Tek Mesajı Görüntüle
Old 01-28-2006, 12:20 PM   #2
bugrahan
Daimi Üye
 
bugrahan Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: AliSamiYen
Yaş: 34
Mesajlar: 462
Teşekkür Etme: 63
Thanked 48 Times in 21 Posts
Üye No: 31
İtibar Gücü: 1589
Rep Puanı : 2415
Rep Derecesi : bugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond reputebugrahan has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan

Savaş Sonrası Dönem

ABD
1950'lerde ABD'nin önemli filmleri arasında George Stevens'ın Vadiler Aslanı ile Elia Kazan'ın New York'ta yoksul işçi çevrelerinin ve rıhtım gangesterlerinin yaşamını anlatan Rıhtımlar Üzerinde'si sayılabilir. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan Sapık adlı gerilim filmini aynı dönemde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sineması köstekleyen, tutucu hükümetin filmlere uyguladığı yoğun sansürle birlikte "Hollywood 10'ları" olarak anılan sekiz senaryo yazarı ve iki yönetmenin kara listeye alınması oldu. Bir ihbar salgını başlamıştı. Pek çok sanatçı ABD'ye karşı yıkıcı etkinliklerde bulunmak ve komünist olmakla suçlandı. Suçlananlar arasında bulunan Charlie Chaplin, büyük bir beğeni kazanan Sahne Işıkları'nı yaptığı yıl ülkeyi terke etti. Yapımcılar izleyiciyi yeniden sinema salonlarına çekebilmek için teknolojik yeniliklerden yararlanmaya çalıştılar. Özel gözlüklerle izlendiğinde üçboyutlu görüntü etkisi yaratan filmler ilk kez o dönemde ortaya çıktı. Bu buluşun beklenen başarıyı sağlayamaması üzerine, sinemaskop adı verilen büyük görüntü uygulamasına geçildi. Görüntünün enini, boyunun 2,5 katı olarak verebilen sinemaskop filmler izleyicileri yeniden salonlara çekmekte başarılı oldu. ABD'de art arda Oklahoma, yeniden çekilen On Emir ve Ben Hür gibi tarihsel ve dinsel konulu filmler, müzikaller, western'ler çekilmeye başlandı. Bunlar çok sayıda oyuncunun ve gösterişli dekorların kullanıldığı masraflı yapımlardı. Sinemacılar bu çabalarına karşın, 1950-60 arasında televizyonun hızla yaygınlık kazanması, sinema izleyicisinin önemli ölçüde azalmasına ve büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bu durum sinemacıları büyük bir arayışa yöneltti. 1960'ların sonlarına doğru ABD'de Arthur Penn, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper, Stanley Kubrick gibi yönetmenler Hollywood'un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar. Yeni, değişik üsluplar ve teknikler kullandılar. Gençliğe yönelik bu filmler sinemaya gençleri kazandırdı. Sydney Pollack'ın 1929 Büyük Dünya Bunalımı'nın insanların üstündeki etkisini çok çarpıcı bir biçimde yansıtan Atları da Vururlar, Arthur Penn'in Bonnie ve Clyde, Stanley Kubrick'in 2001: Uzay Yolu Macerası, Sam Peckinpah'ın Kahraman Binbaşı ile Vahşi Belde gibi etkileyici filmleri ekrana geldi. 1970'lerde ve 1980'lerin başlarında son derece etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı heyecan dolu serüven ve bilimkurgu filmleri çekildi. George Lucas'ın Yıldız Savaşları ile Steven Spielberg'in insanlara saldıran dev bir köpekbalığının kovalanmasını konu alan gerilim filmi Jaws, Kutsal Hazine Avcıları ve dünya dışından bir yaratıkla çocukların kurduğu dostça ilişkiyi anlatan E.T. adlı filmleri gişe rekorları kırdı ve olumlu eleştiriler aldı. ABD'de o dönemde çekilen filmlerin maliyeti inanılmaz boyutlara ulaştı. Sözgelimi 1987'de bir filmin ortalama maliyeti yaklaşık 18 milyon dolardı. Bu tür filmlerin yanı sıra Robert Altman, Michael Cimino, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese ve Milos Forman gibi yönetmenler toplumsal sorunları konu alan filmler çektiler. Bunlardan Altman'ın savaş karşıtı komedisi Cephede Eğlence, Cimino'nun Vietnam Savaşı'nı konu alan Avcı, Scorsese'nin ABD'de şiddete yönelik eğilimi ele alan Taksi Şoförü, Coppola'nın Baba ve Kıyamet, Forman'ın Guguk Kuşu adlı filmleri anmaya değer yapıtlardır.

İtalya
Savaştan sonra İtalya'da ülkenin uğradığı yıkım ve toplumsal sorunları konu alan önemli filmler çekildi. İlk Yeni Gerçekçi film Luchino Visconti'nin Tutku'su idi. Ne var ki, faşist İtalyan yönetimce gösterimi engellendiği için, uluslar arası izleyici Yeni Gerçekçi sinemayla, İtalyan II. Dünya Savaşı'nın sonunda teslim olduktan iki hafta sonra Roma sokaklarında çekilen Roberto Rossellini'nin Roma, Açık Şehir adlı filmiyle tanıştı. Ardından Visconti'nin Sicilya'nın bir balıkçı köyündeki yaşamı anlatan destansı filmi Yer Sarsılıyor geldi. Vittorio de Sica'nın, bisikleti çalınan bir işçinin hırsızı bulabilmek için oğluyla birlikte başına gelen trajik öyküsü olan Bisiklet Hırsızları gösterildiği yerlerde büyük yankı uyandırdı. Başlangıçta Rossellini ile birlikte çalışan Federico Fellini ilk kez Sonsuz Sokaklar filmiyle adını duyurdu. Daha sonra gerçek ile gerçeküstünün birbirine karıştığı bir dille birbirinden güzel filmler yaptı. Fellini gibi sinema yaşamına Rossellini ile çalışarak başlayan Michelangelo Antonioni önceleri Yeni Gerçekçi belgesel kısa filmler yaptı. Daha sonra çağdaş kent yaşamının getirdiği yabancılaşmayı vurgulayan Macera, Gece, Kızıl Çöl ve bir kimlik arayışı olan Yolcu gibi filmleriyle dünya çapında yankı uyandırdı. İtalya'nın savaştan sonraki ikinci kuşak yönetmenlerinden Ettore Scola Özel Bir Gün, Ermanno Olmi Nalın Ağacı ve Ermiş Ayyaş Destanı gibi filmlerle Yeni Gerçekçi Akım'ı sürdürdü. Pier Paola Pasolini ve Bernardo Bertolucci siyaset, tarih ve cinselliğin iç içe geçtiği filmler yaptılar. Bertolucci'nin 1900 adlı filmi altı saatte yarım yüzyıllık İtalyan tarihini sığdıran görkemli bir gösteridir. Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Savaşı ise, kent gerilla savaşını anlatan, belgesel film üslubunda, propaganda amacı gütmeyen etkileyici bir siyasal sinema örneğidir.

Fransa
Fransa'da savaştan sonra sinemaya damgasını vuran en önemli olay Yeni Dalga hareketiydi. Fransa'da işgal sırasında ve savaştan sonra senaryoya dayalı çok iyi filmler yapılmıştı. Fransız sinemasının önde gelen adlarından oyuncu ve yönetmen Jacques Tati, sıradan insanların yaşamını özgün bir mizah anlayışıyla perdeye aktardı. Tati Bayram Günü ve Bay Hulot'un Tatili adlı filmleriyle, Jean Cocteau Güzel ve Hayvan, Rene Clement Yasak Oyunlar adlı filmleriyle tanındılar. Gene bu yıllarda sürdürülen belgesel çalışmalar, genç yönetmenlere sinema sanayisi kalıplarının dışına çıkma ve bağımsız çalışma cesareti verdi. Andre Bazin'in 1951'de yayımlamaya başladığı Cahiers du Cinema adlı dergide Yeni Dalga Akımı'nın kuramsal tartışmaları yer aldı. Genç yönetmenler film kamerasını bir kalem gibi kullanmayı savunuyordu. Film, yönetmenin imzasını taşımalı, onun özgün, kişisel anlatım aracı olmalıydı. Bu yönetmenler öyküyü, baştan sona geriye dönüşlere ve düşlere yer vererek aktardılar. Sinemanın ayrı bir sanat dalı olduğu ilk kez bu dönemde tartışma gündemine geldi. Yönetmenler filmlerinde kurgudan çok görüntü düzenine önem verdiler, çekimlerini elde taşınır kameralarla yaptılar. Claude Chabrol'un senaryosunu yazdığı ve yapımını üstlendiği ilk filmi Yakışıklı Serge Yeni Dalga Akımı'nın 1950'lerin sonuna doğru ilk yapıtlarını veren başlıca temsilcileri Serseri Aşıklar ile Jean- Luc Godard, Hiroşima, Sevgilim ile Alain Resnais, Aşıklar ile Louis Malle ve Dört Yüz Darbe ile François Truffaut'dur. 1970'lerde Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa-Gavras siyasal filmleriyle ilgi çekti. Bunlardan İtiraf, Sıkıyönetim ve Kayıp güncel siyasal olayların karanlıkta kalan yanlarına eğilerek pek çok tartışmaya yol açtı.

İngiltere
Savaş sonrasında İngiltere'de sinema önemli bir gelişme gösterdi. Yönetmen Carol Reed, bir roman uyarlaması olan Ölümden Kuvvetli ve konusu savaş sonrasında Viyana'da geçen Üçüncü Adam adlı filmleriyle dikkat çekti. David Lean, İngiliz yazar Charles Dickens'tan 1946'da Büyük Umutlar'ı ve 1948'de de Oliver Twist'i sinemaya uyarladı. Ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Laurence Olivier, William Shakespaere'den uyarlanan Henry V ve Hamlet filmleriyle büyük başarı kazandı. Aynı dönemde adını duyuran bir başka oyuncu da Taçlar ve Kalpler ve Altın Hırsızları gibi komedi filmlerinde olağanüstü oyunculuk yeteneğini gösteren Sir Alec Guinness'di. Bu filmlerin senaryoları büyük ölçüde klasik edebiyat yapıtlarına dayanıyordu.
1950'lerin sonlarında ve 1960'larda Fransız Yeni Dalga filmlerinin etkisiyle İngiltere'de, çalışan insanların günlük yaşamlarını konu alan gerçekçi filmler yaygınlık kazandı. Tony Richardson'ın Öfke, Jack Clayton'ın Tepedeki Oda ve Karel Reisz'ın Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı adlı filmleri uluslar arası düzeyde ün kazandı. Sean Connery'nin James Bond tipini canlandırdığı ünlü casus filmleri de aynı dönemde yapıldı.
İngiltere 1960'larda Avrupa sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony Richardson'ın romanından uyarladığı Tom Jones, John Schlesinger'ın Thomas Hardy'nin romanından uyarladığı Bir Aşk Yetmez ile Gece Yarısı Kovboyu ve Lindsay Anderson'ın Eğer adlı filmleri dönemin unutulmaz yapıtları arasındaydı. Ne var ki, bir süre sonra İngiliz ekonomisinde baş gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere öteki ülkelere göç etmesine yol açtı.

