Tek Mesajı Görüntüle
Old 10-19-2007, 11:24 PM   #5
KoJiRo
Aşmış Üye
 
KoJiRo Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2006
Konum: KoCaELi
Yaş: 40
Mesajlar: 34,356
Teşekkür Etme: 21
Thanked 162 Times in 97 Posts
Üye No: 23848
İtibar Gücü: 8783
Rep Puanı : 54700
Rep Derecesi : KoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond reputeKoJiRo has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

HAÇLI SEFERLERİ’NDEN BUGÜNE

Kilise’nin İslâmiyet karşısın­da peşin hükümlülüğü bile aşan hasmane tavrı aslında çok daha önceleri kendini göstermeye başÂ­lamıştı. İlki 1095’de Papa II. Urbain, ikincisi 1146’da Papa III. Eugéne, dördüncüsü 1204, beşincisi 1215’de Papa III.Innocent, yedin­cisi 1245’de Papa IV.Innocent, sekizincisi 1263’de Papa IV.Urbain öncülüğünde düzenlenen ve halka yönelik propagandalarında Pierre l’Ermite gibi keşişlerin, IV. Latran Konsili gibi papaz kurullarının vazife aldığı Haçlı Seferleri, işte bu sürecin beslediği Batı şuur altının müşahhasa döküldüğü vak’alar olarak karşımıza çıkmaktadır. Lübnanlı bir siyasî bilimci olan Georges Corm’un da itiraf ettiği gibi, Bizanslılar, İranlılar ve Türkler’den farklı olarak çok uzaklar­dan gelen ve kendilerini Haçlılar olarak tanımlayan bu kalabalıkla­rın yegâne gayesi bu yeni tek tan­rılı dini ortadan kaldırmak ve ye­rine kendi hakimiyetlerini tesis et­mekti. Bu seferler zaman zaman öyle vahşi bir hal aldı ki, Orta Doğu’da Müslümanlarla aynı dili, aynı ırkı ve aynı hayat tarzını pay­laşan Hristiyan topluluklar, Müs­lümanlara olan sempati ve birarada yaşama alışkanlıkları ile Haç­lıların İslâm’ı yok etme ve Hristiyanlığın Doğu’da siyasî hâkimiyetini sağlamaya yönelik çağrıları arasında bocaladılar, sağa sola savruldular (Corm, 1993). Osmanlılar’ın doğudan gelişi ise, Kur’ân ve Hz. Peygamber (sav) hakkın­daki yanlış ve peşin hükümlerin şartlandırdığı Batı’da, vahşilerin saldırısına mâruz kalmış insanla­rın korku hisleriyle karşılandı ve tepki gördü. Bu kez hedefte Os­manlılar vardı. Balkan toplumlarının bir kısmı bir yana bırakılacak olursa (Boşnaklar ve Arnavutlar bu dönemde İslâm’ı kabul edeceklerdi, Romenler bugünlere ulaşan belli bir sempati duymaya başlayacaklardı) Osmanlı fütuha­tının Avusturya ve batısı için en büyük handikapı da bu olacaktı.

Diğer yandan Batı milletleri bütün taassuplarına rağmen yer­yüzünde İslâm’ın varlığına son veremeyeceklerini anlamışlardı. Fakat kültürel planda dezenformasyon ve yıpratma faaliyet­lerinden de vazgeçmediler. Ge­çen yüzyıla gelinceye kadar Kur’ân Batı lisanlarına yalan dolu bu Latince çeviri esas alınarak akta­rıldı. Yani Kur’ân, İncil ve Tevrat gibi bir vahiy, Hz. Peygamber (sav) de Hz. İsa ve Hz. Musa (as) gibi bir peygamber olarak kabul edilmiyordu. Bir asırdan ve de özellikle son yarım asırdan beri gerek Müslümanların Batı ülke­lerine şu veya bu sebeple yer­leşmesi, gerek Kur’ân’ın ve İslâm düşüncesine ait eserlerin geç­mişe göre aslına daha uygun bir tarzda Batı dillerine çevrilmesiyle kilisenin bütün ümitleri söndü. Özellikle Fransız ihtilali’nin daha sonra bütün kıtayı etkisi altına alacak olan hür düşünce rüzgârlarını estirmesi ve bilimdeki gelişmelerin toplum bazında ka­bul edilir hale gelmesi, bilim ve bilim adamları karşısında asırlar boyu obskürantist (bilmesinlerci) bir yobazlık ortaya koyan kilise­nin tahakkümüne son veriyordu. İslâm düşüncesini ve Hz. Peygamberin şahsiyetini anlamaya başlayan Goethe, Gibbon, Davenport, Bismarck gibi Batılı dü­şünür, sanatkâr ve devlet adam­larının takdirkârane yaklaşımları bu dönemden itibaren görülmeye başladı.

Kilise’nin artık bütün ümitleri sönmüştü. Kapı, menteşele­rinden kırılmış ve İslâm Batıya kendi temsilcileriyle girmeye başÂ­lamıştı. Kapının altında kalan ki­lise ise, dudağında hazımsızlık tebessümüyle elini İslâm’a uzatı­yordu. Bu, kilisenin İslâm’ı bir vak’a olarak kabullendiği, diyalo­ga geçmek lüzumunu hissettiği ve de bunu resmen ifade ettiği 1964’deki ikinci Vatikan Konsili toplantısıydı (Yıldırım, 1989). Samimi değildi ama bunu yapmaya mec­burdu. Çünkü Batı toplumları Müs­lümanlarla ilk kez böylesine geniş bir coğrafyada ve uzun süreli bir barış ortamında temas imkânı bu­luyorlardı. İslâm’ın giderek daha hâkim duruma geleceği dünya gündeminin artık en önemli ko­nusuydu.
__________________
KoJiRo çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla