Guest
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
|
]BÖLÜM 6 - Peron Dokuz Üç Çeyrek'ten Yolculuk
Harry'nin Dursley'lerle son ayı pek de keyifli geçmedi. Doğru, Dudley öyle korkuyordu ki Harry'den, onunla aynı odada kalmayı göze alamıyordu; Petunia Teyze ile Vernon Enişte de onu dolaba kapatmıyor, bir şey yapmaya zorlamıyor, ona bağırmıyordu - aslına bakılırsa, ağızlarını bile açmıyorlardı. Yarı korku, yarı öfkeyle, Harry'nin oturduğu koltukta sanki kimse yokmuş gibi boş boş bakıyorlardı. Birçok açıdan bir gelişmeydi bu, ama bir süre sonra sıkıcı olmaya başladı.
Pek çıkmadığı odasında Harry'ye yeni baykuşu arkadaşlık ediyordu. Harry, Hedvvig diyordu ona, Sihir Tarihi'nde bulduğu bir addı bu. Ders kitapları çok ilginçti. Yatağında sırtüstü yatıp gece yarılarına kadar onları okuyordu, bu arada Hedvvig açık pencereden dilediği gibi uçup gidiyor, canı isteyince de dönüyordu. Petunia Teyze'nin odayı süpürmeye gelmemesi de büyük şanstı doğrusu, çünkü Hedvvig ölü fare getiriyordu boyuna. Harry her gece uykuya dalmadan önce, duvara astığı kâğıtta bir günün daha üstünü çiziyor, l Eylül'e ne kadar kaldığını hesaplıyordu.
Ağustosun son günü, ertesi gün King's Cross İstasyonu'na gitme konusunu teyzesiyle eniştesine açmayı düşündü, salona indi; Dursley'ler televizyonda bir yarışma programı seyrediyorlardı. Orada olduğunu belirtmek için boğazını temizledi; Dudley çığlık atarak odadan kaçtı.
"Şey - Vernon Enişte?"
Vernon Enişte seyrettiği programa homurdandı.
"Şey - yarın King's Cross'ta olmam gerekiyor -Hogvvarts'a gitmek için."
Vernon Enişte bir daha homurdandı.
"Acaba siz beni götürebilir misiniz?"
Homurdanma. Harry, bunun evet anlamına geldiğini çıkardı.
"Teşekkür ederim."
Tam odasına çıkacaktı ki, Vernon Enişte konuştu.
"Büyücüler okuluna da trenle mi gidilirmiş! Uçan halıları güveler mi yemiş yoksa?"
Harry bir şey söylemedi.
"Neredeymiş bu okul?"
"Bilmiyorum," dedi Harry, daha önce hiç aklına gelmemişti bu. Cebinden Hagrid'in verdiği bileti çıkardı.
"Saat on birde Peron Dokuz Üç Çeyrek'ten kalkan trene bineceğim," dedi.
Teyzesiyle eniştesi gözlerini ona diktiler.
"Peron kaç?"
"Dokuz üç çeyrek."
"Saçmalama," dedi Vernon Enişte, "Peron Dokuz Üç Çeyrek diye bir şey olamaz."
"Bilette öyle yazıyor."
"Kudurmuş bunlar," dedi Vernon Enişte, "hepsi sapıtmış. Sen de anlayacaksın bunu. Gör de bak. Peki, King's Cross'a götürürüz seni. Yarın Londra'ya gideceğiz zaten, yoksa kılımı bile kıpırdatmazdım."
Harry, bir dostluk bağı kurmaya çalışarak, "Neden gidiyorsunuz Londra'ya?" diye sordu.
Vernon Enişte, "Dudleyi hastaneye götürüyoruz," dedi. "Smeltings'e gitmeden önce kuyruğunun alınması gerek."
Harry ertesi sabah beşte uyandı; öylesine heyecanlı, öylesine tedirgindi ki, bir daha uyuyamadı. Kalkıp kot pantolonunu giydi, istasyona büyücü cüppesiyle gitmek istemiyordu çünkü - üstünü trende değiştirirdi. Gerekli her şey tamam mı diye Hogvvarts listesini bir daha inceledi, Hedvvig'i kafesine kapattı, sonra odada bir aşağı bir yukarı dolaşarak Dursley'lerin kalkmasını beklemeye başladı. İki saat sonra, Harry'nin büyük, ağır sandığı Dursley'lerin arabasına yüklenmiş, Petunia Teyze, Dudley'yi Harry'nin yanına oturtmuş, yola koyulmuşlardı.
On buçukta King's Cross'a vardılar. Vernon Enişte sandığı bir el arabasına yükledi, Harry'yle birlikte istasyona girdi. Harry'nin daha önce hiç tanık olmadığı bir incelikti bu; sonunda Vernon Enişte peronların önünde, suratında pis bir sırıtışla durdu.
"Eh, geldik işte, çocuk. Dokuz numaralı peron - on numaralı peron. Senin peron ikisinin arasında bir yerlerde olmalı, ama daha yapıp bitirememişler anlaşılan."
Haklı sayılırdı tabii. Peronların birinin başında kocaman bir plastik dokuz, yanındakinin başında da yine kocaman plastik bir on vardı; aralannda hiçbir şey yoktu.
Vernon Enişte, daha da pis bir sırıtışla, "Sana iyi dersler," dedi. Başka tek kelime söylemeden çekip gitti. Harry arkasına bakınca Dursley'lerin uzaklaştıklarını gördü. Üçü de gülüyordu. Harry'nin ağzı kurudu birden. Ne yapacaktı şimdi? Hedwig yüzünden, gelen geçen gülerek ona bakıyordu. En iyisi, birine sormaktı.