Almanya
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nı uğradığı yenilgi ve daha önce Naziler'ce sinemaya uygulanan baskılar yüzünden bu ülkede uzun bir süre sinema önemli bir varlık gösteremedi. 1960'larda Genç Alman Sineması adı altında federal hükümetten ödenek alan bağımsız bir yapım ve dağıtım kuruluşu kuruldu. Alman sinemasının önde gelen adları, savaş yıllarını ya da savaş sonrası toplumu konu alan Maria Braun'un Evliliği, Lola ve Veronika Voss'un Tutkusu gibi filmleriyle Rainer Werner Fassbinder, Berlin Üzerindeki Gökyüzü ile Wim Wenders ve Stroszek gibi doğal ve cana yakın bir mizah içeren filmleriyle Werner Herzog'dur. Volker Schlöndorff ile Alexander Kluge, Fransız Yeni Dalga Akımı'ndan büyük ölçüde etkilendiler. Devletin sinema sanayisine destek olması kadın yönetmenleri ve azınlıkları da yüreklendirdi. Devrim mücadelesinin önde gelen kadınlarından Rosa Luxenmburg'un yaşamını, kadın yönetmen Margarethe von Trotta sinemaya uyarladı.

Avustralya
1970'lerden önce varlık gösteremeyen Avustralya sineması, o yıllarda hükümetçe kurulan Avustralya Film Komisyonu'nun desteğiyle bir gelişme gösterdi. 1985'e kadar, bazıları uluslar arası düzeyde başarı kazanan yaklaşık 400 film çekildi. 1980'lerin en başarılı filmleri şiddet ve gerilim öğesinin usta bir biçimde kullanıldığı Çılgın Max ve Peter Weir'ın I. Dünya Savaşı sırasında biri Çanakkale'de ölen iki arkadaşın öyküsünü anlattığı Gelibolu'dur.

Rusya
2. Dünya Savaşı'ndan önce Sovyet sinemasında gözlenen durgunluk savaştan sonra da sürdü. İlgi uyandıran az sayıda filmin arasında Grigori Çukray'ın 1959 yapımı Askerin Türküsü, Sergey Bondarçuk'un görkemli Savaş ve Barış uyarlamasıyla, Nikita Mihalkov'un Oblomov'u vardı. Dünya sinemasını etkilemeyi başaran ve özellikle 1980'lerde adını en çok duyuran yönetmen ise Andrey Tarkovski oldu. Tarkovski, İvan'ın Çocukluğu, Andrey Rublev, Solaris, Ayna, Nostalghia ve son filmi Kurban'da, derinliği ve simgesel çağrışımlarıyla izleyicilerin üzerinde kalıcı bir etki yaratmaktaki ustalığını gösterdi. Rusya'da 1980'lerin ortalarında, daha önce yasaklanmış filmler de gösterilmeye başlandı. Yönetmen Gleb Pantilov'un 1976'da çekilmesine karşın ancak 1986'da gösterilebilen Tema adlı filmi geçmişle bir hesaplaşmaydı. Gürcü yönetmen Tengiz Abuladze ise Yakarış, Dilek Ağacı ve Nedamet'ten oluşan üçlüsünde kendine özgü bir üslupla geçmişteki baskıyı eleştirdi.

Doğu Avrupa
Film sanayisinin devleştirildiği Doğu Avrupa ülkelerinde 2. Dünya Savaşı'ndan sonra sinema okulları açıldı. Polonya'da 1953'ten sonra Andrzej Munk Yolcu, Roman Polanski Sudaki Bıçak, Andrzej Wajda Kanal, Küller ve Elmas, Mermer Adam ve Demir Adam gibi filmleriyle büyük bir duyarlılıkla beyaz perdeye yansıttılar.
Genç kuşak yönetmenlerinden Krzysztof Kieslowski 1988 yapımı On Emir'le evrensel sorunlara parmak bastı. Yeni Dalga'dan ve Polonya sinemasından etkilenen Çekoslovak yönetmenler de duyarlı ve özgün filmler yaptılar. Janos Kadar'ın Ana Caddedeki Dükkan'ı buna örnektir.
Macaristan'da Budapeşte Film Akademisi'nde yetişen Istvan Szabo'nun Mefisto'su uluslar arası düzeyde başarı kazandı. Miklos Jancso'nun birbirini izleyen Umutsuzlar, Kızıl İlahi ve Macar Rapsodisi Macar halkının yüzyılın başından bu yana sevinçlerinin ve acılarının destanıydı.
Yugoslavya'da Emir Kusturica, Çingene çocuklarının başından geçenleri anlattığı Çingeneler Zamanı ile evrensel boyutlu bir film yarattı.

