Deneme-II: Dostluğa Çağrı…
Hani Mars’ta hayatın olduğunu söylemişlerde uzay aracına binerek toprağına ayak basan bir ilk kişi olarak, senden başka kimsenin olmadığının farkına vardıktan sonrada yakıtım olmadığı için orada mecburen kalan gibiydim. Nasıl yaşayabilirim diye kıvranırken seni görüp tanıdığım sevinçle ve daha önce yaşadığım dünyalık iletişimlere benzemeyen bir paylaşım içinde hızla akan zaman sürecinde; sanki, senin kaybolacağın yada kaybedeceğim korkusu içinde her geçen an sıkı sıkıya sıcaklığına yaklaşan mükemmel bir dostluğu yaşıyordum kendi kendime. Hep bir emanete dayanan, toprakta, bulutlarda, sularda, anlarda… Sürüklendiğinde çok şeyleri kaybettiren bir ilişkiydi sanki. Yakıtımın olmayışını söylediğimde pek inandırıcı gelmemişti ve dünyaya dönmek isteğimin yalnızlığa karıştığının söylemi de… Ne etrafımdaki seslerin ne yeni gördüğüm cennet mekân manzaranın nede huzur veren tılsımla karışık gözlerinin içindeki arayışlarının, tanımak yâda güven arayışının rahatsızlığı yoktu ruhumda. Orada bulunman büyük bir nimetti her şeyden önce. Ya senin içinde böyle miydi? Acaba yalnız yaşamaya yâda kendi kanunların içinde yaşanmışlığın alışkanlığı ile hükmederek yine bensiz yaşamaya ne zorunluluğun olabilirdi ki… Mazimde her kabul ile yaşıyordum bundan sonrada yaşayabilirim mantığı ancak senin Mars’ında bulunabilirdi, değişim neden sana zor geliyordu? Bu acı gerçeği anlamam zordu, her şey yolundayken hele… Sorunları kavrayamıyordum…
Maddelerin sürekli sıralanıyordu… Madde 1… Orada niceliklerle uğraşmak bana anlamsız geliyordu. Sevgi her şeyin anahtarı değil miydi? Öğretilerimiz hep onunla başlamıyor muydu? Etrafıma baktığımda her nimet vardı üstelik bedava… Yinede sorundu aramızda yaşanan, yaşlanan her şey!
Her konuşmanın sonunda dünyayı bildiğini iddia ediyordun. Marsta her şeyin farklı olduğunu anlatıyordun. Geldiğim dünyaya dönmektense Marsın gizemli ve heyecan veren ikliminde kalmaya razıydım. Geçmişim bir enkaz… Ne ararsan vardı, tsunami, deprem, volkanik patlamalar ve izleri… Unutmak için müthiş bir ortamdı burası. Mücadele etmeye değerdi diyordum içten içe… Uzun zaman sonra beni tanıdın ancak “seni her gördüğümde yaşadığın tanıdık dünyanı görüyorum” diyordun. “Kendi aracımı sana tahsis edeyim ve dön yaşadığın dünyana… Yaşanılan ve paylaşılan her şeyi unut…” diyebiliyordun!
Zaten yakıtımın olmayışına inanmamıştın. En baştan ön yargılıydın. O aracı ister içinde ben olayım ister olmayayım her zaman dünyaya gönderebilecek kuvvet kişilikte hissediyordun. Kısacası yanında bir fazlalık, bir gereksizliktim sonraları.
Ancak bilmediğin bir şey vardı. İster dünyada yaşa ister Mars’ta içinde ne varsa gizli yâda açıkta her şey seninle taşınmakta… Taşınanlar kendi içinde varlığımı ispat etmeye yeterdi…
Yine sensizliğimin Mars’la-dünya arasında kalan mesafeden ibaret olmadığını ve yayılan güneşin ışıklarının aynı enerjiyi eşit olarak dağıtmadığını itiraf etmeliyim. Bu eşitsizliğe suçluluk damgası vurmanın anlamsızlığı, tıpkı güneşin, Mars’ın ve dünyanın bulundukları yerlerinin kendi iradelerinde olmadığı gerçeğinde olduğu gibi, haydi git demenin mantıksızlığını anlamak hiçte mümkün değildi… Ve her yöne dönerken seyret beni, diğer gezegenlerde yaşayan benleri de… Yahut bağır seni kim işitecek diye! Her yere gizlenebilirsin ama kendinden nasıl saklayacaksın benlerini!
Anladım ki, insanın dışı her zaman dünya, içi başka bir gezegen. Konuşunca, paylaşınca, tartışınca bir bir dökülüyor içindeki nağmeler, kurallar… İnsanlar büyük bir tiyatro sahnesinde yazdığı senaryolarla yaşamını gizleyerek sürdürüyor. Hangi senaryo güçlü ve çetinse o kural yâda hükümle karşısındaki insanı yaşamaya zorluyor. Sakın ola ki, ilk gördüğünüz insanla paylaşırken konuşmalarına bakarak mükemmel bir kişilikle karşılaştım diye güvenmeyin. Karşınızdaki insanı da böyle bir güvene zorlamayın. Her şeyi zamana bırakın ve özgür olun… Kim bilir bir gün suyun yüzü gibi dibi de duru görünür gözünüze… Bir dostunuz olur o zaman ve yapışın ona. Artık iki kişilik oyuna hazırsınız demektir. Marstan baksan dünya, dünyadan baksan Mars görünür…
Safet Kuramaz
|