Oradan geçen bir görevliyi durdurdu, ama Peron Dokuz Üç Ceyrek'i sormaya cesaret edemedi. Hogwarts'ın adını bile duymamıştı görevli, Harry ülkenin hangi bölgesinde olduğunu bile söyleyemeyince, görevli onun kendisini işlettiğini sandı. Umutlan kırılıyordu Harry'nin, saat on birde kalkacak treni sordu, ama görevli böyle bir tren olmadığını söyledi. Sonra da söylene söylene çekti gitti. Harry paniğe kapılmamaya çalışıyordu şimdi. Gelen trenlerin belirtildiği tabelanın üstündeki büyük saate bakılırsa, Hogwarts'a gidecek trene binmesi için sadece on dakikası kalmıştı; ne yapacağını bilemiyordu; istasyonun ortasında, kaldıramayacağı ağırlıkta bir sandıkla, bir yığın büyücü parasıyla, bir de koca bir baykuşla kalakalmış tı.
Hagrid, yapması gereken bir şeyi söylemeyi unutmuştu herhalde, Diagon Yolu'nun başındaki duvarın soldan üçüncü tuğlasına vurmak gibi bir şeyi. Acaba asasını çıkarıp dokuzuncu peronla onuncu peron arasındaki bilet gişesine birkaç kere vursa mıydı?
Tam o sırada arkasından birkaç kişi geçti, birtakım sözler geldi Harry'nin kulağına.
"- Muggle'larla dolu tabii -"
Harry hızla döndü. Tombul bir kadındı bu, hepsi de kızıl saçlı dört oğlanla konuşuyordu. Çocukların dördünde de, Harry'ninkine benzer birer sandık, birer de baykuş vardı.
Yüreği gümbür gümbür atarak, el arabasıyla onların peşine düştü Harry. Durdular, o da durdu - ne söylediklerini işitecek kadar yakınlarında.
Çocukların annesi, "Peronun numarası kaç?" diye sordu.
"Dokuz üç çeyrek," dedi küçük bir kız, o da kızıl saçlıydı, kadının elini tutmuştu. "Anneciğim, ben de gidebilir miyim?"
"Sen daha çok küçüksün, Ginny, uslu dur. Hadi, Percy, önce sen git."
Çocukların en büyüğü, dokuz ve on numaralı peronlara doğru yürüdü. Harry, bir şey kaçırmayayım diye, gözünü bile kırpmadan onu izledi - çocuk tam iki peronu ayıran bölmeye vardığında aralarına kalabalık bir turist topluluğu girdi; son sırt çantası çekilip ortalık açılınca, Harry çocuğun ortalarda olmadığını gördü.
Tombul kadın, "Sıra sende, Fred," dedi.
"Fred değilim ben, George'um," dedi çocuk. "Bir de kalkmış, annemiz olduğunu söylüyorsun! Daha adımı bile bilmiyorsun!"
"Özür dilerim, George."
"Şaka ediyordum, ben Fred'im," dedi çocuk, o da gitti. İkiz kardeşi çabuk olmasını seslendi arkasından; o da kardeşini dinledi anlaşılan, çünkü bir saniye içinde yok olmuştu - ama nasıl becermişti bunu?
Şimdi hızlı hızlı üçüncü kardeş yürüyordu bölmeye doğru - tam oraya varmıştı ki, o da ansızın kayıplara karıştı.
Başka çıkar yol kalmamıştı.
Harry, "Özür dilerim," dedi tombul kadına.
"Merhaba, yavrum," dedi kadın. "Hogvvarts'a ilk gidişin mi? Ron da yeni."
Oğullarının sonuncusunu, en küçüklerini gösterdi. Uzun boylu, zayıf, leylek bacaklı, çilli, sivri burunlu bir çocuktu bu, elleriyle ayakları kocamandı.
"Evet" dedi Harry. "Bir şey soracaktım - ben - ben bilmiyorum -"
Kadın, "Perona nasıl gideceğini mi?" dedi gülümseyerek; Harry baş salladı.
"Kolay," dedi kadın. "Bütün yapacağın, dokuzuncuyla onuncu peronları ayıran bölmeye yürümek. Dosdoğru git, durma, bölmeye çarparım diye de korkma, bu çok önemli. Heyecanını bastıramıyorsan, koşar adım git. Hadi, Ron'dan önce seni yollayalım."
"Peki," dedi Harry.
El arabasını iterek çevirdi, bölmeye baktı. Pek sağlam görünüyordu.
Yürümeye başladı. Dokuzuncu, onuncu peronlara koşuşturanlar, onu iterek yol açtılar kendilerine. Harry adımlarını hızlandırdı. Bilet gişesine toslayacak, başı derde girecekti - el arabasını iterek koşuyordu şimdi -bölme yaklaşıyor, yaklaşıyordu - duramıyordu da - el arabası denetimden çıkmıştı - bir adım kalmıştı bölmeye - çarptı çarpacaktı - gözlerini yumdu -
Çarpmadı... koşmayı sürdürdü... gözlerini açtı.
İnsanlarla dolu bir peronda kırmızı bir buharlı tren bekliyordu. Tepelerindeki tabelada Hogwarts Ekspresi, kalkış saati: 11 yazıyordu. Harry arkasına baktı, bilet gişesinin yerinde Peron Dokuz Üç Çeyrek yazılı demir işlemeli bir kemer vardı. Başarmıştı.
Lokomotiften yayılan duman kalabalığı sarmıştı, ayaklarının dibinde her renkten kediler koşuyordu. Baykuşlar, ağır sandıkların takırtıları, gıcırtıları arasında birbirlerini selamlıyordu.
İlk birkaç vagon öğrencilerle dolmuştu şimdiden, bazıları pencereden sarkmış, aileleriyle konuşuyor, bazıları da yer kavgası ediyordu. Harry boş bir yer bulabilmek için el arabasını iterek peron boyunca ilerledi. Yuvarlak yüzlü bir çocuğun yanından geçti; çocuk, "Yine kurbağamı kaybettim, nine," diyordu.
Harry, yaşlı kadının, "Ah, Neville," diye iç çektiğini duydu.
Perçemli bir çocuğun çevresini küçük bir kalabalık sarmıştı.
"Bir bakalım, Lee, ne olursun."
