Tek Mesajı Görüntüle
Old 09-25-2006, 12:31 PM   #3
M@D_VIPer
Forum Kalfası
 
M@D_VIPer Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26
Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3007
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi : M@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond reputeM@D_VIPer has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Fikirler ile pratik arasındaki ayrım, tarafsızlık miti


Bu konuda, Phillips’in (2000), siyahi sosyal psikolog Kenneth B.Clark'ın, Afrika merkezli bilimsel praksis modeli olarak tanımladığı sosyal psikoloji yaklaşımını ve Clark'ın hayatını anlattığı makalesi, tarafsızlık, değer ve aktivizm arasındaki ilişkilerin tartışılması açısından çarpıcı bir örnek sunuyor. Clark, APA'nın (Amerikan Psikologlar Birliği) ilk ve tek siyah başkanıdır. Clark'ın siyah çocukların ayrı okullarda okutulmasının, benlik saygılarının bu nedenle azalması yoluyla onları olumsuz yönde etkilediği sonucuna vardığı bilimsel çalışmaları, yöntemsel olarak yetersiz ve objektif olmamakla, gerçekleri 'hakikatten çıkarmak”la eleştirilmiştir. Oysa Clark’a göre, Harlem'e dair hakikat, sosyal bilimcinin olguyu yorumlamasını gerektirir; olgu empiriktir, oysa hakikat yoruma dayalıdır Phillips (2000). Afrika merkezli bilim her şeyden önce, her sosyal bilimcinin aynı zamanda aktivist de olduğu kabulüne dayanmaktadır çünkü Afrika merkezli sosyal bilimciler, geleneksel paradigmanın, bir grup insanın bir başka grup insanı predikte etmek ve kontrol etmek biçiminde ortaya çıkan insani olmayan yaklaşımı nedeniyle baskı altında olan tüm insanlar ve özellikle siyahlar için yeni bir hümanite inşa etmek için özel bir sorumluluğa sahiptirler. Bu sorumluluk, akademi ve aktivizm arasındaki dikotomoyi, yani düşünme ve yapma arasındaki dikotomiyi reddeder.

Sosyal bilimlerin yok saydığı bir başka alan da cinsiyetlerin ve heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimlerin alanıdır. Marecek, (1995) psikolojide cinsiyetin ele alınmasının, kadın ve erkeğin karşılaştırılmasından ibaret olduğunu yazmaktadır. Bu yaklaşım cinsiyeti, bireysel bir fark, sosyo-demografik bir özellik veya psikolojik bir atıf olarak ele alır. Feminist teorisyenler cinsiyete ilişkin alternatif kavramsallaştırmalar ortaya koyuyorlar. Bu kavramsallaştırmalar, analiz birimi olarak cinsiyeti, bireysel bir özellik olmaktan öte kişiler arası ve kurumsal olarak ortaya çıkan bir ideolojik konumlanış olarak görüyorlar. Başka bir ayrımcılığı vurgulamak üzere Rooney, (2001) Buhrke, Ben-Ezra, Hurley, ve Ruprecht’in, (1992) lezbiyen, gey ve biseksüellikle (LGB) ilgili makalelerin oranını belirlemek amacıyla, danışma psikolojisi konusundaki altı önemli dergi üzerinde yaptıkları içerik analizi çalışmasını aktarmıştır.. 1978’den 1989’a kadar, LGB konularına en çok yer veren derginin bu konularla ilgili makale sayısı 28, LGB’yle ilgili altı derginin, ilgili süreçteki toplam makale sayısı da 1474’dür. Amerikan Psikoloji Birliği tarafından yayınlanan LGB ile ilgili olabilecek üç derginin, toplam 3008 makale arasındaki makale sayısı yalnızca 8’dir. Dergilerden birinin, bu 12 yıllık süreç içinde, LGB ile ilgili yayınlanmış hiçbir makalesi yoktur. Bu içerik analizi çalışmasının, 1990’lı yılları da kapsayacak şekilde genişletilmesi sonucunda (Rooney, Perez, Paul, & Schmidt, 2001) sonucun değişmediği görülmüştür: LGB’likle ilgili makaleler açısından iki dergi %1 veya daha az, iki dergi %2 veya daha az, bir dergi %3 ve bir dergi %5’lik bir paya sahiptir (Rooney, 2001).

Wilpert (1999), Avrupa psikoloji eğitimini değerlendirdiği makalesinde, Avrupa’nın neresi olduğunu ve sosyal bilimler açısından sınırlarını neyin belirlediğini sorgulamıştır. Ona göre, sadece İngilizce’nin egemenliği bile, farklı kültür ve dillerin, dolayısıyla farklı dünyaların psikolojinin, sosyal bilimlerin evrenine girmesini engellemektedir.

Örnekler çoğaltılabilir. Bu açıdan bakıldığında sosyal bilimlerin neyi ya da hangi toplumsal kesimleri temsil ettiği, temsil edilmeyen dolayısıyla kendiliğinden dezavantajlı duruma düşürülen toplumsal kesimler için, değer’den bağımsız bir bilgi üretimi sürecinin imkanları ve anlamlılığı tartışmalıdır. Ayrıca, kuşkusuz, genellikle statükoyu yansıtma kriterine göre belirlenen “temsil edilen” in temsil edilmesinin meşruiyetini, geleneksel paradigmalara bağlılığın ne ölçüde meşrulaştırdığı da tartışmalıdır. Bu temsil, dolayısıyla meşruiyet krizinin, sosyal bilimlerde disiplinlerarası sınırların katı çizgilerle ayrılmış olmasıyla da ilişkisi açıktır. Bu konu başka bir yazıyı gerektirecek kadar önemli. Sosyal bilimler içinde, disiplinlerarasılık geleneksel paradigmalar içinde de farklı biçimlerde ele alınmış olsa da, Deleuze'un, (2003) yaratma eylemi üzerinde konuşurken bilimin işlevler yaratma ve icat etme olduğundan sözettiğini belirtelim. Gerçek ve dönüştürücü bir ortak alan, disiplinlerarasılık ancak, böyle bir yaratma eylemi üzerinden kurulabilir. Bu düşünceyi sürdürürsek, ancak bilginin icada dayalı olduğu fikrinin, akademik disiplinlerin kendi aralarındaki ve bilgi ile gerçek hayat arasındaki sınırların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunabileceğini söyleyebiliriz.

Sosyal psikoloji alanında bu konudaki tartışmalar, birleştirilmiş bir sosyal bilim anlayışını da vurgulamaktadır. Lau (2002), birleşik bir disiplin olarak profesyonel ve akademik psikoloji arasındaki bölünmeyi giderecek, psikolojiyi pozitivist ve empirik indirgemeci felsefelerin etkisinde olan baskın metodolojilerden kurtaracak bir anlayışa ihtiyaç olduğunu, böylece, birleştirilmiş bir disiplin olarak psikolojinin, çok metodlu, çok disiplinli ve çok paradigmalı bütünleştirici bir güç haline geleceğini belirtmiştir. Parot da, (2000) Fransa'da psikolojinin 1920-1940 yılları arasında izlediği yolu anlattığı makalesinde, iki dünya savaşı arasında psikolojinin giderek diğer sosyal bilimlere açık bir yönelime girdiğini belirtiyor: Kollektif temsillerin tarihsel psikolojisi olarak adlandırılabilecek 'birleştirilmiş bir mentaliteler bilimi', birey ve kollektif olanı birleştirme, sadece bilimsel ön kabuller değil aynı zamanda politik seçimleri de içeren bir psikoloji anlayışı; yazara göre bu yeni tarih anlayışı, yeni bir psikoloji olmaktan çok mentalitelerin tarihidir.

Kendler, (2002) birleşik psikoloji yaklaşımının psikolojiye romantik bir nosyon kazandırdığını savunur. Yazara göre bu yaklaşımlar, hakikat veya hakikatimsi olana dair psikolojik ölçütler arasındaki önemli farklılıkları ihmal etmektedirler. Bu çatışmayı netleştirebilmek için anlamaya ilişkin psikolojik süreçle açıklamanın epistemolojik standartları arasında ayrım yapmak zorunludur. Anlamlandırma, kişisel bir psikolojik fenomendir ve hakikati arayanların anladıkları şeyi rapor ederken kullandıkları bir kritere gönderir. Açıklama ise, tam aksine, kamusal (nesnel) epistemolojik kurallara dayanan kriterleri gerektirir. Anlama süreci kişisel, açıklama süreci sosyaldir. Anlama ve açıklama arasındaki bu ayrımın meşrulaştırılması, hakikatin doğru tanımlanmasına yönelik Don Kişotça arayışlardan ötede bir dikkat gerektirir. Hakikatin farklı türlerinin karakterize edilmesine yönelik mantıki bir görevdir bu. Çünkü insanlar kendi dünyalarını yorumlarken farklı hakikatler kullanırlar. Çağdaş psikologların psikolojinin hakikatine ilişkin paylaştıkları genel bir kavram var mı? Birleştirilmiş bir disiplin, çatışan metodolojilerden ve dünya görüşlerinden ortaya çıkamaz. Kendler'e göre, bu anlayış değerden bağımsız bir psikolojiyi tarif etmez. Çünkü, doğa bilimlerinin kendiliğinde bir değer sistemi vardır: dürüstlük, mantıksıl tutarlılık ve temel bilimsel doğurguların politik özgürlüğünün korunması. Bilim pür olarak değerden bağımsız değildir, fakat bilimsel data nötr değerdedir. Elbette psikologların değer tartışmalarına girmeye hakları vardır; ancak psikolojiye dayandırarak kendi yorumları ve özel ahlaki inançları ile izleyicilerini ve kendilerini aldatmadan. Yurttaşlar kendi politik kararlarını, psikolojinin ahlaki rehberliği olmaksızın empirik kanıtların ışığında verebilirler. Kendler' e (2003) göre, ahlaki çoğulculuk, açık toplumun kaçınılmaz yan ürünüdür. Bir doğa bilimi olarak psikoloji, sosyal politikalar ve onların ahlaki sonuçları konusunda sadece empirik veriler sağlayabilir.

Kendler, (1999) bütüncüllük ve hümanistik psikolojinin, psikolojik olarak gereksinim duyulan bir ahlak üretmesini sağlayan epistemolojik sürecin, Nazi ve Komünist ideolojilere dayanak teşkil ettiğini belirtmiştir. Gerçek/değer ikiliği mantığı ve ahlaki çoğulculuğun kaçınılmaz hakimiyeti, bilimsel psikolojinin, demokratik bir toplum ile ahlaki gerçek arasında, veya olumlu bir zihin sağlığı kavramı arasında bir köprü kurmasını engellemektedir. Psikolojik araştırmalar, rakip sosyal politikaların sonuçlarını tahmin edebilir ve böylece, bilgiye dayalı seçimler yapmada demokrasiye yardım edebilir. Değerlerin, gerçeklerde içsel olarak mevcut olduğu savunan büyülü bilim görüşü, doğa bilimi metodolojisinin standartlarını yerine getirememektedir. Bu sınırlandırma, temel amaçlarının, tatmin olmuş bireylerle dolu adil bir toplum yaratmak olduğuna inanan psikologlarda sıkıntı yaratmamaktadır. Fakat böyle romantik bir misyon geri tepebilir. Bütüncüllüğün, insanlık için doğru olan bir ahlak kanunu ortaya koyan formülü, Gestalt ve hümanist psikologlar tarafından ifade edilen hümanistik görüşlerle tam bir zıtlık içindeki ahlaki yaklaşımlarını doğrulayabilir. İster öznel ister nesnel olsun, “gerçeklerin”, ikisi arasında mantıksal bir bağlantı gerektirmeksizin değerleri ortaya koyabileceğini varsaymak, herhangi bir ahlak sisteminin, bütüncüllük mantığı ile doğrulanabileceği olasılığını yaratmaktadır. Benzer görüşleri savunan Hofmann, (2002) Gergen'in psikolojiye postmodern eleştirisini değerlendirirken kültür, dil ve öznelliğin, psikolojik düşünme biçimine felsefi boyutun eklenmesine yol açacağını ve bunun psikolojiye yarar getirmeyeceğini savunur. Hiç kimse psikolojinin kültür, etnisite ve cinsiyetin davranışsal ve düşünsel süreçlere katkısını sağlayacak daha çok çalışmaya ihtiyacı olduğunu reddedemez. Fakat bu, kültür, dil ve komünal retoriğin psikolojiye dahil olması anlamına gelmez. Yazara göre, son yıllarda moleküler biyoloji konusunda yapılan çalışmalar, şizofreni gibi belli psikolojik düzensizliklerin tedavi edilmesinde önemli sonuçlara varmıştır. Tabii ki kültürel faktörler de bu düzensizliğin anlaşılmasında belirli bir rol oynar. Buna rağmen kültür ve dil bu sorunları yaratmaz. Genetik, çevresel ve psikolojik stres faktörleri asıl sorumluluğa sahiptir. Bu bilgiye dayanarak tıp ve klinik psikoloji bu düzensizler için etkili tedavi yolları geliştirmektedir. Psikoloji, daha fazla objektifliğe ihtiyaç duymaktadır, daha az değil.

Sosyal bilimlerde bilginin üretilmesi ve politik alana taşınması konusunda geleneksel paradigmalardan hareket eden görüşler, sosyal bilimlerin bilgisinin, kamusal alanı oluşturan bütün güçlerin, pazar’ın kurallarının, güç ve iktidar ilişkilerinin hiç değmediği bir sırça fanusta, toplumun tüm kesimlerine eşit biçimde ulaşması mümkün, kendiliğinde nötr, beklediği varsayımına dayanır. Bu noktada, pek çok gerilim ve tartışma alanı mevcuttur ama akademik bilginin üreticileri akademisyenlerin ve üniversitenin rolü üzerinde duralım.

Wilpert(1999), Avrupa psikoloji eğitimini değerlendirdiği makalesinde, geleneksel üniversite eğitiminin psikologları sosyal problemlerin çözümüne etkili bir biçimde angaje ve dönüştürücü olmaktan koruyan bir psikoloji bilimi anlayışı içinde yapılandırılmış olduğunu savunmuştur. Buna karşın, pek çok Avrupa ülkesinde son yıllarda ortaya çıkan eğilim, endüstrinin ve kamu sektörünün ihtiyaçlarına yönelik olarak psikoloji eğitiminde pratik girişimcilik eğilimlerini giderek genişletmektir. Stephan’a göre (1998), üniversite hocaları, pratik problemlerle ellerini kirletmekten gözle görülür bir biçimde kaçındıkları için suçludurlar.

Reicher, (2001) bir akademisyen olarak, neden hoşlandığını söyleyebileceğini hatta bunu inkar etme noktasına gelirse, akademinin gerçek varlığının, kendisine karşı kullanılabileceğini yazar. Yazara göre, akademisyenin çalışacağı konularda sınırlanması, asıl mesele değildir. Araştırma tam anlamıyla özgür biçimde yapılsa bile, hala soyut bir özgürlük ve pratik bir düzmece olarak kalacaktır. Yazarın savı, bilgi üretme izninin, o bilginin etkili olmasını sağlamayacağına ilişkindir. Aslında, araştırma yapma hakkı, pratikle fikirler arasında bir ayrılığı kabul etme pahasına satın alınır. Bunun sonuçları, akademisyeni susturmaya yönelik bir girişimden ziyade, hegemoniyi koruyup sürdürmede alabildiğine güçlü olmaktır. Apartheid'den durmaksızın şikayet eden birçok kişi olabilir, fakat buna karşı çıkan çok az kişi vardır. Psikologlar aktivist olma eğilimi içine girerlerse, akademik kurumlar, mesleki kuruluşlar ve devlet örgütlerinin hepsi aktivistlere karşı çıkacaklardır. Araştırma özgürlüğü hikayenin sadece yarısıdır. Bunun varlığı, geriye kalan soyutlaştırılmış bilgiye bağlıdır; akademisyen neden hoşlandığını söyleyebilir, fakat ancak kendisine söyleneni yaptığı sürece.. Yazara göre, burada nihai ironi, akademik olarak özerkliğin, inceleme nesnesine yönelik özerkliğin yadsınması pahasına satın alınmış olmasıdır. Şiirsel bir imayla : “Özgürlüğümüzü başka herkesin ruhu pahasına satın aldık gerçekten Faustcu bir sözleşme bu”.
__________________

M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır...


Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!!
M@D_VIPer çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla