| 
			
			
			
			 Forum Aşığı 
			
		
			
			
			
				 
				Üyelik Tarihi: Dec 2005 
				
				
				
					Mesajlar: 4,764
 
Teşekkür Etme: 111
 
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
				 
				
				
Üye No: 4863
 
				İtibar Gücü: 3061  
Rep Puanı : 65437  
 
Cinsiyet :  
				     
			 					
		
	 | 
	
	
	
	
		
			
			
				 
				Cumhuriyet Döneminde Bilim Tarihi ve Gelişmesi
			 
			 
			
		
		
		
		CUMHURİYET DÖNEMİNDE  BİLİM TARİHİ VE GELİŞMESİ 
Prof. Dr. Esin KAHYA* 
 
Bilim tarihinin  tarihsel gelişimini anlatmadan önce ilkin bilim tarihi nedir? Sorusuna cevap  vermek gerekir. Bilim tarihi basit bir tarifle bilimsel bilginin bir süreç  içindeki gelişim ve değişimlerini, onları üreten toplumlardaki değişim  süreçlerinin ışığında ele alıp değerlendiren bir disiplindir. Adından da  anlaşılacağı gibi, bilim tarihi aslında iki disiplini kavrayıp kapsayan bir  disiplindir. Bunlardan birisi bilim diğeri tarihtir. Bunlardan bilim, bilindiği  üzere, doğayı, insanı ve toplum yapısını inceleyen disiplinlerden meydana gelen,  belli bir yöntemi olan sistematik bilgi bütünüdür. Tarih ise, insanla başlayan  tarihi süreç içinde olup biten olayları, çeşitli yazıları doküman ve muhtelif  belgelere dayalı olarak inceleyen bir disiplindir. 
 
Bilim tarihi ise bir  disiplin olarak, konusu bilim olmakla birlikte, tarihi yöntemi kullanan, konuyu  tarihsel olarak ele alan bir disiplindir. Ancak daha önce de ifade edilmiş  olduğu gibi, bilim tarihçisi bilimsel olayları sadece kronolojik açıdan ele  almaz, aynı zamanda, toplum içinde onun hangi şartlarda ortaya çıktığını ve  hangi şartlarda geliştiğini de araştırır. Dolayısıyla, bilim tarihi sadece salt  siyasi tarih ve siyasi olayları göz önünde bulundurmaz; bilimin seyrini, toplum  değerlerini, yapısını ve genel olarak toplumdaki temel prensipler ve toplumu  şekillendiren her türlü olayı da göz önünde bulundurarak değerlendirir. Bundan  dolayı onun, başta felsefe olmak üzere, dinle ve sanatla olan bağlantısı inkar  edilemez. 
 
Tarih boyunca sanat, düşünce ve duyguların ifadesi olmuştur ve sadece estetik  kaygılar taşımamış, hatta tersine, çoğu zaman doğal bir şekilde gelişmiştir.  Basit ve çok bilinen bir örnek verecek olursak, on beşinci yüzyılda Rönesans  hareketleri sırasında, sanatkarlar, doğayı daha iyi tanımak için yoğun bir çaba  içine girmişler ve dolaylı olarak bitki, hayvan ve insan yapı ve fonksiyonlarını  karşılaştırmalı bir şekilde incelemişler, ve canlının hareket prensiplerinden  esinlenerek, cansız doğanın kurallarını belirlemeye çalışmışlardır. Leonardo da  Vinci ve Michael Angelo bunun en güzel iki örneğidir. Leonardo kuşlardaki  uçabilme özelliğini incelemiş, insanın da uçabileceğini iddia etmiş ve yapay  kanat projelerini şekillendirmiştir. Yine aynı sanatkar, ilk deniz altı  projelerini de öneren kişidir. Ancak bunları özel örnekler olarak  değerlendiremeyiz; bu örnekleri, arkeolojik dönemlere kadar götürmek mümkündür.  Biz ilk insanların kullandıkları kapkacak ya da hayat şekilleri, ne gibi bir  teknik ya da bilim adına sahip oldukları bilgiyi mağara ya da kaya resimleri  sayesinde öğreniyoruz. Böylece hem onların resim sanatı hem de bilim ve  teknoloji adına ne ürettiklerini belirleyebiliyoruz.
 
Aynı şekilde, bilim ve din ilişkisi de bilim tarihçisi için göz ardı edilmemesi  gereken bir husustur. Hemen her devirde bilim ve din arasında kaçınılmaz bir  ilişki söz konusu olmuştur. Bu ilişki zaman zaman daha yüzeysel, daha yoğun  olarak kendini hissettirmiştir. Örneğin, İslam Dünyasındaki bilimsel faaliyetin  ilk yüzyıllarında özellikle bu etki çok yoğun olarak hissedilmiş; bilimsel  çalışmayı, yeni ortaya çıkan İslam Dini adeta yönlendirmiştir. Bunun Doğuda da  örnekleri vardır. Örneğin Buda, sadece zihniyet olarak yeni bir felsefenin  doğuşunda etkin olmamış; bütün yaşam tarzını etkilemiş; bilimsel faaliyeti deyim  yerinde ise adeta yönlendirmiştir. Hıristiyan Dini’nin de hiç de etkisiz  olduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle de Ortaçağda bu etki kendisini  yoğun bir şekilde hissettirmiştir.
 
