ve toplulukçu kültürlerin kendi içlerinde adeta homojen ama sanki ağabey-kardeş ilişkisi içinde olan hiyerarşik bir evrende iki ayrı dünya oluşturdukları görülür. Psikoloji tarihi boyunca üzerinde çalışılan hemen hemen tüm sosyal davranışların olumlu, “yetişkinliğe özgü” ve gelişmiş, sistemik ve rasyonel olanlarının bireyciliğe, tersi durumun ise toplulukçuluğa paralel olarak geliştiği savunulur. Yazar, belki bir tür adalet arayışıyla, kitabında bireyciliğin olumsuz ve toplulukçuluğun olumlu yanlarını tartıştığı bölümlere yer vermiş olsa da, “araştırma bulguları”ndan hareketle, mutluluğun, mahremiyetin ve daha pek çok sosyal davranışın (bu davranışların psikoloji literatüründe genel olarak, insani ihtiyaçlar olmaları bakımından evrensel, hayata geçiriliş pratikleri olarak yaşantısal, kültürel hatta öznel deneyimler oldukları üzerinde neredeyse bir sözbirliğinden bahsetmek mümkün olsa da) bireyci kültürlere özgü olduğunu savunur. Triandis'in bu kitabındaki, dünyayı bir yere doğru çekmeye yönelik yaklaşımın örneklerini çoğaltmak mümkün. Burada söz konusu olan, farklı bağlamlar ve durumsal değişkenler içinde genelleştirilebilecek olan araştırma bulgularının kültürleri dolayısıyla dünyayı tekbiçimleştirmek amacıyla kullanılması ve buradan hareketle modernleşmeyle birlikte toplulukçu kültürlerin de “hümanize olacağı” fikrinin ve ulaşılacak ya da ulaşılması gereken iyi yerin Batı yani bireycilik olduğunun vurgulanmasıdır. Oysa, hep belirtildiği gibi geleneksel sosyal bilim paradigmasını diğerlerine üstün kılan en etkili argümanlardan biri, bilimsel bilginin geçerliliğini test etmede kullanılabilecek, herkes tarafından kabul edilen dışsal bir ölçüte sahip olmasıdır. Psikolojinin bu konuda kendi içinden sağladığı, adeta kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi işleyen dış geçerlilik ölçütü, Fransız sosyal psikolog Beauvois’in (1994) kendisiyle yapılan bir söyleşide tarif ettiği, “liberal psikoloji tarafından şekillendirilmiş, sosyal psikolojinin davranışlarını, bilişsel işleyişini ve motivasyonlarını irdelediği” insanın özelliklerine dair psikolojinin biriktirdiği her şeydir; bireyci tikleri olan, hava atan, bağımlılıklarını ve itaatlerini tanımayan, orda burda bulduğu değerleri içselleştirme eğilimi olan ve onları kendi doğası gibi yaşayan biri (Beauvois, 1999). Edward Said’in oryantalizm hakkında yazdığı neredeyse her şey, kültürlerarası psikolojinin ana akımlarının hatta sosyal bilimlerdeki çokkültürcülük eğilimlerinin, modernizmin ideallerinin yeniden üretilmesi sürecinin anlaşılmasında önemli ipuçları sağlar. Said, kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde (2003), üzerinde yıllardır kafa yorduğu “hümanizm ile bilgi” arasındaki sorunları tartışırken, “..ayrımcılığa ve öteki’nin aşağılanmasına, boyun eğdirilmesine dayanan bir bilgi sisteminin, hümanizmle taban tabana zıt olup olmadığı sorusunu sormaktadır.



* * *

Bir sosyal bilim dalı olarak psikolojinin 1960'larda hız kazanan ve sürmekte olan paradigma krizi veya yeni paradigma arayışları bir yandan Gestalt Psikolojisi’nin bütüncüllük (holism) vurgusu etrafında bir yandan da psikoloji alanı dışındaki gelişmelerle biçimlenmektedir. Eleştirel yaklaşımların, dilden kültüre, temsilden söylem ve siyasete, belirsiz alanları sosyal olan’ın sınırları içine alma dolayısıyla başka “varoluş” tarzlarını kapsama girişimleri olduğu düşünülebilir.

Bütüncüllük, modernizmin, dünyayı büyüsünden arındırmaya soyunan kuru, mekanik ve sosyal bilimciye, bedeninden ve ruhundan arınmış bir seyirci-mühendis ödevi yükleyen anlayışına karşı çekici bir alternatif sunmuştur. “Bütün, parçalarının toplamından daha fazla bir şeydir” şeklindeki bütüncül slogan, bütün’ün yorumlanabilir hatta icat edilebilir doğası gereği, psikolojide olgu-değer çatışmasının ilk tartışmalarını oluşturmuştur. Bütüncüllük, önce Gestalt psikolojisinin, daha sonra da hümanist, bağlamsal hatta post-modern eleştirilerin, ahlaki doğruların (neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğu ve bunu bağlamın, kültürün ya da yerel’in belirleyebileceği) psikolojiden çıkarılabileceği iddialarının ve böylece bilimi yeniden büyüleme arzusunun aracı olmuştur. Alman fenomenolojisi ve Fransız düşüncesindeki genel olarak post-yapısalcılık olarak değerlendirilen akımların etkisi ise, psikolojinin kendi iç hesaplaşmasının en azından bir grup açısından "dile ya de söyleme dönüş" olarak tanımlanabilecek bir noktada sonlanmasına yol açmıştır. Sosyal dünyanın niceliksel (quantitative) yöntemlerle tanımlanabilir, açıklanabilir ve öngörülebilir olduğu fikri yerini niteliksel (qualitative) yöntemlerle "yorumlanabilir dünya" fikrine bırakmaktadır ( Banister ve ark., 1995). Kuşkusuz, psikolojide niteliksel yöntemlerin kullanılması yeni değildir fakat burada söz konusu olan yenilik kiriteri biraz da, nitelik ve anlamın inşasında, pozitivistik epistomolojinin temel varsayımlarıyla eleştirel yaklaşımların aralarındaki mesafe ve bu mesafenin yaratacağı kaosla ilgilidir. Gergen’e (2002) göre, psikolojiye yönelik postmodern eleştiri, nihilizm ve görecelilik korkusu yaratmaktadır. Kendiliğinde bir kültürel gelenek olarak geleneksel psikoloji, diğer kültürel geleneklerin yaratacağı kaostan ürkmektedir.

Araştırmacının da gözlemci olarak bir taraf olduğu sosyal dünya, çeşitli bakış açılarıyla anlaşılabilir, yorumlanabilir ve böyle bakıldığı zaman kuşkusuz bilim adamı tarafından yeniden kurulabilir, kurgulanabilir. Psikolojinin topluma yönelik ahlaki sonuçlar üretebilmesi, ancak, gerçeğin-olgunun tekil keşfinden, anlamın ve yorumlamanın çoklu icatlarını mümkün kılan bir anlayışa evrilme yoluyla mümkün olabilirdi. Bu, radikal bir kopuş anlamına gelmez, çünkü yöntemin bütünüyle reddi kabul edilemez –özellikle pazarda- düzeyde bir müphemliğe neden olabilir ve sosyale dair bilgiyi bir şekilde rasyonel kılma çabası olmaksızın onun dünyayı diğer anlama çabalarına üstünlüğü sağlanamaz. Bu üstünlüğü sağlayan, Day ve Tappan’a göre, (1995) geleneksel psikolojinin psikoloğu bir bilim adamı, araştırmacı ve gözlemci olarak garantiye alan, ahlaki söylemini üretirken onu, psikolojik bir obje olarak, söyleminin bir parçası olarak güç, kimlik, iktidar gibi gerçek hayata ilişkin alanlardan azade kılan şey, tarafsızlık mitidir. Reicher (2001), sosyal bilimciyi sosyal olgudan ayıran bu, hiç bir durumda gerçekleşemeyen tarafsızlık haline, Olimpian yansızlık der: O’na göre bu keşif sürecinde sosyal bilimci kendisine gereken Olimpian yansızlıktan kayabilir ve çalıştığı konuyu etkileyebilir. Ancak bu, "deneysel yanlılık" ya da "istem etkisi" gibi terimler içinde tanımlanan zayıf bir tasarım, özensizlik ya da hatadır. Bunlar, içkin sorunlar olmaktan daha çok yöntemsel zayıflığın göstergeleridir. Eğer fikirler ile pratik arasındaki ayrım nihayetinde politik bir sınırlamaysa, bunun sürdürülmesi, psikolojinin doğasını biçimlendiren bir dizi epistemolojiye, metodolojiye ve teoriye bağlıdır. Bir bilim olarak psikolojinin egemen ideali, "orada dışarda" olan bir dünyayı sakin bir biçimde gözlememizi, tanımlamamızi, çözümlememizi ve ölçmemizi gerektirmektedir. Yazara göre bu tür bir yansızlık ideali, araştırmanın sonucunun araştırma sürecinden bağımsız olduğunu, yani, "gerçek dünya"ya ilişkin içkin hakikatleri keşfetmeye katıldığımızı farz eder. Bu, daha ileri aşamada, bizden bağımsız olarak ortaya çıkan fenomenleri incelediğimizi varsaymak, ölçülerimizin, incelenen fenomenlerin verili karakteristiklerini ortaya çıkardığını ve ölçtüğünü varsaymaktır. Reicher’ın (2001) “büyük ortadan kaybolma oyunu” olarak tanımladığı bu sürecin, yazara göre, psikolojik kuramın doğasıyla ilişkili üç sonucu olmuştur. İlk olarak, deneklerin yanıt verdikleri bağlamı ve terimleri oluşturmada araştırmacının rolü, bu sınırlamaların olduğu gibi kabul edilmesini ifade eder. Var olan sosyal ilişkiler şeyleştirilir, bunlar aracılığıyla kurulan süreçler, karakteristik olarak önemsenmez. İkinci olarak, insan eylemini yapılaştırmada iktidar (güç) ilişkilerinin önemi, benzer şekilde önemsenmemektedir. Üçüncü olarak, deneğin davranışının araştırmacıyla olan etkileşim sürecinden soyutlanması yoluyla, eyleminden uzaklaştırılmasıdır. .

İbanez’e göre de, (1994) gerçekliğin, ne olduğuna inandığımız şeye eşdeğer olduğunu varsayan idealist bir epistemolojiye kapılmasak da, bilgilerin üretimi ile bilgi objesinin inşası arasında güçlü bir bağıntı, hatta bir ayrılmazlık söz konusudur; bu anlamda, sosyal psikoloji, bize hem aktüel entersübjektivitenin özellikleri hakkında bilgi vermekte, hem bu özelliklerin tesis edilmesine katkıda bulunmaktadır. Salt araçsal (teorik ve teknik bilgilerin yaratıcısı) değil, aynı zamanda içrel olarak politik olan bu bilgi üretme süreci, bilginin inşasını bilgi objesinin inşasına bağlayan bir kapalı devre gibi işler ve sosyal psikoloji bilgi pratiklerinin tümüne genelleştirilebilir.

Olgu-değer ilişkisi bu noktada bizi, sosyal bilimcinin bir aktör olarak gerçek dünyayla ilişkisine, politik alanla ilişkisine götürür.
__________________

M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır...


Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!!
M@D_VIPer çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla