Deneme-I-Ah İstanbul....
Sultan Ahmet’ten Beyazıt’a doğru neredeyse taş bina yerine Osmanlı kokuyordu. 1453’ten beri yürüyen insanların sesini dinledim yürürken. Kimbilir mesala yüz sene evvel kim vardı bulunduğum yerde ve ne konuşuyorlardı? Acaba benim geçeceğim bu yüzyılı hayal edebiliyor muydular...o kadar süratli gelişen teknolojiyle değişen yaşam şeklimiz bu düşünceleri üzerimden atıverdi. Gereksizdi. Çünkü çocukluğumda bile radyo bir günah yada öcü gibi tanıtılıyordu. Kaldı ki, o yıllarda nasıl düşünülürdü...
Kabataş iskelesinden karadeniz’e doğru nerdeyse üç yüz kişilik vapurda AB ülkesi insanlarla yavaş yavaş açılıyoruz. Geçerken tek tük kopuk kopuk yalılar görüyorum hala ayakta. Korular var, yeşilliğini sergileyen...mecidiye camisinin önünden geçiyoruz. Meşhur *******in camisi...dizilere sığamayan...rehbere soruyorum, mimarının ermeni olduğunu söylüyor. Şaşırıyorum. Osmanlı o hale gelmiş ki, artık Mimar Sinan’lar yetiştiremez olmuş, yıkılma yıllarında. Demek ki, Osmanlının yıkılması son derece doğalmış. Her şeyini yabancılara bırakmış, imanı dışında. Onunla da kurtuluş savaşı, Çanakkale harbini kazanmışlar...
Galatasaray adasını görüyorum. Boğazda küçücük bir ada. Uzaktan insanların yüzme havuzundaki kalabalığını görüyorum. Yanında bir de kafeterya var. Herhalde İstanbul gibi bir yerde buraya gelmek ve bulunmak lüks olsa gerek.
Hava soğuk...ancak herkes iskelede! Denizin havası yetiyor hastalığa karşı kabadayılığa... vapurda çay servisleri, üşüyen ellerim ısınmaya başlıyor! Pastalarda gelince hem yemek ve içmek tadında hemde ruhen bambaşka hazlar ruhumda yoruluyor.
Her geçen turist vapuruna el sallıyorum. El sallıyorum bambaşka İstanbul’a, Türkiye’nin asırlar ötesi yalancı cennetine! Her şeyiyle bizim. İnsanı, binası, asırların yaşandığı kültürüyle!
Yaklaşık üç saat denizle sevişiyorum. Yabancıların şaşkın bakışları ve hazları beni başka mutlu ediyor. Kabataş iskelesinden inerken metroya doğru yürüyoruz arkadaşla...İstanbul’a gelinirde alış-veriş yapılmazmı ya?
Safet Kuramaz
|