Çocuk kolunun altındaki kutunun kapağını açtı, içindeki şey uzun, kıllı bacağını uzatınca, herkes çığlıklar attı, haykırdı.
Harry kalabalığı yararak ilerledi, trenin arkalarında boş bir kompartıman buldu sonunda. Önce Hedwnig'i koydu içeriye, sonra da sandığını ite kaka tren kapısına götürdü. Bir ucundan tutarak kaldırmaya çalıştı, basamağa koyacaktı, ama beceremedi, iki kere ayağının üstüne düşürdü.
"Yardım ister misin?" Bölmede arkasından gittiği kızıl saçlı ikizlerden biriydi bu.
"Evet, lütfen," diye soludu Harry.
"Hey, Fred! Gel de yardım et!"
İkizlerin yardımıyla, Harry'nin sandığı trene çıkarılıp kompartımanın bir köşesine konuldu.
Gözlerine düşen terli saçlarını arkaya iterek, "Sağo-lun," dedi Harry.
İkizlerden biri, ansızın, Harry'nin alnındaki izi göstererek, "Nedir bu?" diye sordu.
Öteki ikiz, "Vay canına!" dedi. "Yoksa sen -?"
"Evet, o," dedi ikizlerden ilki. Harry'ye döndü: "Öyle değil mi?"
"Ne öyle değil mi?" diye sordu Harry.
İkizler, bi; ağızdan, "Harry Potter!" diye haykırdılar.
"Haa, o mu," dedi Harry. "Yani - evet - ben oyum."
İki çocuk da hayranlıkla gözlerini diktiler ona, Harry kıpkırmızı kesildi. Neyse ki, trenin açık kapısından bir ses geldi de, o sıkıntılı durumdan kurtuldu.
"Fred? George? Orada mısınız?"
"Geliyoruz, anne."
İkizler Harry'ye son bir kez göz atarak trenden atladılar.
Pencerenin yanına oturdu Harry, kendini yarı gizleyerek perondaki kızıl saçlı aileyi gözetledi, neler konuşulduğuna kulak kabarttı. Anneleri mendilini çıkarmıştı.
"Ron, burnunda bir şey var."
Çocukların en küçüğü geri çekilmeye çalıştı, ama annesi yakaladı onu, burnunun ucunu silmeye başladı.
"Anne - bırak." Silkinerek kurtuldu.
İkizlerden biri, "Aaah, bastıbacak Ronnie'nin burnunda bir şey mi var?" dedi.
"Kes sesini," dedi Ron.
Anneleri, "Percy nerede?" dedi.
"Şimdi geliyor."
Çocukların en büyüğü belirdi. Dalgalı siyah Hogwarts cüppesini geçirmişti sırtına; Harry cüppenin göğsünde, üstünde SB harfleri yazık, pırıl pırıl gümüş bir rozet gördü.
"Fazla kalamam, anne," dedi Percy. "Öndeyim, Sınıf Başkanlarına ayrılmış iki kompartıman var -"
İkizlerden biri, son derece şaşırmış gibi, "Sınıf Başkanı mısın sen?" dedi. "Bilmiyorduk, daha önce söyleseydin ya."
"Bir dakika," dedi öteki ikiz, "galiba bu konuda bir şeyler söylemişti. Bir kere -"
"Ya da iki kere -"
"Bir dakika -"
"Yaz boyunca -"
"Eeh, kesin artık," dedi Sınıf Başkanı Percy.
İkizlerden biri, "Nasıl oluyor da, yeni bir cüppe alınıyor ona?" dedi.
Keyifle, "O, Sınıf Başkanı çünkü," dedi anneleri. "Peki, canım, güzel bir ders yılı dilerim sana - oraya varınca bir baykuşla haber yolla."
Percy'yi yanaklarından öptü, Percy gitti. Anne, ikizlere döndü sonra.
"Şimdi, siz ikiniz - bu yıl uslu durun. Eğer bir baykuş daha haber getirirse - tuvaleti taşırdığınıza dair ya da-"
"Tuvaleti taşırmak mı? Hiç böyle bir şey yapmadık ki."
"Yine de iyi fikir, anne, sağol."
"Hiç de komik değil. Ron'a da göz kulak olun."
"Merak etme, bastıbacak Ronnie bizim yanımızda güvende."
Ron, "Kes sesini," dedi yine. Boyu neredeyse ikizler kadar uzundu, annesinin sildiği burnu hâlâ pembeydi.
"Hey, anne, bil bakalım! Bil bakalım trende kimi gördük?"
Harry, baktığını görmesinler diye hemen geri çekildi.
"Hani istasyonda yanımızda duran o siyah saçlı çocuk vardı ya? Kimmiş o, biliyor musun?"
"Kimmiş?"
"Harry Potter!"
Küçük kızın sesini duydu Harry.
"Ah, anne, trene çıkıp görebilir miyim onu, anne, n'olursun..."
"Daha önce gördün ya, Ginny, hrm bundan hoşlanmaz, hayvanat bahçesinde maymunlarımı seyrediyorsun? Gerçekten o mu, Fred? Nereden biliyo sun?"
"Kendisine sordum. İzi gördüm. Tam alnında -şimşek gibi."
"Zavallı yavrucak - tevekkeli yapayalnızdı. Şaşırmıştım ben de. Perona nasıl gidileceğini sorarken öyle terbiyeliydi ki."
"Bırak şimdi onu, acaba Kim-Oldağunu-Bilirsin-Sen'in nasıl biri olduğunu hatırlıyor mudi. J?"
Anneleri birdenbire sertleşti.
"Bunu sormam yasaklıyorum, Fred. Sakın bunu sorayım deme ona. Okuldaki ilk gününde bunu hatırlatman pek gerekiyormuş gibi."
"Tamam, sinirlenme."
Bir düdük öttü.
"Hadi, çabuk olun!" dedi kadın, üç çocuk trene bindi. Anneleri yanaklarına güle güle öpücüğü kondursun diye pencereden eğildiler, küçük kız ağlamaya bağladı.
"Ağlama, Ginny, sana bir sürü baykuş yollarız "
"Sana Hogwarts'tan bir de tuvalet kapağı göndeririz."
"George!"
"Şaka ediyordum, anne."
Tren hareket etti. Harry çocukların annelerine el salladığını, kardeşlerinin de yarı gülerek, yarı ağlayarak trenin yanı sıra koştuğunu gördü; kız koştu, koştu, sonunda tren hızlanınca geride kaldı, el salladı.
Harry, tren köşeyi dönünce anneyle kızın gözden yok olduğunu gördü. Pencerenin önünden evler geçiyordu hızla. Yüreğinin büyük bir heyecanla kabardığını duydu Harry. Başına neler geleceğini bilmiyordu - ama geride bıraktıklarından daha kötü şeyler yaşamayacağı kesindi.
Kompartımanın kapısı açıldı, kızıl saçlı çocukların en küçüğü girdi içeri.
Harry'nin karşısındaki koltuğu göstererek, "Kimse oturuyor mu burada?" diye sordu. "Her yer dolu."
Harry iki yana salladı başını, çocuk oturdu. Harry'ye bir göz attı, sonra hiç ona bakmamış gibi, birdenbire pencereden dışarıyı seyretmeye koyuldu. Harry, burnundaki siyah lekenin hâlâ silinmemiş olduğunu gördü.
"Hey, Ron!"
İkizler gelmişlerdi.
"Bak, biz trenin ortasına gidiyoruz - Lee Jordan'da dev bir tarantula örümceği var."
"Peki," diye mırıldandı Ron.
"Harry," dedi öteki ikiz, "kendimizi tanıtmış mıydık? Biz Fred ve George VVeasley. Bu da kardeşimiz Ron. Sonra görüşürüz."
Harry'yle Ron, "Güle güle," dediler. İkizler çıkıp kompartıman kapısını kapattılar.
Ron dayanamadı artık, "Sen sahiden Harry Potter mısın?" diye sordu.
Harry baş salladı.
"İyi öyleyse - Fred'le George'un şakalarından biri sanmıştım," dedi Ron. "Sahiden orada -"
Harry'nin alnını gösterdi.
Harry, şimşek biçimindeki yara izini göstermek için ;açını geriye attı. Ron uzun uzun baktı.
"Demek Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen tam oraya -?"
"Evet," dedi Harry, "ama hatırlamıyorum."
Ron, merakla, "Hiçbir şey hatırlamıyor musun?" dedi.
"Şey - bir sürü yeşil ışık hatırlıyorum, ama o kadar." "Vay canına!" dedi Ron. Oturup Harry'ye baktı bir an sonra ne yaptığının farkına varmış gibi, ansızın pencereden dışarıyı seyretmeye koyuldu yine.
Ron Harry'yi ne kadar ilginç bulmuşsa, Harry de Ron'u o kadar ilginç bulmuştu, "Bütün ailen büyücü mü?" diye sordu.
"Şey - galiba öyle," dedi Ron. "Annemin bir küçük kuzeni var sadece, muhasebeci, ama ondan da hiç söz etmeyiz."
"Öyleyse şimdiden birtakım büyüler biliyorsundur."
Diagon Yolu'ndaki solgun yüzlü çocuğun sözünü ettiği köklü büyücü ailelerden biriydi VVeasley'ler.
"Muggle'larla yaşadığını duymuştum," dedi Ron. "Nasıl insanlar onlar?"
"Korkunç - şey, hepsi değil tabii. Ama teyzem de, eniştem de, kuzenim de korkunç. Keşke benim de üç büyücü kardeşim olsaydı."
"Beş," dedi Ron. Nedense kederlenivermişti. "Ben ailemde Hogwarts'a giden altıncı kişiyim. Çok şey gördüm sayılır. Bill'le Charlie mezun oldular - Bili Öğrenciler Başkanı'ydı, Charlie de Quidditch kaptanı. Şimdi Percy Sınıf Başkanı. Fred'le George yaramazlar, ama dersleri iyidir, herkesi eğlendirirler. Benim de onlar gibi olmamı istiyorlar, ama onlar gibi olmamın bir anlamı yok ki, her şeyi ilk yapan onlar çünkü. Beş kardeşin varsa, zaten hiçbir şeyin yeni olamaz. Bana Bill'in eski cüppelerini, Charlie'nin eski asasını, Percy'nin eski faresini verdiler."
Ron elini iç cebine atıp, uyuklayan şişman, külrengi bir fare çıkardı.
"Adı Scabbers, bir işe yaramıyor, uyandığı yok ki. Babam, Sınıf Başkanı seçildiği için Percy'ye bir baykuş aldı, ama para bittiği- neyse, bana da Scabbers kaldı."
Ron'un kulakları pembeleşti. Çok konuştuğunu düşünüyordu galiba, çünkü yine pencereden bakmaya başladı.
Harry, baykuş alacak kadar para kalmamasının hiç de ayıp bir şey olmadığını düşünüyordu. Bir ay öncesine kadar onun da hiç parası olmamıştı, Ron'a hepsini anlattı, Dudley'nin eskilerini giydiğini, doğum gününde hiç dişe dokunur bir armağan almadığını. Ron'un keyfi yerine gelir gibi oldu.
"... Hagrid bana söyleyinceye kadar, ne büyücülükten haberim vardı, ne anne babamndan, ne de Volde-mort'dan "
Ron'un soluğu tıkanır gibi oldu.
"Ne oldu?" dedi Harry.
"Kım-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in adını söyledin!" dedi Ron, hem şaşırmışa hem etkilenmişe benziyordu. "Her şey aklıma gelirdi de, senin -"
“Bu adı söyleyerek ne kadar cesur olduğumu kanıtlamaya filan çalışmıyorum," dedi Harry. "Söylenmemesi gerektiğini bilmiyordum. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Öğreneceğim daha dünya kadar şey var... herhalde," diye ekledi; uzun süredir kafasına takılan bir şeyi dile getiriyordu. "Sınıfta en kötü öğrenci galiba ben olacağım."
"Olmayacaksın. Muggle ailelerden gelen bir sürü öğrenci var, her şeyi çabucak öğreniyorlar."
Onlar konuşadursun, tren Londra dışına çıkmıştı. Şimdi ineklerle, koyunlarla dolu otlaklardan geçiyorlardı hızla. Bir süre konuşmadılar, tarlaların, patikaların yıldırım hızıyla geçişini seyrettiler.
Saat yarıma doğru büyük bir şangırtı koptu koridorda, güleç yüzlü, gamzeli bir kadın kompartımanın kapısını açıp, "Seyyar büfeden bir şey ister misiniz, yavrularım?" dedi.
Kahvaltı etmemişti Harry, ayağa fırladı, ama kulakları yine pespembe kesilen Ron sandviç getirdiğini mırıldandı. Harry koridora çıktı.
Dursley'lerle otururken şeker almak için hiç parası olmamıştı, şimdi ise cepleri taşıyabileceği kadar Mars gofreti almaya yetecek altınlarla, gümüşlerle doluydu -ama Mars gofreti yoktu kadında. Harry'nin daha önce ömründe görmediği Bertie Botts'un Bin Bir Çeşit Fasulye şekerlemesi, Balonlu Yıldız Çikleti, Çikolatalı Kurbağa, Balkabağı Poğaçası, Kazan Pastası, Meyankökü Asası ve buna benzer garip şeyler vardı. Hepsinden tatmak istiyordu Harry, ne varsa biraz biraz aldı, kadına on bir gümüş Sickle ve yedi bronz Knut verdi.
Aldıklarını kompartımana getirip boş bir koltuğa yığarken, Ron şaşkınlıkla seyretti onu.
"Çok acıktın galiba."
Harry, balkabağı poğaçasından bir ısırık alırken, "Açlıktan ölüyorum," dedi.
Ron koca bir çıkın çıkarıp açmıştı. Dört sandviç vardı çıkının içinde. Birini kenara koyarak, "Konserve sığır eti sevmediğimi hep unutur," dedi.
Harry bir poğaça uzatarak, "İstersen değiş tokuş edelim" dedi. "Hadi -"
"Bunu istemezsin ki, kupkuru," dedi Ron. "Pek vakti olmuyor," diye ekledi aceleyle, "beşimize birden yetişemiyor."
"Hadi, bir poğaça al," dedi Harry, daha önce ne o kimseyle, ne de kimse onunla bir şey paylaşmıştı. Orada oturup Harry'nin poğaçalarını, pastalarını, bütün aldıklarını birlikte yemek ne güzel bir duyguydu (sandviçler bir kenara atılıp unutulmuştu).
Çikolatalı Kurbağa paketini göstererek, "Nedir bu?" diye sordu Harry. "Sahici kurbağa değiller ya?" Artık dünyada hiçbir şey şaşırtmayacaktı onu.
"Hayır," dedi Ron. "Ama içindeki karta bak bakalım. Bende Agrippa eksik."
"Ne?"
"Sahi, bilmiyorsun tabii - Çikolatalı Kurbağaların içinden kart çıkar, biriktirirsin - Ünlü Cadılar ve Büyücüler. Beş yüz tane kadar var bende, ama Agrippa ile Ptolemy eksik."
Harry, Çikolatalı Kurbağa paketini açıp içindeki kartı çıkardı. Bir adamın yüzü vardı kartta. Dar çerçeveli bir gözlük takmıştı adam, kemerli upuzun bir burnu, dümdüz kır saçları, sakalı, bir de bıyığı vardı. Resmin altında adı yazılıydı: Albus Dumbledore.
"Demek Dumbledore buymuş!"
"Daha önce Dumbledore adını hiç duymadın mı yoksa?" dedi Ron. "Bir kurbağa da ben alabilir miyim? Belki Agrippa bulurum - sağol -"
Harry kartın arkasını çevirip okumaya başladı:
Albus Dumbledore, Hogwarts Müdürü.
Birçok kişi tarafından modern zamanların en büyük büyücüsü olarak kabul edilen Profesör Dumbledore, özellikle 1945'te kara büyücü Grindelwald'ı yenmesiyle, ejderha kanının on iki ayrı konuda kullanılışını bulmasıyla ve arkadaşı Nicolas Flamel'la simya konusunda yürüttüğü çalışmalarla ünlüdür. Profesör Dumbledore oda müziğinden ve on lobuttu bowlingden hoşlanmaktadır.
Harry kartı bir daha çevirdi, Dumbledore'un yüzünün yok olduğunu görünce şaşırdı. "Gitmiş!" "Eee, butun gün burada kalamaz ya," dedi Ron.
"Geri gelir nasıl olsa. Off, bir Morgana daha, altı tane Morgana'm oldu... sen ister misin? Toplamaya başlayabilirsin."
Ron'un gözleri, açılmayı bekleyen Çikolatalı Kurbağa paketlerine dikilmişti.
"Keyfine bak," dedi Harry. "Ama, biliyor musun, Muggle'lar dünyasında insanlar fotoğraflardan çekip gitmezler."
Ron, şaşkınlıkla, "Sahi mi?" dedi. "Hiç kıpırdamazlar mı yani? Tuhaf!"
Harry, Dumbledore'un yeniden dönüp karta yerleştiğini ve kendisine belli belirsiz gülümsediğini gördü. Ron'u, Ünlü Cadılar ve Büyücüler kartlarına bakmak değil de, kurbağaları yemek daha çok ilgilendiriyordu anlaşılan, ama Harry gözlerini kartlardan ayıramıyordu. Kısa sürede Dumbledore ile Morgana'nın yanı sıra Woodcroftlu Hengist'i, Alberic Grunnion'ı, Circe'si, Paracelsus'u, Merlin'i de oldu. Sonunda, burnunu kaşıyıp duran Kelt rahibelerinden Cliodna'yı bir yana bırakıp Bertie Botts'un Bin Bir Çeşit Fasulye Şekerlemelerinden birini açtı.
Ron, Harry'yi, "Çok dikkatli olmalısın," diye uyardı. "Bin bir çeşit diyorlar ya, gerçekten bin bir çeşittir, her tatta şekerleme vardır içinde - çikolatalı, naneli, marmelattı şekerlemelerin yanı sıra ıspanaklı, karaci-ğerli, işkembeli şekerlemeler de çıkabilir. George, umacı tadında bir şekerleme bile yemiş, öyle diyor."
Ron bir yeşil fasulye aldı eline, dikkatle baktı, ucundan ısırdı.
"Pöff - gördün mü? Lahana."
Bin bir çeşit şekerlemelerden epeyce yediler. Harry'nin kısmetine kızarmış ekmekli, hindistan cevizli, kuru fasulyeli, çilekli, körili, çimenli, kahveli, sardalyalı şekerlemeler çıktı; Ron'un el sürmeyi göze alamadığı tuhaf, gri bir şekerlemeyi yemeye bile cesaret etti Harry - o da biberli çıktı.
Pencerenin önünden akıp giden manzara gittikçe yabansılaşıyordu şimdi. O düzenli tarlalar yoktu artık. Onların yerini korular, kıvrılarak akan ırmaklar, koyu yeşil tepeler almıştı.
Kompartımanın kapısı vuruldu, Peron Dokuz Üç Çeyrek'te Harry'nin yanından geçen yuvarlak yüzlü çocuk girdi içeri. Dokunulsa ağlayacak gibiydi.
"Özür dilerim," dedi, "bir kurbağa gördünüzmü?"
Harry'yle Ron başlarını iki yana sallayınca, inlemeye başladı çocuk. "Yitirdim onu! Boyuna benden kaçıyor!"
"Bir yerden çıkar," dedi Harry.
Çocuk yıkılmıştı sanki. "Peki," dedi. "Görecek olursanız..."
Çıkıp gitti.
"Niye o kadar üzülüyor, anlamadım," dedi Ron. "Eğer ben bir kurbağa getirseydim, onu hemencecik yitirmeye bakardım. Neyse, ben de Scabbers'ı getirdim, konuşmam doğru olmaz."
Fare, Ron'un kucağında hâlâ uyukluyordu.
Ron, tiksintiyle, "Ölecek olsa farkına bile varmazsın," dedi. "Dün rengini sarıya çevirmeye çalıştım, daha ilginç olsun diye, ama büyü işe yaramadı. Bak, göstereyim sana..."
Sandığını karıştırıp eski mi eski bir asa çıkardı. Her yanı çentik çentikti, ucunda da beyaz bir şey parlıyordu.Tek boynuzlu at kılı - neredeyse çıkacak içinden.
Neyse -"
Asasını tam kaldırmıştı ki, kompartımanın kapısı açıldı. Kurbağası kaçan çocuk gelmişti yine, yanında da bir kız vardı. Kız, yeni Hogwarts cüppesini giymişti bile.
"Bir kurbağa gören oldu mu? Neville kurbağasını yitirmiş," dedi. Sesi buyururcasına çıkıyordu, gür kahverengi saçları vardı, ön dişleri oldukça iriydi.
"Görmediğimizi daha önce söyledik ona," dedi Ron, ama kız onu dinlemiyordu bile, elindeki asaya bakıyordu.
"Büyü mü yapıyorsun? Görelim bakalım." Oturdu. Ron köşeye kıstınlmıştı. "Şey - peki öyleyse." Boğazını temizledi. "Gün ışığı, nergis, çimen, papatya, Bu şişko fareyi çevir sarıya." Asasını salladı, ama bir şey olmadı. Scabbers hâlâ külrengiydi, mışıl mışıl uyuyordu.
"Bu gerçek bir büyü mü sence?" dedi kız. "Pek işe yaramadı, öyle değil mi? Ben, alıştırma olsun diye, birkaç basit büyü denedim, hepsinden de sonuç aldım. Ailemde kimsenin büyüyle ilgisi yok, bana mektup geldiğinde hepimiz şaşırdık, ama çok sevindim, ne de olsa en iyi büyücülük okulu bu, öyle diyorlar - ders kitaplarını şimdiden ezberledim, sanırım bu kadarı yeterli -sahi, benim adım Hermione Granger, siz kimsiniz?"
Bütün bunları hızlı hızlı söylemişti.
Harry Ron'a baktı, onun da ders kitaplarını ezberlemediği şaşkın yüzünden belliydi, bunu görmek Harry'yi rahatlattı.
"Ben Ron VVeasley," diye mırıldandı Ron.
"Harry Potter," dedi Harry.
"Sahi mi?" dedi Hermione. "Senin hakkında her şeyi biliyorum tabii - birkaç tane de yardıma kitap aldım, senin adın Çağdaş Sihir Tarihi'nde, Karanlık Sanatların Yükselişi ve Çöküşü'nde, bir de Yirminci Yüzyılın Büyük Büyücülük Olaylan'nda geçiyor."
Harry, şaşkınlık içinde, "Öyle mi?" dedi.
"Hoppala," dedi Hermione, "bilmiyor muydun? Ben olsam, hakkımda yazılmış her şeyi öğrenmeye çalışırdım. Hangi binada kalacağınız belli mi? Ben soruşturup durdum, keşke Gryffindor'a verseler, en iyisi ora-sıymış, Dumbledore da orada kalmış, ama Ravenclaw de fena değilmiş galiba... Neyse, biz gidip Neville'in kurbağasını arayalım. Siz de giyinseniz artık, neredeyse geliyoruz."
Kurbağasız çocuğu sürükleyerek çıktı.
"Aman," dedi Ron, "onun olmadığı bir binaya versinler de, hangisine verirlerse versinler." Asasını sandığa koydu yine. "Bu da tam palavra - George verdi, işe yaramadığını bile bile."
Harry, "Kardeşlerin hangi binada kalıyor?" diye sordu.
"Gryffindor'da," dedi Ron. Kederlere bürünmüştü yine. "Annemle babam da orada kalmış. Beni oraya vermezlerse kim bilir ne düşünürler. Ravenclaw de fena değil galiba, ama Slytherin'e verirlerse yandım."
"Vol- yani, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen de oradaymış, değil mi?"
"Öyle," dedi Ron. Keyfi kaçmıştı, arkasına yaslandı.
Harry, Ron'un kafasını başka konulara çekmek için, "Biliyor musun," dedi, "Scabbers'ın bıyıklarının ucu daha açık renk. Ağabeylerin mezun olduklarına göre, şimdi ne yapıyorlar?"
Harry, bir büyücünün okulu bitirdikten sonra ne yaptığım merak ediyordu.
"Charlie Romanya'da, ejderhaları inceliyor. Bili de Afrika'da Gringotts için çalışıyor," dedi Ron. "Grin-gotts'u duydun mu? Gelecek Postası'nda yazıyordu, ama Muggle'lar o gazeteyi bilmezler - birileri sımsıkı korunan bir kasayı soymaya kalkmış."
Harry gözlerini dikti ona.
"Sahi mi? Peki, ne yapmışlar onlara?"
"Hiçbir şey, bu yüzden gazeteye geçmişti. Yakalanmamışlar. Babamın söylediğine bakılırsa, bunu yapsa yapsa ancak bir Kara büyücü yapar, Gringotts'a ancak o yaklaşabilir, ama bir şey almamışlar, garip olan da bu zaten. Tabii böyle bir şey olunca, arkasında Kim-Oldu-ğunu-Bilirsin-Sen vardır diye herkes korkuyor."
Harry kafasında bu haberi değerlendirmeye çalıştı.
Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in adı ne zaman geçse, içinde bir korku uyanıyordu. Herhalde büyü dünyasına girmenin yarattığı bir şeydi bu, "Voldemort" yerine "Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen" demek, o korkuyu biraz olsun hafifletiyordu sanki.
Ron, "Sen hangi Quidditch takımını tutuyorsun?" diye sordu.
Harry, "Şey - hiçbirini bilmiyorum ki," demek zorunda kaldı.
"Ne?" Şaşkınlıktan kalakalmışça Ron. "Gör de bak, dünyanın en güzel oyunudur -" Sonra dört topla nasıl oynandığını, yedi oyuncunun neler yaptığım, kardeşleriyle gittiği unutulmaz maçları, parası olunca ne tür bir süpürge alacağını anlattı. Tam oyunun inceliklerine geçmişti ki, kompartımanın kapısı açıldı yine, ama bu kere gelenler ne kurbağasını yitiren Neville'di, ne de Hermione Granger'dı.
Üç çocuk girdi içeri, Harry ortadakini hemen tanıdı: Madam Malkin'in dükkanındaki solgun yüzlü çocuktu bu. Harry'ye Diagon Yolu'nda gösterdiğinden çok daha fazla bir ilgiyle bakıyordu.
"Doğru mu?" dedi. "Bütün trende söylüyorlar, Harry Potter bu kompartımandaymış diye. Demek sensin o?"
"Evet," dedi Harry. Öteki çocuklara bakıyordu. İkisi de iriyarıydı, son derece kötü kalpliye benziyorlardı. Solgun yüzlü çocuğun iki yanında, onun korumaları gibi duruyorlardı.
Harry'nin onlara baktığını gören solgun yüzlü çocuk, "Sahi, bu Crabbe, bu da Goyle," dedi. "Benim adım da Malfoy, Draco Malfoy."
Ron hafifçe öksürdü, bu öksürüğün arkasında alay gizliydi sanki. Draco Malfoy ona baktı.
"Adım pek mi komik? Senin kim olduğunu sormama gerek yok. Babam bütün VVeasley'lerin kızıl saçlı, çilli olduklarını, yetiştirebileceklerinden çok daha fazla çocuk yapaklarını anlatmıştı."
Harry'ye döndü yine.
"Bazı büyücü ailelerin ötekilerden üstün olduğunu yakında anlayacaksın, Potter. Yanlış kimselerle arkadaşlık kurmaktan vazgeçersen, yardıma hazırım."
Tokalaşmak için elini uzattı Harry'ye, ama Harry onun elini sıkmadı.
Soğuk bir sesle, "Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ben kendim karar verebilirim, sağol," dedi.
Draco Malfoy kıpkırmızı kesilmedi, ama solgun yanakları hafifçe pembeleşti.
Ağır ağır, "Senin yerinde olsam, ayağımı denk alırdım, Potter," dedi. 'Terbiyeni takınmazsan, sonun annenle babanın sonuna benzer. Onlar da kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyorlardı. Weasley'ler gibi ayaktakımıyla ya da Hagrid gibilerle arkadaşlık edersen, cezanı çekersin."
Harry'yle Ron ayağa kalktılar. Ron'un suratı da saçları gibi kıpkızıl kesilmişti.
"Sen bir daha söylesene şunu," dedi.
Malfoy, burnunu çekerek, "Ne o, bizimle kavga mı edeceksin yoksa?" dedi.
"Şimdi çekip gitmezsen, evet," dedi Harry; Crabbe de, Goyle da, hem kendisinden hem Ron'dan çok daha iriydi, ama yüreğine bir cesaret gelmişti.
"Ama gitmek istemiyoruz ki, öyle değil mi, çocuklar? Yemeğimizi yedik bitirdik, burada daha bir sürü yiyecek var."
Goyle, Ron'un yanındaki Çikolatalı Kurbağalara uzandı - Ron atıldı, ama daha ona elini bile sürmeden Goyle korkunç bir çığlık attı.
Parmağının ucundan Scabbers sarkıyordu, fare keskin dişlerini Goyle'un kemiğine kadar batırmıştı - Goyle uluyarak Scabbers'ı sallayıp dururken, Crabbe ile Malfoy gerilediler, sonunda parmaktan kurtuldu Scabbers, havada uçup pencerenin camına çarptı, üç çocuk da hemen yok oldular. Şekerler arasında başka fareler olduğunu sanıyorlardı belki, belki de ayak sesleri duymuşlardı, çünkü bir saniye sonra Hermione Granger çıkageldi.
Yerlere saçılmış şekerlere, Scabbers'ı kuyruğundan tutup kaldıran Ron'a bakarak, "Ne oluyor burada?" diye sordu.
Ron, "Galibu bayılmış," dedi Harry'ye. Scabbers'a daha yakından baktı. "Hayır - bayılmamış - uykuya dalmış yine."
Gerçekten de uyuyakalmıştı.
"Malfoy'u daha Önce tanıyor muydun?"
Harry, Diagon Yolu'ndaki karşılaşmalarını anlattı.
Ron, esrarengiz bir sesle, "Ailesinden söz edildiğini duymuştum," dedi. "Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen yok olduktan sonra bizim safımıza ilk geçen ailelerden biriymiş. Kendilerine büyü yapıldığını söylemişler. Babam inanmıyor buna. Malfoy'un babasının Karanlık Yan'a kendi isteğiyle katıldığını söylüyor." Hermi-one'ye döndü. "Bir şeyler yemez miydin?"
"Siz acele edin de cüppelerinizi giymeye bakın, biraz önce öne gidip makinistle konuştum, pek az yolumuz kalmış. Siz kavga mı ettiniz yoksa? Daha okula bile varmadan birbirinize girmişsiniz!"
Ron, suratını asarak, "Biz kavga etmedik, Scabbers etti” dedi. "Şimdi biz üstümüzü değişirken çıkar mısın?"
Hermione, genizden gelen bir sesle, "Peki," dedi. "Kendimi buraya attım, çünkü dışarıdakiler çocukça davranıyorlar, koridorda koşup duruyorlar. Senin de burnunda leke var, farkında mısın?"
Onun arkasından öfkeyle baktı Ron. Harry pencereden dışarıya göz attı. Hava kararıyordu. Mosmor bir göğün altındaki dağları, ormanları görebiliyordu. Tren gerçekten yavaşlıyor gibiydi.
Ron'la ceketlerini çıkarıp uzun siyah cüppelerini giydiler. Ron'unki biraz kısaydı, eteğinin altından lastik ayakkabıları görülebiliyordu.
Trende bir ses yankılandı: "Beş dakika içinde Hogwarts'ta olacağız. Lütfen eşyalarınızı trende bırakın, onlar okula ayrıca götürülecektir."
Harry'nin midesi kasıldı heyecandan, Ron'un çilli yüzü de bembeyaz kesilmişti. Kalan şekerleri ceplerine doldurup koridordaki kalabalığa katıldılar.
Tren yavaşladı, yavaşladı, sonunda durdu. Herkes kapılara saldırıp küçük, karanlık bir perona indi. Harry soğuk gece havasında ürperdi. Tepelerinde bir lambanın ışığı belirdi ansızın, Harry tanıdık bir ses duydu: "Birinci sınıflar! Birinci sınıflar buraya! İyisin ya, Harry?"
Bir kafalar denizi üstünde Hagrid'in kocaman, kıllı suratı belirdi.
"Hadi, peşimden gelin - başka birinci sınıf var mı? Adımlara dikkat! Birinci sınıflar peşimden gelsin!"
Kaya sendeleye, dik, daracık bir patikada Hagrid'i izlediler. İki yan da öylesine karanlıktı ki, Harry oralarda koca ağaçlar olduğunu düşündü. Kimse pek konuşmuyordu. Boyuna kurbağasını yitiren Neville bir iki kere burnunu çekti.
Hagrid, omuzunun üstünden, "Bir saniye sonra Hogwarts'ı ilk defa göreceksiniz," diye seslendi, "hemen şurayı dönünce."
Bir "Ooooo!" yükseldi çocuklardan.
Dar patika ansızın büyük, siyah bir gölün kıyısına açılmıştı. Karşı yakadaki yüksek bir dağın tepesinde, yıldızlı göğün altında, ışıklı pencereleri, bir sürü kulesiyle dev bir şato vardı.
Kıyıda bekleyen kayıklar filosunu göstererek, "Dörder kişiden fazla binilmeyecek!" diye seslendi Hagrid. Harry'yle Ron'un kayığına Nevüle'le Hermione de bindiler.
Tek basma bir kayığa kurulan Hagrid, "Herkes tamam mı?" diye bağırdı. "Peki öyleyse - İLERİ!"
Kayıklar filosu, cam kadar düzgün gölün üstünde kayarak ilerlemeye başladı ansızın. Kimse konuşmuyordu, herkes tepedeki büyük şatoya bakıyordu. Şato, yükseldiği yamaca yaklaşıldıkça daha da büyüyordu sanki.
Baştaki kayıklar yamaca varınca, "Eğin kafalarınızı!" diye bağırdı Hagrid; herkes kafasını eğdi, kayıklar yamacın önündeki girişi perdeleyen sarmaşıklar arasından kaydı. Şatonun altına kadar uzanan karanlık tünelden geçip bir yeraltı rıhtımına yanaştılar, kayalara, çakıllara çıktılar.
Onlar karaya ayak basarken kayıkları denetleyen Hagrid, "Hey, sen! Senin kurbağan mı bu?" dedi.
Neville, ellerini uzatarak, "Trevor!" diye haykırdı sevinçle. Sonra Hagrid'in lambasını izleyerek kayadaki bir geçidi tırmandılar, sonunda, şatonun gölgesinde uzanan düzgün, nemli bir çimenliğe vardılar.
Taş basamakları çıkıp meşeden yapılmış kocaman bir kapının önünde toplandılar.
"Herkes burada mı? Sen, oradaki, kurbağan yanında mı?"
Dev yumruğunu kaldırdı Hagrid, şato kapısına üç kere vurdu.
|