Burada, kültürün temel taşları olan sanat ve dinle ilgili kısa açıklamalardan  sonra, yine kısaca bilim felsefe ilişkisine göz atalım. Bilim ve felsefe  ilişkisi, sanat ve dinle karşılaştırıldığında çok daha farklı, çok daha yoğun  olarak kendisini ortaya koymaktadır. Hatta diyoruz ki, felsefenin olmadığı bir  toplumda bilim adına pek bir şey yapılamaz; felsefe, bilimin adeta, deyim  yerinde ise, üçüncü boyutu gibi görev yapar. Örneğin hala üzerinde çalışmalar  yapılan Aristo felsefesini ele alacak olursak, onun temellerinin varlığın  esaslarını açıklamaya yönelik olduğunu görmekteyiz. Maddenin özelliklerine  ilişkin olarak vermiş olduğu hareketle ilgili açıklamalarının, on yedinci  yüzyıla kadar hareket kuramları olarak benimsendiği bilinmektedir. Aynı şekilde,  Aristo’nun kuramlarının evrende de geçerli olduğu kabul edilmiş ve Newton’un  konuya ilişkin çalışmalarına kadar bu bilgiler bilim adamlarınca kabul görmüş;  çalışmalarındaki teorik esaslar olarak değerlendirilmiştir.
 
Newton’un  çalışmalarında da felsefenin etkisini izlemek mümkündür. Öyle ki, o yeni fiziğin  temellerini atmış olduğu eserinin adını da Philosophie Naturalis Principia  Mathematicae (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) olarak koymuştur.
 
Aynı örneği, on yedinci yüzyılda yaygın olarak benimsenen korpüskül teorisi için  de yinelemek mümkündür. Aslında M.Ö. Demokritos’a kadar götürülen maddenin  yapısının parçacıklardan meydana geldiği anlayışı, on yedinci yüzyılda bir grup  bilim adamı tarafından korpüskül teorisi olarak yeniden ve de boyut  kazandırılarak ele alınmıştır. Bunlar arasında Böyle, Mayow gibi bilim  adamlarının yanı sıra, daha çok filozof olarak tanıdığımız kişiler de vardır;  örneğin Descartes gibi. Bu görüş daha sonra sadece maddenin temel yapısının  felsefi olarak bir değerlendirilmesi değil, bilimsel olarak da kabulü şeklini  almış, canlı ve cansız her şeyin esasının aynı olup, parçacıklardan meydana  geldiği öngörüsü Dalton’la anlam kazanarak, atom teorisi şeklinde ortaya  çıkmıştır. Fizikte atom teorisi ve onunla ilgili ayrıntı şekillenirken  biyolojide de hücre teorisi ile ilgili çalışmaların yoğunluk kazandığı  izlenmektedir.
 
Buraya kadar verilen örnekleri artırarak gitmek mümkündür. Bu örnekleri şöyle  toparlayabiliriz: bilim felsefesiz olmaz; bilim felsefe ile yandaştır; onlar  birbirini destekler. Böylece, bilimin teorik boyut kazanmasında felsefenin  rolünü yadsımamak gerekir 
Nitekim son dönemde bilimsel bilginin felsefeyi sorgulaması, bilginin felsefi  olarak ele alınıp, değerlendirilmesi sonucunda felsefesinin ortaya çıkışı bir  tesadüf olmadığı gibi, iyi bir bilim felsefecisinin de bilim tarihi çalışanları  arasından çıkışı da bir tesadüf değildir. Nasıl ki bilim adamı, kendi  ilgilendiği disiplinin felsefi boyutunu bilmek durumunda ise, örneğin matematik  ya da fizik çalışmalarında onların felsefi boyutunu da irdelemek zorunda ise,  bilim felsefesi yapabilmesi için de bilimin tarih içinde geçirdiği serüvenleri;  bilim adına yapılan çalışmaları bilmesi; onlar üzerinde tefekkür etmesi gerekir.  Onun içindir ki, son dönem bilim felsefecileri diye tanıdığımız Thomas Kuhn ve  Joseph Needham, aynı zamanda bilim tarihi konusunda da önemli çalışmalar  yapmışlardır.
 
Bütün buraya kadar verilen bilgiye dayanarak, bilim tarihinin tıpkı bilimin  kendisi gibi, felsefe ile iç içe olduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız.  Bilim tarihi bilmeksizin bilim felsefesi yapılamayacağı gibi, felsefe bilmeden  de bilim tarihi yapılamaz.
 
Bilim felsefesi çalışmaları gibi, bilim tarihi de her ne kadar daha önce belli  ölçülerde yürütülen çalışmalar olsa da, formal olarak, başlangıcı pek de eskiye  gitmez, her ne kadar, bilim tarihinin kurucusu olarak kabul edilen George  Sarton, konunun ele alınışını Aristo’ya kadar götürse de, bu disiplinin  başlangıcı genellikle on dokuzuncu yüzyılda yayamış olan August Comte’la  tarihlendirilir 
Ancak, hemen biraz önce de belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihinin formal  başlangıcı Amerika’da Harvard Üniversitesinde görevli Belçikalı bilim adamı  George Sarton’la başlatılmış ve ilk resmi öğretim birimi olarak da ilk defa  burada temellendirilmiştir 
Aslında bilim tarihi ile ilgili çalışmalar, her ne kadar formal boyutta olmasa  ve İslam Dünyasında da bu konudaki çalışmalar yirminci yüzyılın ilk yarısına  rastlıyorsa da, bu konudaki temel eserler arasında İbn Nedim’in el-Fihrist ve  İbn Ebi Useybia’nın Uyun el-Enba fi Tabakat el-Etıbba adlı eserleri  gösterilirken, Osmanlı’da yazılmış, çeşitli şuara tezkereleri, Taşköprizade’nin  Şekaik-i Nu’maniye2 adlı eseri (16. yy) ve çeşitli kişiler tarafından bu esere  yapılmış zeyiller, Katip Çelebi’nin Keşfi’-Zünun3 adlı eseri örnek olarak  verilebilir. Daha geç dönemlerde ise, Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmani’si  (H.1311) ve Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri örnek olarak  verilebilir. Yine bu paralelde olmak üzere, Salih Zeki de Asar-ı bakiye  (İstanbul 1911) adlı eseriyle bu konudaki öncülerden biridir. Ancak, bilim  tarihinin eğitim ve öğretiminin başlangıç çalışmalarının öncüsü ve Cumhuriyetin  ilanından sonra bu konuda en bilinen yazar Adnan Adıvar olup, günümüzde hala  onun Osmanlı Türklerinde İlim kitabı el kitabı olarak kullanılmaktadır. Ancak  Türkiye’de bilim tarihinin bir disiplin olarak eğitim ve öğretiminin başlaması  için 1943’lere kadar beklemek gerekmiştir.
 
Yukarıda söz konusu ettiğimiz çalışmalarda bunlardan ne kadarı gayesine uygun  olarak yürütülmüştür, sorgulayalım. İlk adımda belki hiç biri denilebilir. Çünkü  ele almış olduğumuz düşünürlerin eserlerinin hemen pek azında bilimsel bilgi ön  plandadır ve bilimsel bilginin nispeten ön plana çıktığı çalışmalar daha çok on  dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarına rastlayan çalışmalardır.  Halbuki belli ölçülerde de olsa hemen hemen bütün eserlerde tarihi bilgi  verilmekte ve tarih yönteminin kullanıldığı gözlenmektedir. Dolayısıyla bu  noktadan hareketle değerlendirdiğimizde, geniş açıdan bakmaya çalışarak bir  ölçüde de olsa Osmanlılarda yazılmış olan ve yukarıda adlarını verdiğimiz  eserlere ve burada söz konusu etmediğimiz benzerlerine, bilim tarihinin ilk  eserleri diye bakabiliriz.
 Genellikle, Cumhuriyetin ilanı 29 Ekim 1923 ise de, genel olarak Yeni Türk  devletinin kuruluşu 23 Nisan 1920 tarihiyle belirlenir. Mustafa Kemal Atatürk bu  tarihten itibaren, ilkin yeni ülkenin siyasi yapısını şekillendirmeye çalışmış;  adım adım cumhuriyeti hazırlamıştır. Bu arada bilimle ilgili yapılanmanın da  temellerini atmayı ihmal etmemiştir, çünkü onun ilkesi “hayatta en hakiki mürşid  ilimdir”. Nitekim 22 Eylül 1924 tarihinde Samsun’daki İstiklal Ticaret  Mektebi’ndeki konuşmasında şöyle söylemiştir: 
  
“Dünyada her şey için maddiyat için,  maneviyat için muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim  ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir; doğru yoldan  sapmadır.” 4 
 
Atatürk bu konuşmasından çok önce, henüz  Cumhuriyet kurulmadan, 22 Ekim 1922’de Bursa’da yapmış olduğu bir toplantıda da  düşüncelerini şöyle dile getirmektedir: 
 
“Yurdumuzun en bayındır, en göz  alıcı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup  eden zaferin sırrı nedir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde bilim ve  fen ilkelerinin kılavuz edinilmesidir... Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı  ile ulusumuzun düşünümsel eğitiminde yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır.  Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiiri ile edebiyatı, okul  sayesinde ve okulun vereceği bilim ve fen sayesinde bütün olağanüstü incelikleri  ve güzellikleriyle oluşup, gelişecektir.” 
  
Daha sonraki toplantılarda yapmış olduğu  konuşmalarda da, Atatürk bilimin önemini vurgulamaya devam etmiştir. Bu bağlamda  olmak üzere 26 Şubat 1923’de Salihli istasyonunda halka hitaben yaptığı  konuşmasında, yukarıdaki görüşlerinden çok farklı olmayan, onları pekiştirir  nitelikteki düşüncelerini dile getirmiş ve şunları  söylemiştir: 
 
“Memleketimizi kesinlikle koruyabilmek için alınacak  önlemlerin en önemlisi ve ilki bilim ve irfan olacaktır. İşte şurada gördüğüm  küçük okullular bilim ve irfan ordusunu oluşturacaklardır.” 
  
Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra, bu  konudaki görüş ve düşüncelerini daha hızlı bir şekilde uygulama alanına geçirmek  isteyen Atatürk, 30 Ağustos 1924’de meşhur meydan savaşının yapıldığı yer olan  Dumlupınar’da yapmış olduğu konuşmasında ise, bir ülkenin özgür ve bağımsız  olabilmesi için ortaya koyduğu uygarlık ürünleri olması gerektiğini belirterek,  şöyle demektedir: 
 
“Uygarlığın yeni buluşlarının ve fennin harikalarının  cihanı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir devirde yüzyılların eskittiği  köhne zihniyetlerle, geçmişe kölece bağlılıkla varlığımızı devam ettirmemiz  mümkün değildir.” 
  
Nitekim, 1924’de İstanbul Darülfünunun  İstanbul Üniversitesi olarak yeniden şekillendiğini görüyoruz. Ancak, büyük bir  ihtimalle yüksek öğretimin o günkü durumu kendisini pek tatmin etmemiş olmalı  ki, bu konuda yeni adımların atılmasını desteklemiş; hatta bizzat bu konuda  önemli adımlar atılmasında önderlik etmiştir. Bu konu ile ilgili görüşleri, 1933  yılında Cumhuriyet Bayramında yapmış olduğu konuşmasında özetlenerek aşağıda  verilmektedir: 
 
“Türk milletinin yürütmekte olduğu gelişme ve uygarlık  yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet bilimlerdir.” 
  
Buraya kadar verilen alıntılardan da  anlaşılabileceği gibi, Atatürk için bilimin ve tekniğin bu ülkenin gelişmesinde  ne derece önemli rolü olduğu konusundaki görüşlerini belirlemek mümkün  olmaktadır. Sadece sözleri ile değil, yaptığı atılımlarla da, bu fikirlerini ne  kadar gerçekleştirmek istediğini ispatlamaktadır. 
 
Ulu Önder Atatürk 1933  yılında Üniversite reformu ve daha sonra yüksek öğrenimdeki yapılanma  hareketleri sırasında, bir taraftan mevcut yüksek eğitim ve öğretim kurumlarının  ataletten kurtulması ve çağdaş bir seviyeye ulaşması için önemli adımlar  atarken, ve de bu bağlamda yeni birimler ve yeni ihtisas alanları  oluşturulurken, bir taraftan da, yeni başkent Ankara’da yüksek öğrenim  kurumlarının yapılanmasında ön ayak olmuştur. Bu bağlamda şekillenen kurumlar  arasında 1936 yılında, Türk kültürünün köklerini ve Türk dilinin kökeni ve  gelişimini incelemek üzere kurulan D.T.C.F. ve 1946 yılında kurulan Ankara  Üniversitesi ve bu öğretim kurumuna bağlı olarak kurulan Tıp ve Fen  Fakültelerini verebiliriz. Böylece, ilk defa Ankara’da bir üniversite kurulmuş  oluyordu. 
  
Türkiye’de bilim tarihi ile ilgili olarak  öğretim başlamadan önce, İstanbul Üniversitesi’ndeki 1933 reformuna müteakip,  yeniden yapılanmanın sonucu kurulan disiplinlerden birisi de Tıp Tarihidir. Bu  disiplin bir ölçüde bilim tarihi çalışmalarına zemin hazırlamıştır ve bu dalda  eğitim veren rahmetli hocamız Süheyl Ünver’dir (öl. 1987). Onun bu konuda yapmış  olduğu çalışmaları görmemezlikten gelemeyiz. Öncelikli olarak meslek tarihi ve  bir ölçüde deontoloji şeklinde gelişen derslerinin yanı sıra, yoğun bir yayın  faaliyeti olan Süheyl Ünver hocamız, sadece tıp tarihi ile ilgili yayınları ile  değil, aynı zamanda, bilim tarihi konusundaki çalışmalarıyla da bu konuda  öncülük etmiştir. Süheyl Ünver iyi bir gözlemcidir; bulduğu her belgeyi dikkatle  izlemiş; gördüğü her şeye bir tarihçi gözü ile bakmıştır. Süheyl Ünver Hocamız  için herhalde birçok olumlu değerlendirilmeler yapılabilir, ancak onun en  bilinen özelliği herhalde Türkiye’nin en verimli bilim adamı olmasıdır, çünkü  hemen her şeyin tarihi açıdan bir belge olduğunu düşünen hocamız, aynı zamanda  en kolay yazabilen bir kişi idi.5 Ayrıca çalışmalarını, çoğu zaman resimleriyle  süslemiştir. Özellikle de yaptığı tezhiple de, sadece tıp tarihçisi olarak  değil, sanat tarihi açısından da kültür tarihimizde ayrıcalıklı bir yere sahip  olmuştur. 
  
Onun yanında yetişen ve asistanı olarak  görev alan, sırasıyla, Bedii şehsuvaroğlu’nun, Emine Atabek’in, Nil Sarı’nın,  Rengin Dramur’un, Mebrure Değer’in, Ayten Altıntaş’ın ve İstanbul Üniversitesi  Tıp Fakültesi’nin Çapa Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi şeklinde ayrılmasıyla  oluşan birimlerden Çapa Tıp Tarihi ve Deontoloji kürsüsünde Bedii  Şehsuvaroğlu’nun yanında yetişen Ayşegül Demirhan Erdemir’in, Nuran Yıldırım’ın,  ve daha sonra, yine Çapa Tıp Fakültesine Almanya’daki eğitimini tamamlayarak  gelmiş olan Arslan Terzioğlu’nun önemli katkıları olmuştur. 
 
Genel olarak  bir değerlendirme yapacak olursak, bu bilim adamlarının çalışmalarının daha çok  son dönem Osmanlı tıbbı konusundaki çalışmalar üzerinde yoğunlaştıklarını  söylemek mümkündür. 
 
   
Ankara’da ise 1946’da Tıp Fakültesinin  kurulmasından sonra, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde olduğu gibi, Tıp  Tarihi dersleri verilmeye başlanmıştır. Burada ise rahmetli hocamız Feridun  Nafiz Uzluk (öl. 1973) dersler vermiştir. O da Süheyl Ünver gibi, bu disiplinin  eğitim ve öğretimine önem vermiş ve bu konuda çeviri ve terkip niteliği taşıyan  kitaplar yazmıştır. Feridun Nafiz Uzluk da, Süheyl Ünver gibi, tıp tarihini  basit bir meslek tarihi niteliğinde görmemiş; tıp tarihi ile ilgili gelişmeleri  ele alırken, bir bilim tarihçisi gibi konuyu ele almış; bilim adamı ya da  hekimin hayatı, eserleri, çevre koşullarını da göz önünde bulundurmuştur. Onun  da bilim tarihi ile ilgili yayınları bulunmaktadır. Ayrıca, yine o da mümkün  olduğunca tarihi belge ve eski eserleri toplamaya gayret göstermiş olup,  bilhassa Selçuklu Tarihine ayrı bir ilgi duymuştur.  
 
Ondan sonra, Tıp  Tarihi kürsüsündeki elemanlar olarak Yaman Örs, Fuat Göksel ve Berna Arda onun  bıraktığı yerden devam ettirmişlerdir. Onların çalışmaları ise daha çok  deontoloji ve tıbbi etik konusunda yoğunluk taşımıştır. 
  
Bu arada, kurulan yeni fakülte ve açılan  yeni üniversitelerde de tıp tarihi ve deontoloji bilim dalları ile eczacılık  tarihi ihtisas dallarının açıldığını görmekteyiz. Bunlar arasında sırasıyla Ege  Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalından söz edebiliriz.  Buranın kurucusu ve halen hizmet veren Prof. Dr. Ali Haydar Bayat çalışmalarını  Osmanlı tıp ve kültür tarihi ağırlıklı olarak yürütmektedir. Ayrıca Ankara  Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde de Eczacılık Tarihi Ana Bilim Dalı,  fakültenin kuruluşundan itibaren faaliyet göstermektedir. Burada halen Prof. Dr.  Eriş Asil ve Prof. Dr. Sevgi Şar ve onların yeti.tirmi. olduğu elemanlar hizmet  vermektedir. 
 
Ayrıca GATA’da İlter Uzel tarafından kurulan Tıp Tarihi ve  Deontoloji bilim Dalı’nın yanı sıra, Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp  Fakültesinde de kurulmuş olan Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalında,  İstanbul Çapa Tıp Fakültesinden yetişmiş olan Prof. Dr. Ayşegül Demirhan  Erdemir, Adana, Çukurova Tıp Fakültesinde, Prof. Dr. İlter Uzel görev  yapmaktadır. Bunların yanı sıra, son olarak kurulan birimlerden biri olarak  Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji birimini  zikredebiliriz (Erdem Aydın). 
 
Aynı paralelde olmak üzere, Ankara  Üniversitesine 1946 yılında bağlanan Veteriner Fakültesinde 1944 yılından  itibaren veteriner tarihi dersleri verilmeye başlanmış, 1950 tarihinden itibaren  de Veteriner Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurulmuştur. Buradaki dersleri, daha  sonra bu konuda bir birim kurulmasını sağlayan Nihal Erk vermiştir.7 Nihal Erk,  özellikle de kaynak eserler üzerindeki çalışmalarıyla daha önceki tarihlerdeki  veteriner hekimlikle ilgili çalışmaları ortaya çıkarmaya çalışmıştır.  Kendisinden sonra bu görevi Ferruh Dinçer üstlenmiştir. 
  
Buraya kadar ki çalışmalar, daha çok bilim  tarihinin kısımları diyebileceğimiz ve bilim tarihi çalışmalarının deyim yerinde  ise, yukarıda da belirtildiği gibi, hazırlık çalışmaları niteliğindedir. İlk  defa bilim tarihi derslerinin bu konuda ihtisas yapan bir kişi tarafından  verilmeye başlanması için Aydın Sayılı’nın Amerika’dan dönmesini beklemek  gerekmiştir. 
 
Yukarıda da ifade etmiş olduğumuz gibi, Atatürk’ün bilime  verdiği önemin yanı sıra, tarihin önemi üzerinde durduğu da bilinen bir  gerçektir. Nitekim Türk Tarih Kurumu8 ve Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle  bunu açık ve seçik olarak göstermiştir. Onun için bir ülkenin kültürü ve  kültürün temel taşı olan dil ve tarihi çok büyük önem taşır. Bu konudaki  düşüncelerini D.T.C.F.’yi kurarak Türk dilinin köklerini ve gelişimini  karşılaştırmalı olarak incelenmesini sağlayarak somutlaştırmış Tarih ve Macarca  kürsüsünü kurarak da, karşılaştırmalı olarak Türk tarihinin incelenmesine  öncülük yapmıştır. TTK ve TDK ile D.T.C.F.’nin akademik olarak birlikte  çalışmalarını ve Türk Dili ve tarihinin köklerini ortaya çıkarmalarını  istemiştir. 
  
İşte bu bağlamda olmak üzere, büyük önder  Atatürk iyi yetişmiş tarihçilerin olmasını ve bu gaye ile, Ankara Erkek  Lisesinde (bugünkü Atatürk Lisesi) sınavında hazır bulunduğu ve de çok beğendiği  öğrenci Aydın Sayılı’nın iyi bir tarihçi olmasını istemiştir. Aslında su  mühendisi olmak isteyen Aydın Sayılı onun adına Amerika’da Harvard  Üniversitesine George Sarton’un yanına gönderilmiştir. Böylece bu disiplinin  kurucusu olan George Sarton’un öğrencisi olmuş ve bilim tarihi konusunda çalışma  olanağı elde etmiştir. Sonuç olarak, Aydın Sayılı, bu alanın dünyadaki  temsilcisi olarak bilinen kişilerle de dönem arkadaşı olma imkanını  bulmuştur. 
  
Burada kısaca bilim tarihinin Türkiye’deki  kurucusu olan Aydın Sayılı’yı tanıtalım. Aydın Sayılı 1913’de İstanbul’da  doğmuş; ilk ve orta öğrenimini ülkesinde tamamladıktan sonra, yukarıda da işaret  edilmiş olduğu gibi, Atatürk’ün önerisi üzerine devlet namına Harvard  Üniversitesi’nde eğitimine devam etmiştir. Doktora çalışmalarını George  Sarton’un yanında tamamlayan Aydın Sayılı, aynı zamanda, bu alanda Dünya’da ilk  doktora yapan kişi ünvanını kazanmıştır. 1943 yılında ülkesine döndükten sonra,  Aydın Sayılı D.T.C.F.’nin Felsefe Bölümünde öğretim elemanı olarak göreve  başlamıştır. Onunla birlikte bilim tarihi dersleri Felsefe Bölümü ders  programlarına girmiştir. Aydın Sayılı 1946’da doçent, 1952’de profesör ve 1958  yılında ordünaryüs ünvanını kazanmıştır. Bilim Tarihi Kürsüsünün kurulması ise  1952 yılına rastlar. Uzun yıllar TTK üyeliği ve kuruluşundan ölüm yılı olan  1993’e kadar başkanlığını yürüttüğü AKM’deki hizmetleri dışında, iyi bir öğretim  üyesi ve dünya çapında bir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Aydın  Sayılı 1957 yılında Uluslararası Bilim Akademisi üyeliğine seçilmiştir. 1973  yılında Polonyalı meşhur astronom Kopernik konusundaki çalışmaları dolayısıyla,  Polonya hükümeti tarafından Kopernik madalyasına layık görülmüştür. 1977’de  TÜBİTAK hizmet ödülü almıştır; 1980’de UNESCO uluslararası yazar-editör  komitesine seçilmiş; 6 ciltlik Orta Asya Kültür Tarihi çalışmalarında yazar  olarak fiilen çalışmıştır. 1990’da bütün bu çalışmaları göz önünde  bulundurularak, UNESCO ödülü almıştır. Ayrıca 1981 yılında İstanbul Üniversitesi  tarafından üstün hizmet ödülüne layık görülmüştür. 
  
1983 yılında Ankara Üniversitesi  D.T.C.F.’inden emekli olan Aydın Sayılı’nın konusuyla ilgili, daha çok birinci  el kaynaklara dayalı olarak yaptığı değişik dillerde toplam yaklaşık 120 kitap  ve makalesi bulunmaktadır.9 
 
Onun belli başlı çalışmaları arasında,  Observatory in Islam (Ankara 1960) ayrı bir yer taşır. O, burada sadece İslam  Dünyasında kurulmuş ve belli düzeyde bilimsel çalışmalara olanak sağlamış olan  gözlemevlerinden söz etmemiş, aynı zamanda, daha önce yeterince aydınlatılmamış  olan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Örneğin Memun zamanında Şam’da  kurulan Kasiyun Gözlemevi’nin yerinin belirlenmesi gibi. Ayrıca, Semerkant,  Gazan Han, İstanbul gözlemevleri hakkında da burada ayrıntılı bilgi bulmamız  mümkün olmaktadır. Dünya literatüründe konusunda yapılan nadir  eserlerdendir. 
  
Onun önemli çalışmaları arasında yer alan  Mısır ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp eseri de konusunda  yazılmış temel eser niteliğindedir. Her ne kadar, bu kitap bir el kitabı  niteliğini taşıyor ya da o gaye ile yazılmışsa da, konularda, özellikle de  matematikle ilgili verilen ayrıntı ona bir inceleme eseri niteliği  kazandırmaktadır. Eserde, Mısır ve Mezopotamyalılarda matematik, astronomi ve  tıp ile ilgili bilgi verilmektedir. 
 
Ayrıca Ord. Prof. Dr. Aydın  Sayılı’nın bazı monografi niteliğindeki kitapları ile belli konularda  yoğunlaşmış ya da genel ve spesifik konulardaki bilim tarihi araştırmalarını  veren makaleleri bulunmaktadır. Bu araştırmalar arasında en önemlilerinden  birisi, hocamızın hayranlık duyduğu bilim adamı ve düşünür  Beyruni’dir. 
 
Bu çalışmalarının yanı sıra, bilim-bilim tarihi-felsefe  konularında yazılmış yazıları ile Atatürk’ün bilimle ilgili düşünceleri hakkında  yazıları da vardır. Bu yazılarına ilave olarak, Milli Eğitim Bakanlığında bir  yarışmaya da katılmış olduğu Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir adlı bir eseri de  vardır. Bu kitabında hocamız Aydın Sayılı burada bize bilim anlayışını vermekte,  bilim ve teknoloji arasında farklı belirlemektedir. Ona göre, bilim sürekli  ilerleyen, sistematik bir bilgi birikimidir. Teknoloji ise daha çok günlük  ihtiyaçlara dönük olup, bilimsel bilginin bir nevi uygulamasıdır. Dolayısıyla,  eğer bilimsel çalışma olmaz, bilimsel bilgi ilerlemezse, teknoloji de  ilerleyemez ve zaman içinde kendini tüketir. Bilimin ilerlemesi, teknolojiye  yeni imkanlar hazırlar; ona gelişme olanağı sağlar. 
  
Burada, Sayılı bilimin ilerlemesinin  toplumun ilerlemesi ile paralel olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bilim toplumu  şekillendiren öğelerden belki de en önemlisidir. Bilim sayesindedir ki, insan  uygar olabilir, çünkü insan doğuştan uygar değildir; uygarlık tek tek başarılara  sahnedir, halbuki kültür bütün sahneyi doldurur, çünkü dil, sanat, bilim,  felsefe bir bütünlük içinde şekillenir, ve bunların hepsinde gelişim ve değişim  eğitim ve öğretimde atılacak dikkatli adımlar sayesinde gerçekleşecektir.   
 
Burada ilginç bir şekilde, günümüzde yoğun bir şekilde gündeme gelen  bilimde etik konusu da ele alınmaktadır. Aydın Sayılı’ya göre, bilim adamı etik  kurallara dikkat etmelidir, yani bilim toplum içindir, ve bilim insanı göz  önünde bulundurmalı; onu ön planda dikkate almalıdır. 
 
 
Aydın Sayılı çalışmalarıyla göstermiştir  ki, bilim tarihi disiplininde araştırma yapabilmek için iki önemli nokta  vardır: 
 
1. Tarih yöntemini çok iyi kavramak 
2. Belli bir  düzeyde bilimsel bilgiye sahip olmak. 
 
Aydın Sayılı, araştırmaların ana  kaynaklara dayalı olarak yapılması gerektiğini düşünür; kendi çalışmalarında da  bu hususa dikkat etmiştir. Bunun uygulamasının en güzel örneklerini onun  makalelerinde görmek mümkündür. Örneğin İbn Sina’nın görme konusunda, eski görme  teorisini kabul etmediğini, ve onun bu konuda daha çok İbn Heysem’in de  desteklediği ışıklı ya da aydınlık ortamda görmenin mümkün olduğu teorisini  benimsediği belirlenmektedir. Sayılı, bu saptamayı İbn Heysem ve İbn Sina’nın  eserlerine dayanarak yapmıştır. Yine, İslam Dünyasındaki ilk hastanenin Türkler  tarafından yaptırılmış olduğunu belgelere dayanarak göstermiştir. 
  
Buna ilave olarak, yapılan araştırmanın  aynı zamanda belli bir dönemi ve belli bir konuyu içermesi gerekir. Örneğin  Abdülhamid b. Türk’ün cebir çalışmaları gibi. Dolayısıyla yukarıda da  belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi, ele alıp, incelemiş olduğu konuda  belli bir temel bilgiye sahip olmak zorundadır. 
 
Onun açıkladığımız  esaslara dayalı olarak yapmış olduğu çalışmaları daha çok Türkler tarafından  yapılmış çalışmalar üzerinde yoğunlaşmıştır.  
 
Onun asistanlarından olan  Sevim Tekeli (doğum 1924-?) Bilim Tarihi Kürsüsünün ilk asistanıdır. Aydın  Sayılı’nın bilim tarihi ile ilgili daha çok fizik, matematik, astronomi konuları  üzerinde yoğunlaşmasına karşın, onun çalışmaları daha çok astronomi ve de  Osmanlılar üzerinde yoğunlaşmıştır. 1992 yılında emekli olan Prof. Dr. Sevim  Tekeli, astronomi tarihi ile ilgili çalışmalarının yanı sıra, Bizans bilimi ve  Bizanslıların bilime katkısı olup olmadığı konusu ile ilgilenmiş ve aslında,  zannedildiği gibi, Bizans’ın bilime pek de katkı yapmadığını ve Fatih’in  İstanbul’u zaptettiği dönemde Bizans’ta bazı muhtasar eserlerin dışında, bilim  adına pek de çalışma olmadığını, Batı kaynaklarına dayanarak göstermiştir. 
  
Halen Ankara Üniversitesi D.T.C.F.’de Bilim  Tarihi Ana Bilim Dalı Felsefe Bölümünde bir birim olarak varlığını  sürdürmektedir. Ana bilim dalında Prof. Dr. Esin Kahya, Prof. Dr. Melek Dosay,  Doç. Dr. Remzi Demir, Doç. Dr. H.G. Topdemir, Yar. Doç. Dr. Yavuz Unat ve Dr.  Ayten Koç Aydın görev yapmaktadır. Onlardan Esin Kahya daha çok kimya ve  biyoloji tarihi ve özellikle de tıp tarihi konularında çalışmalar yapmaktadır.  Melek Dosay matematik, Remzi Demir, son dönem Osmanlı kültür eserleri, H.G.  Topdemir fizik tarihi ve bilim felsefesi, Yavuz Unat astronomi ve teknoloji  tarihi, Ayten Koç Aydın ise kimya tarihi konusunda yoğunlaşmıştır. 
 
ODTÜ,  Fen-Edebiyat Fakültesinde, her ne kadar müstakil bir ana bilim dalı şeklinde  olmasa da, 1970’li yıllardan itibaren, özellikle de Fizik profesörü Feza  Gürsey’in önerisi ile, bilim tarihi dersleri verilmeye başlanmış ve bu dersler,  Prof. Dr. Sevim Tekeli tarafından verilmiştir. Daha sonra, D.T.C.F. mezunu olup,  Amerika’da doktora yapmış olan Cemil Akdoğan, yurda dönüşünde ODTÜ’de görev  almış ve orada Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde bilim tarihi ve bilim  felsefesi dersleri vermiştir. Ancak 1996 yılında emekli olarak Malezya’ya gidip  orada, Kualumpur’da, konusunda ders vermeye devam etmektedir. 
  
ODTÜ’de bilim tarihi elemanlarından biri  de, 1989 yılında D.T.C.F. Felsefe Bölümünde bilim tarihi doktorası yapan  Şehabeddin Demirel olup, ODTÜ Felsefe Bölümüne geçmiş ve, orada Cemil Akdoğan’la  birlikte bilim tarihi derslerini yürütmüştür. Ancak 1996 yılında onun da  ayrılmasıyla, oradaki dersleri, Ankara Üniversitesi D.T.C.F Felsefe Bölümü’nden  giden öğretim elemanları yürütmüştür. Bunlar sırasıyla Profesör Dr. Esin Kahya,  daha sonra Prof. Dr. Melek Dosay ve Doç. Hüseyin Gazi Topdemir’dir.   
 
Türkiye’de ikinci bilim tarihi ana bilim dalı 1984 yılında Ekmeleddin  İhsanoğlu tarafından kurulmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,  Felsefe Bölümüne bağlı olarak kurulan bu ana bilim dalına daha sonra, İstanbul  Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesinde doktora çalışmalarını tamamlamış olan Feza  Günergun ve daha sonra da Mustafa Kaçar asistan olarak alınmıştır. Ekmeleddin  İhsanoğlu temel eğitim olarak kimya eğitimi görmüş olup, bilim tarihi Profesörü  olarak İstanbul Üniversitesindeki göreve atandığında, IRCICA’da genel sekreter  olarak çalışmaktaydı. Onun ilgi alanı, daha çok Osmanlılardaki bilimsel  çalışmalar olmuştur. Feza Günergun teknoloji tarihi ile ilgilenmiştir; Mustafa  Kaçar da aynı şekilde, daha çok Osmanlılardaki teknolojik gelişimlerle ilgili  çalışmalar yapmıştır. Daha sonra ana bilim dalına, sırasıyla İhsan Fazlıoğlu ve  Aysu Albayrak asistan olarak katılmışlardır. 
  
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi  Felsefe Bölümüne bağlı olarak kurulan ana bilim dalı 1989’da bölüm haline  getirilmiştir. Bilim Tarihi Bölümünde 2 ana bilim dalı vardı: 1. Genel Bilim  Tarihi Ana Bilim dalı; 2. Türk Bilim Tarihi Ana Bilim Dalıdır. 1999’a kadar  bölüm olarak müstakil öğretim faaliyetini sürdüren Bilim Tarihi Bölümü, yeni bir  kararla, yeniden İstanbul Üniversitesinde Felsefe Bölümüne bağlı bir ana bilim  dalı haline getirilmiştir. 
 
1982 yılından sonra, YÖK’ün kurulmasını  izleyen yıllarda kurulan ve üniversitelerde fen-edebiyat fakültelerinde ders  programlarına ve bazı lise seviyesindeki okulların ders programlarına bilim  tarihi dersleri konmuştur. Programlarına bilim tarihi dersi konan üniversiteler  arasında en gelişmiş anlamda uygulamanın yapıldığı üniversiteler Gazi  Üniversitesi (Fen-Edebiyat Fakültesi ve Eğitim Fakültesinde), İstanbul Teknik  Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Ankara Üniversitesi- Fen Fakültesi,  Eskişehir Anadolu Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi ve Osman Gazi  Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi sayılabilir. Bazı üniversitelerde ise  doktora seviyesinde bilim tarihi dersleri konmuştur. Hacettepe Üniversitesi- Tıp  Fakültesi, Ankara Üniversitesi- Tıp Fakültesi, Boğaziçi Üniversitesinde bu  uygulama yapılmaktadır. 
  
Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı  gibi, bilim tarihi, bir disiplin olarak, diğer birçok disipline göre, örneğin  felsefeye göre, deyim yerinde ise, bir bebek disiplindir, ancak yukarıda verilen  açıklamalardan da anlaşılacağı gibi hızla gelişen bir disiplindir. Bu hızlı  gelişme sadece Türkiye’de izlenmemektedir, aynı zamanda bütün dünyada hemen  hemen durum aynıdır. Genellikle bilim tarihi ana bilim dalı seviyesinde eğitim  ve öğretim yaptırmaktadır. Amerika’da sayın hocamız Aydın Sayılı’nın doktorasını  yaptığı Harvard Üniversitesi bunun dışındadır. Orada öğrenim bölüm  seviyesindedir. Dünyanın hemen hemen bütün saygın üniversitelerinde bilim tarihi  derslerinin verilmekte olduğunu biliyoruz. Bunlar arasında, İngiltere’deki  Cambridge ve Oxford Üniversitelerini de sayabiliriz. 
  
Sonuç olarak diyoruz ki, çağdaş dünyayı  yakalamaya çalışan Türkiye’de bilim tarihinin kültürümüzün temellerini  anlamamızda ve felsefe bilim ilişkisini kavramamızda önemli katkıları olacağı  kesindir. Nitekim bunun farkında olan bilim ve düşün adamları bu disipline ilgi  duymakta ve özellikle de ilerleyen yaşlarında bu disipline doğru kayma eğilimi  göstermektedir. Bunun en somut örneklerinden birisi, Cumhuriyet dönemi meşhur  matematikçilerimizden Cahit Arf’tir. Yine bir başka örnek olarak da Erdal  İnönü’yü verebiliriz. 
 
Niçin bilim tarihi önemlidir? Bilim tarihi bilimsel  merakın doğmasına yardımcı olur. Aynı zamanda bilim tarihi bir ülkenin  kültürünün objektif olarak değerlendirilmesinde en önemli ölçüttür. Bilimin  tarihteki ve halihazırdaki durumuna bakarak bir ülkenin gelişim süreci hakkında  karar verebiliriz. Çünkü kültürün bir kolu olan felsefe yoruma açık bir  disiplindir. Aynı şekilde sanatda subjektif bir disiplindir. Kültürün bir başka  kolu olan din ise dogmatik bir disiplin olup, bir ülkenin gelişim süreci  hakkında değerlendirme yapmamıza olanak vermez. Bilim ise kesin sonuçlarıyla  toplumun nerede olduğunu; gelişip gelişmediğini açık ve seçik olarak  gösterir. 
  
Dolayısıyla bilim tarihi tarihte nerede olduğumuzu ve yakın  tarihte nereye geldiğimizi son derece açık olarak bize gösterir. Örneğin bundan  10 sene önceki bilimsel faaliyetler ne seviyede idi ve bugün hangi seviyededir.  Baktığımız zaman aradaki fark bize bilim adına katettiğimiz yolu gösterecektir.   
		
	
		
		
		
		
			
				__________________ 
				 
 
 
 
			 
		
		
		
		
	
	 |