İspanya ve Yunanistan
Film sanayisinin güçlü olmadığı İspanya'da Luis Bunuel yaratıcı kişiliğiyle sinemada Gerçeküstücülük Akımı'nın ilk örneğini verdi. 1950'lerde yerleştiği Meksika'da film yapımcılığını sürdürdü ve Meksika sinemasını etkiledi. Madrid'deki Sinema Araştırmaları ve Deneyleri Enstitüsü'nü bitiren Carlos Saura Av ve Kanlı Düğün gibi filmleriyle dikkati çekti.
Yunanlı yönetmen Theo Angelopulos, Kampanya, Avcılar, Kitera'ya Yolculuk, Arıcı ve Puslu Manzaralar'da şiirsel bir anlatımla Yunan tarihini ve savaş yıllarını irdeledi. Angelopulos bu filmlerde insan ilişkilerini olağanüstü bir duyarlılıkla işlemeyi başardı.

İsveç
Devletçe desteklenen İsveç sineması güçlü değilse de 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yaratıcı yönetmen Ingmar Bergman'ın yapıtlarıyla dünya çapında adını duyurdu.

Hindistan
Bu ülke dünyanın en çok film çeken sinema sanayisine sahip olmakla birlikte, filmler genellikle kendi izleyicisine yönelik olduğundan uluslar arası düzeyde varlık gösterememiştir. Sinema, sanayisinin devlet desteğiyle yürütüldüğü Hindistan'da 16 değişik dilde olmak üzere yılda toplam 700 film çekilir. Hindistan'da televizyon yaygın olmadığından sinema başlıca eğlence aracıdır. Köylerde açık havada film gösterisi yapan gezgin sinemacılar oldukça yaygındır.
Hint sinemasının uluslar arası düzeyde adından söz ettiren ünlü yönetmeni Satyacit Ray, filmlerinde köylülerin günlük yaşamını sevecen ve mizah dolu bir yaklaşımla görüntüler. En çok tanınan filmlerinden Pather Pançali öksüz bir çocuk ile annesinin öyküsüdür.

Japonya
Japon sineması 2. Dünya Savaşı sonrasında büyük bir canlanma dönemine girdi ve önemli yönetmenler yetişti. 1950'lerde Akira Kurosava Raşamon, Yedi Samuray, İngiliz yazar Shakespear'in Macbeth adlı oyunundan uyarladığı Kanlı Taht adlı filmleriyle uluslar arası düzeyde ün kazandı. 1960'lardan sonra da başarısını sürdüren Japon sineması 1980'lerde televizyonun rekabeti karşısında durakladı. O dönemde şiddet filmleri yaygınlık kazandı. Yaratıcı yönetmenlerin çoğu ülke dışında olanaklar aramaya başladılar. Bugün Japonya dünyanın en çok film üreten ülkelerinden biri olmakla birlikte, yapımların çoğu televizyon filmidir.

Güney Amerika ve Afrika
1960'larda ulusal motiflerden yararlanılarak, halkları sömürüye ve baskıya karşı bilinçlendirmeye yönelik, şiirsel başkaldırı filmleri yapıldı. Dansı ve müziği, ülkesinde cunta yönetimi sırasında çekilen acıları dile getirmekte kullanan Arjantinli yönetmen Fernando Ezequiel Solanas'ın Tangolar ve Güney adlı filmleri buna örnektir.
__________________
Alayına İsyan
...Ölümüne Aslan...
Emeğe Saygı
bugrahan çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla